6 Eylül 2015 Pazar

Faşizm: Burjuvazinin yedek lastiği I-II-Bekir Can Başeğmez

Faşist düşünceler, gözle görülür bir biçimde, proleter hareketin en fazla geliştiği ve sınıf savaşımının en belirgin olduğu yerlerde göze çarpıyor.
Tüm sınıfların işbirliğini savunan ve sınıf mücadelesini redderek, sözümona tüm çıkarları ulusal birlik potasında eriten, kitlelerin zihinlerini siyasal bir zeminden yoksun bir şekilde zehirleyen, ancak siyasetle son derece iç içe bir ideolojik silahla karşı karşıyayız.
Faşizm, kitlelerin zihinlerine siyasal bir temelde yer etmez. Çünkü kitlelerin faşizmi bir ideoloji olarak benimsemesinin bir altyapısı yoktur. Tek tek bireylerin bu hastalıkı ideolojiyi benimsemelerinin tek sebebi, burjuvazi tarafından pompalanan, duygusal ‘’milli’’ hislerdir. Ve ne tesadüftür ki, bu hisler, ancak kapitalist iktidarın krize girdiği dönemlere ve burjuva medyasından pompalanan ‘’gazlamaya’’ paralel bir şekilde kabarış gösterir.
Bunun ‘’küçük’’ bir örneği, günümüzde, krize giren Türkiye burjuvazisinin, ülkücü faşizmde vücut bulan saldırgan tehditkarlığı ve, halkları, bu tehditler üzerinden çözüm arayışlarına itmesidir. Verilmek istenen mesaj açıktır; ‘’Ya bu ülkede ‘’istikrar’’ sağlanır, ya da ‘’terörizm’’ devam eder.
Açıktır ki burada tırnak işareti içerisinde kullanılan istikrar, AKP faşizmi ve meclisteki düzen partilerinin koltuk değnekçiliğinde devamıdır.
Ülkücü terörizm ise, ancak bu şekilde, sokakta, ağzında salyalarla, köpek işaretleriyle, gündeme göre solculara, ilericilere, Alevilere, Kürtlere saldıran kılıktan, meclisteki takım elbiseli hâline kılık değiştirebilir.
Zaten bu kadar kolay yönetilebilir bir kitle olmasının tek ve en önemli sebebi de, kitlesel olarak, normal koşullarda yetişkin bir bireyin sahip olması gereken zeka düzeyinden yoksun olmalarıdır. Zaten burjuvazi de, faşizm silahını kullanarak, ulusun farklı sınıflardan kesimlerini, kendisinin karşı-devrimci mücadelesinde piyon olarak kullanmaktadır.
‘’Faşizmi takip eden yığınlar, tarihsel sınıf zıtlıkları ve savaşlarının iki büyük ordusu arasında sallanmışlar, burjuvazinin tekrar güçlenmesi ve önderlerinin başından beri burjuvazinin yanında olmaları dolayısıyla burjuvazinin tarafına geçmişlerdir. Burjuvazi, faşizmi, proletaryanın mücadelesini ezmek ve onu köleleştirmek için kullanmıştır. Kapitalist ekonominin krizi ne kadar uzun ve güçlü olursa, proletaryanın omuzlarındaki yük ne kadar artarsa, varolan aygıtla emekçi yığınların dayatmalarına karşı burjuva düzenin korunması o kadar zor olacaktır. Bu yüzden burjuvazinin işçi sınıfına karşı saldırgan güçlere ihtiyacı vardır. Böyle saldırgan bir güç faşistlerdir.
Faşizm değişik ülkelerde değişik özellikler göstermekte ama her yerde faşizmin özünü, demogojik bir şekilde yığınların ruh haline ve ihtiyaçlarına seslenen kanlı, terörist şiddetin tumturaklı sözlerle birleştirilmesi oluşturmaktadır.’’*
Faşizmin güçlendiği ülkelerde, Komünist Parti’ler örgütlü değillerse, faşizm güç kazanarak ilerler, ve karşısında da işçi sınıfının bilimsel sosyalist ideolojik silahıyla donanmış devrimci örgüt olmazsa, egemen güç hâline gelerek, halklara korku salmaya ve kapitalizmin bekçiliğini yapmaya devam eder...

Kaynak:
*3. Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar Belgeler I – Dönüşüm Yayınları – Eylül  1991 sf. 23

Faşizm: Burjuvazinin yedek lastiği II

Faşizme karşı mücadelede; sosyal-demokratlarla, sol veya sağ liberallerle vs. ittifak yapılamaz mı?
Bu sorunun tek ve kesin yanıtı: ‘’Hayır!’’dır. Tek doğru taktik, burjuvazinin farklı fraksiyonlardan temsilcileriyle ittifakı yerine, tabandan, proleter sınıf cephesinin örgütlenmesidir.
Komünistler şu soruyla çok sık olarak karşılaşırlar: ‘’Mücadele koşullarının bu kadar zor olduğu bir dönemde, neden sosyal-demokrasiyle (genelde CHP denir) ittifak yapmıyorsunuz?’’
Sınıf siyasetine uzak olan kitlelerin anlamakta son derece güçlük çektiği bir cevap vermekteyiz. Sosyal-demokrasinin temel tezi, aslında faşizm de dahil her burjuva ideolojisininkiyle aynıdır; ‘’Ulusun çıkarı için, tüm sınıfların işbirliği...’’
Bu siyasetin özü, proleter mücadele mevzilerini dağıtıp, emekçi kitleleri kapitalizme sunmaktır. Şimdi ortaya şöyle bir sorun çıkıyor: Eğer demokrasinin de, faşizmin de son tahlilde amaçladıkları aynıysa, emekçi sınıfa karşı mücadeledeki bu çeşitlilik neden kaynaklanıyor?
Daha önce de söylediğimiz gibi, faşizm, yedek lastik görevini, düzenin krize girdiği zamanlarda yerine getirir. Sosyal-demokrasi, emekçileri kapitalizme kurban etmenin ‘’ılımlı’’ yolu, faşizm ise, düzenin ‘’son çare’’ olarak gördüğü yedek kozudur.
Sosyal-demokrasinin göreviyse, tabiki de sadece bununla sınırlı olamaz ve bu kadar ‘’masum’’ değildir. Daha ağır bir suçlama ve gerçek: Sosyal-demokrasi, kapitalist devletin faşistleşmesinin hazırlayıcısıdır! Bu görevini, özellikle, emekçilerin umutlarını ve öfkelerini seçimlere ve sandığa hapsedip, burjuva demokrasisinin karşı-devrimci özünü gizleyerek yerine getirir.
Sınıf bilincinin ve Komünist Parti’nin güçlü olmadığı her uğrakta da kaybeden, işçi sınıfı olmaktadır.
Faşizmin ve paranın saltanatı her ne kadar yıkılmaz görülse de (ki bu her zaman böyle görülmüştür), faşizm, burjuvazinin sadece korkusunun bir ürünüdür. Çünkü kapitalizm, tüm iç çelişkilerine rağmen, çetin bir mücadele vererek ayakta kalmaya çalışmakta ve çöküş anının yaklaştığını hissettiği zaman da faşizm kartını oynamaktadır.
Peki, emek cephesi saflarında olan bizlerin temel mücadele perspektifi nedir? Biz komünistlerin temel hedefi, proleter yığınların önderliğini alıp, proleter eylemin birliğini sağlamaktır.
Ne yazık ki proletarya, iktidarı alacak güce kavuştuğunda, ancak o zaman, burjuva ve sosyal-demokratların faşizm ile, kendisine karşı birleştiklerini görecektir. İşte bu yüzden emekçiler, daha şimdiden, düzen içi alternatif arayanlara ve uzlaşmacılara, Komünist Parti’nin öncü rolünü küçümseyenlere pabuç bırakmamalıdır.
Çünkü mesele, ne seçimle bir yerlere gelme, ne bilmem kaç milletvekili çıkarma, ne de baraj geçme meselesi değil; düzenin barajını, sandığını, tüm aygıtlarını yıkma meselesidir.

