Taksim Surp Agop Hastanesi’nin solundan Dolapdere Caddesi’ne indiğinizde Panayia Avengelistra Kilisesi’ni çevreleyen sokaklarda Cumartesi geceleri Bit Pazarı kuruluyor.
Arda on dört yaşında, uykusu bölük, tırnağı kesik, kafasını karıştıran bin bir soru ve çift çorap giydiği botlarıyla annesinin akşamdan hazır ettiği ekmek arasını da alıp döküldü yollara. Tezgâhı açmaya gidiyor, pazar tezgâhını.
Gece karanlık sokak tenha ama işler mi Arda’ya. Pazar yeri evden on beş dakika yürüme mesafesinde, yol üstünde artık gitmediği okulu var. Okul da yürüme mesafesinde, Arda’nın hayatında her şey yürüme mesafesinde. Okulun önünden geçerken okuduğu sınıfın camına bakacak. Sırtında battal boy siyah çöp poşeti, içinde: Biblolar, tencere, küçük kartpostallar, mum, incil, bir iki satmayan kitap, küçük bir tef, bir de hâlâ yatağının sıcaklığını hatırlatan şu uyku olmasa… Arda parmak uçlarını yalayıp gözlerine sürdü uykusunun açılmasını beklerken okulun önünden aşağı doğru usulca yürüdü.
Kimisinin keyfi kimisinin mecburiyeti
Taksim Surp Agop Hastanesi’nin solundan Dolapdere Caddesi’ne indiğinizde Panayia Avengelistra Kilisesi’ni çevreleyen sokaklarda cumartesi geceleri Bit Pazarı kuruluyor. Evet aslında İstanbul’un en ünlüsü pazar günleri sabah altıda açılan Bomonti bit pazarı ama Bomonti’deki ürünlerin yarı yarıya indirimli fiyatı gece Dolapdere’de satılıyor. Pazarda yarım paket tuzdan son model elektronik cihazlara, seksenli yıllardan kalma oyuncaklardan pahalı marka ayakkabılara kadar envaı çeşit eşya var. Feylosof Sokaktan pazara doğru akıyorum. Bir anda değişiyor bütün atmosfer Dolapdere Caddesi'nin ışıkları ara sokakları aydınlatmıyor. İmkânı olanlar duvarlara ip gerip eşyaları sergilemiş, kimisi yırtık bir muşamba üstüne kurmuş tezgâhını kimisi direkt betona yaymış ne getirdiyse, bu gece yirmi lira kurtarsa yetecek ona. Mirmiran sokaktan ilerliyorum. “Bunu bana on liraya bırak,” “bu mal orji kardeşim, mağazaya gitsen sana bu ayakkapı göstermezler bile. Bak dokun kokla mis gibi ayakkap.“ Konuşmaların olduğu tezgaha yanlıyorum. Tezgâhın üstü marka ayakkabılarla dolu. Tezgâhın sahibi beni görünce “Bak bu kardeşim parlak, bu ayakkabıyı yüz liraya alabilir mi sen söyle” deyip beni de dahil ediyor konuşmaya. “Aynen abi alamazsın” diyorum. Pazarlık yapan adam bir bana bir satıcıya bakıp “ yok almayacağım” diyor, ilerliyor. Adının Dursun olduğunu öğrendiğim ayakkabıcı, ayakkabıyı bana satma uğraşına giriyor. Şimdilik ihtiyacım olmadığını söyleyip savuşturuyorum. Ayakkabıların nerden geldiğini öğrenmenin peşindeyim. Önce “tezgâh benim değil bir arkadaşın yerine bakıyorum” diyor. Sonra yavaş yavaş anlatıyor. “Bu pazarda satılanların yarısı İstanbul’un çöpünden çıkıyor. Kardeşim, burada aslında pazarlığın olmaması lazım. Tamam millet garip anlıyorum. Ama biz de bir şey kazanmıyoruz. Yemin olsun sana perişanız. Bak mahallemizi yıktılar kendi mahallemizde oturamıyoruz ya, var mı böyle bir şey? Bak bu pazara gelen iki çeşit insan vardır. Ben sana anlatayım: İlki Bomonti toptancıları, bunlar bizden ucuza alıp daha pahalıya satarlar. Sonra antikacılar var, indirim için çok caz yaparlar, biz de mecbur yaparız indirim. Böyle senin gibi gelen öğrenciler var. Bak öğrenciye her zaman yardım edeceksin. Allah okuyan adamı sever. Harbiden öğrenciye yaptığım indirim helal olsun. Bir de Zencilerle Suriyeliler gelir. Onların gelişi zorunluluktan. Mağazadan alacak parası olmadığından gelir buradan ne bulursa alır. Ben de iki çeşit dedim de, bir ordu adam geliyormuş buraya” deyip gülüyor ayakkabıcı Dursun.
Tatilden gelen ayakkabılar
Ayakkabıların nasıl temin edildiğini hâlâ tam olarak öğrenebilmiş değilim. Dursun anlatmaya devam ediyor: “Yani şimdi burada bazı tezgâhlarda tatile çıkmış ürünler yok değil. Bunu herkes biliyor ama kardeşim millet aç, bak sen gördün, adam buradan almaya mecbur. Diğeri de işsiz, hiçbir yerde çalıştırmazlar, kara çocuk derler ne oluyor, böyle olunca? Gayri meşruya düşüyor insanlar. Yoksa kim ister bu işlerle uğraşmak. Şükür benim çevrem geniş olduğu için sağolsunlar herkes bana eskiyen ayakkabılarını gönderir. Ben de onları parlatır satarım burada. Kaftiden tatile gelen mal olmaz benim tezgâhımda.” “Tatile gelen”in ne demek olduğunu sonradan öğrendim: Pazarda tezgâhlardan çalınan mallara, tatile gitti, tezgâha konan mallarda çalıntı varsa tatilden geldi deniyor. Ayakkabıcının yanından ayrılıp pazarı dolaşmaya devam ediyorum. Adamın söylediği bütün tipler benimle birlikte pazarı dolaşıyor.
Bit Pazarı rüyâsı
Bence insan keyfi olarak Bit Pazarı’ndan ne alıyorsa kendi geçmişinde de onu arıyordur. Mesela bir kız, pastel rengi eski hırkalar giyip her haftasonu geliyormuş. “Filmlerde aşık olunan kızlar gibi kısa saçlı” Diye anlatmıştı Arda. “Hep oyuncak alıyor demek ki çocukluğunu yaşayamamış” diye de eklemişti gözlerini ovuştururken. Arda’nın iri kahverengi gözleri iki lağım çukuru gibi duruyordu yüzünde. İri, kanlı göz çukurları hoş bir simayı korkunç derecede çirkinleştirecekken, bu muzip Çingene çocuğuna ayrı bir samimiyet katıyordu. Sohbetimiz ilerledikçe İki çay alıp yanına gitmiştim: “Sen Dolapdere’nin isminin nereden geldiğini biliyor musun?” “Bilmiyorum neredenmiş?” “Ben de bilmiyorum. Bir ödev vermişti de okuldayken hoca. Okumak bize göre değil, boş adam işi ama yine de merak ediyorum yani anlıyor musun?” “Anlıyorum Arda, bilmiyorum bilsem söylerdim” demiştim. Bit pazarındaki satıcıların çoğu Çingene. Kürtler, elektronik eşya satımında etkinler. Moğollar, Suriyeliler, Siyahiler de var. Suriyeli bir baba çocuğuna oyuncak araba seçtiriyor. Çocuk kırmızı bir araba seçti. Asfallta geri çekip bıraktı, araba hafif sola yalpalayarak gitti. Çocuğun keyfi yerinde, arabanın sağ ön tekeri yok ama olsun. Bu mutlu sonla biten dramatik görüntüden sonra başka bir tezgâhın başında uyuyakalmış biri olduğunu fark ediyorum. Arda’ydı bu. Bit pazarının en genç esnafıyla henüz tanışmıyorduk. Rüyâsında kim bilir neler görüyordu. Uzun bir sohbetin başlangıcı olacak olan bu tanışma için yanına gittiğimde rüzgar olanca kesiciliğiyle esmeye devam ediyordu Dolapdere’de.
EFE SUBAŞI / BİRGÜN PAZAR