Her yıl “27 Mayıs” günü yaklaşırken; tüm sağcı, dinci, nurcu -kısacası tarikatçıiktidarlar ile yandaşları, her türden döneklerle birlikte “27 Mayıs”a ve ürünü olan “1961 Anayasası”na saldırmaya başlarlar.
Bu durum -1965’ten bu yanayarım yüzyıldır sürmektedir; günümüzde de bu saldırı görevini “AKP” iktidarının “Başbakanı Davutoğlu” üstlenip mayıs ayına girince boşaldı atışa...
İlk atış, “27 Mayıs’ı lanetleyin! Lanetleyin!”di, kuşkusuz arkasını da getirdi; kısılmış hırıltılı bir sesle konuştu, konuştu...
Kendisini TV’de dinlerken dansöz “Kibariye”nin, “Davutoğlu” için yaptığı övgüyü insan anımsamadan duramıyor; “milli(!)” dansözümüz “Kibariye”: “Başbakanımızıçok seviyorum; hele o ‘bıcır bıcır’ konuşması yok mu?” demişti.
“Davutoğlu; işte o “bıcır bıcır” konuşmasıyla “27 Mayıs”ı dolaysiyle ürünü “1961 Anayasası”nı ağır bir dille eleştiriyordu; Bursa’daki metal sanayiinin binlerce emekçisinin direnişine duyduğu “öfke”yi; işçiye “sendika kurma hakkı”, “grev hakkı” gibi sosyal haklar kazandıran “27 Mayıs Devrimi”nden, anayasasından çıkartıyor, bunların “lanetlenmesi”ni istiyordu; eh haklı (!), yasa tanımayan bir“icraat”a karşı “yargı denetimi”, ya da “yürütmenin durdurulması” gibi yaptırımları içren bu anayasa lanetlenmez de ne yapılır?
Ayrıca, işçiye haklarını elde edebilmesi için kurallara uygun, “barışçıl olarak”yapılan “işin yavaşlatılması, işbaşında oturma grevleri, işyerlerini işgal” gibi eylemlere götürecek yollara “kapı açan” bu anayasa değil miydi? Bunları içeren, yasallaştıran“Uluslararası Çalışma Örgütü” (ILO) bu kapıdan içeri girmemiş miydi?
Böylece, “27 Mayıs Devrimi”, ürünü olan 1961 Anayasası”, “çağdaş demokratik bir hukuk devleti” tanımını içermesi yanında, ilk kez “sosyal nitelikli” bir “devletten”, kısacası “uyruklarının ekonomik ve sosyal durumlarını ve geleceklerini güvenceye bağlayan” bir “devlet”ten söz ettiği için, “Davutoğlu”nca lanetlenmesi gereken bir “anayasa (!)”dır.
Kuşkusuz bu “sosyal haklar”la birlikte “evrensel hak ve özgürlükler” de “1961 Anayasası”nda eksiksiz uygulanması istenen ilkelerdi; bunların -ülkenin varlığına dokunacak durumlar dışında “sınırlanması”, “özüne dokunulması” ya da“vazgeçilmesi” düşünülemezdi; hele anayasamızda ilk kez yer alan “gösteri yürüyüşü hakkı” ve “erkler ayırımı” tam da lanetlenecek (!) kurallardı...
Öte yandan, “55 yıl” önce bu anayasa yapılırken dönemin “TemsilcilerMeclisi”ndeki görüşmelerde, “cumhurbaşkanını halkın seçmesi”de istenir; böyle seçilen bir cumhurbaşkanının “‘tarafsız’ olacağı ve ‘partili’ olmak vasfıyla hareket etmeyeceği” ileri sürülür (19.4.1861). Öneri sahibi “Raif Aybar” yaşayıp, önerisinin“R.T.E. Erdoğan”ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle gerçekleştiğine ve ardından“Erdoğan”ın tutumuna tanık olsaydı ne düşünür ne derdi acaba diye sormaya bilmem gerek var mı?
Çünkü dilin kemiği olmadığı bilinir; “bıcır bıcır” olmasa da konuş babam konuş; böyle, artık anlamı kalmamış, anlamsız, kof, “laf kalabalığı”na karşı, “yürütmenindurdurulması” gibi bir yargı yöntemi, yargı garantisi koymamış anayasamız!”der“Hıfzı Veldet Hoca”.
Belki, bilge halk ozanı “Yunus Emre”nin laf kalabalığına karşı, “Az söz erin yüküdür/Çok söz hayvan yüküdür” deyişi etkili olabilir, kuşkusuz ozanın ayrıca belirttiği gibi konuşanlarda bunu anlayacak “güher” var ise...
Bilge “Yunus Emre” haklı, çünkü artık pek çok kişi gözümüzün içine baka baka“yalan” söylemekten çekinmiyor; bugün anlattıklarının, ertesi gün hiç sıkılmadan, rahatlıkla tam “tersini” anlatıyor; ne yazık ki bunun dört-dörtlük bir örneği “TC Devleti”nin başında olan “R.T.Erdoğan” değil mi?
“13 yıl”dır bu böyle sürüyor, dolaysıyla artık kaçınılmaz bu sürece girdi; en küçük bir eleştiriye dayanamıyor; karşı gelenlere saldırıyor; özellikle de “ne isterlerse verip” saldırtıyor ve geride durup keyifle izliyor; “kumpas davaları” bu tutumun ürünüdür.
Bu tür “tezgâh” davalarını kimi ülkelerin de -yakın geçmişlerinde- yaşadıkları bilinir; Fransa’nın “Dreyfüs Davası”, Osmanlı’nın “Çadır Mahkemesi” bunların en ünlüleridir; ne ki her iki yargılamada da “tek dava, tek sanık” vardır; oysa “kumpas davaları”, “Başbakan Erdoğan”ın “savcı”sı olmak istediği “Ergenekon”la başlar; Balyoz, Poyrazköy, İstanbulİzmir Casusluk, Odatv ve ötekilerle sürer gider, dolaysıyla da “yüzlerce suçsuz insan”, üniversite hocaları, rektörler, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, aydınlar ve “TSK”nın her rütbeden -özellikle- Atatürkçü komutanları...
Bu davaların duruşmalarını izlerken yapılan suçlamaları duyduğumda ne denli utandığımı unutamıyorum; bir de suçlananları, dayanamayıp aramızdan ayrılanları düşünürsek... Bunlardan biri olan “Alb. Murat Özenalp”i anlatan “Bir Kumpas Şehidi”ni okurken, “lanetlenecek” olan dönemin bu “13 yıllık” süreç olduğunu bir kez daha kabulleniyorsunuz.
Yarın Beşiktaş’ta olalım, bütün “Özenalpler”i anmak için...
MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET
Bu durum -1965’ten bu yanayarım yüzyıldır sürmektedir; günümüzde de bu saldırı görevini “AKP” iktidarının “Başbakanı Davutoğlu” üstlenip mayıs ayına girince boşaldı atışa...
İlk atış, “27 Mayıs’ı lanetleyin! Lanetleyin!”di, kuşkusuz arkasını da getirdi; kısılmış hırıltılı bir sesle konuştu, konuştu...
Kendisini TV’de dinlerken dansöz “Kibariye”nin, “Davutoğlu” için yaptığı övgüyü insan anımsamadan duramıyor; “milli(!)” dansözümüz “Kibariye”: “Başbakanımızıçok seviyorum; hele o ‘bıcır bıcır’ konuşması yok mu?” demişti.
“Davutoğlu; işte o “bıcır bıcır” konuşmasıyla “27 Mayıs”ı dolaysiyle ürünü “1961 Anayasası”nı ağır bir dille eleştiriyordu; Bursa’daki metal sanayiinin binlerce emekçisinin direnişine duyduğu “öfke”yi; işçiye “sendika kurma hakkı”, “grev hakkı” gibi sosyal haklar kazandıran “27 Mayıs Devrimi”nden, anayasasından çıkartıyor, bunların “lanetlenmesi”ni istiyordu; eh haklı (!), yasa tanımayan bir“icraat”a karşı “yargı denetimi”, ya da “yürütmenin durdurulması” gibi yaptırımları içren bu anayasa lanetlenmez de ne yapılır?
Ayrıca, işçiye haklarını elde edebilmesi için kurallara uygun, “barışçıl olarak”yapılan “işin yavaşlatılması, işbaşında oturma grevleri, işyerlerini işgal” gibi eylemlere götürecek yollara “kapı açan” bu anayasa değil miydi? Bunları içeren, yasallaştıran“Uluslararası Çalışma Örgütü” (ILO) bu kapıdan içeri girmemiş miydi?
Böylece, “27 Mayıs Devrimi”, ürünü olan 1961 Anayasası”, “çağdaş demokratik bir hukuk devleti” tanımını içermesi yanında, ilk kez “sosyal nitelikli” bir “devletten”, kısacası “uyruklarının ekonomik ve sosyal durumlarını ve geleceklerini güvenceye bağlayan” bir “devlet”ten söz ettiği için, “Davutoğlu”nca lanetlenmesi gereken bir “anayasa (!)”dır.
Kuşkusuz bu “sosyal haklar”la birlikte “evrensel hak ve özgürlükler” de “1961 Anayasası”nda eksiksiz uygulanması istenen ilkelerdi; bunların -ülkenin varlığına dokunacak durumlar dışında “sınırlanması”, “özüne dokunulması” ya da“vazgeçilmesi” düşünülemezdi; hele anayasamızda ilk kez yer alan “gösteri yürüyüşü hakkı” ve “erkler ayırımı” tam da lanetlenecek (!) kurallardı...
Öte yandan, “55 yıl” önce bu anayasa yapılırken dönemin “TemsilcilerMeclisi”ndeki görüşmelerde, “cumhurbaşkanını halkın seçmesi”de istenir; böyle seçilen bir cumhurbaşkanının “‘tarafsız’ olacağı ve ‘partili’ olmak vasfıyla hareket etmeyeceği” ileri sürülür (19.4.1861). Öneri sahibi “Raif Aybar” yaşayıp, önerisinin“R.T.E. Erdoğan”ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle gerçekleştiğine ve ardından“Erdoğan”ın tutumuna tanık olsaydı ne düşünür ne derdi acaba diye sormaya bilmem gerek var mı?
Çünkü dilin kemiği olmadığı bilinir; “bıcır bıcır” olmasa da konuş babam konuş; böyle, artık anlamı kalmamış, anlamsız, kof, “laf kalabalığı”na karşı, “yürütmenindurdurulması” gibi bir yargı yöntemi, yargı garantisi koymamış anayasamız!”der“Hıfzı Veldet Hoca”.
Belki, bilge halk ozanı “Yunus Emre”nin laf kalabalığına karşı, “Az söz erin yüküdür/Çok söz hayvan yüküdür” deyişi etkili olabilir, kuşkusuz ozanın ayrıca belirttiği gibi konuşanlarda bunu anlayacak “güher” var ise...
Bilge “Yunus Emre” haklı, çünkü artık pek çok kişi gözümüzün içine baka baka“yalan” söylemekten çekinmiyor; bugün anlattıklarının, ertesi gün hiç sıkılmadan, rahatlıkla tam “tersini” anlatıyor; ne yazık ki bunun dört-dörtlük bir örneği “TC Devleti”nin başında olan “R.T.Erdoğan” değil mi?
“13 yıl”dır bu böyle sürüyor, dolaysıyla artık kaçınılmaz bu sürece girdi; en küçük bir eleştiriye dayanamıyor; karşı gelenlere saldırıyor; özellikle de “ne isterlerse verip” saldırtıyor ve geride durup keyifle izliyor; “kumpas davaları” bu tutumun ürünüdür.
Bu tür “tezgâh” davalarını kimi ülkelerin de -yakın geçmişlerinde- yaşadıkları bilinir; Fransa’nın “Dreyfüs Davası”, Osmanlı’nın “Çadır Mahkemesi” bunların en ünlüleridir; ne ki her iki yargılamada da “tek dava, tek sanık” vardır; oysa “kumpas davaları”, “Başbakan Erdoğan”ın “savcı”sı olmak istediği “Ergenekon”la başlar; Balyoz, Poyrazköy, İstanbulİzmir Casusluk, Odatv ve ötekilerle sürer gider, dolaysıyla da “yüzlerce suçsuz insan”, üniversite hocaları, rektörler, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, aydınlar ve “TSK”nın her rütbeden -özellikle- Atatürkçü komutanları...
Bu davaların duruşmalarını izlerken yapılan suçlamaları duyduğumda ne denli utandığımı unutamıyorum; bir de suçlananları, dayanamayıp aramızdan ayrılanları düşünürsek... Bunlardan biri olan “Alb. Murat Özenalp”i anlatan “Bir Kumpas Şehidi”ni okurken, “lanetlenecek” olan dönemin bu “13 yıllık” süreç olduğunu bir kez daha kabulleniyorsunuz.
Yarın Beşiktaş’ta olalım, bütün “Özenalpler”i anmak için...
MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET