10 Kasım 2013 Pazar

Atatürk Döndü Geliyor Usta...- BEKİR COŞKUN.

Valla ben sana söyleyeyim:
Atatürk geri geliyor...
Onun ayak sesi, senin parmak arası terlik gibi şırt şırt ses çıkartmaz...
Dinle...
*
Alnına Türk bayrağını dolamış bir genç kız, bugün sesi çıktığı kadar “Buradayız” diye haykıracak...
Odur işte...
Atatürk...
*
Bugün kulağını aç...
Bir genç adam “Faşizme hayır” diye kükreyecek...
Bir anne “Yetti artık” diyecek...
Bir çocuk elinde küçük bayrağı, gözlerinde boncuk boncuk yaşlar, onun için ağlayacak...
Ve bugün meydanlardan hiç olmadığı kadar çığlık yükselecek...
İşte odur...
*
Gaflet bitti...
Geliyor...
*
Sen andını yasaklayarak, adını silerek, büstlerini ambara kaldırtarak, onu temelli göndermek istedin...
Bayramlarını kırptın...
Resmini sildin...
Marşını kestin...
Çiçeğini bile çöpe attın...
Ki temelli silinsin...
Ve gitsin...
*
Ama ben sana söyleyeyim...
Geri dönüyor...
*
Bugün farklı bir 10 Kasım...
Türkiye’nin on senedir yaşadığı zihin karışıklığından çıktığı günlerdir...
Akıl tutulması dağılıyor...
Gözlerini açıyor gaflet...
İnanmıyorsan yanaşmalarına bak; bir bir tüyüyorlar yanından... En yakınların suç ortaklığından vazgeçiyorlar...
*
Türkiye Atatürk’ü yeniden anlıyor...
Yeniden buluyor...
Yeniden sarılıyor...
Dön bak...
*
Meydanlardaki sesleri dinle...
Ayak sesi yeter...
O geliyor...
Sen gidiyorsun...

BEKİR COŞKUN.
Cumhuriyet.

9 Kasım 2013 Cumartesi

‘Şeyhülislam’ın Dönüşü - ALİ SİRMEN

Cumhuriyet Bayramı’na rastlatılan Marmaray’ın en ilginç yönü, törende“şeyhülislam”ın, Diyanet İşleri Başkanı kisvesi altında en ön sırada yer almasıydı.
Bu olaya son zamanlarda çok sık rastlanması, belki de dikkatleri çekmemesinin en önemli nedeniydi. Ama Diyanet İşleri Başkanı’nın baş döndürücü yükselişini Sözcü gazetesi atlamamış.Nitekim Marmaray ile ilgili olarak verilen gazete ilanlarında,devlet protokolünde yeri o zamana kadar 49. sırada olan Diyanet İşleri Başkanı’nın onuncu sırada yer alan Bakanlar Kurulu üyelerinden,7.sırada yer alan Yargıtay Başkanı ve diğer yüksek yargı başkanlarından öne konmasına dikkati çekiyordu,önceki günkü Sözcü. Diyanet İşleri Başkanı’nın protokoldeki yerinin “Türkiye’nin değişen vizyonuna uyumlu olarak değiştirilmesi gerektiğini”, daha 2010 yılı Kasımı’nda Bugün gazetesinde çıkan bir yazısında Erhan Afyoncu da önermekteydi.
Kendisine muhafazakâr demokrat etiketi yapıştırmaya meraklı Tayyip Bey’in siyasal İslam rejiminde Erhan Afyoncu’nun üç yıl önce dile getirdiği öneri gerçekleşmiş ve siyasal İslam rejiminin değişen Türkiye vizyonuna uygun olarak, bugün, belki de alışkanlıktan Diyanet İşleri Başkanlığı olarak adlandırılan şeyhülislamlık Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık arasında yer almıştır.

***
Bu bakımdan Sözcü’nün dile getirdiği değişiklikte şaşılacak bir yön yoktur, Bugün yazarı Erhan Afyoncu’nun da üç yıl önce önerdiği gibi, Türkiye’nin değişen vizyonuna uygun olarak Şeyhülislam Efendi, protokolün ön sırasındaki eski yerine dönmüştür.
Şimdilik adı, Diyanet İşleri Başkanı olan şeyhülislam, Osmanlı’da devlet protokolünde, sadrazamdan sonra ikinci sırada, eğer aynı zamanda padişahın hocası ise, sadrazamın da önünde birinci sırada yer alırdı.Ulemanın başında olan şeyhülislam yalnız fetva vermekle yetinmez, ayrıca eğitim ve adalet mekanizmalarını da denetlerdi.Padişahlar da savaş ilan edeceklerinde veya diğer icraatlarında, girişimlerinin dine uygunluğu konusunda, şeyhülislamlardan fetva alırlardı.Kimi güçlü kişilikli şeyhülislamlar, bu konuda titiz davranırlar, hep istenen doğrultuda fetvalar vermez, zaman zaman ayak direrlerdi. Bunun en güzel örneklerinden biri de, şeditliğiyle bilinen Yavuz Sultan Selim’in şeyhülislamı Zembili Ali Efendi idi.
Bununla birlikte, şeyhülislamları tayin ve azilleri padişahın elinde olduğundan, genellikle saltanat makamının istediği doğrultuda, fetvalar verirlerdi.Kısacası Osmanlı’da şeyhülislam genelde, saltanat makamına tabidir, öncelik sultanındır.
***
Özetle, Osmanlı’da şeyhülislamlık, tıpkı Bizans’ta patrikliğin tahta bağlı olması gibi saltanata bağlı bir kurumdur, genelde istenen fetvaları verir. Oysa İran’daki velayeti fakih kurumu, her şeyin üstündedir. Yalnız genel siyaseti saptamakla kalmaz aynı zamanda yargıyı, orduyu, eğitimi, hatta bunlar yetmiyormuş gibi, Vakıfları da denetleyen gerçek bir karar makamıdır.
Türkiye’de 1921 Anayasası ile Evkâf ve Şeriye vekâleti olmuş olan şeyhülislamlık makamı 3 Mart 1924 günü hilafet ile birlikte kaldırıldı. Şeyhülislam ise, Diyanet İşleri Başkanı oldu.
Diyanet İşleri Başkanlığı devletin dini dilediği gibi denetleyebilmesi düşüncesinden doğmuştu. Ama zaman içinde devletin dini denetlemesi için getirilmiş kurum dinin devleti denetlemesinin aracı haline dönüştü.
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı 5 Kasım günü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu tarafından kabul edilen bütçeye göre, yıllık 5.5 milyar lira ( 2.75 milyar dolar) geliri olan dev bir kuruluştur.
Devlet Bakanı Bekir Bozdağ’a sorarsanız, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi yetersizdir. Türkiye’nin değişen vizyonu, protokoldeki sırayı etkiliyor ve adı şimdilik Diyanet İşleri Başkanı olan, görkemiyle, bütçesiyle Osmanlı’nın şeyhülislamlarını gölgede bırakan Cumhuriyetin şeyhülislamı Türkiye’nin değişen vizyonundaki yerini alıyor.

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet.

Konya Ekonomisinin ‘Kara’ Yüzü - ÇİĞDEM TOKER

Yeni ve tekil bir durum değil bu.Ezberlenmiş inkârın gülünç kaçtığı eşiği çoktan geçtik.“Ankara”nın Şam rejimiyle ipleri koparıp “muhalifleri desteklediğini” açıklamasının ardından, fasılalarla tekrarlanan olay, artık “kaçakçılara darbe” başlığına sığmıyor:
Konya plakalı TIR’da ele geçirilen roket başlıkları, Beyşehir ilçesine bağlı Üzümlü kasabasında, “süreklilik gösteren ve organize bir kara ekonomi faaliyetinin” son halkasıdır.Ülkemizin topraklarında kayıt dışı üretilen 1200 roket başlığı, binlerce insanı öldürme“kabiliyetine sahip” savaş gereci anlamına geliyor.
Hatay üzerinden Suriye’ye gönderileceği kuşkusu yoğun olan bu başlıkların, tıpkı iki ay önce başka bir operasyonda ele geçen 40 bin silahta olduğu gibi yine Beyşehir’deki bir atölyede üretildiği ortaya çıktı.

***
Başbakan Erdoğan, El Kaide ve El Nusra’nın desteklendiğine dair sorular nedeniyle, Avrupalı meslektaşlarımızı azarlayadursun, tarih tarih geriye giderek eldeki fotoğrafa bir netlik ayarı yapalım:- 6 Ocak 2012500 pompalı tüfek
Hatay polisi, Konya’dan Hatay’a kaçak silah taşınacağı ihbarını alarak düzenlediği operasyonda “seyyar dipçikli” 500 pompalı tüfek ele geçirdi.
- 6 Mayıs 2013: 2500 tabanca Mersin Limanı’ndan Yemen’e bisküvi kutuları içinde, ses ve gaz fişekleri atabilen 2 bin 500 adet tabanca gönderildiği ortaya çıktı. Tabancaları gönderen firma Beyşehir’de faaliyet gösteriyordu. Gümrük beyannamesinde kremalı bisküvi ve tuzlu kraker yazıyordu.
- Tarih 3 Eylül 2013: 40 bin silah Konya’dan Ortadoğu ülkelerine silah kaçakçılığıyaptığı öne sürülen şebekeye düzenlenen operasyonda 30 bini tabanca, 10 bini tüfekolmak üzere 40 bin silah ele geçirildi. Üzümlü beldesindeki fabrikada 5 bin tabancaya el konuldu.1 Ekim 2013: 120 pompalı tüfek Konya polisi, Şanlıurfa’ya çok sayıda pompalı av tüfeği sevkıyatı gerçekleştirileceği ihbarı üzerine harekete geçti... İlçe merkezinde seyir halindeki minibüsü durduran polis ekipleri, araçta arama yaptı. Özel bölmeye gizlenmiş 120 kaçak pompalı av tüfeğine el konuldu.
***
Beyşehir’e bağlı Üzümlü ve Huğlu, silah sanayisinde özellikle son beş yıldır öne çıkaniki belde.
Uluslararası standartlarda gerçekleşen üretimin büyük bölümü ihracata dönüşüyor.
Silah sanayisi, bölgede yarattığı istihdamla o kadar stratejik bir konuma ulaşmış ki, Üzümlü kasabası göç alır hale gelmiş.
Adı belde; fakat Konya’nın pek çok ilçesinin nüfusunu geçmiş.
Gelgelelim, fotoğrafın “legal ve kayıtlı” kısmı, illegal ve kayıt dışı kısmını aklamaya yetmiyor.
Düşünün ki, burada kayıt dışı binlerce tabanca, binlerce tüfek, yüzlerce roket başlığıüretilecek.Ama bu üretimin sipariş vereni, ödeme yapanı, parayı alanı, paylaşanı belli olmayacak...
Ülkenizin sınırları içinde, milyon dolarlara ulaşan bir kayıt dışı üretim yapılacak, yasadışı yollarla sevk edilecek...
Polis operasyonları sayesinde buzdağının küçük kısmını gördüğümüz bu üretimin, süreklilik kazandığı açık olacak.
Ama devletin istihbarat birimleri bunu bilmeyecek...
***
Belli ki, devletin kendinden menkul “âli menfaatleri” uğruna bu vahim tabloya gözyumuluyor.Üstelik daha kötü şeyler olmasına rağmen.Suriye iç savaşı sürecinde, kayıt dışı silah üretiminin de etkisiyle orada meşrulaştırılan iklim, “cihat” adına gencecik çocukların hayatını söndürmeye başladı.Evet, “cihat” dilinde “şehit” oluyorlar, ama şehit olunca daha az ölmüş olmuyorlar.CHP Konya Milletvekili Atilla Kart iki hafta önce Cihanbeyli’ye gitti. Suriye’den oğullarının cenazesi gelen Koyuncu ailesine başsağlığına.Aile, Kart’ın anlatımıyla neredeyse “Cenazenin gelmesiyle teselli bulur” bir durumdaydı.
Çumra Türkmenkarahöyük kasabasından Bayram Meriç, Meram ÇayırbağıMahallesi’nden Mustafa Özpınar’ın aileleri ise aylardır haber bekliyor.Umutla ve çaresizlikle...
Ezberlenmiş inkârın gülünç kaçtığı eşiği çoktan geçtik.Konya’da silah sanayisinin yarattığı ekonominin kara yüzü genişliyor, derinleşiyor.

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet.

7 Kasım 2013 Perşembe

Kadının Bedeni...- ŞÜKRAN SONER

Kadının bedenini erkeklerin iktidar alanı içinde mal olarak değerlendirmek, erkek egemen kültürden daha etkin kullanılma gücünü çarpık inanç sömürüsünden alır... Türbanın inanç özgürlüğü, hak savaşımı olarak çok başarılı biçimde siyasette kullanılmasının son zafer noktası kamuda, Meclis’te türban kazanımları olarak ilan edilirken aynı zamanda kadın üzerinden siyaset, inanç sömürüsü yollarına da nokta konulacağı gibi bir değerlendirme de yapılmıştı... Nokta konulamayacağını, tam tersi,radikal siyasal İslamcı yol alışta soluksuz, noktasız, sınırsız yürüneceğini, tadına varılmış kolay sömürü stratejilerinden geriye dönülemeyeceğini anlatması zor... Hele de gerçek demokrasi, inan hakları, hukuk devleti düzeni, haklılık.. üzerinden yürümekgibi bir niyet yoksa... Oynanan kirli oyunlar bir bir açığa çıkmaya, işler tersine dönmeye başlamışsa... Takke düşmüş, kel görünmüşse..

 El insaf; kamuda son nokta, Meclis’te türban özgürlüğü zaferinin üzerinden hafta geçmedi... İktidarları kadının bedeni, namusu üzerinden, hak hukuk kalıplarına en iğreti biçimde, şeklen bile sokulabilmesi çok zor, bir o kadar vicdansız, izansız  bir savaş alanını kamuoyu gündemine taşıyıverdiler... Başbakan geleneksel gündem yaratma havasında fren tutmaz üslubu içinde, kızlarla erkeklerin birlikte oturdukları evlere izin verilmeyeceği fetvasını açıklayıverdi...
 Kabul, özgür birey olarak bir kadının, özgür iradesi ile inancının gereği olduğunu söyleyerek türban takmak istediğini söylemesi, en azından özel yaşam alanına dönük olarak istemesi, gerçek kadın hakları ve özgürlüğü boyutu ile sorgulanabilirse de kolay kolay yadsınabilecek gibi değil. Zaten tam da bu nedenle çok etkin bir kampanyaya dönüştürüldüğünde, laik bir devlet düzeni, demokrasi, hukuk devleti ilkeleri içinde kamu alanında da hak sayılmasının sakıncaları tartışma gündeminin dışında kaldı. Oldubitti ile kamu erkini kullanan kişinin inancının, hele de din ve çoğunluk üzerinden teşhirinin, azınlık hakları, inançları için nasıl bir ağır baskı, dayatma aracı olacağı sorgulanamadı... Sonradan açılacak pandoranın kutusundan çıkacak, kadına, inançlara, azınlık haklarına yönelik olumsuz sonuçlarını nasılsa önümüzdeki yıllarda çok ağır boyutlarıyla yaşayıp tartışacağız...
 Bugünün sıcak gündeminde, iktidarları açısından böylesine oldubitti bir büyük zaferin üzerinden hafta geçmeden, İktidarlarının zafer sarhoşluğunu keyfini bile çıkaramadan, yeni daha büyük inanç sömürü, kadın bedeni üzerinden tartışma gündemi yaratmalarının sorgulanması var. Diktatoryal mutlak iktidar gücünün kullanılmasındaki en sert uslupla “Kızlarla erkeklerin aynı evde kalmalarına izin vermemek, karşı savaş açmak ne demek.” İktidarları devlet adına hangi hak ve hukuk kapsamında, bir  hukuk devletinde, evlerin içine girilip, evler basılıp, erkeklerle kadınların aynı evde oturmalarına yasak getirilmesi sağlanacak?
***
 İktidarları, bu kez kadın bedeni üzerinden, toplumun değerleri, kültürü, inançlarını kullanarak öylesine büyük bir yara açtı ki... Kadınlara yönelik kanatıcı sonuçları yenilir yutulur gibi değil... Türban takan kadınların yaşamın pek çok alanındaki özgürlük kayıplarını, fiilen yapamayacakları spor, kültürel alan çalışmalarını, saçlarının ışık görmemesi bağlantılı dökülmesi sorunlarını saymazsak, sonuçta siyasette, toplumsal yaşamda geçici ve yapay boyutlarda da olsa, bugünün iktidarları döneminde çok geçerli, çok yönlü kazanımları, ayrıcalıklı konumları da söz konusu...
 İktidarlarının siyaset sömürüsünde kadının doğrudan bedeni, namusu gündemde öne çıkarıldığında ise olacaklar dudak uçuklatıcı... Zaten kadın hakları, insani gelişmişlikte kadının namusunun, bedeninin eksen yapıldığı konularda Türkiye, dünyada en insanlık dışı konumlarda... Aile içi taciz, ensest ilişki kurbanı kızlarımız bile törelere göre murdar, aile meclisi kararları ile kirlenmiş bedenleri nedeniyle katli vacip oluyor. Ya intihara zorlanıyor ya da aileden yaşı en küçüklerden bir katilleri bulunuyor. En çok koca, aile içi şiddete katlanamayıp kurtuluşu kaçmakta bulanlar, ister genç, ister evli, ister yaşını başını almış çok çocuklu ana olsunlar.. en yüksek sayılarla her gün yeni cinayetlerde kurban edilenler olup duruyorlar...
 Şimdi iktidarları, göreceli kendini en çok kurtarabilmiş, eğitim alabilen kızlarımızın namus bekçiliğine soyunuyorlar... Erkek ve kızların akılları başlarında olarak özgür iradeleri içinde, arkadaşlık ölçülerinde bile, aynı çatı altında olmalarına devletin hangi anayasal, hukuk devleti düzeni içinde yasak koyabileceğine akıl sır erdirmek olası değilse de... Siyasi rantının korkunç boyutlarda olacağı kuşku götürmez... Toplumda kadın bedeni, namus paranoyası üzerinden öylesine ağır bir travma yaşanıyor ki... Okuyan, çalışan, iki ayağı üzerinde durmaya çalışan kadın kimliğine yönelik erkek egemen kültürde öylesine büyük travma var ki... Dünün cinayet listelerinde, dayaktan kaçmış, çocuklarına bakmak için işe giderken öldürülen kaç kadın vardı?..

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet.

5 Kasım 2013 Salı

Şarap Anavatanında Dışlanıyor! - Özgen Acar

Marmaray kazılarında Âdemoğlu’nun İstanbul’da 8400 yıl önce yürüdüğü ortaya çıkarıldı!
İstanbul’da Âdemoğlu’nun yaşadığı yıllarda Doğu Anadolu’daki  Âdemoğulları ise şarap
içiyorlardı!
Çünkü şarabın anavatanı Anadolu idi!
Âdemoğlu, şarabı Nuh’un keçisine borçludur.
Kutsal kitaplara göre Nuh ve yolcuları tufandan sonra uzakta karayı görürler. 
Nuh’un saldığı güvercinler ağızlarında birer zeytin dalıyla dönerler.
Selamete, günümüzde barışa, yaklaşmışlardır.
Kimi kutsal kitaplara göre gemi Ağrı Dağı’nda, kimilerine göre de Cudi Dağı’nda selamete çıkar.
Her iki dağ da Anadolu’dadır.
Nuh hayvanlarını akşam gemiye dönmek üzere salar, akşam dönüşlerinde keçilerin yürüyüşlerinin
farklılaştığını algılar.Ertesi gün keçileri izler. Keçilerin bir asmanın kısmen çürümeye yüz tutmuş meyvelerini
yemelerinden sonra yürüyüşlerinin değiştiğini görür. Nuh da o meyvelerden yer, o da sallanarak gemiye döner.
Yedikleri meyve mayalanmaya yüz tutmuş üzümlerdir.
Zeytin ve üzüm meyve gibi yenilirler, her ikisinin de aynı baskı yöntemiyle çıkarılan sularından zeytinyağı ve şarap
üretilir.
Arkeologlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın küçümsediği çanak çömlekleri arkeometri biliminin yardımıyla tahlil ettirdiklerinde şarabın anavatanının Ağrı ve Cudi dağları arasında kalan dörtgen olduğunu saptadılar. 
Tarih, Marmaray’daki Âdemoğlu’nun ayak izlerine denktir.
*
Cumartesi günü Cumhuriyet’te Sedat Kurt imzalı haberin başlığı şöyleydi:
“Denizli’de düzenlenen sempozyumda tadım stantlarına bile yer verilmedi.
Şarap toplantısında tek eksik şaraptı.” 2. çalıştay programını Yaşar Tok’tan rica ettim.
Kasım 2008’de yapılan birinci çalıştayın açılışını, şarabın dünyaya Anadolu’dan yayılışını görsellerle anlatan
bir sunumla yapmıştım. Ayrıca Denizli Valisi, Pamukkale Üniversitesi Rektörü de konuşmuşlardı!
Sunulan bilimsel bildirilerde bağcılığın, üzümlerin ve şarapçılığın geliştirilmesi tartışılmış, sergiler düzenlenmiş
ve şaraplar tadılmıştı.Çalıştayın bildirilerini Türkiye Bilimsel ve Teknoloji Araştırma Kurumu (TÜBİTAK)
bir kitapta toplamıştı.
Evet! TÜBİTAK şarapçılığa katkıda bulunmuştu!
Beş yıl sonra AKP iktidarı, şarapçılığın köküne kibrit suyu döküyor. Toplantıdan birkaç hafta önce bir gazetemizde, “Bozcaada’da satılık şarap fabrikası” küçük ilanı yer alıyordu. Amerikan gezi dergisi Conde
Nast Traveler’ın geçen yıl Avrupa’nın en iyi 8 adası arasına aldığı, şaraplarıyla ünlü Bozcada, bu yıl dereceye bile
giremiyordu!
*
Şaraplar üzüm cinslerine göre değişik özellikler taşırlar. Şarabın anavatanı olan yöredeki siyah üzümlerden
Elazığ’ın “Öküzgözü”,
Diyarbakır’ın “Boğazkeresi” binlerce yıllık geçmişe sahip cinslerdir.
Romalılar, Ankara’nın “Kalecik Karası”nı Fransa’ya satarlardı. 
Ama son yerel seçim öncesinde AKP’den belediye başkanlığına adaylığını koyan bir kadın “Bundan böyle
şarap değil, şıra üreteceğiz” deyince seçimi yitirdi.
Günümüzde içki satışı yapanlar, işletmelerini başkalarına devredemiyor, hatta kuruyemiş dükkânlarının
açılmasına bile izin verilmiyor.
İran’ın en ünlü üzüm cinsi “Şiraz”dır. Ancak günümüzde İran’da şarap yasak. Bu bağlardan alınan
aşılarla Şiraz üzümünden Türkiye’de, Fransa’da, Güney Afrika’da, Güney Amerika’da şarap üretiliyor. Bu üzüm,
Fransa’da bir şarap üreticisi aileye de soyadı olmakla kalmadı, Chirac soyadıyla cumhurbaşkanı bile çıkarttı!
AKP iktidarı ile Türkiye’de bağcılığın, şarapçılığın ve dışsatımının köküne kibrit suyunun dökülmekte
olduğunun ciddi işaretlerine tanık oluyoruz. Türkiye’den götürülen aşılar yurtdışında, Şiraz’ın izinde yeşeriyorlar.
*
Toplantıyı düzenleyenlerden Kimya Mühendisleri Odası Genel Başkanı Mehmet Besleme, kapanış
konuşmasını İranlı ünlü şair Ömer Hayyam’ın şu dörtlüğü ile yaptı:
“Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde,
Senden ayığız bu sarhoşhalimizde,
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı,
İnsaf be padişahım, kötülük hangimizde?”

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

3 Kasım 2013 Pazar

Cumhuriyetin Bilimsel Eğitim Yolu - MUSTAFA GAZALCI.

Cumhuriyetin 90. yıldönümü yurdun dört bir yanında çeşitli etkinliklerle kutlandı.
Şenlikler, mitingler, fener alayları, bilimsel toplantılar düzenlendi.
Gazeteler, televizyonlar ‘Cumhuriyet’ için özel programlar sundular.
Devletten çok, halk sahip çıktı ‘Cumhuriyet’e. Evler bayraklarla süslendi. Anıtkabir doldu, taştı.
Ankara’da, oturduğumuz sitede bile bir kutlama yapıldı. Komşular birlikte marşlar söyledi, halay çekti.
Okullar ‘Cumhuriyet’i yasak savar gibi kutlasa bile; İstanbul’da, Ankara’da,
İzmir’de geniş katılımlı, coşkulu toplantılar oldu.

***

26 Ekim 2013 Cumartesi, İzmir’de Konak Belediyesi ile Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin (YKKED) düzenlediği “90. Yılında Cumhuriyeti Yeniden Anlamak” başlıklı sempozyuma katıldık.
Sempozyumda; Cumhuriyetin İlk On Yılı, Cumhuriyet, Demokrasi, Hukuk ve Küreselleşme,Cumhuriyet, Kadın, Eğitim ve Kültür politikaları, yetkin bilim ve sanat insanları tarafından ele alındı.
Dr. Hakan Tartan, Prof. Kemal Kocabaş, Hıfzı Topuz, Dr. Engin Tonguç, Prof. Korkut Boratav, Dr. Niyazi Altunya, Prof. Ataol Behramoğlu, Prof. Özer Ergenç, Prof. Yakup Kepenek, Prof. Engin Berber, Prof. Songül Sallan Gül, Prof. Oğuz Makal, Dr. Alper Akçam ve Dr. Mithat Vural, alanlarında yaptıkları konuşmalar, gösterdikleri belgeler ve fotoğraflarla, ‘Cumhuriyet’i yeniden anlamamızı, düşünmemizi sağladı.
‘Cumhuriyet’ felsefesi ile bugün olanları karşılaştırma olanağı bulduk.

***

Sempozyumda, doğal olarak üzerinde en çok durulan konulardan biri de eğitimdi. Cumhuriyeti kuranların varlık ya da yokluk sorunu olarak ele aldıkları eğitim.
O kadar ki; 1923 yılında, Milli Eğitim Bakanı İsmail Safa döneminde ulusal ve halkçı eğitimi vurgulayan Misak-ı Maarif genelgesi bile çıkarıldı.
Yeni insan tipinin ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ bir anlayışla eğitilmesi istendi.
Onun için öğretmenlere, “Yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır” denildi.

***


İlk 25 yıl, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da bir altın dönem yaşandı, büyük atılımlar yapıldı.
Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati döneminde; karma eğitime geçildi, yeni abece kabul edildi, öğretmenlik saygın bir meslek durumuna getirildi.
Millet mektepleri, halkevleri, eğitmen kursları, köy enstitüleri açıldı.
En uzak köylere öğretmen gönderildi. ‘Klasikler’ dilimize çevrildi.
Eğitim, kültür ve sanat alanında büyük başarılar elde edildi.

***

Bilim yolunda aydınlanma sürerken, İkinci Dünya Savaşı sonrası işler tersine döndü.
Hasan Âli Yücel’in yerine, Milli Eğitim Bakanlığı’na tutucu Şemsettin Sirer getirildi. Ardından, Köy enstitülerini kuran İsmail Hakkı Tonguç ile meslek eğitimin mimarı Rüştü Uzel ve arkadaşları görevden alındı.
‘Öğretim Birliği’nden ödünler verildi. Köy enstitüleri kapatıldı. Üretici, mesleki eğitim yerine; Kuran kursları, imam hatip okulları açıldı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra, ilk ve ortaöğretimde zorunlu din dersleri getirildi. Öğretmen örgütleri kapatıldı.

***

Yaklaşık 11 yıldır tek başına iktidarda olan AKP dönemindeyse, eğitimde bir ‘karşıdevrim’ yaşanıyor. ‘Cumhuriyet Eğitimi’nin tersine, eğitim dinselleştiriliyor, özelleştiriliyor.
Özellikle 2012 yılında getirilen ‘4+4+4’ düzenlemesi ‘Cumhuriyet Eğitimi’nin temeli olan ‘Öğretim Birliği’ni ortadan kaldırdı; ‘8 yıllık kesintisiz ilköğretim’e son verildi.
Ancak ne yapılırsa yapılsın; bu yıl yaşadığımız, gençlerin yarattığı Gezi Parkı Direnişi, ‘Cumhuriyet’e halkın sahiplenmesi, geleceğe ilişkin umutlarımızı artırmıştır. 

MUSTAFA GAZALCI
YURT

Çanak Çömlek Patladı - CAN DÜNDAR

Sedat Alp’i tanıyan azdır.
Karaferyeli’dir; Atatürk’ün
toprağından yani...
Mübadelede İzmir’e
göçmüşler.
1930’ların başında “Avrupasınavları”na girip bir grup
öğrenci ile Almanya’ya gitmiş.
Berlin Üniversitesi’nde
okurken Maarif Vekili ReşitGalip’ten bir mektup almış:
Anadolu Medeniyetleriokuyun” diyormuş mektup...
***
Meclis, 23 Nisan 1920’de
açıldı.
Sadece 16 gün sonra,
Mustafa Kemal Paşa,
Meclis hükümetinden,
Maarif bünyesinde bir “TürkÂsâr-ı Atikası (Eski Eserler)Müdürlüğü” kurulmasını istedi.
Ankara’daki “AnadoluMedeniyetleri Müzesi” de,
yine savaş günlerinde, Kemal
Paşa’nın talimatıyla açılmıştı.
Medeniyet”, öylesine
önemliydi.
1931’de Gazi, Konya’dan
İsmet Paşa’ya telgraf çekip
“Memleketin her tarafında,emsalsiz defineler halindeyatmakta olan kadim medeniyeteserlerinin ilmi şekildemuhafazası ve tasnifi içinarkeoloji uzmanlarına ihtiyaçvar” dedi ve “Dışarı tahsileyollanan talebeden bir kısmınınbu şubeye tahsisini” istedi.
Alp’e, “Anadolumedeniyetleri oku” denmesinin
nedeni buydu.
O talimatla Alp, “Türkiye’ninilk Hititoloğu” oldu.
***
Onu tanıdığımda 90’ındaydı.
Bedeni tekerlekli sandalyede,
ama beyni hâlâ zinde...
Biyografisi üzerinde
çalışırken bize (FatmaSevinç’le birlikte, TÜBA, 2004)1934’te Berlin’de çekilmiş,
bereli bir fotoğrafını gösterdi.
Altında şu satırlar vardı:
“Günde 200 Almanca sözcükezberliyorum. Latince veYunancayla birlikte 3 dili birdenöğreniyorum. Çok çalışmaktansaçkıran oldum.”Sonra İbranice ve Arapça
öğrenmiş. Çivi yazısını sökmüş.
1935’te Atatürk’ün emriyle
Boğazköy kazılarında staja
başlamış.
Paris’ten gelen HaletÇambel oradaymış.
Ekrem Akurgal ise Batı
Anadolu’daki
antikçağ
kazılarında...
***
Bunları niye
yazdım şimdi?
Ulaştırma
Bakanı BinaliYıldırım,
gazetecilere
Marmaray’ı
gezdirirken,
Arkeologlarınengellemesiolmasa projeyi2009’dahizmete açardık” demiş;
“Onlara kalsa 2023’te zorbiterdi” diye de eklemiş.
Daha önce Başbakan,
durumu daha “veciz” ifade
etmişti:
‘Yok arkeolojik çömlek çıktı,
yok şu çıktı, bu çıktı’ ile sürekliönümüze engel koydular. Basitçanak çömlek hikâyesi, bize 4yıl kaybettirdi”.
Nereden nereye?
Memleketin her tarafındaemsalsiz defineler halindeyatmakta olan” tarihi miras,
Erdoğanın dilinde “çanakçömlek” olmuştu.
İğneyle kuyu kazarak bu
toprakların tarihini aydınlatan
arkeologlar da, “projeengelleyicileri...
***
Marmaray’ı geciktirdiği
gerekçesiyle “çanak çömlek
diye aşağılanan bulgu, şimdiye
kadar ortaya çıkarılmış en
büyük gezi filosu...
Marmaray kazılarında neolitik
çağa ve kent tarihine ışık tutan
35 bin eser bulundu.
İstanbul’daki yerleşik
hayatın 8 bin 500 yıl öncesine
dayandığı belgelendi, kentin
yerleşim tarihi yeniden yazıldı.
Ardından Küçükçekmece
Gölü havzasında erken Hitit
izlerine rastlandı.
Arkeoloji dünyasına göre
bunlar, Avrupa’daki ilk Hitit
izleri... Son yılların en önemli
keşfi...
Haberi okurken, bu yıl
doğumunun 100. yılında
andığımız Sedat Alp’i
düşündüm:
Bulguları öğrense, sevinçtentekerlekli sandalyesinden fırlardıherhalde” dedim.
Sonra da kendi tarihini
çanak çömlek” diye aşağılayan
Başbakan’a, “Hangimiz gerçekmuhafazakârız” diye sorardı
herhalde...
Atatürk, “Bir vatana sahipçıkmanın yolu, o topraklardadoğmuş uygarlıkları tanımaktangeçer” demişti.
Yeterince Marmaray övgüsü
okuduk.
Ben de Marmaray’ın
kırıp döktüğü “çanakçömlek”lere sahip çıkan
ve şimdi mirasyedilerin
saldırısına muhatap olan
arkeologları saygıyla anıyor ve
selamlıyorum bugün...


CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

27 Ekim 2013 Pazar

Cumhuriyet'in Çöküş Süreci - ÖZTİN AKGÜÇ

Her ayrım bir ölçüde öznellik taşımakla beraber, Cumhuriyet’in doksan yılı dört ayrı döneme ayrılabilir. Yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş... 1923-1938 yükseliş dönemi, 1939-1980 arası duraklama, 1980-2002 gerileyiş, 2002 de çöküşe giriş olarak nitelendirilebilir.
Atatürk’lü yükseliş yıllarından sonra ülke İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle duraklama dönemine girmiş; savaş sonrası 1950 yılı Demokrat Parti iktidarı da görüş ve uygulama olarak Cumhuriyet’e bir katkı getirmemiş, hatta günümüzde yaşanan olayların tohumları bu yıllarda atılmıştır. 1960 sonrası Atatürk dönemi ilke ve kamucu uygulamalarını yaşatma girişimleri de yeterli politik desteği bulamadığından yaşama geçirilmemiştir.
1980’de gerek 24 Ocak ekonomik kararları gerek askeri yönetimin uygulamaları ile Cumhuriyet gerileyiş dönemine girmiştir. Ekonomik açıdan dış borçlanma, bilinçsiz dünya piyasaları ile bütünleşme, yabancı sermayeyi özendirme, sözde finansal liberalleşme, KİT’lerin tasfiyesi, kalkınma planlarının uygulamadan kaldırılmasıyla adeta Osmanlı’nın çöküş dönemindeki ekonomi politikalarına dönülmüştür. Askeri yönetim, renklenmeye, çeşitlenmeye başlayan fikir ve sanat yaşamını budamış, sol akımları baskılamış, ezmiş, üniversiteleri işlevsizleştirme, kontrol altında tutma düzeneklerini oluşturmuş, sermayeden yana olan politikaları desteklemiş, zaten cılız olan toplumsal örgütlenmeyi, sendikalaşmayı daha da etkisiz hale getirmiş, garip bir seçim sistemi ve barajı ile çöküş sürecine geçişi hızlandırmıştır.
***
2002 yılı AKP’nin iktidara gelişi ile Cumhuriyet’in çöküş sürecine girişi başlamıştır. Dış borçlar kısa sürede 130 milyar USD’den 400 milyar USD’ye yaklaşmış, Cumhuriyet’in ekonomik kazanımları, hem de söve saya elden çıkarılmış, ekonomi tümüyle dışa bağımlı hale getirilmiş, sınaileşme bir yana bırakılmış, gökdelenlerle, AVM’lerle, bazı altyapı yatırımları ile ekonomik başarı kazanılıyor izlenimi verilmeye çalışılmış; algı yönetimi kamuoyunun hafifliğinden, hiffetinden de yararlanılarak başarı ile uygulanmıştır. Türkiye OECD ülkeleri arasında, tüm ekonomik göstergelere göre uzak ara sonuncu iken, The Economist dergisi araştırmasına göre riskli ülkeler arasında uzak ara ilk sırada yer almakta iken, ekonomik başarı övgüleri yağdırılmıştır.
Dış saygınlık, Sayın Başbakan Arap ülkelerine dahi gidemeyecek biçimde kısa sürede yitirilmiş, Türkiye AİHM’de en çok ceza alan ülkeler arasında ilk sıralara yerleşmiştir.
***
Ülkede ayrılıkçı akımlar güçlenmiş, bölünme senaryoları güncelleşmiş, ülkeYıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nı yitirdikten sonra Osmanlı’nın girdiği fetret dönemini andıran bir çözülme sürecine girmiştir. Ülkede mevcut olan Cumhuriyet karşıtı akımlar, güçlendirilmiş, ülkeyi, 76 milyonu kucaklama yaftası altında ayrımcılık yapılmış, yönetimde partizanlık zirveye ulaşmış, Cumhuriyet’i benimseyenler tasfiye edilmeye çalışılmış, başarı da kazanılmıştır. Ülkede yarı diktatör düzenli, dini motif ağırlıklı bir yönetim düzeni oluşturma heveslerini yaşama geçirme hazırlıkları hızlanmıştır. Özgürce düşünebilen, özgürce hareket eden, yaratıcı, vicdanı hür, ulusal kimliği olan genç kuşaklar yetiştirme yerine, başı bağlı, biat eden, düşünme özgürlüğü olmayan, dindar diye nitelendirilen gençlik yetiştirmeye yönelinmiş, eğitime, kurulmak istenen toplumsal düzenin bireylerini şekillendirme hedefi verilmiştir.
Cumhuriyet’in doksanıncı yılında böyle bir tablo hazin. Ancak Cumhuriyet karşıtlığı galebe çaldı, “Türkiye için her şey bitti” karamsarlığına da kapılmamak gerekir. Ufak hesapları, kaygıları bir yana bırakıp Cumhuriyet’e sahip çıkmak bir görev, Bağımsızlık Savaşı’nı yapanlara olan minnet borcumuzun da bir gereğidir.
Önümüzde çöküş sürecini durdurabilecek ve yeniden yükseliş aşamasına geçiş için başlangıç olabilecek üç önemli seçim var. Aslında bu seçimler, Cumhuriyet’in geleceğini belirleyecek halk oylamaları niteliğindedir. Vatandaşların bu bilinçle Cumhuriyet’in geleceği oylanıyor algısıyla hareket etmeleri umut edilir.
ÖZTİN AKGÜÇ

27 Ekim 2013 - Cumhuriyet