8 Aralık 2016 Perşembe

Çuvalladınız, kabul edin ve rahatlayın - AYDIN ENGİN

Sözüm ne Saray’da ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan değişmez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez Reisinize, ne Ahmet Davutoğlu’nun halefi (=ardılı), yeni gelecek olanın selefi (=öncülü) Binali Yıldırım nam yiğide...
Sözüm, siz AKP listelerinden seçilip Meclis’e giren milletvekillerine; AKP’nin köyde, kasabada, ilçede, ilde başkanlığını, yönetim kurulu üyeliğini filan yapanlara; hatta kaçıncı olduğunu artık sayamadığım “Saray buluşmalarına” katılan muhtarlara...
Beyler, gelin kabul edin, kendi kendinize kaldığınızda itiraf edin: İktidarınız fena halde çuvalladı...
Parti büyüklerinizden en büyüklerine kadar tümünün ağız birliği edip günde beş vakit “Çağ atladık,.. Türkiye’ye çağ atlattık... Ekonomi tıkır tıkır... İşler yolunda... Dış mihraklar, iç alçaklar... Halep de bizimdi, Musul da bizimdi... Ordumuz Suriye’yi fethediyor... Esadın günleri sayılı.... Şam’ın Emevi Camii bizleri bekliyor” nutukları atmalarına aldırmayın, aldanmayın.
O tumturaklı, o firaklı cümleler gece yarısı mezarlıktan geçerken yüksek sesle türkü çığırıp korkusunu, paniğini örtmek isteyenlerin patırtısından farksız...
İster iç politikaya, ister dış politikaya; ister siyasete, ister ekonomiye; ister eğitime, ister güvenliğe... Nereye bakarsanız bakın, gözleriniz cavlak, bilinciniz berrak, aklınız kıvrak ise çuvalladığınızı göreceksiniz...

***
Hangi birinden başlasam?

“Komşularla sıfır sorun” diye başladınız, Dostlarımızı çoğaltmak, düşmanlarımızı azaltmak diye devam ettiniz. Az gittiniz, uz gittiniz... Dönüp ardınıza bir bakın. Sorunsuz komşu kalmadı; dostlar azaldı, düşmanlar çoğaldı.
İnanmadınız mı?
Söyleyin öyleyse: Irak dostumuz mu ve sorunsuz mu? Suriye? Yunanistan? Şiiliğin kalesi İran? Hatta laflara değil, gerçeklere ve gerçekleşenlere bakılırsa Rusya? İktidarınızın ilk yıllarında sizi destekleyen Avrupa Birliği ile bugünkü Avrupa Birliği aynı mı? Obama ile aranız şekerrenk idi. Peki bel bağladığınız Trump’ın Ortadoğu projelerine bakınca ne diyorsunuz?
Dış politikayı geçelim...
Ekonomi’ye gelelim mi?
Ayrıntıya girmeyeceğim. Ciddiye alınacak katma değer katkısı olmayan inşaat sektörünü bir kenara koyun. Sanayi üretimine bir bakın. Hele hele ihraç malı üretebilecek sanayi üretimine bakın.
Buna bir de hem milli ve yerli para edebiyatına sarılıp, “dolarlarınızı bozdurun” çağrıları yapıp hem de küresel ekonominin bir halkasıyız diyorsunuz ya, size oksimoron terimini hatırlatırlar. (Oksimoron için daha önce yazdım, tekrarlıyorum. “Bakire anne, ateist imam, tarafsız taraftar” ne kadar anlamlıysa “Küresel ekonomide sadece yerli ve milli para” da o kadar anlamlıdır).
Eğitime ne dersiniz? Mesela OECD’nin ünlü ve saygın PISA araştırmasının bu yılki sonuçları size ne anlatıyor? (PISA İtalya’daki yamuk kule değil, biliyorsunuz değil mi?)
“Çuvalladınız beyler” sözümden alınanlarınız olmuştur. Öyleyse cevap verin TSK, Suriye topraklarına “Esad’ın hükümranlığına son vermek için” mi girdi, yoksa “teröristlerle mücadele için” mi?
“Esad da teröristtir” diye topu taca atmayın. El Nusra, IŞİD filan teröristtir ama halkına terör de uygulasa egemen bir ülkenin devlet başkanına terörist denemez. Hele onu devirmeye kalkışmaya dış politika çizgisi hiç denemez. Sonra biri kalkar “Ama siz de...” diye başlayan bir cümle kurar, altında ezilirsiniz...
***
Daha sayayım mı? Hukuk’a, güvenlik’e, işsizliğe, üniversitelere, bilime geleyim mi?
Anladım.
Haklısınız. Haydi bitirelim.
Beyler çuvalladınız. Kabul edin ve rahatlayın... 


Aydın Engin
CUMHURİYET

7 Aralık 2016 Çarşamba

Türkiye’nin dolar ile serüveni - ERİNÇ YELDAN

Amerikan Doları’nın TL karşısındaki fiyatı 3.50’ye değin yükseldi. Doların fiyatındaki bu hızlı artışın yaratacağı maliyet baskısı ve ekonomik tahribat karşısında ekonomi idaresinin şu ana değin önermiş olduğu tedbirler, “yastık altındaki dövizlerinizi bozdurun” türünden vatanperverlik duygularının ya da “faizleri düşürmekten başka çare yok” gibi iktisat biliminin temel mantığına aykırı önerilerin ötesine geçemiyor.

Döviz kuru, kuşkusuz, bir ekonomideki en önemli makroekonomik fiyatların başında geliyor. Döviz kurunun “dengesinin” ne olduğu ve nasıl oluşacağı soruları yıllardır iktisat dünyasını meşgul etmekte. Tam olarak kesin bir hüküm içermemekle birlikte, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarından arındırılmış reel değerinin, “döviz dengesi” olarak algılanabileceği konusunda genel bir görüş birliği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iktisat biliminde “satın alma gücü paritesi” diye tanımlanan söz konusu reel döviz fiyatı, Türkiye ekonomisinde döviz piyasalarındaki dengesizliklerin de doğrudan yansımasını vermekte.
Bugünkü yazımızda da söz konusu tanımdan hareketle “bu noktaya nasıl geldik” sorusuna yanıt vermeye çalışacağız. Öncelikle, 2001 krizi sonrasından başlayarak küresel krizin patlak verdiği 2008 Eylülü’ne değin Amerikan Doları’nın TL karşısında piyasada gözlenen fiyatıyla enflasyondan arındırılmış reel fiyatına bakalım. Aşağıdaki şekilde bu serüveni aylar itibarıyla izlemekteyiz. 

[Haber görseli]
Veriler bize 2003 başında doların fiyatının 1.70 TL olduğunu; 2005’e değin genelde dalgalı bir seyir izlendiğini; ancak özellikle 2006 yılı ortasından başlayarak gerek piyasada gözlenmiş bulunan güncel fiyatının, gerekse enflasyon farklarından arındırılmış reel fiyatının hızla gerilemeye başladığını görebiliyoruz. Öyle ki küresel krizin başlangıcı olan 2008 Eylülü’ne ulaşıldığında 1 Amerikan Doları’nın reel fiyatının 90 kuruşa kadar gerilemiş olduğunu hesaplıyoruz. Bunun anlamı şu: 2008 Eylülü’nde Türkiye ekonomisinde doların fiyatı 2003’e görece olarak yarı yarıya daha ucuzdu.
Dövizin fiyatındaki bu olağanüstü ucuzluk dönemi ekonomi idaresi tarafından coşkuyla karşılanan bir gelişme idi. Zira dövizin bu denli ucuzlaması bir yandan Merkez Bankası’na ithalat maliyetlerinin düşürülmesi sayesinde enflasyonu kontrol altına alma olanağı vermekte; bir yandan da AKP ekonomi idaresine döviz bazında yaşanan büyümenin gerçekte olduğunun kat be kat üstünde olarak propagandasının yapılmasına olanak sağlamaktaydı.
Enflasyon hedeflemesi”, “çağdaş merkez bankacılığı”, “yatırımcı güveni” gibi cilalı sözler ardına gizlenen gerçekler ise bambaşkaydı. Öncelikle, dövizin fiyatında yaşanan bu olağandışı ucuzlama ithalatı özendirmekte ve ulusal ekonominin yatay ve dikey bağlantılarını parçalayarak, ithalat girdilerine aşırı bağımlı kılınmasına neden olmaktaydı. Üretim sürecinde ithalat girdilerine olan aşırı bağımlılık, dövizin fiyatı ucuz olduğu sürece ekonomide yapay bir canlılık yarattı. Ancak bu canlılığın bedeli ulusal sanayinin milli gelir içerisindeki payının hızla gerilemesi anlamına gelmekteydi. Öyle ki 2003 yılında milli gelirin yüzde 25’i düzeyinde olan sanayi üretiminin payı, 2008’e gelindiğinde yüzde 16’nın altına gerilemiş idi.
Dövizin ucuzluğu bir yandan da tüketim talebini kamçılayarak ulusal tasarrufların gerilemesi anlamına gelmekteydi. Söz konusu dönemde tasarrufların milli gelire oranı yüzde 22’den yüzde 15’e geriliyor, bu da cari işlemler açığı diye anılan dış açığı kontrolsüz bir biçimde yükseltiyordu.
Sanayisizleşen ve tasarrufları çökertilen ulusal ekonominin tek çıkış yolu sürekli dış borçlanma idi. Dış borçlar 2003’ten 2008’e 129 milyar dolardan 281 milyar dolara fırlarken ekonomide yatırım öncelikleri sanayi ve genel olarak reel ekonomik faaliyetlerden, inşaat sektörüne ve spekülatif finansal aktivitelere yönlendiriliyordu. 2008 krizi ve sonrasında Türkiye ekonomisinde yaşananlar artık 2003 sonrası dönemdeki ucuz dövize dayalı hormonlu büyüme sürecinin sonuna ulaşıldığını vurgulamaktadır. Türkiye’de neredeyse 15 senedir “güçlü ekonomiye geçiş” ve “yeni Türkiye” masallarıyla uygulanmakta olan hayal dünyası çökmüştür. Üretkenlik kazanımlarının gerilemekte olduğu sanayisizleşen ve tasarruf üretemeyen dışa bağımlı bir ekonomide, ne döviz piyasalarında ne de sosyal ve hukuk alanlarında dengenin veya istikrarın sağlanması mümkün değildir.

Erinç Yeldan
CUMHURİYET

6 Aralık 2016 Salı

Cahiliye devri kapanırken - ORHAN GÖKDEMİR


Süleyman Demirel siyasal hayatımızın en pragmatik şahsiyetlerinden biriydi. Siyasetin gereklerinin ilkeleri ezip geçtiğini yaşayarak öğrenmiş, ilkesizliği ilke edinmişti. 1980’li yıllardan sonra cuntanın engelleri ile karşılaşınca kurduğu partileri emanetçiler ile yürüttü. Perde gerisinde durduğu ve her şey ona sorulduğu için adı “bir bilen”e çıkmıştı. Sonra o yasakları yıkmayı başarıp başbakan oldu, oradan cumhurbaşkanlığına sıçradı. Giderken partisine yeni bir emanetçi bulması gerekiyordu. O göreve en uygun kişi Hüsamettin Cindoruk’tu. Siyaseti biliyordu, Demirel’e sadakati tartışılmazdı. Ama Demirel onun yerine “bir bilmez”i seçti. Onun işaretiyle Tansu Çiller DYP’nin başına geçti ve başbakan oldu. Çiller iktisat profesörüydü, ilk kadın başbakandı. İlk bakışta pek parlak görünüyordu. Ama sırrı kısa sürede döküldü, siyasi hayatı bir gaflar manzumesiydi. Gerçekten de bilgi ve kültürü ile nam salacak bir kişilik değildi ama yine de ülke hakkındaki bilgisizliği şaşırtıcıydı.

