14 Aralık 2016 Çarşamba

15 TEMMUZ'un ŞİFRELERİ - Ahmet Şık / CUMHURİYET


Zoraki nikâhtan zoraki darbeye

Kanlı darbe girişiminin sorumlusu FETÖ’nün, devlet içinde yaklaşık yarım asırdır örgütlenme faaliyeti yürüttüğü biliniyor. Ama darbeye kalkışacak güce AKP döneminde ulaştığı da bir gerçek. AKP ve FETÖ arasındaki ‘zoraki nikâh’ 17-25 Aralık soruşturmaları ile bozuldu. Bu süreçten sonra başlayan ‘düşmanlık’, Türkiye’yi hâlâ soru işaretleri ile dolu 15 Temmuz gecesine taşıdı.

15 TEMMUZ’UN ŞİFRELERİ

15 Temmuz gecesi kanlı ancak başarısız kalan bir darbe girişimine tanık olduk. Bir kısım muhaliflerin halen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir senaryosu olduğuna inandığı ve 248 kişinin cuntacılara direnirken öldüğü darbe girişiminin önlenmesi kuşkusuz Türkiye’nin çok daha kanlı bir sürecin içine girmesini de engelledi. Darbe girişimiyle ilgili yapılabilecek en doğru tespit ortalığa saçılan birçok bilgiye rağmen hâlâ karanlık yanlar barındırdığı.
Darbe girişiminin daha ilk anından itibaren Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) adıyla anılan Gülen Cemaati kadrolarına yönelik başlatılan büyük gözaltı, tutuklama, tasfiye harekâtı, zamanla içine AKP’li tüm muhalifleri alarak genişletildi. Başta asker, polis, yargı mensubu, akademisyen ve öğretmen olmak üzere binlerce kişi kamu kurumlarından tasfiye edilirken, yaklaşık 40 bin kişi de “darbe şüphelisi” olarak tutuklandı.
Ancak darbe gecesi neler yaşandığı, öncesiyle sonrasıyle neler olduğu ve soruşturmanın içeriği hakkında şu ana kadar medyaya sızdırılan kimi şüpheli ifadeleri dışında kamuoyu bilgi sahibi değil. Darbe kalkışmasının saatinden, bir binbaşının ihbarına rağmen Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) zaaflarına dek herkesin kafasında kuşkulara yol açan birtakım sorular halen cevapsız. Birbiriyle çelişen iddia ve ifadelerle herkes “FETÖ’cü olmak” suçlamasıyla karşı karşıya kalırken, Fethullah Gülen Cemaati’ni iktidarına ortak edip suça ortak olduğu ileri sürülen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) eleştirilerden uzak tutuluyor. Yalanlanmayan iddialar ve cevapsız kalan sorular darbe kalkışmasının, AKP ya da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü arttırmak için hayata geçirdiği bir senaryo olduğu kuşkularını besliyor.

KHK’lerle rejim inşası
Darbe girişiminin hemen ardından ilan edilen kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) devlet restore edilerek yeni rejim inşasına hız veriliyor. Evrensel hukuk ve demokrasi kural ve ilkelerinden uzaklaşılıyor. Bürokrasi kadroları tek koşulun biat olduğu biçimde yeniden yapılandırılıyor. Amaçları için dini araçsallaştıran bir cemaat darbenin baş sorumlusu olarak ilan edilirken, devlet bürokrasisine başka dini cemaatların mensupları yerleştiriliyor.

Fark edilmedi mi?
17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları sonrasında terör örgütü ilan edilmesinin ardından Gülen Cemaati’ne yönelik başlatılan soruşturmaların sayısı darbe kalkışmasından sonra doğal olarak artış gösterdi. Ortaya çıkan çok sayıda iddianamenin ortak noktası Gülen Cemaati’nin ordu içindeki örgütlenmesinin başlangıcının 1970’li yıllar, hız kazanmasının ise 1984’ten sonra olduğu.
1990’lı yıllardan itibaren ordu, polis, yargı ve MİT’ten oluşan güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet içinde Fethullahçı örgütlenmeye yönelik çok sayıda haber, yazı, kitap ve raporlara rağmen bu iddialara kulak asılmadığını da birlikte düşünürsek yanıtı aranması gereken en önemli soru karşımıza çıkıyor: “Bu hakikat fark edilmemiş mi? Yoksa fark edilmek mi istenmemiş? Hem sivil hükümetlerin, hem de ‘laikliğin bekçisi’ iddiasındaki ordunun böyle bir örgütlenmeye karşı gevşek davranmasını kim, nasıl açıklayacak? Yoksa bu gevşek tutum bilinçli bir tercih miydi?”
Şu kesin ki Gülen Cemaati birdenbire değil, gücünün doruğuna çıktığında tehlikeli oldu. Yaklaşık yarım asırlık bir zaman dilimine yayılan örgütlenmenin devlet ve toplum için yarattığı tehlikenin sorumlusu elbette tek başına AKP iktidarı değil. Ama Cemaat’in güçlendiği yılların son yıllarda AKP’nin tek başına iktidar olduğu da bir gerçek. FETÖ’nün devleti kendisine “paralel” hale getirdiği gücünün zirvesine çıkma hali, AKP ile kurulan iktidar ortaklığı dönemine denk düşüyor.
Bu gerçekten yola çıkarak, yaşanan tutuklama ve tasfiyeler, haklarından dile getirilen ürkütücü iddialar göz önüne alındığında, “Gülen Cemaati ordu ve bürokrasi içinde gerçekten bu kadar iyi örgütlenmişse, darbe yapmaya ihtiyacı var mıydı” diye de sorabilirsiniz. Ama daha önemlisi, Cemaat 7 Şubat 2012 MİT ve 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarında AKP ve Erdoğan’a yönelik niyetini açık ettiği halde, 248 insanın hayatını kaybetmesine yol açan darbe girişiminin neden önlen(e)mediği çok daha yakıcı ve anlamlı bir soru.

Zoraki nikâhtan zoraki darbeye
Gülen Cemaati’nin devleti kuşatmasının tek sorumlusunun AKP ve Erdoğan olduğunu söylemek çok haklı değil. Gülen Cemaati’nin devlet içindeki örgütlenmesi kimi zaman engellerle karşılaşsa da AKP’den önceki 30 yılı da kapsayarak 45 yıl boyunca sürdü. Haliyle, Cemaat’in devleti kuşatma sürecinin sorumlusu olan çok fazla sayıda siyasi iktidar ve kişi bulunuyor. Ancak en büyük sorumlunun AKP olduğu da bir gerçek. Zira Gülen Cemaati’ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “Ne istedilerse verildiği” ve böylece gücünün zirvesine ulaşması AKP iktidarının 2007- 2012 yılları arasındaki döneminde oldu.
1997’deki 28 Şubat Darbesi’nde Gülen Cemati’nin üstlendiği rol nedeniyle ikili arasındaki en büyük kırılmayı yaratan da daha sonraki zorunlu ittifakın önünü açan da ordu olmuştu. 27 Nisan 2007’deki muhtıranın ardından AKP, ordunun siyaseten geriletilmesini sağlamak amacıyla Gülen Cemaati’yle ittifak yaptı. AKP’nin siyasi desteğiyle, Cemaat’in polis ve yargı teşkilatındaki kadroları bir dizi kumpasla Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını başlattı. AKP, gayriresmi ortaklık ettiği Gülen Cemaati ile birlikte belirlenen ortak düşmanlarını birkaç yıl içinde ortadan kaldırdı. Bu süreçte Cemaat, AKP iktidarının sağladığı neredeyse sınırsız olanaklarla devlet içindeki örgütlenmesinin doruğuna ulaştı. Polis ve yargının tek hâkimi olan Cemaat kendi kişisel hesaplarını da görmeye başladı. Bu sürecin sonuna varıldığında ortada mücadele edecek düşman kalmayınca iki “ortak”, devlet gücünün ve ganimetinin paylaşımında birbirine düştü.

