9 Ocak 2014 Perşembe

İspanya’nın ‘Hukuk Devleti’ Farkı - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Kral Juan Carlos“Kızım ve damadım, hısmım diye İspanya’da iş yapamayacak mı? demeyi akıl edemedi…
Bir yolsuzluk skandalına karışan “damat” Inaki Urdangarin ile tahtın vârislerinden… Prenses Cristina hakkında soruşturma yapan yargıçları da bu soruşturmadan alıp bir yerlere sürmeyi düşünmedi.
Bilakis…
Son kertede sürülen, damat Inaki Urdangarin oldu!“Urdangarin” adı, kraliyet ailesinin “web” sayfasından bile silindi.
Juan Carlos’un tahtı bırakması halinde kral olacak veliaht Felipe ile eşi Letizia“yoz”enişte ile her türlü teması kesti.
Bitmedi.Üç yıldır konuşulan skandalın kralın küçük kızı Cristina’ya uzandığı ve prensesin yargı önünde “ifade vermeye çağrıldığı” noktada; “saray” tarafından yapılan bir açıklamada, açıkça “yargıya ve kararlarına saygı duyulacağı” duyuruldu.
Bunun adı “hukuk devleti” oluyor.“Hukuk devleti” ile yönetilen ülkelerde; yasalar önünde yurttaşlar arasında ayrım yapılmıyor.
Kimse makamından ötürü kayırılmıyor ve dokunulmazlık zırhına sarılmıyor.
Yurttaşların eşitlik ilkesinin birebir hayata geçirilmesini de; yasama, yürütme ve yargı güçlerinin “baskıya” boyun eğmeyen “bağımsızlığı” sağlıyor.

‘Demokratik toplumun sağlık işareti’
“Yargıya hesap vermeye çağrılan prenses” örneğinde; hukuk devletinin tüm bu unsurlarını görüyoruz.
“Demokrasi” ve “hukuk devletinin zaferi” şeklinde yorumlanan bu durumu, İspanyol gazetesi El Pais’in başyazısı “Prenses yargıç önünde” başlığı altında dün şöyle özetliyordu:“Prenses Cristina yargıç tarafından (eşinin merkezde olduğu bir skandal dolayısıyla) sahte ödemeler ve kara para aklamaya ilişkin olarak ifade vermeye çağrıldı. Kraliyet üyelerinin özel dokunulmazlığı olmadığından, çağrının kesinleşmesi halinde Cristina, sıradan yurttaş gibi yargı önüne çıkmak zorunda kalacak. Bunda yadırganacak bir şey yok. Bu, demokratik bir toplumda ‘sağlık işareti’dir. Aksine prensesin ifadesine, bir kral kızı olduğu için başvurulmasaydı, asıl bu savunulamaz ve garip kaçardı. Yargıcın yaptığı yalnız yargı sürecinin olağan prosedürünü göstermekle kalmıyor, aynı zamanda vatandaşların yasalar önündeki eşitliğini ve fiili güçler ayrılığını kanıtlıyor… (Prensese ilişkin) kuşkuların havada kalması, demokrasinin karanlık bir yanı olduğu havası yaratırdı ki, asıl bu kabul edilmezdi!”Yolsuzluk skandalı üzerinde aynı gazetede bir süre önce yer alan bir başka baş yazıda ise gene aynı noktadan hareketle şu saptama yapılıyor:Bu davada yargının sonuna dek gitmesi şart. Çünkü bu zorunluluk, sadece yolsuzluk skandalının vahametiyle sınırlı değil. Skandal aynı zamanda monarşi rejimi için ağır prestij kaybına yol açıyor...”
Marie Antoinette misaliİspanya prensesinin yargıda hesap vermeye davet edilmesiyle yeni bir aşamaya ulaşan skandalın, dünya çapında ilgi yaratmasının nedenlerinden biri “örnek hukuk devleti” boyutuysa; diğeri “prestij kaybı” ile gelen “rejimin meşruiyeti” sorunu.
Üç yıl önce patlayan ve zamanla dal budak saran “hortumcu damat skandalının”,İspanya’da doğrudan kralın kızını da içeren hal almasıyla birlikte; kraliyetin temelinden sarsılması söz konusu.
Cristina’nın da yüzde 50 ortaklığı bulunan bir aile şirketi için “hayali konferanslar” ve“hayali danışmanlık” hizmetleri adına kamu fonlarını “hortumlayan” ve “kara para aklayan” “damat” Urdangarin’in marifetleri, son yıllarda çok boyutlu kriz yaşayan“kraliyet rejiminin” varlığına gölge düşürüyor.
Demokrasiye geçiş döneminde askeri müdahale tehditlerine karşı duran ve ayrılıkçılığa karşı “birleştirici tutkal” rolü oynayan, bu nedenle popülarite sağlayan kraliyet; son dönemde 76 yaşındaki kralın bizatihi sorumsuz, tutarsız davranışları yüzünden yıpranıyor.
5 milyon kişinin işsiz olduğu, gençlerin yüzde 55’inin iş bulamadığı; inşaat balonu krizinde ipoteklerini ödeyemedikleri için 350 bin ailenin evlerinden olduğu, konut kredileri/ipotekler yüzünden intihar olaylarının yaşandığı bir dönemde, kraliyetin ölçüsüz davranışları büyük tepki çekiyor.
Kralın iki yıl önce Afrika’da sevgilisiyle çıktığı bir av safarisinde katlettiği hayvanlar yanında çektirdiği fotoğraflar; bu bağlamda hayvan severler denli “ekonomik kriz mağdurlarını” örneğin, çileden çıkarmıştı.Bunlara şimdi bir de “damadın” “hortum rezaletinin” eklenmesi; Marie Antoinette’i giyotine götüren “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” aymazlığını çağrıştırıyor.
Son kamuoyu yoklamaları, İspanyolların monarşi desteğinin yüzde 49.9’un altına düştüğünü gösteriyor. Yüzde 51.1 İspanya’da artık monarşi istemiyor.
Bu “meşruiyet kaybına” karşın, henüz 40’larında olan veliaht Felipe; rejim için bir“emniyet supabı”.
Aynı araştırma, Juan Carlos’un tahtı Felipe’ye bırakması halinde; veliahtın yüzde 62 destek sağlayacağını gösteriyor.
Felipe, kısaca, İspanya’da rejimin “joker”i.
Ama artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki krallar dahi arkalarını kollamak durumunda.
Sorgulamaksızın biat eden “teba”ların yerini, hesap soran yurttaşlar alalı beri, saltanat sürdürmek velhasıl çok zor. 

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet 

7 Ocak 2014 Salı

Yangın Haftası - CAN DÜNDAR

Savaş haftasına geldik. 
Zirve koltuğunun, iki lideri taşıyamayacağı görüldü. 
Öyle bir noktaya geldik ki... 
Birinden biri tasfiye edilecek: 
Ya devlet, ya paralel devlet...
***
Köşk’e giden mektubun içeriği dikkatli incelendiğinde, “Uzatılan dostluk elini tutarız” diyen Gülen’in, aslında alttan almadığı, tersine kibar bir dille barış koşullarını sıraladığı görülüyor. 
Mektubun dolaylı muhatabı olan Başbakan’ın da nazik ifadeleri ayıklayıp altından çıkan talepleri okuyunca “Bu çete tasfiye edilene kadar savaş” kararını açıkladığı anlaşılıyor. 
İktidar yanlısı medyanın süründüğü savaş boyalarından, yaklaşan operasyonun boyutu anlaşılıyor. 
Mehmet Metiner’in tabiriyle “ölümüne itaat, ölümüne mücadele” dönemi başlıyor.
***
Tarafların mühimmatına bakalım: 
Hükümet cephesinde asla geri adım atmamaya kararlı bir lider var. 
İlk adım, cemaatin bürokrasideki kadrolarını temizlemek, vitrindeki isimlerini “çete üyeliği”nden gözaltına almak olacağa benziyor. 
Bugün yarın polisler polislerin kapısını çalabilir, savcılar savcılar için iddianame yazabilir, yargıçlar yargıçları yargılayabilir. 
Cemaatin insan ve para kaynağı sayılan dershaneleri önce denetime almak, giderek kapatmak, yurt dışında bugüne kadar verilen desteği kesmek, muhtemel ataklardan bazıları... 
Ardından sıra cemaate yakın sermayenin ve medya sahiplerinin tacizine gelecektir.
***
Ya cemaat? 
Onların da oturup beklemeyeceği kesin... 
Hizmet”in güçlü arşivinin peyder pey kamuya açılması sürpriz olmaz. 
Eski dosyalar kavgası başladı bile: 
Zafer Çağlayan’ın Sarraf’ın uçağıyla yaptığı umre haberi, “Zekeriya Öz’ün Dubai sefası” haberiyle cevaplandı. 
Bu atışma hızlanacaktır. 
Cemaat, hükümetin unutturmaya çalıştığı yolsuzluk dosyalarını ısrarla gündemde tutacak, gücü yeterse Başbakan’ın oğlunu ifadeye çağıracaktır. 
Erdoğan’ın internetten kazıttığı “Ergenekon’un savcısıyım” sözleri dolaşıma sokulacak, bugün Ergenekon davasını yeniden gördürme çabası “çark etme” olarak anlatılacaktır.
***
Neye güveniyorlar? 
Erdoğan, cemaatin tabandaki gücünün abartıldığını düşünüyor olsa gerek... AKP içinde sadece iki milletvekillerinin olduğu biliniyor. Onlar da ayrılmadı; duruyor. 
Buna karşın cemaatten canı yanmışların hükümete desteği günden güne büyüyor. 
Cemaat kanadında ise hava değişik: 
Onlar, Erdoğan’ın cemaati sindireceğini sanarak yanlış hesap yaptığına inanıyor. Seçim sürecinde AKP’lilerin gireceği hemen her evde cemaatin okullarında okumuş, dershanelerine girip çıkmış, yurtlarında barınmış birilerinin olacağını ve bunların Başbakan’a tavır koyacağını düşünüyor. 
Gözaltına alacakları isimler de asıl fikir önderleri olmayacak” diyorlar. 
Dışarda ise Amerika ve İsrail’in, Ortadoğu’yu birbirine katan kavgacı bir lider yerine, Batı’yla barış isteyen, uzlaşmacı bir dini öndere daha yakın durduğuna inanıyorlar.
***
Türkiye, mezhepler arası çatışma görmüştü, ama -Hüseyin Gülerce’nin ifadesiyle- “Sünniler arasında böyle bir yangın hiç yaşanmadı”
Ülke yönetimine dini sokuşturmanın bedeli bu...  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

O Benim Cumhurbaşkanım Değil (2)- BEKİR COŞKUN

Birincisi; 15 Ağustos 2007 tarihli köşemin başlığıydı: 
“O Benim Cumhurbaşkanım Değil.”
*
Başımıza gelmeyen kalmadı...
*
Türkiye nasıl bir “kumpasa” düştüğünün farkında değildi... 
Şimdi peşi peşine kendilerinin itiraf ettikleri, planlı projeli istila süreci başlamıştı... Gözü kürde AKP, gözükmeyen de cemaat vardı...
*
Laik Atatürk cumhuriyetinin yıkılarak yerine din referanslı bir devletin kurulması için kolları sıvadılar... 
Yargı cemaate bırakıldı... 
Polis birimlerine “imamlar” getirildi... 
Orduya “kumpas” kurdular... 
Dalga dalga tutuklamalar başladı... 
Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, ordu komutanları, generaller, şerefli şanlı subaylar “silahlı örgüt üyesi” diye hapishanelere dolduruldu... 
Cumhuriyeti savunacak, dinci devrime karşı çıkacak ne kadar yürekli aydın, düşünür, gazeteci, yazar, sanatçı, bilim adamı varsa toplatılıp hücrelere kapatıldı... 
Ve karşı devrimin önü açılmıştı artık... 
Devrim yasaları, laiklik, cumhuriyet ilkeleri, çağdaş eğitim, okullar, bayramlar, antlar, marşlar, kavramlar, kurumlar... 
Cumhuriyeti cumhuriyet yapan ne varsa saldırıldı...
*
Tüm bunlardan Cumhurbaşkanı “habersiz” olabilir mi?..
*
Olamaz...
*
Bu kadar tuzak, tezgâh, kumpas, hukuksuzluk, hırsızlık, vurgun, kir, pislik... 
Yeni farkına varmış gibi yapamaz...
*
Cemaatle mektuplaşmak, Fehmi Koru’nun elçiliği ne oluyor?.. 
Cumhurbaşkanı’sın...

*
Devletin örgütlü çetelerce istila edildiği resmen açıklanırken... 
Başında bulunduğu cumhuriyetin istila edildiği ortaya kabak gibi çıkmışken... 
Başkumandanı olduğu ordusuna kumpas kurulduğu kendi dillerinden itiraf edilirken... 
En tepesine oturduğu devlet tüm kurumlarıyla çökmüşken... 
Hâlâ “Yargı bağımsızdır”, “Devlet güçlüdür” diyerek, olanları yeni duymuş gibi bilmezlikten gelmek!..
*
7 yıl olmuş söyleyeli... 
Tekrar ederim: 
O benim cumhurbaşkanım değildi...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet

6 Ocak 2014 Pazartesi

Kumpas Kime Kuruldu? - EROL MANİSALI

Başbakan başdanışmanının cemaati, “Ergenekon ve Balyoz aracılığı ile TSK’yekumpas kurmakla suçlaması” bir milat niteliğindedir.
Çünkü içinde, TSK’den başka pek çok şeyi de barındırmaktadır. Ergenekon ve Balyoz’u bir kumpas aracı olarak gördüğümüz zaman kurgulanan oyunun hedefinde daha başka pek çok şey vardır;
-Atatürkçü ve Cumhuriyetçilere karşı kurulan oyun...-Türkiye’nin güvenliğine ve bütünlüğüne karşı düzenlenen bir operasyon...
-Demokrasiye ve çağdaş değerlere karşı bir kurgunun da beraberinde düşünülmesigerekenlerdir.İktidar ve cemaat, en azından 2003-2009 döneminde, kurgulanan operasyonların aynı tarafında bulunuyorlardı. Bu birliktelik gerek uygulamada, gerekse her iki tarafınsöylevlerinde net bir biçimde görüldü ve yaşandı.
Peki ne değişti de Cemaat kumpasçı oldu?-AKP mi değişti? Otoriter ve totaliter bir yapılanma içine girerek cemaate karşıcephe mi aldı?-Kürdistan sorunu (ve Kürdistan) üzerindeki iç ve dış hesaplar mı değişti? AKP açısından bu olamaz, açılımlar konusunda ellerinden geleni yaptılar ve bütün kapıları açtılar.-ABD’nin hesaplarında revizyona mı gidildi?-Yoksa AKP üst yönetiminin İslami derinliklere saplanmasından rahatsız olanlar mı vardı?-Ya da bunların hiçbiri geçerli değilse, “ikisini birbirine kırdırıp” daha rahat atoynatmak isteyenler mi ortaya çıktı?Öyle anlaşılıyor ki “yerel, bölgesel ve küresel aktörler arasındaki etkileşim” tek yönlü çalıştığı için bu tür beklenmedik sonuçların(!) ortaya çıkması kaçınılmazdır.AKP iktidarı da cemaat de “sistemin edilgen öğeleridir”. Gerektiği zaman işbirliğiyaptıkları gibi kavga da ettirilebilirler. Bunları “doğal” karşılamak gerekir.
Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz 
Yalçın Akdoğan’ın bugün “keşfettiği” kumpas aslında çok önceden kurgulanmıştı.Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz birbirine endekslenmiş ve birbirini tamamlayanöğelerdir.“Ergenekon ve Balyoz operasyonları (kumpasları) olmasa Kürdistan’ınoluşmasında bu noktaya gelebilir miydik” değerlendirmesini yapanlar sadece iktidarın kimi yöneticileri değildir; Fırat’ın doğusunda bu ifadeye gönülden inanan çok büyük bir çoğunluk bulunmaktadır.
Kumpasın mağdurlarından, “Silivri’yi görmüş, kumpas sonucu kanser bile olmuş bir mağdur akademisyen olarak” olayların nasıl kurgulandığını iliklerimde hissetmiş ve yaşamış bir insanım. Halen de yaşamaktayım.
Aslında Yalçın Akdoğan daha 10 yıl önce, kurulmakta olan kumpası farkında olmadantelevizyon kanallarında ifade etmişti. “Bizim Batı ile taleplerimiz 200 yıldan beri ilk defa örtüşüyor” demişti.Ben de 16 Ocak 2004’te Bıçak Sırtı köşemde kendisine nelerin örtüştüğünüsormuştum(*). Dolayısıyla, Yalçın Akdoğan’ın“Kumpas” ı keşfi yeni değildir; 10 yıl öncesinde bu gerçeği görmüştür!
Kumpas oyunları bu coğrafyada hep oynanageldi. Önemli olan şudur: Siz oynayan mısınız? Yoksa sizin üzerinizde başkaları mı oynuyor? Bütün mesele budur.
(*) 16 Ocak 2004, Bıçak Sırtı, Cumhuriyet  

EROL MANİSALI
Cumhuriyet

Bundan Sonra Neler Olur? - ORHAN BURSALI.

Mektup gündeme damgasını vurdu! Çeşitli teoriler ortaya atılıyor, ilki, Cemaat tarafına göre AKP (Gül ile birlikte belki de) bir uzlaşı arayışı içinde, “ortalık sakinleşsin”arayışı içinde, beyinleri iki tarafta da olan kişi veya kişileri F. Gülen’e göndermiş.. bir uzlaşı -ateşkes arayışı. Veya, A. Gül böyle bir girişimde bulunmuş (RTE’nin bilgisi içinde veya değil) ve tek kişi göndermiş (!) ABD’nin Pensilvanya’sındaki muhkem yerde görüşmeler olmuş. F. Gülen “Uzatılan eli boşta bırakmam” diyerek bir de mektup yazıp göndermiş postacılarla.. 
Mektubun varlığını, RTE’nin, yandaş medya ve kişilerle kahvaltılı toplantıda yaptığı açıklamayla öğreniyoruz.. İlk izlenim, Erdoğan’a yazılmış olduğu ve bir pazarlık içerdiği.. RTE, pazarlık yok diyerek, kapıları kapatıyor.. Sonra Cemaat açıklama yapıyor ve mektubun RTE’ye yazılmadığını, muhterem bir devlet büyüğüne (Gül’e) gönderildiğini ve pazarlık içermediğini açıklıyor.. 
Aracı gönderelim girişimlerine F. Gülen “Zahmet buyurmayınız; sulhün yanındaduracağımızdan ve elimizden geldiğince herkesi sükûnete çağıracağımızdan eminolunuz!” 
Cemaatin son açıklamasından anlaşılıyor ki, Gül, yine de “kıymetli bir insanı”göndermiş. Dolayısıyla F. Gülen’in mektubu da Gül’e hitaben yazılmış. Ama F. Gülen, RTE’yi de boş bırakmamış ve iki imzalı kitap göndermiş! 
Ama mektup R.T. Erdoğan’a da iletilmiş. Zaten F.G., keşke mektuptan Başbakan’ın da haberi olsa, dileklerini belirtmiş.. Ya Gül vermiştir ya da “aracı kişi” Gül’ün onayıyla veya onayı olmadan bir kopyasını Başbakan’a vermiş... 
Her neyse.. 
Bir saptama yapacak olursak, öncelikle “uzlaşı”, “barış”, “baltaların gömülmesi”, “ateşkes yapılması” önerisinin öncelikli sahibinin Gül olduğu ortaya çıkıyor. Cemaat mi Gül’ü bu girişime heveslendirdi, Gül kendisi mi inisiyatif almış, bunu yaparken RTE’yi de bilgilendirmiş mi.. bilmiyoruz..
***
Cemaat açıklamasında diyor ki, mektup hiçbir pazarlık içermiyor.. Ama mektubun içeriği üzerine üç nokta vurgulanıyor: Dershanelerin kapatılması milletin zararına olur, kamudaki görevden almalar vicdanları sızlatır hale geldi, medyadaki savaş baltaları gömülmeli.” 
Dershanelerin kapatılması ve atamaların durdurulması dile geliyorsa, savaş baltalarının gömülmesinin bir şartı olarak algılanması doğaldır. Yoksa mektupta bu iki ana çatışma konusundan hiç bahsetmezdi… bahsediliyorsa, bu pazarlıktır, RTE bunu doğru algılamış ve pazarlık yok demiştir.. Bu çerçevede hiç kimse “koşullarımız şunlardır”, diye mektup yazmaz, ama bunu hissettirir.
***
Bundan sonra olaylar nasıl gelişir, yanıtını merak ettiğimiz sorudur. 
1) Başbakan, tepesinde her daim bir Demokles’in kılıcı ile yaşayamayacağına karar vermiş gözüküyor. İktidar, birbiriyle ilişkisiz ve iktidar mücadeleleri birbirinden 180 derece farklı siyasi yapılar arasında paylaşılabilecek bir nimet değildir. Her ikisi de yönetimi tam anlamıyla, hiyerarşik ve otoriter olarak devralma niyetinde ve mücadelesinde olan yapıların, birbiriyle kapışması kaçınılmazdır. Bu çatışma patlamadan önce nice ortalıkta laf eden anlı şanlı nice insan “bu palavradır, birbirlerinin gözünü oymazlar, bu iyi polis kötü polis oyunudur, mutlaka uzlaşırlar” gibi, siyaseti asla okuyamayan konuşmalar yapıyorlardı.. 
2) RTE, devlette çevrelenmiş olduğu gerçeğini tam görünce, iktidarın üç mihenk taşında, yargı, Emniyet ve MİT’te denetimi tamamen ele almakta kararlı gözüküyor. 
3) Ergenekon davalarının yeniden görülmesinin kapılarının açılması, Cemaat yargı ve polisine vurulacak en büyük darbedir. Burada bütün sahtekârlıkları resmen ve yasal olarak da ortaya çıkacaktır. 
4) Cemaat “hepsini birlikte yaptık” diye tehdide ve gerçeğin diğer yönünü de dile getirmeye başladı. AKP’yi Ergenekoncu olarak niteliyorlar! RTE’nin bunu göze aldığını ve bu saldırıyı savuşturabileceğini görüyor. Burada kendisine en büyük yardımcı da, cezaevlerinin boşaltılması ve yargılamaların boşa çıkmasıdır. Cemaati, polisini ve yargısını tam ezecek olan budur. 
5) Savaşta ölümler, yaralanmalar kaçınılmazdır. AKP de hasar alacaktır. 
6) AKP, Cemaatin bundan sonraki saldırılarını göze aldığı görülmekte. Kamuoyunu etkilerim (tıpkı Balyoz ve Ergenekon.. davalarına kamuoyunun yönlendirildiği gibi..) RTE’nin kamuoyu desteği aradığı açıktır. 
7) Burada RTE ne kadar ileri gider bilmiyoruz. Belki de bunu, Cemaatin RTE ve ekibine yapacağı saldırıların şiddeti belirleyecektir.. 
8) Burada bizim için önemli olan, RTE’nin diktatörlüğünü sağlamlaştıracak adımlarıdır, kesinlikle karşı çıkmalıyız.. Dünkü yazımda da belirttiğim gibi, al Ergenekon’u - ver yolsuzluğu gibi bir takas olamaz...  


ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

5 Ocak 2014 Pazar

Sen Cebime Bak! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Merhaba yeni yıl, epeyce zorlu geçeceğe benzersin. Yok yok yargı bağımsızlığından, erklerin birbirine girmesinden, artık sıkıntı veren cemaat-AKP savaşından söz etmiyorum. Her şeyi çok çok bilen adamlar konuşup dursunlar, beni cebime giren ya da hepimizin cebine giren para ilgilendiriyor. 

Yani muhalefete de şaşıyorum, asgari ücretin 920 simitten 604 simide düştüğü bir ülkede kızılca kıyamet kopması ve bu kıyametin başını da muhalefet partilerinin çekmesi gerekirken, öyle mızmız bir halleri var ki, bu Tayyip hakikaten ballı diyeceğim geliyor. 
Kabul etmemiz gerekir ki, ülkemiz cehaletin at koşturduğu bir ülke, sanılmasın ki,insanlar kahvelerde, köy meydanlarında erklerin birbirine girmesini konuşuyorlar, hukuktan söz ediyorlar, insanların derdi gücü yarını nasıl çıkaracakları. Yeni düzenlemelerle kredi kartları can simidi olmaktan çıkacak ve asıl o zaman, ekonominin yandaşlar ve bizzat hükümet tarafından nasıl toz pembe gösterildiği gerçeğiyle karşılaşacağız. 
2001 krizine benzer bir kriz bizi bekliyor. Şimdiden belirtileri başladı. Gerçek enflasyon rakamı yüzde yirmilerde. Ve yeni asgari ücret 846 lira. Emeklilere yapılan zamla ancak yirmi simit alınabiliyor. 
Diyeceksiniz ki, durum buysa biz nasıl geçiniyoruz? Efendim, kara paranın dolaşımda olduğu ülkelerde (bizim gibi) kara paranın ucu en aşağıdakilere de bir biçimde ulaşır. Örnek, adam Porche arabasıyla bir restoranın önüne geldi, valeye arabasını verdi ve çıkışta valeye bahşişini uzattı, normal bir bahşişin dört katı. Ve bu para birkaç kişinin karnını doyurur. Sadece doyurur, gerisinin karnı doyan kişi de dahil pek bir önemi yoktur. 
Kendi arabasını bile yapamayan, üretimi neredeyse durmuş, sadece inşaat sektörüyle ilerlemeye çalışan bir ekonomiyi sürükleyebilmek için, mutlaka bazı üç kâğıtların yapılma zorunluluğu vardır. Tayyip Erdoğan hükümetinin tek can simidi budur. Şimdi bu tek can simidi su almaya başladı. Bakmayın siz her yerin inşaat olduğuna, çünkü inşaat en az yatırım gerektiren bir iş kolu. Eh hükümet de arkalarında,tamam ama ülke satılmayan evler mezarlığına döndü. Araplar da olmasa bu iş hepten yerlerde sürünecek. 
Tabii bu arada ülkemiz insanının açgözlü olduğunu unutmamamız gerek. Bozulmayın öyle. Güzelim evi hiç kimseyi tatmin etmemeye başladı. İlla ki, mutfak değişecek,banyo değişecek, gelsin siteden bir ev. Kaç site yönetiminin, ev sahiplerini aidatlarını ödemedikleri için mahkemeye verdiğini biliyor musunuz? Hiç kuşkunuz olmasın dudak uçuklatacak bir miktar. 

Önemli bir Amerikalı sosyal bilimci şöyle demişti, “Tayyip Erdoğan çok kuvvetli bir lider ama Suriye ve bir ekonomik kriz onu götürecek.” Suriye hâlâ başımızın belası ve ekonomik kriz başlıyor. Tamam yılın ilk yazısında hiç de hoş olmayan durumlardan söz ettim. Ama bilelim, bizi pek de hoş olmayan günler beklemekte. Öte yandan,hepinizin bildiği gibi dünya ölçeğinde paranın iki turu vardır. Birincisi legal tur, burada alınan verilen çok açık bellidir, denetime tabidir. İkinci tur ise illegal turdur. Buna kara para turu da diyebiliriz. Bu turun da kendine özgü kuralları vardır, illegal diye alıp başını gidemez. Dur derler! Bugün bize “dur” diyorlar. Tamam hepimiz illegal yollardan parayı çeviriyoruz ama kurallarına uygun, sen öyle başını alıp gidemezsin. Hem illegal para çevirip hem de bu kadar yiyemezsin. Yemenin de bir sınırı var. 
Durum budur. Şimdi muhalefet partilerine her zamankinden daha çok iş düşmektedir. BDP sanki Kürtler güneş enerjisiyle yaşıyorlarmış gibi, barış sürecini bahane ederek(Öcalan çıksın diye), ne yolsuzluklara ne de son zamlara karşı çıktılar. CHP hâlâ“yargı bağımsız olmalı”, “yolsuzlukların üstüne gidilmeli” sözlerini yeterli sayıp, şu anda hiçbir iş yapmayan Meclis’i bir kapattıramadı. 
Yani dostlarım yeni yıl bir aman yıl olacak. Ve bendeniz gene bu yaşımda seçimlerde gönül rahatlığıyla oy kullanamayacağım. Ve bu hiç olmayacak galiba!    

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Ergenekon’un görevden alınan hâkimi sert konuştu: - CAN DÜNDAR

Köksal Şengün, 38 yıllık hâkim... 
3 yıl Ergenekon mahkemesinin başkanlığını yaptı. Görev süresi boyunca tutukluluklara itiraz etti, ama azınlıkta kaldı. Sonunda 2011 'de görevden alındı. 
Ayrılırken "Bunun yarını da var" demişti. 
"yarın" geldi işte... 
Önceki akşam ArtıiTVde "Canlı Gaste"de konuştum kendisiyle... 
Yargılanma sırasının bu döneme geldiğini söyledi. 
Bu tarihi sözleri paylaşmak istiyorum sizinle... 

12 Eylül'de bile olmadı 
"Bana göre yapılan yargılamalarda bir yığın eksiklik var. Bazı şeyler şimdi gündeme getiriliyor. Bu kumpaslar, yanlış deliller, ilave notlar; o zaman yargılananlarca dile getirildi, ama onların sözleri hiç kale alınmadı, incelenmedi.Aleyhte deliller kadar lehte delillerin de toplanması gerekiyordu. Belli araştırmalar yapılmadan bir karar verildi. O gün ses çıkarmayanlar şimdi feveran ediyor. O zaman neredelerdi?" 
Meclis Başkanı, yargı bağımsızlığının öldüğünü söylüyor. Katılıyormusunuz? 
Yargı bağımsızlığı ölmedi mi? Görmüyor musunuz olanları? Savcı savcıyla kavga ediyor; polis, savcının kararını uygulamıyor. 38 yıl hâkimlik yaptım, darbe döneminde sıkıyönetim mahkemesinde de çalıştım. Böyle şey görmedim. 
Uzun tutukluluğa hep itiraz ettiniz? 
Tutukluluk istisnai bir olaydır. Hele bu tür, siyasi davalarda bu kadar uzun tutukluluk, zaten şüpheyle karşılanacak bir durum. Yasa, adam öldürme fiilinde bile 'tutuklanabilir' diyor. 
O dönemki tahliye talepleriniz kabul edilse belki bugün bunları yaşamayacaktık. 
Haklısınız. Belki yaşanmayacaktı. En azından bu aşamalara gelinmeyecekti. Bu kadar çekişme, ayrımcılık, kutuplaşma olmayacaktı. 
Bunları siz getirmediniz mi? 
Yargıtay'da bile 'Cemaat'in imamı' var diyorlar? 
- O zamanlar da konuşuluyordu. Son dönem atamalarda daha fazla... Ama bunları ortaya çıkaracak olan, devleti idare edenlerdir. Kime şikâyet edeceksiniz?Bir yerlere dinleme cihazı koymuşlarsa sizin zamanınızda yapıldı. Devletin imkânları elinizde... Bunları oralara siz getirdiniz. Ortamı siz hazırladınız. Şimdi size döndü, kötü oldu. Böyle bir ayrımcılığın sonunun nereye varacağını o zaman öngörmeniz gerekirdi. 
Ayrılırken "Bunun yarını da var" demiştiniz. 
Gayet tabii... Nasıl olmaz. Bugün size böyle yapan, yarın başkasına yapar.Nitekim oldu işte. Dün arkasını sıvazladığınız insanlar için bugün neler diyorsunuz. Ama bunları söylerken de maalesef yargı yara alıyor. Yargıyı o zaman bu hale getirdiniz, şimdi tu-kaka yapıyorsunuz; olmaz! İki yanlıştan bir doğru yaratamazsınız. HSYK'den şikâyet ediyordunuz, değiştirdiniz; şimdi yerin dibine batırıyorsunuz. Hayatımı bu mesleğe verdim, ama bunları gördükçe korkunç üzülüyorum. 
Kaybettikleri yılları kim verecek? 
Yeniden yargılama bu işi çözer mi? 
Tamam, yeniden yargılama yapalım, ama bu insanlara kaybettikleri 4-5 yılı kim geri verecek? O süreleri yaşama ekleme yolu var mı? "Senin bunca yılının karşılığı budur" diye 5-10 bin lira para verip "Hadi git" mi diyeceksiniz? Insan hayatı bu kadar ucuz mu? Her şeyiyapalım, sonra "yeniden yargılama" adı altında afla bunları çıkaralım. Bunlar ucuzluktur, kolaycılıktır. 
Herkes hesabını vermeli. Nasıl ki bugün 80 ihtilalini yargılıyoruz, bu dönem de yargılanacak. Yapılan yanlışlar ortaya çıkacak. Nitekim çıkıyor işte... Ayyuka çıktı. Aynı partinin adamları tarafından söyleniyor. Güneş balçıkla sıvanabilir mi? 
Bu hesaplaşmaya yargıç arkadaşlarınız da dahil mi? 
- O hesabın içinde hepimiz varız. Sadece, "Vicdani kanaatimle hareket ettim"demekle de olmaz. Ana unsur delildir. Bir kişiyi müebbetle yargılarken delil koyacaksınız, vicdani kanaatle olmaz bunlar... Bizim partimiz, şefimiz yok, biz insanımız için, hukuk için çalışıyoruz. Ama siz hukuku ayaklar altına alırsanız olmaz. Iktidarlar yıkılır, biri gider biri gelir; ama hukuk yıkıldı mı devlet de olmaz.
Gülen, Başbakan'a mektup değil, kitap gönderdi 
"Herkes Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar, Cumhuriyet tarihinde hiç yaşanmamış sıkıntılara ve savrulmalara hazır olsun. Bir fırtınaya giriyoruz." 
Zaman yazarı Hüseyin Gülerce'nin Tvvitter'dan verdiği bu felaket mesajı, tüyleri ürpertti. 
"Nedir yaklaşan fırtına" diye araştırınca öğrendim ki, Gülerce Ankara'da hükümetin nabzını tutmuş. Cemaate karşı büyük bir operasyon hazırlandığını öğrenmiş. 
"Hepimizi içeri alacaklar" korkusuyla fren koluna asılmış. 
Başbakan'ın dünkü konuşması, Gülerce'nin haksız olmadığını kanıtlıyor. 
Burhan Kuzu'nun, 42 ilde 2 bin cemaatçiye operasyon yapılacağını açıklaması da bunun işareti... Kuzu, sonradan bunun bir gazete haberi olduğunu söyledi ama kendisiyle konuştuğumda "Hükümet, karşı operasyon yapmalı" dedi. 
Başbakan da hem bu operasyonu örgütlüyor hem de bilgilendirme toplantılarıyla kamuoyunu hazırlıyor. 
Ancak bu kez askerleri, solcuları, "Ergenekoncular"ı toplamak kadar kolay olmayacak çünkü cemaatle aynı tabanı paylaşıyor. Cemaat çevresine göre AK Parti tabanının yüzde 48'i cemaate yakın insanlardan oluşuyor. Bu durumda yapılacak bir operasyonun seçimde faturası olacaktır.
Gül'e mektup, Erdoğan'a kitap 
Ateşkes için devreye pek çok ismin girdiğini duyuyoruz. 
Dün Dolmabahçe toplantısından, Başbakan'a Gülen'den bir mektup geldiği söylentisi sızdı. Oysa o mektup Erdoğan'a değil, Gül'eyazılmıştı. Dershanelerin kapatılmamasını istiyor, medyada ateşkes tavsiye ediyordu. 
Öğrendiğim kadarıyla geçenlerde Başbakan'a giden mektup değil, kitaptı. 
Bu kitap "bir iyi niyet jesti" olarak Gülen'in bir yakını tarafından Başbakan'a ulaştınldı. Ancak Erdoğan, kitabı getirene cemaate duyduğu kırgınlığı anlattı. Bu mesajın Pensilvanya'ya iletilmesi üzerine Gülen'in isteğiyle cemaat medyası hükümet karşıtı yayına son verdi.
Cemaat siner mi? 
Ancak anlaşılan o ki bu, Erdoğan'ı vazgeçirmeyecek. 
Karşısında hiçbir güç istemeyen Başbakan, "cemaati temizlik operasyonu nu sürdürecek. 
Cemaat siner mi? 
Sanmıyorum. 
MİT kamyonunu durduran savcı, komutanını değil savcıyı dinleyen yüzbaşı, Başbakan'ın oğlunu izleyen istihbaratçı, bakanın oğlunun evini basan polis, partiye meydan okuyup istifa eden milletvekili, Başbakan'a istifa çağrısı yapan köşe yazarı, bir anda tahliye kararları vermeye başlayan yargıç, "paralel yapı"nın sanılandan daha derin olduğunu kanıtlıyor. 
Hepsi cemaatçi olmayabilir ama cemaatin nüfuzunun hükümete kafa tutanlara cesaret verdiği kesin.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Feyzioğlu’nun Formülü! - EMRE KONGAR

İktidar 12 yıllık yönetimden sonra Türkiye’yi iç ve dış politikada çeşitli krizlerle karşı karşıya bırakmıştır... 
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni çökme noktasına getiren “adalet krizi”,bunlardan sadece biridir ve bu krizin tek başına çözülebileceğini de peksanmıyorum.

***
Açıkçası Türkiye, ciddi bir demokratik yeniden yapılanma gereksinimi içindedir... 
Böyle bir demokratik yaklaşım benimsenmeden, tek bir sorunu, genel yapıdan soyutlayarak çözmek pek kolay değildir... 
Ama yine de bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalındığında, sorunları birbirinden ayırarak ele almak ve tek tek, sırayla çözüm yolları aramak, siyasette oldukça sık başvurulan ve kimi zaman olumlu sonuçlar da veren bir girişimdir. 
İşte Prof. Metin Feyzioğlu’nun somut önerilere dayanan formülü tam bunoktada küçük de olsa bir umut ışığı yaratan değerli bir çabadır!
***
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun krizden çıkış formülüşöyle: 
1) Tasfiye halindeki özel görevli mahkemeler kaldırılsın, verdiklerimahkûmiyet kararları bozulsun. 
2) Gerekçesiz mahkûmiyet ve tutuklama kararları nedeniyle ödenentazminatları kusurlu hâkimler ödesin. 
3) Adli Kolluk Teşkilatı kurulsun.
***
Feyzioğlu sadece Türkiye Barolar Birliği Başkanı değil, aynı zamanda, Kamu Hukuku doktorası da olan Ceza ve Ceza Usul Hukuku Profesörüdür. 
Bu işleri iyi bilir... 
Önerilerinin hepsi gerçekçidir: 
1) Özel görevli mahkemeler, zaten kaldırılmıştır, şimdi tek yapılacak iş verdikleri kararların hükümsüz kılınmasıdır! 
2) Yargı kararları dolayısıyla hükmedilen tazminatlar, zaten eskiden yargıçlar tarafından ödeniyordu, iktidar kendi yandaşlarını koruma altına almak için bunu değiştirmişti. 
Eski ve doğru yönteme dönülsün yeter! 
3) Adli Kolluk kurulması ise, başta benim gibi yazarlar olmak üzere, pek çok kişinin iktidarlardan bağımsız olarak çok uzun yıllardır “Adalet reformu” için savundukları bir önlemdir. 
Zaten bu konuda atılmış adımlar da vardır; bunlar ivedilikle sonuçlandırılmalıdır!
***
Feyzioğlu’nun bu önerileri hayata geçirilebilirse, hem “rejim bunalımının”çözümü hem de Silivri’de süren işkencelerin sona ermesi için anlamlı bir adım atılmış olur. 

EMRE KONGAR
Cumhuriyet
Twitter:@emrkongar