20 Ekim 2016 Perşembe

Haldun Taner artık bize fazla - ALİ SİRMEN

Son Osmanlı Meclisi Mebusan’ı ile Darülfünun, mensubu olan ve yazıları, dersleri, konferansları ile Kurtuluş hareketinin, Türkiye’nin bağımsızlığının, işgal İstanbul’undaki savunucusu Ahmet Selahattin Bey, ani ölümüyle oğlu Haldun’u beş yaşında yetim bıraktı. 
Haldun Taner’i, kocasının ölümünden sonra kayınpederinin konağına yerleşen annesi tek başına büyüttü. 

Ahmet Selahattin’in Galatasaray’da parasız yatılı okuyan oğlu Haldun, devlet bursuyla iktisat ve siyasal bilimler okumak üzere gittiği Heidelberg’de vereme yakalanınca, tahsilini yarıda bırakarak yurda geri döndü. Ondan sonra da edebiyat, tiyatro ve gazetecilik alanlarında parladı. 
Haldun Taner, bu alanlarda, öğretmen niteliğiyle de sivrilmişti. Ahmet Selahattin’in oğlu, öğretmenliği adeta babadan tevarüs etmişti. Gelecek vaat eden gençlerin ellerinden tutup yetişmelerine katkıda bulunmak, Haldun Taner’in asli uğraşları arasındaydı. Türk yazınının ve tiyatrosunun nice değerinin kazanılmasında Haldun Taner’in katkıları vardır.

***
1950’li yıllarda, önce öykücü olarak çok parlak bir çıkış yapıp, öykünün unutulmazları arasındaki yerini alan Haldun Taner için, yıllarca birlikte çalıştığı, öğrencisi ve iş arkadaşı aktör Metin Akpınar şunları söylemiştir: 
-Haldun Bey Türk tiyatrosunu iki kez içine yuvarlandığı çıkmazdan çekip çıkarmıştır. 
Gerçekten de Haldun Bey önce 1960’lı yıllarda, epik tiyatroyu getirerek, daha sonra da kabare türünün gelişmesine önayak olarak, tiyatromuzu saplandığı durgunluktan çekip almıştır. 
Bu yüzden, Kadıköy’deki tiyatro binasına seçkin tiyatro yazarı ve öncü tiyatro adamı Haldun Taner’in adının verilmesi son derecede yerinde olmuştur. 
Haldun Bey ömrünün son yıllarını Mühürdar Caddesi ile Yaver Bey Sokağı’nın köşesindeki binada geçirmiş, hatta kitaplarından birine adını veren “Yalıda Sabah”öyküsünü de orada yazmıştır. 
Haldun Hoca’nın Mühürdar’a büstünün konması ise bu tür vefakâr davranışlara epey uzak nadan bir toplum adına şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu ölçüde de sevindirici bir davranış olmuştur. 
Geçen hafta sonunda bu büst bilinmeyen kişilerin saldırısı sonucu kırıldı. Olaya önce bir anlam veremedim. Geniş pardösüsü, alameti farikası haline gelmiş, beresi, elinde çantasıyla, Kadıköy vapuruna biner veya Tepebaşı’nda Şehir Tiyatroları’nın karşısındaki Pelit Pastahanesi’ne girerkenki görüntüsü hâlâ capcanlı gözümün önünde olan Haldun Taner’in büstüne kim, hangi amaçla saldırmış olabilirdi ki? 
Haldun Taner, çağdaşlık ve özgürlük savaşının inanmış, kararlı bir yürütücüsü olmasına, öykülerinde ve piyeslerinde toplumsal çarpıklıklarımızı ince ve keskin mizahıyla tiye almasına karşın, bir kavga adamı olarak simgeleşmiş biri değildi ki.

***
Evet Haldun Taner solcuydu. Ama çelebi, biçemi, İstanbul Efendisi meşrebine de yansımış olan eserlerinde hemen fark edilen engin hoşgörüsü ile, kavgadan çok üretime, yeni değerler yaratmaya öncelik tanıyan Haldun Bey’in solculuğunun, birilerini ifrit etmesi doğrusu ya şaşırtıcıydı. 
Sonra oturup düşündüm ki toplum artık yeni bir evreye girmişti. 
Artık, kendisi gibi olmayan, aynı tornadan çıkmayan, biat kültürüne boyun eğmeyen, seçkin farklılığı ilk bakışta belli olan herkese düşman yeni yükselen sınıfın egemeni olduğu Türkiye’de bu sınıfın mensupları ile onların takipçileri insanlar, kendileri gibi olmayan, kendisine benzemeyen herkesi düşman görüp saldırmaya, kendi toplumsal kazanımları ve değerleriyle kavga etmeye, onları ayaklar altına almaya hazırdı. 

Haldun Taner’in büstünün saldırıya uğramasının, kendi öz değerlerine saldıran bir toplumda şaşılası yönü yoktu. Öyküleri birçok dile çevrilen, oyunları birçok ülkede sahnelenen Haldun Taner artık bu topluma fazlaydı, bu ülkede büstüne de yer yoktu.

Ali Sirmen/CUMHURİYET

19 Ekim 2016 Çarşamba

Bütçedeki ‘korkunç’ rakam - ÇİĞDEM TOKER

Yaşı yetenler fark ediyordur; 80 darbesi sürecinde sıkça duyduğumuz, sonraki on yılda kullanımı seyrekleşen “münferit” kelimesi yeniden hortladı. 
Daha ziyade “devlet dersi” alan ve verenlerin aşina olduğu sözcüğün, ayırıcı iki özelliğine dikkat çekelim: 
- Büyük oranda güvenlik bürokrasisi kullanır. 
- Çoğunlukla insanlık suçunu anlatan sözcüklerle yan yana gelir: Münferit işkence, münferit tecavüz gibi... 
Aslında güvenlik bürokrasisi sözcüleri “münferit” derken, sistematik değil demek ister; ama kelimenin kendisi ve kullanılıyor olması bile, zaten bu insanlık suçunu meşrulaştırıcı, aklayıcı ve dolayısıyla da sistematik kılan bir işlev görür. 
Dolayısıyla bir yetkili “münferit” kelimesini kullandığında, orada insanlık onuruna aykırı işlemler yapıldığından emin olabilirsiniz. 

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’na davet edilen Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Enis Yavuz Yıldırım, burada bilgi verirken işkence vakaları konusunda “elbette münferit olarak birtakım olumsuzlukların yaşanma ihtimali”olduğundan söz etti geçenlerde. 
15 Temmuz darbe girişiminin ardından gözaltı süresinin 30 güne uzatılması, ilk beş gün avukatla görüştürülmeme keyfiyeti gibi düzenlemeler, işkence ve kötü muamele uygulamalarını, iddia olmaktan çıkarıp -duymak ve bilmek isteyene tabii- gözle görülür hale getirmişti zaten. 

Genel Müdür Yıldırım’ın bu ifadesi, gözaltı merkezleri ile cezaevlerinde, OHAL zırhına sığınarak gerçekleştirilen işkence iddialarını teyit eden bir nitelik taşıyor.

***
OHAL rejiminin sicili hakkında güçlü fikir veren bir diğer veri ise bütçe rakamlarında yer alıyor. İlk kez geçen ay gündeme getirdik. Ağustos ayı rakamları açıklandığında, belirgin hale gelmesi nedeniyle bu köşede yer verdiğimiz “Güvenlik Kuvvetleri Nezaretinde Bulundurma Giderleri”, eylül verileriyle birlikte, aylık anlamda, rakamsal ve oransal olarak tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı: 
2 milyon 309 bin TL. 
“Güvenlik kuvvetleri nezaretinde bulundurma giderleri”, gözaltına alınan “şüpheliler”için gözaltı süresince ihtiyaç duyulan gıda ve içecekler için ayrılan bir ödenek. (Bu kaleme, mültecilerin “yiyecek, barındırma” giderleri ile terk edilmiş olarak bulunmuş çocukların kurumlara teslimine dek güvenlik güçlerinin yaptığı harcamalar da dahil.) 
2 milyon 309 bin TL’nin nasıl bir rakam olduğunu anlatmak için şu veriyi aktaralım: 
Bu yılın ilk sekiz ayında, yani ocak-ağustos döneminde yapılan toplam harcama ile sadece eylül ayında yapılan harcama neredeyse aynı. 
2016 bütçesinde “Güvenlik Kuvvetleri Nezaretinde Bulundurma Giderleri” başlığı altında ocak-ağustos döneminde 2 milyon 101 bin TL harcanmış. 
Son açıklanan eylül gerçekleşmelerine göre ise son bir ay içinde kullanılan ödenek 2 milyon 39 bin TL. Dokuz aylık toplam ise 4 milyon 140 bin TL: 
Geçen ay bu veriyi irdelerken 980 bin TL olan ağustos harcamasının, bir önceki ayın sekiz katı olduğunu belirtmiştik.


Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, işkence iddialarını sık sık reddediyor. İsim ve yer bildirilmesi çağrısında bulunuyor. Darbe girişimini hemen ertesinde iç çamaşırlarıyla, yüzleri dayaktan şişip morarmış insanların görüntülerinin servis edildiği, doktorların rapor vermekten çekindiği, savcıların şikâyetlere rağmen işlem yapmadığı bir ortamda, Bozdağ’ın sadece iktidar medyasını değil, soru sorabilen ve hak ihlallerini gündeme taşıyan yayınları izlemesi, bu çağrıyı hükümsüz kılmaya yetecektir.

Çiğdem Toker
Cumhuriyet

18 Ekim 2016 Salı

Erdoğan ABD'siz yapamaz, peki ABD Erdoğansız yapabilir mi? - ÖZGÜR ŞEN

Erdoğan 15 Temmuz darbesinin ABD ile ilişkisini biliyor. ABD adına kalem oynatan, Türkiye hakkında senaryolar yazan herkes söze darbe girişimiyle ABD'nin bir ilişkisi olmadığını iddia ederek başlasa da, Erdoğan'ı kimse tersine ikna edemeyecek.

Tayyip Erdoğan'ın kafasından neler geçtiğini tam olarak tahmin etmek elbette mümkün değil. Dolayısıyla bu ilişkiye dair nasıl bir kurgusu olduğunu bilmemiz de olanaksız. Tıpkı Erdoğan'ın bu konuda nasıl bilgilendirildiğini ve kaynaklarının kim olduğunu bilemeyeceğimiz gibi... Rus kaynaklarından nasıl veriler geldiğine dair yalnızca tahminler yapabiliriz. Ya da Avrupalıların anlattıkları öykünün ABD'nin anlattığı öyküyle bire bir aynı olmayacağını söyleyebiliriz.

Dünya böyle bir yer... Bu dünyada Erdoğan'ın koşulsuz güvenebileceği kimsesi olmayabilir. Ama ABD'nin koşulsuz güvenebileceği kaç ülke var ki...

Üstelik ABD, Erdoğan'ın bu kabulünü güçlendirmek için elinden geleni de yapıyor. Gülen'in iadesine dair hiç umut verilmiyor mesela. Clinton'ın seçim toplantılarında Gülen cemaatinin önde gelen şahsiyetleri boy gösteriyor, yetmiyor Clinton bu toplantıların birisinde açıkça Kürtleri silahlandırmaktan bahsedebiliyor. ABD'nin Kürtleri silahlandırdığı zaten biliniyor. Ama Clinton başkanlığı döneminde varolan durumla yetinmeyeceğini, daha ileri gideceğini ifade ediyor. ABD Dışişleri her fırsatta bölgedeki adımlarına dair Türkiye'yi uyarmaya devam ediyor. Aynı yetkililer 15 Temmuz'un Türk dış politikasında bir milat olduğunu, 15 Temmuz'dan sonra ABD ile Türkiye'nin daha yakın çalıştığını söylemekten çekinmiyorlar.
15 Temmuz öyle bir tarih ki, hem ABD ile Türkiye'nin eşgüdüm içinde çalışmasının önünü açmış hem de iki ülke arasındaki gerginlikleri azaltmamış.

Bu durumun 15 Temmuz gecesi, Erdoğan'ın ABD'nin ne denli ciddi olabileceğini görmesinden başka açıklaması var mı? Bu tarihten sonra ABD ile uyum içinde hareket etmeye çalışan ama bunu yaparken aynı zamanda başka aktörlere yanaşıp gerilimi kontrollü olarak yükselterek kendisini garanti altına almaya gayret eden bir Erdoğan portresini, Erdoğan'ın 15 Temmuz ile ABD arasındaki bağlantıya inanmasından başka ne açıklayabilir?
Erdoğan kendisini devirmeye çalıştığını düşündüğü ABD'ye bir daha güvenemez. Ama ABD'siz de yapamaz.

ABD'siz yapamaz çünkü bugün Erdoğan'ı ülkenin tepesinde tutan patronlarla iyi geçinmeyi sürdürmek için ABD ekseninden ayrılmayacağının garantisini sürekli vermek zorunda. Türkiyeli patronların tamamı istisnasız olarak ülkenin Batıyla ilişkisinin devamından yana.
Erdoğan ABD'siz yapamaz çünkü bölgede atmaya çalıştığı adımlarda, Suriye'de veya Irak'ta yine ABD'nin onayına muhtaç. AKP, ABD'nin izni olmadan sınırın ötesinde nefes dahi alamaz. Bu adımların başarısızlığa mahkum olması ile felaketle sonuçlanması arasındaki fark, AKP'nin iktidarını sürdürmesi ile koltuktan düşmesi arasındaki fark ile aynı. Üstelik AKP'nin bölgede zorunluluktan giriştiği operasyonlarda dengeyi hâlâ ABD sağlıyor.
Erdoğan ABD'siz yapamaz çünkü ülkede AKP'yi sallayabilecek iki büyük muhalif unsur olarak görülen CHP ve Kürt hareketi de bu acayip memlekette ne yazık ki ABD'ye bakarak siyasetlerini belirliyorlar. Erdoğan, koltuğunda kalmasında bu muhalefetin yadsınamaz payının ve muhalefetin bu tutumunda da ABD'nin etkisi olduğunun farkında.
Erdoğan'ın hiç güvenmediği ama onsuz da yapamadığı bir aktörün tıpkı kendisi gibi düşünmesini sağlamaktan başka şansı yok: ABD de Erdoğan'a güvenmese dahi, Erdoğansız yapamayacağını kabul edecek.

ABD'nin Erdoğan'a hiç güvenmediği zaten ortada ama ABD Erdoğansız yapamayacağını niye kabul etsin? Daha doğrusu, bunu denemekten, Erdoğansız bir Türkiye'yi zorlamaktan neden vazgeçsin?

15 Temmuz darbe girişimi, Erdoğansız bir Türkiye'ye, ama Erdoğansız bir AKP Türkiyesi'ne giden yolu açmak için bir denemeydi. Bunu denemeye devam etmenin siyasette daha onlarca yolu var. ABD denemeyi sürdürür, Erdoğan da her şeye karşın tüm yolları kullanıp direnmeye çalışır. Erdoğan'ın koltuktaki ömrünü de bu direnişte ne denli başarılı olduğunu belirler.

Tüm bunlar olup biterken, bu iki aktör beraber yürümeyi ve iş yapmayı da başaracaktır. Kimse şaşırmasın bu düzen böyle bir düzendir.

Asıl şaşırtıcı olan bu çekişmeden memleketin lehine bir gelişme beklemektir.
Bu çekişmede Erdoğan karşıtlığı nedeniyle ABD'nin ya da milli çıkarlar bahanesiyle Erdoğan'ın yanında olmak kabul edilemez elbette. Ama ne ABD, ne Erdoğan diyerek bu gerilimi dışarıdan izlemek de yetmez. Her ikisini de aynı anda karşısına almayı başaracak, her ikisiyle de mücadele edecek bir siyasi hat, bu karanlıktan aydınlığa çıkışın tek yoludur. Bu da yalnızca ikisinin paylaştığı ortak sınıfsal zemine, yerli ve yabancı patronlara karşı emekçilerin yanında durarak mümkün olabilir.

Özgür Şen
SOL

Yağmalanmış fındık bahçesindeki bok böcekleri - ORHAN GÖKDEMİR

İtalyan Tarımcılar Derneği Coldiretti tarafından hazırlanan "en tehlikeli ithal gıda maddeleri" listesinde Türk fındığı, kanserojen aflatoksin maddesi içerdiği gerekçesiyle ilk sırada yer aldı. Listenin 5. sırasında da yine Türkiye'den getirilen meyve-sebze başlığı adı altında kuru incir ve biber yer aldı. Coldiretti, bu ürünlerin de aflatoksin ve pestisit (tarım ilacı) seviyesinin belirlenen sınırların üzerinde olması nedeniyle listeye dâhil edildiğini belirtti.

Pestisit denilen ilaç zararlı organizmalara karşı kullanılıyor. Bunların yabancı otlara karşı kullanılanı herbisit olarak adlandırılıyor. Zararlı organizma dedikleri bahçedeki, tarladaki börtü böcek. Yabancı ot ısırgan gibi yeni nesil köylü için işe yaramayan bir takım otlar. Çocukluğumdan bilirim, ısırgan Karadenizlinin sofrasında başköşeyi tutan yiyeceklerden biriydi. Şimdi yemediği için yabancı ot. Kimseye zararı yok bunların aslında. Zararı, giderek asalaklaşan, sadakayla yaşamaya alışan yeni nesil köylü sınıfına gereksiz iş çıkarması. Atıyorsun tarlaya, bahçeye kimyasal bombayı, dümdüz ediyor ortalığı. Ne ot bitiyor, ne böcek dolaşıyor tarlada, bağda, bahçede.

xxx

Fındık üreticisi (artık karşılıksız bir tabir bu, bir şey ürettiği falan yok köylünün, doğanın verdiğini yağmalayan bir takım insanlar var ortalıkta) bu herbisitlerden birine dadanmıştı geçtiğimiz yıllarda. Onlar için “ısırgan ilacı”ydı bu. Isırgana atmışlar ve kökünün kuruduğunu görmüşlerdi. Bahçenin bütününe atıp ot bitmesine engel olmak geldi akıllarına. “Otun nesi var” diyeceksiniz. Çok şeyi var. İzin verirseniz ziraat eğitimi almış bir Karadenizli olarak anlatayım.

Fındık bahçesinde ot da biter, evet. AKP icat olmadan önce köylüler henüz köylü olduğundan fındık üreticiliğinin yanında hayvan da beslerlerdi. Bahçede biten bu otu hayvanlar yer, kalanı da biçilip kurutulduktan sonra hayvanların kış istihkakı için saklanırdı. Artık hayvan beslemiyor Karadeniz köylüsü. Çünkü köyünde sadece üç dört ay yaşıyor. İneğine, koyununa isim veren, evin bir üyesi sayan köylü çoktan yok olup gitti. Bahçeyi yağmaladıktan sonra İstanbul’un yolunu tutacak, özgür olmak istiyor haliyle. Hayvan bu yaşam tarzı için bir engel. Beslemiyorlar. Aralarında hayvan besleyen varsa, ısırgan otu ilacına dönüp bakmıyor zaten.

Ne hayvana, ne de fındığa ihtiyacı var o köylünün aslında. Devletin verdiği adı farklı bir sürü sadaka ile yaşıyor çünkü. Fındık üretmekten daha karlı ve daha kolay bir para kazanma tarzı bu. Şartlar bu olunca ot başa bela, yabancı, zararlı. Atıyor ısırgan otunu. Toprağı, suyu, üzerinde yetişen börtü böceği, bitkiyi ve bu arada kendisini zehirliyor, bozuyor, kanser ediyor. O sular içme sularına karışıyor, derelere ulaşıp taşınarak tahribatını yayıyor. Bazı aklı evvel köylüler bahçeye attıkları herbisitin fındığı daha verimli kıldığına inanıyor üstelik. Bomba atılmış gibi fındık bahçeleri bu yüzden.

xxx

“Bomba atılmış” bir abartılı benzetme değil. Bahçeye ısırgan otu ilacı diye attıkları o kimyasal gerçekte bir bomba zaten. Bomba halinin adı “Agent Orange”… ABD ordusu tarafından Vietnam Savaşı'nda kullanılmış bir yaprak dökücü herbisit bu. Vietnam’ın yoğun bitki örtüsünü yok ederek bölge halkının gıdaya ulaşımını engellemek ve sık ormanlık alanlarda saklanan Vietkong direnişçilerinin yerlerini tespit etmek için kullanıldı. Değdiği yerde ot bitmeyen bir bombaydı bu. Vietnam’da Agent Orange attıkları her yer bizim fındık bahçelerinin şekline bürünmüştü. Verilere göre 1961–1971 yılları arasında Vietnamlıların üzerine 80 milyon litre herbisit döküldü. Bu zehirli maddelerin günümüzde etkilediği insan sayısı, tespit edilebildiği kadarıyla 4 ila 5 milyon arasında. Bunun yanında zehrin taşınması ve yayılmasında görev alan 2,8 milyon Amerikan askerî personelinin de bu maddeye maruz kaldığı ve birçoğunun Vietnam’dakine benzer hastalıklar sebebiyle ya hayatını kaybettiği ya da çocuklarının sakat doğduğu belirtiliyor.

O bombayı Karadenizli yeni nesil köylü gönüllü olarak kendi üzerine atıyor şimdi. AKP’nin Karadeniz’de yol açtığı sosyal mucizelerden biridir bu!

xxx

Kim üretiyor peki Vietnamlıların başına atılan o kimyasal bombayı? Bizim yeni nesil köylülerin ısırgan otu ilacını üreten Monsanto adlı şirket. Dünya üzerinde canlı yaşamını tehdit eden, yıkıma uğratan ne kadar tehlikeli ve ölümcül icat varsa, bunların büyük kısmından tarım, ilaç ve tohum tekelleri sorumlu. Monsanto bunların en önemlilerinden biri. GDO‘lu tohum pazarının yaklaşık yüzde 90‘ına hükmediyor, tarım ilacı ve küresel tohum pazarının da liderlerinden biri. Sözünü ettiğimiz 100 milyar doları aşan bir ciroya sahip uluslararası bir pazar. Tarım ilacı üreten bu ABD orijinli şirketlerin aynı zamanda tohum üreticisi ve satıcısı olmasını bir rastlantı sayabilir miyiz?

Şirketin kayıtlı ilk ticari faaliyeti, Coca Cola’nın kullanımı için yapay tatlandırıcı “sakarin”i üretmek. 1920'li yıllarda “poliklorlanmış bifenil”leri (PCB) üretti. 1941'de, gıda ürünlerinde de ambalaj maddesi olarak kullanılan sentetik polistiren (strafor) üretimine başladı. 1943-45 yılları arasında merkezi araştırma departmanının radyoaktif plutonyum saflaştırma, üretim ve nükleer silah yapım projesi olan “Manhattan Projesi”nde yer aldı. Atom bombasının yapımında katkısı var yani. 1944'de "insanlar ve hayvanlar için çok güvenilir" diye tanımladığı DDT'nin ilk üreticisi oldu. 1945'te tarım ilacı olarak geliştirdiği “ot öldürücü” Dioxin maddesini üretti. Vietnamlıların üzerine sıkılan ot öldürücü işte budur. 1970'lerde Glifosat etkin maddeli ot öldürücü RoundUp isimli tarım ilacını geliştirdi ki hala etkin olarak kullanılmaktadır. Özetle “kansorejen” bir faaliyetten söz ediyoruz.

Monsanto somut emperyalist kapitalizmdir. Acımasızdır, kar hırsından gözü dönmüştür. Kendini insan eti yiyerek var eden bir tür yamyamdır. İnsanlığın kanseridir emperyalist kapitalizm; doğaya, insanlığa kanser yayarak ilerlemektedir.

xxx

Karadenizli ise o emperyalist kapitalizmin özgürlük âlemi olan piyasanın rüzgârına kapılmış bir zavallı âdemdir. Köyünden kopmuş ve görünüşe göre özgürleşmiştir. Ama göçtüğü büyük şehirde, AKP’nin peşine takılarak yine köylüleşmek istemektedir. Haliyle artık köylü olmayan bir köylüdür. Doğayla bağını yitirmiş, yerine Monsanto ile bağını ikame etmiştir.
Karadenizli olmayan bilmez, Karadeniz yeşil değildir uzun süredir. Ormanlar tüketilmiş, yağmalanmış, yerini çay ve fındık bahçeleri almıştır. Bugün gördüğünüz yeşil onların yeşilidir. Özellikle fındık çok az emek isteyen bir bitkidir. Budamak, filizlerinden arındırmak ve etrafında biten otları biçmek yeterlidir. Ot biçmek tarihe karışmıştır, çünkü Monsanto’nun mucize herbisiti, ısırgan otu ilacı vardır. İstanbul’un varoşlarından kalkıp, bir yıkıntıya dönüşen evine geçici olarak yerleşen yeni nesil köylü ısırgan otu ilacı ile otu, börtü böceği bertaraf edip fındığı yağmalayıp gider. Yüzlerce yabanıl ot, çiçek, böcek, kuş, kelebek, sürüngen, mikroorganizma ABD, Monsanto, AKP ve onun marifetiyle var edilen yeni nesil köylü tarafından böylece yok edilmiştir. Tertemizdir yağmalanmış fındık bahçeleri. Siyah böğürtlene rastlayamazsınız örneğin, renkli çuha çiçeklerini göremezsiniz, eğreltiler ve atkuyrukları gibi binlerce bitki türünün yarattığı yeşil örtü kaybolmuş, yerini Monsanto üretimi bombaların marifetiyle kahverengi-kızıl boz bir örtü almıştır.

Niye yapar asırlardır üzerinde yaşadığı toprağa bu eziyeti köylü? Çünkü köyüne, toprağına, ağacına, havasına, suyuna yabancılaştırılmıştır. Ota, yaprağa, böğürtlene, mantara tahammülü kalmamıştır. Börtü böceğe saygısızdır. Çoğu köyde meyve ağacı bulamazsınız, çünkü bakım ister meyve ağacı. Yeni nesil köylünün meyve ağacı ile uğraşacak zamanı yoktur.

Yine de üç dört ay konakladığı köylere çok katlı apartmanlar diker imkânı varsa. Çünkü betonun kutsal olduğu bir büyük kente binayı ne kadar yüksek yaparsa o kadar karlı olduğu öğretilmiştir. Haliyle yol iyidir onun için, dublesi duble iyidir. Karadeniz sahil yolu yıkımının büyük bir sessizlikle karşılanması bu nedenledir. Büyük olasılık “yeşil yol” ucubesi de bu yeni nesil köylü tarafından alkışlanacaktır. Sarıyer Garipçe Köyü’ne yolunuz düşerse bugünlerde, başınızı kaldırıp bakın. Köye hâkim Bizans kalesi üzerine çıkıp, Yavuz Sultan Selfie Köprüsüyle selfie çekmeye çalışanların çoğu o köylülerdir.

xxx

Karadeniz’de, İstanbul’da, Ankara’da, Çankırı’da dağı, taşı, toprağı, ormanı, kurdu, kuşu yağmalanıyor ülkenin, zehirleniyor. Beton dökülüyor yağmalanan her metrekare toprağın üzerine. Eski olan ne varsa kaldırılıp atılıyor, her şey yenileniyor. Bu kadar yol, bu kadar köprü, bu kadar bina, bu kadar alış veriş merkezi, bu kadar beton, beton, beton… Ama Allahtan dini bütün bunları yapan arkadaşların hepsi. Kendilerine sorsan muhafazakârlar da. Sadece neyi muhafaza ettikleri belli değil, o kadar.

Tabloya bakıp kendinizi bir “bok böceği” gibi hissediyorsanız doğaldır bu da. Çünkü bok böcekleri, adı üstünde, yumurtalarını top haline getirdikleri bokun içine saklar. Doğan yavruları orada pislikle beslenerek büyür. Mısırlılar bu nedenle bok böceklerini kutsal bellemişlerdir. Fark etmişlerdir her yeni hayatın bir çürümenin içinden doğduğunu.
Biz mi? Yağmalanmış o fındık bahçelerindeki bok böcekleriyiz biz. Mecburuz bu çürümeden yeni bir hayat yeşertmeye…

Orhan Gökdemir
SOL

Ne Bağdat’ın hurması,ne ‘Şii’nin yüzü mü? - EROL MANİSALI

Suriye ve Irak’la olup bitenleri ayrıntıların labirentlerinde kaybolmadan görmeye çalışalım. İşin temelinde soğuk savaş sonrasında, emperyalizmin yeni Ortadoğu projelerinin, “AKP’nin İslamcı (dinci) uygulamaları ile örtüşmesi” yatar.
 
ABD, AB büyükleri ve Rusya bölgede ulusal çıkarlarını geliştirmek için, “enerji politikalarına uygun yandaş yönetimler yaratma” çabaları içine girdiler. 
Bunun için sınırların değişmesi, ülkelerin parçalanması, bu arada Irak, Suriye ve Türkiye ayakları ile Kürdistan’ın kurulması gerekiyordu. 
Bölgedeki dinci (İslamcı) yönetimler, bu projenin bir parçası haline geldiler. Dinci terör örgütleri de dahil. 

Soğuk savaşın biteceği 80’li yıllarda anlaşıldığı için Türkiye’de, “bizim çocukların”iktidara getirilişinden hemen sonra düğmeye basıldı. İlk cephe Irak’tı; Ankara’ya imzalattırılan Çekiç Güç sayesinde Kuzey Irak Kürdistanı “üretildi”. Kandil “yaratıldı”.Irak Şii, Sünni ve Kürt olarak ayrıştırıldı, kutuplaştırıldı ve bölündü. 

Yeni Musul meselesi ve savaşı, bu bölünmede Irak’ın yeni sınırlarının belirlenmesi savaşıdır. IŞİD gönderilecek, onun yerine Irak Kürdistanı ABD ve AB tarafından yerleştirilecektir. 
AKP yönetimi (ve Erdoğan) Musul kavgasına hep mezhep (Sünni) kavgası olarak bakmıştır. 
AKP’nin dün Bağdat’a karşı desteklediği Mesud Barzani, bugün Bağdat ile anlaşıp IŞİD üzerine peşmergelerle birlikte yürümeye başladı, hem de ABD’nin desteği ile, Ankara’yı dışlayarak. 

Ankara’nın yanlışı Musul meselesine ulusal çıkarlar yerine mezhepçi (Sünni) çıkarlar yönünden bakmasıdır. Suriye’de Esad’ı karşısına alan Ankara, Musul’da da Bağdat ve Tahran ile karşı karşıya geldi, yeni bir tuzağa düştü. 
Dün uçak düşürme konusunda Rusya ile karşı karşıya getirilen Ankara, bugün de Musul’da, Bağdat ve Tahran’la karşı karşıya gelmiştir. 
Ankara’nın dış politikadaki dinci (mezhepçi) duruşu; bunu her şeyin üzerinde tutması, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına, bütünlüğüne ve demokrasimize büyük zarar veriyor.

Uluslararası ilişkiler nasıl olur? 
Eskiden ya sömürgeci gelişmiş devletler ya da kabile ve aşiret devletleri sınır komşuları ile sürekli kavga ederlerdi; ya sömürgeci tutumları ya da ilkel muz cumhuriyeti olmaları buna neden olur, kişisel diktatörlük güdüleri, Hitler ya da bugün Körfez ülkelerinde olduğu gibi ön plana çıkardı.


Bugün uygar dünyada komşularla dış politika, “karşılıklı çıkarları dengeli bir biçimde sağlayacak biçimde düzenlenir.” Aynen bir mahallede komşuların kavga yerine, karşılıklı saygıya dayanan ilişkiler kurması gibi. 

Komşu ülkeler ortak çıkarlarını geliştirmek için olanaklar yaratırlar.TICARET, ulaşım, nehirler, deniz kaynakları konularında ortak çıkarlarını geliştirirler. AB üyelerinin kendi aralarında yaptıkları gibi, ABD ve Kanada’da ya da Latin Amerika’da yapıldığı, Sanghay İşbirliği Örgütü’nde olduğu gibi.
 
Kimsenin koskoca Cumhuriyet Türkiye’sini, komşuları ile S.Arabistan-Bahreyn tepişmesine çevirmeye hakkı olamaz: Ne insanlık ne uygarlık ne de demokrasi bunu gerektirir. 
Eskiden “Şam’ın şekeri” ne güzeldi. “Bağdat’ın hurmasını” da rezil etmeyin lütfen. 
Dün “Ne Şam’ın şekeri, ne Esad’ın yüzü” dediniz, her şeyi rezil ettiniz, YPG ile birlikte Suriye Kürdistanı’nı yarattınız.
 
Sünni, Alevi, Şii, Hıristiyan, herkesle birlikte yaşamayı 21. yüzyılda daha öğrenemediniz mi?

Erol Manisalı
Cumhuriyet

17 Ekim 2016 Pazartesi

Yeni Kabataşlı, imam hatipçi Şakir Voyvot tam ne dedi? - Orhan Bursalı

Proje Okulu Kabataş Lisesi’ne müdür yardımcısı olarak atanan İmam Hatip öğretmeni Şakir Voyvot’un, Bolu Gençlik adlı bir kuruluşta yaptığı konuşmadan medyaya yansıyan bölümü genellikle “Bütün okulları İmam Hatip yapma zamanı geldi” cümlesi oldu. Evet can alıcı cümle bu. Fakat hepsi değil.

Bu cümle, iktidarın yaşadığımız tüm eğitim politikasını, tüm okulları imam hatibe çevirmenin arka planındaki fikri deşifre ediyor. Bunu biliyoruz, bize yabancı değil, çünkü bu olayı yaşıyoruz. Fakat bu kişinin fikri yapısı ve söyledikleri bunun çok daha ötesinde. 
Şimdi konuşmasının kısa versiyonunu dinleyelim: 
“...evet şimdi oradan çok daha öte noktalara gelindi. Artık bu memlekette neyibekliyoruz neyi ümit ediyoruz, diyoruz ki artık bütün okullarımızın imam hatip okulu olması zamanı geldi. Bunu söyleyebiliyoruz değil mi.. Halbuki bir zamanlar imam hatip okulu diye bir şey yoktu yani. Açtılar bir tane, insanlar korkudan gidip kayıt yaptıramıyordu. Şimdi elhamdülillah dağı taşı dolduracağız. Bunu kim yapacak,hükümetten de beklemeyelim, imam hatiplere sahip çıkmak yine bizim görevimiz. Bir tane açmamız bir şey ifade etmiyor, imam hatip öğretmeniyim ben yani, içerisinde okutulanlar yine aynı kitaplar, yani yanına bir tane Kuranı Kerim dersi koyulmuş. Onun içerisindeki şuuru vermek, okul saatinde yetmiyor; yani bu vakıflar ile oluyor yine. Her imam hatibin kapısında Anadolu Gençlik çalışması olacak. Burada bakıyorum çocuklarımıza Anadolu Gençlik teşkilatımızı kurduk elhamdülillah, o teşkilattaki çocuklar...”
Yalan üzerine kurulu 
Adam öğretmen. Baştan sona yalan üzerine kurulu bir konuşma yapıyor. Bir dizi palavra ve dinleyenler de herhalde inanıyor, hatta ne güzel konuştu, ne doğru şeyler söyledi diyorlar. 
İmam hatipten Kabataş Lisesi’ni “Projelendirme” kapsamı içinde atanan Voyvot, Proje Okulu’nun ne menem bir şey olduğunu ve içeriğinin nelerle doldurulacağını da açık seçik anlatıyor. Şüphesiz ne amaçla atandığını da: Kapsam; imam hatipleştirme... 
Adam yalan söylüyor: Bir tane imam hatip açılmış Türkiye’de, ona da korkudan öğrenciler gönderilmiyormuş. Hangi Türkiye’den bahsediyor? Güle oynaya bu nutukları atmadan, daha kendisi doğmadan yer gök imam hatiplilerle dolmuştu! 
İmam hatipte okutulan nesnel dersleri de sevmiyor. Bir tane Kuran dersi konmuşmuş. Yapılması gereken, dünyevi bilgilere ait ne varsa, tümünü çöpe atmak herhalde...
Kimin ve neyin temsilcisi? 
Adam, İslam ülkelerinin içinde bulunduğu zavallılığın, sürüngenliğin, yoksulluğun, güdülmüşlüğün temsilcisi adeta. Birbirini boğazlayan, çağdaşlık, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, zenginlik-refah üretemeyen 1.5 milyarlık İslam dünyasının yüzde 99’u bu gibilerle dolu. 
Şimdi Voyvot’lar sarmış her yanı, Milli Eğitimi, tüm okulları, toplumu... 
Ülkemizi Ortadoğu’nun birbirini yiyen ülkelerine dönüştürmek için çalışıyorlar.
Bu imam hatip okulları da konuşmasından anlaşıldığına göre işe yaramazlar. 
Bu nedenle, ülkenin, gençliğin, toplumun işini bitirmek için, vakıfları, Anadolu Gençlik çalışmalarını da okulun kapısında nöbete dikiyor!
Okullarda kim, hangi veliler bu kişilerle işbirliği halinde, çok merak ettim.

Orhan Bursalı
CUMHURİYET

Sayın Cumhurbaşkanı, Ezidiler Hristiyan değildir! - Tayfun Atay

“Yeni Türkiye”nin komik bir alâmetifarikası olarak nitelendirilebilecek “Adam mısın!”filminin fragmanı üzerine kaleme aldığım yazıyı bütünleyici mahiyette “Adam mısın,Madam mısın?” başlıklı bir yazı üretmek niyetindeydim. 
Elbette Tayyip Erdoğan’ın “Bir adam gibi ölmek var, bir de madam gibi ölmek var”ifadesinden hareketle... 
Dünyanın karşısına, insanlığın karşısına ve de İslâm’ın karşısına en üst perdeden böylesi bir “Adamlık” profili ile çıkıyoruz! Bir toplum için “yaşarken ölmek”ten gayrı ne olabilir ki bu!.. 
Ve işte bu aynı zamanda “Yeni Türkiye”: Maçolukla lümpenliğin ne yazık ve acı ki dinle bulamaçlanmış bileşimi...
***
Bunları yazmaya yönelik ilham kuşları zihnimde kanat çırparken Cumhurbaşkanı’nın sözlerine biraz daha etraflıca bakınca başka bir şey fark ettim. 
“Adamlık-madamlık” vahametinden de korkunç bir şey... 
Erdoğan bakın Ezidiler için ne demiş: 
“Ezidiler! Bak, teröristlerle işbirliği yapmayın!.. Şu anda ülkemde bu kadar Ezidiyikamplarda biz bekliyoruz. Kapılarımızı biz size açtık. Hristiyan demedik, ayrım yapmadık, kapımızı açtık ama şimdi bazı yanlış oyunların içine giriyorsunuz. Bu yanlış oyunlar size kâr getirmez, zarar getirir bunu da buradan söylüyorum.” 



Evet, dehşet bir tehdit, ama bir o kadar da feci bir yanlış, ürkütücü bir bilgisizlik...
***
“Hristiyan demedik, kapımızı açtık, ama şimdi bazı yanlış oyunların içine giriyorsunuz” diyor Cumhurbaşkanı Ezidilere... 
“Hristiyan demedik” lafzının başlı başına sorunlu durumunu, sadece derinden üzüntü duymakla yetinerek geçiyorum!.. 
Ezidiler, Hristiyan değildir. 
Ezidilik, en köklü ve baskın şekilde Zerdüştîlik (Mecusîlik), bunun yanı sıra İslâm, Hristiyanlık, Maniheizm ve diğer eski dinler, Gnostik gelenekler ile bağlantı ve etkileşimlerle biçimlenmiş “bağdaştırmacı” (senkretik) bir inançtır. 
O, Ortadoğu’nun “maneviyat rahmi”nden doğmuştur ve bizim coğrafyamızın özbeöz çocuğudur.
***
Ezidiler, Hristiyan değildir ve yaşadıkları coğrafyada Müslümanlar kadar, Hristiyanlar tarafından da “Şeytana-tapar”lıkla lânetlenirler. 

Ama Ezidiler Şeytan’a tapmazlar, “Hûda”ya tapar, tek bir Tanrı’ya inanırlar. 
Yalnızca Ezidiler, Hûda’nın tüm dünya işlerinin sorumluluğunu meleklerin en kıdemlisi olduğu üç büyük tektanrıcı din tarafından da onaylanmış Ezazil’e, kendi tabirleriyle “Melek Tavus”a bıraktığına da inanır, ona da kutsallık atfederler.
***
Ezazil, İslâm’ın İblis’ine, Hristiyanlığın Lucifer’ine ve her iki dinde de ortaklaşılan adla Şeytan’a karşılık değil mi diye diklenilecektir hemen... Lâkin Ezidilikte Ezazil’in Tanrı’ya isyanı, İslam’da ve Hristiyanlık’taki gibi anlaşılmaz. 
Ezidiler, Ezazil’in Âdem’e (insana) secde etmemesini Tanrı’ya isyan diye değil, onun Tanrı’ya olan büyük ve emsalsiz sevgisi, Tanrı’nın asıl yaratıcı olmasından kaynaklı mutlak itaati temelinde açıklarlar. 
“Ben yalnız sana secde ederim” demiştir Ezazil yani... 
Tanrı da bu “sınama”dan katıksız çıktığı için onu lânetlemek ne kelime, aksine dünya işlerine, insan hayatına yönelik çerçevede “Melek Tavus” olarak “gözbebeği”yapmıştır.
***
Ezidi inancında kötülüğün “insan-üstü” plânda (İblis, Şeytan, Lucifer gibi) bir temsilcisi yoktur. İyilik, ilahi kattan, Hûda’dan Melek Tavus aracılığıyla dünyaya, hayata, insana inerken kötülük insani katta, insanın yaratılışında içkindir ve yine onun yaratılışında içkin iyilikle mücadele halindedir.

Ezidiler Hristiyan da değildir, “Şeytana-tapar” da değildir. 
Emevi halifesi ve Hz. Hüseyin’in katili Yezid bin Muaviye’ye nispet yanlışlığıyla yaygın şekilde isimlendirildikleri üzere “Yezidi” de değildir. 
Ezidiler, Ortadoğu’nun, Anadolu’nun, bu memleketin sabahtan akşama yüzünü Güneş’e dönen, o yüzden de hep yüzü ak, parlak ve aydınlık insanlarıdır.
***
Bu yazdıklarımın beslendiği bir önemli kaynağı, sevgili öğrencim, artık meslektaşım Doç. Dr. Çakır Ceyhan Suvari’nin “Ezidiler-Etnodinsel Bir İnanç Olarak Ezidilik”(Ütopya Yayınevi, 2013) adlı çalışmasını herkese şiddetle tavsiye ederek bitireyim!.. 
Ezidilik nedir, ne değildir meselesini çözme yolunda içerik açısından taş gibi, kavramak- anlamak açısından billur gibi, okumak açısından da lokum gibi 100 sayfalık eşsiz bir kaynak bu...
***
Son sözüm de ona: 
Ceyhan’cım, hiç vakit kaybetmeksizin imzalayıp gönder kitabını Cumhurbaşkanlığı’na!.. 
Ülken için, toplumun için, Sünni, Alevi, Nusayri, Ermeni, Süryani, Yahudi ve başka her dinden-inançtan insanımız için... 
Ve elbette insanlığımız için!..

 Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ne olacak şu CHP’nin hâli? - KEMAL OKUYAN

Geçenlerde “ne olacak bu memleketin hâli” diye sordu CHP’nin Genel Başkanı. Kimilerine içten gelmiş olabilir, doğrudur böyle bir laf “yüksek siyaset” alanında hesap yaparak ağızdan çıkmaz. Belli ki, içindekini dışarı çıkarmış. Ancak ne olursa olsun, tarifi imkansız bir acizlik yansıyor ana muhalefet liderinin sözlerinden.

Durum tam da budur. Cumhuriyet Halk Partisi, seçmeninden en tepesine kadar tüm dokusuyla “çaresizlik” içindedir. Partinin bir stratejisi yoktur, her zaman “enerji” bulmuş iç tartışmalar ilgi uyandırmamaktadır, hizipçilikle iştigal edenler bile havlu atmış gözükmektedir. İşin gerçeği, “kurucu parti” CHP hareketlenmek için “yerel seçim” düzlemini beklemektedir. “Ne olacak bu memleketin hâli” sorusundan azıcık uzaklaşıp “ev sahibi” olunduğu düşünülen yerleşimlerde “aile içi” rekabete gömülmeyi arzulayan bir partidir CHP.
Başka türlüsü mümkün müydü?

Gelin bu soruya yanıt verelim.
Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir, böyle olmakla övünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun tarihsel değerinin sorgulanamayacağını defalarca tekrar ettik, CHP’liler buradan kendilerine pay çıkarıyorlarsa başımız üstüne. Üstüne de, madalyonun öbür yüzünün sorumluluğu ne olacak? CHP Türkiye’de mevcut düzenin de kurucu partisi. “Kahrolsun” dediğimiz düzenden, hani CHP’nin başına genç bir lider olarak geçtiğinde geniş bir kesimi heyacanlandırırken Ecevit’in “değişmeli” dediği düzenden söz ediyoruz.
Şuraya kadar iyi, şuradan ötesi kötü değerlendirmesi bir noktadan sonra anlamsızlaşmakta. Ortada öncesiyle sonrasıyla bir kuruluş süreci var ve bunun en kritik yirmi küsur yılı CHP’ye ait.

Düzen dediğimiz şey, sınıfsal karakteri olan toplumsal sistem ve CHP’nin kuruluşuna imza attığı düzen bugün de hüküm sürüyor. AKP Türkiyesi ile CHP Türkiyesi arasında inkar edilemez bir tutarlılık vardır; patron tayfası kesintisiz ihya olmaktadır ve meselenin özü budur. CHP’nin  bugünkü çaresizliği aslında tamamen görmezden gelinen bu gerçeğin kendini dayatmasının ürünüdür.

CHP kendi geçmişini ne yapacağını bilememektedir.
CHP’nin bir geçmişi var, peki CHP’nin bir tarihi var mı?
Bir siyasi hareketin tarihi, onun toplumsal dinamiklerle etkileşiminin, ideolojik ve siyasal hat ve referanslarındaki oynamaların tarihidir.

Kurucu bir parti olarak CHP’nin mevcut düzenle ilişkisi hastalıklıdır, CHP bu düzenin sahibi olma duygusunu terk etmemektedir lakin aynı zamanda bu düzenin sorumluluğunu da üstlenmemektedir. 

CHP “işler sonra bozuldu” tezini yan cebine koymuştur ama “bozuldu”dan kastedilen emperyalist batıyla ilişkiler, NATO’ya katılma, liberal ekonomik politikalarsa bunlar aynı zamanda CHP’nin olmazsa olmazlarıdır. 
CHP sağa sola Deniz Gezmiş Parkı dikip Erdoğan’ın NATO’yla ipleri germesinden kaygı duyan partidir.

Buradan bir tarih çıkmaz.
Zaten CHP’nin bugün kendini yerleştirdiği “sosyal demokrat” gelenekle ilgili de bir tarihi yoktur. CHP’de siyaset yapanların önemli bölümü dahi sosyal demokrasinin Marksist geçmişinden bihaberdir. Sosyal demokrasinin iç evrimi, ihaneti, bugünkü misyonuyla ilgilenen pek azdır. “Hepimiz solcuyuz” nasılsa…
Yok hepimiz solcu değiliz. 

Geçenlerde CHP’li yönetici bir dostumla sohbet ederken, biri yanaştı masamıza, teklifsiz başladı parti içi meselelerden söz etmeye. Uzattıkça uzattı, bir sürü ayrıntı, parti içi denge, neden sonra “kusura bakmayın, muhabbetinizi böldüm” dedi. Arkadaşım beni tanıttı, “komünisttir” diyerek. “Ben de, ben de, canım hepimiz öyleyiz”di berikinin tepkisi. “Yok” dedim, “yanlış anladınız, eski komünist değilim ben, hâlâ komünistim”.
Evet, yok!

CHP’ye oy veren, CHP’de siyaset yapanlar içinde solcu, devrimci, marksist olanlar kuşkusuz var ancak hepimiz “nasılsa” komünist değiliz.

CHP’nin sorunu bugünkü düzeni neresine koyacağını bilememesidir, çünkü CHP düzen partisidir. Bir düzen partisi olarak AKP’yle mücadelesini düzeni koruyarak yapmaya kalktığı için de boşa düşmekte, düzen güçlerinden, emperyalist kurumlardan, cemaatlerden medet ummaktadır.

İşin gerçeği budur.
Bu gerçeği dillendirdiğimizde “AKP’yi bırakıp CHP’yle mi uğraşıyorsunuz” şikayeti geliyor. Oysa CHP Türkiye toplumundaki tepkileri, umudu, hadi somut konuşalım siyasi iktidar karşısındaki direnci yok ettiği oranda daha fazla eleştiriyi, daha fazla mücadeleyi hak etmektedir.

CHP bir düzen partisi olmanın ötesinde, toplumdaki aydınlanmacı, laisist, yurtsever, hatta devrimci birikimin üzerine yenilginin, yani ölümün gölgesini düşürmektedir. Milyonlarca kişi AKP karşısında çaresizlik içindeyse, bu CHP’nin geleneksel misyonunu iyi yerine getirmesinin sonucudur.

Evet, CHP’de dostlarımız var, olmaya devam da edecek ama o gölge kalkmadan, o misyon yenilgiye uğratılmadan Türkiye solu kendine gelemeyeceği için, CHP ile mücadele de sürecek. 

Kemal Okuyan
SOL

16 Ekim 2016 Pazar

1914’ten 2016’ya milliyetçilik ve sınıf gerçeği- KEMAL OKUYAN / SOL

Yıl 1914, Birinci Dünya Savaşı’nın artık eli kulağındaydı. Davul zurnayla yaklaşırken emperyalistler arasındaki hesaplaşma, bir Yugoslav milliyetçisi kurşun sıkıverdi Avusturya Arşidükü Ferdinand’a, hızlandırmak için adeta tarihi.

Siklet merkezi Avrupa’ydı neredeyse kaçınılmaz hale gelen savaşın ve o Avrupa’da savaşı durdurabilecek tek güç işçi sınıfıydı.

İşçi sınıfı hareketinin merkezi aynı zamanda yükselen emperyalist ülke olan Almanya’ydı. Milyonlarca oyu, milyonu aşkın üyesi, binlerce yayın organıyla “devlet” gibi partiydi Sosyal Demokrat Parti. Henüz komünistler sosyal demokrat gelenekten kopmamıştı, Marksizm her yerde kendini sosyal demokrat partiler içinde ifade etmekteydi.

Savaşın, İkinci Enternasyonal’de örgütlenen uluslararası işçi hareketi tarafından durdurulabileceğine dair bir inancı vardı birçok kişinin. Karşıt bloklarda yer alacakları kesin olan iki komşu ülke Almanya ve Fransa aynı zamanda işçi hareketinde de başı çekmekteydi. Tamam, Almanlar baskındı, hareketi domine ediyordu ama iki ülkede işçi örgütlerinin toplam hacmi insanlığa umut verecek ölçüde kabarıktı. Hem savaş tamtamları daha güçlü çalmaya başladığından beri Alman ve Fransız sosyal demokratları birbirlerini ziyaret ediyor, mitinglerde kol kola girip yumruklarını sıkıyor, “kardeşlerimize kurşun sıkmayacağız” diye haykırıyordu.

Oysa Alman partisinin yıllar önce sömürgeciliği mazur gösterecek “teori”ler geliştirdiği, kendi geleceğini Alman devletinin yükselişine bağladığı, işçi sınıfının elde ettiği haklarla Almanya ekonomisinin yeni kaynakları yutması arasındaki ilişkiyi kısmen doğru ama ahlaksızca kurduğu ve devrimci bir partiden çok sermaye düzenine soldan akıl veren hormonlanmış bir lobiye dönüştüğü unutuluyordu. Diğerlerinin de bir farkı yoktu.

“Devlet” gibi partilerin yöneticileri birbirlerine kurşun sıkmadıklarında imtiyazlarını, parlamentodaki itibarlı yerlerini kaybedeceklerini hissettiler. Önemli bölümü işçi kökenliydi, işyerlerinden koparılıp sendika ya da parti ofislerine tıkılmış, profesyonelliğe mahkum edilmiş, yürekleri nasır beyinleri yağ bağlamıştı. Parlamentolardan şakır şakır savaş yanlısı kararlar çıktı. Meclislerin sağında eller “kutsal değerler” adına, solunda “özgürlükler” adına kalkıyordu. Patronla işçi “vatan” için birleşmişti. Alman işçisi “vatan” için Fransız işçisine, Fransız işçisi “vatan” için Alman işçisine kurşun sıkacaktı!

Sıktılar. Yüz bin yüz bin öldüler. Bu katliama seyirci kalmayan bir avuç devrimci önce sosyal demokrat partilerden atıldı, sonra zindanlara.
“Milliyetçilik sınıf uzlaşmacılığıdır” deriz her zaman; işte bu gerçeğin en rezili, en pespaye ve en kanlısı 1914’te kendini göstermiş oluyordu. Yurdunu sevmekle, yurtsever olmakla, vatanındaki alçaklara, kan içicilere göz yummak arasındaki ayrımın önemi ilk kez bu kadar açık bir biçimde sergileniyordu.

Alman egemenlerinin hesabı şuydu: Ekonomi kabına sığamıyordu, yeni pazarlar, hammadde kaynakları gerekiyordu; İngiltere ile rekabet için son yıllarda sürekli işgücü maliyetini artıran işçi sınıfının pazarlık gücünü kırmak gerekiyordu; toplumda eşitlikçi düzen arayışını rayından çıkarmak, Almanları tek bir ülkü etrafında birleştirmek gerekiyordu. Savaş göze alınabilirdi.

Alman sosyal demokratları hem bu muhakeme tarzını hem kapitalizmin krizinin savaşı nasıl kaçınılmazlaştırdığını bal gibi biliyordu. Ancak bu gerçeğe kafa tutmanın tek yolu olan düzeni yıkma mücadelesi yerine, savaşa yol verdiler. Almanya kazanırsa onlar da kazanacaktı!

Çarlık Rusyası da savaşıyordu. Rus işçisinin bir bölümü, köylülüğün ise neredeyse tamamı, zaferle birlikte çarın sevgili kullarını da ihya edeceğinden emindi. İstanbul gibi büyük bir ganimet de vadedilmişti.

Yoksulların gözü dönmüş, zengin sınıfların küpü dolsun diye birbirlerini katlediyorlardı.
Savaşın hemen başında, işte aynı Rusya’dan o sıralarda pek işitilmeyen bir ses bu rezalete açıktan tavır aldı. Lenin polemiklerinde her zaman acımasızdı ama uluslararası işçi hareketindeki ihanet karşısında neredeyse çıldırmıştı. Yalnızca öfkesini değil, entelektüel yeteneklerini tamamen bu ihanete karşı harekete geçirdi. Savaşın nedenlerini sarih bir biçimde ortaya koydu, sosyal demokrasinin içten içe nasıl çürüdüğünü gösterdi. Emperyalizm kitabını da aslında bu motivasyonla yazdı.

1914 Eylülü’nde mevcut savaşın işçi sınıfının dikkatini içerideki siyasal krizden uzaklaştırdığına, sınıfın birliğini ve onun öncü siyasal örgütlenmesini dağıttığına işaret ederken, savaşın “büyük güçler” arasındaki bir jeopolitik bilek güreşi olarak görülmesini engellemeye çalışıyordu. (Lenin, Bütün Eserleri, 21. cilt, sayfa 25).
Evet, emperyalistler birbirleriyle kanlı bir kavgaya tutuşmuştu ama tekeller Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da, İngiltere’de deli gibi kâr etmeye devam ediyordu; grevler vatan-millet adına yasaklanmıştı, ücretler kısılıyordu, kamu kaynakları bu militarist çılgınlığa ayrılmıştı, hemen her sektör kendisini savaş çağına göre ayarlamıştı. Gıda tekelleri cepheye konserve ve çikolata tabletleri, tekstilciler asker kaputu, silah sanayi cephane yağdırıyordu. Finans sermayesine gelince… Bazı kaynaklar, bankaların ölen her bir asker başına 10 bin dolar (dolar daha bir dolarken!) kâr ettiğini yazar!

Bütün bu gerçekleri sıralamanın bugün ne anlamı mı var?
Bunları işçi sınıfı ile sermayeyi şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu düzlemde yan yana getirmeye çalışan her stratejinin yukarıda özetlediğim tarihsel suçun ortağı olduğunu hatırlatmak için yazıyorum.

Bugün demokrasi, özgürlük, laiklik, ulusal çıkarlar adına emek-sermaye çelişkisinin sineye çekilmesi gerektiğini düşünenler bilsin ki, 1914 Almanyası ya da Fransası’nda aynı mantıkla hareket edenlerin argümanları daha az “inandırıcı” değildi. Fransızlar kendi özgürlüklerinin Alman despotizminin tehdidi altında olduğunu ileri sürdükleri gibi, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan’daki halkları da özgürlüğe kavuşturmaktan dem vuruyordu. Almanlar ise gerici Rus rejimine karşı uygarlık adına ölüm-kalım savaşına giriştiklerini söylemekteydi.
Herkesin kendi patronunun kıçına takılması için makul bir gerekçesi vardı.
“Ama Türkiye bir emperyalist ülke değil” diye itiraz edilebilir.

Emperyalizm tartışmasına burada girmeyeceğim. Ama emperyalistleşme bir eğilim olarak bütün kapitalist ülkelere içkin olduğu gibi Türkiye’deki kapitalistlerin hırsı, kâr tutkusu ve halka düşmanlıkları 1914’teki savaş manyağı tekellerden aşağı değildir.
Dün Kafkasya’da, Balkanlarda, bugün Suriye ve Irak’ta tanık olunan denemelerin, kanlı maceraların her birisi bir yandan başat emperyalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ederken diğer yandan Türkiye’de sermaye sınıfının yeni yatırım, pazar ve enerji kaynaklarına dönük ilgisini tatmin ediyordu.

“Bizim patron kazanırsa işçi sınıfı da kazanır” tezi tarih boyunca yalanlanmıştır. Kapitalist sınıfın zenginliklerin küçük bir porsiyonunu emekçiler içinde ufak bir bölmeyi satın almak için kullandığı doğru olmakla birlikte, en zengin ülkelerde bile bu bölmenin refahının kalıcı olduğu görülmemiştir. Ayrıca o küçük azınlığın dışında milyonlarca insan her daim yoksulluğa, işsizliğe, ağır çalışma koşullarına talim etmektedir.

AKP Türkiyesi’nde ise büyük tekeller inanılmaz kârlara ulaşmış ama reel ücretler sürekli gerilemiştir. Patronların dolan kasasından işçi sınıfının payına düşen “milli irade”ye saygı gösterme zorunluluğudur. 1914’te milli irade neyse şimdi de odur; milliyetçilik sömürücü sınıfların en etkili silahlarından biridir.

Ne demiştik? Yurtseverlik, sevgili ülkemizi sömürücülerden, hırsızlardan, parazitlerden temizleme iradesidir.

Kemal Okuyan
SOL

Fo, özgürlükte çıtayı yükseltti-Nilgün Cerrahoğlu

Anarşist, solcu, ateist sanatçı Dario Fo, komünist direnişçilerin efsanevi şarkısı“Bella Ciao” ile uğurlandı. Katafalka konduğu Milano’daki “Piccolo Teatro”sahnesinden alınarak Duomo katedralinin bulunduğu görkemli meydana “BellaCiao” notaları eşliğinde getirilen Fo’ya burada, “laik” bir tören yapıldı. Sanatçının tek oğlu Jacopo törende babasına şu sözlerle veda etti: 
“Annem (üç yıl önce ölen tiyatro sanatçısı Franca Rame) ve babam hayatta ne idilirse, sahnede de hep o oldular. Dario ve Franca’yı insanlar bu nedenle, sahici oldukları için sevdi. İkisi de çok baskı görmelerine rağmen hiç baş eğmedi. (Dario Fo) Kaybedecekleri bir şeyleri olmayan ve iktidarları olmayan insanların, gereğinde iktidarı ellerine geçirebileceklerini gösterdi.” 

Solculuğu yüzünden yıllarca ABD’ye sokulmayan, ülkesinde faşist saldırılara maruz kalan, TV’lerde 15 yıl ekrandan men edilen Dario Fo, Vatikan’la da Katolik değerlerini hicvettiği “Mistero Buffo” (Gülünç Gizem) oyunu nedeniyle “papaz olmuştu”... 
Dört koldan karşısına çıkartılan bu engellere rağmen duruşundan hiçbir dönemde taviz vermeyen ve gerek hayat, gerek sahne arkadaşı Rame ile eserlerini kıyıda köşede kalan küçük tiyatrolarda oynamaktan çekinmeyen Fo, olağanüstü yeteneği ve yaratıcılığı ile hep ayakta kalmayı başardı. 
Özellikle bu gerekçeyle (“yerleşik düzen güçlerine meydan okuyarak ezilenlere onurlarını teslim eden ve tiyatroyu yenileyen sanat ruhu adına”) Fo’ya ’97’de Nobel Edebiyat Ödülü verilmişti. 
70 yıllık sanat serüvenindeki bu tutarlı ve dirençli mücadelesi yüzünden İtalya, Fo’yu şimdi bir “özgürlük totemi” olarak uğurluyor.

Yozluğa tepki 
Gazeteler arkasından şöyle şeyler yazıyor: “İktidara, bu ülkede özgürce kafa tutmanın maliyeti nedir.. bunu Fo’nun öyküsünden çıkarabilirsiniz. İtalya geçmişe nazaran bugün daha özgürse, bunu tiyatro ile edebiyatın aynı zamanda siyasi bir mücadele aracı olduğunu bize öğreten Dario Fo ve Franca Rame’ye borçluyuz.” 
Soğuk savaşta Hıristiyan Demokratlara, ’90’larda Berlusconi’ye ve son dönemde sosyal demokrat Başbakan Renzi’ye eleştirilerini esirgemeyen Fo, sağdan sola siyasi yelpazenin yozluğuna ve dejenerasyonuna hep öfke duydu. 
Berlusconi’nin iktidardan ayrılmasının Çizme’de hiçbir şeyi değiştirmediğini iddia eden sanatçı, Renzi’yi “Berlusconi’yi yargıdan kurtarmakla” suçluyordu. “İtalya başı sonu belli olmayan bir ‘mısır bulamacına’ (polenta) dönüştü” diyordu. 
Fo’nun bu ağır eleştirilerine rağmen Renzi hiç kin gütmedi ve sanatçının arkasından güzel şeyler söyledi. 
“İtalya, Dario Fo ile tiyatro, kültür, sivil yaşamın baş aktörlerinden birini kaybetti” diyen Başbakan Renzi, ekledi: “Onun hicvi, sahnede yarattıkları, çok yönlü sanatsal etkinlikleri dünya çapında bir İtalya’nın büyük mirası olarak kaldı.”

Nöbeti Dylan devraldı 
100 küsur tiyatro oyunu olan Dario Fo, İtalya’nın dünyada en çok yabancı dile çevrilen ve eserleri en çok yabancı dilde oynanan yazarlarından biriydi. 
Volkan gibi sönmeyen enerjisi, üretkenliği, sıcaklığı, cana yakınlığı, duyarlılığı, zekâsı, iyimserliği, samimiyeti, cesareti, tutkusu ve de ülkeyi bölen cüretkâr çıkışlarıyla ölümüne dek gündemde oldu. İki ay öncesine dek ise sahnedeydi. Akciğer komplikasyonlarıyla son nefesini verdiği hastanede, sahneye koymayı tasarladığı son oyunu için son güne dek şarkı provalarına devam etti. 
Nobel Edebiyat Ödülü’nü edebiyat dünyası dışından alan ilk büyük sanatçı olan Fo’nun öldüğü gün, “folkçu” Bob Dylan, bu büyük ödüle layık görülen ikinci istisnai isim oldu. Böylece “düzen karşıtı” iki “aykırı sanatçı” arasında tesadüfi bir nöbet değişimi kaydedildi. 
Biz de Fo’ya uyan Bob Dylan’ın unutulmaz dizeleriyle uğurlayalım kendisini: “Nice yol gitmeli ki insan, adem olabilsin... / Nice denizde süzülmeli ki martı, kumsala konabilsin... / Nice kez yukarı bakmalı ki insan, göğü görebilsin... / Ve kaç kulağı olmalı ki, ağlayanı duyabilsin...” 
Nobel arada bir “Nobel”liğin hakkını veriyor.

Nilgün Cerrahoğlu
Cumhuriyet