Bekir Can Başeğmez
SOL

1 Eylül 2015 Salı

Melih Cevdet Anday yüz yaşında-ALİ SİRMEN

“Uyuyamayacaksın /Memleketin hali /Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o eski sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alarak/ Sesler vereceksin/Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden dünyanın hali/ Gözüne uyku giremez ki... Uyuyamayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/Ta gün ışıyıncaya kadar/ Vakur, metin, sade çalacaksın.” 
Melih Cevdet Anday, yukarıdaki Telgrafhane şiirini, bundan 63 yıl önce, 1952 de yazmış. 
Sanki, Sevgili Levent Üzümcü için kaleme alınmış gibi değil mi? 
Ben son günlerde Levent Üzümcü yüzünden Melih Cevdet Anday’ı sıkça anıyorum. 
Melih Cevdet Anday, dün yüzüncü doğum yıldönümü dolayısıyla, Milas Belediyesi tarafından Ören’de düzenlenen bir etkinlikle anıldı.

Gecede, Melih Cevdet Anday ödüllerinin Enver Aysever koordinatörlüğünde, her yıl bir dalda (deneme, tiyatro, roman ve şiir) olmak üzere yeniden düzenleneceği açıklandı. 
Katıldığım gecede, M.C. Anday’ın aydın kişiliğini yansıtan üç olayı anlattım. Siz okurlarımla da paylaşmak isterim.
***
Yıllar önce bir ara, ünlü 1937 Moskova duruşmalarında ihanetten mahkûm edilenlerin itibarlarının iadesi için imza toplanıyordu. 
Melih Cevdet Bey ile gazetede karşılaştığımızda sordu: 
- Siz bu iadei itibarlar için imza verdiniz mi? 
- Evet verdim. 
- Ben vermedim. Sonra ekledi: 
- Çünkü ben o zaman bu mahkûmiyet kararlarını onaylamıştım. 
- Ama Stalin döneminin koşulları altında gerçeği bilemezdiniz ki? 
- Bilemezdiniz olmaz! Bilmeliydim! Bilmek zorundaydım! 
İşte “bizi aldatmışlar” kolaycılığına sığınmayı reddeden, sorumlu aydının soylu davranışı.
***
Banker Kastelli’nin dorukta olduğu günlerdi. Bir öğleden sonra, Melih Bey, NadirBey’in odasındaki sohbette ortaya bir soru attı: 
- Size bir fikir danışmak istiyorum. Sonra anlattı: 
- Banker Kastelli bir vakıf kurmuş, bunun sanat bölümünü de benim yönetmemi istiyor. Hayli de yüklü bir bütçesi var, ne dersiniz?

Ogünlerde, birçok ünlü sanatçının bu vakfa katıldıkları TV reklamlarıyla duyuruluyordu. 
O sırada orada hazır bulunanlar, genelde olumlu görüş bildirdiler, böyle bir imkânın Melih Cevdet Bey tarafından kullanılmasının olumlu olduğunu söylediler. 
Melih Bey herkesi dinledi, 
- Vallahi bilmem nasıl olur, ama ben yine de reddettim, bu yaştan sonra onun bunun adamı oldu desinler istemem, dedi
***
MC iktidarı dönemiydi. Daha önce, oyunları Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatrosu sahnelerinde başarıyla oynanmış olan Melih Cevdet Bey’in bir oyununun sahnelenmesi Devlet Tiyatrosu tarafından kabul edilmişti. Ama Melih Cevdet Anday, oyununu geri çekti. 
MC iktidarı döneminde, devletten telif ücreti almayı içine sindirmemişti. O sırada maddi bakımdan rahat bir durumda olmadığı da yakınlarınca biliniyordu, ama bundan hiçbir zaman da söz etmezdi. 
Dün yüzüncü yaşını kutladığımız Melih Cevdet Anday şiirleriyle, denemeleriyle, tiyatro oyunlarıyla, romanlarıyla olduğu kadar namuslu ve sorumlu aydın kişiliğiyle de bir devdi. 
Türkiye’de baskı, zulüm, üçkâğıtçılık yalakalık, her zaman oldu. Ama Melih Cevdet Anday benzeri aydınlar, sanatçılar da her zaman vardı, çok şükür ki!

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

30 Ağustos 2015 Pazar

Güzel insanlar giderken... Güzel insanlar gelirken...- ZEYNEP ORAL

Eylül henüz gelmedi. Ama koca bir yıl yaprak dökümüyle geçti... Art arda çekip gidiyor o güzel insanlar... Bizler de demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.

Sevgili Oktay Akbal da çekti gitti. Bir kez daha ne söylesem, ne yazsam eksik kalacak: 
Edebiyatımızın satır başlarından. Öykü, roman, deneme... Gazetecilik... Ustalık... Yaşamı yazıyla ifade eden... Yaşama ve yazıya zenginlik katan... Yüreği toplumun nabzıyla birlikte atan... Cumhuriyet’le özdeşlik... İnsan gibi insan... Yol gösterici... Dost... Her daim genç ve güler yüzlü... Sevgi insanı, saygı insanı... Türkçe tutkunu;Atatürk ilkeleri tutkunu... Gençlere inancını hiç yitirmeyen... 
Onu, dostluğunu çok özleyeceğim... Şimdi tüm eserlerini yeniden okumak zamanıdır...
***
Başlığa bakıp güzel insanlar gidiyor, yerleri her daim boş kalacak, güzel bir şeyin geldiği mi var ülkeye dediğinizi duyar gibiyim... Yaşar Kemal’in “Demirciler Çarşısı Cinayeti”nde dediği gibi “demirin tuncuna, insanın piçine kaldık...” 
Öyleyse eylülü karşılamak, eylül hüznünü dağıtmak için içimizi ısıtabilecek bir haber: Gençler ve gençlerin azmine, çabasına inananlar boş durmuyor, karşımıza güzellikler yaratıcılıkla çıkıyorlar. 
Yunanistan -Türkiye Gençlik Orkestrası’ndan söz ediyorum. Yaşları 16 ile 26 arasındaki 50 gençten oluşan orkestra sekiz yıldır etkinliğini sürdürüyor. Bu sekiz yıl içinde Türkiye ve Yunanistan’da birbirinden başarılı konserler verdiler. Üç yıldır bu orkestranın daimi şefi Cem Mansur

Yunanlı bir müzik tutkunu Leni Konialidis ve Bilkent Üniversitesi’nin ortak girişimi ve katkılarıyla kurulan Yunanistan -Türkiye Gençlik Orkestrası 2 Eylül’de Rodos’ta, 4 Eylül’de ise Marmaris’te konser verecek. Programda Mozart, Beethoven veMendelssohn eserleri var. Cem Mansur yönetimindeki konserin iki solisti Elli Papagrigoriou (keman) ve Michael Iskas (Viyola). Yolu oralara düşenler sakın kaçırmasın. Ruhunuz arınır! 
Cem Mansur’un genç müzisyenlerle muhteşem bir ilişkisi var. O, aynı zamanda Sabancı Vakfı tarafından desteklenen ve dünyayı dolaşarak başarılı konserler veren Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası’nın, ayrıca Türkiye - Ermenistan Gençlik Orkestrası’nın da Şefi. 
Burada amaç, müziğin ortak dili aracılığıyla farklı müzisyenler ve toplumlar arasında uyum sağlamak; hem nitelikli müzik yapmak hem de dostluğu, dayanışmayı güçlendirmek. 
İçinde yaşadığımız şu karanlık günlerde buna öyle gereksinimiz var ki!.. Keşke, keşke TRT onların konserlerini canlı yayımlayarak gerçek görevini birazcık yerine getirse.

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

Oktay Akbal: Cumhuriyet çınarı-MUSTAFA BALBAY

Oktay Akbal’ı da sonsuzluğa uğurluyoruz. Cumhuriyet tarihinin en önemli edebiyatçılarından, köşe yazarlarından, aydınlanmacılarından biri olan Oktay Akbal, daha yaşamında ölümsüzlüğe ulaşmış, toplumun bütün katmanlarında yer edinmişti.
Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan Akbal, Cumhuriyet ile bağını sadece bu yaşdaşlıkla sınırlı tutmadı. Adeta Cumhuriyet’in bütün temel değerleri ile birlikte yaşadı.
Oktay Akbal gibi Atatürk dönemini, Cumhuriyetin kuruluşunu, Cumhuriyet devrimlerini yaşamış olan kuşak sonraki kuşaklara buruk bakar. Onlar Cumhuriyet heyecanını iliklerine kadar yaşadıkları için sonraki kuşakların bu heyecandan mahrum kalmasından duydukları üzüntüyü sürekli dillendirirler. Berin Nadi de son nefesine dek bizlere hep şunu söylerdi:
“Ah zavallı sizin kuşaklar! Cumhuriyet heyecanını yaşayamadınız. Yıkım yıllarına denk geldiniz...”
Oktay Akbal da öyleydi. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin canlı tanığı olarak, aydınlanma devrimini hem yaşadı hem yazdı.

***
Yazarların kendi aralarında şöyle bir ikilem vardır; yazmak için mi yaşanır, yaşamak için mi yazılır...
Oktay Akbal yazarlık - gazetecilik uğruna yükseköğrenimini bile yarıda bırakmış bir kişi olarak, yazmayı yaşamının ayrılmaz bir parçası saydı.
Ama nasıl yazmaz?
O Türkiye Cumhuriyeti’nin inişli çıkışlı, darbeli ara dönemli yıllarında her şeyi göze alarak gerçekleri gazeteci çıplaklığında, edebiyatçı zenginliğinde, mücadeleci militanlığında yazdı.
Bu ilkeleri benimsemiş pek çok yazar gibi yaşam standardı hep belli bir düzeyde kaldı. Tanıdığı yabancı yazarlar ona takılırmış... Türkiye’de telif hakları daha çok telef hakları olduğu için yazarların ürettikleri öteden beri gerçek karşılığını bulmamıştır. Oktay Akbal da bundan payını alan ustalardan biriydi.
Oktay Akbal’ın bir kaygısı yazmaksa öteki iki kaygısı da iki Cumhuriyet’ti. Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet gazetesi. Bir dostuyla sohbetinin, hal hatırdan sonraki ilk cümlesi ya Türkiye Cumhuriyeti olurdu ya Cumhuriyet gazetesi. Her ikisi ile ilgili duyduğu derin kaygıların acısını son yıllarda vücudunu saran onca yastalıktan daha çok hissederdi.
Zaten her iki kurum da kendisine böylesi aşkla ve kaygıyla bağlı insanların üzerinde duruyor.
***
Oktay Akbal son yıllarını yeryüzündeki cennet Akyaka’da geçirdi. Kendisi ile burada zaman sınırı olmayan güzel sohbetlerimiz oldu. O Azmakbaşı’nda Nail Çakırhan ile birlikte otururken iki yanımızdan şırıl şırıl akan sulara, az ötedeki sazlıklara bakıp seslenmeden edememiştim; “Oktay Abi burası Azmakbaşı değil, yazmakbaşı...İnsan burada neler yazar.” O güzel kahkahasını atıp “O zaman sen de buralı ol”derdi.
Çağın insanlığın bütün değerlerini, en içli sözcüklerle haykıran Oktay Akbal, yazılarını daktilo ile yazmaktan parmakları şişinceye kadar vazgeçmedi. Ona geçen yıl Ali Abalı ile birlikte bir daktilo bulup ulaştırmak hepimize iyi gelmişti. Öyle ya dağarcığındaki her sözcüğü kâğıda dökerken, bizim de mürekkebimiz olacaktı.
Oktay Akbal’ı güzel ülkemizin en güzel köşelerinden birinde yarın sonsuzluğa uğurlayacağız. Cumhuriyet aydınlanmasının, Atatürk devrimcilerinin, güzel Türkçemizin başı sağ olsun.

Mustafa Balbay
Cumhuriyet

23 Ağustos 2015 Pazar

Trakya'da tarım topraklarını birileri topluyor!-Burhan Özalp

Bir araştırmada için Tekirdağ ve Edirne’deydik.  Bu sene farklı farklı illeri araştırma kapsamında gezdik. Büyük çiftçiler hariç, tarımdan memnun olan görmedik. Önceki yazılarda da dile getirdik. Girdi maliyetleri yüksek, ürün fiyatları düşük hatta senelerdir neredeyse aynı. Bu durum böyle devam ettikçe, hem şuan çiftçilik yapanlar tarımla uğraşmak istemiyor ve toprağına iyi bir fiyat gelirse satıyor hem de şuan için tarıma güç bela devam etse de kendisinden sonraki kuşak (çocukları-torunları) devam etmek istemiyor. Bu durum tarımın ve tarım topraklarının geleceği açısından ciddi bir sorun yaratıyor!
TRAKYA'DA TARIM TOPRAKLARI EL DEĞİŞTİRİYOR
Tekirdağ ve Edirne’de ayçiçeği-buğday tarımı yaygın olarak yapılıyor. Çiftçilerle ayçiçeği ve buğdayın gelir giderleri üzerine yaptığımız görüşmelerde, çiftçiler tarımdan para kazanamamalarına dair bulundukları serzenişte “zaten bizden sonra da bizim bu şartlarda çocuklarımız da yapmazlar bu işi, bizde satmaya başladık topraklarımızı. Ya çocuklarımız köyden giderler kendilerine iş bulurlar şehirde ya da köyde kalırlar ve eskiden bizim olan bu toraklarda tarım işçiliği yaparlar” dediler. Arazilerini satanların neredeyse hepsi küçük ya da orta ölçekli üretim yapan çiftçiler.
Çiftçiler “tarım topraklarını birilerinin topladığını”  belirtirken bir isim üzerinde çok durdular: “Ziya Organik Tarım-Nevzat Demir”. Peki, neden ona satıyorlar diye sorduğumuzda: “Valla yüksek fiyat veriyor, aslında bizim topraklar o kadar fazla etmez, neden bu kadar yüksek fiyat veriyor ve bu arazileri topluyor bilmiyoruz” dediler.
Hakikaten de dönümü 2000 TL zor edecek olan topraklara 4000 TL verip çiftçinin arazini satmasını cazip hale getiriyor. İzlenen diğer yöntem ise, Ziya Organik Tarım-Nevzat Demir miras ortaklığı olan birinci sınıf tarım arazilerini tespit ediyor. Ardından da izaleyi-şuyu (ortaklığı giderme) yöntemiyle bazen yüksek fiyat bazen de düşük fiyat vererek arazileri satın alıyor. Satın alınan toplam arazi öyle 1000-2000 dönüm falan değil. Binlerce hektardan bahsediliyor. İşin diğer ilginç yanı, buralarda kuru tarım yapılıyor yani bitkinin ihtiyaç duyduğu su sadece yağan yağmur ile karşılanıyor. Bu da araziden elde edilen verimi etkiliyor. Bu durum da, neden buralara bu kadar para harcanıyor sorusunu sorduruyor.  Ancak bu topraklar tüm bunlara rağmen 1. sınıf tarım arazisi kategorisinde yer alıyor.
Merak edilen sorulardan birisi de Ziya Organik Tarım-Nevzat Demir Tekirdağ ve Edirne’de topladığı yoksa kamuoyunda rahatsızlık yaratacak ülke ya da isimlerde adına mı topladığı…
Ayrıca çiftçiler topraklarını Ziya Organik Tarım-Nevzat Demir’e sattıktan sonra da, Ziya Organik Tarım-Nevzat Demir çiftçilere bu toprakları çiftçilerden hiçbir kira, para vb. istemeden işlemelerine izin veriyor.
KİM BU ZİYA ORGANİK TARIM-NEVZAT DEMİR?
Nevzat Demir ismini duyanlar mutlaka olmuştur. Nevzat Demir, kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim. Beşiktaş Spor Kulübü’nün önemli simalarından, Beşiktaş’ın İstanbul Ümraniye’deki tesislerini yaptırmıştı. Bu tesislere onun adı verildi. Demir, aynı zamanda Fıratpen markasının sahibi...
Ziya Organik Tarım da Nevzat Demir’e ait. Ziya Organik Tarım ise ismini Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesinde kurulan Türkiye’nin ilk tohum çiftliği olan Sarmısaklı Çiftliği’ni 58 milyon dolara satın alarak duyurmuştu. Şimdilerde de Trakya’da tarım arazisi topluyorlar.
ÇİFTÇİ YOKSULLAŞTIRILDI
Tarım artık Türkiye’nin kanayan yarası. Yıllar içinde ürün fiyatları arttı ama girdi fiyatları da arttı. Trakya’da tarım arazilerinin satılmasının bir ekonomik açıklaması elbette var. Yoksa çiftçiler tarımdan para kazansa ya da bir benzetme ile altın yumurtlayan tavukları olsa topraklarını neden satsın? Sonra koskoca bakanlık çıkıyor arazilerinizi satmayın diyor. Bu öyle lafla olacak iş mi?
Çizelge 1’de görüldüğü gibi buğday tarımında kullanılan bazı girdilerin fiyatlarındaki değişim görülüyor. Buğdayın da girdilerin de fiyatı arttı ancak burada önemli olan zaman içerisinde 1 kg buğday ile alınabilecek girdi miktarındaki değişim. Bunu da çizelge 2’de görebiliyoruz.
Çizelge 1: Yıllara Göre Buğday, Mazot ve Gübre Fiyatları

Kaynak: Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı
Çizelge 2’de görüldüğü gibi, yıllar içerisinde 1 kg buğday ile alınabilecek mazot ve gübre miktarları düşmüştür. Bu çiftçinin cebindeki paraya el konulması ve çiftçinin yoksullaştırılmasıdır.
Çizelge 2: 1 Kg Buğday ile Alınabilecek Mazot ve Gübre Miktarları

Kaynak: Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı
KÜÇÜK VE ORTA BÜYÜKLÜKTEKİ ÇİFTÇİLERE OPERASYON YAPILIYOR
Ürün ve girdi fiyatlarındaki bu dengesiz gelişim, çiftçiyi tarım yapmakta zorlamaktadır. Mazot ve gübreden alınan vergilerle girdi maliyetlerinin daha da arttırılıyor. Buna ek olarak piyasanın tüccarlara terk edilerek çiftçinin ürün fiyatları konusunda yalnız ve savunmasız bırakılıyor. Girdi ve ürün politikalarında bu ısrara devam edilmesi küçük ve orta ölçekli üretim yapan çiftçilerin tarımdan uzaklaştırılmasına neden oluyor ya da sağlıyor da diyebiliriz, belki de istenen bu (Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan aşkıyla da bilinen Ethem Sancak’ın “Tarım Köylülüğün elinden alınmalı” sözünü hatorlarsınız”).   Böylelikle piyasa mekanizmasıyla tarım topraklarının büyük firmaların ve çiftçilerin elinde toplanması sağlanıyor. Burada açık açık yıllardır küçük ve orta ölçekli üretim yapan çiftçilere piyasa mekanizması aracılığıyla operasyon yapıldığı aşikardır.

Burhan Özalp
SOL

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Cesaret pirim: Fikret Otyam - IŞIL ÖZGENTÜRK

Fikret Abi, ağabeylerin abisi yakışır mıydı sana bizlerini yalnız bırakıp gitmek? Şimdi bu sözlerimi duysan, “Hayat böyle Işıl” der bir kahkaha basardın. Şimdi sen ışıklı bir yoldasın ve ben seninle konuşur gibi bu satırları yazıyorum. İnsanların yazmaya çizmeye, tiyatroya, resme, müziğe vurgun olmalarının en büyük nedeni bana göre, başka insanların hayatlarına değme ve onları değiştirme isteğidir. Sen bu işin piriydin. Gencecik bir üniversite
öğrencisiyken, Güneydoğu röportajlarını okumuş, Zap’ın azgın sularında cengâverce ilerlediğine tanık olmuş ve her zamanki inadınla karaya ayak bastığını görmüştüm. Öyle mi, hemen Cumhuriyet gazetesine gidip, “Ben Güneydoğu’ya gidip röportaj yapmak istiyorum” diye açıkça gönül koymuştum. Gazete yöneticileri “Madem bu kadar ısrarlısın git bakalım” demişlerdi. O yolculuk sırasında ilk kez mayında bacaklarını, bedenlerinin yarısını toprakta bırakan insanlarla tanıştım. Mardin Kızıltepe’de taksicilere “Beni Ahmet Türk’ün Kasrı Kanco’suna götürür müsünüz?” dediğimde, onların yüzündeki şaşkınlığı hiç unutmadım. Beni götürüp dönüş için de bir güzel beklediler. Yollarda çocuklar bana “Hey turist!” diye sesleniyorlardı ben dönüp Türkçe konuşunca da acayip gülüyorlardı ve gene “hey turist” diye seslenmeye devam ediyorlardı. Bu yolculukta bana hep senin o muhteşem inadın ve cesaretin eşlik etmişti. 
Sonra dediler ki, “Fikret Otyam, büyük kentleri terk edip Gazipaşa’ya yerleşmiş. Kendine yepyeni bir hayat kurmuş.” Bu o zamanlar çok az kişinin yapabileceğini bir[Haber görseli]değişimdi. Can Yücel’in dediği gibi Fikret Abi sen “Ne kadar az yalan söylersek o kadar iyi” diyenlerdendin. Yeni hayat yoldaşınFiliz’le birlikte yeni bir hayat kurmuştun. Ve en sevdiğin iş resme dönmüştün. Senin gibi bir fotoğraf ve yazı ustasının resimde neler yapacağını merak etmiştim. Sonra o rengârenk giysili ama yüzlerinde hep bir hüzün olan kadınlar geldi. Dağları mekân tutmuş keçiler geldi ve tabii benim en sevdiğim şahmeranlar geldi. Cesaret pirimsin ya, ben de hemen resme başladım. Camaltı resmine. Çok parasız zamanlarımda bu becerimle epey para kazandım. Teşekkür ederim Pirim! 
Tamam tamam anlatacağım, bana nasıl kızdığını, şekerini nasıl yerinden oynattığımızı anlatacağım. Yıl 1999. O yıl Abdullah Öcalan tutuklanmış ve biz onu yargılayan hâkimin doğduğu Adıyamın’ın Mut köyündeyiz. Köyde bir şenlik var, yok yok. Tiyatrocular, sinemacılar, yazarlar, fotoğrafçılar ve tabii ev sahibi Fikret Otyam. Hâkim de orada. Ve dağlar taşlar onu koruyan özel harekât ordusuyla çevrili. İşte bu zamanda benim aklıma milleti toplayıp Harran’a gitmek düşüyor. Taliplisi çok, ülkesine yeni dönmüş bir Alamancının minibüsüne doluyoruz. Doğru Harran, ama yolda bölgeyi iyi bilen bir arkadaşımız, “Şuralarda buralarda bir Sin (ay ) tapınağı olacak” diyor adı: “Sumatra.” Başlıyoruz onu aramaya ama tek bir levha göremiyoruz. Saatler sonra bir mezranın sahibi çok yakışıklı bir adam bizi Sumatra’ya götürüyor. Ama hava kararmış ve ay çıkmış. Sanırım tapınağın tepesinde grubu ay çarpıyor. Ve biz kimselere haber vermeye gerek görmeden çok tehlikeli Fırat Nehri’ne giriyoruz, yollarda yüzü siyah boyalı özel harekâtle karışlaşıp, açıkça korkuyoruz. Neyse gece yarısını oldukça geçe Mut’a varıyoruz. Bir de ne görelim, Fikret Abi ayakta ve bizi bekliyor. Dehşet öfkeli. “Siz canınıza mı susadınız!” diye bizi karşılıyor. Biz de yaramazlık yapmış okul çocukları gibi özür diliyoruz. Hatırladın mı Fikret Abi, “Neyse sağ salim geldiniz ya” demiştin, “havuzdan soğuk bir karpuz getirin de yiyeyim.” 
Fikret Abi seni anımsadığımda hep cesaretin geliyor aklıma, bir de neşen. O doğum gününü anımsadın mı, hani köye bir Atatürk heykeli bağışladığın o doğum gününü. Ben seni hep o günkü mutlu Fikret Otyam, dürüst Fikret Otyam, türkülere ve keçilere vurgun Fikret Otyam ve kadınları çok seven Fikret Otyam olarak anımsayacağım. Sevgiler. Keçilerin bize emanet.

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Anadolu’nun portresi: Fikret Otyam- MUSTAFA BALBAY

Fikret Otyam’ın yarım yüzyıl önceki Anadolu röportajlarından unutamadığım bölümlerden biridir... 
Otyam, Şanlıurfa’da bir köye gidiyor, hava sıcak mı sıcak. Köylülerle sohbete tutuşmadan bir bardak su istiyor. Hemen yandaki toprak küpün kapağı açılıyor, bir bardak su konulup veriliyor. Dibinde kum taneleri oynaşıyor. Otyam bardağı başına diktikten sonra dipte kumlu bölümü bırakıyor. Kalan az miktardaki suyu yere serpiyor. Etrafındaki herkes o boşa giden birkaç damla suyun izine bakıyor. 

Güneydoğu’daki susuzluğu anlatan en çarpıcı karelerden biridir bu. 
Bugün aynı bölgede GAP var. Kanallar Harran Ovası’nın uçsuz bucaksız toprağını suluyor. Bu yılın ocak ayında Şanlıurfa’ya gittiğimde bölgenin tarihini 11 bin yıl geriye taşıyan Göbeklitepe’yi ve Harran ovasını dolaştım. Su kanalları yeşilden neredeyse görünmüyor. O an bir kez daha Otyam’ın röportajlarını anımasdım. GAP haritası gözümün önüne geldi. Kanallar insan bedeninde kılcal damarlar gibi bölgenin her yerini sarmıştı. Ama Suriye sınırında bıçak gibi kesiliyordu. Keşke, daha büyük düşünebilseydik, GAP’ı daha da büyütüp Suriye ile paylaşabilseydik. İşte o zaman sınırın iki tarafında kan akmaz, bereket akardı.
***
89 yaşında aramızdan ayrılan Fikret Otyam, ömrünün ilk diliminde bütün enerjisiyle Anadolu’ya koştu. Sonra yine aynı enerjiyle Anadolu’yu yazdı, Türkiye’yi yazdı. Bugünün gazetecilerine, röportajcılarına bir önerim var; Otyam’ın, Harran’ı, Güneydoğu’yu anlatan kitaplarını okusalar, aynı bölgeye bugün tekrar gitseler, bir yanıyla Türkiye’nin nereden nereye geldiğini, öteki yanıyla devletin neyi başarıp, neyi başaramadığını, toplum - devlet ilişkilerinin çizgisini ne güzel karşılaştırırlar. 
Artık Fikret Otyam gibi röportajcılarımız yetişmiyor, bunda medyadaki sığlaşmanın, deyim yerindeyse “fastfood” haberciliğinin de büyük payı var. Ama ben yine de böyle bir hayali paylaşmadan edemedim. 
Otyam sadece Anadolu’nun taşını toprağını insanını yazmakla kalmadı, aynı zamanda onu tablolara taşıdı. Renklerle ölümsüzleştirdi. 
Otyam için Anadolu’nun portresi dedik ama onun dünyaya olan ilgisinin de altını çizmek gerekir. Yazı aramızda, 1999 yılındaki Yemen gezimde başlıca rehberlerimden biri Otyam’ın kitaplarıydı. Yıllar önce Yemen’e gidip akrabalarını arayan Otyam, “giden gelmiyor acep nedendir” sorusunun da yanıtını aramıştı.
***
Otyam’ı dün Hacıbektaş’ta büyük saygı duyduğu toprağa verdik. Artık, İlhan Selçuk’larla, Turhan Selçuk’larla, Âşık Mahsuni’lerle birlikte...

1990’lı yıllarda, Ankara’da sergilerini çoğunlukla Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu sergi salonunda açardı. Açılışlarda çoğunlukla olmaya çalışırdı. Sohbetin bir konusu da mutlak, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu’nun Özgen Acar’lı, Mustafa Ekmekçi’li yılları olurdu. Kendisini en son, özgürlükten hemen sonra 2013 yılı aralık sonunda sağlıklı şekilde görmüştüm. Artık tekerlekli sandalye ile hareket ediyordu ama beyni hep koşuyordu. 
Eli kalem tutana dek Aydınlık gazetesinde ülkenin sorunlarını, düşüncelerini yazmayı bırakmadı. Üstelik de gözünü budaktan sözünü dudaktan sakınmadan. 
Gerçek aydın, ülkesinin geleceğine harç taşıyan aydındır. Sahte aydın, ülkenin mevcut yapısının haracını yiyen aydındır. 
Otyam, tekerlekli sandalyeyle bile harç taşıyan ödünsüz bir aydındı. 
Anadolumuzun başı sağolsun.

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

23 Temmuz 2015 Perşembe

Lafı bırakın, önlem alın!-ZEYNEP ORAL

Gençtiler. Güzeldiler. Kameralara bakan gözlerinin içi gülüyordu. Kocaman yürekleri, muhteşem gülüşleri vardı. Dostlukları, dayanışmaları vardı. Hayalleri vardı. Da-ha güzel, eşitlikçi, şiddetten arınmış, sömürüsüz bir dünya hayali... Bunun için yo-la çıkmışlardı Türkiye’nin her yerinden. Deniz’lerin çocukları... Gezi’nin çocukları...

***
İçinde İslam sözcüğü geçtiği için IŞİD’e IŞİD diyemeyen hükümet. 
Kanlı cinayetleri, katliamları “gençlerin tepkileri” diye niteleyenler. 
Son zamanlara dek canilere terörist diyemeyenler. 
“Suriye bizim iç meselemizdir” diye ahkâm kesenler. 
Katar ve Sudi Arabistan’da aklamaya çalıştığınız paralarla, bu ülkeyi kan gölüne çevirenler. 
Esad’ı devirip Emevi Camii’nde namaz kılacakları günlerin hayalini kurarken, IŞİD’e İstanbul’un göbeğinde bayram namazı kıldıranlar. 
IŞİD hakkında soru soran gazetecilere suçlu muamelesi yapanlar. 
IŞİD’e sağlık servisi veren hastanelerinizi, gönüllü toplayan merkezlerinizi, silah taşıyan TIR’larınızı ve MİT’inizin günahlarını örtbas etmek, gizlemek için her yola başvuranlar. Yaşamın her alanında bir karşıdevrim gerçekleştirerek, 
Cumhuriyet ilkelerinden intikam almaya çalışarak, dini çıkarlarınıza alet ederek bu güzelim ülkeyi cehenneme çevirenler... Ve bunların şakşakçıları, işbirlikçileri. 
Sizlere, “Cehennem ateşinde cayır cayır yanasınız” diye beddua etmiyorum. 
Tam aksine. Kılınıza halel gelmesin istiyorum. Gelmesin ki, hesap vereceğiniz güne hepimiz tanıklık edelim.
***
Kınamak, lanetlemek, “ortak akıl”, “ortak deklarasyon” lafları, “terör nereden gelirse gelsin” edebiyatı yetmez! Kesin bu palavraları! 
Günahlarınız bağışlanacak gibi değil ama hâlâ bir vicdan kırıntısına sahipseniz şunları deneyebilirsiniz: 
Şu andan başlayarak, ülkede okuldan çok açtığınız camilerin her birinden din adına cinayet işlemenin, katliam yapmanın günah olduğunu günde beş kez haykırtabilirsiniz. 
İmamlar, namaza ve duaya çağrıyı IŞİD’i lanetlemekle başlayabilir ve bitirebilir! 
Tüm imam hatip okullarında din adına canlı bomba olmanın, öteki dünyada daha çok huri, cennete kesin geçiş sağlamadığını öğretebilirsiniz. 
Başörtüsü özgürlüğü için seferber edilen kitleleri, IŞİD’e tepki olarak harekete geçirebilirsiniz! 
En azından çocuğunu henüz IŞİD’e kaptırmamış ailelere borçlusunuz bunu. 
Ama yapmazsınız! Saltanatınızı riske atmaya dayanamazsınız!
***
Kaosla, terörle erken seçim ya da yeniden seçim hayali kuranlar... Vazgeçin! 
Değmez! Bu ölümlü dünyada iktidar uğruna bunca acı değmez! Daha çok kan dökülmesin! Daha çok bedel ödenmesin! 
7 Haziran’ın ertesi günü bu ülkenin cumhurbaşkanı, yeni hükümetin kurulması için görev vermeliydi. Olmadı. Bir aydan çok zaman kaybettik. 
Gaflet, dalalet, hırs sürdükçe, yeni katliamlara gebe bir ülke artık burası. Şimdi her zamankinden daha çok “normalleşmeye” gereksinimimiz var. 
Çoğulcu ve demokratik bir düzene, “ben dedim oldu” değil, alternatif üreten güçlü bir koalisyona gereksinim var! 
Bir an önce kurun şu koalisyonu!

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

12 Temmuz 2015 Pazar

Bir Ömer Şerif geldi geçti-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Ömer Şerif’i en son 2003 Venedik Film Festivali filmlerinden olan “Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri”nde izledim. 
Şerif’in uluslararası ilgi yaratan son filmi bu oldu. 
Efsane aktör izleyicilerin karşısına, ’50’ler Parisi’nin adları bile birer rüyayı -“Rue Bleue, Rue Paradis”- andıran ufak sokaklarında bir bakkal dükkânını işleten “Mösyö İbrahim” kimliğiyle çıkmıştı. 
Ununu elemiş, eleğini asmış; kendi halinde ama karizmatik bir yaşlı bilgeyi canlandırıyordu. 
Anadolu’dan İran’a dek uzanan topraklardan… Haliç’ten geliyorum ben!” sözleriyle kendisini tanıtan İbrahim, filmde Momo lakabını taktığı 15 yaşında kimsesiz bir Yahudi çocuğu evlat ediniyor ve derken onu kökleriyle buluşturmak için İstanbul’a getiriyordu. 
Asıl adı “Musa” olan “Momo”ya; İstanbul camilerini, kiliselerini, sinagoglarını gezdiriyor: bu toprakların zengin kültürel geçişkenliğini göz önüne seriyordu.

Bir “sufi” olan İbrahim yaşamda önemli olan “değerlerin” gerçekte “Müslüman” ya da “Yahudi” etiketleri ile sınıflandırılamayacağını vurguluyor; “Momo”ya Mevlanaöğretilerini tekrarlıyordu. 
Dostluğu, insanlığı, sevgiyi ve dini bağnazlığın her çeşidine karşı duran bir hikâyeyi perdeye taşıyan “Mösyö İbrahim”, masalsı küçük bir film olmasına karşın “11 Eylülsonrasının” “uygarlık çatışması” ikliminde çok geniş ilgi çekmiş ve beğenilmişti…
‘Çokkültürlü’ İskenderiye’den... 
Görmüş geçirmiş “Türk bakkal” haliyle Türkçe de konuşuyordu. 
Filmi izlerken o konuşmaların montaj olabileceğini düşünmüştüm. 
Meğerse “Türkçe”, Ömer Şerif’in bildiği dillerden (Arapça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Türkçe, Rumca) biriymiş… Öldükten sonra şimdi anlıyorum ki “Mösyö İbrahim”, bir anlamda Ömer Şerif’in kendisiymiş. 
Şerif, her şeyden önce Doğu’nun, “İstanbul” gibi, en “çokkültürlü dünya kentlerinden” biri olan İskenderiye’de, Lübnan ve Suriye asıllı Hıristiyan bir ana-babadan doğmuş… 
Sinema dünyasına adım attığı yıllarda Müslüman bir Mısırlı yıldızla sevişerek, sevdiği kadın için dinini değiştirip “Müslüman”lığı almış. 
Böyle çok iç içe geçmiş kültürler ve uygarlıklar içinde yaşamış ve yoğrulmuş biri Ömer Şerif. 
Arap-Müslüman dünyasının “ilk” Hollywood efsanesi ve uluslararası çaptaki aktörü olması bu sebeple rastlantı değil. 
Yalnız kültürleri değil; kadınları, kumarı ve şöhreti de dibine dek tanımış ve yaşamış biri o. Hayatı roman gibi. 
Kumar masalarında örneğin çok büyük servetler bırakmış…
Hatırı için dinini değiştirdiği kadını, terk edip gittikten sonra bir daha hiç evlenmemiş ve bir evi bile olmamış, hep otel odalarında yalnız yaşamış. 
Her an her şeyi bırakıp gidebilecek kertede birkaç valize sığdırdığı eşyalarla Paris, Kahire otellerini kendisine mesken edinmiş. 
Ömer Şerif’in belleklerde iz bırakan o çok derin ve melankolik bakışlarının ardında işte bu ölçüde inişli çıkışlı bir yaşamın öyküsü var.

‘Hayat hatırlandığı kadar var’ 
Bunca şey yaşayan bir insan sonra bunların hepsini nasıl unutur? 
Jivago’nun ilah denli yakışıklı “Yuri”sinin, “Alzheimer” olduğunu bundan birkaç ay önce duyduğumda ilk aklıma gelen düşünce bu oldu; aynı illeti yaşayan Gabriel Garcia Marquez’i hatırladım. 
Tıpkı Marquez gibi Ömer Şerif de… son döneminde artık yoldan geçenlerin neden durduk yerde kendisine selam verdiklerini anlamlandıramıyormuş. 
Hayat insanın yaşadığı değildir. Aslolan insanın hatırladığıdır!” diyen büyük romancı gibi sonuçta Şerif de her şeyi tümüyle sildiği noktada şalteri indirdi. Toprağı bol olsun!

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

28 Haziran 2015 Pazar

Arcayürek’in tanıklığı...- MUSTAFA BALBAY

Gabriel Garcia Marquez mesleğimizi tanımlarken, “gazeteci, yaşadığı çağın tanığıdır” der. 
Cüneyt Arcayürek, bu tanımın en canlı örneklerinden biriydi. Elbet Türkiye koşullarında gazeteciler çağın tanıklığını yaparken sanığı da olabiliyor. Arcayürek deMenderes döneminde Akis dergisindeki bir yazısı nedeniyle hapislikle tanışmıştı. 
Bir habere ulaşma ve onu yayımlamada öylesine ödünsüzdü ki, yıllar süren dostluklarını feda eder, haberi feda etmezdi. 
Demirel ve Ecevit’le bu nedenle biraz limoni ayrıldı. 
Demirel’in Köşk’e çıkmasıyla birlikte danışman olarak onunla çalışmaya başlaması da onun haberciliğini bitirmedi. Belki tam tersi oldu. Köşk’ü noktalayıp yeniden Cumhuriyet’te yazmaya başladığında her günkü 45 dakikalık kahve içimi konuşmalarımızın ana konusu, Demirel-Çiller dönemi oldu. Çok şeye tanıklık etmişti. Her şeyi olduğu gibi mi yazmalıydı, süzerek mi?
İlhan Selçuk’un Ankara’ya aylık olağan gelişlerinden birinde Çiftlik Merkez Lokantası’nda Arcayürek bu ikilemi sorunca İlhan Ağabey, “en doğrusu hiç yazmaman” dedi. Ertesi gün Cüneyt Abi, “tabii İlhan hiç muhabirlik yapmadı ki” diye mırıldanıp Demirel-Çiller diyaloglarından birini ballandıra ballandıra anlattıktan sonra ekledi: 
“Yavv Balbay, bu da yazılmaz mı?” 
Birkaç kez anlatmıştı; Demirel için “barajlar kralı” manşetini atan oydu. Öyle başlayan ilişki, danışmanlıkla en üst düzeye çıkmıştı, ama Arcayürek yazmadan yapamazdı.
***
Arcayürek Demirel’le olduğu gibi Ecevit’le de çok yakın bir diyalog kurmuştu. Ecevit’in gazetecilik yaptığı, Ulus’a sefertası ile geldiği günleri biliyordu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda adaya ilk giden gazeteci Arcayürek’ti. Sadece gidiş öyküsü bile belgesel olur. 
18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde Ecevit’in sağlığının çok iyi olmadığı görülüyordu. Ama kimse dile getirmiyordu. Cüneyt Abi durur mu? O dönem sabah sohbetimizin ana konusu buydu. Ona göre elbet sağlık özel hayata giriyordu, ama ülkeyi yönetenlerin sağlığını bilmek halkın hakkıydı. Avrupa’da gelenek buydu; örneğinMitterrand’ın kanser olduğu resmen açıklanmıştı. Bunu da araştırmıştı. 
Sonunda yazıyı yazdı. O gün Ecevit’le seçim kampanyası çerçevesinde Antalya mitingine gidecektik. Sedat ErginFikret BilaMurat YetkinBilal Çetin’le VIP salonunda Ecevit’i bekliyorduk. Birkaç kez kızgınlığına denk gelmiştim, ama görmediğim bir hışımla bana doğru yöneldi ve seslendi: 
“Sayın Balbay, bir dahaki geziye doktor Cüneyt Arcayürek’i de çağıralım...” 
Yazı tabii ki ses getirdi. Ecevit alandan haykırdı: 
“Sağlığıma laf edenler bin yıl yaşasın...” 
Ertesi gün Cüneyt Abi gerilimliydi, ama gülümsemesini bozmadı,“ömrümüz uzadı”dedi. 
Cüneyt Abi’nin Ecevit ve Demirel’le arasındaki buzları eritmek için birkaç girişimde bulundum, hep yarım kaldı.
***
Tıp eğitimini bırakıp 1947’de gazeteciliğe başlayan Arcayürek geride binlerce köşe yazısı ve 40’ı aşkın kitap bıraktı. Çok partili sisteme geçişten sonraki tüm dönemlere tanıklık etmiş Arcayürek bu tanıklığı yanında götürmedi, dostluklarını buzlaştırma uğruna miras bıraktı. Bugün Türkiye’nin o dönemlerini araştıracak bir kişi, çare yok, o kitaplara da başvurmak durumunda. 
Dün 55 yıllık hayat arkadaşı Esin Abla’yla konuştuktan sonra kafama takıldı; Cüneyt Abi gittiği yerde ilk kimi aramıştır. Aklıma ilk Örsan Öymen geldi. Onun erken gidişine hep yanardı. Örsan Öymen de onu, “Cüüü nerde kaldın” diye karşılamış olmalı. 
Arcayürek için en iyi dilek, haberler içinde yatsın, demek olur ama... 
Yatmaz ki!

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

21 Haziran 2015 Pazar

Başar Sabuncu ya da yaşasın tiyatro!-ZEYNEP ORAL



Sözü hiç ama hiç dolandırmadan söyleyeceğim: Türkiye’de en yaratıcı üç ya da beş tiyatro yönetmeninin adını söyle deseler bana, hiç kuşkusuz bunlardan biri Başar Sabuncu olurdu. 
O benim için düş gücünü, birikimle, gerçeklikle, sahicilikle, inandırıcılıkla, yetenekle bütünleyen ve bana sık sık “Yaşasın tiyatro” çığlıkları attıran; kimi temsilden sonra“iyi ki yaşıyorum” dedirten, tiyatronun ne muhteşem, ne harikulade, ne müthiş, ne olağanüstü bir düşünce ve eylem sanatı olduğuna beni inandıran yönetmendi.

Kavgayla başlayan hayranlık 
Yıl 1974. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın başında Muhsin Ertuğrul. Askeri darbeyle uzaklaştırıldığı tiyatrosuna döneli çok olmamış. Tiyatro beş sahnesiyle açılımlar yaşıyor. Sınır yok. Müthiş idealist, ütopik bir dönem yaşıyoruz... Herkes “uçuyor”... Tiyatrodaki bir grup genç yönetmen “merkezi yönetim”e karşı, “yerinden yönetim”diye başkaldırdı. İçlerinden biri de Başar Sabuncu. Ben de Sanat Dergisi’nde bu savaşın izini sürüyorum. 
Başar’la bol bol kavga ediyoruz. Tamam “yerinden yönetim”i ben de yeğlerim ama Hoca’ya karşı sürdürülen hoyratlık beni kahrediyor. Sonunda, yerinden yönetim galip geldi. Muhsin Hoca tiyatrodan ayrıldı... Onca kavgamız Fatih Şehir Tiyatrosu’nun başına geçen Başar Sabuncu’nun sahnelediği oyunlara hayran olmamı engellemedi. 
 
1402’liklerin mücadelesi 
Yıl 1980. Her baskı döneminde ilk tokadı sanat yiyordu. 12 Eylül faşizmi İstanbul Şehir Tiyatrosu’nu da vuracaktı. 1402’likler “vatan haini” olarak tiyatrodan atılırlarken aralarında Başar Sabuncu da vardı. Tiyatronun başına getirilen Vasfi Rıza Zobu,“müfettişlik” görevini benimsediğinden kovulanların haklarını aramak bana düştü. 
Bunu aramızda hiç konuşmadık. Ama o mücadeledeki duruşumdan sonra Başar’la hiç ama hiç anlaşamadığımız konularda bile en keyifli tartışmaları yaptık. 
Tam o baskı döneminde Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde Shakespeare’den Can 
Yücel’in çılgın çevirisi (ya da yeniden söyleyişiyle) “Bahar Noktası” (A Midsummer Night’s Dream) oyununu sahnelemişti Başar Sabuncu. Ve tiyatrodan atıldığı için programdan adı silinmişti. Tıpkı üstü siyahla kapatılan kimi oyuncuların adları gibi...
 
Onu eşsiz kılan 
Sevgili Başar, birkaç gündür senin için, daha doğrusu sahnelediğin oyunlar için yazdığım sayfalar dolusu eleştiri yazısını anımsıyorum. Bir araya getirsem, bir kitap olur. Şu birkaç satırda nasıl özetleyeyim ki... 
“Bahar Noktası”nda, gerçeği düşe, düşü gerçeğe çevirdin! Ayrıca her oyuncunun farklı yönetmenin elinde nasıl değişebileceğini gösterdin. Bin kez izlediğim o oyunculara sanki büyülü bir toz serpmiştin. 
Jean Genet’nin “Balkon”unda hepimize kimliklerimizi sorgulattın. Ülkemizi, günümüzde yaşadıklarımızı, tiyatroyu, “oynamayı” sorgulattın... 
Lorca’nın “Kanlı Düğün”de yalınlığın görkemiyle sarstın bizleri. 
Gogol’un “Palto”sunda tiyatronun tüm öğelerini atağa geçirdin. 
“Bir Ata Krallığım” oyununu Shakespeare’in nice oyunundan yazmıştın. Güç, iktidar hırsı ve şiddet arasındaki ilişkiyi gösterdin. Yazdığım yazının başlığı aklımda.“Shakespeare Susurluk’u Biliyor muydu?” 
Hangi birini ansam ki: İstanbul Şehir Tiyatrosu’na taşıdığın Nâzım Hikmet veBrecht’leri mi? Vasıf Öngören’in “Zengin Mutfağı” ya da “Kaldırım Serçesi”ni mi... 
Yazarlığını yönetmenliğinin, yönetmenliğini yazarlığının hizmetine verdin. Bütüncül tiyatroyu seçtin. Toplumsal yaşamla tiyatroyu bütünledin. Hep doğru bildiğini yaptın. Ödün vermedin. Çağrışımları, simgeleri, açılımları çok sevdin. İlişkileri, yazarla, oyuncularınla, tasarımcılarınla ve seyirciyle ilişkilerini sonuna dek zorladın. Tiyatro sanatını muhteşem bir şölene dönüştürdün. 
Ülkem adına, tiyatro sanatı adına, sana çok teşekkür ediyorum. Seni çok özleyeceğiz.

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

7 Haziran 2015 Pazar

Besim Üstünel’in ardından-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bazı insanlar vardır... en yakın akrabanız, arkadaşınız değildir; ama hayattan göçüp gittiklerinde yaşamınızda ne önemli yer tuttuklarını fark edersiniz. 
Karaoğlan yıllarının eski Maliye Bakanı Besim Üstünel onlardan biriydi. 
Kaybettiğimizi öğrendiğimde önce inanamadım…. 

O kadar canlı, diri, yaşama sıkı sıkıya bağlı bir insan, artık nasıl yaşamıyor olabilirdi?
Üstünel’in takvim yaşı gerçi tabii 80’i aşmıştı. Ama biyolojik yaşı öyle dinçti ki!
Derviş’i o getirmişti… 
Siyasi sohbetlerden acayip hoşlanırdı. Bu köşeyi sürekli okur; beğendiği yazılar için heyecanla arayıp yorumlar yapar ve özel anılarını aktarırdı. Kemal Derviş’i Türkiye’ye ilk onun getirdiğini, yaptığımız bu özel sohbetlerde öğrenmiştim… 
Kendisini düzenli olarak yazları Büyükada’da görürdüm… 
Eşi Gülen Hanım’la birlikte disiplinli bir yaşamı vardı. 
Karıkoca sabahları hiç aksatmadan her gün yüzer, ama güneş kızmadan plajdan saat kurmuş gibi 11’den önce mutlaka ayrılırlardı… 
Besim Bey’in sıcak kanlı, “güneyli” (Gaziantepli!) profiliyle; bu fevkalade dakik İskandinav disiplini beni hem çok etkiler, hem de şaşırtırdı. 
Üstünel’in kadirşinas, sıkı, çok yakın insan ilişkileri vardı. İkram yapmaya bayılır, arar, sorar, çevresiyle her tür ilgilenir; muhabbetini esirgemezdi. 
Ama bunun yanı sıra dünya duruşu açısından Türkiye’de benzerine çok rastlamadığım tarzda “kuzeyli” bir sosyal demokrattı… 
Yalın ve gösterişe kaçmadan yaşar; imkânlarını ihtiyacı olan gençleri okutmak için kullanırdı. 
Kültüre, dayanışmaya, eğitime, takım kurmaya ve bir takım yaratmaya sonuna dek inanan Besim Bey’in okuttuğu öğrencilerin sayısının yılda 20’yi bulduğunu Teşvikiye Camisi’ndeki cenazede öğrendim. 
Çiçeklerle donatılan tabutuna Besim Bey’in yardım ettiği Deniz adındaki bir öğrencinin özel veda mektubu iliştirilmişti: 
Daha size anlatmak istediğim hayallerim ve sizden dinleyeceğim onca hikâye varken…” diye başlayan mektup; “Çok şanslıyım ki sizi tanıdım. Anlattıklarınızla öğrendim, ilham buldum. Yetiştirdiğiniz nice gençten biri olarak sizi hasretle anıyorum Hocam” diyordu… 
 
‘Eski Türkiye’nin değeri 
Hoca”nın dört yıl önce keşfettiği Gaziantepli başka bir genç müzik yeteneğinin öyküsünü, cami avlusunda gene yakın dostum Sabri Kurdoğlu aktardı… 
Hoca’nın babası da biliyorsun terziydi” diye söze girdi Sabri: “Besim Hoca böyle kendi babası gibi, babası Gaziantep’te bir terzi olan Alican Süner isimli çok yetenekli bir çocuk keşfediyor. Çocuğa ilk değerli kemanı o alıyor ve 4 yıldır bu genç müzisyenin sponsorluğunu yapıyor. Çocuk en son İtalya’da bir yarışmada birinci olduğunu Hoca’ya bildirmek için telefon açtığında, Besim Üstünel’in yaşamını yitirdiğini öğreniyor…” 
Eşi ve kendi adına biri Gayrettepe’de, diğeri Silivri’de yapılan iki anaokulu bulunduğunu ve Üstüneller’in Galatasaray Vakfı’nın en büyük bağışçılarından olduğunu gene tesadüfen cenazede öğrendim. 
Besim Hoca bunların reklamını hiç yapmazdı. 
Üstünel’i uğurlarken Türkan Saylan gibi bir “eski Türkiye” “değerimizin” eksildiğini ve bir dönemin bir daha geri gelmemecesine kapandığını iliklerime dek hissettim. 
Bıraktığı boşluk o yüzden çok büyük.... 
Onu son olarak, yokluklar döneminde her zamanki esprili üslubuyla, dönemin Başbakanı Ecevit’e yaptığı bir uyarıyla analım: 
Eğer güçlüyseniz yasaları delebilirsiniz. Biraz daha güçlüyseniz belki anayasayı bile delersiniz. Ama ekonomi yasalarını hiçbir şekilde çiğneyemezsiniz!” 
Her dönemin güçlülerinin her şart altında hatırlaması gereken altın bir kural bu! 
Ama bu hatırlatmaları yapabilecek Üstünel’ler artık yok. 
Işıklar içinde uyusun…


NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

5 Haziran 2015 Cuma

Tayyip’e karşı ulusal koalisyon-ALİ SİRMEN

Siz bakmayın artık iki gün kalmış olan oylamada sandıktan çıkabilecek olan en kötü sonucun koalisyon olacağını söyleyenlere! 
Koalisyonların bütün kötülüklerin anası ve istikrarsızlığın nedeni olduğunu dirençle ileri sürenler, çoğunlukçu dayatmanın savunucularıdırlar. 
Eğer dediği dedik tek adam yönetimi gerçekten istikrarın ve güvenin garantisi olsaydı, 14 yıllık Tayyip Erdoğan iktidarı Türkiye’sinin bir istikrar abidesi olması gerekirdi. 
Gerçek öyle mi?

Türkiye bizden olanlar ve onlardan olanlar diye ikiye bölünmüş durumda. 
Türkiye bütün komşularıyla ihtilaf halinde, sınırları kevgire dönmüş bir ülke konumunda ve büyük bir bölgesel savaşım aktörlerinden biri olması ihtimali çok kuvvetli. 
Türkiye, iyi yönetilemediği takdirde, bir iç savaşa kadar bile varabilecek vahim bir 
Kürt sorunuyla karşı karşıya. 
Ve konunun ilgili tarafları, aslında bu sorunun bir demokrasi sorunu mu, yoksa bir etnik sorun mu olduğu konusunda, kafalarında netleşmiş bir düşünceye sahip değiller, kimse nereye kadar gidilebileceğini bilmiyor. 
Türkiye’de anayasa hukuken değilse bile fiilen rafa kaldırılmış durumda, yargı yürütmenin, yürütmeden de çok, tek kişinin vesayeti altında. 
Seçim ertesinde, bir tek parti iktidarı bile çıksa, ülkeyi büyük bir kargaşa bekliyor. 
Özlenen istikrar bu mu?
***
Gelelim koalisyona: 
Bir koalisyonun olabilmesi için, çeşitli siyasi güçlerin bir amaç etrafında, onu yaşama geçirmek üzere, uzlaşarak bir araya gelmeleri gerekmektedir. 
Bu durumda, 7 Haziran ertesi bir koalisyonun oluşabilmesi için bir amaç etrafında bir araya gelmeye hazır güçlerin olması gerekmektedir. 
Bu hangi amaç çevresinde ve hangi formül ile mümkün olabilir? 
Türkiye’nin bugün birinci sorunu demokrasi sorunu olduğuna göre, formül ulusal koalisyon, amaç da demokrasi olabilir.. 
Yani 7 Haziran ertesinde Türkiye’yi daha yönetilebilir bir ülke haline getirebilecek olan, demokrasi için milli koalisyondur. 
Bu formülün geçerlilik kazanması, bütün partilerin katılmasıyla mümkün olur. Yani 
AKP, CHP, MHP ve barajı geçmesini tahmin ve temenni ettiğimiz HDP’nin katılacakları bir ulusal koalisyon önce, kişiye özel değil, ülkeye yönelik demokrasiye özel bir anayasa yapacak, yargı sorununu çözecek, Kürt sorununun demokratik müzakeresinin önünü açacak bir çözüm için ulusal bir uzlaşı oluşturabilirler. 
Bu koalisyonda bir tarafta bütün partiler, öte tarafta da, Tayyip Bey olacaktır. 
Tıpkı şimdi olduğu gibi... 
Eveet şimdi de, demokrasinin önündeki en büyük engel, politikasıyla ve kişiliğiyle Tayyip Erdoğan’dır. 
Seçim ertesi oluşacak bir koalisyonun amacı, Tayyip’in yaptığı tahribatı tümden ortadan kaldırmasa bile, hafifletmek olacaktır. 
Ama böyle bir koalisyonun önündeki en büyük engel de yine siyasi gücü hâlâ yabana atılmaz olan Tayyip olacaktır. 
Yine de, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunlar ile, bunların kontrolsüz olduğu için artık en yıkıcısı haline gelmiş olan Tayyip Bey’in tasfiye edilmesi için gerekli iç ve dış koşulların oluşabilmesi mümkündür. 
Siyasetin en nefret ettiği şey boşluktur. Tayyip Erdoğan’ın kontrolsüz gücü boşluktan da büyük bir sorun oluşturmaktadır. 
Bu yüzdendir ki şu anda imkânsız gibi görünen çözümler bugünden yarına koşulların oluşmasıyla yaşama geçebilir hale gelecektir. 
Tayyip Bey’in kontrolsüz yıkıcı güç haline gelmesi durumu, AKP için de geçerlidir. 
Bekleyin, bakın seçim ertesi nelere gebe olacak!

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet