12 Ekim 2013 Cumartesi

AKP Andımız'dan Ne İstiyor?- Ataol Behramoğlu

İlkokul çağlarımızdan bugünlere, hemen hepimizin aklında Andımız’dan bir şeyler kalmıştır.
Belleğimi yokladım, eksiksiz orada duruyor…
Peki, çocukluğumuzda her okul sabahı bu sözleri yinelerken anlamlarını düşünür müydük?
Sanmıyorum.
Buna karşılık o erken sabah saatlerinde bir ağızdan haykırırcasına seslendirdiğimiz bu sözlerde, anlamlarından çok, onları birlikte söylüyor olmamızın coşkusunu duyumsardık.
Sonrasında da bir anda havalanan bir kuş sürüsü gibi sınıflara dağılır, derslerimize canlılıkla başlardık.
AKP yönetimi şimdi çocuklarımızın elinden bu yaşama sevincini, birlikte olma coşkusunu çekip alıyor.
Tıpkı giysi özgürlüğü gibi, herkes ne istiyorsa, olanakları neye yetiyorsa onu giyinsin, kendi andı neyse içinden onu söylesin demeye getiriyor…
Tabii bu sözde özgürlükçü, aslında yasakçı yönetimin, bununla yetinip burada duracağına inanıyorsak… 
***
Andımız “Türküm” diye başlıyor. 
Ben hiçbir çocukluk arkadaşımın bu sözcüğü söylemekten tedirginlik duyduğunu anımsamıyorum.
Çünkü bir ağızdan söylediğimiz bu sözcükte, tıpkı siyah okul önlüklerimiz, beyaz yakalarımız gibi, yoksuluyla varsılıyla, hepimizi birleştirici, eşitleyici bir şey vardı…
AKP yönetimi önce giysi özgürlüğü görüntüsü arkasında, bu birlikteliği, bu eşitliği kaldırma yönünde bir adım attı.
Asıl amaç ise, birkaç gün önceki türban özgürlüğü yasası ile daha iyi anlaşılıyor, belli ki dinsel anlam taşıyan giyim kuşamı ilkokullara kadar yaygınlaştırmak…
Andımız’ın ortadan kaldırılmasıyla da bir boşluk oluştu.
Bu boşluk da, kuşkumuz olmasın (akıl sahibi herkes bunu zaten görüyor), dinsel içerikli sözlerle, dualarla doldurulmak istenecektir.
En azından amaç budur.
İlkokullardan başlayarak bütün okullarımızın imam giysili din dersi öğretmenlerinin hutbeleri ve öğrencilerce de tekrarlanacak dua ve öğütleriyle açılacağı, bunların her gün tekrarlanacağı günler de uzakta değildir.
Gelmiş geçmiş en büyük demagog, bunu da “Cumhuriyetin esasına dönüş”olarak adlandıracaktır.
Tıpkı ihanet ettiği hocasının, pervasızca ve utanmazca, Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi demesi gibi… 
***
Çok sever göründükleri Âkif’in ürünü İstiklal Marşımızda, Andımız’dakinden çok daha fazla tartışılacak sözler vardır. 
İlle de herkesin dindar ve Tanrı tanır olmadığı, olmak zorunda da bulunmadığı günümüz Türkiye’sinde, “Hakk’a tapmak” kavramı kuşkusuz ki herkesçe benimsenmeyecektir.
“Kahraman ırk” sözü de böyle bir şeydir. Irk kavramı ulus kavramıyla bağdaşmadığı gibi, aynı ırktan bile olsalar (ne demekse bu?) kahramanlık kavramıyla söz konusu ırkı yan yana getirmek istemeyecekler de olabilecektir.
Fakat herkes bilir ki İstiklal Marşımız çok özel koşulların ürünüdür.
Onu bir ağızdan söylerken, tıpkı Andımız’ı bir ağızdan söyleyen çocuklar gibi, sözcüklerin anlamlarını irdelemekten çok, bir ulusa ait olmanın, omuz omuza birlikteliğin coşkusunu duyumsarız…
Bu nedenle AKP (daha doğrusu buyruk verme konumundakiler), Andımız gibi, eninde sonunda, İstiklal Marşı’na da el atacaklardır.
Çünkü içerik konusu bir yana, onun bütünündeki ve birlikte söylenişindeki ulusal birlik duygusuna ve coşkusuna da yabancı ve düşmandırlar…
Özetle, bu siyasal iktidar için önemli olan Türkiye’nin ulusal birliği değil, İslam ümmetinin bir parçası olmasıdır.
Biricik amaçları, ulusu ümmetleştirmektir… 
***
Bu nedenle bu konudaki sorun, ulusal andın sözlerinin şu ya da bu yana çekilerek yorumlanıp eleştirilebilecek olması değil, AKP’nin onu hangi amaçla, neden kaldırdığıdır. 
Bugünkü siyasal iktidar tarafından ulusal andın kaldırılmasını, andın şu ya da bu yönden içeriğine takıldıkları için alkışlayan ya da bunda sakınca görmeyenler, ya bu iktidarın her anlamda ve her alanda ülkeyi bölüp parçalama amacının yeterince farkında değiller, ya da bunda da bir sakınca görmüyorlar demektir…
ATAOL BEHRAMOĞLU

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Frankfurt'tan Notlar - Deniz Kavukçuoğlu

Kitap fuarı nedeniyle Frankfurt’tayım. Yaklaşık yedi bin yayıncı ve sektör kuruluşunun katıldığı fuarın bu yılki konuk ülkesinin Brezilya olduğuna, Türkiye pavyonunda sergilenen, TEDA aracılığıyla yabancı dillere çevrilmiş Türk yazarlarının kitaplarının büyük ilgi gördüğüne ilişkin haberleri okumuşsunuzdur.
TÜYAP ve Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı açısından ise bu fuar yeni kurulacak ilişkiler açısından önem taşıyor. Bilindiği gibi Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında üç yıldır uygulanan bir “uluslararası alan” projesi var. Bu proje her yıl ayrı bir “konuk ülke” belirlenmesini ve uluslararası ilişkiler ağının genişletilmesini, dolayısıyla çok sayıda ülkenin, yabancı yayınevlerinin, telif ajanslarının artan sayıda katılımlarının sağlanmasını öngörüyor. Bu projenin hayata geçirildiği yıldan bu yana İspanya, Mısır ve Hollanda konuk ülke olarak fuarda yer aldılar. Bu yılın konuk ülkesi ise Çin Halk Cumhuriyeti.
Önümüzdeki yıl Kore’yi, daha sonraki yıl da Almanya’yı konuk ülke olarak ağırlamak doğrultusunda görüşmeler yapıyoruz.
Bunlar hoş gelişmeler. 
***

Bir de Türkiye adına madalyonun hiç hoş olmayan öbür yüzü var. Gezi olayları Alman aydınlarını etkilemiş; konuştuğum insanlar Türk hükümetinin Gezi olayları sırasında başvurduğu orantısız şiddeti demokrasinin yara alması, kişi temel hak ve özgürlüklerine darbe vurulması olarak değerlendiriyorlar. Hükümetin ters yönde yaptığı açıklamaları inandırıcı bulmuyorlar.
Başbakan tarafından açıklanan “demokrasi paketi” ise Alevilerin cemevlerinin ibadethane olarak kabulü, anadilinde eğitim, Ruhban Okulu’nun açılması gibi temel talepler dikkate alınmadığı sürece bir “oyalama taktiği” olarak değerlendiriliyor.
Frankfurt’ta görüştüğüm çeşitli ülkelerden aydınlar eğer gerçekten bir darbe girişimi söz konusu olmuşsa faillerin mutlaka yargılanıp cezalandırılması düşüncesini paylaşıyorlar. Bununla birlikte Balyoz davasında savcıların mahkemeye sundukları “kanıtların” büyük bölümünün düzmece olduğu uluslararası kurumlar tarafından da saptanmış dijital veriler olduğunu, bunların nasıl olup da Yargıtay tarafından ciddiye alındığını, bu “sözde kanıtlara” dayanarak onca insanın nasıl mahkûm edilebildiğini anlamakta zorlanıyorlar.
AKP sözcülerince dile getirilen ve bir sunucunun kovulmasına neden olan“ekranda dekolte” olayı ise Alman kamuoyunda ülkemizi küçük düşüren bir alay konusu! Basında, “İşte Türk demokrasisinin sınırı!” türünden alaycı sözler ve karikatürler yer alıyor. 
***

Türkiye’deki gelişmeler Almanya’da yaşayan Ortadoğulu yabancıları da kaygılandırıyor. Nadir, Frankfurt’ta bir taksi şoförü; Afganistan’da tıp öğrenimini Taliban dehşetinden yarıda bırakıp Almanya’ya sığınmış. Konuşuyoruz; Türk olduğumu öğrenince “Yazık” diyor, “siz Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini bilmiyorsunuz.”
Susuyorum.
Benzer sözleri aynı gün, iki saat sonra bindiğim taksinin İranlı şoförüReza’dan duyuyorum. “Atatürk’ün çizdiği yolun tersine attığınız her adım sizi, bizim yıllardır içinde çırpındığımız bataklığa biraz daha yaklaştırıyor” diyor. Sonra 35 yıldır dönemediği kendi ülkesi İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı, Suriye’yi sayıyor.
Yine susuyorum.
Ne diyebilirim ki?
Deniz Kavukçuoğlu

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

7 Ekim 2013 Pazartesi

Özakman'ın Kronolojisi-Mustafa Balbay

Tam, yoksa “Yılgın Türkler” miyiz diye düşündüğümüz anda yazdığı “Şu Çılgın Türkler” romanıyla Cumhuriyet ruhunun 21. yüzyıla taşınmasında en etkili rolü oynayan Turgut Özakman’ın ilk hedefi şuydu:
Gençlere ulaşmak.
Bunu her fırsatta yineliyordu.
Yeni kuşakların tarihi fazla bilmemesinden yakınıyor, bu açığı kapatmanın mutlak bir yolunu bulmak gerektiğini düşünüyordu.
Birlikte konuşmacı olduğumuz bir panelde anlatmıştı. Öğrencilerle söyleşirken sormuş:
- Aranızda, fırsatını bulursam hemen yurtdışına giderim, diyenler parmağını kaldırsın; kaç kişi, merak ediyorum.
Özakman, kaldıranları değil, kaldırmayanları saymak durumunda kalmıştı.
Çünkü sadece üç kişinin elleri masanın üzerindeymiş. Özakman’a göre bir ülke için en büyük felaket gençlerin geleceği yurtdışında aramasıydı. Bunda da temel etken tarih bilincinden yoksun oluştu. Şu Çılgın Türkler’in bu yöndeki rolü yadsınamaz.
***

Özakman’ın onlarca eserinden sadece birini yanına alabilirsin, seç deseler,“1881-1938 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi”ni yeğlerim.
Atatürk’ün doğumundan ölümüne gün gün yaşadığı önemli olayların sıralandığı kitapta, o dönemi etkileyen öteki konular da birkaç cümle ile özetlenmiş. Bunlar o kadar güzel özetler ki, koca bir makalenin damıtımı desem yeridir. Böyle bir çalışma, işini bilen, alana hâkim 8-10 kişilik bir ekiple yapılabilir. Oysa Özakman adeta tek kişilik bir üniversite gibi çalıştı. Acı haberin ardından Silivri’den Sincan’a zorlukla getirebildiğim 150 kadar kitabın arasında yer alan kronolojiyi elime alıp sayfaları arasında gezindim. Kimi bölümlerde durdum. Kalemsiz okuyamam. Yanına uzun çizgi çektiğim tarihlerden bazılarını paylaşmak isterim.
27 Ekim 1913: Atatürk’ün Sofya Ataşemiliterliği’ne, Fethi Okyar’ın Sofya elçiliğine atanması. (Kazım Özalp özetle şöyle yazıyor: [“Mustafa Kemal Sofya’ya giderken bana İstanbul’da, ‘Bu hanedandan memlekete hayır yoktur. Diktatörlük milletleri mesut ve müreffeh kılmaz. Devletin esasını Cumhuriyet prensiplerine göre hazırlamak lazım’ dedi.”]
20 Ocak 1921: İlk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) TBMM’de kabulü. [23 maddeden oluşmaktadır. 1. maddesi şöyledir: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” Bu adı konmaksızın Cumhuriyet demektir.]
18 Ekim 1924: TBMM’nin yeni binaya taşınması. (Mimar Vedat Tek) [Bahçesi halka açıktır. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası bahçede halka açık konserler verir. Şimdi Cumhuriyet Müzesi.]
15 Ekim 1927: Atatürk’ün CHP 2. Kurultayı’nda Nutuk’u okuması. [CHP Sivas Kongresi’ni 1. Kurultayı kabul etmektedir. Nutuk’un okunuşu 6 gün sürmüş, 20 Ekim’de sona ermiştir...]
12 Nisan 1930: Atatürk’ün gece Şehir Tiyatrosu sanatçılarını kabul etmesi. [Muhsin Ertuğrul anlatıyor: “Atatürk sordu, ‘Ne istersiniz benden?’ diye... Kendilerine, ‘Bir tiyatro okulu açalım onu istiyoruz’ dedim ve aradan çok geçmeden tiyatro okulu, Devlet Konservatuarı açıldı.”
Sanatçılar ayrılırken Dr. Reşit Galip, “Elinizi öpmek istiyorlar” deyince, Atatürk şöyle konuşur: “Hayır, el öpemezler. Biz hepimiz mebus oluruz, vekil oluruz, hatta reisicumhur olabiliriz ama hiçbirimiz sanatkâr olamayız. Sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür...”]
19 Şubat 1932: Halkevlerinin kuruluşu. [Çok yönlü, çok yararlı, Türkiye’ye özgü kültür merkezleri. Pek çok sanatçı bu ocaklarda yetişmiştir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, 8 Ağustos 1951’de kapatıldı. Kapatıldığı zaman 474 Halkevi, 4.306 Halkodası vardı...]
18 Eylül 1938: C. Bayar’ın Atatürk’e İkinci Dört Yıllık Plan hakkında bilgi sunması. [Bu tarihte nüfus yaklaşık 17 milyon, bütçe artık açık değil, gelir fazlası veriyor...]
***

Bir Afrika atasözü şöyle der:
Bir bilim insanı öldüğünde bir kütüphane kapanmış demektir.
Turgut Özakman, kütüphaneler doğuran bir kütüphaneydi.
Bugün yüz binlerce evde Turgut Özakman kitabı olduğuna göre...
Onu toprağa değil, raflara verdik...
Mustafa Balbay

7 Ekim 2013 - Cumhuriyet

6 Ekim 2013 Pazar

Devrimci Muhammet ve Sosyalist(!) Tayyip- IŞIL ÖZGENTÜRK

21. yüzyılda, özellikle İslam dini ve önerdiği tek kitap olan Kuran, ne ekonomik hayatı ne de sosyal hayatı düzenlenmeye yettiğinden, İslam peygamberi Muhammet’e “devrimci” sıfatını yakıştırmak günümüzde bir zorunluluk haline geldi. Oysa dinler tarihini şöyle bir okuyan biri bile, Muhammet’in, o dönemde İpek Yolu’nu ellerinde tutan İsrailoğulları tarafından kendilerine zorluk çıkaran çeşitli Arap kabilelerini, belli bir düzene sokması için bizzat Arap kabileler içinden aranıp bulunduğunu, Muhammet’in çeşitli kitaplarda belirtildiği gibi cahil biri olmadığını, iyi bir tüccar ve bilgili biri olduğunu bilir.
Daha sonra Muhammet, Arap kabileler arasında birliği oluşturur ve kendi oluşturduğu bu topluluk için savaşmaya başlar. Kısaca tüm olanlar, o bölgedeki ticareti elinde tutmak içindir. Dinler tarihi, hiçbir zaman ekonominin temel kurallarından ayrı gelişmez.
Bu bilgiyi verdikten sonra, gelelim neden 21. yüzyılda, artık Hz. Muhammet olan birinin adının başına “devrimci” sözcüğünün getirilmesine. Çünkü“devrim” ve “devrimci” sözcükleri dünyanın tüm iyi yanlarını kapsayan sözcüklerdir. Mazlumların başkaldırısını simgeler. Daha iyi bir gelecekten söz eder. Radikal İslamcıların, insanlık dışı olaylarının tüm dünyada korku uyandırdığı bir zamanda, İslamın “devrimci” sözcüğüne şiddetle ihtiyacı vardır.
Ama işte ironi burada, ne İslam devrimcidir ne de onun peygamberi. Devrim her dönemde mazlumların sözcüğü olmuştur. Komşuları aç yatarken, muhteşem sofralarda kendilerine ziyafet çeken ama yemeğe başlamadan önce dualar okutan bir topluluğun, bunu her türlü “kul hakkı yemeye”dönüştürebilirsiniz, “devrim” sözcüğünü ağızlarına almaya hakları yoktur!
Savaş esirlerinin, “Allahu Ekber” nidaları arasında baltayla kafalarını uçuran ve yüreklerini çiğ çiğ yiyenlerin, kızlara, kadınlara “Allah bize izin verdi”diyerek tecavüz edenlerin devrimci bir peygamberi olamaz. Bu böyle biline!
Şimdi biraz eğlenelim. Tayyip Bey’in başdanışmanı Yiğit Bulut, buyurmuş:“Asıl sosyalist Erdoğan’dır!” Yiğit Bey’in kafası iyi miydi bilmiyorum ama güzel buyurmuş ve bir durumu çok net bir biçimde ortaya koymuş. Bu iktidar sayesinde demokrat, liberal gibi sözcükler öylesine bir düşüş ivmesi gösterdiler ki, Başbakan’ı övmek için geriye bir tek “sosyalist” sözcüğü kaldı. İşin püf noktası burada, dünyada gücünü yitirmeyen ender sözcüklerden biri“sosyalist” sözcüğüdür. Bu sözcük de tıpkı devrim gibi, dünyanın tüm iyi yanlarını temsil eder. En güçlü yanlarını!
Demek ki başdanışman Yiğit Bulut, Tayyip Bey’in giderek aşağılara doğru çekildiğini görmüş ve “asıl sosyalist Erdoğan’dır” cümlesini bastırmış ki, biraz yukarı çekilsin. Teşekkürler Yiğit Bulut, sosyalist olmanın değerini anladığınız için. Ama örneğiniz umutsuz vaka.
Bu arada yeri gelmişken, Tayyip Bey’e bir çift sözüm var, lütfen şu valilerine, bakanlarına ve belediye başkanlarına tweet atmayı yasaklasın. Suyu çıktı diye bir söz vardır ya, iş ona döndü. Öncelikle ben “Bakın ben de varım, ben de gencim” duygusuyla Cumhurbaşkanı’nın tweet atmasını yadırgıyorum. Makamlara karşıyım ama madem bir makam var, insan o makama göre davranmalı. Cumhurbaşkanı öyle zırt pırt tweet atmaz, atarsa bu önemli bir şey olmalıdır.
Valilere, rektörlere, belediye başkanlarına gelince; tweet atmaları bir bakıma iyi oluyor, çünkü kabak gibi cahillikleri, iktidara bağlılıkları ve perişanlıkları ortaya çıkıyor. Ancak ülke lise son sınıfa döndü. “Ben seni yerim!”, “Kına yak!”... Daha ne olsun?
Bütün bunlar olup biterken, çocuklara ve velilere yaşatılan bir eziyetten özellikle söz etmek istiyorum. Çevremdeki genç veliler, ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Çünkü evlerine bir kâğıt geliyor ve doldurmaları isteniyor: “Çocuğunuzun din dersi almasını istiyor musunuz?” Velilerde bir korku, çünkü kâğıt resmi bir kâğıt, bir çeşit belge. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Henüz ilkokul çağında olan çocuklarının, ne yazık ki, sadece Sünni İslam kurallarının söz konusu olduğu din derslerine girmelerini istemiyorlar. Onların birer birey olduğunu ve ilerde kendi özgür seçimiyle hareket etmesini istiyorlar. Öte yandan, “hayır” dediklerinde çocuklarının mimleneceklerinden, aşağılanacaklarından korkuyorlar. Başbakan’ın“Komşularınızı ihbar edin” dediği bir ülkede resmi kâğıtlar insanlara korku yayıyor.
Ve bu durum Hitler dönemi Almanyası’nı akla getiriyor. Yahudilerin sarı yıldızla damgalandıkları Almanya’yı.
Bırakın, bırakın artık, bu ülkeye yazık oluyor!
Not: Bir küçük tavsiye, geçenlerde bir yaşını dolduran SOL gazetesinin okuyucuları arasındayım. Bir durum dikkatimi çekiyor, gazete adeta bir erkek yazarlar egemenliğinde. Doğrusu ben, Gezi’de ve hayatın her alanında cabbarca dövüşen kadınların, kadın yazarların düşüncelerini de çok merak ediyorum. “Bacı muhabbetini aştık” diyen bir gazetede hiç kadın yazar olmaması biraz garip değil mi? Biraz da neşe, biraz da hayat! Çok ciddisiniz kardeşim!
IŞIL ÖZGENTÜRK

6 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Açıla Saçıla Kapanan Demokrasi...- Mine Kırıkkanat

“Tarih, 5 Mayıs 2006. Alparslan Arslan adında bir avukat ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine el bombası atıldı. Sebep, türbana ilişkin bir karikatürdü. Bu bomba patlamadı. 
Tarih, 10 Mayıs 2006. Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine ikinci kez el bombası atıldı. Bu bomba da patlamadı. Oysa kısa süre önce bomba atılmış bir gazetede, polis tarafından gözle görünür bir güvenlik tedbiri alınmamıştı, üstelik ikincisinden sonra da alınmayacaktı. Bombayı atanlar tüm MOBESE kameraları tarafından kaydedildiği halde her nasılsa yakalanamadı. Yeni bir saldırıya davetiye çıkarıldı. 
Tarih, 11 Mayıs 2006. Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine üçüncü kez, güpegündüz el bombası atıldı. Bu bomba patladı. Yine tüm MOBESE kameralarına, çevre dükkânların, bankaların güvenlik kameralarına kaydedilen ve kaçan Alparslan Arslan, elini kolunu sallayarak bir hafta boyunca aynı bölgede dolaştı. Olay yerindeki dükkânların kamera kayıtlarını incelemek dahil, en önemli araştırmalar nedense yapılmadı. Alparslan Arslan’a Danıştay cinayetini işlemesi için adeta fırsat verildi. 
Bu sistemli ihmallerin nasıl yapıldığını ilerde açıklayacağız; fakat önce daha vahim bir bilgi aktarayım: Ergenekon yargılamalarında belgeler incelenirken, Alparslan Arslan’ın 7 Mayıs 2006’dan öteye telefonunun dinlendiği ortaya çıktı. 
***
Tarih, 15 Mayıs 2006. Ceyhan Mumcu’ya gelen birisi (Mumcu’nun beyanına göre Mason locasına kayıtlı biri) Danıştay ve Yargıtay’a saldırı olacağını açıkladı. Ceyhan Mumcu bu bilgiyi birçok gazete ve yayın organına ulaştırdı, ama hiçbiri bu konuda yayın yapmadı.
Alparslan Aslan, yanına Osman Yıldırım, İsmail Sağır ve Erhan Timuroğluisimli arkadaşlarını da alarak 15 Mayıs akşamı Ankara’ya gitti. Bir otele yerleştiler. 16 Mayıs’ta Danıştay binasında keşif yaptılar. 
Tarih, 17 Mayıs 2006. Saat 09.30. Alparslan Arslan avukat kimliğiyle Danıştay binasına girdi, bir gün önce yerini öğrendiği 2. Daire’ye yöneldi. Hiçbir engelle karşılaşmadan kapıyı açtı ve heyetin üzerine mermi yağdırdı. Defalarca koruma talep ettikleri halde bu talepleri reddedilmiş 2. Daire üyelerinden Mustafa Yücel Özbilgin şehit oldu. Başkan Mustafa Birden, üye Hâkim Ayfer Özdemir, Ayla Gönenç ve Tetkik Hâkimi Ahmet Çobanoğlu yaralandı.
Cinayet işlendiği sırada Alparslan Arslan’la birlikte Ankara’ya gelen İsmail Sağır ve Erhan Timuroğlu, oteldeydiler. Otel kayıtlarına ve arkadaşlarının ifadelerine göre dışarıda olan Osman Yıldırım hemen otele döndü, arkadaşlarını aldı ve otobüs terminaline götürüp İstanbul’a yolladı. Kendisi de Nevşehir’e ablasının yanına gitti. Katil Alparslan Aslan, Danıştay binasından çıkarken, diğerleri de gittikleri yerlerde yakalandılar. 
Cinayetin nedeni, Danıştay 2. Dairesi’nin başörtülü bir anaokulu öğretmeniyle ilgili verdiği ve çok tartışılan karardı. Okulda başörtüsü kullanmayan öğretmenin, okula geliş ve gidişlerinde de başörtüsü kullanamayacağına hükmedilmişti. Başbakan Erdoğan kısa süre önce bu kararından dolayı Danıştay hakkında zehir zemberek bir açıklama yapmış ve hemen arkasından da Vakit gazetesi ‘İşte O Üyeler’ manşetiyle saldırıya uğrayan Danıştay üyelerini, fotoğraflarını yayımlayarak hedef göstermişti. İşte o üyeler, şimdi dinci şiddetin hedefi olmuşlardı.”
***
Yukarda okuduğunuz satırlar, Oktay Yıldırım’ın Silivri cezaevinde yazdığı 17 Mayıs 2006 9:45* ana başlıklı belgesel kitabından özet alıntılardır.
Devamını ben getireyim.
Oyunun son perdesi şöyle açıldı:
Tarih 23 Eylül 2013. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, toplam 147 bin 304 kişi kapasiteli cezaevlerinde 131 bin 649 tutuklu ve hükümlü olduğunu açıkladı ve müjdeyi verdi: Önümüzdeki 5 yıl içinde 207 yeni cezaevi daha hizmete girecek.
Tarih 30 Eylül 2013. Başbakan Erdoğan, yine bir demokrasi paketi açtı. AKP’li Türkiye’ye zaten yakışmayan “Türküm, doğruyum...” andının kaldırılacağı ve kamuda tesettüre özgürlük müjdesini verdi.
Tesettür özgürlüğünün aslında kadın başı yasağı olduğunu düşünecek olursanız, bu iki müjdeyi birleştirince perdenin neyin üstüne indiğini söylememe, bilmem gerek var mı?
*OKTAY YILDIRIM, Danıştay’dan Ergenekon’a Bir Suikastın İçyüzü/ Kaynak Yayınları, 2013
G NOKTASI
Sana şiirle gelsem
Şşt şşt desem
Ses verir misin?
Bir selam
Bir söz
Unutulmuş bir şair
Kalp köşesinden sesleniyor
Sana şiirle geldim
Hangi rengi istersen
Gözlerinde
Eteğinde
Kelimelerinde
Sana güneşle geldim
Hangi pırıltıyı istersen
Kalbinde
Ellerinde
Kelimelerinde
Bir ses verir misin
Kelimelerinle

Refika Toraman

Y.N. Bana bu güzel şiirle seslenen özel okurum Refika Hanım’a teşekkür ediyorum. Siz bu satırları okurken, ben Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne doğru yola çıkmış olacağım. Gelecek çarşamba, güneşli gökyüzü altındaki beyazperdeden haberler vereceğim, sizlere. 
“Sansürün en uç tezahürü, cinayettir.”
GEORGES BERNARD SHAW
Mine Kırıkkanat.
6 Ekim 2013 - Cumhuriyet

5 Ekim 2013 Cumartesi

Ulus Devlete Veda Öyle Kolay Değil - ALİ SİRMEN

Perşembe günkü Milliyet’te New York Times’ın ülkemizde de çok tartışılacak olan bir haberi vardı. Bölgemizdeki 5 ülkenin ileride 14 ülkeye dönüşebileceğinin belirtildiği haberde, geleceğin bölünmüşlüğünün tüyler ürpertici haritası da yer alıyordu
Devir, bölgede emperyalizmin parçalama devri.
Haberde Türkiye’den bahis olmasa da, senaryoda bizim de bulunduğumuz biliniyor.
Milliyet söz konusu haberini yayımlamadan bir gün önce, tüm yazılarını ilgi ve beğeniyle izlediğim Ege Cansen, Hürriyet’teki “Ulus devlet bitti” yazısında ulus devlete hüzünle veda ediyor ve Başbakan’ın açıkladığı paketin, tek milletli Türk devletini, Osmanlı devleti gibi çok milletli hale dönüştürmek için atılmış bir adım olduğunu söylüyordu.
Bu görüşte olanlar, hatta okullardaki andın kaldırılmasını da bu çerçeve içinde ele alanlar ve endişe duyanlar hiç de az olmadığına göre aşağıdaki sorular günceldir:
- Bir devlet çok milletli hale gelince ne olur?
- Birden çok millet, bir devlet çatısı altında barınabilir mi?
Hemen akla geliveren özerklik ve federal sistem yanıtları, tarihin sergilediği örnekler göz önünde bulundurulunca o kadar da güven verici görünmüyorlar.
***

Tarih bize etnik tabana dayalı özerklik ve federal sistemlerin kalıcı olmadıklarını, bir süre sonra bu yapıların parçalanma, daha kibar deyimiyle ayrılma ile sonuçlandığını gösteriyor.
Şu anda İspanya’da ve Belçika’da yaşanmakta olanlar da bu görüşü destekliyor.
Tabii bu olgu, uluslaşma sürecine girmiş toplumları bu yoldan geri döndürmenin mümkün olmadığı gerçeğini de değiştirmiyor.
Aynı şekilde, mutabakat temeline dayalı, sübjektivist, demokratik, çağdaş ulus devletlerin de dayatma yöntemiyle sürdürülmesinin imkânsızlığı da tartışma götürmüyor.
İnsanlığın tarihi sürekli bir değişim sürecidir. Bir toplumun ulus devlete veda etmesi vakti gelmiş ise bunu zorla durdurmak mümkün değildir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir ulus devlete veda ederek, ondan daha fazla ulus devletler çıkarmak da o kadar kolay değildir.
Tarihin bize öğrettiği kural şudur:
- Ulus devletlerin sınırları ne yazık ki kanla çizilmiştir hep.
Bu olgunun istisnası ise 31 Aralık 1993’te, karşılıklı rızalarıyla, barışçıl bir biçimde ayrılmış olan Çekler ve Slovaklardır.
Ancak Çek ve Slovak siyasetçilerin Pittsburg’da toplanarak kurdukları Çekoslovakya’da (son kuruluşu 1945) önceden sınırları net şekilde belli Çek ve Slovak birimlerinin var olduğu gerçeğini unutmayalım.
***

“Buraya kadar olanlar gibi bundan sonra dile getirilecek olanlar da, özlemler değil, gözlemlerdir” diye belirttikten sonra, özetleyerek devam edelim:
Ulus devletlerin, etnik özerk birimlere veya etnik federatif yapılara dönüşmeleri geçici bir süreçtir, ayrılma veya parçalanma ile sonuçlanması kaçınılmazdır.
Bir etnik devletin içinden, birden fazla ulus devlet çıkması dünyanın sonu değildir. Osmanlı’nın bağrından çıkmış olan devletler, bu arada TC bunun kanıtıdır.
Ancak burada aşılması gereken bir sorun vardır: Sınırlar ne olacak?
Ayrılma formülü üzerinde yoğunlaşanlar, bu sorunu da düşünmek zorundadır.
Türkiye’de ulus devleti sona erdirmek isteyenler bu gerçekleri göz ardı etmeyip, karşılaşacakları devasa sorunları da görmezden gelmemelidir.
Yoksa teorik olarak pek de âlâ her iki tarafı da mutlu etmesi düşünülebilecek olan bir çözüme gidildiği sanılırken çok daha acılı bir sürecin içine düşülmesi kaçınılmazdır.
Bu yazı pek yüksek sesle dillendirilmese bile çokça mırıldanılan kimi çözümlerin hangi olasılıkları da içerdiğini anımsatmak için yazılmıştır.
Evet demokrasilerde her çözüm tartışılır.
Ama tartışmanın sağlıklı olabilmesi, neyin ne olduğunun bilinmesine bağlıdır.
ALİ SİRMEN

5 Ekim 2013 - Cumhuriyet

2 Ekim 2013 Çarşamba

Özgürlüğün simgesiydi - EVİN İLYASOĞLU

Tuncel Kurtiz, güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu
* Ağabeyim Ergin Sander’in yakın arkadaşıydı Tuncel Ağabey. Sonra ailelerimiz birleşti, ağabeyim Tuncel Ağabey’in kız kardeşi Sezgin’le evlendi. Ben de zaman zaman onların gruplarına girdim. Hayatımda ilk kez meyhaneye onlarla gittim. Tuncel Ağabey benim ilk gençlik yıllarımda özgürlüğün, hatta biraz da çılgınlığın simgesiydi. 
Arnavutköy’ün Mumhane Yokuşu kış geceleri buz tutardı. Yokuşun ortasındaki 15 numaralı ahşap köşkün üst katında yalnız bizim dört kişilik ailemiz yaşamaktaydı. 1960’lı yılların başıydı. Ben konservatuvar ve Amerikan Kız Koleji öğrencisiydim. Buzlu bir gece yarısı kapımız çalındı. Korku içinde açtık. Tuncel Ağabey, yanında Tuncer Necmioğlu ve bir tiyatrocu daha. Benden uyku sersemi, hüzünlü bir Chopin çalmamı istiyorlar. Ama neden bu saatte? O sırada Kenter Tiyatrosu’nda oynadıkları bir Chekov piyesinde intihar etmek üzere olan kahramanın çaldığı müziği duyurmalıymışım. Eğer gün ortası gelselermiş ben kusursuz çalmaya gayret edermişim, oysa buzlu bir gece yarısı mutlaka intihar etmenin ruh halini daha iyi yansıtırmışım! Evet, kırık dökük bir Chopin Noktürn çaldım onlara: Do diyez minör. Bütün mevsim onunla oynadı piyes. Bana da Martı oyunu için iki kişilik davetiye geldi.
Ağabeyim 
Ergin Sander’in yakın arkadaşıydı Tuncel Ağabey. Sonra ailelerimiz birleşti, ağabeyim Tuncel Ağabey’in kız kardeşi Sezgin’le evlendi. Sezgin psikolojide okuyor, resim yapıyordu. Ağabeyim hukukta okuyor, şiir yazıyordu. Ben de zaman zaman onların gruplarına girdim. Hayatımda ilk kez meyhaneye onlarla gittim: Arnavutköy’deki Arno ve Beti’nin mahzeni! İlk kez kırmızı şarabı onlarla tattım, buruk ve ekşi... Tuncel Ağabey benim ilk gençlik yıllarımda özgürlüğün, hatta biraz da çılgınlığın simgesiydi. İlk mitoloji kitabını onda görmüştüm: Edith Hamilton’un Mitolojisini ondan almıştım, o kitap hâlâ kitaplığımdadır. Mitolojiye tutkum da o yıllarda başlamıştı. Deniz kenarındaki evlerinin damına çıkınca bizim ev görünür, hatta seslerimiz duyulurdu. Tuncel Ağabey zaman zaman çatıya çıkıp seslenerek bana müzik ısmarlardı: “Beethoven çal, gümbür gümbür olsun, duyalım buradan!” Camları açıp Beethoven’in, Schumann’ın parçalarını olabildiğince gümbürtülü çalardım. Gerçekten duyar mıydı ya da dinleyebilir miydi, bilmem. Ama ben coşup çalardım işte...Nâzım şiirleri o sıralarda kurşunkalemle yazılmış defter sayfalarında aramızda dolaşıyordu. O şiirleri de ilk kez Tuncel Ağabey’den dinlemiştim. Sandalla Boğaz’da denize girdiğimiz zamanlar Şeyh Bedrettin Destanı’nı güneşin altında baştan sona okumuş ve oynamıştı. Sözcükleri hecelere bölüyor, uzatıyor kimi zaman düz okuyor, kimi zaman ezgisel ve ritmsel öğelerle coşturuyordu. Tempoyu ağırlaştırıp hızlandırması ise tekdüzeliği önlüyordu. Birkaç yıl sonra Aydın Engin’in Devr-i Süleyman’ını da baştan sona sandalda oynamıştı bizlere. Güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu. Klasik, modern, caz, minimalist... Kaç yıldır Boğaziçi konserlerimize kombine bilet alıp eşi Menent ile geliyordu. Çarşamba geceleri onu çok arayacağız.
EVİN İLYASOĞLU

2 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Gürhan Tümer...- Oktay Ekinci

Eskişehir’in Tepebaşı Belediyesi’nce her ay düzenlenen “Kent ve Kültür Söyleşileri”ne İzmir’in yüz akı öğretmen mimarlarından Gürhan Tümer’i de çağıracaktık… Ancak nasip olamadı. 20 Eylül’de yitirdik.
Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tümer, kent ve mimarlık alanındaki eleştirel ve gerçekçi fikirleriyle hepimizi etkileyen bir mimar düşünürümüzdü. Türkiye’nin temel sorunu “bozuk düzen kentleşme” ile bütünleşen “ranta tutsak mimarlığımız”ı tartışmak isteyenlerin önde gelen başvuru isimleri arasındaydı.
Sadece öğrencilerini değil, örneğin “akitera.com”daki yazılarını okuyan; konuşmalarını dinleyip kitaplarını başuçlarından eksik etmeyen herkesi“eğiten” bir akademisyendi. Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde asistanken Fransız hükümetinin bursuyla 1 yıl Paris Vincennes Üniversitesi’nde doktora dersleri almış olmasına rağmen İzmir hakkındaki bir yazısında yer alan şu sözlerini hangi “Fransa hayranı” aydınımız söyleyebilir?
“Türkiye’nin ‘Küçük Amerika’ olmasını kınayanların, İzmir’in ‘Küçük Paris’olmasını hoş görmelerini, onaylamalarını, o günlere nostalji duymalarını anlamakta güçlük çekiyorum. Bence, Paris’in ‘küçüğü’ olmak, küçültücü bir şeydir, bir sömürge kimliğine, bir maymun kimliğine sahip olmak demektir. Bir tür kimliksizliktir.”
Mimarlık ve düşünce dünyamız, Gürhan Tümer’in yeri doldurulamayacak alçakgönüllü kişiliğini unutmayacak..
Ardı ardına!..
Son günlerde ardı ardına hüzünlü haberlerle baş başayız...
Gürhan Tümer, yine İzmir’in yetiştirdiği öğretmen mimarlardan Prof. Dr.Ahmet Eyüce’yi yitirmemizin peşinden toprağa verilmişti. Herkesin hayranlık duyduğu Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanımız Eyüce de tüm mimarlık ve kültür dünyamızı yasa boğmuştu.
Geçenlerde ODTÜ, Kültür Bakanlığı ve Mimarlar Odası’nın kültür mirasımızı koruma militanlarından mimar Emre Madran’ı da uğurladık.
Fark edilemeyen yorgun kalbi, belli ki şu “kalpsiz” çevre düşmanlarının tarihsel mirasımızı umarsızca tahrip etmelerine artık dayanamamıştı..
Madran’ın ilk yas günü ise sinema ve sanat dünyamızın büyük ismi Tuncel Kurtiz’le vedalaşıyorduk. Yaşarken efsaneleşen kültür savaşçımız, geçen haziranda Tepebaşı söyleşilerimizin de konuğu olmuş, körelmeye yüz tutan umutları tazelemişti.
Ertesi gün tekrar sarsıldığımız acı haberse Cumhuriyetimizin değerini ulusumuza yeniden anımsatan Turgut Özakman’ı yitirmemizdi… Özakman için “Çılgın Türk öldü!” manşetini atanlar, acaba kendi varlıklarını da aynı“efsanevi çılgınlık”a borçlu olduklarını anımsamışlar mıydı?
Anadolu’da ‘Gezi ruhu’
Bu yıl her ayın ilk çarşambası yapılacak Tepebaşı Kent ve Kültür Söyleşilerimiz, “Anadolu’da Gezi Ruhu” temasını içerecek.
İlk söz 2 Ekim’de İsa Çelik’te; “Gezi ruhu”nun Anadolu’daki yaşam gerçeklerini fotoğraf şöleniyle sergileyecek… Kasımda Ataman Demir,Anadolu mimarlığındaki gizli “Gezi ruhu”nu, aralıkta da Nezih Başgelenarkeolojimizin ilk ‘gezginler’ini anlatacak… Herkesi Eskişehir’e bekliyoruz...
Oktay Ekinci
2 Ekim 2013 - Cumhuriyet

CIA Bosna savaşının gizli belgelerini açıkladı-Cumhuriyet Portal.

ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Bosna savaşı ile ilgili yaklaşık 300 belgeyi kamuoyuyla paylaştı.

Belgelerde, çoğunlukla Bosna'da 1992-1995 yılları arasında devam eden savaş sırasında, istihbarat ve devlet başkanlığı düzeyinde karar verme mekanizması konuları işleniyor.
ABD'nin Arkansas eyaletine bağlı Little Rock kentinde Bosna savaşının gizli belgelerinin açıklanması nedeniyle düzenlenen toplantıya, Bosna'daki savaş döneminde ABD Başkanı olan Bill Clinton, eski ABD Dışişleri Bakanı ve Birleşmiş Milletler (BM) Büyükelçisi Madeleine Albright, eski Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral Wesley Clark, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Sandy Berger ve eski CIA İstihbarat Müdür Yardımcısı John Gannon katıldı.
İki farklı senaryo
Kamuoyuyla paylaşılan gizli belgelerde, 1995 yılında, ABD'li diplomatlar, Bosna savaşının sona erdirilmesi için 2 farklı senaryoyu tartışıyor. Bunlardan biri savaşın barış anlaşması ile 1995'te sona ermesini öngörürken, ikincisi, savaşın 1996 yılı boyunca devam etmesi ve buna karşı alınacak tedbirler görüşülüyor. Belgelerde, ayrıca Bosna Hersek'i oluşturan iki entiteden biri olan Bosna Sırp Cumhuriyeti'nde referandum yapılarak, bu bölgenin Bosna Hersek'ten ayrılması ve Sırbistan ile konfederasyon çerçevesinde birleşme olasılığıı gözden geçiriliyor. Ancak o dönemde Bosnalı Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karaciç'in, Bosna Sırp Cumhuriyeti'nin Sırbistan ile konfederasyon çerçevesinde birleşmesi olasılığına, "gücünü kaybetmekten korktuğu için karşı çıktığına" yer veriliyor. Belgelerde ayrıca, askeri tehdit ve kısa süreli diplomatik izolasyon yöntemleri kullanılarak Karaciç ile bu şekilde baş edilmesi gerektiğine işaret ediliyor.
Belgelerde 11 Temmuz 1995 yılında Srebrenitsa'da yaşanan soykırımın ardından yaşanan gelişmeler de yer alıyor. Srebrenitsa soykırımından 3 gün sonra, 14 Temmuz 1995 yılında hazırlanan bir belgede, Bosnalı Sırplar'ın Srebrenitsa'da yaşayan sivilleri zorla tahliye ettikleri ve çatışmaların Bosna Hersek'in doğusunda bulunan Jepa kentinin etrafında devam ettiği belirtiliyor.
Internet sitesinde
Bosna savaşıyla ilgili açıklanan yaklaşık 300 belgeye CIA'nın internet sitesinden de ulaşılabiliyor. Bosna'da 1992-1995 yılları arasında yaşanan, çoğunluğu Boşnak yaklaşık 100 bin kişinin öldüğü savaş, 1995 yılında ABD'de imzalanan Dayton Barış Antlaşması ile sona erdi. Bosna savaşının baş aktörlerinden savaş döneminde Bosnalı Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karaciç ile general Ratko Mladiç halen Lahey'deki mahkemede tutuklu olarak yargılanıyor. Sırbistan'ın eski devlet başkanı Slobodan Miloşeviç ise Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi'nce tutuklu olarak yargılanırken, 2006 yılında hücresinde ölmüştü.
Cumhuriyet Portal
2 Ekim 2013

29 Eylül 2013 Pazar

'Çılgın Türk' de gitti - HİKMET ÇETİNKAYA

Sözcükler büyüyor dudaklarında, toprak kış uykusuna yatmaya hazırlanıyor...
Bir takvim yaprağı daha düşüyor!
Gözlerin büyüyor ansızın, Cumartesi Anneleri toplanıyor, kayıp çocuklar, umutlar, hüzünler, zamana yenik düşen gençler.
Sevdalı bir kuş ötüyor dağların denize inen yamaçlarında.
Kumun, toprağın, ağaçların arasında...
Bir çocuğu vatan haini olarak gören bir düşünce, güz sancısı gibi tüm bedenini kuşatırken, 13 yaşında Ali’nin başına gelenler hiçbirimizi pek ilgilendirmiyor.
Kin ve nefret tohumları yeşeriyor çiçekler yerine toprakta.
İntikam dalgası bir deniz gibi kabarıyor...
Yalnızlık kapını çalıyor...
Oysa gökyüzü çözülüyor, gün maviyle uyanmaya hazırlanıyor.
Sabaha karşı yapılan baskınlar, o çocuklargençler alıp götürülüyor.
Birbirimizi yok etmek, ekmeğiyle oynamak, hor görmek, aşağılamak nedir söyler misiniz?
Bu sevgisizlik, düşmanlık!
Ne anlama geliyor bunlar?
Asit kuyularından toplanan insan kemikleri, o 90’lı yıllar, öldürülen gazeteciler, aydınlar, işadamları...
Devlet içindeki o örgütlü silahlı güç!
Kim nerede duruyor ya da saklanıyor!..
Dinindilininancın ne olursa olsun niçin topraktan fışkırıp patlamıyorsevda tomurcukları?
Hangi kültür, hangi özgürlük, hangi demokrasi bunun adı!
Düşünüyorum uzun uzun ama yanıtını veremiyorum...
***
Cuma günü öğle saatlerinde o kocaman yürekli, coşkulu insan Tuncel Kurtiz’in ölüm haberi...
Ve dün yine öğle saatlerinde Turgut Özakman’ı yitirdiğimizin haberi...
Sonbahar acımasız, vuruyor güzel insanlara!
Ölüm kapıyı çalıyor ansızın!
Ne kimliğin kalıyor, ne dilin, dinin, inancın ve sınıfın.
13 yaşındaki vatan haini çocuğu düşünürken, güneşin ısıttığı bir güz bahçesinde köklerin arasında yıkanıyor kan.
Özakman’ı en son Adana’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda görmüş, bir akşam uzun uzun sohbet etmiştik...
Şu Çılgın Türkler”di konumuz...
Kurtuluş Savaşı destanı, Mustafa Kemal ve arkadaşları...
Kitabın bir milyonu aşan baskısı...
Özakman’ın o mütevazı havası, sevecenliği.
O bir tiyatro yazarıydı.
Lise yıllarında, Özakman’ın yazdığı “Güneşte On Kişi” oyununu okulun tiyatro kolu olarak velilere oynamıştık...
O gece anlatınca, çocuklar gibi sevinmişti.
Zamanın akışında engin sulara yönelmiştik...
Hiç kimse ölümü düşünmez.
Ölüm ansızın gelir, bir kırlangıç gibi beyaz yalnızlıklara götürür insanı.
Belki o yüzden hüznün ve acının bahçesi vardı...
Her düşen takvim yaprağı hayatla ölümü birbiriyle karıştırır...
Bir şiirin dizeleri, çiçeklenmiş bir dünyanın sevecenliğini yansıtır acıyla karışık:
Bilsin ki benim yüreğimdir içli dışlı atan
Bu açılan ocağının acımtırak gülleridir
Ufukları şiire benzer güzelliğiyle donanan
Ay ışığı vurdu mu odanın içine, güneş camları parlattı mı, belki aklınıza 13yaşındaki çocuk da gelir zindanda çürüyen...
Vatan hainliği, demokrasi paketi, palalı vahşeti, asit kuyuları...
Cinayet şebekeleri...
***
İlkçağların anıları nasıl yok olduysa 2000’li yılların anıları da yok olacak...
Bir “Çılgın Türk” daha bir yıldız gibi kayıp gitti ışık saçarak...
Aydınlanmanın o güleç yüzü, bir yurtsever, yazar, çakıl taşları toplayarak, gençlere güvencini hiç yitirmeden “haydi vakit tamam” dedi gülümseyerek...
Bir takvim yaprağı daha düştü...
Bana da Cahit Külebi’nin şu dizelerini yazmak kaldı:
Bu gece, bu gece
Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzünde uzak sevgilerin derin aydınlığı, 
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”
Hikmet Çetinkaya
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Laiklikte Büyük Kırılma-Orhan Bursalı

Hayır öyle az buz değil, bayağı bir kırılma söz konusu. 11 yıldır tartışma nasıl başladı, hangi aşamalardan geçti anımsayan var mı? Sizi kastetmiyorum, tabii ki unutmadınız! Yani laiklik üzerine tartışmaları... Yeni rejimin, yeni liderin hayranı, ayran, para pul, unvan, ekran köşe budalası yarım okumuş takım, laikliği önemseyenlere koro halinde “laikçiler” diye saldırıyordu...
Tabii burada kilit nokta, kim saldırttı ve ne adına hangi amaçla... Bunu da biliyorsunuz...
Neymiş, önemli olan liberalizm, liberal demokrasi, birey hakları imiş. Laikliği toplum, ülke yönetiminin, rejimin merkezine oturtursanız, demokrasi, liberalizm, birey ve hakları ortadan kalkar ve önemsenmezmiş. Katı laik tutum yani laikçilik diktatörlükmüş. Laikçilik esas Kemalist diktatörlüğün de temeliymiş. Laikçilik de Kemalist ideoloji de yıkılıp giderse demokrasi gelirmiş.
Şüphesiz bu “rejim tartışması” türban üzerinden başarıyla yapıldı ve bugün geldiğimiz nokta, yelkenlerini durmadan bir din devleti, ülkesi ve rejimi için dolduran bir iktidar yapılanmasıdır. Siyasal İslami yönetim, artık böyle bir ülke için, ilköğretimden itibaren insan yetiştiriyor. Laikliği fiili uygulamada devlet ve yönetim dışı bırakıyor. 
***

Cumhuriyet’in dünkü manşeti, Diyanet’ten 5 bine yakın din görevlisinin devlete, öğretmenliğe yatay geçişini anlatıyordu. Son öğretmen atamalarında da temel bilimsel alanlarda o kadar öğretmen açığı varken ve hepsi atama beklerken 3 bin kadar kadronun neredeyse tamamı din öğretmenliği için kullanıldı. Dozu ve şiddeti neredeyse her gün artırıyor.
Başbakan durmadan tekrarlıyor: İslami bir gençlik yetiştireceğiz. Eğitimde yapılan neredeyse tüm değişikliklerin amacı bu. Yurttaşların çocuklarını nasıl yetiştireceği meselesini hakkını, hukukunu, iradesini devralan ve buna karar veren bir devlet, ne laik bir devlet ve hükümet olabilir ne de seküler bir toplum istemektedir.
Yaklaşık tanımı veya özü, dinin devlet ve siyaset işlerinden ayrılması demek olan laiklik, bu iktidarın parça parça yok ettiği bir ilke olmuştur. Başbakanlık makamında oturan bir yetkilinin, hem okul yönetimini hem aileleri seçmeli derslerde din derslerini seçmeleri konusunda uyarmaya zerre kadar hakkı yoktur ve bu tutumuyla anayasayı çiğnemektedir. Öyle ki din derslerini aktif olarak öğrencilere tavsiye etmedikleri gerekçesiyle öğretmenler hakkında soruşturma bile açılabilmekte. Bu kadar ayan beyan ve bu kadar utanmazca bir uygulama!
Laiklikte devlet okullarında sadece bilimsel bilgilere dayalı bir eğitim verebilir. Ama iktidar 4+4+4 eğitim yasasıyla, dini ölçek ve boyutuyla İslamileşmeyi yurttaşlara dayatıyor.
İktidar, dahası yerel yönetimler marifetiyle de toplumda seküler hayatın mezarını kazıyor, örneğin ramazanda Anadolu’da yemek yiyemeyen ve sürekli toplumsal dini bir baskı altında yaşadığını hisseden bir yurttaş, nasıl bir toplumda yaşıyor? Bir arada yaşama hoşgörüsünün temelleri dinamitleniyor. Özellikle Alevilere yapılan budur ve tam anlamıyla bir Sünni diktası hüküm sürüyor, ülke hem dinsel hem de mezhepsel parçalanıyor... İktidar Diyanet’i de fiilen toplumu İslamileştirmenin aracı olarak kullanıyor.
Bu iktidar, eğitim ve yönetim konusunda attığı her adımda “dini, İslami bir ölçü, ölçek, ilke, temel” ve kendine parasal bir fayda gözetiyor.
Toplumun çok farklı parçalarını bir arada tutan ve tutacak olan seküler toplum ve laik yönetim, büyük ölçüde sakatlanmıştır ve Türkiye’yi bir arada tutan bağlar baltalarla kesilmektedir.
***

Laikçilik diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; ne yazık ki koskoca bir düşünce sistemi, demokrasi, kılık kıyafete indirgenmiş ve sonuçta bir tek adamın İslami diktatörlük sistemi inşa edilmiştir.
Laikçi diye sisteme saldıranların hepsi, İslamı bir güç ve yönetim aracı olarak bol bol kullanan bir diktatörlüğün temellerini inşa için kullanılan basit birer tuğlalardır.

Gizli Tanıdık

Sevgili İlhan Taşcı tam da yukarıda anlattığım sistemin hukuk ve yargı aracıyla nasıl kurulduğunu ve işlediğini anlatan kitabı yazdı: Gizli Tanıdık! İlhan, kim bu gizli tanıklar, ne anlatıyorlar, diye soruyor ve yanıtını veriyor. İlhan’ın sergiledikleri bir hukuk ve yargı faciasıdır. Ancak keyfi bir yönetimde, bir diktatörlükte görülebilecek nitelikte olaylardır. Savcıların ve polisin kullandığı ve normal koşullarda hiçbirinin mahkeme olarak kabul edilemeyeceği “mahkeme”lerin de mahkûmiyet kararlarını dayandırdıkları“gizli tanıklar” yargının nasıl katledildiğinin yaşayan delilleridir!
İlhan’ın anlattıkları, bir diktatörlüğün, hukuku, yargıyı, insanları mahkûm etmek için sadece bir bahane olarak kullandığının resmi geçididir.
O kadar yani..
İktidar, İslami ve tek adam diktatörlüğünü, önemli ölçüde de yasalarla meşru temelde yargı eliyle yürütüyor. Yargı, iktidarın bir numaralı dönüştürme aracıdır. Silivri’de Ergenekon ve Balyoz davalarından mahkûm olan bütün masumlar da bu aracın kurbanları..
“Gizli Tanıdık” için İlhan’a koskoca bir teşekkür. Kitap sizleri bekliyor.

Orhan Bursalı
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet