4 Ocak 2014 Cumartesi

‘Türkmen’ Söylemi, Seçim Hesabı ve Vakıfbank ‘Rehinli’ TIR - ÇİĞDEM TOKER

HATAY - Sahi Türkmenler nereden çıktı? Bir kere o TIR’ın güzergâhında Türkmenler yok. İkincisi, Suriye’ye insani yardımda bulunuluyorsa neden Türkmenler diye ayrıştırıyorsunuz. İçişleri Bakanı’nın bu ifadesi seçim öncesinde MHP seçmenine oynandığını gösteriyor. Suriyeli Türkmenleri MHP’den başka dile getiren parti var mı?” 
MİT kontrolünde Suriye’ye gönderilen ve mühimmat taşındığı ihbarına karşın, eşi görülmemiş bir yetki kavgası sonucu aranması engellenen TIR için Hatay’a geldim. 
Yukarıdaki sözler de haber duyulur duyulmaz olay yerine giden CHP Hatay Milletvekili Hasan Akgöl’e ait. Akgöl, “malumun ilanı” olarak nitelediği TIR’ın Türkmenlere yardım götürdüğü iddiasının inandırıcı olmadığını, bu farklı yaklaşımla ifade ediyor. Akgöl, yerel seçimlerde bazı illerde MHP’ye yakın isimlerin CHP’den aday olması sebebiyle hükümetin “Türkmen” söylemi çıkararak MHP tabanını hedeflediğini söylüyor. 
‘ABD yönlendiriyor’ 
Hatay her zamanki gibi hareketli. Ancak TIR olayı özel bir durum yaratmamışa benziyor. Tersine kent halkı, zaten bilinen bir durumun “cürmü meşhut” (suçüstü) olarak ortaya döküldüğünü düşünüyor. 
Asıl tartışılan konu ise neredeyse üç yıldır bilinip tartışılan bir konunun neden son iki-iki buçuk ayda “görünür” hale geldiği... 
Bu noktada da olayın algılanışı, “Ankara”dan biraz farklı. Suçüstü yakalanan TIR olayı,“cemaat-hükümet savaşı”nın yeni bir eşiği olarak algılanmıyor. 
Geçen mayıs ayında 52 kişinin yaşamını yitirdiği Reyhanlı patlamasıyla konuşulmaya başlanan “tez”, son olayla yeniden ısınmış: “Amerika hükümetle ipleri kopardı.” 
Evet, sadece Hatay’da değil, TIR olayının “değdiği” Kırıkhan ve Reyhanlı’da konuştuğum vatandaşlardan bu cümleyi defalarca işittim. 
Suriyeli “muhaliflere” yaptığı silah ve mühimmat desteğinin açığa çıkmasında Amerika’nın bir “yönlendirmesi” olduğu kanaati hâkim. 
Silahlar çekilmiş 
CHP’li Akgöl, olay gecesi, hem arama yapmadan geri dönmek zorunda kalan Adana Cumhuriyet Savcısı Özcan Şişman, hem de daha sonra görevden alınan İl Jandarma Komutanı ile ayrı ayrı görüşmüş. Savcı Şişman’ın “Görevimi yapmam engellendi”dediğini ve çok tepkili olduğunu aktaran Akgöl, Jandarma Komutanı’nın ise “Biz kolluk olarak savcıya bağlı değiliz. O nedenle valinin talimatı gelince rahatladık”dediğini aktardı. 
Vali Celalettin Lekesiz’in imzasını taşıyan 1 Ocak tarihli yazının ise Ankara’dan hazırlandığını, Hatay’da sadece “çıktısının” alındığını söyleyen Akgöl, “Yazının altında iki bakanlığa dağıtım notu gülünç. Zaten onlar hazırladı” diyor. 
Bu arada Savcı Şişman’ın dün gazetelere yansıyan “Canımı zor kurtardım” sözünün de abartı olmadığını, gece boyu üç saati aşan MİT-Savcı-Jandarma yetki çatışmasında, “silahların çekildiği” konuşuluyor. 
Hasan Akgöl, MİT’in yargının üzerine çıkan konumunun tehlikesine dikkat çekerken, kendisinin de olay gecesi MİT tarafından “izlendiğini” söylüyor. “Yol boyu nereye uğradıysam, ki buna benzin istasyonu da dahildir, 31 plakalı bir Kangoo araç peşimden ayrılmadı” diyor. 
TIR’daki Vakıfbank haczi 

Bu arada Hatay Valisi’nin yazısıyla MİT kontrolünde olduğu ortaya çıkan TIR’la ilgili ilginç bir ayrıntıya da dikkat çekmek gerekiyor. Arama yapılmayarak “yol verilen” ve şu anda nerede olduğu bilinmeyen TIR’ın basına da yansıyan Emniyet kaydında “hak mahrumiyeti” kaydı var. Kısıtlamayı koyan da Vakıfbank Gimat Şubesi olarak görünüyor. 
Araç alım-satımına aşina olanlar, bu kaydın “haciz” anlamına geldiğini belirterek, bankaların genellikle kullanılan bir kredide ödeme güçlüğüne düşülmesi durumunda, araç satışının engellendiğini hatırlatıyor. Vakıfbank’ın, genellikle kamunun özel hesaplarının bulunduğu banka, Gimat’ın da başkentin toptancılar çarşısı olduğu dikkate alındığında, MİT kontrolündeki bir “yardım TIR’ı”nın kimliği daha gizemli bir hal alıyor. 

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet 

İktidar Değil, Devletin Cumhurbaşkanı - ŞÜKRAN SONER

Anayasal düzenimiz, demokrasimiz iktidarın değil, devletin cumhurbaşkanı kimliğini öngörür. Yani Erdoğan iktidarları sürecindeki hükümetle uyumlu cumhurbaşkanı algılaması, işlevi doğru değil, anayasal hukuk devleti düzeni işleyişi için olumsuz bir sonuçtur. Cumhurbaşkanlığı zabıt kâtipliğine benzer bir onay makamı değil, tam tersi iktidar icraatlarının anayasal hukuk devleti düzeni işleyişi, güçler ayrılığı, kamu yararı, devlet adına denetimini öngörür. Ne yazık ki Cumhurbaşkanı Gül’ün İktidarları ile kopmayan bağları, İktidarları cephesi adına övünç kaynağı olduğu kadar, devlet, kamu yararı adına denetim sorumluluğunun yerine getirilmesi eksikliğidir. Ne yazık ki, İktidarlarının demokratik yetki sınırlarını aşan, Meclis çoğunluğunun yasama gücünün ele geçirilmesi olarak kullanılması icraatlarında, mağdur taraflar adına muhalefet, sivil toplum örgütlenmelerinden gelen Cumhurbaşkanı’nın imzalamaması başvurularına büyük çoğunlukla kulaklar tıkanmıştır... 
AKP’nin 12 Eylül referandumu ile Cumhurbaşkanlığı’nın yarı başkanlık sistemine uyarlama içerikli yetkilerini artırma düzenlemeleri, tek dereceli seçim sistemi dahi yukarıda sözünü ettiğim Cumhurbaşkanlığı’nın genel sorumluluk, işlevlerini ortadan kaldırmamış, ancak İktidarlarına bağlı, sadık üslupla farklı toplumsal algılamalar oluşmuştur. Hâlâ biat kültürünün algılama bozuklukları ile onay makamı Cumhurbaşkanı beklentilerinde önyargılı medyatik pazarlamalar geçerlidir... 

En sık, piyasacılar ağırlıklı kullanılan gerçekleri çarpıtan örnek, Cumhurbaşkanı Sezer’in anayasa kitapçığını fırlatması olayı üzerinden piyasaların çökmesi efsanesi üzerindendir. Sayın Sezer’in üslubunu beğenin, beğenmeyin, Anayasa Mahkemesi’nden gelmiş bir hukukçu, Cumhurbaşkanlığı yetkilerini en azından bağımsız kimlik ve değerleriyle, devlet sorumluluğu algılamaları üzerinden titizlikle kullandığı gerçeğini kabul etmek noktasındayız... O dönemin medya yıldızlarının acımasız eleştirilerine karşı, “Nereden çıktı İktidarlarının anayasal düzen, hukuk devleti, bağımsız yasama-yürütme-yargı düzenine aykırı, kamu yararı, devlet sorumluluğu ile yapılması gereken Cumhurbaşkanlığı denetimleri, onaykararlarında, iktidar beklentileri doğrultusunda onaylanması beklentisi..”sorgulamasını okur gündemine taşıdığımı anımsıyorum...
***
Söz konusu tartışmalarda, TGS Başkanı olarak Cumhurbaşkanı ile Türk-İş yöneticisi sendikacılar arasında yapılmış bir görüşmenin içeriği üzerinden polemikler nedeniyle de uzayan medya tartışmalarında, çok sayıda görüşlerine saygı duyduğum hukukçu, gazeteci de aynı tartışmanın içinde aynı önemli gerçeklerin altını çizmişlerdi. Belleği zayıf toplumumuzda birilerinin çok ucuz siyaset aracı olarak, anayasal sorumluluklarını yerine getirmeyi “Piyasalar krizine yol açan cumhurbaşkanı” olarak pazarlamaları elbet rastlantı değildi. Sistemin hele de günümüzde; devlet adına anayasal yetkilerini kullanan, iktidarı denetleme sorumluluğu olan Cumhurbaşkanlığı algılamasını unutturma, iktidar uzantısı, iktidarla uyum içinde onay makamı cumhurbaşkanı algılamasını yerleştirme çabaları hafife alınmamalı. İktidarlarının demokrasinin özüne aykırı sivil diktatoryal iktidar gücü kazanmasına katkıları azımsanacak gibi değil... 
Gündemimize giren Cemaat-Erdoğan İktidarları arasındaki iktidar paylaşım ortaklığı, kankalık ilişkilerinden bir diğerini gücünün yettiğince tasfiye operasyonu sürecinde yaşanan akıl almaz denetim dışı güç savaşlarında, operasyonlarda, devletin başı olarak cumhurbaşkanına devlet adına yetkilerini kullanması anımsatmalarına, göreve çağırma güncel tartışmalarına gelirsek... Gerekirse Erdoğan’ın Köşk’e çıkması, Gül’ün yerini alması, birlikte yola çıkmış dava arkadaşları, ayrılmaz kanka oldukları vurgulamaları yapılıp durulurken, nasıl olur da birinin İktidarlarının başı olarak AKP, iktidar çıkarlarını, diğerinin tarafsız devleti kollama sorumluluğunu yerine getirebilecekleri sorgulaması, elbette aklın, mantığın gereği olarak gündemimizde, kuşkuların odağında kalacak... 
Hukukun yetkili kurumu barolardan, özel yargının mağduru cezaevlerinde yatanlar adına savunma yapanlar, yakınları, TSK çevreleri, siyasi mağdurların önünde Baykal gibi isimlerden gelen çıkışlar; Cumhurbaşkanı’nın kişisel konumundan gelen beklentileri dillendirmeden çok, anayasal düzen içindeki sorumluluklarını anımsatmak, kamuoyunun, son gelişmeler karşısında Cumhurbaşkanı’nın suskunluğu da dahil, durumun çarpıklığına dikkatleri çekmek olacak... İpin ucu öylesine kaçık ki, en iyi niyetli beklentilerle Cumhurbaşkanı’nın, devletin en üstünde en yetkin makam olarak işlevinin gereğini yerine getirebileceğine ilişkin beklentim, inancım yok... 
İktidarlarının anayasal hukuk devleti düzenimize aykırı iktidar cephesi oluşumlarındaki haksızlık, hukuksuzluk, çarpıklıklar bir bir açığa çıkıyor. Çıkar çatışmasında kolaylıkla rakiplerin tasfiyesi ile işin içinden çıkma operasyonları, tek merkezli iktidar gücü oluşturma çabaları daha bir anlaşılır olabiliyor...

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet  

29 Aralık 2013 Pazar

Rüşvet ve yolsuzluk: Yorumsuz bir trajedi - SİNAN SÖNMEZ

Yılın son yazısında ana tema olarak rüşvet ve yolsuzluğun boyutları ve ekonomiye etkileri ile yeni bütçe ve kesin hesap kanunu arasında tercihte zorlanırken, Fransa’da rüşvet ve yolsuzluğun neden olduğu trajik bir olayı sizlerle paylaşmayı tercih ettim.
Fransız siyasetçi ve devlet adamı Pierre Beregovoy ülkemizde pek bilinen bir isim değildir. Yirmili yaşlara ulaşmadan Nazi işgaline karşı direnişçilerin saflarına katılan, François Mitterand ‘ın yakın yol arkadaşı olan, Komünist Partisi ile yapılmış olan Ortak Program terk edilip koalisyon sona erdikten sonra sosyal-demokrasi ile neoliberalizmi bağdaştırmaya soyunan, Mitterand sonrasında Sosyalist Parti’nin muhtemel Cumhurbaşkanı adayı olarak ön plana çıkan, deneyimli bir siyasetçi kimliğine sahip Beregovoy 1 Mayıs 1993’de intihar etti.
Beregovoy, Mitterand’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde Sosyal İşler Bakanı, Ekonomi, Maliye ve Sanayi Bakanı, Ekonomi, Maliye ve Dış Ticaret Bakanı olarak sekiz yıl kabinede görev almanın ardından, istifa ettiği 29 Mart tarihine, yani intihardan bir ay öncesine kadar Başbakanlık koltuğuna oturmuş, Savunma Bakanı olarak da görev yapmıştır. Beregovoy’un 1983’den intihar ettiği tarihe dek on yıl boyunca Nevers kentinin belediye başkanı olduğunu da vurgulayalım.
Sosyalist Parti’yi ve Fransız kamuoyunu sarsan intiharın arkasında yolsuzluk ve rüşvet iddiaları yer almıştır. Beregovoy’nun yolsuzluk ve rüşvete karşı sert ve ödün vermez bir söylemi sahiplenmesi olayın trajik yönünü ön plana çıkarmaktadır. Parlamento’da Başbakan sıfatıyla hükümet programını 8 Nisan 1992 tarihindeki sunarken, konuya ilişkin kararlığını “yolsuzluğun peşinde olan yargıçlara açık desteğimi vermekteyim. Bazı kamu görevlilerinin yasa dışı yoldan zenginleştiklerinden kuşku duyulmaktadır. Eğer suçsuzlar ise temize çıkarılmalı, suçlular ise cezalandırılmalıdır; her durumda adalet yerine getirilmelidir... Aynı zamanda yargıçların denetiminde yolsuzluk yapanları bilinçli olarak izleyen polislere destek veriyorum... Kişisel zenginleşme için yapılan tüm hilekarlıkları ortaya çıkaracak çabalar sonuna kadar sürdürülecektir. Sürüncemede kalan dosyalar varsa bunlar sonuçlandırılacaktır” sözcükleriyle vurgulamıştır. Sorular üzerine Beregovoy elindeki kağıdı göstererek “bir isim listesi var ancak yeni başbakan ve ihtiyatlı bir politikacı olarak bunu açıklayamayacağım! Hangi düzeyde ve hangi parti mensubu olursa olsun, siyasi faaliyetlerin finansmanına ilişkin yeni kurallara uymayan seçilmişler bilmelidir ki hükümet aman vermeyecektir” diyerek siyasi sorumluluğunu ortaya koymuştur.
Beregovoy’un kararlı tutumuna gölge düşüren ilk olay, finans dünyasının önde gelen isimlerinden olan Lübnan asıllı iş adamı ve aile dostu Samir Traboulsi’nin Fransa’daki siyasi çevrelerin de karıştığı Pechiney-Triangle davası olarak bilinen yolsuzluk soruşturmasından sıyrılmak için dönemin Maliye Bakanı olan arkadaşına yaptığı baskılar ile ortaya çıkmıştır. Ardından meşhur Le Canard Enchaine dergisinin Şubat 1993’de gündeme taşıdığı Beregovoy’u doğrudan hedef alan rüşvet iddiasıdır. Başbakan 1986’da, yani Ekonomi, Maliye ve Sanayi Bakanlığı koltuğunda otururken, Paris’in en şık ve pahalı semti olan 16. Bölge’de konut almak için Mitterand’ın yakın arkadaşı olan iş adamı Roger-Patrice Pelat’tan faizsiz olarak 1 milyon frank borç almıştır. Söz konusu iş adamı Pechiney-Triangle soruşturmasının zanlılarından biri olduğu gibi, kamudan bayındırlık işleri için ihale alan Heulin firması hakkında yürütülen rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının kilit ismidir. Noter onayından geçen ve yasal olan borcun, nakdi olarak değil, miktarı ve değeri bilinmez biçimde ayni olarak (sanat eserleri, mobilya) kısmen ödenmiş olması kuşkuları artırmış, Beregovoy giderek yoğunluğu artan eleştirilerin hedefi haline gelmiş ve siyaseten yıpranmıştır.
Süreç, iki gazetecinin daha sonra cinayet iddiasını ileri sürmesine karşın, intihar ile sonuçlanmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk iddiası resmen kanıtlanamamış olsa da ciddi kuşkular doğmuştur.
Fransa’da soruşturmayı yürüten yargıçlar ve polis üzerinde baskı yapılayamayacağı, gerek kamuoyu gerekse kurumsallaşmış demokratik yapı ve gelenekler böyle bir baskıya izin veremeyeceği için soruşturmanın, demokrasinin yerleşmediği rejimlere göre tarafsız biçimde sürdürülmesi söz konusudur. Buna karşın Beregovoy’un iddiaları ve soruşturmayı kabullenemediği anlaşılmaktadır.
Özellikle siyasi olayların konu edildiği bazı filmlerin jenereğinde olayların ve isimlerin kurmaca olduğu belirtilir. Bu tür jeneriklerden esinlenerek yazı konusunun ve yaşanan olayın ülkemiz ile bağlantısı bulunmadığını belirtelim…
Tüm okurlara, soL ailesine, dostlara ve topluma 2014’ün aydınlık ve güneşli günler getirmesini dilerim.

SİNAN SÖNMEZ
SOL

Büyük Hayalin Çöküşü - ORHAN BURSALI

Türkiye’yi bir başka açıdan ikiye ayırabilirsiniz. İlki siyasetçilerin “büyük Türkiye”hayali, ikincisi ise 12 yıldır inşa edilmeye çalışına “Büyük RTE” hayali. İlk hayali baştaSüleyman Demirel olmak üzere pek çok politikacı paylaştı. İkinci hayal, bu ülke üzerinde bir Tayyibistan Cumhuriyeti kurmak hayaliydi. İlk hayal yerinde duruyor, herkesin paylaşımına açık! İkinci hayal ise yerle bir olmuş durumda! Tayyibistan’ın 12 yıllık pratikte ne demek olduğunu üç kalemde özetleyebiliriz:

Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiyesi İkinci Cumhuriyet değildir, Üçüncü Cumhuriyet denemesidir.İlk Cumhuriyeti, kurucusu Atatürk ile sonlandırmak gerekir.
Atatürk’ün hedefi, bu ülkenin yaratıcı bütün unsurlarını ayaklandırarak bilime, araştırmaya, uçak fabrikalarına, sanayiyi kurmaya, demiryollarıyla bütün ülkeyi sarmaya ve bütünleştirmeye, çağın insanını, evet bir ülke zenginliğinin ve mutluluğunun en büyük kaynağı olan kaliteli, yetenekli çağdaş insanı yaratmaya yönelikti.Yani ayakları üzerinde duran, dünyaya durduğu çıktığı yükseklerden bakan ve bu temel üzerinde özgürce büyüyen bir ülke.
***
Bu büyük insandan sonra Cumhuriyeti devralanlar farklı bir cumhuriyet politikası izlediler. Atatürk’ün temellerini attığı her şeyi adeta tersine çevirdiler. Sadece bir noktayı söyleyeceğim: Uçak fabrikalarını kapattılar.. Yeter mi derdimi anlatmaya! Daha neler neler.. Bu konuda o kadar eser var ki ortada! Sonuçta, Batı’nın ileri karakolu olarak savaş cephesi bir ülkeye dönüştük.Özeti şudur Atatürk sonrasının: Size para veriyoruz, yardım ediyoruz, siz bu parayla ihtiyacınız olan her şeyi bizden satın alırsınız. Sizin üretmenize gerek yok.
İşte İkinci Cumhuriyet budur... Şüphesiz 1960’tan sonra, Türkiye yeniden, kuruluş genlerinde yatan “üretici olmayı” yer yer keşfetmedi değil ama iç savaş ortamları yaratıldı, Hazine’yi talan ortamları hiç eksik olmadı, darbe ortamları oluşturuldu, Türkiye ABD ve Batı’nın ihtiyaçlarına göre tasarlanan ve güdülen bir ülke oldu. Özetşudur: 60 yılda 20 kadar ekonomik kriz ve yoksulluğun bir türlü aşılamaması. 2001 krizi adeta bu İkinci Cumhuriyet’in de sonunu hazırladı.
***
Çünkü İkinci Cumhuriyet’in Türkiye’yi yöneten tüm partileri, son büyük krizle birlikteiflas etti, dağıldı çöktü kapandı.
RTE, farklı bir
 kökenden gelen siyasi anlayışın temsilcisiydi. İkinci Cumhuriyet’in neredeyse bütün sağ partileri CHP’den üremişti. Erbakan hareketini bunlardan ayırmak gerekir. Hele hele RTE’nin anlayışını neredeyse tamamen ayırmak gerekir.Bu anlayışı Cumhuriyet’ten çok Cumhuriyet öncesi dini akımlardan da alıyordu. RTE,Üçüncü Cumhuriyet’in temellerini attı. Nasıl ve nelerle?1) Doğrudan İslamcı siyasi parti niteliği ve buna uygun içeride örneğin eğitim ve toplumsal hayatı onun anlayışına göre yeniden tasarlamaları ve dış politikalarıyla...2) Cumhuriyet’i yaratan ve kuranları, Atatürk ve arkadaşlarını (iki ayyaş!) ve Cumhuriyet’in kuruluş aşamalarını (1938’e kadar) reddeden politikalarıyla! (Sahte ve reddiyeci uyduruk yeni bir tarih yaratma çabası.)3) Uluslaşmayı reddeden, ulusu, ulusalcılığı reddeden, millet yerine ümmeti (İslami temelde birleşme.) geçirmeye yönelik politikalarıyla.
4) Sanayileşmeyi gerileten, bunun yerine inşaatçılığı geçiren ve el parası ve milletin varlıklarıyla bir tüketim cenneti vaat eden politikalarıyla.
5) RTE “ekonomik cenneti” iki ayak üzerinde kuruldu: Biri dışarıdan 400 milyar dolar borçla içeride tüketimi pompalaması. Bu milletin varlığı olan malı, mülkü, sanayisini satıp savurarak 60 milyar liralık bir de ek kaynak yaratması. Dahası var ama burada bu kadar!
Geçmiş Olsun Ülkem!Tayyibistan Cumhuriyeti, sadece Birinci değil, önemli ölçüde İkinci Cumhuriyet’in de reddine dayanıyordu. Bu nedenle Üçüncü Cumhuriyet denemesi sıfatını tam anlamıyla hak ediyordu.
Şimdi bütün bunlar bitti. RTE hâlâ iktidarda görünse de sona erdi.Geçmiş olsun, sevgili ülkem! 12 yılda bu tarihin akışını tersine çevirmeye yönelen bu girişim sona erdi. 2023, Tayyibistan Cumhuriyeti’nin tam ilanının tasarlandığı tarihti! Cumhuriyetin 100 yılı! Atatürk ve Cumhuriyeti’nin bütününe yönelik bütün bu toplam politikaların hesabı, Recep Tayyip Erdoğan’ı Atatürk’ün yerine, yeni büyük kurucu olarak geçirmeyi hedefliyordu. Suriye Savaşı ile göğsüne bir savaş kahramanı madalyası takabilseydi, kurucu görüntüsü tamamlanacaktı!
Atatürk’ü ve yaptıklarını aşmak boy bos meselesi değildir.
Bu hayal, Bakanlar Kurulu’nun istifa enkazlarının altında kaldı. O fotoğraf yani oğlunun,babasının yanı başında, millete tweet atarak hakarete yeltendiği o fotoğraf da tükenişin ve bitişin görüntüsüydü.
Hele hele o vakıf var ya o vakıf! Ona enkazın ta kendisi olarak bakınız lütfen!

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Onur Kırılması - ÖZTİN AKGÜÇ

Günümüzde öyle yorumlar, olaylar, davranışlar, tutumlarla karşılaşılıyor ki “haysiyetkırıcı” sözcüğü çok hafif kalıyor. Bazı davranışlar, tutumlar, yorumlar, bilgiler,göstergeler toplum olarak, ülke olarak onur kırıcı; insan olma niteliğine uygun olmayandavranışlar ile kişiliksizlikler de birey olarak haysiyet kırıcı, hatta yüz kızartıcı.Şu tür yorumlar, yayınlar, bilgiler, göstergeler toplum, ülke olarak onur kırıcı: “Atlantik ötesi duruma el koydu. Atlantik ötesi sonucu belirler. Atlantik ötesinden onay. Atlantik ötesinden ileti (daha doğrusu gelen talimat-direktif). AB ilerleme raporunauyum. AB müktesebatına uygun yasal düzenleme. AİHM’den (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) yağdırılan cezalar. Yolsuzluk, insan hakları ihlali, tutuklu gazeteci sayısı” gibi olumsuz göstergelerde dünya genelinde ilk sıralarda bulunma, buna karşı eğitim düzeyi, yaşam kalitesi, kişi başına gelir gibi göstergelerde ortalarda, hatta geri sıralarda yer alma, ülke açısından, toplum olarak onur kırıcı, yüz kızartıcı.
Bir toplum bağımsızlığı, özgürlüğü, egemenliğe sahip olmayı hak etmiyorsa, uzun süre gerçek anlamda bağımsız, özgür yaşayamaz. Bazı güçler ülkeye doğrudan olmasa bile dolaylı olarak el koyar. Egemenlik ulusundur ilkesi kâğıt üzerinde kalır; birisi ya da birileri, “egemenlik ulusundur” alalaması ile egemenliği kişisel olarak kullanmaya yeltenir.
***
Bireyler onurlarını korumalı, kişilikli davranmalı, duruş sahibi olarak çizgilerinisürdürmeli, topluma, ülkeye karşı sorumluluklarının bilinci ile hareket etmeli,kendilerini küçük düşürücü davranışlardan kaçınmalı, çıkar hesapları veyabeklentileriyle kimsenin önünde eğilmemeli, yalakalık yapmamalıdır. Kişi, kimseninönünde diz çökmemeli, kimsenin kendi önünde diz çökmesine, yalakalık yapmasına,kişiliksiz davranmasına da izin vermemeli, bunları hoş karşılamamalıdır.Gabilik, dinozorluk, çağ gerisi gibi nitelendirilebilir, ama Rönesans döneminin “Vita Activa” kuralının günümüzde de geçerli olması gereğini düşünün. Kurala göre aktifyaşam içinde insanlar önce ülkeleri, sonra diğer vatandaşlar ve aileleri, son olarak da kendileri için çaba harcamalıdırlar. Günümüzde bu tür görüşlerin, inançların yerikalmamış, etik değerler altüst edilmiştir. Bu tür özlemler gülünç gibi de gelebilir.Bakınız, günümüzde “vita activa” kuralına uygun davranan, tanımlamaya çalıştığımız biçimde yaşamı boyunca onurunu, saygınlığını korumuş, cesur davranan, tutarlı, düzgün çizgisi olan kaç kişi görebileceksiniz? Ama kendini öyle sanan, kendilerinde bazı artamlar (meziyetler) vehmeden, sanısına kapılan tipler gani, gereğinden fazla. Günümüzde Mevlana için törenler düzenleniyor. Mevlana’nın düşünceleriyle anılması her açıdan yerinde, olumlu bir davranış; ancak Mevlana’yı anarken şu gözlemini tümcesini de anımsamak, anımsatmak yerinde olur: “Ne elbiseler gördüm içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında giysi yok.” Günümüz için söylenmiş gibi.
***
Siyasal tartışmalara, TV kanallarında yapılan açık oturumlara yorumcu, bilgi sahibi, uzman diye çağrılan kişilere bakın. İstisna oluşturan birkaç isimden özür dilerim. Genelde, bilgi yoksulluğu, fikir sığlığı, duruş tutarsızlığı, vatandaşa, bilime, hatta diğer çağrılan kişilere saygılı olmama, belli çevreye hoş görünme kaygısı, zaman zaman güçlü gördükleri kişilere yalakalık yapma gayreti gözleniyor. Uğur Mumcu zaman zaman eleştirir, yakınırdı. “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” diye. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, kulaktan dolma bilgileri yeterli görmek ne yazık kitoplumsal bir eksikliğimiz. Ancak vatandaşı aydınlatma işlevini üstlenmiş kişilerde butürlü eksikliklerin olmaması gerekir. Gazeteci diye sunulanlarda eksiklikler olmasınısineye çekelim, ama bürokraside, eğitim kurumlarında görev alanlarda bu türlüeksikliklerin varlığı facia. Tartışmalar Hyman Ricker’in şu tümcesini anımsatıyor:“Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinlerse kişileri konuşur.”Günümüzde ülkemizde gözlem yapmış gibi. Dilek olarak kalsa da yeni yılın ülkem için onurlu bir yaşam yılı olmasını dilerim.

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

Tükeniş Alametleri - CAN DÜNDAR

NTV, Başbakan’ın konuşması bitmeden yayını kesince anladım yolun sonuna gelindiğini...
Bir de sadık patronunun, “İnsanoğlu akışkandır” diye özetlenebilecek yılbaşı mesajından...
Nicedir hazırolda duran sermaye çevreleri, “Böyle gitmiyor” diye akışkanlaşıyorsa, yarın hesap sorulacağından korkan bürokratlar panik halinde saf değiştiriyorsa, düne kadar baştacı edilen gazeteler “Sen de çok oldun” korosuna dönüşüyorsa...

“Borsa” denilen tapınak tenhalaşmışsa, “sıcak para” denilen yara bandının gözü dışardaysa, gidişatı sezen mürettebat, filikalara atlayıp gemiyi terk etmeye başladıysa, anlayın, yolun sonunun yaklaştığını...
Tepkiniz, su alan delikleri tamir etmek değil de gidenleri “Hain” ilan etmekse, sonunuz hızlandı demektir.
***
Tükenişin başka alametleri de var:
Öfkeyle şişen yanaklar, nefret kusan dudaklar, kibir yüklü nutuklar mesela...
“Bütün dünya karşımda” paranoyası...
“Yedirtmem” inatlaşması...
Sağlıklı düşünme yetisinin yitişini belgeleyen sürekli taarruz politikası...
En yakınım dediklerine, “Kendi ipini çek” çağrısı...
Beraber ıslanmadık mı biz bu yollarda” cevabı gelince
“Yazıklar olsun” suçlaması...
Çevrenin günbegün boşalması, sağduyulu seslerin hiç duyulmaz olması, huzura sadece “Ne güzel bağırdınız hünkârım” diyenlerin alınması...
Hünkârın ha bire “kefen”i hatırlatması...
Tarih kitapları, Atilla’dan İskender’e, Hitler’den Stalin’e bütün tek adam iktidarlarının final bölümünde bunları yazıyor.
***
Sırtı duvara dayanmış halde, çevresini saranlara kılıç sallayan birinden sağlıklı düşünmesini beklemek zor.
“Bugün bana saldıran yargıyı ben politikaya soktum. Çocuklarımızın evlerini basan polisi, iktidar ortaklarıma ben teslim ettim. Bir günde muhalifim haline gelen medya benim eserim. O banka müdürlerine paraları eve yığacak cesareti ben verdim. Çevremde sağduyu telkin edenlere güvenmedim, hepsini tepeledim” diye düşünmesi zor.
Yenik zihin, olsa olsa “Öyle mucizeler yarattım ki kıskanç düşmanlar çekemedi” diye bakar.
İnönü’nün deyişiyle “suçluların telaşı içinde” öfke kusar.
“O kadar tehlikeliysem Batı niye 10 sene alkış tuttu” sorusunu sormaz.
Bugün “paralel devlet”, “iç tehdit”, “dini kullanan çete reisi” dediği adam için, daha geçen sene “Dön gel, hasretinden yanıyoruz” konuşması yaptığını hatırlamaz.
“Bir gün mağdur-bir gün mağrur” oyununun artık seyirci çekmediğini anlamaz.
“Küresel güçler başarısını çekemedi” dediği banka genel müdürünün evinde balya balya dolarların ne aradığına bakmaz.
Yapabildiği, eleştirilere kulak tıkayıp kitlelere sığınmak, onların tezahüratına kanmak, bu illüzyondan medet ummaktır.
Oysa bu bir tuzaktır.
Tarihten biliyoruz ki, kitlelerin “Bizi bırakıp gitme” yakarışı ile “Çek git artık” çığlığı arasında sanılandan kısa bir süre vardır.
***
Ne dış güçlere ajanlık yapan bedduacı çete, ne faiz lobisi, ne savaş lordları...
Başbakan, kibrin küreğiyle kazdı kendi kabrini...
Ağıdı, “Kendim ettim, kendim buldum” olmalıdır.
KULAĞIMIZA GELİYOR
Duyuyoruz:
Hükümetten umudu kesen cemaat, yeni işbirlikleri arıyormuş.
Muhalif partilerle, muhtelif iktidar alternatifleri pişiriliyormuş.
Daha önce Ecevit’e aracılık yapmış birileri devreye giriyormuş.
“Başka türlü iktidar olamayacağız” diye düşünenler, her gece Mehtap’a bakıp hayale dalıyormuş.
Hizmet’te kusur edilmiyormuş.
Erdoğan’ın tecrübesi gösterdi ki, cemaat desteğiyle hükümet olunabiliyor, ama iktidar olunamıyor.
Bürokrasiye, yargıya, polise, istihbarata yerleşen güç, sıkıldığı zaman üstündeki süvariyi deviriveriyor.
Zoraki nikâhlar çabuk dağılıyor.
İlkeli siyasete, belki hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

28 Aralık 2013 Cumartesi

2013 RTE İçin Kâbus Yıl Oldu - NİLGÜN CERRAHOĞLU



25 Aralık gecesi kabine değişikliğini açıklamak için TV önüne çıkan Erdoğan’ı izlerken 12 Haziran 2011 zafer konuşmasını hatırladım. Tahtından tebasına seslenen sultan edasıyla yaptığı balkon konuşması varya o hani:Bugün küresel ölçekte mazlumların, mağdurların umudu kazanmıştır” demişti Erdoğan:
Bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Ankara kadar Şam kazanmıştır. Diyarbakır kadar Batı-Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. BugünTürkiye kadar Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Avrupakazanmıştır. Bugün demokrasi kadar özgürlük, barış, adalet, istikrar kazanmıştır. Şunu büyük gururla ifade etmek durumundayım. Türkiye artık bölgesine ve dünyaya örnek teşkil edecek demokratik olgunluğa ulaşmıştır… Hey gidi, dedim.
Bir konuşma bu kadar mı mazi olur?
Bir karizma bu kadar mı çöker ve çizilir?Aradan asırlar geçmiş gibi.
Nerede iki buçuk yıl önceki Erdoğan’ın Kudüs’ten Saraybosna’ya…” afra tafraları?Nerede 2013 sonunda karşımızda gördüğümüz bu keman yayı gibi gerilmiş, sinirli, tedirgin insan?
Gözaltları derin hatlarla kırışmış, yüz kasları gerilmiş, dudaklar kurumuş ve bembeyazkesmiş…
Bu görüntüyü öyle yadırgadım ki bir an için ekran ayarında bir problem var diye düşündüm…
Yeni kabine üzerinde Köşk’te uzayıp giden görüşmenin ardından hükümete giren on bakanı açıklamak üzere kamera karşısına çıkan Erdoğan, önündeki isimleri okumakta bile zorlandı. Bir ara duraksayıp hatta sağa sola bakındı ve bir bardak su istedikten sonra “savaş kabinesinin” adlarını okumaya ancak devam edebildi…
Bayraktar’ın “yıldırım çakan istifası” başta olmak üzere gelişmeler anlaşılan AKP liderini gafil avlamış ve şalterlerinin hepsini birden attırmıştı.

‘Annus horribilis’
2013 Recep Tayyip Erdoğan için gerçekte talihin görünür biçimde yön değiştirdiği biryıl oldu.
Hani Latincede “korkunç yıl” anlamında kullanılan bir “annus horribilis” deyimi vardır ya öyle.Başbakanın yüzünde, başına gelenlere inanamakta güçlük çeken hayalet görmüş gibibakan bu ifadeye, Gezi’de de tanık olmuştuk.

Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Avrupa”ya iftiharla, “örnek” diye sunduğu “ılımlı İslam Türk modeli”, ilk kez Gezi’de karaya oturmuştu.
Türk modeli”nin tedavülden çıkarılmasıyla sonuçlanan Gezi başkaldırısı yetmiyormuş gibi ardından baş kanka Mursi de alaşağı edildi.
Erdoğan için yaz sonu bir ümit Washington’ın Esad’ı devirme planları gündeme geldi.
Tam eli kulağında derken… Şok şok şok. Putin devreye girdi ve askeri müdahale gündemden kalktı, Erdoğan’ın yeminli düşmanı Esad yerinde kaldı…
Bunun üstüne Washington bir de Tahran’la umulmadık açılım başlattı. Humeynidevriminden bu yana Acem diplomasisinin “Büyük Şeytan diye betimlediği ABD ile doğu komşumuz arasında buzlar aniden eridi.
Fethullah Hocacılarla Erdoğan arasındaki kavga Ortadoğu’da işte birkaç ayda tüm taşların değiştiği, yerinden oynadığı böyle bir ortamda patlak verdi.
‘Tepkiler skandallardan daha kaygılandırıcı’
Erdoğan’ı Erdoğan yapan dış konjonktürün tüm ana kolonları çökmüş; “Gezi” ile baş gösteren iktidar aşınması, Gülen kavgasıyla bir “çözülmeye” dönüşmüştü.
Yolsuzluk skandallarına Erdoğan’ın verdiği hukuk dışı tepkiler; şimdi ayrıca bir “meşruiyet sorunu yaratıyor...
Obama’nın Ortadoğu uzmanlarından “akil adam” Juan Cole gelinen noktada örneğinErdoğan’ın yolsuzluk skandallarına verdiği tepkinin, skandalların kendisinden daha kaygı verici olduğunu” belirtiyor.
Türk Modelinin Sonu mu?” başlığıyla çıkan yazısında “AKP yetkililerine yöneltilen yolsuzluk suçlamaları doğru mu değil mi bunu bilemem diyen Cole sözü şöyle bağlıyor:Doğruysa da şaşırmam… Ancak Erdoğan’ın konuyu gündeme taşıyanlara karşı sergilediği tavır, daha kaygı verici. Demokrasilerde, hükümete yönelik hoşnutsuzluklar kamuya açık tartışılabilmelidir. Eleştirenleri tehdit etmek, kabahati dış sefaretlere yüklemek, doğru değil. İş öyle yere geldi ki gazetecilik için Türkiyedünyanın en tehlikeli ülkelerinden biri oldu!
Bunlar, Erdoğan ve “Türk modelinin” son döneme dek en büyük destekçilerinden olan bir “Washington akilinin” sözleriForeign Policy” dergisi ise “Türk modeli”nden de öte doğrudan “Erdoğan’ın Sonu mu?” başlığını taşıyan son yazısına “Türkiye’ de tüm dış politika uzmanlarının yakından izlemesi gereken çok büyük bir olay yaşanıyor” cümlesiyle girerkenErdoğan’ın art arda hata yaptığını, güvenilmez seyire girdiğini, giderek baskıcı ve daha kabadayı tavır aldığını, sadece düşmanlarını ve Gülencileri değil yanındaki insanları da yabancılaştırdığını ve siyasi sermayesinin, hiç yenilmez görünen‘aura’sının çatladığını” söylüyor...
Washington kısaca tetikte: Erdoğan’ın dehşet veren bu “annus horribilis”ten nasıl çıkacağını izliyor.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

2. Dalga’dan Büyük Bir Rant Öyküsü - ÇİĞDEM TOKER

İkinci soruşturma dalgasında, mal varlıklarına tedbir konulan işadamlarının büyük bölümü, kamuoyunun yakından bildiği isimler. Bu isimler arasında, bir dönemTelekom özelleştirilmesinde tartışmaların odağına yerleşen Abdullah Tivnikli’nin yanı sıra ortağı Mustafa Latif Topbaş da yer alıyor.

Her iki ismin de adı daha yakın zamanda birlikte ortak oldukları Akabe İnşaatdolayısıyla TBMM gündemine geldi.2. dalga kapsamında olduğu konuşulan ve içinde; Halkbank’ın, 5 milyon metrekarelik arsanın ihalesiz satışı, muvazaalı şirket operasyonları olan büyük ve karmaşık bir hikâyeyi anlatma zamanı: Başlangıcı 15 yıl öncesine giden bir rant öyküsü bu:
● Meksan Makina adlı şirket, 1998’de Halkbank’tan 5.8 milyon dolar kredi kullanıyor.Karşılığında İstanbul-Pendik’te 5 milyon metrekarelik bir arazi teminat olarak alınıyor.●Geri ödemelerinde sorun çıkması üzerine, banka krediyi yasal takibe alıyor. Meksan, Temmuz 2009’da mahkeme kararıyla iflas ediyor.
●Halkbank, icra takibinde 137 milyon TL olarak hesapladığı alacağını, iflas masasına 50 milyon TL olarak bildiriyor. Böylece Meksan’ın Halkbank’a borcu 86 milyon TL düşürülüyor.
Halkbank 110 milyon TL’den vazgeçti
●2011’e gelindiğinde ilginç bir gelişme oluyor. Halkbank, icra takibinde 137 milyon dolar bildirdiği alacağını Akabe A.Ş. adlı şirkete 15 milyon dolara temlik ediyor.●Normal koşullarda, kamu bankalarının, “kalitesiz alacaklarını”, BDDK’ce belirlenmiş Varlık Yönetim Şirketleri’nden birine devretmesi gerekiyor. AncakAkabe, 2001 krizi sonrasında geliştirilen bu düzenleme kapsamındaki şirketlerden biri değilBöylece bir kamu bankası olan Halkbank, 137 milyon TL’lik alacağını, o günün kurlarıyla 27 milyon TL’ye devrederken 110 milyon TL’den vazgeçiyor.
● Akabe de Meksan’ın ödeyemediği kredi borcunu 13 yıl sonra “elverişli koşullarda”devralmış oluyor. Ortaklar: Mustafa Latif Topbaş, Mahmut Muhammet Topbaş ve Abdullah Tivnikli.● Bu devirden 7 ay sonra Meksan’ın iflas masası toplanıyor.
Üç günlük şirkete göz göre göre...
Şimdi başa dönerek Halkbank’ın teminat olarak aldığı o çok kıymetli arazinin başına gelenlere bakalım:
● 20 Haziran 2012’de Meksan’ın 1998’de aldığı krediye teminat olarak gösterdiği 5 milyon metrekarelik arazinin 120 milyon TL’den az olmamak üzere “pazarlıkusulüyle” satışına karar veriliyor.
Meksan alacaklılarından Av. Ufuk Erdoğan Sabuncuoğlu“Pazarlık yanlış. İhale açmanız gerekir” dese de itirazı kabul görmüyor.● 120 milyon TL’den satışa çıkarılan bu arazinin değerine Kadıköy 3. İcra ve İflas Müdürü’nün görevlendirdiği bilirkişi itiraz ederek, arazinin değerini 198.6 milyon TL olarak takdir ediyor.

●Ancak iki itiraz da sonuç vermiyor. Ve 30 Kasım 2012’de pazarlık usulü satışa çıkarılan arazi, tek alıcı olarak katılan Güven Enerji’ye 120 milyon TL’ye satılıyor.
Şimdi sıkı durun:
1. Güven Enerji bu satıştan sadece üç gün önce el değiştirmiş bir şirket...
2. Arazi satışına katılmak için gerekli olan 40 milyon teminatı da Al Baraka’dan sağlamış.3. Güven Enerji’nin şirket adresi; Eksim Holding ile aynı.4. Eksim Holding’in büyük ortağı ise Abdullah Tivnikli.
Darbe mi dediniz?Toparlayacak olursak:Bir kamu bankasının batık alacağını değerinin çok altına devralan da, o alacağı ipotekli çok kıymetli gayrimenkulü satışa çıkaran da, satışa çıkan araziyi alan da aynı kişiler...
Buraya kadar yazdıklarımın bir kısmı, CHP milletvekilleri Oktay Ekşi ile o dönem KİT Komisyonu üyesi olan Aykut Erdoğdu tarafından TBMM gündemine taşındı.
Bu rant öyküsüne rağmen, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını hâlâ “darbe” diye niteleyen, Halkbank’ı da küresel güçlerin yıkmak istediğine inananlar şüphesiz olacaktır. Yine de bu dosyanın tamamının belgeli olduğunu not düşelim. O çok sevdikleri deyimle, “tüyü bitmemiş yetim hakkı” adına.

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

26 Aralık 2013 Perşembe

Çökmeden Bu Sular Durulmaz - ORHAN BURSALI

Duyduğumuz çatırtı sesleridir, dedik; 2013’ü bile çıkartmayabilir, dedik. Yerel seçimlere, marta kadar uzanması zor, dedik. Beklenen, ikinci dalga operasyon küt diye geldi, hükümet darmadağın oldu. Genel seçimlerin erken erken yolu gözüktü.Sevgili arkadaşım Mine Kırıkkanat’ın dünkü yazısının G Noktası’nda, Hey Türkiye Nasılsın, kitabımdan yaptığı uzun alıntının sonu şöyle bitiyordu: “Böyle rejimlerin günümüzde yıkılışları kaçınılmazdır da. Uzun zaman almaz, merak etmeyin.”
Siyasi yönü de olan maddi olaylara dayalı ciddi bir operasyon başlamışsa yarıda kesilmez. Cemaat savcılarının torbasında bir atımlık barut olamazdı. Nitekim gerisi geldi. Başbakan da “saldırılarını sürdürecekler” diyerek aslında iktidarlarının daha soruşturulacak çok yönü olduğunu bir tür itiraf etmiş oluyor. Savcılık sorgulama istiyor, hükümet polisi uygulamıyor haberleri yayılıyor.İktidar düşerse o zaman görün, 12 yıllık keyfi yönetimlerin, hukuksuzlukların soruşturma haritasını.Bu olasılık, iktidara sımsıkı sarılmak için en önemli nedendir.
Öyle ki Başbakan iktidara yapışmayı, milli mücadele savaşı ilan etti!
***
Başbakan’ın dünkü konuşmasını yorumlarsak iktidarına karşı olan herkesi adeta düşman ilan ediyor.
Şu denkleme bakın: Biz iktidarız = bizi millet seçti = bize karşı yapılan bütün bu suçlamalar millete karşı yapılmış sayılır = o halde millete savaş açılmıştır = milletin buna yanıtı milli mücadele savaşı ile olur.Beğendiniz mi?
Adeta bir “iç savaş” çağrışımı var konuşmasında. Tehlikeli sular hem de çok tehlikeli.Bir suçlama varsa yapılacak olan sessiz sedasız sonuçlarını beklemektir! Onu örtbasetmeye yönelik her söz, davranış ve müdahale, suçlamalara daha baştan haklılık kazandırır. Başbakan bu yola girmemeli.
Rüşvet ve yolsuzluk iddiaları küresel komplo imiş, küresel sermayenin saldırısıymış, büyüyen (yani yükselen gökdelenler ve betonlaşan ülke!) Türkiye’yi durdurmaya yönelikmiş.
Hükümetinize yönelik suçlamalar rüşvet ve yolsuzluk. Dünyanın her yerinde,bakanlara yönelik böyle suçlamaların “siyasi sonuçları vardır. Örneğin bakanların değişmesi, hükümetin düşmesi, istifalar falan... Bunların hepsi, soruşturmaların doğal siyasi sonuçlarıdır. Rüşvet ve yolsuzluk iddialarını, siyasi operasyon olarak nitelendirmek iddiaları örtbas etme girişimi olabilir ancak.Bir hükümete karşı “siyasi operasyon”, rüşvet iddialarıyla olmaz, siyasal girişimlerle olur.
Mesela hükümet üyelerini kandırır ve istifa ettirirsin ve hükümeti düşürürsün.Meclis’te gensoru verirsin, hükümeti düşürürsün…
***
Başbakan’ın iki has danışmanı Yalçın Akdoğan ve Yiğit Bulut, aynı gün Star’daki yazılarında, “Milli orduya komplo” kurmakla suçladı cemaati. Bunlar itiraftır, subaylara karşı kurulan tezgâhın, pırıl pırıl insanlara yapılan zulmün itirafları.Önceki gün Ayşenur Arslan’ın Kanal Sokak’taki medya programında bunu konuştuk. Üç yönü var bu yeni gelişmenin.
İlki cemaatin devlet, yargı, polis vb. içindeki örgütlenmesini “illegal yapılanma” diye savcılığa havale etmesi. Bu çerçevede, “Cemaat orduya yönelik kasıtlı operasyonlarını, darbe yapacaklardı diye bize de yutturdular” gibi bir gerekçe... (Bu iki danışmanın bu açıklamaları, davanın yeniden görülmesi hatta iptalleri için ciddi gerekçelerdir.)İkincisi, iktidarın yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarıyla karşı karşıya kaldıkları büyük yalnızlığı delmek, iktidarın çökmesini önlemek ve cemaati yalnızlaştırmak için, ittifak arayışları.Üçüncüsü de TSK’de hükümet için tehlikeli olabilecek ciddi bir cemaat örgütlenmesi varsa, ordu içinde de bir operasyon hazırlığı düşünüyorlar demektir.
Her durumda, Silivri kısa zamanda hemen boşaltılmalıdır ve boşaltılacaktır…
***
Sonuç: Bu savaş durulmaz. Bir taraf, her türlü önlemle bertaraf edilecektir. İki tarafın da gerekli siyasi bedeli ödemeleri gündemdedir.
Silivri yargılamalarındaki büyük haksızlıklar da siyasi bedelin bam tellerinden biridir..
O günlere hızla geliyoruz.
RTE’nin de, Deniz Feneri davasında olduğu gibi bu yolsuzlukları öyle kolay örtbas etmesi beklenmemeli.
Bütün rüşvet ve yolsuzluk iddialarını reddederek saldırmak ve örtbas etmek yargıya öyle bir müdahaledir ki sonuçları feci olur.
Ne yazık ki Başbakan dünkü konuşmasında bunun işaretini verdi.
Ye herro ya merro dönemine girdik..
Ama ya herro ya merro siyasi bir yöntem ve iktidar olma biçimi asla değildir. İktidarın bütün yasal zeminini ortadan kaldırır.Sanki Başbakan hızla yasal olmayan bir zemine kayıyor.

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Erdoğan’ın Kontrolü Kaybettiği An- UTKU ÇAKIRÖZER

Batı demokrasilerinde, bakanları, bürokratları ve aile bireyleri böylesine büyük yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla suçlanan bir başbakan tereddütsüz istifa eder. Ancak yolsuzluk ve rüşvet operasyonu başladığı günden bu yana Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kafasında bambaşka bir plan var.
Önce halkta hâkim “yolsuzluk” algısını değiştirecek bir “illüzyon” yaratmaya koyuldu. Aynı Gezi Parkı protestoları sonrasında olduğu gibi “iç ve dış komplo” tezine başvurdu. Başta ABD olmak üzere genelde Batı karşıtı sert bir söylem kullanarak muhafazakâr milliyetçi tabanı kendi etrafında kenetleme arayışına girdi. Bir hafta boyunca tüm konuşmalarında üst üste aynı mesajları vererek halkın algısını yönetmeye çalıştı.
Bu algı yönetiminin bir diğer aşaması, yolsuzluk iddialarının merkezindeki bakanların (hemen değil ama aşamalı olarak) değiştirilmesiydi. Böylece halka “Temiz ve yeni bir kabine ile devam edileceği” mesajı verilecekti. Dün sabah üç bakana gönderilen matbu istifa metinleri işte bu aşamanın parçasıydı. Muammer Güler ve Zafer Çağlayan’da sorun yaşanmadı. Ancak Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar önüne konan açıklama yerine Erdoğan’ı da istifaya çağıran bir çıkış yaparak istifa edince plan çöktü. Bayraktar’ın açıklamaları sonrasında durum Erdoğan’ın öngörebileceği, kontrol edebileceği aşamanın çok ama çok ötesine geçmiş durumda. Erdoğan 12 yıl içinde bir bakanı tarafından istifaya çağrılma gibi bir olay hiç yaşamadı.
Bayraktar’ın açıklamasının başka yan etkileri de olabilir. Kulislerde konuşulanlara bakılırsa başka bakanlar ve bürokratlara yönelik yeni operasyon dalgaları gündeme gelebilir.
Erdoğan’ın artık “çok büyük” hale gelen bu krizi yönetmesi, başlarda düşündüğü kadar kolay olmayacak. Türkiye bugünden itibaren “erken seçim” dahil birçok senaryo ile karşı karşıya kalabilir.
İKTİDAR MI, İTİBAR MI?
Dün Cumhuriyet’i kuran kadronun önde gelen ismi İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 40. ölüm yıldönümüydü. Geçirdiği solunum yolu rahatsızlığı nedeniyle hastanede tedavi gören yazarımız Ahmet Tan ile birlikte, İsmet Paşa’nın kızı Özden Toker’i arayıp iyi dileklerimizi ilettik. Özden Hanım duygularını “Bugün babamı anmak için Anıtkabir’i ziyaretimiz sırasında Cumhuriyeti kuran kadronun 90 yıl önce yaptıklarının önemini bir kez daha ruhumuzda hissettik. Ülkemizi karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardıklarını hatırladık. Sanki o kadro hâlâ aramızda diye düşündük” sözleriyle paylaştı. Ardından içinden geçmekte olduğumuz sürece ilişkin İsmet Paşa ile ilgili çok anlamlı bir anısını paylaştı bizimle. Geçmişte Ahmet Tan’ın kaleminden de okuduğumuz bu anekdotu bugünün koşullarında bir kez daha atktarmakta yarar gördük:
“1950 seçimlerine birkaç ay kala bir akşam odamda ders çalışıyordum. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğrencisiyim. Babam ‘Hazır mısın?’ dedi. Derslerimi soruyorsanarak ‘Çalışıyorum tabii’ yanıtını verdim. Yok yok derse değil seçimlere hazır mısın? Bir süre sonra iktidarı devredeceğiz’ dedi ve arkasından devam etti: ‘Kızım bizim için önemli olan iktidar kalmak değil itibarlı kalmaktır.’ ‘İktidar ve itibar’ sözlerini ondan defalarca işittim. Şimdi geri dönüp bakınca, belki çok fazla iktidar olamadık ama çok şükür ki hep itibarlı kaldık diye düşünüyorum”
İnönü, Türkiye’yi çok partili siyasi hayata geçiren kişi olarak demokrasi tarihimizde özel bir yere sahip oldu hep. Kızı Özden Toker, İsmet Paşa’nın çok partili demokrasiye geçiş arzusunun önemli bir nedenini de şöyle aktardı:
“Babam devlet yönetiminde yolsuzluk konusunda çok duyarlıydı. Bir kuruş dahi 
kamu parasının hesabının verilmesini isterdi. Çok partili hayata geçmek istemesinin bir nedeninin de ‘İktidarın icraatlarının denetlenmesi, yolsuzlukların önlenmesi için muhalefet şarttır’ düşüncesi olduğunun en yakın tanıklarındanım.”İsmet Paşa’nın siyasette, dedikodu ya da şaibelere konu olan siyasetçilerin derhal istifa ederek aklanmaları gerektiği inancıyla hareket ettiğini hatırlatan Toker, gündemdeki yolsuzluk iddiaları için o günlerden “Ürgüplü” örneğini verdi.
Suat Hayri Ürgüplü, başında olduğu Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nda kahve ithalatı yolsuzluğu ortaya çıkınca “Adımın da karıştığı kahve yolsuzluğuyla ilgili,bakanlığımda bir komisyon kurulmuştur. Bu teftiş heyetinin selametle çalışabilmesi için, benim, bu bakanlık koltuğundan ayrılmam gerekir; aksi halde, komisyonu etkilerim, sağlıklı bir karar oluşmaz. O nedenle, siyasi ahlak gereği, bakanlıktan istifa ediyorum” diyebilen bir siyasetçiydi. Yüce Divan’da yargılanıp aklanmış, yıllar sonra 1965’te de başbakan olarak hükümet kurmuştu.
Nerede Ürgüplü?
Nerede yolsuzluk iddialarının göbeğindeki bugünkü bakanlar?

UTKU ÇAKIRÖZEN
Cumhuriyet