7 Mart 2014 Cuma

Kaynak İsrafı - ÖZTİN AKGÜÇ

Ekonomi, kaynakları en verimli şekilde kullanma ilmidir. Seçmenin mantığıdır. Bu özelliği vurgulamak için ekonomiye giriş derslerinde, paranızla elma şekeri de alıryalarsınız ya da kitap alır, tiyatroya gidersiniz gibi alternatif kullanım örnekleri de verilirTürkiye zaten çok da bol olmayan kaynaklarını, yurtdışından borçlanma yolu ile sağladığı kaynakları da gösteriş yatırımları, mega proje diye sunulan kişisel prestij yatırımları uğruna israf etmiştir, etmektedir. 
İktisatta alternatif maliyet, yatırımın fayda maliyet oranı, dışsallıklar gibi kavramlar vardır. İktisatçı karar alırken, kaynakları kullanırken, neleri yitiriyorum, kaynakları farklı şekilde kullansaydım neler yapabilirdim, neler kazanabilirdim diye düşünür; sağlanacak faydanın, katlanılan maliyeti karşılayıp karşılayamayacağının hesabınıyapar. Yatırımın çevre kirliliği, tarım alanlarının daralması, doğanın yıkımı gibi toplumsal maliyetlerini de dikkate alır. Aynı hizmeti, üretimi farklı hangi almaşık yollarla karşılayabileceğini öngörmeye, almaşık yatırım projeleri geliştirmeye çalışır. Kaynakların en verimli şekilde kullanılabilmesi için tüm bu çalışmaların araştırmaların,hazırlıkların yapılmasının gereğine inanır. 
Göz boyayıcı kişisel propaganda malzemesi sağlayan, rant yaratan projeler için bu tür hesaplara, kaygılara gerek yoktur. Gösteriş yatırımlarına karşı çıkıldığında, alternatif yollar önerilmeye kalkışıldığında, sistemin kalemşorları hemen davranırlar: “O kafaköprüye, yola, AVM’ye, HES’e karşı çıkan kafa” diye bilimsel(!) yazılar döktürürler. Ne fırsat maliyeti, ne dışsallıklar, ne fayda maliyet oranı, ne almaşık teknik ve yatırımlar konusunda bilgileri ne de düşünmüşlükleri vardır. Tek hedefleri patronun gözüne girerek pay almaktır.Türkiye niçin enerjide dışa bağımlıdır? Türkiye niçin teknoloji ürünü ihraç edememektedir? Türkiye niçin ara mal üretememekte, ithal girdisi kullanmaktadır?Türkiye’de imalat sanayisi niçin montajdan üretim aşamasına geçememektedir? Sanayinin yarattığı katma değerin GSYİH içindeki payı niçin sürekli düşmektedir? Türkiye niçin süreğen cari işlemler açığı vermektedir? Türkiye’nin dış borçları niçin sürekli artmaktadır? İşsizlik oranı niçin bu denli yüksektir?
Bu tür sorular listesi
 uzatılabilir. Bu tür soruların yanıtı aranmazken gösteriş yatırımları ile övünülmekte, oy devşirilmeye çalışılmaktadır. 
Kafa gerçekten değişmeli, göstermelik işler yerine ülkede enerji, ara ve sermaye malı üreten sanayi dallarına yatırım yapılmalı, ihracatta katma değeri yüksek teknoloji ürünlerinin payı artırılmalıdır. Yoksa övünür, belki oy da devşirilir, ama Türkiye cari işlemler açığını kapatamaz, sınayileşemez, orta gelir düzeyinden kurtulamaz. Ekonomisinin en kırılgan ülkeler listesinin başında yer almasından da kaçınamaz. 
Türkiye’de dolandırıcılık ne yazık ki sadece maddi alanda değil, hemen her alanda yaygındır. Kaynak kullanımında akılcı davranamadığımız sürece, hem kaynaklarımızı israf ediyor, hem çevre sorunlarını ağırlaştırıyor, yaşam kalitemizi yükseltmek yerinekaliteyi daha da düşürüyoruz. 
 

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

Ukrayna ve AB - ALİ SİRMEN

Kiev “Meydan”ındaki gösterilerle kendi sınırları dışına taşıp, dünyanın bir numaralısiyasi krizi haline gelen Ukrayna’yı iflasın eşiğine getirmiş bulunan ekonomik krize çare bulunması için dün toplanan AB zirvesinde, AB bütçesi ile AB temelli uluslararası kuruluşlardan Kiev’e 15 milyar dolar sağlanacağı belirtildi.

Bilindiği gibi Ukrayna’daki siyasal krizin nedeni de Yakunoviç’in AB’nin sunduğuyedi yıllık 26 milyar dolarlık paketi reddetmiş olmasıydı.
Yankoviç’in gitmesine AB karşıtı ve Rus yanlısı politikası neden olmuştu.Öyle midir değil midir tartışmasına girmeden söyleyebiliriz ki, olgu öyle olmasa bilealgı öyledir ve Yanukoviç diğer nedenlerin yanı sıra AB karşıtı damgası yediği için devrilmiştir.
Dünyada Putin’in dışında kimse Yanukoviç için gözyaşı dökmüyor. Herkes de Putin’edöktüğü gözyaşını kana tebdil etmesin diye korkuyla bakıyor.
Yanukoviç rejimine gözyaşı dökülmemesi doğal. Kimse bu kadar kokuşmuş bir rejimin arkasından ağlamaz.
Ne var ki Ukrayna Yanukoviç’ten önce de gırtlağına kadar pisliğe batmıştı. Ama tepkibugünkü kadar büyük olmuyordu.
Neden artık kanıksanmış gibi görünen kokuşmuşluğun ufuneti birden insanları rahatsızetti?
***
Bunun nedenini tam bir hafta önce bu sütunda yazmaya çalıştım. Bozuk düzenlerde,özellikle rant ve yağma ekonomilerinde, insanlar zaman içinde kanıksayıp, tepkigöstermedikleri yolsuzluklara, kendi canlarını da yakan ekonomik bunalım dönemlerinde duyarlılık kazanmaya başlıyorlar.
Değerli yazar Yalçın Doğan çarşamba günkü köşesinde Uluslararası ŞeffaflıkDerneği’nin İsveç ve Moldova örneklerini baz alarak yaptığı bir araştırmadan söz ederek ekonomik bunalım dönemlerinde toplumlarda yolsuzluğa tepkinin arttığını vurguluyordu.Ukrayna’da da aynı olay yaşandı ve benzer durumda olan her ülkede de yaşanmasıdoğal.
Halk Ukrayna’da kendi yoksulluğu ile lüks içinde yüzen ve kokuşmuşluk simgelerinden biri olan oligark Yanukoviç’in yolsuzluğunu irtibatlandırıverdi.
Bu husus, ekonomik krizin eşiğinden içeri girmekte olan başka ülkelerin de yolsuzluktimsali olmuş olan yöneticilerinin dikkatine sunulur.
Tabii arada sırada dile getirdiğimiz bir husus, Ukrayna konusunda da geçerli. O da ülkenin müstebit ve yolsuz yöneticisi Yanukoviç’in sebep mi sonuç mu olduğu sorusu.Yanukoviç’in rakibi muhalif Timoşenko da aynı vasıflara sahip olunca, kişilerin sonuçolduğu, Ukrayna’nın yapısının başka sistem üretmediği düşüncesi insanın aklını ciddibiçimde kurcalamaya başlıyor.
***
Batı ve Avrupa tutkunu Ukraynalılar, AB’ye girerek bu sorunlarının üstesinden gelmeyikuruyorlar.
Avrupa’nın Ukrayna’ya kaynak akıtması bu bakımdan da önemli ve umut verici.Yanukoviç’in Kiev’den kaçmasının ertesi günü, AB’nin başkenti Brüksel’e trenle 75dakika uzaklıktaki Paris’te gazeteci, siyasetçi ve akademisyenlerden oluşan konuşmacıların katıldığı bir açık oturumu televizyonda izleyince, Ukraynalıların nasıl bir boş hayal peşinde olduklarını görüp, bizimle olan benzerliklerini de fark edip fena halde hüzünlendim.- Ukraynalıları yalanlarla avutmayıp, artık doğruyu söyleyelim, diyordu biri. Ve ardından ekliyordu:- Avrupalı olarak sorunlarını çözmek, illa AB üyesi olmaları demek değil. Ukraynalılar da, Türkler gibi, yolsuzluk ve despotluk batağında debeleniyorlar.
Türkler Ukraynalılardan farklı olarak henüz ekonomik bunalımın doruğuna ulaşmadılar.Bu, yakında ulaşmayacakları anlamına gelmiyor.Ama hem Türkler hem de Ukraynalılar, sorunlarının AB’ye üye olmakla çözüleceğinisanıyorlar.
Ne hata!
Aslında arabayı öküzün önüne koşmak dedikleri bu olsa gerek. Çünkü üye olarak sorunları çözemezler, ama sorunları çözerlerse üye olurlar. O da Türkiye için “belki bir gün” kaydıyla söylenebilecek bir şey ancak.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

6 Mart 2014 Perşembe

‘Tatarların Evleri İşaretleniyor!’- NİLGÜN CERRAHOĞLU

Kırım Tatarlarına Gene Gözyaşı Var” başlıklı yazım üzerine Ukrayna’daki bir okurumdan şu iletiyi aldım: 
Akmescit’e 225 km. uzaklıkta iş sahibiyim ve yanımızda Kırım Tatarlarından çalışanlar var. Aileleri Kırım’da. Hafta sonları gidip geliyorlar. Bu hafta gelen haber, Kırımlı Tatarların evlerinin işaretlenmeye başladığıdır. İsmi ile müsemma: Kırım. Korkarım Kırım Tatarlarını yeni bir kırım bekliyor.” 
Bu feci haber e-posta kutuma düşerken New York Times’ta da yarımadadaki dehşeti anlatan şu yorum çıktı: “Kırım’da korku başını aldı yürüyor/The march of fear in Crimea”. 
Kırım’da ruh hali: Rus kökenli aydınlar arasında bile ‘coşku’ değil ‘korku’” diyen değerlendirme özetle şöyle: 
Kırımlı Ruslar, Rus işgali istemedi (Moskova’dan) korumaya ayrıca gereksinimduymuyor. Çoğu sokaklarda Rus tankı görmek istemiyor. Kırım’ın geçim kaynağı turizm. Rus ordusunun karneleriyle yaşamak istemiyorlar. Kırım’a, elektrik, su veren Ukrayna’nın desteği olmadan yarımadanın kendisini ekonomik olarak idame ettiremeyeceğini herkes biliyor… Rus saldırısı öncesinde -Rus kökenli, Ukraynalıve de Tatar- çok sayıda Kırımlı, Kiev’e kaçtı. Hangi kökenden olursa olsun, geride kalanların da kaçması için sosyal ağlarda destek grupları oluşturdular. Güvensizlik duygusu çok yaygın. Ukraynalı aktivistler (Moskova’ya ihanet eden) hain’damgasından çekiniyor. Sayıları 300 bin olan (Kırım nüfusunun yüzde 12’si) KırımTatarları, burada kalıp aslında hakları için mücadele etmek istiyor. Cemaat liderlerinin ‘sükûnet’ çağrısı yapmasına rağmen; içlerinde azınlık Selefist İslamcılar, bu çağrılara uymayabilir. Rus medyası Müslüman nüfus içindeki bu küçük azınlığı ha bire öne sürerek Kırım Tatar nüfusunun tamamını, haksız biçimde ‘ayrılıkçı terörist’ olarak göstermek istiyor.” 
Kırım başka deyişle her türlü provokasyona açık! 

Batı’nın sorumsuzluğu 
İşlerin bu noktaya gelmesinde Batı’nın sorumluluğu, daha doğrusu “sorumsuzluğu” çok büyük. 
Yanukoviç’in devrilmesiyle sonuçlanan Kiev gösterileri, Brüksel’e somut angajman getirmeyen “ortaklık anlaşması” yüzünden çıkmıştı. 
Brüksel’in -bizim tecrübeyle sabit biçimde bildiğimiz üzere- sırf “havuç” olsun diye Kiev'e uzattığı anlaşmayı, Rus kuklası Yanukoviç imzalamayınca; “Batıcılar” sokağa döküldü ve “Maidan/Meydan” patladı! 
Yanukoviç’in yerini alan geçici Batı yanlısı hükümeti meşru kabul etmeyen Moskova, özerk Kırım bölgesinde nüfusun yüzde 60’ını oluşturan “Rus halkını koruma” bahanesiyle Kırım’ı işgal etti! 
Batı özetle, kıymeti harbiyesi olmayan bir “ortaklık anlaşması” için Ukrayna genelini ve Kırım’ı bu dehşetengiz maceraya itmiş oldu. 
Komşuyu maceraya ittikten sonra da ne Kiev’deki yeni meşruiyetin kurulması için atik tetik girişimde bulundu ne “Putin’in Kırım işgali” karşısında caydırıcı tavır aldı. 
Böylelikle hem vagonların raydan çıkmasına yol açtı, hem tren devrilince arazi oldu! 
Kırım’ı yeniden “ilhak” etmek isteyen Putin’e karşı Batılıların gösterdikleri en büyük sopa Moskova’yı G8’den kovmak. Trajikomik! 

Gerçekçi olmayan dizayn 
Batı’nın Ukrayna politikasının bu gerçekdışılığına ülkeye ilk gittiğim 2006 yılından beri hep çok şaştım… 
90’larda “turizme” kapalı bir askeri üs olan, Sivastopol’ün “iki ülke donanması barındıran yeryüzündeki tek şehir”olduğu gerçeğine yeni uyanmıştım. 
Sivastapol’ün Karadeniz donanmasının yüzde 80’i Rusların, yüzde 20’si Ukraynalılarındı… 
Bu şehre ilk gidişimde burayı bize, aynı zamanda gazeteci olan bir rehber gezdirmişti. Ona sordum: “Bölünmüş donanmayla nasıl AB’ye ve hele NATO’ya girmeyi planlıyorsunuz? Ruslar buna izin verir mi?” 
Rehber istifini bozmadan “Verir!” demişti: “Biz NATO’ya girince, Ruslar da Suriye’yeinecek!” 
Gazeteci rehberin bu büyük jeostratejik depremden; sıradan bir ayrıntı gibi bahsetmesi, benimle birlikte tüm seyahat arkadaşlarımın afallatmıştı. Ukraynalı muhatabımızın üstelik, söylediklerine inanan bir havası vardı… 
Kırım’da oysa o ana dek gördüğümüz her şey; Rus tarihinin büyük parçalarının burada yattığını göstermekteydi… 
Rus imparatorluğunun emperyal güçlerle koz paylaştığı Kırım Savaşı, burada yaşanmıştı. 
Beride Yalta’da, Stalin, Roosevelt ve Churchill’le Doğu-Batı bloku arasında dünyayı paylaşmıştı… 
Kendi adıma ben, Rus tarihiyle Moskova’dan çok… kuzeyde St. Petersburg; güneyde Kırım’da tanıştım… 
Rusların zihinlerinden hiç çıkmayan “büyük imparatorluğun” temellerini çarlar; 17., 18. ve 19. yüzyıllarda bu iki uca, adeta mıhlamışlardı. 
Kırım’ın önemli tüm mevzilerinde -misal!- İmparatoriçe II. Katerina ve son Rus Çarı II. Nikola’nın anıları vardı.
 
Bu anıların izlerine ve Sivastopol’deki Karadeniz donanmasına baktıkça insan Rusların er geç buralara dönmek için ellerinden geleni artlarına koymayacağını görebiliyordu. 
Hal böyleyken “Ukrayna’nın NATO üyeliğinden” söz etmek bir kurgu bilim öyküsünü andırıyordu. Buradan devam edecek.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Suriye - Ukrayna.. Arasında Türkiye...- ŞÜKRAN SONER

İktidarlarının kirli paylaşım kavgalarıyla ancak bir bölümü ile suyun üstüne de çıkan, insan hakları, hukuk devleti düzeni, demokrasimizin katledilişinin, çocuklarımızın geleceğini de tehdit eden buzdağının su yüzüne çıkmış boyutlarının derdinde, hastalığı ölümcül kılabilecek gelişmelerden nasıl kurtulabileceğimiz, nasıl iyileşebileceğimizin arayışlarında çırpınıp duruyoruz. Suriye-Ukrayna krizleri arasında sıkışıp kalmak sanki ikincil yaşamsallıkta dertler, hastalıklar gibi geliyor... Başımızı hangi yana çevirsek, ekonomik sosyal- siyasal sonuçları ile yaşamsal dertler olarak karşımıza çıkan Suriye- Ukrayna iç savaşlarının kaos sonuçlarını görmezsek, ek darbeler yemeyecekmişiz gibi...

Oysa tıp bilimi üzerinden, insanın nefes alabilmesinin gerçekleri aksine alarm veriyor. Bir sürü hastalıkla savaşarak kurulmuş bir sağlıklı yaşam dengesi, sağlıklı bir başka insan üzerinde hiç de sarsıcı olmayacak yeni sorunlarla yıkılıverir. Kirli kent havasında, aşırı sıcak ve soğukta yaşlı ve çocukların sokağa çıkmamaları öğüdü boşuna değildir. Aynı mikrop, virüs, bakteri direngen bir bedende hastalık dahi yapmazken, bağışıklık sistemi bozulmuş olan bedende ölümcül neden oluşturabilir... 
Görmezlikten, aymazlıktan geliyor, tek kutuplu dünyanın insan eksenli olmaktan giderek uzaklaşan, insanı, doğayı gözetmeyi unutun, insan için olma amacını bile yitirmiş, sanal, piyasalar düzeni üzerinden işleyişinin yıkıcı sonuçlarına karşı çözüm arayışları için bedel ödemekten korkuyoruz... Günü kurtarma adına işin kolayına kaçtıkça da bir tek dini imanı olmayan paranın sınırsız, evrensel hareketlerinin, çıkarlarının özgürleşmesi, insan hakları, hukuk devleti düzeni, demokrasi, insanlık, örgütlülük üzerinden yaşadığımız kayıplara gözlerimizi kapatıyoruz. Milyarlarca dünyalı, hele de bizim gibi ülkelerde milyonların yaşamı biz yokmuş gibi davransak da hızla, uçurum boyutlarda yaşamsal tehditler altına girmiş oluyor...
***
En ürkütücü olanı, kirli piyasalar düzeninin sınırsız, kuralsız özgürleşmesinin karşılığında, insanı, doğayı ayakta tutacak uygarlaşma düzeni, koşulları, örgütlülükleri ile yaşanan gelişmelere, çarkların işleyişine seyirci kalışımız... Emperyal ideolojinin beynimizi medyatik satın alıp güdülemesi ile işleyen çarpık algılamaya bakarsak küreselleşme mucizesi ile zengin kuzey dünyasındaki paylaşım savaşları bitti. Savaşlar sadece yoksul güney dünyasında günün virüsleri ırkçılık, dincilik, alt kimlikler ayrımcılığında en altta kalmama savaşları olarak yaşanıyor. Türkiye-Suriye-Ukrayna üzerinden bir diğerimize olumsuz etkilerimizle, olumsuzluklara olumsuzlukların katılması ile söylenenlerin, tek tek öncelikli sayılanların hepsi gerçek... 
Akıl tutulması, küreselleşmenin gerçekten evrensel ölçeklerde insan haklarının geliştirilmesi, dünya nimetlerinin eşitlikçi hakça paylaştırılması, sadece insanlık için değil, dünyanın üzerindeki tüm canlıların sağlıklı yaşatılabilmesi, çevrenin toplumsal yarar ölçeğinden korunabilmesi üzerinden gerçekleşmediğinin sorgulanmamasında... Sermayenin insana aykırı çıkarlarının kollanması uğruna geleceğimiz katlediliyor, bize bitti denilen emperyal dünyanın zenginlerinin paylaşım kavgasında, aslında yoksulların aralarında çatıştırılarak, birbirlerine kırdırılarak nefes alındığı gerçeğini bile görmek istemiyoruz... 
Bugün var ya da yok olma boyutunda iç çatışmalarında, iktidarı paylaşmadaki kirlilik boyutlarına; ortalığa saçılan kasetlerle, insan haklarının katledildiği hukuksuzluk belgeleri ile tanıklık ederken, İktidar ittifaklarının odağında bir kirli emperyal işgal projesine “evet” demek yattığını unutuyoruz... Irak işgalinin önünün açılmasında buluşan iktidar ittifakları, Suriye’deki emperyal çıkar ayrışmasında başka yanlarda duruşlarla anlamlı ölçeklerde bozulmadı mı? Ukrayna gelişmeleri, ABD-AB ile Rusya eksenli yeni paylaşım, çıkar savaşlarında sadece Ukrayna’da yaşayanlar mı, ABD-AB ya da Rusya çıkarları ekseninde birbirlerini ölümüne yok etme savaşı veriyorlar? Türkiye uzantıları hiç mi yok? 
Size Ergenekon-Balyoz davalarında yargılanan, görevlerinden alınıp cezaevlerine tıkılan kimi denizci komutanların, birebir ABD’nin bir önceki Karadeniz’e çıkma operasyonunda karşı duranlar olduğunun dava dosyalarında geçtiğini söylesem... Irak işgaliyle ilgili geri dönen tezkereyi nereye koyacağız?.. Savaş ganimetlerinden Türkiye’ye düşen paylar piyasalarda yelkenleri şişiriyordu da, şimdi iki arada sıkışılmış kaosun bedelleri ne olacak?.. Boğazlar’dan ABD uçak gemisine geçiş izniyle günlük petrol-doğalgaz ihtiyacımız arasında sıkışıp kalmak mı?..  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

2 Mart 2014 Pazar

Sensin Terörist! - CAN DÜNDAR

“Yaratılanı Yaradan’dan ötürü seviyor”du sözde... 
Palavra! 
Hele bir yol inşaatına karşı çık da gör... 
Maske anında düşüyor. Dil çatallaşıyor. 
Yeni damga: 
“Ateist.” 


ODTÜ’lüler, on binlerce öğrencinin emeği, on yılların sabrıyla büyütülmüş güzelim ormanın katledilip yerine yol yapılmasına karşı çıktı ya... 
Yolu bu solculara rağmen, o ateistlere rağmen yaptık” diyor Hünkâr... Nefret söylemiyle bağırıyor: 
“Bunlar terörist, bunlar ateist”... 
Bir ODTÜ’lü olarak kendisine aynen iade ediyorum: 
Sensin terörist! 
Ağacı büyüten biziz, kesen sen... 
Talana “Dur” diyen biziz, yol veren sen... 
Hukuku müdafaa eden biziz, katleden sen... 
Gençleri kurşunlayan polise “Kıymayın” diye feryat eden biziz, onları “Destan yazdılar” diye öven sen... 
Zulmün kabardığında camiye sığınan biziz, sığınanları “İçki içtiler” yalanıyla lanetleyen sen... 
Hırsızı takip eden biziz, takdir eden sen... 
Evladımıza “Haramdan uzak dur” diyen biziz, “Evdeki dolarları sıfırla” talimatı veren sen... 
İnsanı insan olduğu için, ayrım gözetmeksizin seven biziz, muhaliflerine “Ateist” diye, “çocuksuz” diye hakaret eden sen... 
Hal böyleyken, biz “ateist”iz, mümin sen; öyle mi? 
Aynı şeylere inanmadığımıza şükrediyor insan...
Bir teşekkür
Atatürk
’ten başlayarak çocuğu olmayan veya çocuklarına, akrabalarına hırsızlık yaptırmayan, iktidar olmuş tüm liderlere, İsmet İnönü’ye, Bülent Ecevit’e, Deniz Baykal’a, Erdal İnönü’ye, İsmail Cem’e, Fahri Korutürk’e, Ahmet NecdetSezer’e, Kemal Kılıçdaroğlu’na ve adını sayamadığım diğerlerine saygılarımı sunuyor, teşekkür ediyorum. 

“Yeni çocuklar”ı gördükten sonra, kıymetiniz bir kat daha arttı gözümüzde... 

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Sıfır İnsanlar Topluluğu-ORHAN BURSALI

Bilgi–eğitim düzeyi yüksek, demokratik standartları yükselmiş, siyasi kültürü gelişmiş ve oturmuş ülkelerde böyle bir şey olabilir mi? Hele hele bir başbakanın ve bakanlar kurulunda bakanların çok ciddi, hatta neredeyse yüzde 100 kesin gibi görünen rüşvet ve yolsuzluk olaylarının taaa içinde ve adeta yönetiminde olabilmesi, işte yazıyorum, söz konusu bile olamaz. 
Aralarında bir kişi çıktı mı, öyle millet hesabını sandıkta sorar, gibi diktatörlerin demagoglarına ve soytarılarına özgü laflar hiç ortalıkta gözükmez; siyaset kurumu, siyasi kültür hemen mekanizmalarını işletir, adam istifa eder, hakkında başsavcılıklar hemen soruşturma açar, soluğu mahkemenin önünde alır. 
Almanya cumhurbaşkanı, bir dostu aracılığıyla düşük faizli kredi aldığı için koltuğundan oldu. Bild gazetesi yayın yönetmenine “savaşmak mı istiyorsun” gibi tehdit edici mesajlar bıraktığı için öncelikle devrilip gitti. Sonrası şu: Yargılandı, “banka yolsuzluğundan” suçsuz bulundu ama adam bitti gitti. Siyaset kurumu onu istifa ettirdi, yargı da hesap sordu. 
İşte siyasi kültür ve üst düzey siyaset tam da budur: Pislikleri, pis kokuları derhal kendi içinde halletmek... İsterse kendi partisinin başbakanı, bakanı, cumhurbaşkanı olsun! Milletvekillerinin çoğunluğu, örneğin söz konusu Bayan Merkelbile olsa buna göz yummaz, yumamaz. Parti liderliğinden atar, başbakanlıktan düşürür ve yargının önüne gönderir. Batı ülkeleri böyle bizim için çoook sıradan, lafı bile edilmeyecek olaylar nedeniyle ipi çekilen siyasetçi mezarlığı ile doludur! 
Bu örneği, ülkemizdeki siyasal-sosyal ve yargı düzeni ve kültürü ile kıyaslamanız için veriyorum, bu nedenle de Hey Türkiye Nasılsın kitabımda demokrasi bölümüne ağırlıklı yer verdim...
***
Bu örneği, ülkemizdeki siyasal-sosyal ve yargı düzeni ile kıyaslamanız için sundum size. Adamların ses kayıtlarında, rüşvet ve yolsuzluk karargâhları kuruluyor, milyarlar ortalıkta uçuşuyor... 4 bakan uçuyor, oğulları içeri atılıyor. Başbakana ait (olduğu söylenen!!!!) konuşmalardan, Türkiye’nin nasıl bir bataklık içinde yüzdüğünü görüyorsunuz! 
Sesler onlara ait. Reddetmiyorlar. Diyebildikleri tek şey montaj!.. 
Montaj yani şu: Başbakanın ve çoook sevgili oğlunun bugüne kadar yaptıkları konuşmaları toplamışlar. Bu konuşmalardan tek tek sözcükleri seçerek bir araya getirmişler. Bu sözcüklerden öyle bir dizge ve cümleler oluşturmuşlar ki karşılıklı konuşuyor gibi yapmışlar ve ortaya böyle bir “telefon konuşması” çıkmış. Aslında böyle bir telefon konuşması olmamışmış
Şimdi düşünün: Bilal Erdoğan’ın ve babasının söylediği sözcükler, binlerce konuşmaları içinden aynı ses tonunda, aynı dalgada, ses renginde olan sözcükler seçilecek. Sonra bu sözcükler, yapılan karşılıklı konuşmaya uygun olacak. Mesela RTE’nin de telefondaki kısık ve korku dolu konuşmasındaki sözcükler, yine binlerce kısık sesli korku dolu konuşmalarından seçilip alınacak ve art arda dizilecek. 
Bi şi diycem: Başbakanın böyle kısık sesli konuşmasının başka bir örneği var mı!? Bulunabilir mi, olabilir mi? Ki oradan sözcükler seçilip sanki rüşvet konuşması yapıyormuş gibi art arda dizilsin! 
Başbakan, böyle bir konuşmayı ilk ve tek kez ve bir düzenlilik içinde yapıyor! Montaj falan olması olasılığı, bilime göre yüzde 0,00001 olabilir yani imkânsız ölçüde, bana göre koskoca bir sıfırdır. 
Böyle bir iddia, baştan aşağı anlamsız tutarsız ve sadece aptalları, çıkarcıları öyle olmasını isteyenleri inandırmaya kandırmaya yöneliktir. Mesela yargı önünde zerre kadar bir anlamı yoktur çünkü uzman raporları konuşmayı doğrular nitelikte olabilir ancak.
***
Başbakanın partisinde, bakanları arasında ve çevresinde, gerçekten bu konuşmaların doğru olmadığına inanan insan var mıdır? Söyleyeyim, şüphesiz bazı saflar vardır, başbakanlarının böyle bir şeyler yapabileceğine akılları, vicdanları, inançları almaz, sığmaz ama büyük çoğunluğu bunun doğruluğuna inanıyordur. 
İşte temel bir siyasi sorun burada ortaya çıkıyor. Herhangi bir demokratik ülkede olmayacak bir “siyasi tap(ın)ma” olayı ile karşı karşıyayız. Bu açıkça bir lider diktatörlüğüdür. Adamlar kendilerini tamamen teslim etmişler, zaten böylelerinden seçilmişler! 
Lidere tapınma hiçbir gerçeği söyleyememe, onun “ne dersem doğrudur” talimatına uygun davranma, ülkenin siyasi kültürünün demokratik içerik açısından koskoca bir sıfır olduğunu gösterdiği gibi ülkenin bütün kurum ve kuruluşlarını da sıfırlayan, yerle bir eden diktayı inşa eder. 
Hitler ve bütün diktatörler tapınılan insanlardı ve kimse kendisine karşı gelemezdi ve koyamazdı. 
AKP parti ve milletvekilleri, kendilerini tamamen yok edecekler mi yoksa kendilerini siyasi olarak var edecekler mi? 
Ülkeye karşı sorumluluk duyan, sıfır insanlar topluluğu mu yoksa kendileri?
                      
OKUR NOTU: Esat Yavuztürk: Hatayı biz yapmadık. Hatayı, bize düzenin çobanları yaptırıyor. Bizi yetkisiz “noter” olarak kullanıyorlar. Sonra da: “Bizi siz seçtiniz,” diye de suçu bize yüklüyorlar. Kanımca tek çare; öncelikle bu hükümetin değişip suyun kanalını temizlemekle olur. Bu nasıl olacak? Çıkarcı çobanların uyuttuğu halkı uyarıp da topal eşeğe binenleri ata bindirmekle olur. Bu görev de cesur aydınlarımıza düşüyor. Yazarak, gezerek, anlatarak halkın “inanç” şartlanmasını kırıp bu dünyalı olduklarına inanarak kendi perişanlığını sorgulamaya başladığı zaman durgun akan su coşacaktır.  

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

23 Şubat 2014 Pazar

Demokrasi Tramvayının Son Durağı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Sonunda nihayet demokrasi tramvayının son durağına geldik!
Durağın adı “Sağlam İrade”…

Burada ne kadar bekleriz; sonra buradan artık başka vasıta geçer mi geçmez mi bilinmez…
Epey uzun sürecek bekleyiş sırasında anlaşılan yakında hep birlikte söylememiz beklenen bir de marşımız olmuş!Nogay Türklerine” ait bir “Cengiz Han” marşından apartmayla, bol keseden marşta “Sağlam İrade”ye övgü döşenmişlerGöründüğü gibi olan/Gücünü milletten alan/ Recep Tayyip Erdoğan/Mazlumlara sırdaş olan/ Gariplere yoldaş olan/Recep Tayyip Erdoğan/ Ezilenlerin gür sesidir o/Suskun dünyanın hür sesidir o/Göründüğü gibi olan/Gücünü milletten alan/Recep Tayyip Erdoğan/Halkın adamı Hakk’ın âşığı/O milyonların umut ışığı/Mazlumlara sırdaş olan/Gariplere yoldaş olan/Recep Tayyip Erdoğan/ Oldu her zaman sözünün eri/Çıktığı yoldan dönmedi geri/Kararlıdır davasında/Anaların duasında/Recep Tayyip Erdoğan/Sözü dosdoğru yoktur riyası/Zalimlerin korkulu rüyası/İnandığı yolda gider/Yıllardır beklenen lider/Recep Tayyip Erdoğan!
Tek adam kültüne merhabaEzginin sahibi Kazak besteci, söz yazarı Arslanbek Sultanbekov bu hırsızlık ve emrivakiye tabii müthiş kızdı.
CNN Türk’te Saynur Tezel’de gördük…
Şarkısının Türkiye’de “Sağlam İrade” malzemesi olacağını öğrenince adamın uykusu kaçmış. Sözde “seçim şarkısı” olarak Türkiye’de kendi adı altında eseri pazarlayanUğur Işılak; Kazak besteciye “Amma da uzun ettin!” minvali bir şeyler söyledi: “Biz bu işi aramızda hallederiz!” dedi.Sultanbekov bu sözlere büsbütün sinirlendi. Ve -mealen- “Beni aşağıya çekiyorsunuz! Ben satılık değilim!”diye ekledi: “Şarkımın siyaseten kullanılmasını istemiyorum!
Gariplere yoldaş/mazlumlara sırdaş/Recep Tayyip Erdoğan” destanının şu başına gelenlere bakın!
Orijinal adını Kazak Türklerinin “Dombıra” enstrümanından alan ve özgür Kazak atlılarıyla özdeşleştirilen efsane şarkının hayatımıza yaptığı bu acayip skandal giriş,Recep Tayyip Erdoğan Marşı’nın gerçekte simgelediği asıl büyük paradigmadeğişikliğini ikinci plana attı.
İktidar partisinin seçim propagandasının aleni biçimde çalıntı şarkıya dayandırılması, tabii başlıbaşına skandal.
Ama olayın, bir o denli çarpıcı olan yanı, şarkıya Türkiye’de yazılan propaganda sözleri ile muhtevası…Şarkı, dört dörtlük bir “tek adam kültü”ne hizmet etmek üzere sil baştan programlanmış…AKP’nin 30 Mart yerel seçimleri için hazırlattığı seçim şarkısı” adı altında piyasa sürülen şarkıda AKP’nin aslında hiç izi yok. Varsa yoksa Recep Tayyip Erdoğan parlatılıyor!
AKP ‘out’, RTE ‘in’ 
Başka deyişle “Recep Tayyip Erdoğan” adı AKP’nin “marka değeri”ni sıfırlamış oluyor. Yolsuzluklarla malul olan ve kirlenen “AK Parti markası” böylece tü kaka oluyor; onun yerine çıktığı yoldan dönmeyen ve davasında kararlı” RTE yüceltiliyor!Böylelikle bir taşla iki kuş vuruluyor.
Bir yandan AKP’den dört bakan götüren skandallardan arınmak/soyutlanmak amacı gözetilirken diğer yandan önümüzdeki yaz aylarında yoğun biçimde tedavüle sokulacak olan “cumhurbaşkanlığı seçimlerinin marka”çalışması yapılıyor…Sağlam İrade” afişleri ve Alaatddin’nin Cin’i gibi orada burada zuhur eden “Erdoğan hologramlarından sonra bir de şimdi “Recep Tayyip Erdoğan” marşları piyasaya sürülüyor.
Öyle ki cumhurbaşkanlığı seçimleri kertesine gelindiğinde…
Çok büyük olasılıkla AKP’den artık hiç bahsedilmeyecek…
Ortam hodri meydan “Kefenimizle geldik, ölümüne seninleyiz!”“Biatsa biat, itaatse itaat!” korosuna kalacak.
Alo Fatih”, “Alo TİB”, “Alo MİT” hatlarını yöneten Sağlam İrade” kampanyayı; bu yolla sonuna dek kendi kişisel kontroline alıp şartlayacak.
TV haberlerinin altındaki ufak “kayan yazılarından dahi kovulan muhalefet; zapturapt altına sokulan sanal ortamda da sürgün yiyecek…Sosyal medya ve Twitter; “Kerime Hanım Sümeyye’nin “troll”leriyle örgütlenecek…
Sağlam İrade” neyi artık gerçek kabul ederse o tartışılmaz gerçek olacak!
Denge-fren yok olduğunda
Bir ülkede “denge-fren mekanizmaları” sıfırlandığında, işte olacak olan budur.
Kullanışlı “Yetmez ama evet” tayfasına yıllar boyu bunu, bu “denge-fren”lere sahip çıkmanın önemini anlatmaya çalışmıştık ama sesimizi duyuramadık.
Bugün aynı tayfa en üst perdeden; “Şunu bilin ki günü geldiğinde, demokrasi ve hukuk devletiyle özgürlükler konusunda hesabı biz değil siz vereceksiniz!” diye esip üfüren retorik yazılar yazıyor.
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!
Hele MİT yasası da Meclis’ten geçsin, bundan sonra yaşanacaklar “suskun dünyanın hür sesi Recep Tayyip Erdoğan için çocuk oyuncağı olacak…
Bizler hepten susunca bir tek onun “hür”sesi duyulacak!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

22 Şubat 2014 Cumartesi

‘Tehlikenin Farkında mısınız?’ Demiştik...- NİLGÜN CERRAHOĞLU

21 Şubat 2014 tarihli gazetelerin manşetlerini yan yana koyun; hangi “dönenceye”girdiğimizi anlayın... Dün ben böyle yaptım ve üstüme koca bir yük bindi...
Önce bizim manşetle başladım. Fotoğrafı her zamanki gibi en geniş açı çekenCumhuriyet olmuş:
“Farkında mısınız?” diye çıkan Cumhuriyet’in başlığı, sekiz yıl öncesinin tarihi“Tehlikenin Farkında mısınız?” başlığına gönderme yapıyor.
“Demokrasi ve özgürlükleri askıya alan yasalarla kararlar arka arkaya dizildi” diyor Cumhuriyet; hukuk devletinin sonunu ilan eden “Diktatörlük yasaları” ile birlikte,“Herkes kontrol edilecek başlıklarını kullanıyor.
B u n l a r ı n a l t ı n d a “ F i i l i OHA L ” v e Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan Goebbelsyöntemi izliyor” haberleri var...
Hemen yanda da Obama-Erdoğan görüşmesi” ile “Beyaz Saray’a kaygı mektubugösterilmiş.İlaveten Cihaner’in “MİT anayasanın da üzerine çıkıyor” tespiti öne çıkarılmış ve göbeğe “Sümeyye’nin ‘troll’leri” yerleştirilmiş...

TC ‘büyük biraderRadikal’e geçiyorum.
Büyük “göz” altında “TC 1984” yazısı dikkat çekiyor.“MİT yasa tasarısı, Türkiye’yi George Orwell’ın romanında anlattığı ülke haline getirecek düzenlemeler içeriyor. Tasarı yasalaşırsa kamu kurumları ve bankalar her türlü bilgi, belge ve veriyi MİT’e vermek zorunda... Müşteri sırrı, kişisel veriler, özel yaşamın gizliliği diye bir şey kalmayacak. Tıbbi sorunlarınız, kredi kartı harcamalarınız, hangi otelde kaldığınız, kısacası size ait ne varsa ‘büyük birader’in gözetiminde olacak.Taraf’a bakıyorum:“Üniversiteye de konuşma yasağı. Yeni disiplin yönetmeliği 12 Eylül’ü geri bıraktı” diyor Taraf’ın manşeti, yürek yakan şu sözleri ilave ediyor:“Taraf’ın aradığı ünlü profesör; ‘Konuşmamız imkânsız hale geldi. Lütfen görüş almak için bizi artık aramayın’ dedi. Amaç tam sessizlik.”Zaman’a da gözüm kayıyor...
Sürmanşette “Türkiye, otoriter bir rejime dönüşüyor” başlığı okunuyor.
Derin sırlar ülkesiEn son, en yeni gazetemiz... Karşı’nın baş sayfasını inceliyorum.“Sır toplantı” diye tarif edilen Haliç zirvesi için, “Başbakan Erdoğan, Yasin el Kadı,Hakan Fidan’la ne konuştu?” sorusu soruluyor. Altta durumun ve hametine dikkat çeken bir Kılıçdaroğlu demeci var: “Başbakan Erdoğan kendi devletini kuruyor. Kendi sermayesini, medyasını, STK’larını oluşturuyor. Bu paralel devletin en önemli ayaklarından biri TÜRGEV. Başbakan sadece kendisini değil, çevresini de zengin ediyor...
Yurt’a dönüyorum.
Hilmioğlu için “Ölümüne özgürlük” diyor: “Beş yıldır Silivri’de tutulan ağır hasta Fatih Hilmioğlu için AYM nihayet tahliye kararı verdi.” Yanda bir kutu içinde“Ergenekon’da ölenlerin” trajik biçimde resimleri dizili: “Türkan Saylanİlhan Selçuk,Kuddusi OkkırKaşif Kozanoğlu, Erhan GökselUçkun GerayAli Tatar...Aşağıda “MİT rejimi geliyor”, “MİT bankalara giriyor” deniyor...
Sol gazetesi, Sümeyye’nin troll’lerini sürmanşete çekmiş...
Ana başlık olarak “Paçayı kurtarma yasaları tercih edilmiş: “Soruşturmalar sonsuza dek kapatılacak”, “İhbar eden vatandaş deşifre olacak”, “Haber yapanlara hapis cezası”, “Ankara’da polise OHAL yetkisi” diyor...
Hitler benzetmesiBirGün“Seni Birine Benzettik” diye çıkmış: “Yolsuzluk operasyonu sonrası sürekliiç düşman-dış düşman yaratan, olmayacak yalanlar ortaya atan, halkına yaftalar bulan Başbakan’ın söylemleri bakın kime benziyor ifadelerinin kullanıldığı manşet altında Hitler ekibinin resmi bulunuyor.
Akabinde, “Polis devletinden istihbarat devletine haberi veriliyor...
Sözcü Hitler benzetmesini nerdeyse sayfanın tamamını kaplayan bir başlıkla ayrıntılandırmış:“Hitler dönemi-Tayyip dönemi arasında şaşırtıcı benzerlikler var” diyor gazete;“Halka baskı ve zulümden, kendi polis ve istihbarat teşkilatını kurmaya hatta sanat düşmanlığına kadar her özellik aynı!
Kasvet veren Hitler-Tayyip dönemi karşıtlaştırmasında, kadının sırf aileye endekslitanınan konumundan üç çocuk dayatmasına; düşünce ve ifade özgürlüğü düşmanlığına; totaliter, tektip yaşam zorlamasına; lidere bağlı sermaye sınıfı çıkarmaya; lidere bağlı polis, istihbarat teşkilatı kurmaya dek uzanan ortak tüm noktalar vurgulanmış.Gazete manşetleri ardından bir de üstüne AKP’nin son seçim şarkısını, pardon marşını dinledim mi size?“Cengiz Han Marşı” iktidar partisinin seçim marşı olmuş!Aslında iktidar partisi marşı demek de yanlış. Yekten Recep Tayyip Erdoğan Marşı yapılmış...“Görüldüğü gibi olan/ Gücünü milletten alan/ Recep Tayyip Erdoğan.../ Mazlumlara sırdaş olan/ Gariplere yoldaş olan/ Recep Tayyip Erdoğan” şeklindeki nakarat faslında döne döne bu vurgulanıyor.“Sağlam İrade” afişlerindeki “tekadam dönüşümü seçim marşına bire bir yansımış.Göz önünde bir eşik atlanıyor.
Günden güne sıkıştırılan mengeneyi, yüreğimizde hissetmenin ötesinde... Bunu önlemek adına hiçbir şey yapamıyoruz!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

21 Şubat 2014 Cuma

Ölüm yıldönümünde anıyoruz: İsmail Gülgeç - ZEYNEP ORAL

Sevgili okurlar. Uzaklardayım. Bugün bu köşeyi, çok sevip saydığım eşsiz bir insanı, İsmail Gülgeç’i anmak üzere Şükrü KOCAGÖZ’e bırakıyorum... İşte “İsmail’in (kendisince öyle olmayan) olağanüstü yaşamı.

Engel Tanımayan Engelli

İsmail Gülgeç bu ülke için kahramanlık öyküsü olan bir yaşam sürdü ve bunu bütün içtenliği ile doğal saydı. Engelli durumundan yakındığını bir kez gördüm; o da bir vergi yasası değişikliğinde bazı muafiyetlerin kaldırılması söz konusu olunca toplumun, giderek hükümetin engellilere karşı olan tavrından yakınmasıydı.
1969 yılıydı. İsmail ile Demokrat İzmir gazetesinde tanıştık. Zeminden bir kat yukarıdaki odama kapıcı Mustafa Efendi ve rotatifte çalışan iki genç çocuk tekerlekli sandalyesini havalandırıp merdivenlerden çıkarak getirdiler. Hemen ardından yukarıdan gazetenin genel yayın müdürü Attilâ Abi (İlhan) indi. Hiçbir karesi yayımlanmamış olsa da kıdemli resimli romancı olarak Attilâ Abi İsmail’i bana emanet (!) ediyordu. İsmail hemen karakterleri çok kalabalık bir köy hikâyesi çizmeye başladı...


İsmail bu işe içgüdüsel olarak merak sardığını ve piyasadaki resimli romanlar gibi bir şeyler çizmeye başladığını anlattı. O sıralar en önemli yayın Suat Yalaz’ın Kaan’ıydı. Çizdiklerini toplayıp İstanbul’da Suat Yalaz’a götürmüş. Suat Bey ona resimli romanın çini mürekkep, tarama ucu, fırça, cetvel, rapido ile çizildiğini anlatmış, göstermiş. Dönüp doğru malzemeler ile çizmeye başlamış.
Perspektifi çize çize öğrenmiş. Kısa sürede ben de kendisine bu alandaki sınırlı bilgi ve becerimi aktardım. İsmail karikatür türündeki bandını hazırlarken bir taraftan da“ciddi” çizgilerle denemelere başladı.
Ruh ikizliği
Daha sonra ikimize resimli romancı Mithat Akman katıldı. (Sonradan o da benim gibi mimar oldu). Mithat “temiz” çizgilerle aşk ve polisiye konular çizerdi. Attilâ Ağabey onunkileri fazla bekletmeden basmıştı. Bir süre sonra “Kuzum sen çizdiğinden daha iyi metinleri yazıyorsun” diyerek beni zaman zaman İsmail’in senaryolarına bulaşmaya itti. Bundan sonra ve birlikte çok eğlenerek onun senaryolarını konuştuk. Bu süreçte kafalarımızın müşterek çalışması birinin attığı diyaloğu öbürünün geliştirmesi neredeyse bir ruh ikizi hali yarattı. Ve bu bizi birbirimize kimseye anlatamayacağımız şekilde bağlayan şey oldu.
Aradan yıllar geçti: Bir gün İsmail “Çok önemli bir durum var” diyor. Bir seri ameliyat geçirirse yürüme ihtimali varmış, kim söyledi diye soruyorum. “Veli Lök” diyor. Baba dostu, İzmir’in, Türkiye’nin en iyi ortopedisti. Çok seviniyorum. “Sevinme” diyor. “SSK’nin hekimler kurulundan onay almadan masrafları kendim yapamam. Kurulda bir bayan hekim karşı çıkıyor. ‘Efendim ameliyatların başarı şansı yüzde on. Sosyal Sigortalar bu olasılık için masraf yapmamalı’ diyor.Ben de ona hanımefendi siz gelin bu tekerlekliye oturun, ben oradan size yüzde on şansınız var, diyeyim. Ondan sonra karar verin dedim. Kapıyı vurup çıktım. Şimdi kararı bekliyoruz” diyor.
Ama karar olumlu çıktı. İsmail her seferinde haftalarca yatakta alçılı kaldığı bir seri ameliyattan sonra koltuk değnekleri ile yürümeye başladı. Yeniden doğmuş gibiydi. Koltuk değnekleri ile yürümekten hiç sıkıntısı, kompleksi yoktu. Bir gün İzmir’de Martı kebapçısında döner yerken Yalçın Pekşen, “İsmail senin komplekssizliğinden komplekse kapılıyorum” demişti. İsmail ameliyatlardan sonra bir süre daha İzmir’de çalıştıktan sonra Milliyet’e, İstanbul’a gitti. İkimizin de zaten çok sevdiğiSuavi Süalp’le ça- lışması istenmişti. Sanırım fikir Ab- di İpekçi’nindi. Ona kim önermiş hiçbir zaman öğrenemedim. Ama Milliyet’in mermer yuvarlak dö- ner merdivenlerini İsmail ile çıkarken sanırım ben ondan çok gurur duyuyordum.
Abdi Bey ona çok büyük bir iyilik daha yaptı. Önayak oldu, belki de Türkiye’nin ilk engelli otomobilini getirtti. Ehliyet aldırdı. Yeşil (bir otomatik DAF mıydı) bir arabaydı. İlk yanına oturduğumda biraz heyecanlandım. “Bak aylardır kullanıyorum, sen bindin diye kaza yapacak değilim” diyerek hızla trafiğe daldı. Biraz daha beni korkutarak eğlendik. Sonra alıştım. O da araba ile Avrupa turuna çıktı. Haftalık çizimlerle yolculuk anılarını aktardı.
Son yıllarda “Çanakkale İnzivası” nedeni ile telefonlaşıyorduk. O her zamanki sakin iniş çıkışsız hafifçe genizden duygusal titreşimli ifadesi ile sanki başkasından bahseder gibi kanser tedavisini veya beyin tümörü ameliyatını aktarıyordu. Bu donuk söylemlerin ardında ikimizin de sözünü etmeden düşündüğümüz, üzerinde titrediğimiz çizim yetisinin eksilmemesi düşüncemizdi. Teselli filan değil; son ana kadar çizme isteğini başardı.

Gerçek bir engelsiz
İsmail’in yaşamı, sürekli engelleri aştığı için ülkemizdeki engelliler için bir kahramanlık öyküsüdür diyemeyeceğim, çünkü o en medeni insanın bile başaramadığı, engel diye bir şeyi tanımlamayan, bu kavramın dışında bütün içtenliği ile var olabilen bir yapıdaydı. O yaşamın maddi, manevi zorlukları karşısında gerçek bir engelsizdi.
Bu yazıyı uçakta bitirdim. Cenazeye yetişemedim. Pencereden bakıyorum. Orada bir bulutun üzerinde oturmuş dizüstü aşağıya bakarken bana işaret ediyor. “Yav bak bu bulutun üstünden bakınca aşağıda dünyadayken görmediğim kadar çok matrak şey görülüyor.” 

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet