15 Ocak 2014 Çarşamba

Birinci Dünya Savaşı’nın Yüzüncü Yılı - ERİNÇ YELDAN

Bu yıl Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümünü anacağız. Yüz yıl önce bir haziran sabahı Avusturya Dükü Franz Ferdinand’ın Sarajevo’da bir suikast sonucu yaşamını yitirmesiyle kıvılcımlanan Avrupa coğrafyası, dört yıl boyunca süren savaş sonrasında geride 40 milyon ölü, yıkılmış, tahrip olmuş bir kıta ve on yıllarca sürecek olan ekonomik-sosyal sorunlar dizisi bırakacaktı. 1914’e öncelik eden koşulları anımsayalım. Dönem İngiltere İmparatorluğu’nun himayesinde yürütülen altın standardına dayalı serbest ticaret dönemiyle çizilmiştir. Avrupa’nın yeni sanayileşmekte olan merkez ülkeleri, Afrika ve Orta ve Uzakdoğu Asya’da yeni sömürgeler elde etmek ve var olan hükümranlık bölgelerini korumak için birbirleriyle kıyasıya bir mücadeleye girmiş durumdadır. Bir yandan da 1900’ün ilk on yılı 19. yüzyılın son (ya da 20. yüzyılın ilk) küreselleşme dalgası olarak anılacaktırBurada söz konusu olan “serbest” ticaret ilkesinin aslında bir yanılsama amaçladığını ve esasen gelişmiş Batı dünyasının kendi sanayilerini koruma duvarları altında geliştirirken sömürgelerini “ticarette serbestleştirmeye” zorlamakta olduğunu vurgulayalım. On dokuzuncu yüzyıl küreselleşmesinin bir başka ayırt edici özelliği ise cari işlemler açığının finanse edilmesiyle ilgilidir. Küresel ekonominin mantığı açısından bakıldığında İngiltere hegemonik merkez ekonomisi olarak küresel piyasalara likit para sunmak yükümlülüğünde idi.
Dolayısıyla
 İngiltere dışarıdan daha fazla ithalat yapmak (cari açık vermek) ve küresel piyasalara “sterlin” sağlamak zorundaydı. Aynı şimdilerde ABD’nin, kapitalizmin merkez ekonomisi olarak dolar sunmak için dış açık vermek zorunda olması gibi. İngiltere ise sömürgelerinden serbest ticaret yoluyla elde ettiği fonlar aracılığıyla diğer merkez ekonomileri ile olan dış açıklarını finanse edebilmekteydi.
Dolayısıyla, sömürgecilik üzerinde sağlanan fonlar küresel finans sisteminin gereksinim duyduğu likit paranın yaratılmasında ve İngiltere’nin cari işlemler açıklarının finanse edilmesinde önemli bir işlev görmekteydi. Ne zaman ki gezegenimizin sömürge “kaynakları” tükendi, dünyamız emperyalistler arasında sömürgelerin yeniden paylaşımının amaçlandığı bir dünya savaşına sürüklendi. Bu dönemi yüzyılın başında LeninRosa LuxemburgHilferding gibi sosyal bilimciler can çekişen kapitalizm ve emperyalizm sözcükleriyle betimledi. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı, küresel kapitalizmin bir sistem olarak kendini yeniden üretebilmek çabasıyla yaratmış olduğu şiddet ortamının kaçınılmaz sonucuydu.


***
Günümüzde elbette artık geleneksel on dokuzuncu yüzyıl “sömürge” paylaşım savaşları geride kaldı. Ancak, gelişmiş metropoller kapitalizmin dayattığı küresel kaynakları artık “yeni emperyalizm” üzerinden, bizlere sanki bir teknoloji ve insan hakları projesi gibi sunulmaya çalışılan “yirmi birinci yüzyılın küreselleşmesi” kavramı aracılığıyla yaratma savaşımı içindedir.
Küreselleşmenin yeni emperyalizm aşamasında gelişmiş kapitalist metropoller, ulus ötesi şirketler ve uluslararası finans kapital, bir kolektif güç olarak, üçüncü dünyanın az gelişmiş ekonomilerini tahakkümü altına alma savaşımı içinde gözükmektedir. Bu süreç, Samir Amin ve Prabhat Patnaik gibi iktisatçılar tarafından “kolektif emperyalizm” diye tanımlanmaktadır. Mevcut küresel kriz ise bu sürecin artık iktisadi sınırlarına ulaşılmasının doğrudan yansımasıdır.
Günümüzde Irak müdahaleleri, Arap Baharları, Somali, Libya ve Suriye’de tezgâhlanan iç savaşlarla yürütülen bu savaş ve şiddet konjonktürünü mevcut kriz dalgasının patlak verdiği ilk günlerde Milliyet gazetesinde Devrim Sevimay ile gerçekleştirdiğimiz söyleşilerde (10 Ekim 2008 ve 7 Haziran 2010) düzeltici savaş deyimiyle açıklamaya çalışmış idik. O günlerdeki söyleşilerde şu cümleleri vurgulamışız:“Bir iktisadi kriz konjonktürü çoğunlukla sosyal ve siyasi krizleri de beraberinde getirir. İnsanlar sistemi sorgulamak yerine, bağlı bulundukları kökenler üzerinden durumlarını açıklamaya çalışır. İşsiz kalmış, dışlanmış, umudunu yitirmiş yığınların yaşadıkları çözümsüzlüklerin sisteme karşı sınıfsal bir tepkiye dönüşmesini engellemek için işbaşında olan siyasiler gerekirse hayali bir düşman yaratırlar. Düzeltici savaşlar, yaşanan krizlerin gerçek nedenlerini saptırmak ve toplumsal tepkileri din, etnik köken ve benzeri başka alanlara çekmek üzere yaratılır.”Kapitalizm, gezegenimiz kaynaklarını yönetebilmek için sürekli olarak şiddet ve savaş ortamı yaratmak zorundadır.

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet

14 Ocak 2014 Salı

Güdümlü Medyada Güdümlü Algılama - ŞÜKRAN SONER

İktidarlarının en sadık medyasında dünün “günün haberi” bir araştırma, anket üzerindendi... Milletimiz paralel tuzağın farkındaydı... Ankete katılanların yüzde 73’ü operasyonun cemaatle ilgisine evet yanıtı vermişti... Yüzde 73.9’u cemaate paralel devlet kurulduğuna inanıyordu. Yüzde 70.6’sı operasyonlarda dış güçlerin etkisine“Var” yanıtı veriyordu. Amacın Türkiye’nin önünü kesmek olduğuna inananlar yüzde 63.3 gibi yüksek bir orandaydılar. Ve de Cemaat-CHP ittifakına oy verir misiniz sorusuna “Hayır” yanıtını verenler yüzde 94 gibi rekor bir orandaydılar...
İktidarlarına, Başbakan’a, AKP kadrolarına güven, biat... tastamam, İktidarlarının tasfiye kararlılığında operasyon yürüttüğü cemaatin işinin bitirilmesinde de istenen yol alınmıştı... Onlarla yılı aşmış, on yılın üstü de İktidarlarının kusursuz çıkar, kadrolaşma paylaşımında yürütülmüş ortaklığının, cemaat cephesi aleyhine tasfiyesinde, deyimin tam karşılığıyla “ölümüne” yürütülmesinde, bir ayda yaşanan operasyonlar, kıyasıya savaşlardan Erdoğan cephesi zaferle çıkmıştı... Dünyada bir örneği, benzeri yaşanmışsa ben bilmiyorum... Güdümlü medyayla güdümlü algılamanın bir araştırmayla kanıtlanması oluyorsa ancak bu kadarı olur...
“Ne kadarı ile gerçeği yansıtıyor” sorusuna gerçekten yanıt arıyorsak... Medya çağında, medyatik güdüleme sanatında böylesi bir sorunun yanıtı yoktur. Gerçek aranmadığı için de çok da anlamlı değildir. Amaçlanan olabildiğince çok insanın istenen biçimde düşünebilmesini sağlamak yolunda sonuç almak, insanları olabildiğince çok sayılarda etkilemek, güdülemek olduğuna göre, gerçek kimin umurunda?.. Dünün zaman dilimiyle “Nerede kalmıştık” sorusunun yanıtı, cemaat cephesi eksenli işleme konulmuş yargılama operasyonlarında... İktidarları cephesi kadrolarını, hem de “babalı- oğullu”, somut, kirli kuralsız ilişkiler, işler üzerinden suçüstü yakalamış... Kimlikli, isimli, görüntülü, ayakkabı kutuları, kasalar içindeki paralarla ortaya konulmuş olsa da, ortada hukuken yürüyen, sonuna kadar gidileceği izlenimi verilen yolsuzluk soruşturmaları buharlaşıyor, gündemden bir bir düşüyorlar...
***
Karşı operasyonlarda Erdoğan Hükümeti adına İktidarları cephesi, gün gün, saat saat katlanan sayılarla yargı gücünün kullanıldığı en kilit noktalardaki yargıçlar, savcılar,HSYK, hele de adli kolluk görevlerinde en kilit görevlerde galiba sayıları yüzlerden binlere tırmanan üst görev polis, müdürlerin temizlenmesinde, yerlerine sadık görevliler getirilmesinde öylesine noktalara gelindi ki... “Bu iş; cemaat kadrolarının kilit temizliği bitti” denmekle yetinilmiyor... Hukuk düzeni içinde tam temizlik yapılamayan yerler için, başta HSYK, üst yargı görevlileri olmak üzere, devreye sokulan torba yasalar, Meclis komisyonlarında muhalefetle hukuk devleti için uzlaşma arayışlarını unutun... İtirazlara karşı kaba güç görüntüleri dünya medyasına bile tekme-tokat sahneleri ile taşınıyor..Stratejik ortaklık, Türkiye’yi İktidarları üzerinden kullanma stratejileri ön planda, gelişmekte olan ülkeler için zaten hukuk devleti düzeni, demokrasi ilkelerinde çok duyarlı olmayan zengin kuzey dünyası, ABD-AB, bu çok çıplak hak-hukuk adalet terazisinin kırılması ihlalleri karşısında, çok sık, günlük uyarılar yapmak zorunda kalıyorlar. AKP iktidara geldiği günlerden bu yana sadece zikzaklı dış politikası üzerinden değil, Türkiye’deki hukuk devleti düzeni, hak ihlalleri, insan hakları-demokrasi ile çatışan yeni icraatları, her alana dönük operasyonları üzerinden de uyarı üzerine uyarı alıyor... Satır araları doğru okunsa aslında aldırılmazmış gibi pazarlanan medyatik vitrinde, dış politikada hızlı çark edişlerle Irak-Suriye, dünya politikalarında istenenler bir bir yapılıyor. İçeride ise İktidarlarının henüz ayakta kaldığı, devamında düzen adına yarar olduğu izlenimi korunmaya çalışılıyor...
Yaklaşan seçimler bağlantılı güven krizini aşmaya yönelik anketler, medyatik algılama, hele de seçmen güdülenmesi kuşkusuz yaşamsal önem taşıyorlar... İktidarlarının kolay kolay gitmeyeceği imajı kadar önemli, daha da yaşamsal olanı yeni öngörülemeyen operasyonlar, toplumsal patlamaların önlenebileceği... Elde kalan en etkili, belki de tek araç; iktidar gücünün sonuna kadar gözü kara kullanılacağı... Güvenle, sevgiyle, gönüllülükle olabilmesi artık söz konusu olamayacağına göre de,korku, cezalandırma yöntemleri giderek ağırlık kazanıyor... En güçlü tehdit piyasalar düzeni üzerinden, siyasi istikrar, iktidar krizinin piyasalar düzeni için slogan yapılmış,kutsanmış olumsuz etkileri... Sadece sermaye değil, seçmen bile en çok ekonomik krizle tehdit ediliyor... Asıl güçlü gizli, medyatik belgelenmesi değil de duyulması, gizli gizli algılanması, beyinlere kazınması istenen tehdit...
Bu yıl vergi cezalarında kırıldığı söylenen rekor, gerçekten gelir artırımı, kaçağın yakalanması mı, yoksa yandaşlık yapmayanların cezalandırılmaları mı? Seçmen çoğunluk, sadece iş dünyasında değil, kredi, kredi kartı üzerinden boğazına kadar borçlu... Kaçınılmaz olabileceklerin paniğinin ötesinde, özel cezalandırmalardan da çok korkuyorlar... 

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet
 

İki Cumhurbaşkanı - 2 - ALİ SİRMEN

Öyle görünüyor ki, HSYK’yi, dolayısıyla yargıyı, şimdi olduğundan da daha büyük ölçüde yürütmenin vesayetine bırakmayı öngören teklif, Tayyip Bey’in direktifiyle, tekme, sille tokat, en kısa sürede yasamadan geçecektir.
Zaten girişimin Adalet Bakanlığı tasarısı olarak değil de teklif olarak getirilmesinin nedeni de süreyi kısaltmaktır.
Gelişmelerin TBMM’den sonraki durağı ise Çankaya’dır. Bu “teklif” olduğu gibi geçince, onay için Sayın Gül’ün önüne gidecektir.
Tabii ondan sonra bir de Anayasa Mahkemesi safhası var, ama onun pratikte bir kıymeti harbiyesi yok. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararları geriye işlemediğinden, yasa pek büyük bir ihtimalle anayasaya aykırı bulunsa bile, HSYK’nin AKP yanlısı kadrosu oluşturulmuş olacak ve ona dokunulamayacaktır. Zaten politikalarının yürütülmesinde hep kamuoyunun saflığına güvenen Başbakan’ın da “CHP isterse HSYK’yi Anayasa Mahkemesi’ne götürsün. Zaten demokrasinin güzelliği de budur”demesi de bu yüzdendir.
Belki de zaten AYM de bu yüzden, yani nasıl olsa pratikte bir sonuç doğurmayacağından, sureti haktan görünmek için iptal kararı verecektir.
Ama bu da tıpkı nafile namazı gibi, “nafile iptal” olacaktır.
***
Bu durumda, Cumhurbaşkanı’nın tavrı daha da önem kazanmaktadır.
11.01.2014 Cumartesi günü bu köşede, “İki Cumhurbaşkanı” başlıklı yazıda, karşı karşıya olduğumuz büyük devlet krizinde, Cumhurbaşkanı’na anayasanın 104. maddesinin görevler yüklediğini söylemiş, ama Sayın Gül’ün, Deniz Baykal’a verdiği cevaptan, kendisinin bu görevleri yerine getirmeye hevesli olmadığının belli olduğunu yazmış, oysa 67 yıl önce, daha çok partili rejime geçişin ilk adımlarının atıldığı bir sırada, o zamanlar Çankaya’da oturan İsmet İnönü’nün, muhalefet ile iktidar arasındaki güven bunalımından doğan devlet krizini, Cumhurbaşkanı sıfatıyla inisiyatif alarak ve temsilcisi olduğu devletin ikisi arasındaki tarafsızlığının garantisini vererek, çözdüğünü hatırlatmıştım.
Bu görüşe karşılık, belki şu sav ileri sürülebilir:
- 1947’nin Cumhurbaşkanı İnönü ile 1982 Anayasası’na tabi cumhurbaşkanlarının yetki, etki ve tavırları aynı olabilir mi?
Bu görüşün geçerli olduğunu bir an düşünelim ve ikisi de yetkilerini 1982 Anayasası’nın 104. maddesinden alan, halef selef iki cumhurbaşkanı, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’e bakmak üzere geçmişe gidelim.

***
Takvimler 2000 yılını göstermektedir, mayıs ayından beri Çankaya’da eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer oturmaktadır. 2000’in yazında iktidarda bulunan Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümeti, terör, bölücülük ve irtica tehdidi gerekçeleriyle, devlet memurlarının ve hâkim ile savcıların, yargı yolu açık olmak üzere müfettiş raporlarıyla işten çıkarılmalarını kolaylaştıran bir kanun hükmünde kararname hazırlar. Ne var ki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunu iade eder, böylelikle 9 Ağustos 2000’de hükümet ile Ahmet Necdet Sezer arasında ilk görüş ayrılığı patlak verir.
Ecevit bu kararı şaşkınlıkla karşıladığını söylerken bir kez daha irtica, terör ve bölücülük tehlikelerine vurgu yapıyordu. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı’ndan şu açıklama yayımlanır:
“Sayın Cumhurbaşkanı hiçbir düşünce ve görüşün Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesive ulusuyla bölünmez bütünlüğü ile Atatürk ilke ve devrimleri karşısında koruma göremeyeceğinin bilincindedir ve kendisini bu yüksek değerleri koruyup kollamakla yükümlü saymaktadır. ...Sayın Cumhurbaşkanı’nın kanun hükmünde kararname taslağını geri göndermesinin nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinden olan ve yine koruyup kollamaya ant içtiği hukuk devleti ilkesi konusundaki duyarlılığıdır.” (İlhan Taşcı arşivi)
2000 yılı ağustosunda Ahmet Necdet Sezer’in tavrı bu olmuştu.
Bakalım 2014 yılı ocağında Sayın Abdullah Gül’ün tavrı ne olacak? 

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet 

11 Ocak 2014 Cumartesi

İspanya’nın ‘Hukuk Devleti’ Farkı (2) - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Mehmet Gülsan adlı okurum iletisinde, aynı başlığı taşıyan ilk yazım için “Çok beğendiğiniz İspanya hukuk devletini örnek gösterdiniz ya; size araştırmanız için iki sözcük yazıyorum: GürtelBarcenas” demiş... Okurumuzun bahsettiği Gürtel ve Barcenas, kraliyet skandalıyla doğrudan bağlantısı olmayan ama iktidardaki “Partido Popular- PP/Halk Partisi’ni” pisliğe ve çamura gömen büyük rüşvet skandallarının isimleri.Bu skandallardan ilki -Gürtel- 2009’da ünlü savcı Baltasar Garzon’un FranciscoCorrea isimli üçkâğıtçı bir işadamını, “kara para aklama, vergi kaçakçılığı, nüfuz ticareti, rüşvet, belgede sahtecilik” nedenleriyle soruşturmasıyla patlamıştı.
Otellerde komilik yaparak hayata atılıp sosyal merdiveni hızla çıkan Correa; PP’ningüçlü lideri eski Başbakan Aznar’ın ailesiyle kanka olacak denli önemli iktidar ilişkileri kurmuştu.
Special Events isimli organizasyon şirketiyle, PP için etkinlikler düzenliyor; bu yolla partiye aktardığı yasadışı fonlarla ihale kapatıyordu.
Bu Gürtel yolsuzluğunun ortalığa saçılmasının yol açtığı şok ve öfke henüzdinmemişken geçen yılın başında üstüne bir de Barcenas skandalı patladı.
Barcenas, Gürtel depreminin de merkez üssündeki, “PP defterdarı/kasasının” adıydı.

‘Gelsin rüşvet, gitsin ihale!’ 
57 yaşındaki Luis Barcenas, yıllar boyu PP’nin mali işlerini yürütmüş; süreç içinde partinin tüm rüşvet hesapları için ayrı bir muhasebe tutmuştu.Kravatsız” parti muhasebesinde kuşku yaratacak hiçbir iz bırakmamak için azami gayret sarf eden “yetenekli defterdar Barcenas”; bu gayretini öyle bir noktaya vardırmıştı ki hesapları dijital ortam yerine, tamamıyla eski usul, elle tutmuştu.
Ama Gürtel skandalını sorgulayan savcılar sonunda Barcenas’ın İsviçre hesaplarına yasa dışı yollarla milyonlarca Avro aktarıldığını tespit etmiş, El Pais gazetesi de Barcenas’ın ayrıca parti namına tuttuğu “el yazması”(!) bu rüşvet hesaplarına ulaşmıştıİspanya’nın amiral gazetesinin geçen yılın ocak ayında günlerce manşetten sürdürdüğü bu pervasız rüşvet tutanakları incelendiğinde, kirli operasyonun, ekonomik bunalımı yaratan “inşaat kriziyle” bire bir iç içe geçtiği görülmekteydi.Barcenas’ın rüşvet defterleri”, inşaat şirketlerinin, liderlere yaptıkları ödemeler ve yasadışı finansman karşılığında; iktidar partisinden “ihsan” gibi dağıtılan ihaleleri kapıştıklarını gösteriyordu.
Ülkeyi şantiyeye dönüştüren “inşaat balonu şeklinde tanımlanan sektördeki alışverişler -“al gülüm ver gülüm” üzerinden gelişen bu “gelsin rüşvetler, gitsin ihaleler!” paslaşmasında çok sayıda çılgın projeye yol açmış, muazzam kaynak israfıyla kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde kullanılmayan havaalanları yapılmıştı.Mali krizle gelen kredi daralması ve “balonun sönmesi sonunda sonra “Pandora’nın kutusu açılmış, sistemin hangi kirli yöntemlerle finanse edildiği ortaya çıkmıştı.
İşyerlerinin kepenk indirdiği bir konjonktürde, sönen bu balonla birlikte dökülen pislikler İspanyolları can evlerinden vurduBarcenas skandalı patlak verdiğinde, ben İspanya’daydım.
İspanya’daki krizi özetleyen bir yazı dizisi için gittiğim Madrid’de, tam PP karargâhının bulunduğu Calle Genova sokağına bakan bir evde kalmaktaydım. Parti binası önünde toplanan öfkeli kalabalıkların her gün attığı satılmışlar!”, “hükümet istifa!” çığlıkları, kaldığım evin salonuna dek geliyordu…
Aynı dönemde, kralın damadının karıştığı malum “rüşvet, kara para aklama, hortum,vergi kaçakçılığı” skandalının da dal budak sarmasıyla ile birlikte, İspanyol halkının hem hükümete ve hem monarşiye olan güveni mayınlanıyordu. Ülkedeki bu çok ağırgüven kaybını”; İspanya’da bulunduğum süre içinde konuştuğum ve görüştüğüm herkeste gözlemledim…
Kral ve başbakan meydan okumuyorGelelim okurumuzun baştaki “Beğendiğiniz hukuk devleti bu mu?” itirazına... Bir ülkenin hukuk devleti olması, maalesef onu yolsuzluk skandallarından korumaya yetmiyor.
Ancak hukuk devleti olan ülkelerle, olmayan ülkeleri ayırt eden fark; skandallar karşısında takınılan tavır oluyor:1. Hukuk devletinde çabalar, skandalların üstünün örtülmesi değil; İspanya örneğinde gördüğümüz gibi deşifre edilmesi yönünde gelişiyor.
2. Muhafazakâr Başbakan Rajoy ve kral, İspanya’da halka açıkça meydan okumuyor. Skandallara aralarına belli mesafe koymaya çalışmakla birlikte “hatayı” kabul ediyorlar.3. “Yürütme” İspanya’da, skandalları araştıran yargı” ve “basını”; gelişigüzel baskı altına alma yönüne gitmiyor. Maç ortasında, kuralları değiştirmiyor. Amiral gazete El Pais -misal!- skandalları aydınlatmadaki rolü sebebiyle bilakis ödüllerle taltif ediliyor...
4. İktidar partisi PP’nin karargâhına henüz daha geçen ay skandalları araştırmak için baskın yapan polisler; bizdeki gibi dağıtılıp oraya buraya sürülmüyor...
5. Skandalların hiçbiri, “devlet içinde devlet tabir edilen paralel yapıların karşılıklı tehdit ve şantajları sonunda ortaya çıkmıyor. Bağımsız yargı ve basının denetimi sonucunda ortaya dökülüyor.6. Yolsuzlukları protesto etmek için yollara çıkan İspanyollar; plastik mermi, biber gazı ve TOMA’larla sindirilip bastırılmıyor. Başka söze gerek var mı?  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

İki Cumhurbaşkanı - ALİ SİRMEN

Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, girişiminin olumsuz sonuçlanması şaşırtıcı değil.
Deniz Bey’in, temsil ettiği yasamanın çoğunluğu, Erdoğan tarafından sıkı sıkıya denetim altında tutulduğu için fiilen hiçbir gücü olmayan TBMM Başkanı ile yapacağı görüşmenin ne kıymeti olabilirdi ki? “Cumhurbaşkanı, devletin başı sıfatıyla anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” diyen anayasanın 104. maddesinin içinde bulunduğumuz devlet krizinde yükümlülükler getirdiği Cumhurbaşkanı ile görüşmenin de bir anlamı olmadığı tabii ki söylenemez.
Ancak Cumhurbaşkanı, içinde bulunduğumuz durumun bir devlet krizi olmadığını söyleyerek, Baykal’ın çağrısını geri çevirdi. Bu olumsuz yanıt, Cumhurbaşkanı’nın kendisini konumlandırdığı yerden kaynaklanıyor.
Aslında, Sayın Gül’ün anayasanın kendisini yerleştirdiği yer gereği duruma müdahil olması gerekiyordu.
Şu anda Türkiye, şimdiye dek görmediği büyük bir devlet krizinin içinde bulunuyor.
Devlet krizi, anayasanın 104. maddesindeki deyimle devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmamasından patlak vermiş durumda.
Şu anda, yürütme, yargının kendisine karşı bir komplonun içinde olduğunu ilan ediyor.
***
Öyle midir, değil midir tartışmasından da önemlisi, öyle olsa bile bunun çaresinin, yürütmenin yargıyı esir alarak tamamen kendi sultasına sokması ve adalet bakanını aynı zamanda yargı üzerinde vesayet yetkisine sahip özel yetkili bakan konumuna getirmesi olmadığıdır.
Şu anda dünyanın hiçbir demokrasisinde, Bekir Bozdağ gibi bir ayağı yürütmede, öbür ayağı yargıda olan tek bir örnek yoktur.
Kısacası, devletin iki erki birbiriyle gayet vahim bir düzensizlik ve uyumsuzluk içinde, hatta çatışma halindedirler.
Yargı ve yürütmenin bu durumu karşısında, yasama da yürütmenin yargıya da egemen olan başkanının sultası altındadır.
Bu durumda, Sayın Gül daha Çankaya’ya seçildiği zaman, “rejimi kuşatma ve devleti istila girişimleri sırasında, kendilerine destek olması için onu oraya getirdiler”suçlamalarını hatırlatan bir tavırla hareketsiz kalmayı yeğlemekte, bunu gözden kaçırmak için de içeriksiz yuvarlak açıklamalarla yetinmektedir.
“İleri demokrasi”mizin Cumhurbaşkanı’nın bu tavrına bir de AKP tarafından çok eleştirilen İnönü’nün 1947 yılında Çankaya’da otururken benimsemediği tavra bakınca nereden nereye vardığımızı görerek hayıflanmamak gerçekten elde değil.

***
Yıl 1947, Türkiye çok partili yaşama geçmiştir. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı’dır. İktidarda CHP, muhalefette ise DP bulunmaktadır.
Başbakan Recep Peker’in bütçe görüşmeleri sırasında, Adnan Menderes’e psikopat demesi muhalefet-iktidar ilişkilerini iyice germiştir.
Muhalefet iktidarı baskı yapmakla, iktidar ise muhalefeti meşru sınırlar dışına çıkmakla suçlamaktadır.
Devletin erkleri değil ama iktidar ile muhalefet arasında rejimi tehdit edecek bir gerginlik söz konusudur.
İsmet İnönü bu durumda Başbakan Recep Peker ve ana muhalefetin o günkü lideri Celal Bayar’ı, Çankaya’ya çağırır, konuşur ve sonunda, 11 Temmuz günü bir açıklama yapar. 12 Temmuz günü gazetelerde yayımlandığı için
“12 Temmuz Beyannamesi” olarak anılan bu açıklamada, İnönü, muhalefet ve iktidara güvenceler veriyor ve temsilcisi olduğu devletin onlara karşı tarafsız davranacağını belirtiyordu.
İnönü, iktidar ile muhalefetin arasındaki rejim krizinin, devleti temsil eden Çankaya’nın aktif tarafsızlığı güvencesiyle aşılmasını sağlıyordu.
İnönü böyle yapıyordu, çünkü kendi temelini attığı demokrasiye inanıyor ve rejimi demokrasi rayına oturtmak amacını güdüyordu...
Takvimler o zaman 1947 Temmuzu’nu gösteriyordu, bugün ise 2014 Ocak’ını.
Nereden nereye Türkiye?!.. 

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet 

10 Ocak 2014 Cuma

Borç Krizi - ÖZTİN AKGÜÇ

Türkiye ekonomisinin en azından orta dönemli, yüksek fiyat artışlı durgunluk sürecine girmekte olduğu öngörülüyordu. Buna bir de yönetim hatalarıyla şiddetlendirilmiş borç krizi eklendi. Bir ülkede borçların önemli bir bölümü yabancı para (döviz) üzerinden ise, başka bir ifadeyle dolarizasyon oranı yüksekse, ulusal paranın kısa sürede yüzde 20-25 düzeyinde değer yitirmesi, ülkeyi borç krizine sokar. Finansal tablolar bozulur,yükümlülükleri yerine getirmek giderek zorlaşır, borç çevirme, kredileri yenileme güçleşir, işletmelerde finansal sorunlar ağırlıklı olarak ön plana çıkmaya başlar. 
Türkiye’nin dış borçları, büyük boyutlu cari işlemler açıkları nedeniyle sürekli artıyordu. Bu tehlikeli gidişi “IMF’den borç alıyorduk, şimdilerde borç veriyoruz” şenlik ve şölenleriyle, diğer ülkeler borç krizi yaşarken Türkiye’nin dış borcu az, Dış Borç/GSYH oranı düşük gibi gerekçelerle gerçekleri görmemeye, gizlemeye, övünmeye kalkışıyorduk. 
Bir oran hesaplanırken oranın pay ve paydasının tutarlı, karşılaştırılabilir olması gerekir. Bir ülke kendi ulusal parasıyla dışarıdan borçlanabiliyor, ulusal parasıyla dış borç ödeyebiliyor, parası tam konvertıbl ise Dış Borç/GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) oranı anlamlı bir gösterge olabilir. TL tam konvertıbl bir para değil; Türkiye’nin dış borçlarını TL basarak ödemek gibi bir olanağı da yok. 

Ayrıca GSYH hesabına giren tüm mal ve hizmetlerin dış ticarete konu olması gibi bir özellik de söz konusu değil. Tüm bu faktörler dikkate alındığında, Türkiye’nin dış borçlarını GSYH’ye oranlayarak değerleme yapmak yanıltıcı oluyor. Ayrıca ülkeler arası borç karşılaştırması yapılırken vade, yanı sıra faiz farklılığını dikkate almak, dış borcun hangi alanlarda ve amaçlarla kullanıldığını da gözetmek gerekir. 
Türkiye’de borç krizini, en azından şiddetlendiren etkenler de gözardı edilmemeli. 
Kamunun, uzun süreli sabit faizli TL üzerinden borçlanma politikası, kur riskini bankalar ve özel kesim üzerinde bırakmıştır.Özel kesimin; kârı, esas üretim faaliyetinden değil de, düşük kur, yüksek TL faizinden yararlanmada araması da aşırı döviz borcuna yol açmış, dış borcun üçte ikisinin özel kesime ait ve kısa süreli oluşu da krizi şiddetlendirmiştir. Özel kesimin kârı, finansman faaliyetinde araması ne kadar yanlış ise, faaliyet sonucu yaratılan kârın, kur farkı, kambiyo zararı ile yok olması, hatta zarara devrilmesi de o denli basiretsizlik,sağduyu noksanlığı sonucudur. 
Yurtiçi TL kaynaklarını yeterince artıramayan bankaların, düşük faizli döviz kredisi kullanarak, bunu yüksek faizli tüketici ve kredi kartı kredisi şeklinde kullanmaları, kârın büyük bölümünü faiz arbitrajında aramaları, bankaların fiili döviz pozisyon açıklarını büyütmüştür. 
Tüm bu etmenlere Merkez Bankası’nın yönetim hataları da eklenmiştir. Kurlar yükselir, cari işlem açığı büyürken politika faizini sabit tutması, döviz satarak sorunu çözeceği sanısına kapılması, tutturamayacağı döviz kuru hedefleri belirlenmesi, döviz rezervi konusunda abartılı bir ölçüde yanıltıcı açıklamalar yapılması da Merkez Bankası’nın güvenilirliğinin tümüyle yitmesine yol açmıştır. 
Dövizde açık pozisyonu olan işletmelerin pozisyon açıklarını bir ölçüde de kapatmaya çalışmaları, iç tasarrufların döviz tevdiat hesaplarına yönelmesi, piyasalarda hızlandırma ve geciktirme eğiliminin güçlenmesi, yabancı yatırımcıların güven eksikliği nedeniyle yurtdışına sermaye çıkışını hızlandırmaları, yabancı kaynak girişinin yavaşlaması da borç krizini şiddetlendirmiştir. Olaya doğru tanı koyup çözüm yolları aramak gerekir. Aksi halde kriz derinleşecektir.  

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

Ya Çalma Sırası ‘Sandık’a Gelirse?.. - ALİ SİRMEN

Değerli okurum Ayhan Çam dün gönderdiği iletisinde şunları yazıyordu:
“Bugünkü yazınızda 2002 cari açık miktarını yazarken yanlışlıkla milyon yerine milyar yazdığınızı biliyorum. Ama bir AKP’li çıkıp da yazınızı referans göstererek ‘Hükümetimizin daha ilk yılında cari açığı 620 milyar dolardan bilmem nerelere indirdik, bakın! Cumhuriyet’in köşe yazarı bile itiraf ediyor’ dese hiç şaşmam valla ” diyordu.
Önce dikkati ve ilgisi dolayısıyla, bu konuda ileti göndererek, faks çekerek telefon ederek, yanlışımı düzelten tüm okurlarıma teşekkür ederim.
Ayhan Bey dostumun söylediklerine ise, ”olur mu olur!” demekten başka ekleyecek bir şeyim yok.
Çünkü şu 17 Aralık’tan beri öyle şeyler söyleniyor, öyle vecizeler yumurtlanıyor ki, artık hiçbir şeye şaşırmaz olduk.
Kavramlar karıştı, kuramlar saptı, kurumlar battı, beyler saçmalamaktan bıkmadılar.
Bir komplo kuramı kurup önümüze sürdüler.
Ayakkabı kutusunda bulunanlar, ortalıkta uçuşan milyon-milyar dolarlar Tayyip Bey’e karşı komploymuş.

***
Önünüze bunları koyuyorlar.
Artık yerseniz!
Ama çete komplosu öyküsünü boşa çıkaracak bilgiler de çıkıyor ortaya.
Meğerse, başında Başbakan’ın sağ kolu Hakan Fidan’ın bulunduğu MİT 8 ay önce, 18 Nisan 2013’te, 45650928 sayılı bir yazıyla Sarraf’ın marifetleri, bakanlarMuammer Güler ve Zafer Çağlayan ile mahdumları arasındaki ilişkiler konusunda, yetkilileri bu arada tabii ki Başbakan’ı da bilgilendirmiş; hatta raporda şu hususların yer aldığı da basında çıktı:
“R. Zarrab’ın bakanlar Zafer Çağlayan ve Muammer Güler ile mevcut ilişkisinin ortaya çıkması halinde, söz konusu hususların hükümet aleyhinde kullanılabileceği değerlendirilmiştir.”
Sekiz ay önce servis edilen bu rapora rağmen kimse istifini bozmamış, 8 ay sonra bu raporun ortaya çıkmasıyla yine kimse istifini bozmuyor.
Yine komplo teorileri, yine yolsuzluk iddiaları karşısında polislere işten el çektirme, tayin, görevden alma, zaten bağımsız olmayan yargıyı daha da “yürütme”ye (Yanlış anlaşılmasın! Burada “yürütme”, “icra” anlamında kullanılıyor, argodaki “arak”anlamında değil) bağlanıyor ve edilgenleştiriliyor.
“Yolsuzlukların, hırsızlıkların hesabı nasıl sorulacak?” dendiğinde de yanıt hazırdır:
- Efendim önümüzde seçimler var, halk gerekli görürse sandıkta sorar hesabı.
***
Bu aldatmacanın tabii ki itibar edilecek yanı yoktur.
Sandıkta sorulan hesap siyasi hesaptır. Ama demokrasilerde yargı önünde verilen hukuki hesaplar da vardır.
Ve sandık, suçu masumiyete, ahlaksızlığı erdeme dönüştüremez.
Karşılıklı dengeler sistemi demokrasilerde, her hesabın ayrı yeri vardır.
Demokrasilerde sandık zorunlu şarttır, ama yeterli şart değildir.
Hem zorunlu hem yeterli şartlar olmadığı takdirde, demokrasi demokrasi olmaz.
Bağımsız yargı güvencesi ve denetimi olmadan, sandık bir anlam ifade etmez.
Diktalarda da vardır oylama, ama orada oy sandığı özgürlüklerin sandukası haline gelmiştir.
Demokrasilerde, yolsuzluğun, çalıp çırpmanın hesabını vermekten kaçmak için kuvvetler ayrılığını çiğneyip, yargı bağımsızlığını ayaklar altına alıp, sonra da “git hesabı sandıkta sor” demenin anlamı yoktur.
Demokraside, sandığın kendi sınırları içindeki işlevini yerine getirebilmesi ancak, sandık oyununun kurallarına dürüst şekilde uyulması halinde mümkündür.
Sen hem çalıp çırpacaksın, hem de “Git hesabı sandıkta sor!” diyeceksin.
Yok öyle yağma!
Sonra adama sorarlar:
- Efendi bütün çalmalara kol kanat geriyorsun, bütün denetim mekanizmalarını yıkıyorsun, sonra da “Git sandığa!” diyorsun. Peki, ya bu arada, çalma sırası sandığın içindekine gelmişse? 

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet 

9 Ocak 2014 Perşembe

Adalet Bakanı Bozdağ: - UTKU ÇAKIRÖZER

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, hükümetin seçimler öncesinde TBMM’deki çalışmalarındaki önceliğinin “yeniden yargılama” değil HSYK’nin yapısını değiştiren düzenleme olacağını açıkladı. Yolsuzluk soruşturmalarında soruşturmanın gizliliği ve masumiyet karinesi ilkelerine uyulmamasından şikâyetçi olan Bozdağ, bu konularda geçmişte de yanlışlar yapıldığını ve kendilerinin o dönem bu konuları daha çok dile getirmesi gerektiğini ifade etti. Devlet içinde Gülen cemaatine yönelik olduğu ileri sürülen tasfiyeler konusunda ise Bozdağ, “Devlet ortak kabul etmez” dedi. Adalet Bakanı, Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesine göre kurulan özel terör mahkemelerinin kaldırılacağını, dinlemeler ve soruşturmalar konusunda da yeni bir düzenleme getirme hazırlığı yaptıklarını açıkladı. 
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, dün gazetelerin Ankara temsilcileriyle yaptığı toplantıda, gündemdeki konularla ilgili şu değerlendirmeleri yaptı: 
Çolakkadı ve Altınok incelenmesin: İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı ile ilgili bir izin vermeyi düşünmüyorum. Oktay Erdoğan ve Emniyet Müdürü (Selami Altınok) ile ilgili izin vermeyi düşünmüyorum. Diğerleriyle ilgili (savcılar Zekeriya Öz ve Muharrem Akkaş) ise vereceğim. 
Yeniden yargılama ‘komisyona havale’: Barolar Birliği Başkanı’ndan yeniden yargılama konusunda yaptıkları çalışmayı yazılı iletmelerini istemiştim. Bugün de görüşecektik. Çalışmamız nedeniyle haftaya kaldı. Arkadaşlarımız çalışıyor. Olumlu bakış üzerine kurulmuş bir çalışma ekibi var. “Bu nedir?” diye bir araştıralım dedik. Anayasa açısından yapılabilir mi? Yansımaları ne olur? Davalara etkisi olur mu olmaz mı? Onlar çalışılacak. 
Önceliğimiz HSYK yasası: Çok kapsamlı bir çalışma yapılacak. Ondan sonra oturup konuşacağız. Bugünden yarına sonuçlanacak bir konu gibi gözükmüyor. Meclis takvimi de ortada. Şimdi önceliğimiz HSYK. 
Tutumumuzda değişiklik yok: Darbeler konusunda tutumumuz çok net. Darbeye teşebbüs etmiş, demokrasi ve hukuk devletini yok etme teşebbüsünde bulunanlarla ilgili ilkesel tutumumuzda değişiklik yok. Yeniden yargılama ve diğer konularda pek çok tartışma yapılıyor. Biz bu tartışmalara kulağımızı tıkayamayız. 
Affa benzerse korkusu: Feyzioğlu önerisinde kesinleşen mahkeme kararı ile ilgili ortaya çıkan hususlarla ilgili düzenleme var. 5 Temmuz değişikliğini esas alan bir düzenleme. Özel bir şart ihdası öngörüyor. Ama bu konuda eşitlik, hukuk devleti gibi konularda Anayasa Mahkemesi’nin koyacağı irade önemli. Geçmişte Ecevit  ve Erbakan döneminde bir af çıktı. Daha sonra yansımaları ortaya çıktı. Tüm alternatifleri tek tek olumlu olumsuz yönleriyle incelemeye tabi tutuyoruz. Hukuk devleti açısından özel bir düzenleme yapmak mümkün mü, genel bir düzenleme daha mı iyi, daha mı kötü? Alternatifler ortaya çıkmadan bilmek mümkün değil. 
‘Kumpas’ sözü yenilemeye yetmez: Mevcut kanun hükümleri bakımından bu söz yeniden yargılamaya yetmez. Yasada şartlar sayılıyor. Davayı hükme bağlayan mahkeme, bu şartlar içinde uyanlar var mı yok mu karar verecek. 
Ben bozamam, çünkü: (“Adalet Bakanı’nın kanun yararına bozma hakkını kullanacak mısınız” sorusu üzerine): O temyizden geçmeden kesinleşen hükümler için. Bu davalar için hukuken benim yetki kullanmam mümkün değil. Biri temyizden geçti. Diğeri de temyize tabi. Eğer kanun yararına bozma yetkisini tüm davalar için bakana verirsek tüm dosyalar bakana gelir. Ayrı bir temyiz kapısı açılır. Bu da çok sıkıntı doğurur. 
Geçmişte daha çok dile getirmeliydik: Şu andaki soruşturmaların hukukun dışında yürüdüğüne dair pek çok haber, yorum, eleştiri var. Soruşturmanın gizliliğini ihlal önemli. İnsanların hukukunu ve onurunu korumak için lazım. Masum bir insanı başında lekeleyip suçlu olarak algılanmasına neden olunuyor. Herkesten çok yargı görevlilerinin buna riayet etmesi lazım. Geçmişte biz bu konuları dile getirdik ama o gürültü patırtı arasında duyulmamış olabilir. Belki daha fazla dile getirilebilirdi. Öyle olsa daha da görünür olurdu. Ama öyle olmaması bugün bu konuları yüksek sesle dile getirmemizi engellememeli. (“Öyleyse 2007’den beri bu konularda yaşananlar da yanlış değil miydi” sorusuna) Bunların hepsi yanlış. 
Başbakan’ın HSYK eleştirisi takdir edilmeli: Başbakan’ın Tekirdağ’da HSYK ile ilgili “yanlış yaptı” ifadesi ayıplanacak bir iş olmaması lazım. Takdir edilecek bir yaklaşım olarak bakılmalı. Soruşturmanın gizliliği, sabahın köründe ev aramalar konularında tavrımız çok açıktır. Herkesin toplumda bir yeri var. İnsanlara davet kararı çıkarmadan yakalama kararı çıkarılması, gözaltına alınması hukukun açık ihlalidir. 
Soruşturma yargılamadan önemli: Cumhuriyet savcılarının başlattıkları soruşturmalarla ilgili inceleme talimatı verdim. Bir yıl içinde kaç soruşturma başlattılar, kaçı takipsizlikle, kaçı itirazla bitti. Kaç iddianame mahkemelerce kabul edildi, kaçı beraatla sonuçlandı. Bu rakamlar bu noktadaki standardımızı gösterecek. Yüzlerce kişi hakkında soruşturma başlatıyorsunuz. Çok büyük kısmı takipsizlikle, beraat ile sonuçlanıyorsa bu sistemin işleyişinde birtakım sorunlar var demektir. Soruşturmayı yargılamadan daha fazla önemsiyoruz. Lekelenmeme hakkını ihlalin son derece büyük sorunlara yol açıyor. Bu rakamlar çıksın, yasal altyapı bakımından neler yapmamız gerekirse adım atmak lazım. 
İzmir sorusuna Meclis yanıtı: (“İzmir’deki soruşturmada polislerin görevden alınması müdahale değil mi” sorusuna yanıt) Bu algı insanların bazılarında olabilir, oluşması için gayret de gösterilebilir. Ama yasalar ve devam eden olaylarla ilgili hiçbir çalışma yapılmaz diye kural koyarsak öncelikle Meclis’i kapatmak lazım. Hiç yasa yapmamamız lazım. CMK, CMUK, Borçlar Kanunu aynı anda mevcut kanunlarla yüz binlerce dava yürürken yenilendi. ‘Soruşturmalar devam ederken çalışma 
yapılamaz’ dediğinizde yasama ve yürütmenin elini bağlarsınız. Atamalar hükümetin takdiridir. İdare algılar üzerinden tasarrufta bulunmaz. Doğru mu değil mi diye yapılan işe bakar, ona göre tasarrufta bulunur.
Devlet ortak kabul etmez: Memurlar yasaya uygun atandığı gibi yasaya uygun olarak da alınabilirler. İdare hukukunda müktesep hak olmaz. Başvuru olursa yargı denetimini yapar. Devletin içinde farklı farklı yapılanmalara izin verirse devletin herkese ait olma özelliği sona erer. Görev yapanların siyasi görüşleri, mensubiyetleri farklı olabilir. Ama bu farklar görev icrasına yansırsa devlet ona müdahale eder. Nasıl ki Allah şirk kabul etmez, devlet de şerik (ortak) kabul etmez. 
HSYK düzenlemesinde anayasa ihlali yok: Bu HSYK düzenlemesi çok tartışılacak. Anayasaya aykırı bir düzenleme kesinlikle değil. Bizim yaptığımız anayasanın kanunla düzenleme yetkisi verdiği alanda düzenleme yapmaktan ibaret. Yargı denetiminin dışındaki bir alanı denetime açıyoruz. Yargı denetimi getiriyoruz. Layüsel yapıdan hesap verebilir yapıya geçiş imkânı sağlayacağız. Hem AB hem de Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu kriterleri açısından bu çok önemli. 
Çarşaf listenin önüne geçeceğiz: Üye sayısı ve kaynaklarına dokunmuyoruz. Ama çarşaf liste yapılmasının önüne geçeceğiz. Herkes bir kişiye oy verecek ve gruplaşma, tam kadro gelme olmayacak. Çoğulcu bir yapı çıkacak. (“Fiilen bakanın ve yürütmenin eline geçmiş olmayacak mı” sorusuna) Hayır öyle görmüyorum. Kurulun seçme hakkını ortadan kaldıran bir düzenleme yapmadık. 
Terör mahkemelerini kaldıracağız: Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesine göre düzenlenen özel yetkili mahkemelerin varlığı hukuk devletinde her zaman tartışılır. Yeni de değil bu. Daha önce de söyledik. Bu noktada Türkiye’de terörle mücadele nedeniyle ihdas edilmiş DGM’ler, ÖYM’ler oldu. Şimdi TMK 10’a göre görev yapan mahkemeler var. (“Kaldırılması düşünülüyor mu” sorusu üzerine) Kaldırılması için bir çalışmamız var. 
Dinlemelere yeni düzenleme: CMK soruşturmaları sırasındaki usullerle ilgili ciddi eleştiriler var. CMK 135’te kuvvetli şüphe varsa dinleme kararı alabiliyorsunuz. O da 3 ay. İkinci defa 3 ay. Sonra örgütün faaliyeti çerçevesinde ise ilanihaye dinleme kararı aldırıyorsunuz. Ama 220. maddede örgüt tanımı yok. Sadece “asgari üç kişi” diyor. Bu konuda yakında açıklanacak bir çalışmamız var. Ceza muhakemesinde keyfi kullanmaya uygunluk veren yapılar varsa bunları revize eden çalışmalar var. Dinleme dahil, bu konu üzerinde çalışıyoruz. Bir noktaya da geldi. Meclis tatile girmeden bu konuda bir adım atacağız. Soruşturmanın gizliliği olur ama gizlenmiş soruşturma olmaz. UYAP’a soruşturmayla ilgili her şeyin girilmesini sağlayacağız. 
Danıştay açıkça usulü çiğnedi: Adli Kolluk Yönetmeliği ile HSYK bildirisi kurulun görevleri arasında yoktur. Yasanın dışına çıktılar, yetki gaspı yaptılar. Yaptıkları anayasa ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. 138. maddenin katlidir. Kurul öldürmüştür. Ertesi gün Danıştay kararı, HSYK açıklamasındaki cümlelerle örtüştü. Danıştay’da ise kanunlar çok açık. Yürütmeyi durdurma talebi olması halinde idari savunma alınmadan karar verilemez. Danıştay’ın hiç tebligat bile yapmadan bunu açık açık çiğnemesi beni rahatsız ediyor. Anayasa değişikliği yapmadan sağlıklı bir adli kolluk yapma imkânı yok.  
‘LEKELENMEME HAKKI’NI ‘DİNİ’ ÖRNEKLE ANLATTI  
Bozdağ sohbet sırasında, özellikle 17 Aralık yolsuzluk soruşturması sonrasında hükümetin üzerinde titizlikle durmaya başladığı soruşturmanın gizliliği, masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı gibi konuların önemini Kuran’dan örnek vererek anlatması dikkat çekti. Bozdağ, peygamberin ikinci eşi için zina iftirası atıldığı ve herkes tarafından eleştirildiği bir dönemde gelen vahiyde, “Bu apaçık iftiradır. İspatını istemek, ispat edemeyenlere ceza vermek gerekmez mi?” dendiğini anımsatarak, “Herkesin kendine intikal eden olaylarla ilgili doğruluk-eğrilik araştırması yapmasında fayda var. Aksi halde inciten işler yaparız. Bir iftiraya kendimizi kullandırabiliriz” diye konuştu.  

UTKU ÇAKIRÖZER
Cumhuriyet