11 Ağustos 2013 Pazar

Fırıldak, Hüloooğğ, Hesaplaşma - Nilgün Cerrahoğlu

Şafak Sezer’le ablası Gönül Akpınar arasındaki “hesaplaşma” dikkatinizi çekmiştir…
Abla Akpınar; Sezer için “fırıldak!” deyimini kullanmaktan çekinmedi, “Benim böyle bir kardeşim yok. Ben çapulcuyum, o fırıldak. Ben artık Memet Ali Alibora’nın, Ethem Sarısülük’ün ablasıyım” dedi.
“Sanatçı” Sezer de ablaya Twitter’dan, “Ömür biter hüloooğğğ bitmez. Hüloooğğğçular için şafak vakti. Konu: Gönül abla, Ders: Fırıldak” şeklinde, yitirdiği irtifayı daha da düşüren bir yanıt verdi.
Sezer’in, Erdoğan’ın önünde diz çökerek Gezi Direnişi’ni ortaoyununa çevirmesine abla anlaşılan katlanamamış.
En küçük kardeşini -ki küçük kardeşler genelde hep korunup kollanır- bir hamlede gözden çıkarmış.
Bunu da gizi saklı değil, sağır sultanın duyacağı şekilde kamuoyu önünde“akrabalıktan istifa ederek” yapmak istemiş.
Aile ve şahsı adına duyduğu acıyı böyle hafifletiyor belki Akpınar. “BabamızPolat Sezer çok değerli bir adamdı” diyerek içini döküyor:
“Bize çocukluğumuzdan beri Atatürk, CHP ve Beşiktaş öğretti. Şafak’ın tavrı ve açıklamaları çok zorumuza gitti… Diğer kardeşlerim Şafak’la konuşabilir, onu affedebilir ama ben affetmeyeceğim!” 
‘Kardeş kavgası’ iklimi
Türkiye bu hale geldi.
İki kardeşi yüz yüze bakamaz hale getiren “kutuplaşmalar”, Şafak Sezer örneğinde görüldüğü gibi ailelerin içine girdi.
Ben bu raddede kutuplaşmaları yalnız yedi yıl yaşadığım İspanya’da görmüştüm…
20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Avrupa’nın en kanlı iç savaşını yaşamış ülkedeki siyasi parçalanmalar ve hesaplaşmaların ailelere girdiği bana anlatılmış; her ailede, iç savaşın iki uç cephesine verilen kurbanlar olduğu söylenmişti.
İspanya’ya vardığımda, kanlı “kardeş kavgası”nın üzerinden 40 yıl geçmişti. Ama yaralar tazeydi. Öyle ki “hassas yaraya tuz basmamak” adına herkes söylediği sözün nereye gideceğine hâlâ özenle dikkat ediyor, bilhassa“demokratikleşme” misyonunu üstlenen siyasetçiler “uzlaşma yanlısı” dil kullanmaya azami gayret gösteriyorlardı. 80’lere damga basan ve dünyaya çok başarılı bir örnek olarak gösterilen İspanya’nın “demokrasiye geçiş modeli”nin ruhu, gerçekte tamamen buna, eski yaraları deşmemek ve yeni kamplaşmalar açmamak üzerine endeksliydi.
Bizde tam tersi bir durum var.
Türkiye’de “demokratikleşme” davasını sözde bayrak edinen ve her vesileyle bununla şişinen bir iktidar; en tahrik edici söylemlere sarılıyor.
Başbakan’ın her gün “bunlar” diye AKP dışındaki herkesi dışlayarak yaptığı konuşmalar ötesinde, bu kutuplaştırıcı koroya en yakın mesai arkadaşları da katılıyor.
Ortamı yumuşatmaya çalışmak dururken onlar da yangına benzinle gidiyor. Son örnek Yalçın Akdoğan’ın, Ergenekon kararları için yazdıkları…
“Star”da bir köşesi olan Akdoğan; “Ergenekon Davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır” diyor: “Ergenekon Davası’yla sadece bir zihniyetten hesap sorulmuyor, aynı zamanda bu anlayış yargı yoluyla tasfiye ediliyor.” 
Başbakan’ın en yakın çevresi, yargıyı gizlenemez biçimde bir “hesaplaşma”mercii olarak görüyor.
Sevgili Mümtaz (Soysal) Hoca’nın dediği gibi, “Bir hukuk süreci için kullanılabilecek bir kavram ya da etiket ancak bu kadar tehlikeli olabilir… Bir‘siyasi dava’nın kurbanı olduklarını ileri sürenleri haklı göstermek için‘hesaplaşma’ sözcüğünden daha iyisi bulunamazdı.”
‘Atmosfer zehirlendi’
Ülkede pompalanan propagandaların aksine bu yaşananlara dışardan bakanlar da durumu tam böyle görmekte. Dış basına bilmem hiç göz attınız mı?
İngiltere’den “Times”, Ergenekon süreci için “Erdoğan’ın düşmanları cezalandırıldı” değerlendirmesini yaptı. “Guardian” harbiden “Hükümet orduyla hesaplaşıyor” dedi.
“Der Spiegel”, “Erdoğan muhaliflerini susturuyor” tespitinde bulundu.
“New York Times”, “Erdoğan intikam duygusuyla ve askeri düzen tarafından ezilmiş sınıfının hissettiği içerlemeyle hareket etti” diye yazdı.
İtalyan basınından “Repubblica” ise “Erdoğan’ın yumruğu gazetecilere ve askerlere indi” demekten kaçınmadı. “Türkiye’de atmosferin zehirlendiğini”öne süren gazete; “Türkiye’de neler oluyor” sorusunu sormayı ihmal etmedi.
“Erdoğan kendisine karşı çıkan herkese -ki buna artık dışarısı dahil- yumruğunu indiriyor. Türkiye’de neler oluyor?” diyen “Repubblica” özetle şöyle devam etti:
“Son dönemde çarpıcı bir dini içerik kazanan hükümet, kendisine karşı mücadele edenlere karşı safları sıklaştırıyor. Otoriter görünüm içinde olan Erdoğan, anayasada laikliğin garantörü olarak tanınan askerleri ve özgür basını çok sert bilek güreşi ile mat etti.” 
Bu minval yorumları çoğaltmak mümkün. Ama anladınız.
Ergenekon kararlarına “demokrasinin zaferi” diye alkış tutan artık pek kalmadı.
Yapılan değerlendirmelerde bilakis hep Türkiye’yi teslim alan hesaplaşma iklimi öne çıkartılıyor. Gezi’den bu yana sertleşen iktidara, işini yitiren gazetecilere ve en son Ergenekon’da en ağır cezaları alan basın mensuplarına sürekli atıf yapılıyor…
Ergenekon sürecini “tüm kusurlarına rağmen” kucaklayan “yetmez ama evet”çi aydınlara kapak olsun!
Nilgün Cerrahoğlu

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

İzan Kalmadı, İman Verelim! - Mine Kırıkkanat

Türkiye’de dinin çok uzun süredir politikaya alet edilmesi ve başta devlet, tüm dünya işlerinin hiç olmazsa görünüşte “Allah’ın iznine” bağlanması, ister istemez toplumsal algıya da sızdı. 
Ülkedeki en örgütlü İslamcı yapılanmanın, “Sızıntı” başlıklı bir dergi çıkarması da boşuna değildir. İstenen oldu. Uhrevi ile dünyevinin birbirine karışması, insanları sorumsuzluğa itti.
Çünkü herkesin, her işin Allah isterse olup istemezse gerçekleşmeyeceğine inandığı yerde, elbet vicdan sorgulaması da yersiz ve gereksiz. Zarar veren de kaderci, zarar gören de.
Mademki en üst karar merci Allah, gaddarın cezai ehliyeti yok, mağdur da zaten onun Allah’ından bulmasını bekliyor.
Adalet, bizzat adliye kurbanlarının algısında, Allah’a havale.
Böylece ülkede sadece bireyler değil, kurumlar da “inanılan” ile “yaşanan”arasında fark gözetmez oldu. 
***

Önce Balyoz, ardından Ergenekon davalarının kamuoyu nezdinde sanıkların suçluluğuna inananlarla inanmayanlar arasında bir çekişmeye dönüşmesi, belki toplumsal kanaat açısından normal karşılanabilirdi. Ancak özel yetkili mahkemelerdeki yargı süreci gerçeği ortaya çıkarmak için değil, sanıkların suçluluğuna “inandırmak” için kullanılınca; verilen kararlar sübjektif olmaktan öteye hukuk devletinin idam ilamı oldu.
AKP öncesi dönemde “basın yoluyla suç işlemek” kapsamında hakkında 31 dava açılmış, hatta Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 yıl hapis, 10 adet generalin de muazzam tazminat talepleriyle yargılanmış ve hepsinden beraat etmiş bir gazeteci olarak hukukla yakından ilgilenmek zorunda kaldım.
Balyoz ve Ergenekon davalarında sanıklara yöneltilen suçlara dair, elbet benim de bir inancım, kanaatim var. Ama adaletten beklediğim gerçekçilik adına, adli sürecin başından beri sanıkların suçsuzluğunu değil, suçlu olsalar bile “adil yargılanma” hakkını, hukukun üstünlüğünü tesis etmek için yargının tarafsız olması gerektiğini savundum.
***

Oysa bu davalarda evrensel hukuk ilkelerinin tamamı linç edildi, sanıkların suçluluğu sahte belgeler, satın alınmış ve bazısı akıl hastası, bazısı cinayet ve terör suçlusu tanıklarla kanıtlanmaya çalışıldı. Hatta Teğmen Çelebi özelinde olduğu gibi polisin telefonuna sehven yüklediğini bizzat itiraf ettiği “kuşkulu”numaralar bile ağır mahkûmiyet nedeni olabildi.
Dünyanın bütün mahkemelerinde, yargıçların “kanaatine”  göre kararlar verilir. Ama “yargı heyeti kanaati”ne göre verilen hiçbir karar ağırlaştırılmış müebbet, iki kere müebbet olamaz, bu kadar çok sayıda sanığı kapsayamaz. Böylesi hem esasa aykırıdır hem de usule.
Sonuç olarak bu davalarda sanıklar, hukuksal anlamda kanıtlanamayan suçları işlemiş olsalar bile hiçbir demokraside verilmeyecek ölçüde ağır cezalara çarptırıldılar. Osman Yıldırım gibi çok ağır suçlar işlediği kanıtlanmış sanıklar “tanık”  olarak mahkemelerin istediği yönde ifade verdiği için salıverilirken suçu kanıtlanmamış kişilerin ağır cezalara çarptırılması; ister istemez tüm dünyada AKP iktidarı ve Türkiye’nin İslamcı dönüşümüne karşı çıkabilecek muhalif seslerin susturulduğu bir komplo olarak algılanıyor. 
***

Bu komplo, polis, hükümet ve yargının el ele verdiği, hükümet tarafından ele geçirilen medyanın da kamuoyunu “inandırmaya” çalıştığı bir büyük plan. Bir gıdım aklı kalan herkes, Balyoz ve Ergenekon mahkûmlarının, Abdullah Öcalan’ı kapsayacak bir affa kadar rehin tutulacağını biliyor.
Uzaktan ve tarihsel süreç içinde bakıldığında, Türkiye’yi ele geçiren rejim,Hitler Almanyası ya da Mussolini İtalyası’ndan çok Frankist İspanya’yı anımsatıyor.
Çünkü Hitler’in faşizme taşıdığı Almanya’daki iktidarının onuncu yılında (1930-1940) hemen hiç muhalifi kalmamıştı! Keza faşist İtalya’da da Mussolini çok geniş bir halk desteğine sahipti.
Oysa İspanya’nın yarısı Frankist değildi ve faşist İspanya, cumhuriyetçi İspanya’yı ezmek zorunda kaldı. Bu da bir iç savaş gerektirdi.
İşte bu yüzdendir ki Türkiye’de olanlar ve bundan böyle olacaklar, İspanya’ya daha çok benziyor. AKP rejimi ve yandaşları, ülkenin yarısına, hatta yarısından fazlasına hâkim değiller, olamadılar. Ya ezmek ya da ezilmek zorundalar.
Tabii Allah’ın izniyle! 
G NOKTASI
ANNEM ANNEM
Adı Annem’di
Soyadı Annem
Kadrim Kadrim diye
koştu peşimden
Annem Annem diye
koştum peşinden
ona yapışık üçyıldızdık biz
Kadri Perizat Melek
yokluktan acılardan
ne kaldıysa geriye
alınteri gözyaşı dolu elleriyle
avuç avuç verdi bize
hep gülelim diye
Onsekiz Temmuz bindokuzyuzdoksansekizde
soyadı duman gibi
süzüldü gökyüzüne
beşyüzsene de geçse beşbinsene de
ne hale gelirse gelsin evren
yıldızlar birbirinden
hiç ayrılır mı Annem.
A. KADRİ ERGİN
“Sebep sonuç
ilişkisine dayalı iman,
batıl inançtır.”

LUDWIG WITTGENSTEIN
Mine Kırıkkanat

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

9 Ağustos 2013 Cuma

İnsancıl Müslümanlık - Öztin Akgüç

Emperyal güçlerin, yerli politikacıların siyasal amaçlarla sömürdükleri geniş bir kesimin dindar görüntüsü altında nemalandığı, bazı ülkelerde terörle özleştirilmeye çalışılan Müslümanlığın bu bayram gününde aydınlığa kavuşturulması gereği var. Bu aydınlanmayı yapması gerekenlerin suskunluğu, ürkekliği, belki kişisel çıkar hesapları, politikacıların hışmından korkmaları, ne yazık ki, böyle bir yazı yazmak yükümlülüğünü doğuruyor.
* Müslümanlık insancıldır, haksızlığa karşı başkaldırıdır, adil bir toplum düzeni amaçlar.
* Müslümanlık özgürlükçüdür, Müslümanlığı başlangıçta geniş çapta kabul edenler kölelerdir. Müslümanlıkta kölelik yoktur; köleler azat edilmiştir. Bu olgu dahi Müslümanlığın özgürlükçü, haksızlığa başkaldırı olduğunu kanıtlar.
* Müslümanlık hoşgörü dinidir.
Bunun en büyük kanıtı “Medine Mutabakatı”dır. Hz. Muhammet’in MS 622 yılında Yesrib’e (Medine) göçü “Hicret” olarak bilinmektedir. Hicret, İslam dininin önemli dönüm noktalarından biridir. Hz. Muhammet, Medine’de kendisi ile birlikte göç eden Mekkelilerden ve Medine ileri gelenlerinden oluşan bir şûra toplamış, bu şûrada, ilk İslam toplumsal mutabakatı olarak nitelendirilebilecek ortak yaşam sözleşmesi hazırlanmıştır.
“Medine Mutabakatı” olarak adlandırılan bu belge daha sonra o yörede yaşayan Hıristiyanları, Musevileri ve putperestleri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Sözleşmenin ana teması; “Medine’de yaşayan her toplumun kendi geleneklerine, inançlarına ve hukuklarına göre yaşamlarını sürdürmelerinde tamamen özgür” olmalarıdır. Belgede çok kimlikli çok kültürlü, değişik inançlardan bir toplum yaşamı öngörülmekteydi. Yaşama, inanç farklılığı nedeniyle müdahale, zorlama söz konusu değildi.
* Müslümanlıkta dayanışma esastır. Zekât, Kurban Bayramı, Müslümanlığın bu yönünün önemli kanıtlarıdır. Müslümanlık, gelir ve servet dağılımında denge ve yoksulların korunmasını amaçlar.
* Müslümanlıkta gösteriş ve israf yoktur.
Müslüman alçakgönüllüdür, mahviyetkârdır; israftan kaçınır. Dini kendi çıkarları için araç olarak kullanmaz. Günümüzde gösterişli, israfa kaçan iftar sofraları, medya eşliğinde kılınan cuma ve bayram namazları, ne ölçüde Müslümanlıkla bağdaşır? Ne yazık ki günümüz uleması, sözde mutasavvıfları bu konuda suskundur.
* Müslümanlık laiklikle bağdaşır. Medine Mutabakatı, Müslümanlığın ne ölçüde özgürlükçü ve hoşgörülü olduğunun kanıt belgesidir. Din ve siyaset birbirinden ayrıdır. Müslümanlık yaygınlaşacak ve dünyada daha çok itibar kazanacaksa, bu ancak laik Müslümanların katkısı ile olacaktır.
* Gerçek demokrasi Müslümanlığın siyasal düzenidir.
Özgürlükçü, adil, hoşgörülü, barışçı bir inancın günümüzdeki düzeni, şekli, eksik bir demokrasi, örtülü faşizm, tek adam yönetimi değil, gerçek bir demokrasidir.
Kişilerin din istismarı, diktatör olma hevesleri, iktidara geldikten sonra iktidardan gitmemenin yollarını aramaları ve Ortadoğu halklarının Reform, Rönesans dönemlerini ve Sınai Devrimi’ni yaşamamış olması ne yazık ki“Müslümanlık demokrasi ile bağdaşmaz” gibi yanlış görüşlerin, kanıların doğmasına neden olmaktadır.
Laik Müslümanlığın dinci gruplara karşı güç kazanması, İslam ülkelerinde gerçek demokrasiyi, vazgeçilmez düzen haline getirecektir.
* Müslümanlık barışçıldır.
Günümüzde emperyal güçlerin desteği ile yeşeren terör grupları, ne yazık ki Müslümanlık hakkında yanlış kanıların doğmasına, algı yönetimine yol açmaktadır.
Müslümanlığı anlatabilmek, yüceliğini ortaya koyabilmek için; dini, politikacıların, sözde ulemanın, din tacirlerinin, dinden nemalanan grupların, TRT mutasavvıflarının elinden, sömürüsünden kurtarmak gerekir.
Günümüzde milyonlar Arapça, Latince, İbranice Tanrı’ya yakarıyor. Niçin Tanrı’ya yakarış dille sınırlandırılıyor. Bunu anlayabilmiş değilim. Bence “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı’dan başka yoktur tapacak” şeklinde bir seslenişten daha etkili duyuru yoktur.
Öztin Akgüç

9 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Ekmek ve İslam kavgası - Gamze Akdemir / Cumhuriyet

Türkiye'deki iktidarlar Avrupa'daki işçilerin sorunlarının çözümünü dinde gördü.
İslamcıların Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki yükselişini tam olarak anlamak için öncelikle şu soruların yanıtlarınıbilmemiz gerekiyor:
“- Avrupa’da en az 50 yıllıkbir geçmişi olması nedeniyle çok geniş alanayayılmış, tüm kurumlarıylaişçiler arasına yerleşmiş, var olan kuruluşlarını daha da etkinleştirmiş ve her yaşta yüzbinlerce insanımızı etkilemeyi başarmış Türkiye kökenli İslamcı akımların yükselişindeki etkenler nelerdi?
- İslamcılar Avrupa’yı adım adım arşınlarken Türk devleti ta başından bu yana nasıl bir gaflet gösterdi?
- Federal Almanya’da İslamcı oluşumların başlaması ile birlikte Türkiye’deki gruplaşmaların bu ülkeye de sıçraması sonucu, önce beraber olan dini kuruluşların kendi aralarında baş gösteren bölünmelerde neler rol oynadı?
- Tüm Avrupa'da çocuk, ergen, yaşlı binlerce Türkiye kökenli insan dini yayınlar okur hale getirildi?
Özel, devlet yardımları yanında öğrenci başına yılda binlerce Avro yatılıokul paraları alan, ayrıca Türk işadamlarından maddi bağış kabul eden cemaatler vurgunu nasıl vurdu? Özellikle işçileri adeta nasıl haraca bağladı?
- Çoğu mağdur tanıklar neler söylüyor?”

Yumurta sevk eder gibi işçi sevki!

 
Dizide bu bağlamlarda refrerans alınacak usta gazeteci yazar Metin Gür’ün yıllara varan çalışması “Avrupa’da İslamcı Örgütler-Türkiye Kökenli” de (Evrensel Basım Yayın) işçi-gurbet-İslamcı düzlemlerinde derinleşiyor.
Türkiye kökenli İslamcı kuruluşların Almanya’ya gelişlerine ve yayılışlarına kaynaklık eden olaylara odaklanılan inceleme, Türkiye’den, Federal Almanya’ya yumurta sevk eder gibi işçi sevk edilmesinin anımsatılmasıyla başlıyor. İş ve yaşam koşullarının baskısı altında olan işçilerin çektiği sıkıntılar, Köln’de ünlü Dom Kilisesi’nde kılınan bayram namazı, Ford Fabrikası’nda çalışan işçilerin domuz ahırında yıllarca kalışları, tanıkların dilinden aktarılıyor.
Koşutunda Türk İslam kuruluşlarının gelişimi ortaya konulurken çeşitli haber ve söyleşiler eşliğinde, eğitim kılığında din adına yapılan siyasal beyin yıkamanın ayrıntıları masaya yatırılıyor. İslamcıların gelişimleri ortaya konulurken kendi aralarında bölünüşleri de genişçe irdelenen bir diğer başlık.
Evet, her şey, İslamcıların deyişiyle “gâvur toprakları”na 1961’de gelinmesiyle başladı. Türkiye’den Federal Almanya’ya resmi işgücü göçünün kapısı, her iki ülke tarafından 30 Ekim 1961’de imzalanan “İşgücü Anlaşması” ile açıldı. Açılış o açılıştı!
Almanya ekonomik nedenlerle Türkiye’den gelen birinci kuşak işçileri karşılarken, bu işçilerin geleceği için düzenlenmiş iki sayfa Türkçe-Almanca Çalışma Mukavelesi’nin dışında hiçbir plan yoktu.
Öyle ki işçiler için, sadece önlerini görecek kadar, yarı tutsak muamelesi yapılarak bir yıl olmadı en çok iki yıl kalış zamanı biçilmişti. Olur da işçi gereksinimi baş gösterirse de çözüm “basit”ti; Türkiye satıcı, Almanya alıcıydı! Nasılsa gelenler geri gider, yenileri aynı koşullarda gelirdi! Bu durum ikili anlaşmalarda da yarı açık yarı kapalı şekilde yer aldı.
Uzun vadede evdeki hesap çarşıya uymadı. Üzerlerinden silindir gibi geçen zaman gösterdi ki Türk işçisi rakipsizdi. Kalifiye, genç ve sağlıklıydı. Aza kanaat edip çok çalışıyor, iyi üretiyordu. Bu özellikleri nedeniyle Türk işçilere Hollanda, Belçika, Fransa ve Avusturya’dan da büyük talep oluşması şaşırtmadı. İş ve İşçi Bulma Kurumları dolup taşıyordu. Haftada iki kez İstanbul-Sirkeci Garı’ndan kara trenle Münih’e özel işçi seferleri başlamıştı.

Uyum-İslam hattı
Yıpratıcı yılların ardından birinci nüfus kök salmış, ikinci, üçüncü kuşağa doğru yol alınmıştı. Türkiye’de “Alamancı”, Almanya’daki Türkler arasında “gurbetçi”, Almanlar tarafından önce “Gastarbeiter” (misafir işçi), daha sonra “Auslaender” (yabancı) sayılan Türklerin şu anki konumu ise artık “Mitbürger”di (hemşeri). Pek çoğu artık birer işverendi de. Her iki ülke ekonomisinde hatırı sayılır bir yere sahipti üstelik.
Fakat o anlara kolay gelinmedi. Zira sadece uyum konusu değil, İslam konusu da vardı! Bu durumdan “ince ince” hesaplarla nemalanmayı becerecek başta devlet olmak üzere muhtelif grup ve cemaatlerin harekete geçmesi hiç de uzun sürmeyecekti.
Metin Gür, “Avrupa’da İslamcı Örgütler-Türkiye Kökenli” adlı çalışmasında, tam bu noktada “devreye giren” İslamcıların yükselişini tüm süreçleriyle büyüteç altına alıyor.
Avrupa’da en az 50 yıllık bir geçmişi olması nedeniyle çok geniş alana yayılmış ve her yaşta yüz binlerce insanı etkileyen Türkiye kökenli İslamcı akımların ipliğini pazara çıkarmak, yıllarını almış Gür’ün. Hepsini tanıkları ve belgeleriyle okuyoruz, hiçbir şey havada değil!

Türk devleti, sorunların çözümünü dinde gördü
Bir anlamda devletin gafletiyle başlıyor okuma. Şöyle ki: Türkiye’de iktidar olan her parti, Almanya ve Avrupa’daki işçilerin tüm sorunlarının çözümünü birinci derece dinde gördüğü için, dini kullanmaya, zaten siyasallaşmış Diyanet’i etkisi altına almaya özen gösterir. Kimi oy için, kimi rant için Avrupa yollarına düşer. Kimileri de Türk milliyetçiliği ile adımlar Avrupa’yı.
Dolayısıyla tüm kurumlarıyla işçiler arasına yerleşen İslamcılar Avrupa’yı adım adım arşınlarken onları bir güzel destekleyen Türk devleti hatasının farkına vardığında artık “geçmiş olsun”dur. İslamcılar ortalıkta fink atmaktadır!
Dönemin Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, 1994’te Federal Almanya’da “Türk Kimliği” konulu bir dizi konferans vermek amacıyla Köln’de bulunduğu sırada Metin Gür’e yaptığı saptama itiraf gibidir:
“Almanya’daki, Avrupa’daki vatandaşlarımıza şimdiye kadar daha çok hacı, hoca göndererek morallerini takviye etmeye çalıştık. Ama onların aklına, bilincine, bilgisine yardımcı olacak kaynakları sağlamalıydık.”

Camiler para basıyor!
1968-1970 arasında Federal Almanya’daki cami sayısı üçü geçmez. O dönemde siyasal İslamcı akımlar çok ağır gelişir. Berlin, Münih ve Aachen kentlerinde kurulan ve minaresi olan cami dernekleri vardır. Berlin hariç, bunlar da, Mısırlı Müslüman Kardeşler’in, bu kökten gelerek Federal Almanya’da okuyan öğrencilerin aktif olduğu camilerdir.
O yıllarda, çoğunlukla Türkiye’nin dini inançların etkisinin yüksek olduğu yoksul, kırsal yörelerinden gelen Türkler, ibadetlerini kaldıkları işçi yurtlarında, kimi fabrikaların tahsis ettiği salonlarda yapar.
Bugün ise Federal Almanya’nın her köşesinde camiler var. Arsalar alınıp lüks camiler yapılıyor, eski ardiyeler, iflas etmiş fabrikalar onarılarak cami haline getiriliyor. Bu amaçla harcanan paralar yüz milyonlarca Mark ve Avro’yla ifade ediliyor.

Helal domuz!
Camilerin giriş bölümlerinde meyve, sebze, zeytin, ekmekten tutun CD’ye kadar her şey satılıyor. Cami hocaları “Faiz almak, fazla kâr etmek haramdır” dese de bu anlayış buralarda geçerli değil. Cami üyesi olmak kimi sıradan vatandaş için kârlı bir bağlılık değilse de, işini bilen için çoktan köşeyi dönmenin, zengin olmanın bir yolu olmuş.
Yöntem ise hemen hiç şaşmıyor! Gözü açık olan zevat, bir bakkal dükkânı açıyor mesela; biraz da camide tanındı mı, cemaat oraya “din kardeşimiz” deyip akın etmeye başlıyor. Bir de cami hocasıyla arayı bulmuşsa cuma günü duyurusunun yapıldığı bile vaki. Bu nedenle Almanya’da camilerin açtığı bakkalların müşterisi bol! Tatil, bayram bakmıyorlar, cumartesi, pazar da açıklar.
Bu bakkallardan bazılarında “helal et” adı altında Arjantin’den, Avustralya’dan gelen dondurulmuş etler satıldığı biliniyor! Hatta 2000 Kasımı’nda, Helal Gıda Sertifikası olan İtikat adındaki İslamcı firmanın sucuk, salam ve sosislerinden domuz eti çıkmasının kopardığı gürültü hâlâ hafızalarda.

İslam kuruluşları ilk Köln’de bölünde
İncelemesinde Almanya’da Türkiye kökenli işçilerin göç tarihinde en önemli kentin, Ford otomobil fabrikası (12 bin 550 Türk işçisiyle sayısal anlamda zirvededir), cam fabrikası, kablo fabrikası, traktör fabrikası ve çikolata fabrikasıyla, 60’ların başından itibaren on binlerce işçiye ekmek kapısı olan Köln olduğunu vurguluyor Metin Gür.
Aynı saptamayı İslamcı kuruluşların Avrupa’daki kaderi için de yapıyor. Zira ilk mescidin açıldığı kent de Köln, Çalışma Bakanlığı’nca, din hizmetlerini de sürdürmek için, ilahiyat ve yüksek İslam enstitüsü mezunu olanlardan “Sosyal Hizmet Ataşesi” adı altında uzmanları yolladığı kent de. Ünlü Köln Dom Kilisesi’nde bayram namazı kılınan kent de...
Türkiye kökenli İslam kuruluşlarının ilk bölünmeleri de burada başlamış. Tüm Avrupa’da aynı çizgide İslamcı kuruluşların oluşmasına öncülük eden, Almanya’da konuşlu Türkiye kökenli üç büyük İslam kuruluşu; İslam Kültür Merkezleri Birliği (İKMB), İslam Toplumu Milli Görüş (İGMG) ve Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin (DİTİB) genel merkezleri Köln’de bu nedenle.
Almanya’dan İşçi ve İslam Manzaraları
‘Soyduranlar Müslüman, soyanlar da Müslüman!’
- Cemil Kurtman… 21 yıl maden işçiliği yapmış. 84’te Milli Görüşçü olmuş. Dişinden tırnağından biriktirdiğini İslamcılara kaptırmış. Oraya buraya aidat ödemekten bir hal olmuş!:
“Bizim Yeşil Cami ile bir problemim yoktu. Ama bazı olaylar canımı sıkıyordu. Bir partiye süvari parası, bilmem ne parası!.. Sonra bir holding meselesi çıktı. 500, 1000 artık ne verirsen. 250 Mark’tan aşağı yoktu. Süvari parasının ne anlama geldiğini vallahi bilmiyordum. Partiye yardım parası.. Herhalde anlaşılmaması için böyle dediler.
Milli Görüş Genel Merkezi’ne üye yaptılar, dayanışma parası ödedim, Milli Gazete’ye abone yaptılar sonra. Genel merkeze üç ayda bir 60 Mark veriyordum. Toplantılara git gel bunlar da hep paraydı.
Salonlarda holdinglerin reklamları oluyordu. Bir hoca ağabeyimiz vardı. ‘Holdinglere yardımcı olun’ diyordu. İyi, tamam yardımcı olduk. 1993’te Kombassan’a 64 bin Mark verdim. Kâr olarak hiçbir şey almadım. Kanal 7 için para verdim. Güya bunlar İslamcı, Milli Görüşçü. Soyduranlar Müslüman, soyanlar Müslüman!

‘Şimdi Milli Görüşçü değil, elhaümdülillah Müslümanım’
Şimdi Milli Görüşçü değil de, elhamdülillah Müslümanım. 2000’de holding meseleleri çıkınca bunlarla manevi bağları değil de maddi bağları kopardım. Ta 60’lardan beri burada Türk devleti suçludur. Çünkü öteki ülkeler Almanya’ya işçi gönderirken papazlar da yolladılar. Türk hükümetleri bunu çok geç yaptılar.
Erbakan’ın çok hoşuma giden ama sonu hiç hoşuma gitmeyen bir sözü var: ‘Ver deyince vereceksin, ol deyince olacaksın!’ Bize de ‘Ver!’ dediler verdik, ‘Ol!’ dediler olduk. Onları Allah’a havale ediyorum.
Erbakan’ın suçsuz olduğuna kesinlikle ve kesinlikle imanım gibi inanmıyorum!.. 1986 ya da 87’de Köln’de Milli Görüş Genel Merkezi’nde bir feniğin hesabını soran adam, başta Harun Ataç olmak üzere Osman Yumakoğulları’nın, Mehmet Ali Cengiz’in holding patronu olmalarına bu kadar müsaade eden bir adam manevi olarak ‘Ben suçsuzum’ diyorsa vallaha bu çok çok ağır bir söz.”

‘Tayyip için ağlayan Müslümanlar soyuldu’
Bu arada Tayyip Erdoğan’ı MSP’nin, RP’nin içinde iken 84’ten bu yana tanıdığını söylüyor Cemil Kurtman. Ve açıyor ağzını yumuyor gözünü:
“Zamanında gerçek Tayyip’ler bizdik. Onun İstanbul belediye başkanı olabilmesi için bütün Avrupa’dan, Almanya’dan para toplandı. Hiç gitmediyse bizim Yeşil Cami’den 35 bin Mark para gitti; bu inşallah geleceğin de başbakanı olur gibilerden... Ben 800 Mark verdim.
Şimdi gerçek Tayyipçiler sahtekâr oldu, sahte Tayyipçiler de hakiki Tayyipçi oldu. İşin en acı tarafı bu. Niye? Tayyip Erdoğan Bolu’da mı bir yerde trafik kazası geçirince, Milli Görüş teşkilatlarında bütün cemaat camilerde Kuran okudu, dua etti. Ya ağlayanlar, sızlayanlar! Onun için ağlayan sızlayan Müslümanlar soyuldu.
Tayyip Hannover’e geldiğinde, holdinglere çarpılan bir grup olarak derdimizi anlatmak için gittik. Toplantı salonuna zorla girdik. Derdimizi anlatmak şöyle dursun, bir süre sonra bizi dışarı attılar.”

‘Dernekler yokken Alevi, Sünni, Kürt ayrımı da yoktu!’
- Rıza Yıldız... Yozgatlı. 1971’de gittiği Fransa’da, bir atölyede işçilik yapmış. Allah’ın adını dilinden düşürmeyen bir din simsarının Almanya’ya götürmek vaadiyle işçilerin epey bir parasını çarptığına şahit olmuş. Sonra Almanya’ya istek yaptırtıp Wuppertal’e bahçe işçisi olmuş. O dönemde kentte cami ya da mescit yokmuş. 30 kişi gibi bir cemaatle yurtlarda veya ardiyelerde kılmışlar namazlarını. Kısa sürede sayı seksene ulaşınca, yer yetmez olmuş. Aynı dönemde o bölgede cami açma dönemi başlamış. Tarikatlar kente el atınca kısa sürede sosyal hayatta işin rengi değişmiş!
Aynen şunları söylüyor Yıldız:
“Dernekler olmadan önce insanlar hep gidip gelirlerdi. Anadolu halkı, Alevi, Sünni, Kürt ayrımı yoktu. Hanımlar börek çörek yaparlardı, bizde ocakbaşı sohbet yapardık. Otururduk, yenilir içilirdi; hanımlar bir yerde, aynı odanın içinde.
Bana göre, camiler ve dernekler kurulduktan sonra insanlar birbirinden koptu. Sonra da bir kirli el geldi, herkesin camiye gitmesini mecbur eder gibi Wuppertal’de bir gelişme oldu.
Buraya ilk önce Milli Görüş ve Kadiri tarikatı el attı. Özellikle tarikatlara bağlı camilerde kadınların, kızların başlarını zorla kapatma baskısı olduğunu söyleyebilirim. Bu tip davranışlar 77-80’li yıllarda başladı. Ondan önce birbirimize bağlılık ve güven vardı. O güven ortamı kalmadı.”
Cumhuriyet

9 Ağustos 2013

8 Ağustos 2013 Perşembe

Sadece Aptallar İnanır - Orhan Bursalı

Öncelikle herkese iyi bayramlar diliyorum.

Baştan sorumu sorayım ve bu hepimiz için düşünce antremanı olsun: Ülkemizde demokrasinin yerleşememesi, hak ve özgürlüklerin çağdaş özelliklere sahip olamamasının temel nedeni, sakın “sivil siyaset” sahipleri, liderleri, partileri olmasın? Biz “düşmanı” hep askerde, orduda, gladyoda, devlet içindeki çetelerde, bürokraside falan ararken?
Tamam, bu saydıklarımızın hepsini “kurulu”, “tutucu” düzenin koruyucuları, pekiştiricileri, iktidar odakları, iktidar odağı olmaktan nemalanan ve mevzisini asla kaybetmek istemeyen, sözde bazı siyasi ve ideolojik saplantıları da olan “devlet” sahiplendi. Hiç itirazım yok. Hepsi geçmişte ülkeye, yurttaşa, insanlığa karşı ağır suçlar işlediler...
Ama onların işbirlikçileri hep iktidara gelen siyasetçiler oldu. Kimdi bu siyasetçiler? 1950’den itibaren hemen hepsinin aslında sağcı siyasi parti ve liderleri olduğunu görürüz.
Hepsi, demokrasiye ve özgürlüklere kapalı devlet içindeki ve dışındaki kirli odaklarla işbirliği yaptı, bu bir... Kimi zaman onları kullandı, bu iki... Bazen de bu odakların ta kendileri oldu, yani özdeşleştiler... Karşımıza siyasi parti mafyaları olarak çıktılar. 
***
Sivil siyasetçilerle, devlet içinde ve dışındaki bu saydığımız odaklar arasında uzlaşı, çatışma sürdü gitti. 
Siyasetçi, devletteki iktidar odaklarını ele geçirme çabası içinde oldu.. Dikkat: Demokrasinin önünü açmak amacıyla değil, bizzat kendisi bu iktidar alanlarını yönetmek, yönlendirmek için..
Meseleye demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, bilim, eğitim, ekonomi, kültür ve bütün bu alanların çağdaş olarak gelişmelerinin zorunluluğu açısından baktığımızda...
...1950’den itibaren siyasi tarihimizin özü ve özeti budur; bu açıdan tarihimiz gerçek anlamıyla yeniden yazılmalıdır...
***
Gelelim günümüze...
Ergenekon, Balyoz, Odatv, Poyrazköy falan daha neler... Bunların üzerine çekilen diğer cilalar: 12 Eylül 1980 darbecileri, 28 Şubat 1997 askerin hukuki kılıflı hükümeti değiştirme zorlaması...
Neymiş? Darbelerle, askerle, karanlık devletle, gladyo ile demokrasi ve özgürlükler adına hesaplaşmaymış.
Bu hesaplaşmayı kim yapacakmış?
Otoriter ve totaliter, üstelik İslami referanslarla ülkeyi yöneten RTE, AKP iktidarı...
Niçin yapacakmış? Ülkede demokrasinin önünü açmak için...
Peki, demokrasi ve özgürlüklerin önünü açacak ve ülkenin çağdalaşmasına çalışacakmış gibi olan bu adamlar kimler, arkalarındaki referanslar ne?
İslamcılık, dincilik, siyasi ve dini biad, cemaatçilik, tarikatçılık falan...
Bunların geçmişte siyasi olarak ne özelliği var?
Birincisi, toplumu cemaatleştirmeleri, tarikatçılaştırmaları yasaklanmış, engellenmiş.
İslami-dini referanslarla iktidara gelmelerine hoş gözle bakılmamış.
Peki, engellenebilmişler mi?
Hayır, hep siyasi olarak örgütlü var olmuşlar. Şu veya bu partinin içinde veya başlı başına kendi partileri içinde.. Erbakan’la iktidara yürüdüler, iktidar da oldular, ülkeyi yönettiler. Cumhuriyet Halk Partisi 1950’den sonra toplam 3 yıl, o da yarım yamalak iktidarda bulunurken bunlar yıllarca ya tek başlarına ya bir ayaklarıyla, ama devletin de bütün imkânlarından yararlanarak iktidar oldular. Devlet ve bütün kurumları bunlar arasında parsellenmiş durumda.
Solun yolları en kanlı darbelerle kapatılırken İslamcıların yolları açıldı. 12 Eylül’ün tamamen İslami karakterli yönünü görmeyen bir siyasi analiz güvenilir ve doğru olabilir mi?
***
İslam referanslı bir yönetimin ülkeye demokrasi ve özgürlükler getirebileceğini kim iddia edebilir? Tarihte böyle bir örnek yok. Günümüzde de İslam coğrafyasında tam tersini yaşıyoruz. Hepsinin yerlerde sürünmesinin ve Batı egemenliğinin, kültürel, ekonomik, piyasa, bilim ve siyasi sultası altında olmasının da temel nedeni budur. 
Arkasında demokrasi ve özgürlükler konusunda zerre bir referans olmayan RTE ve partisi ve Gül, demokrasi ve özgürlüklerin yolunu açacak, bu amaçla da devlet içindeki antidemokratik yapıları temizleyecek...
Öyle mi?
Onların yapabilecekleri en iyi şey, bu yapıları kendi denetimleri altına almak ve sürekli iktidarları için kullanmak olabilirdi.

Karanlık odak, şimdi RTE ve AKP iktidarının bizzat kendileridir.
Ülkede en büyük antidemokratik, demokrasi düşmanı iktidarla karşı karşıyayız...
Susurluk, 12 Eylül ve güncel yaşadıklarımızın hepsinin ardında AKP iktidarı bulunuyor. Hrant Dink cinayetinin ardında da... Dink’in sözde arkadaşları da bu iktidarla ortaklık halindeler ve onlara diyorlar ki, bulsanıza katilleri..
Evet biraz daha zorlarsanız, katillerin devlet içindeki uzantılarından biri ikisini önünüze atarlar... Ama artık bütün bu zorbalık ve karanlık ve katiller sisteminin kontrolü iktidara geçmiştir.
Ergenekon ve diğerleri, demokratikleşme ve özgürlükler mücadelesi değildi, tam tersine, AKP’nin totaliterliğinin önündeki bütün odakları temizleme süreciydi. Ergenekon kararlarından demokrasi ve özgürlükler çıkabileceğini sananların hepsi, bu yeni totaliter ve dinci faşist rejimin işbirlikleri, samimi veya değil, kullandıkları aletlerdir...
Fikri Sağlar, Ergenekon yargıçlığından atılan Köksal Şengün, hiçbir karanlık çete ortaya çıkmadı diyor.
Çıkmasını bekleyen mi vardı? Sadece kontrolü el değiştirdi...
Şimdi herkesin işi çok daha zor... Ama böyle rejimlerin günümüzde yıkılışları kaçınılmazdır da... Uzun zaman almaz, merak etmeyin!..
Orhan Bursalı
8 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Ergenekon Çarpıtmaları…- Nilgün Cerrahoğlu.

Ergenekon tutuklamaları tam gaz sürerken Ahmet Altan hiç unutmuyorum;“Yakalanan isimler toplumun ‘tanınmış’ insanları” diye yazmış, şunları söylemişti:
“Ergenekon’a çok benzeyen bir örgüt İtalya’da yakalanmıştı. Şu ünlü P-2 Locası. Yedi bin beş yüz kişi tutuklanmıştı. Çoğu toplumun yakından tanıdığı isimlerdi. Darbe dediğiniz şey kendisine her zaman toplumun zirvelerinden yandaş bulur zaten, 12 Eylül’de Evren’i kutlamaya giden Anayasa Mahkemesi üyeleri toplumun ‘saygın’ üyeleri değil miydi? Hoyratlık kötü. Kurnazlık da öyle.” (Ahmet Altan, “Vicdanlar Karıştı” Taraf 18. 2. 2009)
Evet ama cehalet de kötü bir şey.
Dezenformasyon ve manipülasyon da.
Yalapşap bilgiler, kulaktan dolma söylemlerle ahkâm kesmeler, kamuoyunu yönlendirmeler ve hiç olmayan gerçekleri ‘var’mış gibi pazarlamak da çok kötü aslında.
Bunların hepsi Ergenekon davasının, el yordamıyla sözcülüğünü üstlenenler tarafından yapıldı. Hâlâ da yapılıyor.
Düz mantık kâfi
Bu örneği “Ergenekon”un icabında nasıl uyduruk bilgilerle kamuoyuna sunulduğunu göstermek için hatırlattım.
Hatırlattım diyorum… “Ergenekon” için yapılan İtalya/Gladio göndermelerinin gerçeklerle örtüşmediğini geçmişte defalarca yazmıştım.“Taraf” gazetesinin o dönemde genel yayın yönetmenliğini yapan Altan’ın ismini vermeden örneğin, “İtalya’da 7500 kişi tutuklandı” masalının tutar bir yanı olmadığını, olamayacağını, zira “Ergenekon’a çok benzeyen ünlü P-2 örgütünün”(!) “isim listesinin tamamının” dahi 950 kişiyi geçmediğini “İtalya’da Gladio Mahkemeleri Kurulmadı”(Sağnak, 21 Nisan 2009) başlıklı yazımda ayrıntılarıyla anlatmıştım…
O gün bugün ne var ki kimse üzerine alınmadı. Kimse en ufak bir düzeltme yapmak gereği duymadı.
Benzer konular hâlâ temcit pilavı gibi, aynı çarpıtmalar ve şehir efsaneleri üzerinden “nesnel gerçeklere” atıf yapar gibi özgüvenle öne sürülmeye devam ediyor.
Bu saçmalıklara muhatap olmamak için aslında illa her şeyi bilmek bile gerekmiyor.
TV’lerdeki bilgi yarışmalarındaki akıllı yarışmacılar gibi biraz mantık yürütmek ve ayakları yere basan “olsa olsa metodu” kullanmak kâfi.
İtalya gibi bir gelişmiş bir demokraside, “Ergenekon” benzeri bir yargı sürecinin yaşanamayacağı aşikâr.
Ergenekon benzeri büyük dalgalarla gelen toplu gözaltılar ve ağır cezalarla sonuçlanan toplu tutuklamalara ancak İran, Rusya gibi komşu olduğumuz coğrafyada rastlanıyor.
İtalya’da eski Başbakan Berlusconi’ye bakın daha yeni 4 yıl hapis cezası verildi.
Ancak Berlusconi, yaşı 70’in üstünde olduğu için, fiilen hapishaneye sokulmayacak. Sade Berlusconi değil, Çizme’de 70’ini geçen hiç kimse zindana konmuyor. Çünkü buna insan hakları standardı izin vermiyor.
Avrupa’da özetle Ergenekon tarzı bir sürecin karşılığı yok. 
‘Meşrusu sır, gayrimeşrusu siste’
Altan’ın “İtalya’da da 7500 kişi tutuklanmıştı” rivayetini tam öne sürdüğü günlerde tesadüfen Türkiye’de olan İtalya’nın eski savunma bakanı yardımcısı, başbakanlık eski danışmanlarından, “IAI-Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başkanı” Stefano Silvestri’ye; “P-2’den vaktiyle 7500 kişi tutuklanmıştı da ben mi hatırlamıyorum? Çizme’de de böyle zincirleme tutuklamalar yaşanmış mıydı” diye sormuş, şu yanıtı almıştım:
“Değil yedi bin beş yüz… P-2’den tutuklanan on kişi dahi yok İtalya’da!” 
Bitmedi.
Silvestri ayrıca, “İtalya’da ‘gladio’ hiçbir zaman sizdeki gibi mahkemelik olmadı” demişti: “Meşru ‘gladio’ operasyonları yani ‘gladio’nun meşru kısmı, hükümet tarafından ‘devlet sırrı’ kapsamına alındı. Gayrimeşru gladio faaliyetleri ise sis altında kaldı. Hayatta kalan gladyatörler de artık 90’larına merdiven dayadı. Gladyatörlüğe mecalleri kalmadı…”
İtalya’da durum bu.
Hal böyleyken ısrarla hâlâ “Avrupa’da NATO ülkelerinde gladio’lar temizlendi. Gladio ile yüzleşildi. Bir Türkiye hariç! Ergenekon bunu yapıyor” efsanesi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülüyor.
Silivri’de cezaların yağdığı günün gecesinde izlediğim programlardan, Hande Fırat’ın CNN’deki “Ankara Günlüğü’nde” gene böyle bol keseden Ergenekon-Gladio benzetmesi yapan bir gazeteci vardı.
Yalnız gladio da değil… Hüseyin Yayman bir ara hızını alamayıp İspanya’ya da el attı ve mesela şunu söyledi: “İspanya’da Franco’ya karşı komisyonlar kuruldu ve Franco yargılandı. Türkiye’de darbeciler yargılanmasın mı?”
Darbeciler yargılansın tabii ama oradan buradan “meşruiyet devşirme”çabasına girilirken hodri meydan palavra atılmasın.
Öyle sallama laflar ki bunlar insan kulaklarından emin olamıyor: “Acaba ben mi yanlış duydum?” oluyor.
Yaşam boyu hiç kimsenin kılına dokunmadığı “Generalisimo” Franco, zira yatağında ölmüş olmasıyla ünlüdür.
İspanya’nın demokrasiye geçişinden bu yana 30 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ bugün Madrid yakınında “Valle de los Caidos” adında görkemli bir anıtmezarda yatar.
Aydınlarımız maşallah Ergenekon üzerinden sade Türkiye’nin yakın tarihini yazmakla kalmıyor. Avrupa’ya da müthiş bir gayretkeşlikle olmayan bir tarih yakıştırıyor.
Bu topraklarda asla ilgi çekmeyen bir şey varsa o da gerçekler.
Nilgün Cerrahoğlu

8 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Ustalığın Sonuna Doğru - GÜRAY ÖZ

Siyasette ustalığı cümle âleme gösteren en önemli yöntemlerden birisi, birbirine benzemez konuları, istekleri bir çırpıda Meclis’ten geçirmenin yolu olarak “torba kanun” yönteminin bulunmuş olmasıdır. Kim buldu bilmiyorum; bildiğim, AKP’nin bu ustalık alametini pek güzel kullandığıdır. Bir torba getiriyorlar Meclis’e, sonra istekler başlıyor; “Şu bizim mesele vardı ya hani, onu da halledemez miyiz, peki hani şu konu vardı ya şu konu, o da giremez mi torbaya?”; giriyor. Böylece hem Meclis uzun ve yorucu mesailerden kurtuluyor, milletvekilleri az zamanda çok iş yapmış oluyorlar, hem de ustalık ustalık oluyor işte.
Bu yöntemin adalet sisteminde uygulanması ise özel yetkili mahkemeler sayesinde gerçekleşti. Orada da “darbeciye mi benziyor, at sepete”yöntemiyle iddianameler birleştirildi ve ortaya koca bir torba, torba ne kelime büyükçe bir çuval çıktı. Çuval da ustalık işidir. Kuşkusuz arada bir çuvala atılacak şeyleri başka amaçlar için kullanmaya kalkanları hizaya sokmayı, söz dinlemeyen, yetkisini gerçekten çok özel zannedenlere de ustaca iktidarın gücünü hatırlatmak gerekir. Onlara ittifakın amacından sapmaması için “Hadi evli evine köylü köyüne” demeyi de bilir usta olan. Öyle de olmadı mı? Budur işte ustalık.
***
Ergenekon davasının birinci aşaması böylece, yani ustaca tamamlanmış oldu. 
Şimdi, “toplumun bütün sınıflarının ataerkil velinimeti olarak ortaya çıkmanın” zamanıdır. Tüm Türkiye’nin “en iyiliksever adamı” olarak mülkiyet kapsamında nasıl her şey tek elde toplanmış ve yeniden “topluma”dağıtımı sağlanıyor ise adalet konusunda da aynı şey niye yapılamasın ki?
Yapılabilecektir. Ustalık en karmaşık konuları bir torbanın içinde hemhal ederek sonuç alabilmektir. Seni darbe ile iktidardan alaşağı etmeyi düşündükleri hissine kapıldıklarının, özel yetkili bir adalet torbasında onlarca yıla mahkûm edilmelerini gizli bir sevincin sinikliğiyle, “Aa, öyle mi olmuş, yargıya biz karışamayız ki” tiradıyla karşılamışsan, şimdi onları yine bir başka hükümlüyle ve dağdakilerle neden takas edemeyesin ki. Böylece tıpkı yukarıdaki cümle gibi karmaşık, ne dediği tam anlaşılmayan bir konu da ustaca torbalanmış olmaz mı?
***
Olur, pek de güzel olur. Bütün bunları yapabilmek, olmamış bir askeri darbenin sivilini gerçekleştirmek için, ille de Viktor Hugo’nun, amcasının büyüklüğüne hevesleneni yazdığı “Napoléon le Petitsini mi okuyalım. Ya daMarx’a mı başvuralım o küçük Napoléon’dan ders almak, onun hatalarını yinelememek için. Yok hayır, o biraz korkutucu bir tarihçidir “ulusların gafil avlanması” konusunda, “edepsizce” konuşan, “genel oyun kendi vasiyetini kendi eliyle imzalamak, halkın kendisi adına var olan her şeyin yok olmayı hak ettiğini ilan etmesinin yolu olarak bir süre daha ayakta kalmasını sağlamak” gibi tuhaf deşifreler yazan bu bozguncuya başvurmaya gerek yoktur.
***
Sonuçta bir dava başarıyla tamamlanmıştır. İkinci ve belki üçüncü aşamalar da siyasetin gereklerine kendiliğinden hizmet etmeye hazırdır. Şimdilik her ne kadar içeride dışarıda hoşa gitmeyecek gelişmeler varsa da, bunlar, usta manevralarla, pragmatizmin ustalık isteyen kıvraklığıyla, dava sonuçlarıyla“yüreğinin yağı eriyen solcuların”, hayal görmeye hep teşne, ayılamamış liberallerin yardımıyla atlatılabilir. Adalet, hukuk ve vicdan gibi tuhaf sözler söyleyenlere de hatırlatmak gerekir mi bilmiyorum; siyaset, adı üstünde siyaset meydanında oynanan bir oyundur. Ustalar o oyunu adalet, hukuk, vicdan ile değil, onu ötekiyle takas etmenin, birini öbürüyle vuruşturmanın derin ve tehlikeli hazzıyla oynarlar. 
Halkın her zaman gafil avlanamayacağını” söyleyenler arada bir can sıkmasalar bu oyun ne güzel oynanır, “kartalın bu ilk -on yıllık- uçuşu”nasıl da başarıyla tamamlanırdı ama...
Tadından yenmezdi, Marx gelse kitabını yazamazdı!
GÜRAY ÖZ
7 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

İşgal Altında Adalet - Mine Kırıkkanat

Kargalarla martıların savaşını kargalar kazandı yine. Aydınlanır gibi olan ufuk yine karardı, yine ağarmadı tan, atmadı şafak. 
Kapkarayı AK diye yutturmaya devam…
Beynimde isyan gümbürtüleri. Dilimde susmanın pası. Ecelin korkuya faydası, kekremsi bir tat. Vicdan sesi, kahır isi. Artık anladım: Haksızlık duygusu, en büyük acı.
Gencecik yaşta biçen ölüm ya da hastalık gibi haksızlık. Yanınızdaki yoksul yutkunurken, dişlemek gibi ilk hasat kirazı.
Başkasının yoksun bırakıldığı haktan, eğer manda yüreğiyle doğmadılarsa, ancak kir bağlamış vicdanlar acı duymadan yararlanabilir.
Benimki öyle değil.
Haksızlık. Demir parmaklıklar arkasında çürütülen hayatlara karşı, kapıyı vurup çıkabilmek. Haksızlık. Onların kavuşamadığına, ulaşamadığına erişmek. Haksızlık. Sevgilinin elini tutmak, çocuğunu kucaklamak. Haksızlık. Onların yapamadığı her şeyi yapabilmek. Haksızlık. En kötüsü de geleceğin hayalini kurabilmek olsa gerek…
***
Gökyüzü yine karardı. Yine soluğumuz kesildi, ufkumuz daraldı. Kargalar kazandı, yine. Kargalar mı kazanacak hep? 
Galiba öyle.
Çünkü hukuk, toplumdaki genel eğilimin “öteki”ne tanıması gereken -ki, bu öteki düşman da olabilir, suçlu da- adil yargılanma ve savunma, kısaca adalet hakkının kurallara bağlandığı bir metottan ibarettir.
Bir ülkede, ne yasası yapılırsa yapılsın, hangi rejim ya da sistem örnek alınırsa alınsın, eğer toplumsal bilinç o yasalara göre biçimlenmediyse, hukuk düzeneği çalışmaz, çalıştırılmaz, delik deşik edilir, adalet de “zırt” deliğinde yitip gider.
Ergenekon davasında, zaten yıllardır tutuklu, dolayısıyla mağdur edilen sanıklara; ne kamu vicdanı, zaten ne de evrensel hukukun adalet bilincinde onaylanabilecek ağırlıkta hapis cezası yağdırıldı. Hümanist olan herkesin isyan edeceği, çünkü inanılmaz bir haksızlık duygusu yaratan, keyfi bir adaletsizlikle karşı karşıyayız.
***
Böyle bir adaletsizlik, ancak istibdat ve zulüm rejimlerinde olur. Ya da düşman işgalinde, işgalcinin direneni “ibret olsun” diye cezalandırdığı, yenik devletlerde…
Bunlardan hangisi Türkiye? İstibdat ve zulüm rejimi altında mı ezildi adalet, yoksa düşman işgalindeyiz de farkında mı değiliz?
Belki hepsi doğru, belki hiçbiri değil.
Belki de kendi halkının, kendi cehaletinin, istibdata alkış tutan, zaten bizzat zalim, her zaman muhbir, özbeöz müstebit bozuntusu, “öteki” düşmanı vatandaşlarının ihanetine uğradı, bu ülke?
Bunlar, 2007 yılından beri süren hukuksuzluğa, sanıkların yöneltilen suçları kanıtlanamasa da işledikleri kanaatiyle ne zulüm çektirilirse çektirilsin, ne ceza verilirse verilsin, cezayı hak ettiklerine inananlar.
Bunlar, Ergenekon ve Balyoz sanıklarının suçlu olsalar bile adil yargılanma hakkı olduğunu kabul edemeyenler. Darbe yapmışlar yerine, darbe yapmamışların cezalandırılmasına “Oh olsun!” diyenler. Çünkü dağarcıklarında, cani babanın yerine çocukları öldüren zihniyetin genetiği var. “Kan davası”na yargı, intikama adalet, şeriatçı kısasa hukuk, diyorlar.
***
Bunlara, doğru işleyen bir hukuk sisteminde, Silivri mahkemelerindeki sanıkların mahkûm oldukları suçu işlemiş olsalar bile bunca ağır cezaya çarptırılamayacaklarını anlatamazsınız. Kaldı ki mahkemenin serbest bıraktığı Danıştay bombacısı gibi gerçek suçlular, yalancı tanık ve düzmece kanıtlarla ömür boyu içeri tıkılan masumlar, var… Onların hakkını, masumiyet karinesini, suçlunun suçu kanıtlanmadığı sürece masum sayılması gerektiğini, adaletin kin, hukukun intikam olmadığını anlatamazsınız, bunlara.
İşte bunlar yüzünden demokrasi yeşermiyor bu topraklarda. Bunlar yüzünden ahlak belden aşağı, doğrular eğrildi, dürüstlük büzüldü, insanca yaşamak zor. Bunlar yüzünden istibdat iktidar, sokaklar yasak, zulüm yaygın, komşusunu ihbar vatandaşlık.
Bu ülke, “öteki”ne düşman, güdük, cahil, bağnaz ve çıkarcı zihinlerin işgalinde. Suçsuz ya da suçlu, insanların sahte tanıklar, düzmece kanıtlarla mahkûm edildiği istibdat yargısı; bu zihniyet var olduğu için var.
Ama ben bu zihniyetin, Türkiye’nin yüzde 51’ini temsil ve işgal ettiğine inanmak istemiyorum!
G NOKTASI
Yapısı tamamen siyasal erkin keyfine bağlanan yargı kurumu, salt Balyoz ve Ergenekon davalarında değil; pankart açan öğrencilerden Taksim Gezi gösterilerine katılanlara istenen cezalarla, ifade özgürlüğünü budamak ve muhalif sesleri susturmak için kullanılan bir sindirme aracına dönüştürüldü. 
Hepsi siyasal bu davalarda, sanıkların nedense hep “darbeye teşebbüs”le suçlandığı bazı mahkemeler, ülkede metazori bir “rejim değişikliği” olmuş bitmiş intibaı veriyor.
Türkiye’yi bulunduğu duruma düşüren AKP’den medet umamayacağımıza, BDP de ancak ve yalnız Kürtçülükle uğraştığına göre, beklentimiz CHP ile MHP’den.
Hukukun bittiği yerde demokrasinin de kalmadığını bilen CHP ve MHP’liler, bundan böyle nasıl muhalefet yapacaklar? Hâlâ maaşları cebe indirip kürsüden konuşmakla mı yetinecekler?

“Adaleti güçlendiremeyenler, gücü savunurlar.”
BLAISE PASCAL


Mine Kırıkkanat
7 Ağustos 2013 - Cumhuriyet