Aynı denklemi Turgut Özal da kurdu. Cumhurbaşkanı seçilince partisini Yıldırım Akbulut’a bıraktı. Akbulut mütevazı bir taşra avukatıydı. O mütevazılığı nedeniyle Özal tarafından iktidar partisi kucağına bırakıldı ve başbakan oldu. O da icraatlarından çok gaflarıyla meşhur oldu. Arkasında pek çok fıkra bırakmıştır.

Yerine bir bilmez bırakmak bizim köklü siyaset geleneğimizdir. Böylesi liderlere daha güvenli görünmüştür. Ama sanırım Hüsamettin Cindoruk dışındaki emanetçiler, teslim aldığı partileri bir bitişe doğru sürükledi. Nitekim Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz devraldıkları o köklü partilerin son liderleri oldu. Partileri onlarla birlikte küçüldü ve onlarla beraber yok olup gitti.

AKP’yi var eden boşluk merkez sağ partilerin bir bilmezlerinin bıraktığı o boşluktur. Bülent Ecevit esir alınmış, Devlet Bahçeli teslim olmuştu. Necmettin Erbakan’ın eteklerine tutunan bilmezler tarafından kuruldu parti. Birkaç aylık partiyken iktidar paketlenmiş halde kucaklarına bırakıldı. AKP bir boşluk partisidir. Demirel’e, Özal’a, Menderes’e referans yapsa bile Çiller-Akbulut çizgisinin devamıdır daha çok. Haliyle artık yükselmek için bilmemek esastır. Bilinmez bir dönemdeyiz şimdi…
                                                                               xxx
O gelenek sürüyor. Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına geçerken yerine Binali Yıldırım’a bıraktı. Tansu Çiller ve Yıldırım Akbulut ile benzerliği şaşırtıcıdır. Hatta bir Tansu Çiller-Yıldırım Akbulut sentezidir Binali Yıldırım. O kadar eğlencelidir. Rivayet o ki, “beni niye başbakan yaptılar bilmiyorum” demişliği var. TÜSİAD Yüksek İstişare Toplantısı'nda da konuştu geçtiğimiz hafta. AB'ye kızgındı görünüşe göre. Şöyle dedi: "Gümrük Birliği'ni yeniden gözden geçireceğiz, bu kadar seneden sonra sanayide durum ne, tarım ne, e-ticarette güncelleme yapılacak. Çünkü Gümrük Birliği'nde de maalesef bize madik attılar, mal ve hizmetler serbest olacaktı üstüne yattılar." Anlamadım ne demek istediğini, baktım. “Madik”, miskete fiske vurarak oynanan zıpzıp oyunu. Hile yapmak, dolap çevirmek anlamı da var. Ermeniceden geçmiş Türkçeye. Belki de geçmemiş. Argo çünkü. Kahvehane kültürüne ait sayılıyor o yüzden. Her ne ise, Gümrük Birliği’ne girerken bize kötü bir şey yaptıklarını anladım. O anlaşmayı imzalayan başbakan Tansu Çiller’dir. Büyük başarı olarak sunulmuştu iç kamuoyuna. Madik yediysek günahı onun boynuna!

                                                                                xxx
Avrupa Birliği’nden yediğimiz “madik”in, her neyse o, canımızı çok yaktığı aşikâr. Binali Bey yukarıdaki konuşmayı yaptığı sıralarda Cumhurbaşkanı Erdoğan, Saray'da muhtarlarla buluştu. Avrupa Parlamentosu müzakereleri dondurma kararı almıştı. Çok kızgındı fiili başkan, "Bizi oradan kovmaya Avrupa devletlerinin gücü yetmez. Biz Avrupa'da misafir değil ev sahibiyiz" dedi. Arada Aşık Veysel’in tipi beğenilmedi diye Ankara’ya sokulmadığını hatırlatıp muhalefet partisine esaslı bir ayar verdi. Sonra bıraktığı yerden AB’ye saymaya devam etti: “Artık tek taraflı adımlar bitti. Ne kadar ekmek o kadar köfte.”

Bunu da anlamayıp araştırdım. Öyle bir atasözümüz yok. “Ne verirsen elinle o gelir seninle” gibi şık bir tane var ama çok kullanılmıyor. “Ne ekersen onu biçersin” var, güzel. Ama “ne kadar ekmek o kadar köfte” yok. “Ne ka ekmek o ka köfte” versiyonu var bu sözün bir de. Sanırım “ka” “kadar”ın yarısı yutulmuş hali. Allahtan yutmadı başkan “kadar”ın yarısını. Geriye tek bir olasılık kalıyor. İddia edildiği gibi bu tekerleme “ne ekersen onu biçersin” atasözünün aç karnına söylenen versiyonu. Mümkündür. Ama AB’ye girmek isteyen biziz, yoksa onlar bize girmek istiyor değil. Yani ekmek-köfte denklemini onlar kursa oluyor, biz kursak olmuyor, ekmeğin içi boş kalıyor.
Baktım, daha önce Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un Türkiye'ye yönelik açıklamalarına tepki göstermiş. Şöyle demiş; "Kimsin sen ya? Neymiş orada bir parlamentonun başkanı. Sen Türkiye adına ne zamandan beri karar verme yetkisine sahip oldun? Ne diyor, şu terbiyesize bak 'Yaptırım uygularız' diyor. Senin her yerin yaptırım olsa ne yazar?"
Burada da “sen kimsin ya?” sorusu havada kaldı benim için. Kim olduğu belli çünkü: Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz… Burada köfte yok, o da belli. Yavan ekmeği ölçüsüz yeme halinin getirdiği bir şişkinlik belki daha akla yakın. Köfte olmayınca ekmek de birden mana kazanıyor haliyle. “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını çalar” gibi muhteşem bir atasözümüz var mesela. (Siz “sallar” anlayın.) Köftesiz, berrak.

                                                                           xxx
“Gavur” da kaba ve argo bir sözcük. “Müslüman olmayan kimse, Hıristiyan, Avrupalı, batılı” anlamında kullanılıyor. Halk ağzında ondan daha çok “dinsiz” demek. Doğal, çünkü halkımız, kendisinin dışındaki dinleri de din saymıyor. Dinsiz deyip çıkıyor içinden. Ama gelin görün ki, özellikle yurtdışına göçmüş olanlar gâvurun ekmeğini yemekte bir beis görmüyor. Çok şükür, köfte karışmamış bu mevzuya. “Gavurun köftesini yiyen” diye başlayan bir atasözü “ne ka köfte o ka ekmek”ten daha tuhaf olurdu. “Gavurun ekmeğini yiyen kılıcını çalar” bölümüne Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir açılım getirdi. Şöyle dedi: "Bizim bu bağımsızlık meselesini ciddiye almamız lazım. Bizim için bağımsızlık gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilebilmektir." Tamam, bu cümleyi kuran kişi “Müslüman” bir siyasetçi ama biyografisinde şöyle şeyler var: Amerika Birleşik Devletleri'nde Temple Üniversitesi School of Business & Management’da lisansüstü çalışma. Aynı ülkede Cornell Üniversitesi New York State School of Industrial & Labor Relations’nda misafir öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi'nde doktora, doçentlik, profesörlük… Sebep? Gâvura gâvur demek için!

Eğitimin bu gibi konularda hiçbir şeye yaramadığının başka işaretlerini gördük geçen hafta. İBB Başkanı ve Mimar Kadir Topbaş, İşadamı Mehmet Hattat’ın “Topbaş’ın villasının arkasındaki arsaları bana zorla aldırttılar ve belediyeye bağışlattılar” iddiasına şöyle bir yanıt verdi: “Orada bir bölgenin ihtiyacı olan küçük bir mescit... Bu kadar küçük hesaplar yapar mı başkan? Allah korusun. Ama maalesef hep böyle terso bakmak.” Vallahi bunu hiç anlamadım. Araştırmalarım sonucu anladığım şu: Hattat Holding Maslak’ta “Diamond of İstanbul” adlı bir inşaat projesi yürütüyormuş. Belediye sorun çıkarınca proje durmuş. Bunun üzerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile holdingin yönetim kurulu başkanı Mehmet Hattat arasında bir protokol imzalanmış. Protokole göre Hattat Holding, İBB’ye 18 arsa bağışlamış. Belediye de buna karşılık holdingin inşaat projesi önündeki engelleri kaldırmış. Hattat’ın bağışladığı 18 arsanın üçü İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın Kumburgaz’daki villasının hemen arkasında yer alıyormuş. Olağan bir siyasi iklimde bunun adı rüşvettir, ismi geçenlerin istifa etmesini gerektirir. Malum bizimkisi olağanüstü hal. “Ne halleri varsa görsünler” deyip geçeceğim ama “terso”ya takıldım kaldım. Bulamadım ne anlama geldiğini. Bir göz damlası var “Terso” adında. Kornea ödeminin tedavisinde kullanılıyormuş. Sanırım Kadir Bey, işadamının gözündeki ödeme dikkat çekiyor ve olup biteni iyi göremediğini ima ediyor. Göz damlası öneriyor da olabilir. Bilemedim.

Ben bunları anlamaya çalışırken darbe girişiminden sonra Ohal uyarınca kurulan Milli Savunma Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Dr. Erhan Afyoncu, tarihteki birçok Türk devletinin Başkan seçemediği için yıkıldığını iddia etti. Şimdi düşük, eski akil adam Prof. Baskın Oran da sona eren “barış süreci”ne değinerek “Biz orada mayın eşeği olduk" dedi. Bir Ahmet Kaya şarkısı takıldı dilime: Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!

Süleyman Demirel’i, Tansu Çiller’i, Turgut Özal’ı, Yıldırım Akbulut’u hayırla yâd ediyorum bu tabloya baktıkça. İyi insanlarmış hepsi, anlamamışız. Madik atmışız, köftelerini ekmeklerinden az vermişiz. “Sen kimsin ya” demişiz nahak yere. Gâvurun kılıcını çalmakla suçlamışız, terso bakmışız. Nereden bilelim biz, başkan seçemediğimiz için bu hallere düşüp, mayın eşeği gibi başıboş dolaşacağımızı?

                                                                                     xxx
Boşlukta geldiler ve ülkeyi büyük bir boşluğa çevirdiler. Ayaklarının altındaki toprak hızla kayıp gidiyor ve uzun bir cahiliye devri nihayet kendi üzerine çöküyor. Düştüğünün farkında olmayan tuhaf adamlar ve kadınlar görüyorsanız bilin ki  bundandır.

Orhan Gökdemir
SOL

Saptamalar - OĞUZ OYAN

Bugün farklı konularda bazı sorulara yanıt aramaya, bazı saptamalar yapmaya çalışalım. Böylece belki de yoğun gündemin çeşitli başlıklarına değinme fırsatı elde etmiş oluruz.

Zeka ile İnat Bağdaşır mı?

Buradaki inattan kasıt "fikri sabit" olma durumu. Eğer "kararlılık", "sebat" veya "yılmamak" anlamında bir inattan bahsetmiyorsak, inat zeka ile bağdaşmaz. Hatta tam tersi. Düşünün, fikrinizin defalarca yanlışlandığını hayat size gösteriyor ama o fikirde ısrar ediyorsunuz. Peki, zeka bunun neresinde?
Bazıları kurnazlık ile fırsatçılığı da büyük zeka işaretleri olarak algılamaya eğilimlidir. Hele bu "yeteneklere" sahip birisi, tarihsel ortamın sağladığı fırsatlarını da iyi kullanıp, toplumda büyük bir destek sağlamayı ve bunu beklenenden daha uzun bir zaman aralığında sürdürmeyi başarabilmişse, onun için "çok zeki" yorumlarını daha sık duymaya başlamanız işten değildir. Bu biraz da toplumun değerlendirme yeteneklerinin yetersizliğiyle de körüklenir.
Ama bir an gelir, inadı bilgiyle ve zekayla çelişkisi büyür ve üstelik bunun zarar verici bazı sonuçları daha fazla açığa çıkar, işte o zaman "her şeyi bilen, her şeyi öngören, her türlü siyasi entrikayı çevirebilen büyük zeka", ilahlaştırıldığı tahtında sorgulanmaya başlar.
Hatta, inanç alanına ait değerleri araçsallaştırmanın ve bunun sağladığı kitle desteğinin verdiği güvenle bir yığın hatası kitlelerce tolere edilebilen siyasi simalar için bile, bardağı taşıran damlalar çoğaldıkça, ekonomik olarak zarar görmeler (iş kaybı, servet aşınması) sıklaştıkça, birdenbire "acaba ona bu kadar değer vermekle, gücünü bu kadar arttırmakla hata mı yaptık" iç seslendirmeleri yaygınlaşmaya ve giderek dışa vurulur olmaya başlar.
Peki o an ne zaman gelir? Geldiğini nasıl anlarız?

***

Türkiye Ekonomisine Karşı Komplo mu Kuruluyor?

İktidardakiler olumsuzlukları dış etkenlere yüklemeye bayılırlar. Hele halka kendi hatalarından dolayı hesap verme sorumluluğunu hiç taşımayan ama bu arada başarı hikayelerine de hiç toz kondurtmak istemeyen iktidar türleri... Türkiye'de şimdi olan da bu. İki kademede yapılıyor.

Birinci kademede, başta döviz kurları olmak üzere ekonomik göstergelerde ortaya çıkan olumsuz gidişat, Trump'ın seçilmesinin artçı şoklarına bağlanıveriyor. Oysa bu seçimin dünya paraları üzerinde yarattığı kur şoklarının çok ötesinde değer yitiriyor Türk Lirası. Daha da kötüsü, öngörülemez bir oynaklık taşıyarak. Trump meselesini açıklayıcı değişken olarak kullanmada en ileri giden Başbakan Yıldırım oluyor, Tüsiad'çılara tarih garantisi bile vererek: 'Hele Trump Ocak ayında bir koltuğuna otursun, bu çalkantı biter' diyebiliyor.

İkinci kademede dış etken arayışı daha ileriye gidiyor: 15 Temmuz'da başarılı olamayan dış güçlerin, bu defa ekonomik istikrarımızı bozmaya yönelik komplolarıyla karşılaştığımız ileri sürülüyor. Kademe yükselince bu defa hiyerarşi de yükseliyor, Saray sakini devreye giriyor. Rol paylaşımı mı? Yoksa, bu sonuncusunun daha dizginlenemez kişilik yapısı mı?

Tıp alanını da ilgilendiren son soruyu bir yana koyarsak, ikinci kademe iddianın kitleleri harekete geçirici özelliğinin daha fazla olduğu görülür. Eğer sistemli bir komployu kabul etmeye hazır kitleler varsa -ki Reis'in her söz ve davranışında keramet arayan müritler epeydir oluşmuş durumda- o zaman Türkiye'ye karşı ekonomik kumpas kuruluyor iddiası daha fazla iş yapabilir. Birincisi (Trump'ın etkisi) pasif bir dış etkenken, ikincisi kasıtlı bir müdahaleyi içeren aktif bir dış etkendir ve buna karşı da aktif kitle tepkileri göreve çağrılabilir. (Bu, aynı zamanda, faşizmin kitle seferberliği provasında yeni bir test olacaktır). Nitekim, dolar bozdurma, dolardan TL'ye geçme tiyatrosu, ülke çapında sahneye koyulabilecek bir malzemeye kolayca dönüştürülebilir.

Nasıl olsa bu ülkede dolarizasyonun esas olarak AKP döneminde tavan yaptığını, 2002-2013 döneminde düşük değerli döviz üzerinden sıcak paraya ödenen kur farklarının ciddi bir dışa kanamaya dönüştüğünü, gene aynı dönemde sıcak paraya ödenen reel faizlerin dünya ortalamalarının çok üzerinde olduğunu, özetle dış kaynakları çekip sahte bir bahar oluşturabilmek için bu ülkeyi faiz-kur sömürüsüne teslim edenin (IMF'nin her dediğini yapan) AKP'den başkasının olmadığını vs. kitlelerin öğrenmesi mümkün olmayacak veya buna izin verilmeyecektir. Ekonomiyi dünyanın en kırılgan beşlisi arasına sokmanın, faiz, Esad, vb. saplantı veya inatların yol açtığı hasarların siyasi hesabını da kimseye vermek zorunluluğunu hissetmemek gibi bir sorumlu sorumsuzluk halidir bu. Üstelik kitleleri dış mihraklara karşı seferber edebilmek için, "kriz bu defa da teğet geçecek" ifadeleriyle 2008-2009 kıvamında bir krizin oluştuğu algısını yaratmak da cabası... Elbette bu algının kıt bilgiler nedeniyle iktidarın tepelerinde de oluştuğunu, yani bilinçli bir çabadan söz edilemeyeceği de söylenebilir. Ben de bu ikinci yoruma daha yakınım ama sonuç farketmiyor: Kriz söylemi en tepeden gelince, hatta "dövizleri bozdurun" panik çağrıları yapılınca, döviz talebi (dolayısıyla kur) yukarı doğru zıplayıveriyor.

Ardından gelsin döviz arzını arttırmak için halkı göreve çağırmalar... Esnafımızın bir kısmı da durumdan vazife çıkarıveriyor. Güler misin ağlar mısın?...

CHP Mitingleri Umut Vadediyor mu?

Aslında miting yapmak, hiç birşey yapmamaya kıyasla iyi bir fikirdi; ama 15 Temmuz sonrasındaki İstanbul ve İzmir Mitinglerine bakınca fazla umutlu olmak zorlaşıyordu. AKP'nin kendi rejimini bu kadar fütursuzca yerleştirmeye çalıştığı, tarikat-sermaye zorbalığının yol açtığı çocuk ve iş cinayetlerinin zirve yaptığı, gericiliğin okulları iyice kuşattığı, işsizliğin her haneyi etkilediği bir zaman diliminde, muhalif kitleler gene de bir umudun peşine düşmek istiyorlardı. Sonuç? Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak vb. için "üçlü çektirme" eyleminin oyuncağı olmak mı? Onlar ki, çok sayıda insanın hayatını kaydırdılar, ömürlerinden çaldılar, bazılarının intiharına, ölümüne neden oldular; her durumda mevcut rejimin yerleşmesini kolaylaştırdılar.

AKP'ye görkemli bir yanıt verebilmek için büyük bir enerji sarfederek bir araya gelen/getirilen kitleler, Türkiye'de demokrasi mücadelesinin ancak bir aydınlanma/laiklik mücadelesi ekseninden verilebileceğini seziyorlar. Bu enerjiyi harekete geçirmesi gereken siyasal oluşum ise, adeta enerjinin boşa akıtılması misyonuyla görevliymiş gibi davranıyor.

Oysa, zihinlerin bu denli bulandırıldığı bir siyasi ortamda kitlelerin gerçekleri görebilmesini ve harekete geçmesini sağlamanın en büyük sorumluluğu anamuhalefete düşüyor. Çok geç olmadan farkına varabilecek mi?


Oğuz Oyan
SOL




Bugünlere nasıl mı geldik? - EROL MANİSALI

Büyük insan Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer’iyle, Hayrettin Karaca’nın doğa aşkıyla, Genco Erkal’ın dilinden Nâzım dizeleriyle, Fazıl Say’ın coşku veren müziğiyle, Yılmaz Özdil’in Adam’ıyla aynı zamanda faşizmi eşzamanlı “yaşamak” kafamızı da ruhumuzu da katmanlara bölüyor, irkiliyoruz.

Uygarlıktan koparılıp karanlıklara terk edilen yavrularımızın yangın çığlıkları, katmanlar arasında patlayan bombalar gibi, yüreğimizi parçalıyor.
Televizyonda, İkinci Dünya Savaşı filmi izler gibi iç çatışmaları ve Suriye savaşlarını yaşayıp akşam Borusan Filarmoni’de İdil Biret’i dinlemek “ruhsal bunalıma düşmemek için ilaç alan bir kişi durumuna düşürüyor bizleri”.
FETÖ’nün Ergenekon kumpasında beni ilk polis sorgulamasında savunan hukukçu Bülent Utku’nun FETÖ’cü sanığı gibi Silivri’ye kapatılışı beni içimden yaralıyor.
Tevrat, İncil, Kuran gibi üç büyük kitabın bu coğrafyadan çıkması; ve bu toprakların yüzyıllardır en kanlı savaşları yaşamakta oluşu Türkiye’deki çelişkileri de anlatıyor.
Aydınlık devrimlerden karanlıklara
Kurtuluş ve Atatürk devrimleri ile bu coğrafyanın “fıtratına” başkaldıran bir ulusun yurttaşları olarak övünüyoruz.
Köy Enstitüleri ile dünyaya örnek olduk. Bilime, sanata, uygarlığa sarıldık. Ama toprak ağasından din tüccarına ve emperyalizme kadar uzanan karanlık güçler, yolumuzu kesmeye başladılar.
Aynen İran’da Musaddık’ın yolunu kestikleri gibi, “Salem büyücülerini” oynatmaya koyuldular.
Yakılan çocuklarımızdan cephede ölen delikanlılarımıza kadar her şey bu karanlık ve emperyalist gelişmelerin sonucudur.
Bugünkü modern FETÖ’cüler gibi, eski dönemlerde de daha ilkel FETÖ’cüler vardı. Toprak ağasından Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen din tüccarlarına kadar, toplumu “karanlıklara sürükleyerek iktidarlarını korumak için” çaba gösterdiler. Geldiğimiz nokta bunun sonucudur.
Faşizmi yazmak mı? Yaşamak mı?
1964’te Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) temsilcisi olarak Avrupa Konseyi’ne (CENYC) gitmeye başladığımda Kıbrıs sorunu ve Avrupa ilişkileri ile yüz yüze geldim. Daha sonraki akademik hayatımda Ecevit, Demirel, Özal, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Perinçek, Erdoğan ve Gül ile Türkiye’nin geçirmekte olduğu süreci yüz yüze ve aynı sofrada konuşma ve tartışma şansına (ve şansızlığına) sahip oldum: sadece bir akademisyen kimliğimle.
Kamuoyunun hiç bilmediği bazı gerçeklerle karşı karşıya kaldım: Asil Nadir’in hapsedilişinin tamamen siyasi bir komplo olması: Oyak’ın Volvo yerine Renault ile anlaşmasının 1960’larda tamamen Prof. Feridun Ergin’in “eseri” olduğu: Kirk Douglas’ın 1964’te Ankara’da İsmet İnönü ile gizlice buluşması gibi trajikomik gerçeklerle de karşılaştım.
Bugün ülkenin geldiği çelişkili ve kutuplaştırılmış ortamı düşünürken, 1960’lı yıllardan beri bire bir şahsen yaşadığım olayların bugünü hazırladığını gördüm. Bu nedenle kaleme aldım.
Yeni açmış sarı papatyalar gibi turlayan Avrupalı turistler yerine, karalara bürünmüş “yeni” nesil turistlerin ağırlığı altındaki çok sevdiğim İstanbul’dan geçen yaz kaçarak Gündoğan’a sığındım. Zeytinlerin ıssız gölgesinde 29 adam ve 1 kadınla olan bütün bu tartışmalarımı yazdım.
Dostum Haluk Hepkon’a teslim ettim, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden bir iki ay içinde yayımlanacağını söyledi.
Adını “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” koyduğum kitapta çok ilginçtir, bütün siyasilerle yolum kesişmiş, bir tek Devlet Bahçeli hariç.
Oysa kendisinin çok sosyal olması gerekirdi, ne de olsa, kendisi Ata Koleji’nin tedrisinden geçmiştir.

Erol Manisalı
CUMHURİYET

Otomania! - ÖZGEN ACAR

Herhalde konuşmasına “Ey Muhtarlar!” diye başlamış olmalıdır. Ama şöyle dediği kesin: “Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı! O anlaşmada masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler!”


***
O masayla ilgili gelişmeleri 2008’den bu yana bu köşede çeşitli kereler yazdım. 14 Kasım’da şöyle değinmiştim:
“İsviçre Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin’in Ankara ziyareti öncesinde kendisi ile konuşmak üzere bir grup meslektaş ile bu ülkeye gitmiştik. Bu fırsattan yararlanarak Lozan’da Türkiye’nin bağımsızlığına sahne olan görüşmelerin yapıldığı alanları da ziyaret ettik. Lozan Antlaşması’nın imzalandığı Rumine Sarayını’ da gezdik.
Arkadaşlardan biri ‘Antlaşmanın imzalandığı masayı görebilir miyiz?’ diye sorduğunda ‘depoda’ yanıtını alınca şaşırdık, daha doğrusu üzüldük. Oysa bu tarihsel masayı nice Türk kuruluşu Türkiye’ye getirtmek için ne uğraşlar vermişlerdi. Meğer yetkili bizi atlatmış! Masa bir sürpriz olarak Couchepin’in ziyareti sırasında Ankara’da ortaya çıktı. Couchepin İsviçre’nin Ankara’da elçilik açılışının 80. yıldönümünün anısına masayı Ankara’ya hediye getirmişti.
Bu masanın sergileneceği yer henüz saptanmadı. İki önerimiz var. Yabancı devletleri bu masaya oturtan ilk TBMM Müzesi ya da Lozan görüşmelerini başarı ile sürdürüp imzası ile noktalayan İnönü’nün Pembe Köşk Müzesi en uygun yerlerdir.”
23 Aralık 2008’deki yazım ise özetle şöyleydi:
“İsviçre Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin, Ankara Büyükelçiliği’nin 80. yıldönümü nedeniyle yaptığı ziyarette Türkiye’ye olağanüstü bir hediye vermişti. Hediye, Türkiye Cumhuriyeti’ni doğuran 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalandığı masaydı.
Masanın Çankaya Köşkü’nde, bugünkü TBMM Binası’nda, Ankara’da Resim ve Heykel Müzesi’nde sergilenmesi gibi öneriler yapılmış, masa ortada kalmıştı. 14 Kasım tarihinde bu köşede yazdığımız yazı şöyle bitiyordu:
‘İki önerimiz var. Yabancı devletleri bu masaya oturtan ilk TBMM Müzesi ya da Lozan görüşmelerini başarı ile sürdürüp imzası ile noktalayan İnönü’nün Pembe Köşk Müzesi en uygun yerlerdir.’
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Orhan Düzgün arayıp şu bilgiyi verdi: ‘Masayı, iç düzenlenmesi yenilenmekte olan ilk TBMM Müzesi’nde ve ayrıca ailesinin bağışladığı İnönü’nün Lozan Madalyası ile birlikte sergileyip 23 Nisan’da ziyarete açacağız.’
Masa en doğru yeri bulmuş, ayrıca İnönü’nün madalyası ile de taçlanmıştı.”

 
***
Couchepin, masayı Ankara’da, törenle Türkiye’ye vermeden önce, “Bir kez daha dokunmak istiyorum!” demişti... Pek çok konuğun olduğu bu törene, o masada zafer antlaşmasını imzalayan İnönü ailesinden kimse davet edilmemişti!

***
O masada İngilizlerin ve yandaşlarının yenilgisini imzalayan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon çok öfkeliydi! Lord Curzon, öfkesini “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunu” başarıyla imzalayan Türkiye Dışişleri Bakanı İsmet İnönü’ye öfkeyle şöyle demişti:
İstediğinizi aldınız (cebini ve ABD delegesini işaret ederek) ama para bizde; nasıl olsa geleceksiniz, yardım isteyeceksiniz. O zaman bugün kabul etmediklerinizi bir bir önünüze koyacağız!”
İnönü gülerek, “Gelirsek yaparsınız...” yanıtını vermişti!


***
Şimdi, biri çıkmış yıllarca övdüğü Lozan Antlaşması’nı yerden yere vuruyor. Geçmişte övgülerini bugün unutan Sultan hazretlerine, söylediklerini Sözcü gazetesinde 30 Eylül’de Yılmaz Özdil tarih tarih anımsatıyor. (http://www.sozcu. com.tr/2016/yazarlar/yilmaz-ozdil/lozan- 1419717/)
Burada benim anlamadığım, bu kişide “Alzheimer” mı başladı, yoksa “Büyük Ortadoğu Başkanı” sıfatıyla T.C’nin tapusunu mu satışa çıkarmak istiyor?
Sayın Okurlar, ilk fırsatta ailenizle, arkadaşlarınızla ilk BMM binasını ziyaret ederek, orada sergilenen bu masa uğrunda şehit olanlara saygılarınızı sununuz.


                                                                             ***
Türkiye Cumhuriyetinin “2” numarası, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği Sultan 2. Abdülhamid Han Sempozyumunda” neler dedi?
“Hal edilmeseydi, güçlü bir devlet olarak, tarih sahnesinde yerimizi devam ettirecek, Meriç Nehri ile Ağrı Dağı arasına sıkışmış olmayacaktık!
Dini bağlamda sadece namaza değil, diğer dini vecibelere de titizlik gösterirdi. Aptesli bulunmayı prensip edinmişti. Ağzına içki koymamıştır. Özellikle Sultan Abdülhamid karakter olarak sadeliği ve temizliği seven müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!
Osmanlı Devletimizin yıkılması ve yok olması konusunda yoğun bir faaliyet yürüten emperyalist devletler ve onların emellerine destek veren yerli işbirlikçilerine rağmen, yine de 33 yıllık iktidarı süresince çok önemli eserler ve dikkatle incelenmesi gereken projeler bırakmıştır. Sultan 2. Abdülhamid Han’ın bütün bunları başarabilmesindeki etken, gayretli ve ferasetli şahsiyetinin ve uyguladığı politikaların tarihinde aranmalıdır.
Sultan Abdülhamid, İslam dinini ve kurumlarını gerek içte, gerekse dışta Müslümanlarla olan ilişkilerde devamlı gündemde tutmuş, halifelik makamını ön plana çıkaran uygulamaları tercih etmiştir.
Demiryolları sayesinde Çanakkale’ye ulaştırılan desteklerle Çanakkale geçilmez olmuştur. Bugün ‘Çanakkale geçilemez’ diyorsak, onun temelinde Sultan Abdülhamid Han vardır!”
İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, “Safahat” adlı şiir kitabında “Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer, Âkıbet çok kötü…” dediği Abdülhamit hakkında başka neler söylemişti?
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim:/ Gideyim, zâlimi ikâz edeyim, isterdim./ O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mani’ ne?/ Giderim ben, diyerek, vardım onun cami’ine./ Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,/ Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid./ Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler, o al fesli herifler sayısız./ Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:/ Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!/ Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,/ Dedim ki: ‘Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?/ Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek. / Adam mı, cin mi nesin? Yok, ne bir gören; ne eden;/ Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden./ Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;/ Ya çünkü korkan adamlar, gerek ki saklansın./ Değil mi korkudasın, var kabahatin mutlak’!”
Ve de ekliyor: “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e…”
Mehmet Akif’e göre Abdülhamit, şeytandan da şeytanmış!

                                                                              ***
Türkiye Cumhuriyeti’nin “2” numarası, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği “Sultan 2. Abdülhamid Han Sempozyumu’nda” neler dedi?
“Dini bağlamda sadece namaza değil, diğer dini vecibelere de titizlik gösterirdi. Aptestli bulunmayı prensip edinmişti. Ağzına içki koymamıştır. Özellikle Sultan Abdülhamid karakter olarak sadeliği ve temizliği seven müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!”
Bir okurumuz, Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun, bir TV söyleşisinde, “dedesinin alkolik olmadığını, ancak Rom içtiğini” açıkladığını anımsattı!
“2” numaralı koltuğa oturan, tüm AKP’liler bile, “İlk BMM Başkanı Atatürk’ü şükran ve saygıyla anarlarken”, geçen yıl bu göreve seçilen İsmail Kahraman, sunuş konuşmasında Ata’nın adını ağzına almamıştı!
2014’te Eskişehir’de yaptığı konuşmayı da anımsamakta yarar var:
“Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivisttir. Pozitivist nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Cumhuriyeti kuranlar, bu yüzden dinden uzaklaştı!”

 
***
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, TBMM’ye hediye olarak, 1994’te “2” numaralı koltukta oturan Hüsamettin Cindoruk’a Atatürk’ün mareşal üniformalı resmi dokunmuş bir halı vermişti.
AKP iktidara geldikten sonra, 2004’te bu halıyı TBMM’den kaldırmak istemiş, ancak başaramamıştı. 15 Temmuz’da, FETÖ darbesinde halının bulunduğu loca yıkılmış, ancak bu halı zarar görmemişti.
Muhalefet, halının yeniden TBMM duvarına asılmasını isterken, AKP’li İdare Amiri Salim Uslu, loca onarıldıktan sonra, eski yerine asılmayacağını şu gerekçe ile açıkladı:
“Atatürk’ün Meclis’te yüzlerce sivil resmi varken, üniformalı resminin oraya konması doğru değil! O resim kışlada olur, hiçbir şekilde Meclis’te olmaz…”
Meclis, yeni yasama yılına girerken Kahraman, kuliste karşılaştığı milletvekillerinin ellerini sıkarken CHP’li Mahmut Tanal “Atatürk resimli o halı yerine asılıncaya kadar elinizi sıkmayacağım!” sözleri ile tepkisini gösterdi.


***
Türkiye Cumhuriyeti’nin “2” numaralı koltuğunda da oturan ve iki yıl öncesine kadar AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Mehmet Ali Şahin’in sözlerini 20 Mayıs 2013 tarihli Vatan gazetesinden alıntılayalım:
“Tarih kitapları bize eksik öğretiliyor. Mesela son Osmanlı padişahı Vahdettin vatan haini olarak öğretildi. Acaba böyle mi? Vahdettin hain değildi. Tarihimizi doğru okuyalım. Milli Eğitim Bakanlığı’na çağrıda bulunuyorum. Son padişah ile ilgili tarih kitaplarını lütfen değiştirelim. Çocuklarımıza doğruyu öğretelim…”

 
***
AKP hükümeti, 5 Kasım 2013’te Resmi Gazete’de yayımladığı bir değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti’nin “İlişkilerin geliştirilmesine katkıları nedeniyle” yabancılara verdiği “Devlet, Cumhuriyet ve Liyakat” nişanlarından Atatürk’ün kabartmalarını ve T.C. sözünü kaldırmıştı.
“Türkiye Kamu-Sen” bu kararın iptali için Danıştay’da dava açtı.
Danıştay 10. Dairesi, “nişanlardaki Atatürk kabartmasının kaldırılmasının anayasal kurallar karşısında eksik bir düzenleme olduğu için, değişikliğin iptaline” karar verdi… 


                                                                               *** 

Önceki hafta bir başka konuşmasında da “Fiziki sınırlarımız var, ama gönülde yatan sınırlarımız da var!” Cumartesi günü de Bursa’da şöyle konuştu:
“Tarihin en büyük devletlerinden birisi olan Osmanlılardır. Biz 20 milyon km2’den 780 bin km2’ye geldik. Nereden nereye? Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz! Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek için o dönemde buna ‘tamam’ denmiş olabilir. Asıl yanlış, dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup, devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır. Biz bunu kabul etmiyoruz. Bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz…”

 
***
20. yy’ın başlarında, İngilizler ve Fransızlar, yöremizde “etnik mozaikleri” kullanarak, “böl ve yönet siyasasını” uyguladılar. Arap ülkelerinde başardılar ancak Mustafa Kemal Atatürk’ü yenemediler.
21. yy’da İngilizlerin yerini Amerikalılar aldı. “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)adıyla bir tezgâhı sahneye koydular. Bizimkini de “eşbaşkan” ilan ettiler. Sonra neler oldu?
Dost ülke Libya’da ayaklanma çıkarıldı. Türk donanması ayaklananlara yardım için Libya’ya gönderildi. Muammer Kaddafi linç edildi. Türk müteahhitleri işsiz kaldı.
Bizimki 2011’de Mısır’a ziyaretinde “laiklik ve demokrasi” derken, 2012’de gidişinde Kuran’dan ayetler okuyor, “laiklik ve demokrasi” kavramlarına değinmiyor, ayaklanmadan sonra “Rabia” işaretini her fırsatta kullanıyordu. Sonrasında, olan Mısır’daki Türk işadamlarına olmadı mı?
“Kardeşim” dediği Beşar Esad ile ailecek Bodrum’da “mavi yolculuk” yaparken, sonrasında Suriye Cumhurbaşkanı’nın muhaliflerine MİT TIR’ları ile silahlar gönderdi. Kürtler örgütlenerek güçlendi. Aşırı dinciler, Esad’a karşı “Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)” terör örgütünü kurdular.
Suriye karıştı. 2 milyon Suriyeli Türkiye’ye sığındı. Türkiye Irak’tan gelenlerle birlikte sığınmacılara 25 milyar dolar (75 milyar TL) harcadı. Sultan, şimdi çare olarak 711 km’lik sınırı, dünyanın en uzun 3. duvarı ile örtmeye başladı.
Irak’ta yasal Bağdat yönetimi dışlandı. Ortadoğu’da Amerikalıların desteği ile “Büyük Kürt Devletini” kurma peşinde olan Mesud Barzani’yi, son olarak birkaç ay önce Ankara’da “külliyesinde” ağırladı, 2013’te birlikte Diyarbakır’da (!) gövde gösterisi yaptı.
Yasal Irak yönetimini dışlayıp yöredeki petrolü, Enerji Bakanı yaptığı damadının da ortağı olduğu şirket aracılığı ile Türkiye üzerinden pazarlama yoluna gitti. Kandil’deki PKK, Türkiye’de çeşitli terör eylemlerini sürdürüyor. Peki, PKK silahlarının ve Kandil harcamalarının parasını nereden buluyor? Suriye’deki Kürt PYD örgütünün bütçesini kim karşılıyor? Elbette Akdeniz’e ulaşmak isteyen Barzani’den ve ABD’den geliyor! 


***
Eskiden şöyle bir halk türküsü vardı: “Rüzgârın eser serin kırların kokusu dolu / Bir kaval çalar hazin hazin tozlanır köy yolu / Aslan yürekli köy yiğitleri kurası çıkar orduya koşar. / Yârin çavuş olur döner geri, ağlama nazlı yâr.”
Günümüzde son mısra artık şöyle söylenir oldu: “Yârin şehit olur dönmez geri, ağla nazlı yâr!”
Fransız Le Monde gazetesinin Türkiye temsilcisi Guillaume Perrier, son yazısında şöyle diyor:“Türkiye politikasında ‘ikili’ oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın bu senaryoyu düşünmesini isterim, doğrusu. Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil!”
Bir Rus karikatürü de bu gerçeği yansıtıyor!



Bir ay önce Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil, “Atatürk Büstü” başlıklı yazısında Atatürk heykellerine saldırının başlangıcı hakkında önemli bilgiler verdi (*).
İlk saldırıyı 25 Şubat 1951’de Kırşehir’de Kemal Pilavoğlu’nun Ticanileri yaptı. O dönemi anımsarım. Pilavoğlu’nu günümüz okurlarına tanıtmak için, rahatlıkla o dönemin FETO’su diyebiliriz. Dini istismar ederek köşeyi dönen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef alan bir sahtekârdı.
CHP iktidarına ve Türkçe ezana tepki olarak 1949’da adamlarına TBMM’de Arapça ezan okuttu. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince, ilk işi, ezanın Arapça okunmasına karar verdi.
Ardından Pilavoğlu’nun tayfaları 25 Şubat 1951’de Kırşehir’de tören alanındaki Atatürk heykelinin yüzünü parçaladılar. Türkiye ayağa kalktı. Babam Hilmi Acar, beni de alarak İzmir’de Lozan Alanı’ndaki Atatürk anıtında saygı duruşuna götürdü. 

***
O günden bu yana Atatürk heykellerine saldırı, özellikle AKP iktidarının son yıllarında yoğunlaştı. Bazı örnekler…
21 Eylül 2012 - Aydınlık: Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde Atatürk’ün büstü, yerinden sökülüp bir aydınlatma direğine asıldı.
5 Haziran 2014 - Aydınlık: Tekirdağ Hükümet Caddesi’ndeki Atatürk büstü parçalandı.
25 Temmuz - Haber Türk: Diyarbakır surları üzerindeki Atatürk portresi parçalandı.
4 Eylül - Sözcü: Ankara Güvenpark’taki Atatürk anıtına saldırıldı.
25 Eylül - Sözcü: Cizre’de Atatürk heykeli benzin dökülerek yakıldı.
3 Ekim - Milliyet: Rize’de Atatürk büstü ters çevrildi.
8 Ekim - Milliyet: Diyarbakır’da Atatürk büstü binadan dışarı atıldı. Batman’ın Gercüş ilçesinde Atatürk büstü söküldü. Van’ın Başkale ilçesinde Çarşı merkezindeki Atatürk heykeli molotofkokteyli ile yakıldı.
12 Kasım - Bursa’da bir okuldaki Atatürk büstü, ölüm yıldönümünden bir gün önce siyaha boyandı.
27 Ocak 2015 - Ankara Keçiören’deki Çağlar Ortaokulu bahçesinden Atatürk büstü çalındı.
24 Mart - Haber Türk: Ankara Ulus Atatürk anıtındaki asker heykelinin tüfeğine zarar verildi.
8 Nisan - Cumhuriyet: Atatürk’ün Amasya’ya gelişi ve genelgesini simgeleyen kabartma, belediye çalışması sırasında kırıldı, onarım bekliyor.
31 Ağustos - Sözcü: Kayseri’nin Felahi’ye AKP’li Belediye Başkanı Atatürk heykelini otoparka attı.
19 Eylül - Sözcü: İstanbul AKP’li Fatih Belediyesi, Atatürk anıtını metal perdeyle kapattı.
13 Şubat 2016 - Sözcü: Tekirdağ Ergene ilçesinde ilkokulu binasındaki Atatürk büstü ve portreleri bahçeye bırakıldı.
8 Temmuz - Sözcü: Denizli Çivril ilçesinde Atatürk heykeli tabelayla kapatıldı.
28 Temmuz - Milliyet: İzmir Konak ilçesindeki Atatürk maskı harap halde.
6 Ekim - Sözcü: İstanbul Avcılar’da Atatürk büstünü yere attılar.
5 Kasım - Sözcü: Trabzon Of’ta 29 Ekim’de Atatürk büstleri sprey ile boyandı. 

***
Ticanilerin merkezi Ankara’da Hacı Bayram Camii çevresinde idi. Sonrasında yerlerini Nurcular aldı. Karargâhlarına girdim. 5 Ağustos 1961’de Cumhuriyet’teki haberim nedeniyle hakaret davası açtılar. Aklandım.
Hacı Bayram nöbetini FETO’cular almıştı. Şimdilerde ise IŞİD’ciler devrede! 

***
*Özdil’in yazısı için tıklayınız: http:// www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/yilmaz- ozdil/ataturk-bustu-621277/
                                                                               ***
“Osmanlı Meclisi Mebusan Reisi” denilen zat değil, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı” denilen kişi, Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın soru önergesini yanıtlamak için şu koşulu koydu: “Önergenizdeki laiklik cümlesini çıkarın yanıtlayalım!”
 
***
15 Temmuz saldırısında zarar gören TBMM’nin muhalefet koridorundaki Mustafa Kemal Atatürk’ün halıya dokunmuş, mareşal üniformalı tablosu da yerinden kaldırılmıştı. CHP’liler gerekeni yapıp yerine asınca, o kişi “Başkanlığımızın bilgisi ve rızası dışında asıldı!” diye itiraz etti! 

***
O kişi, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği 2. Abdülhamit Han Sempozyumu’nda” şöyle dedi: “Ağzına içki koymamıştır. Özellikle Sultan Abdülhamid karakter olarak sadeliği ve temizliği seven, müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!”
Bir okurumuz, Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun, bir TV söyleşisinde, “dedesinin alkolik olmadığını, ancak rom içtiğini” açıkladığını, anımsattı! 

***
O kişi, Ankara’da 30 Kasım’da Mustafa Necati Kültür Evi’nde “Abdülhamid Han ve Dönemi Fotoğraf Sergisi” açtı. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün yakın arkadaşlarından ve çeşitli bakanlıklar yapmış olan Mustafa Necati Uğural bugün mezarında sağından soluna dönüyordur! 

***
O kişi, 2014’te Eskişehir’de yaptığı konuşma da şöyle dedi:
“Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivisttir. Pozitivist (bilimsel) nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Cumhuriyeti kuranlar, bu yüzden dinden uzaklaştı!”
O kişi, o kürsüye seçildiğinde Atatürk’ün adını ağzına almadı. İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, “Safahat” adlı şiir kitabında, “Ah eğer, o Yıldız’daki baykuş (Abdülhamit) ölüvermezse, âkıbet çok kötü…” demişti… 

***
O kişi 28 Ağustos’ta Rize’nin Kurtuluş Bayramı töreninde konuştu: ‘Şu tarihte kurtuldum’ demek; acziyet ifade eder. Kurtuluşlar değil fetihler anılır. Onlar, Trabzon’dan, Rize’den, Artvin’den, Erzurum’dan, Sarıkamış’tan çekilip memleketlerine döndüler!”
 
***
O kişi aynı törende şunları da söyledi: “Liseli Devrimciler, Che Guevara’nın gömleklerini giymişler. Che, 39 yaşında öldürülen, bizzat kendisinin infazlar yaptığı bir katil kişilik. Bir gerilla. Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya… Benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olmamalı…”
***
Oysa dün, Küba’da cenaze töreni yapılan Castro, 1996’da İstanbul’a geldiğinde ne demişti?: “Devrimci Kemal Atatürk, bizim esin kaynağımız oldu. O gemiyle Samsun’a, biz de 40 yıl sonra gemiyle Havana’ya çıktık. Kendinize başka önder aramayınız…”
Küba’nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzalez Casals’ın İzmir’de CHP Grup Başvekili Özgür Özel’e, bu sözleri eden, o kişinin, kendisine şöyle dediğini açıkladı: “Hem Meclis Başkanı hem de daha üst düzeyde bir kişi telefon açarak özür diledi!” Özel de Büyükelçiye “Bir atasözümüz, ‘Açıkta yapılan kusurun tenhada özrü olmaz!’ der” dedi.
Oysa anımsanacağı üzere Sultan, Küba ziyaretinde Che anıtını ve Atatürk’ün büstünü ziyaret etmişti!

Kadınların Ata’sı!
Atatürk, 5 Aralık1934’te Türk kadınına “Seçme ve Seçilme” hakkını tanıdı. Fransa’da 1944, Japonya’da 1945, İtalya’da, Arjantin ve Meksika’da 1946, İsviçre’de ise 1971’de bu hakkın tanınmasına da öncülük etmişti… Atatürk’ün açıklaması şöyleydi:
“Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medenî mevkiini salahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasî hayatla, belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını, bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medenî memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salahiyet ve liyakatle kullanacaktır…”
Bir soru: Atatürk mü, yoksa Abdülhamit mi, insan gibi insandı?

ÖZGEN ACAR
CUMHURİYET





5 Aralık 2016 Pazartesi

'Diktatör' Fidel - İLKER BELEK

Fidel, komünist, Marksist-Leninist’ti.
Batista diktatörlüğüne karşı duyduğu insani tepkilerle devrimci olmuş, komünizmle tesadüfen eline geçen Manifesto ile tanışmıştı.
Fidel, insan kalabilmenin koşulunun boyun eğmemek, boyun eğmemenin koşulunun ise komünistlik olduğunu yaşayarak kanıtlamış bir önderdir. Aynı şey Küba için de geçerlidir. Küba devrim sonrasında sosyalizmi tercih etmeseydi ayakta kalamazdı.

Marksizm’in siyasi abc’si Marx’ın daha 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta özlü biçimde formüle edilmiştir. Konu; sınıf, sınıf savaşımı ve toplumun geleceğidir: “Benim yeni olarak yaptığım şundan ibaretti: 1-Sınıfların varlığının yalnızca üretimin belli tarihsel gelişim evrelerine bağlı olduğunu, 2- sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceğini, 3- bizzat bu diktatoryanın bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten ibaret olduğunu göstermek.”

Bu kadar: Her Marksist-Leninist sınıfsız toplumun kuruluşu için proletaryanın diktatörlüğünü savunur. Sosyalizm yalnızca geçiştir.

Mezopotamya kent devletlerinden beri bütün toplumlar sınıflıdır. O zamandan beri her toplum bir diktatörlüktür. Üretim araçlarının sahipleri, aynı zamanda diktatörlüğün de sahipleridir.
Günümüzde diktatörlüğü belirleyen özel mülkiyet rejimidir. Özgürlük, eşitlik, adalet için bu rejimin yıkılması, üretim araçlarının kamulaştırılması gerekir. Patronla, sömürdüğü işçi nasıl eşit olabilir ve eşitlik olmadan işçi nasıl özgürleşebilir. Özel mülkiyet rejiminde eşitlik de, özgürlük de kağıt üzerindedir.

Sosyalizm patronların elindeki fabrikalara, ağaların mülkiyetindeki tarlalara el koyarak kamulaştıran diktatörlüktür. Artık ilişki tersine dönmüş, denklem tersinden kurulmuştur: Eski egemen sınıfın üretim araçlarını, yani iktidarı yeniden ele geçirmesini engellemek için proletarya kendi diktatörlüğünü kurmuştur.

Bir Marksist-Leninist olarak Fidel burjuva iktidarını tarihin çöp sepetine göndermek ve emperyalist ülkelerden gelebilecek tehditleri bertaraf etmek bakımından kurulan proletarya diktatörlüğünün öncüsüdür.

Diktatörlük de demokrasi de sınıfsal kavramlardır. Patronlar için demokrasi olan işçi ve köylüler için diktatörlüktür. İşçi iktidarı kendi demokrasisini kurmak için burjuvaziye diktatörce davranmak zorundadır. Burjuvazi, işçiyi sömürerek biriktirdiği sermayesini gönül rızasıyla gerçek sahibine, proletaryaya vermeyeceği için böyledir.

Fidel’in babası bir toprak ağasıydı ve devrimin ilk icraatlarından birisi toprak reformu oldu. Fidel diktatördür ve diktatörlüğü kendisine, kendi sınıfsal kimliğine karşıdır. Fidel sınıfları ortadan kaldırmak, siyaseti amatörleştirmek için kendisine karşı diktatördür.

Küba proletarya diktatörlüğü üzerinden ilerlemeseydi Batista rejiminin inşa ettiği toplumsal yapıyı değiştiremezdi. Küba, sömürücülere karşı diktatör olduğu için, demokrasidir.
Küba’nın sağlıktaki, eğitimdeki başarıları, kadına insanlığını vermesi, işsizliği yok etmesi, hepsi sosyalist demokrasinin sonuçlarıdır.

Bugün bütün dünya tekelci-endüstriyel tarımın, kimyasalların pençesinde kıvranırken, kaynakları kıt Küba kent tarımıyla kendi halkını besleyebiliyorsa, bunu sağlayan şey, Fidel’in tekellere karşı diktatör olmasıdır.

Küba, herhangi bir Kübalı vatandaş gibi yaşayan, saraylara sığmayan devrimcilerin ülkesidir. Küba genel seçimlerde paranın etki etmediği tek ülkedir. Fidel seçildiği seçim bölgesindeki halka kendisini görevden alma yetkisi veren bir diktatördür.

Küba bir zamanlar ABD’nin kerhanesiydi. Fidel o pislikten özgür, kalkınmış, onurlu, kendisine yeten bir ülke yarattı.

Fidel burjuvaziye karşı diktatör, Küba halkı için “bizim Fidel”dir.

Fidel’e diktatör diyenlere en iyi yanıtı, O’nu sonsuzluğa uğurlamak için vakur bir duruşla Havana’yı dolduran, Küba’ya sığmayan milyonlarca Kübalı verdi.

İLKER BELEK
SOL

AB çözülürken - OSMAN ÇUTSAY

Sosyalizmin olmadığı, çünkü kazındığı Avrupa’da, kimilerine göre demokrasinin beşiği AB’de, faşizan yüzlü bir kapitalizmin çıkış parkurunda beklediği anlaşılıyor. Viyana’daki “yeşil cumhurbaşkanı”, bu bekleyişi uzatabilecek mi? Bilemiyoruz. Çünkü onu solda sıfır bırakacak ağırlıktaki İtalya’da, AB’nin en kirli yüzlerinden biri, “demokrat” Renzi, karaya oturmuş görünüyor. François Hollande’ın hak ettiği rezillikle sahneden çekildiği günlerdeyiz.

Demek ki, AB’cilerin ve sosyal demokratların, Gorbaçov döküntüsü pişman komünistlerin, çoktan birer savaş tanrısına dönmüş yeşil tetikçilerin, cinsel-dinsel-etnik kültür mafyasıyla içli dışlı her türlü “sivil toplumcunun” 2017’de rahat yüzü görmesi mümkün olmayacak. Şimdiden anlaşılıyor.
Avrupa metropollerinde neoliberal demokrasilerin veya emperyalist demokrasilerin ezdiği milyonlar, siyasi mekanizmayı işlemez hale getiriyor. Kaybedenlerin etkisi büyüyor. Yoksullaşma, özellikle emeklilerin yoksullaşması, tıpkı Güney Avrupa’nın genç işsizler ordusu gibi, engellenemiyor. Zengin mutfağındaki alarm zilleri durmak bilmiyor. Misal: En az 22 milyon emeklinin yaşadığı, daha doğrusu yaşamaya çalıştığı Almanya’da önümüzdeki yıl bu yoksul kitlenin sandıklara damga vuracağını söylemek, hiç de öyle kehanet falan değil artık. Yoksullaşma, özellikle klasik ve tutucu değerlerle hayata tutunmaya çalışan yaşlıların yoksulluğu, sınıf kaçkınlarının altına sığınmaya çalıştığı yeni kavramlardan “prekarya”, Kuzey Avrupa’yı da başka siyasal maceralara itebilir.
Dün gece kısmen görüldü: Avusturya ikiye bölünmüş durumda. İki aday arasında, sandıktan önde çıkan “demokratların adayı” yeşil profesör Alexander Van der Bellen ile sağ popülistlerin adayı Norbert Hofer arasında pek öyle büyük bir fark yok. Toplum iki ana parçaya ayrılmış durumda.
İtalya ise, dün gecenin ilk sonuçlarına göre, artık Matteo Renzi’nin hezimetini hazmetmeye çalışıyor. Bu “Hayır”dan sonra, Avrupa ahlaksızlığının son dönemde Hollande ve Çipras ile birlikte en kirli örneği, sermayenin demokrat dansözü Renzi’nin, havlu atmaması zor. Ama en korkulan şey, krizdeki İtalyan banka sisteminin çökmesi. Bu, tüm Avrupa’yı uçuruma çekebilir.

Ne olursa olsun, ortada ciddi bir bölünme var ve AB’nin bir felaket havuzu olduğunu söyleyemeyenleri siyasetten atıyorlar.

Viyana’daki bölünmenin gölgesi, uzantısı olduğu Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın zengin ve kuzey ülkelerine de düşecektir. Zaten de düşüyor. 2017, Hollanda, Fransa ve Almanya’da önemli seçimlerin yaşanacağı bir yıl olacak. Sağ popülistlerin, ki toplumun kaybedenleri ve tutunamayanları ya da perekaryası şimdilerde böyle kavramlaştırılıyor, ciddi siyasal başarılara imza atmaları kimseyi şaşırtmayacak. Postmodern faşizmlere giriş yaptık ve bu doğumu AB demokrasisine borçluyuz. Tıpkı bizdeki gibi: Malum, Türkiye’nin “sol liberalleri” Erdoğan rejiminin ebesiydiler.
Avusturya, aslında Almanya ve diğer görece büyük AB metropollerini yansıtıyor. Toplumun ikiye bölündüğünü başka nasıl ilan edebilirlerdi?

Yaygın yoksullaşma ve giderek küçülen bir azınlığın elinde biriken korkunç boyutlardaki -karşılıksız finansal- servet, bütün kurumları sarsıyor. Demokrasi denilen şeyin tam da bu eşitsizlik olduğunu eklemeye gerek yok aslında.

Toplum, özellikle de çalışan sınıflar, bizim kavramsal olarak yakalamaya çalıştığımızı, acaba güdüleriyle, günlük yaşam ve çalışma pratikleriyle görmüş olamaz mı?

Öyle gibi.
Şimdilik bir set önündeyiz. Toplumların çoğunluğu, sadece Avrupa’nın yaşadığı faşizm deneyimlerinin kırıntılarını da içerdikleri için değil, aynı zamanda varlıklarını bir ihracat mucizesine borçlu olduklarını bildikleri için de, yerleşik zenginler (oligarklar veya plütokratlar) ile el ele kültür endüstrisinin önerileri doğrultusunda hareket ediyor. Yani “Beterin beteri var yahu!” diyerek, bir içgüdüyle, tamamen yeni ve yabancı (dolayısıyla ihracat) düşmanı bir maceraya henüz tamamen angaje olmuş değiller. Ama barajda biriken su miktarı tehlikeli boyutlara ulaştı bile. Epeydir Ziya Paşa’nın “Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” durağındayız. İyi.

İyi de, yerli ve çalışan sınıflar aleyhine bir zenginleşmenin tüm sınırları aştığı, yoksullaşmanın da aynı hızla yayıldığı bir Avrupa’da, toplumsal patlama olmaması mümkün mü? Bu patlamada,yerli yoksulların kendilerinden çok daha yoksul yabancıların sırtından bir çözüm arayacakları anlaşılıyor. Bunu o pek demokratik kültür endüstrisinden öğrendiklerini biliyoruz. Ancak dikkat: Sağ popülizmin birçok sloganında eski komünist talepleri hatırlatan tınılar olmasından yakınanlar da çoğalıyor. Yerleşik zenginler, sağ popülizmin neoliberal reçetelerine karşı değiller, ancak ihracat pazarlarını tehlikeye düşüren ideolojik çıkışları da anlamak istemiyorlar.

Sosyalizmsiz Avrupa’nın, yoksullaşan halk yığınlarını daha fazla demokrasiyle falan uyuşturamayacağı, toplumların birbirlerinin boğazına sarılabileceği zamanlara doğru itiliyoruz.
Viyana ve Roma’dan sonra önümüzdeki aylarda yeni bir sağ yükseliş yaşanacağı anlaşılıyor. Alexander Van der Bellen’e fazla sevinen ve Renzi’ye sınırsız üzülen “en demokratlar”, sosyalizm düşmanlıklarıyla çok yeni felaketler çağırmayı sürdürecekler.

İşçi sınıfına yönelik sosyalist müdahaleler o nedenle önemli. Sınıf ve sosyalizmi lügatlarından çıkararak solculuk taslayabilen tüm demokratlara hatırlatmış olalım: Fırtına ektiniz, hâlâ da ekmeyi sürdürüyorsunuz. Bakalım, hep birlikte ne biçeceğiz?

Osman Çutsay /SOL

Niye battınız, biliyor musunuz? Yeniden anımsatayım. - ORHAN BURSALI

Önceki gün Hilton’da Genç Pediatristler Kongresi vardı. Kongre çantalarına giren Aziz Sancar ve Nobel Ödülü Öyküsü kitabının imzasında bulundum. Hepsi aslan gibi genç kızlarerkekler! Cumhuriyetin zımba gibi çocukları! Hepsi Türkiye’yi yarına, geleceği taşıyacak ana güç, ülkenin ana güçlerinden; her ne kadar sandıktan çağdaş bir iktidar çıkarmaya güçleri yetmiyorsa da! Sandıktan çıkan ise nüfus kalabalığı!
Sohbet ettik şüphesiz... Yenilenmiş ve umudu artmış olarak ayrıldım; çıkışta ön tarafta bir modern metro vagonu sergileniyordu.
İki gün önce bir gazetede çıkan haberi anımsadım. 10. Kalkınma Planı çerçevesinde demiryolları 25 bin km uzunluğa çıkacak. Ulaştırma Bakanlığı çok yüksek hızlı tren hattı, 5 bin yeni metro aracı için yatırım yapacak.
Her ikisi de yüksek teknoloji-bilgi içeriyor. 5 bin araç!

Nereden alıyoruz?
 
Nereden alınacak ve kaç yüz milyon TL ödenecek? İstanbul’daki vagonların tamamı İspanya ve Güney Kore’den. İstanbul’da metro için ilk kazmayı vurduktan bu yana on yıllar geçti. Büyük şehirlerimizde hızla yayılıyor. Yüksek hızlı trenler de. Ve çoğunu ithal ediyoruz. Bugüne kadar vagonlara ne kadar para ödedik?
Türkiye Vagon Sanayi şirketimiz var. Normal trenler için yolcu vagonları üretiyor ve ithal vagonların da bakım onarımını yapıyor. Bursa Belediyesi’nin desteğiyle bir şirket (Durmazlar) tramvay ve metro vagonu üretmeye başlamış, yarı fiyatına.
Haber: İstanbul’da, Üsküdar ile Çekmeköy arasında ulaşımın süresini 27 dakikaya indirecek Üsküdar-Ümraniye-Çekmeköy metro hattının İspanya’da üretilen vagonlarından ikisi daha TIR’lardan alınarak dev vinçlerle raylara yerleştirildi.
İzmir metrosu için Çin’de yapılan 85 vagonun bu yıl geleceği belirtiliyor. Gayrettepe’den İstanbul 3. Havalimanı’na gidecek raylı sistemin ihale bedeli bir milyar Avro. Kim kazanacak dersiniz? İstanbul’daki tüm metro vagonları ithal.
Sadece bir örnek üzerinde duruyorum. Hızlı trenler için yüksek teknoloji gerekiyor. Kaliteli metro vagonu üretimi için de. Dolayısıyla dünyanın dört bir tarafından yüksek teknoloji mal ve hizmetlerini satın alıyoruz.

Türkiye Ar-Ge’ye 6 milyar, Volkswagen 15 milyar
 
Ülkede bunu merkezi olarak teşvik edecek bir proje ve programlama yok. Türkiye’nin Ar-Ge’ye, özel ve kamu, yıllık harcadığı para 6 milyar dolar. Sadece Volkswagen şirketinin yılda harcadığı ise 15 milyar dolar (www.herkesebilimteknoloji. com).
15 yıldır iktidardalar. Ülkenin büyük ölçekli mal ve hizmetlerde, orta ve yüksek teknolojide dışa olan bağımlılığını azaltacak, üretimi burada kuracak, Türkiye’nin beyin ve yetenek gücünü burada gerçekleştirecek bir politikaları yok. Pardon, var da lafta! (Son bir teşvik var, onu sonra yazacağım.)
Nedeni ne sizce? Özellikle kamu kurumlarının ithalatında kurulan mekanizmalar, iktidara, özellikle siyasetin finansmanı için önemli paylar yaratıyor. En azından yüzde 10! Alım satım hızlı olur, hemen olur, payı hemen alınır. İyi bir tüccar kısa yoldan bu yolla milyarları istifler. Ülkede iktidarda iyi tüccarlar oturuyor! 
 
Ne yani, programlar koyacak, “Yılda 200 vagon garantili alımlı, yüksek teknoloji hızlı tren-metro vagonları üretimi için gerçekleştirilecek proje için ihaleye çıkıyoruz” veya “şu şu şirketleri ortaklığa davet ediyoruz” diyecek... Ay ne kadar zor iş.. ve bizim kazancımız ne olacak buradan!?
Veya ithal edilen, mesela önemli ölçüde kimya sanayisini ilgilendiren ürünlerin mümkün olanını burada üretecek Ar-Ge teşvikleri ve satın alma garantileri verecek (İthalat 32 milyar dolar, ihracat 18 milyar dolar, açık 14 milyar)... 

Milyar dolarlar taşa toprağa
 
İnşaat -yüksek bina- patlaması var. Yüksek teknoloji gerektiren asansörler burada mı yapılıyor sanıyorsunuz?
Yazmıştım: Türkiye’nin ihracatında ve imalatında yüksek teknolojinin payı komik vaziyette: Yüzde 3’ün altında...
RTE’nin 100 öyküsü var, hepsi inşaat üzerine! Taşa toprağa alayı! Değer ve para üretmeyen...
Rahmi Koç durmadan yazdıklarımı doğruluyor: Yatırımlar taşa toprağa gitti, rekabette 7-8 yıl yerimizde saydık...
Paralar aktı, nereye, AVM’lere (350 kadar, dış tüketim mabetleri), yollara, köprülere...
Dolarları bozdurun (ki onları da yiyip bitirelim, köprüyü dolarla ödeyeceğiz!)...
Türkiye’yi de batırdınız!

Orhan Bursalı
Cumhuriyet

4 Aralık 2016 Pazar

Umre müjdesi ve amâl defteri - AHMET TAN

Müjde, dün sabah cep telefonuma geldi: “Suudi Arabistan hükümeti ikinci kez umreye gidenlerden talep ettiği 540 (beşyüz kırk) Amerikan Doları uygulamasını kaldırmıştır. Tüm İslam âlemine hayırlı olsun. (İrtibat Tel:xxxx..350 5034)”

***
Hacı başı, 540 dolarlık haracı kurtardık.
Ama ya uçak, konaklama, yeme içme ve öteki masraflar? Hem de “Külliyen Dolar Seferberliği” yaşadığımız bu dar günlerde! Ama din uğruna feda olsun dünyanın “Güvenimiz Tanrı’yadır” yazılı parası! Üstelik Diyanet İşleri Başkanlığımız da konuya el atmış.
Resmi sitesinde umre kampanyasını başlatmış:
- Kişi başı sadece 1950 dolar... (7 bin TL- dün akşamki kur.)
***
“Dolarları yastık altından çıkarın! Altın ve TL’ye çevirin!”
Emir yüksek yerden. İnşallah bir emir daha verir: Milyarı bulan kredi kartı ve banka borçlarını da sildirir. Hem umre için gitmeyin de demedi. Malum, “İtibardan tasarruf olmuyor!”
Gerçi umre ibadet-mibadet değil. Daha da önemlisi bir “itibar kazanma etkinliği”.
Önce itibar, yoksa olur dünya sana dar!
Doğru, Kurban Bayramı döneminde bir kez hac farz. Ama umre de boşa icat edilmiş değil.
Kara kışın ruhları bile donduran soğuğundan kurtulup Arabistan’ın sıcak güneşinde hazır yılbaşı da geliyorken birkaç hafta tatil.
Üstelik, Suudi dostlarımız bir de jest yapmışlar.
Münafıklar belki “Bunca vebali, günahı bir değil, bin umre bile silemez!” falan diyeceklerdir. Ama bir ilahi gerçek daha var:
- Hidayet umreden inayet Allah’tan!
***
Umre, hac mevsimi dışında yapılan Mekke ve Medine ziyareti anlamına geliyor. Yapan “yarı hacı” sayılıyor.
Bizim iktidar ricali, çoluk çocuk mükerreren umre yapıyor. Bu durumda, bu “yarımlar” sayesinde kaç kez tam hacılık çıktığının hesabını inşallah Külliye danışmanları sıkı tutuyorlardır.
***
İslamın özü, hesap tutmaktır.
Müslümanlığı öteki tüm dinlerden ayıran (ve bendenize göre de üstün kılan) bu özel hesap konusudur. Kişinin yaşamı boyunca bu hesabı sağ – solundaki melekler, Kiramen Kâtipleri tutuyor ve Amâl Defteri’ne yazıyor. İnananlar için bu böyle. İnanmayana bir şey yok elbet.
Ancak teknoloji ışık hızı ile yarışıyor. Artık hesapları açmak için Mahşer’i beklemeye bile gerek yok.
Bu işi anbean - günbegün “Google” tutuyor.
Özellikle de, “Mühim Siyasi Zevat”ın ağzından çıkanlar, tek tek kayda geçiriliyor. Yeri ve saati ile birlikte. Ağızdan çıkan her laf, öteki dünyayı beklemeden daha anında başa bela olabiliyor. Mühim zevat, bu yüzden semazenlik yapmak zorunda kalıyor. Kış günü. Dünya âlemin gözünde pörsümüş zerzevata dönüyor.
Geçelim.
***
İslamın özü hesap dedik... Ama şükür ki, “Men dakka dukka” ve “Kısasa kısas” zihniyeti aşılıyor.
Çünkü dinler de insaniyet ve medeniyet gibi yerinde saymıyor. Değişiyor dönüşüyor.
Ve şükür ki, artık hırsızın elini kolunu kesmekten vazgeçiliyor. Çünkü laiklik bir türlü aşılabilmiş ve şeriata hâlâ tam ulaşılmış değil.
Yoksa, bizim siyasi kulisler elsiz, kolsuzlarla dolacaktı. Hele de “Ona dokunmak ibadettir” diyen meczuplar çok şanslı. “Şirk koşma” cezasından dillerinin köpeklere verilmesinden kurtuluyorlar.
***
İslamda, “kul hakkı” affı mümkün olmayan tek günah! Çünkü esirgeyen - bağışlayan her günahı affedebilen Yüce Tanrı, “kul hakkı”nı bağışlamayı kendi görev ve yetki alanının dışında tutuyor:
“Git kimin, kimlerin hakkını yediysen, onlarla hesaplaş!”
***
Kul hakkı kıldan ince kılıçtan keskince bir konu.
İşi ahrete, mahşere bırakmak olmaz. Çünkü hakhukuk ne yazık birçok ülkede muktedir siyasilerin elinde veya etkisinde.
Muktedirin sicilini arada bir açıp bakmak gerek.
Dedik ya, bunun için mahşeri beklemeye gerek yok. Bir tık yetiyor: Adını soyadını yazıyorsunuz ekrana; yanına da “kul hakkı” sözcüğünü...
İki saniye içinde önünüze dökülüyor.
Tam 160 bin kez, o isim ile bu kavram bir araya gelmiş. Tek tek ve tüm haberleri inceliyorsunuz.
Muktedirin ağzından “kul hakkı” kavramının bir kez olsun çıkmadığını görüyorsunuz.
“Kul hakkı”ndan tek söz eden nedense ve sadece, muktedir olmayan muhalif lider.

Ahmet Tan
Cumhuriyet

3 Aralık 2016 Cumartesi

Avrupa Birliği’nde bir çatlak daha mı? - ERHAN NALÇACI

Bu yıl İngiltere’nin AB’den çıkma kararı almasından sonra bir çatlak daha belirdi. 4 Aralık Pazar günü İtalya’da yapılacak Anayasa referandumu tahminlerin ötesinde bir kriz başlığına dönüştü.
Aslında Referandum İngiltere’de olduğu gibi doğrudan AB’den çıkışla ilişkili değil. Merkez sağın lideri, AB, Almanya ve Fransa yanlısı ve son dönem neo-liberal politikaların şampiyonu başbakan Matteo Renzi’nin marifeti olarak gözüküyor referandum.

Yeni Anayasa Taslağı bir çok maddeyi kapsamakla birlikte en çok İtalyan parlamenter sisteminde önerdiği değişiklikle dikkati çekiyor. Temsilciler Meclisi ve Senato olmak üzere iki parçadan oluşan parlamentonun yasama işlemini zorlaştırdığı ve senato üyelerinin masraflarının bir israfa yol açtığı iddia ediliyor. Anayasa Taslağı Senato’yu küçültüyor ve veto yetkisini kısıtlıyor. Böylece Renzi’ye Türkiye’de daha önce “Saldırı Yasaları” diye tanımladığımız işçi sınıfına karşı yasaları daha kolay geçirmesi ve elini güçlendirmesi için olanak yaratıyor.

Üstelik Renzi Referandumda “Hayır”ların kazanması durumunda istifa edeceğini açıklayarak referandumu bir güven oylamasına çevirdi.

Ancak beklenmeyen bir tepki ve eğilim doğdu. Yıllarca süren AB’ye bağlı politikaların altında ezilen, işsiz kalan, geçen yüzyılda kazandığı hakları elinden alınan emekçi sınıflar hızla “hayır”a doğru kaydılar.

Eğer işçi sınıfı siyaseti güçlü olsaydı ve bu eğilimi örgütleyebilseydi, çok farklı sonuçları olabilirdi. İtalyan Komünistleri son yıllarda toparlansalar ve geçmişteki liberal likidasyonu aşarak devrimci bir program altında partileşseler de henüz bu dalgayı kucaklayacak güçte değiller.
İktisadi kriz sonralarında eğer işçi sınıfının öncü siyaseti emekçi kitlelerinin öfkesini örgütleyip düzene karşı bir ayaklanmaya dönüştüremiyorsa genellikle bu tepki sağcı, milliyetçi ve faşizan siyasetlere yarar.

İtalya’da da böyle oldu. Beş Yıldız Hareketi ve çeşitli milliyetçi, faşizan eğilimler güçlendi ve “Hayır” yanıtını kuvvetli bir şekilde örgütlediler.

Bu pazar Renzi’nin referandumu kaybetmesi durumunda hükümetin düşmesi ve İtalya’nın AB’den ve Avro’dan çıkmasını savunan sermaye kesimlerinin ve onlarla ilişkili milliyetçi, faşizan eğilimlerin iktidara gelme olasılığı bulunuyor.

Ve bu eğilim sadece İtalya’nın bir iç meselesi olarak görülemez. Bütün dünyayı etkileyen emperyalist hegemonya krizinin içinde değerlendirilmelidir. Burjuva medyası bile Trump’ın seçilmesi, Breksit ve İtalya’daki işçi sınıfı tepkisinin milliyetçi bir bayrağın altında toplanması arasındaki ilişkiyi fark ediyor.

Eğer bu eğilim güçlenirse ki öyleye benziyor, AB’nin zayıflaması, Almanya’nın kendi çıkarları için daha sert adımlar atması ve bir emperyalist paylaşım savaşı öncesi ittifak ilişkilerinin yeniden harmanlanması beklenir.

Gerçekten AB ortak silah harcamaları ve askeri araştırmalar için ciddi bir fon ayırdığını geçen gün ilan etti.

2017’de İngiltere’nin AB’den çıkış işlemlerinin tamamlanması, Trump politikalarının uygulanmaya başlaması ve AB’deki parçalanma sürecinin varacağı yer, emperyalist sistemde yarım asırdır süren ABD-AB hiyerarşisine dayalı statükoyu dağıtacak gözüküyor.

Erhan Nalçacı/SOL

Yurt değil cezaevi... - ŞÜKRAN SONER

Yayın yasağı koymak gerçekleri tersyüz etmeye yetmedi.. İlgili, sorumlu bakanlar, kamu görevlileri, 10-15 yaşlarındaki kız çocuklarımızın cayır cayır yanarak ölmelerinin günahkârlarını, cemaat örgütlenmelerine İktidarlarının, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kucak açmış olması gerçeğini kamuoyu dikkatinden uzak tutmaya yönelik telaşlı çıkışları, savunmalarında, pot üstüne pot kırınca kimi acı gerçekler sırıtıverdi..

Yangın merdivenlerine açılan kapılar kilitli kalmıştı.. Yok tesadüfen kilitli değilmiş..” derken.. İlk yangına ilişkin raporda, en başından aslında yangın merdivenlerine açılan kapıların hem yanıcı, hem de kapı kolsuz oldukları gerçeği ortaya çıkıverdi..
Yani cemaat eline, namusuna teslim edilmiş kız çocuklarımızın, şeytana uyup kaçabilmeleri olasılığının ortadan kaldırılmasına yönelik, yangın çıkması halinde kaçıp kurtulabilmeleri için, dışarıya doğru kolayca itilerek açılabilmeleri gereken kapıların, açılamayacak biçimde kapalı kalmalarının önlemi alınmıştı.
Kız çocuklarımızın yurda girdikten sonra, bir daha asla dışarıya çıkamamaları haline ilişkin öylesine önlemler alınmıştı ki.. 50 çocuğun birden kaldığı yurtta, bir tek eğitmenin kalması yeterli olabiliyor, daha önce bina erkek yurdu olarak kullanılırken var olan güvenlik kameraları sökülebiliyordu..
Binanın alevlerinin henüz sönmediği görüntüler eşliğinde verilen ilk bilgiler arasında, kız çocuklarımızı cayır cayır yakan gerekçelendirmelerin başında; “En alt kattan en yukarıya kolay yanıcı ahşap döşeme, sentetik halılarla kaplanmış olma, yangının çok kolay yayılıp ahşap tavana ulaşması, tavanın hızla yanarak çökmesiyle.. Oralarını buralarını kırarak camlardan atlayabilenleri dışında kalan kız çocukların birbirlerine sarılmış, ağırlıklı yangın merdivenleri kapılarının yakınlarında cayır cayır yanmış ölü bedenlerinin bulunduğu..” sayılıp duruldu ya..

***

Baş sorumluluğun üzerinde olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’nın üzerine düşen görevleri, yaptığının kanıtı olarak yurdun Bakanlık ruhsatlı olduğundan ve yakın tarihli müfetiş denetiminden de söz edildi ya.. Hemen arkasından da bölgenin çocuklarına dönük Bakanlık yurdunun onarım gerekçeli kapandığı, aslında başka yurtlarda yer de bulunduğu ama çocukların ailelerinin onayı ile cemaat yurdunu seçtikleri.. açıklamaları peş peşe geldi ya..
Şimdi siz siz olun ve acemi tamirciler, yanan sıradan bir kablo gerekçeli çocuklarımızı yakıp kavuran koşullar ile Bakanlığa bağlı olması gereken normal bir resmi yurdun olması gereken koşullarını hele bir karşılaştırın.. Çok kolay, en kolay yolu sağ kurtulan çocuklarımızın kamuoyuna da açıklanacak kameralı ifadelerine başvurma yüreği, sorumlu İktidarları, siyasi- kamu görevlilerinde var mı? Bizden vazgeçtik Bakanlığın sözünü ettiği doğru dürüst bir Meclis araştırma komisyonunda ifadelerine başvurulamaz mı?
Hangi koşullarda nasıl bir kapalı cezaevinde tutulduklarını öğrenmek, ders çıkarma babında bu ülkenin tüm vatandaşlarının, öncelikle de ailelerinin hakları değil mi?
Çocuk hakları, vazgeçilemez insan hakları babından, binanın iç donanımını merak edenlerimiz çıkmaz mı? Yurdun içinde hangi koşullarda yaşıyorlardı? Zamanlarını nasıl değerlendirebiliyorlardı? Örneğin eğitimlerine, çocuk gibi yaşayabilmelerine yönelik hangi teknolojik araçları vardı? Bilgisayar, haberleşme, müzik dinleme, televizyon.. en sıradan kullanılabilir araç ve eşya donanımlarını, binanın yanmış haliyle bile olsa içini görebilir miyiz? Çocuklarımıza kapalı, kilitli tutuldukları kim bilir belki de cezaevleri koşullarını aratan koşullarda, zamanlarını nasıl geçirebildikleri, nasıl yaşatıldıkları sorularını sorabilir miyiz?
Bakanlığın telaşla bir yasa değişikliği ile zaten başından suç olan, Bakanlık dışındaki yurtları, cemaat evlerini en azından sorumluluk kapsamında Bakanlığa bağlama ile işin içinden çıkma şansı olabilir mi? Zaten geçerli hukuk düzeni, eğitim sistemimiz içinde Bakanlığın sorumluluğunu, 14 yıllık İktidar erkleri sürecinde sadece FETÖ’cülere değil, pek çok cemaate birden teslim etme suçlarından pişmanlık, çark ediş anlamına gelebilir mi? Ülkemiz ve dünya çapında FETÖ’cü eğitim kadrolaşmalarını, başka cemaatler de içinde, yandaş vakıflara teslim etme seferberliği ortada iken?..

Şükran Soner
CUMHURİYET