İlk tartışma 7 Şubat
İkili arasında kamusal alana çıkan ilk çatışmaya 7 Şubat 2012’de MİT soruşturması olarak bilinen olayla tanık olundu. Hedef, görünürde MİT’in üst düzey yöneticileri, aslında dönemin Başbakanı Erdoğan’dı. Bu ilk kriz fazla büyümeden, Cemaat’in de geri adım atmasıyla ateşkesle sonlandı. Ancak “zoraki nikâh” bozulmuştu. Bu olaydan sonra ikili arasındaki “çirkin boşanma” süreci başladı.
Kısa süre sonra, Cemaat’in en önemli insan ve para kaynağı durumundaki dershanelerin kapatılması girişimiyle başlayan savaş, 2013 yılında, 17/25 Aralık diye bilinen hükümeti ve Erdoğan’ı hedef alan yolsuzluk ve MİT TIR’ları soruşturmalarıyla geri dönülemez bir “meydan muharebesi”ne dönüştü. Hemen ardından gelen yerel seçimlerde oy kaybetmesine rağmen birinci parti çıkan AKP, birkaç ay sonra doğal lideri Erdoğan’ı da Cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşıyınca Cemaat için sonun başlangıcına gelindi.

‘Kazıma’ operasyonu
Erdoğan’ın talimatıyla devlet bürokrasisinin kilit noktalarından Cemaat kadroları tasfiye edilmeye başladı. Meclis’teki ezici çoğunluğuyla hukuku paspas, yürütme ve yargıyı sopası haline getiren AKP, Gülen Cemaati’ne yönelik adeta kazıma operasyonlarına girişti. Emniyet teşkilatındaki Cemaat mensubu olduğu öne sürülen çok sayıda üst düzey polis ya tutuklandı ya görevlerinden alındı. Aynı şekilde, yargı içinde yuvalanmış, Cemaat mensubu olduğu bilinen birçok hâkim savcı da pasif görevlere atanarak kızağa çekildi.
Cemaat’in finansal kaynaklarını da kurutmak için birçok holdinge, hükümete yönelik muhalif yayınlarına son vermek için de Cemaat’a ait oldukları bilinen medya organlarına kayyım atamalarıyla el konuldu.

Sıra TSK’ye gelince
Açılan soruşturmalarla güvenlik bürokrasisindeki örgütü giderek küçülen Cemaat’in on yıllar boyunca kendini en iyi gizlediği yer olan TSK’ye sıra gelmişti. İzmir ve Ankara merkezli yürütülen iki ayrı soruşturmada isimleri belirlenen birkaç yüz subay şüpheli olarak fişlenmişti. Ağustos Şûra’sında tasfiye edilmeleri hemen hemen kesindi. İzmir merkezli soruşturmayı yürüten Savcı Okan Bato, eğer 15 Temmuz kalkışması olmasa idi ertesi sabah erken saatlerde TSK içindeki Cemaat örgütlenmesine yönelik büyük bir operasyon kararı almıştı. Birkaç yüz subayın bu operasyonlarda gözaltına alınacağı konuşuluyordu.
Bu gelişmelerden güçlü kaynakları ile haberdar olan Cemaat mensubu askerler, başka bir tarihte yapılması planlanan darbeyi zorunlu olarak öne çekti ve 15 Temmuz gecesi kanlı kalkışmayı başlattı.
                                                   
                                                                        ***

Cemaat orduyu nasıl ele geçirdi

Darbe kalkışmasından birkaç gün önce Ankara’da hazırlanan iddianamede, “TSK, 2003’ten sonra Fethullahçı olduğunu bildiği hiç kimsenin ilişiğini kesmedi. Bundan sonra inisiyatif örgüte geçmiştir. Ergenekon ve diğer askeri davalar örgütün TSK üzerinde egemen olması için gerçekleştirilmiştir” değerlendirmesi yapılmıştı.

Gülen Cemaati, örgütlü oldukları polis ve yargı teşkilatındaki güçlerini Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki önlerine çıkan engelleri yok etmekte kullandı. AKP iktidarıyla kurulan ortaklığın sağladığı siyasal destekle, TSK içinde “darbecileri” yargılama kılıfı altında çeşitli örgüt davaları açıldı.
Ergenekon ile başlayan hukuksuzluk zinciri 2010 sonrasında Balyoz, Askeri Casusluk, Poyrazköy gibi davalarla devam etti. Bu davalar nedeniyle yüzlerce kurmay subay terfi alamadı. Kumpas davaları sırasında üç yıllık YAŞ toplantılarında sırayla 12, 37 ve 12 olmak üzere toplam 61 general ve amiral emekli edildi.
Yüzlerce subay sistemden dışlanırken eksik rekabet koşulları içinde terfi eden diğer kurmay albayların büyük bölümünün darbe girişimine karışmış olması, bu kurmaca davalardan nasıl yararlanıldığını ortaya koydu. Bu davalar karara bağlandığında ordunun atama ve terfi sıraları baştan aşağıya değişmişti.

Ilk hedef denizciler
Tasfiyeler için en işlevsel olanı kuşkusuz ki Balyoz davasıydı. Balyoz davası her ne kadar Birinci Ordu Komutanlığı bünyesinde yapılan bir plan seminerini, yani karacı subayların faaliyetini konu alıyor görünse de 194 sanık arasına Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 22 amiralin yanı sıra yine önemli bir bölümü amiralliğe terfi sırası gelmiş ya da gelmekte olan 90 kurmay albay yer alıyordu. Balyoz süreci daha sonra iki ek iddianameyle de genişletilirken, daha sonra İstanbul ve İzmir’de açılan casusluk ve diğer benzer davalarla da 50 dolayında deniz kurmay albayı da tasfiye planlarına eklenmiş oldu. Terfilerle önleri kesilen yaklaşık 140 denizci kurmay albayın çoğu TSK’den atıldı ya da ayrılmak zorunda kaldı.
Çok sayıda denizci kurmay albayı sanık haline getirildiği Balyoz iddianamesi 2010 yazı başında düzenlenmişti. Ağustos başında yapılan YAŞ toplantısı sırasında Deniz Kuvvetleri’nde sadece 7 kurmay albay tuğamiralliğe terfi etti. Darbecilik gibi bir suçlama nedeniyle o yılki YAŞ’ta amiralliğe yükselme sırası gelmiş olan çok sayıda kurmay albay ise sanık durumuna düşürülmüş ve YAŞ’ta değerlendirmeden çıkarılmıştı. Tasfiyelerin devreye sokulan bu ilk aşamasıyla da Balyoz davasında adları geçmeyenlerin önü açılmış oldu.

Önleri açılan amiraller
Kumpas soruşturma / davalarıyla işletilen tasfiye mekanizmasıyla 2010’dan sonra devam eden yıllardaki YAŞ toplantılarında da isimleri ön sıraya çıkarılan birçok kurmay albay bu engellemelere takılmadan amirallik rütbesine terfi etmişti. Rakiplerinin örgütlü biçimde tasfiye edilmesiyle albaylıktan tuğamiralliğe terfi eden bu subayların önemli bölümü 15 Temmuz 2016 kanlı kalkışmasının da aktörleri arasına adlarını yazdırdılar. Darbe kalkışmasından önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda 51’i muharip, 7’si diğer alanlarda olmak üzere amiral kadrosunda 58 kişi bulunuyordu. Cemaatin darbe öncesi dönemde Deniz Kuvvetleri’nin amiral kadrolarının yaklaşık yarısına hâkim olduğu tespitini yapmamızı sağlayan veri ise 24’ünün darbe girişimine katıldığı için tutuklu ya da firari durumda olması.

Hiç etkilenmemişler
Balyoz kumpasından bu yana geçen 6 yıl içinde YAŞ’ta kurmay albaylıktan amiralliğe terfi eden denizci subayların darbe girişimi içindeki rollerini, “Cemaat’in 17-25 Aralık sonrası dönemde hükümetle açık bir çatışma hali içinde olmasına karşılık, Deniz Kuvvetleri’ndeki kazanımlarını bu durumdan hiç etkilenmeden ilerlettiği ortaya çıkıyor” tespiti yaptığı yazısında Hürriyet gazetesinde Sedat Ergin şöyle sıralamıştı:,

2010 YAŞ:
Amiralliğe terfi eden 8 kurmay albaydan biri olan Ömer Faruk Harmancık İstanbul’daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak 15 Temmuz darbe girişiminin Deniz Kuvvetleri cephesindeki önde gelen aktörlerinden biri olarak tutuklandı. Görev yeri İstanbul olmasına rağmen, Tuğamiral Harmancık darbenin Ankara’daki ana merkezi olan Akıncılar Hava Üssü’nde yakalanmıştı.
2011 YAŞ:
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Deniz Kuvvetleri Komutanı Murat Bilgel. Bu şûrada tuğamiralliğe terfi eden 7 kurmay albaydan 2’si darbe girişimine katıldıkları için geçen hafta tutuklandı, 2’si ise firari.
2012 YAŞ:
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Deniz Kuvvetleri Komutanı Murat Bilgel. Bu şûrada tuğamiralliğe 8 kurmay albay terfi etti. Darbe sonrası bu devreden 3’ü tutuklanırken birisi firarda.,
2013 YAŞ:
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Deniz Kuvvetleri Komutanı Murat Bilgel. Bu şûranın cemaat açısından bir rekor yılı olarak geçtiği anlaşılıyor. Çünkü albaylıktan tuğamiralliğe terfi eden 8 kurmay subaydan 7’si bugün darbe girişimiyle ilişkili olmakla suçlanıyor; 6’sı tutuklu, 1’i firari.
2014 YAŞ:
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Bostanoğlu. Bu şûrada terfi eden 8 tuğamiralden 2’si darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle tutuklu.
2015 YAŞ:
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Bostanoğlu. Cemaat açısından bir başka verimli yıl. Bu yıl tuğamiralliğe terfi eden 7 denizciden 5’i darbeye katılmakla suçlanıyor. Ayrıca halen ABD’de firari durumda olan Mustafa Zeki Uğurlu tümamiralliğe terfi ettirilmiş bu YAŞ’ta. O yıl yükselen diğer 3 tuğamiral de bu şûrada uzatma almış; yani bir şekilde sistem içinde tutulmuşlardı.

VE KARA KUVVETLERİ

Deniz Kuvvetleri’ndeki tasfiye ve terfi operasyonları Kara Kuvvetleri için de söz konusuydu. Darbe girişiminden tutuklanan generallerin önemli bölümü, özellikle 2013 olmak üzere 2014 ve 2015’teki YAŞ toplantılarıyla terfi etmişlerdi. Darbe kalkışmasından sonra tutuklanan 21 generalden 18’i 2013 YAŞ’ında albaylıktan terfi eden tuğgenerallerdi. Dikkat çeken nokta, ilk 9 sırada terfi eden subayların hepsinin tutuklanmış olmasıydı. 2014’te, birisi kalkışma sırasında öldürülen 19, 2015’te ise 22 general darbe girişiminin şüphelisi olarak tutuklandı. 2011-2015 dönemi YAŞ kararları ile tutuklanan generallerin listesini karşılaştırarak yapılan çalışma sonucu ortaya çıkan tablo şöyle:

2011 YAŞ: Genelkurmay Başkanvekili ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Özel’di. Bu şûrada toplam 22 kurmay albay generalliğe terfi etti; bunlardan yalnızca 3’ü tutuklu. Yani darbeye karışan generaller açısından düşük bir oran.
2012 YAŞ: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Hayri Kıvrıkoğlu idi. Bu şûrada korgeneralliğe terfi eden 5 tümgeneralden bir ve ikinci sıradaki Metin İyidil ve Erdal Öztürk 15 Temmuz’dan sonra tutuklandı. Aynı şûrada 12 tümgeneral olanlardan sadece 2’si, darbeye karıştıkları gerekçesiyle tutuklu. 2012 YAŞ’ında tuğgeneralliğe terfi ettirilen 23 kurmay albaydan 6’sı darbe girişimi sonrasında tutuklandı. Bu dönemin terfileri içinde darbe girişimine katılım oranı açısından sınırlı bir artış var.
2013 YAŞ: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Hayri Kıvrıkoğlu idi. Bu şûrada tuğgeneralliğe terfi eden 25 kurmay albaydan 18’i 15 Temmuz sonrasında tutuklandı. Dikkat çeken nokta, ilk 9 sırada terfi eden subayların hepsinin de tutuklanmış olması.
2014 YAŞ: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar idi. Bu YAŞ’ta bir korgeneral, Adem Huduti orgeneral rütbesine terfi etti ve darbe girişimı sırasında da tutuklandı. 5 tümgeneral korgeneral rütbesine çıktı, bunlardan İbrahim Yılmaz ve Salih Ulusoy, 15 Temmuz sonrasında tutuklandı. Aynı toplantıda 11 tuğgeneral tümgeneral oldu. Bunlardan 5’i bugün tutuklu. Asıl ilginç olan: 21 kurmay albay tuğgeneral oldular ve bunların 12’si bugün tutuklu. Bu 21 tuğgeneralden, yüzde 57 oranına tekabül eden 12’si bugün tutuklu. Oran yüzde 57. Bu devrenin birincisi olan ve darbe girişiminin önde gelenlerinden Tuğgeneral Semih Terzi, 15 Temmuz akşamı Özel Kuvvetler Karargâhı’nı bastığında kendisine direnen astsubay Ömer Halisdemir tarafından vurularak öldürüldü.
2015 YAŞ: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar’dı. Bu YAŞ’ta 6 tümgeneral korgeneral rütbesine çıktı. Bunlardan 2’si bugün tutuklu. Tuğgenerallikten tümgeneralliğe terfi eden 9 generalden 2’si tutuklu. Bunlardan biri ünlü Mehmet Dişli. Albaylıktan generalliğe terfi eden 26 subaydan ise 18’i 15 Temmuz sonrası tutuklandı. Oran ürkütücü: Yüzde 70. Bu veriler yan yana getirildiğinde, 2013, 2014 ve 2015 YAŞ toplantılarının darbe girişimine karışan generallerin önünü açan bir işlev gördüğü ortaya çıkıyor.

Birinci görev: Ordunun cemaatleşmesi
45 yıla yayılan örgütlenmesinde Gülen Cemaati’ni, herhangi bir şiddet eylemiyle ilişkilendirilecek bilindik bir örnek yoktu. Hükümet yanlısı medya organlarında Cemaat hakkında bazı suikast ve cinayetlere karıştıklarına yönelik çeşitli iddialar dile getirildi. Ancak bu iddiaların somut delilleri ortaya konulamadı. Cemaatin darbe girişimine neden kalkıştığı sorusu Türkiye siyasetini, yakın geçmişin iki önemli güç odağının ilişkilerini ve aralarındaki gerilim dolu savaşı izleyenler için anlamlı değil. Çünkü darbe girişimi olmasaydı, Cemaat’in kendini en iyi gizlediği yer olan TSK içinde örgütlenmesi, birkaç yıldır AKP’yle süren şiddetli savaşın son cephesi olacaktı. Herkesin aklını karıştıran sorulardan bir diğeri de, ordu içindeki varlığı 1980’lerin başına kadar uzandığı düşünülen Cemaat’in darbe yapacak kadar güçlü olup olmadığıydı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan “Gülen Yapılanması” ana iddianamesinde de Cemaat’in TSK içindeki örgütlenmesine ilişkin kimi savlar dile getiriliyordu. “TSK içindeki FETÖ yapılanması endişe verici boyutlara ulaşmıştır” tespiti yapılan iddianameye göre, Cemaat’in ordu içindeki örgütlenme faaliyetlerinin 1984’ten sonra hız kazandığı ve TSK içerisine yerleştirilen öğrencilerin birçoğunun kurmay albay veya general rütbesine kadar yükseldiği anlatılıyordu. 1983-2014 arasında toplam 400 TSK personelinin Gülen Cemaati üyesi oldukları gerekçesiyle YAŞ kararıyla ordudan ihraç edildiği belirtilen iddianamede, “Ancak TSK, 2003 yılından sonra Fethullahçı olduğunu bildiği hiç kimsenin ilişiğini kesmemiştir. Bundan sonra inisiyatif örgüte geçmiş ve TSK içinde bu örgütten olmayan veya muhalif olan herkesi tasfiye etmeye başlamıştır. Ergenekon ve diğer askeri davalar sivil siyaset üzerindeki askeri vesayetin kaldırılması için değil, örgütün TSK üzerinde egemen olması için gerçekleştirilmiştir. Bu gün TSK içerisinde önemli oranda kurmay subay olarak FETÖ mensubu bulunmaktadır. Ordunun cemaatleşmesi, kontrol altına alınması, örgütün siyasi hedefleri için zorunlu ve birinci görevidir. Askeri disiplin ve hiyerarşinin dışında bir de örgütlü TSK cemaat yapılanması bulunmaktadır” tespiti yapılıyordu.

AKP hükümetine ve Türkiye medyasının bütününe bakılırsa bu kanlı darbe girişiminin sorumlusu Fethullah Gülen Terör Örgütü (FETÖ) mensupları. Bu tezi destekleyen en önemli bulgular ise darbe girişiminde rol aldığı öne sürülen bazı askerlerin savcılıkta verdiği ifadeler. En önemli ifadelerden birinin sahibi ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın yaverliğini yapan Yarbay Levent Türkkan. Medyaya sızdırılan ifadelerinde Türkkan’ın, mensubu olduğunu söylediği Gülen Cemaati’nin darbeyi planladığı ve Orgeneral Hulusi Akar’ı da makam odasına kendi yerleştirdiği cihazla dinlediklerini anlattı. Ancak büyük önem atfedilen bu ifadenin sahibi Türkkan’ın, medyada yer alan fotoğraflarında kaburgaları ve elleri kırılmış olduğu ve ağır işkence gördüğü anlaşılıyordu.
Çeşitli soruşturmalar nedeniyle meslekten atılan ya da görevden uzaklaştırılan Gülen Cemaati’ne mensup olduğu öne sürülen bazı polislerin de darbecilerle birlikte hareket ederken yakalanması da Cemaat ile ilgili kuşkuları güçlendirdi. Bu polislerden biri olan Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Gürsel Aktepe, savcılıkta telefonuna “Darbe oldu herkes destek için çıksın daha önce çalıştığı yerin yakınına geçsin, General Mehmet ile irtibata geçsin” mesajı gelmesi üzerine harekete geçtiğini anlattı.

Akar’ın ifadesi
Darbe girişiminin cemaatle bağlantısına dair en çarpıcı ifadenin sahibi ise Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar. Akar, 15 Temmuz gecesi rehin alındıktan sonra darbe bildirisine imza koyması istenirken, “Dilerseniz sizi kanaat önderimiz Fethullah Gülen ile görüştürürüz” denildiğini anlattı. Akar, bu teklifi yapan ismin darbenin Ankara’daki merkezi olan Akıncı Hava Üssu’nün komutanı Tuğgeneral Hakan Evrim olduğunu, ancak kendisinin “Ben kimse ile görüşmem” diyerek terslediğini söyledi. Evrim ise hem Akar’ın ifadelerini hem de suçlamaları reddettiği ifadesinde “Fethullah Gülen’i tanımam” dedi.
                                                                          ***
  
‘Faaliyet başlıyor’ dedi Akar’ın odasına gitti

15 Temmuz günü darbeciler son toplantılarını yaparken, bir binbaşı MİT’e gidiyor ve bir baskın ve suikast ihbarında bulunuyordu. MİT bilgiyi Genelkurmay’a iletiyor ve olağanüstü bir toplantı yapılıyordu. Toplantıda bir dizi önlem alınıp duyurulurken, bu emirden haberi olmayan bazı komutanlar iki ayrı düğüne gidiyordu.

15 Temmuz günü Genelkurmay Karargâhı’nda hummalı bir hazırlık vardı. Darbeciler son toplantılarını yapıyordu. Bu sırada MİT Müsteşarlığı’na giden bir binbaşı ihbarda bulunuyordu: MİT’e baskın yapalarak Hakan Fidan ya da üst düzey birilerine suikast yapılacak.
MİT bilgiyi Genelkurmay’a iletiyor, Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı, daha sonra MİT Müsteşarı’nın da katılacağı toplantıda bir dizi önlem alıyordu: Tüm askeri uçuşlar yasaklanacak. Zırhlı araçlar birliklerinden çıkmayacak.
İlginç biçimde bu emirden haberi olmayan bazı komutanlar iki ayrı düğüne ya da evlerine gidiyordu. MİT Müsteşarı Fidan Genelkurmay’dan ayrıldıktan sonra Tümgeneral Mehmet Dişli, “Faaliyet başlıyor, gece 03.00’ten şimdiye alındı” diyerek Akar’ın odasına yöneliyordu.

İhbarcı asker MİT’e gidiyor

15 TEMMUZ ÖĞLEDEN SONRA / GENELKURMAY
Orgeneral Akar’ın yaveri Levent Türkkan, bir gün önce darbe yapılacağını kendisine söyleyen Albay Orhan Yıkılkan’la birlikte, kendisi gibi Cemaat mensubu olduğunu söylediği Tümgeneral Mehmet Dişli’nin odasında toplantıdaydılar. Türkan savcılık ifadelerinde şöyle anlatmıştı: “Odada sadece üçümüz vardık. Girer girmez darbeye ilişkin mevzuyu konuşmaya başladık. Tümgeneral Mehmet Dişli darbe teşebbüsü başladığında önce Hulusi Akar Paşa’nın odasına kendisinin tek başına gireceğini, ona darbeyi tebliğ edeceğini, onun kabul etmesi halinde darbe faaliyetinin başına geçirileceğini bize söyledi. Bunu söylerken bize ‘Genelkurmay Başkanı’na Kenan Evren olacak mısın, olmayacak mısın diye soracağım’ şeklinde beyanda bulundu. Ayrıca Genelkurmay Başkanı’na darbeyi tebliğ ederken kendisini sevdiğimizi, saydığımızı, kabul etmesi halinde darbenin başına geçireceklerini söyleyeceğini bize bildiridi. Elinde bir not kâğıdı vardı. Oraya Genelkurmay Başkanı’na söylediklerini tek tek yazmıştı. Söylediğine göre Hulusi Akar darbe faaliyetinin başına geçmeyi kabul ederse Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Akın Öztürk olacaktı.

15 TEMMUZ SAAT 14.45 /ANKARA - YENİMAHALLE
Genelkurmay’da hazırlıkların sürdüğü saatlerde, Kara Havacılık Okulu’nda binbaşı rütbesiyle görev yapan H.A. isimli meçhul bir subay da Ankara Yenimahalle’deki MİT merkezine gelip kendini tanıttıktan sonra önemli bir konuda ihbarda bulunacağını söylüyordu. Kısa süreli bir bekleyişten sonra Binbaşı H.A. karşısına çıkarıldığı yetkililere bildiklerini anlattı. Ancak ihbar, bugüne dek bilinenlerin aksine darbe olacağına dair değildi. Binbaşı, MİT’e baskın yapılarak Hakan Fidan ya da üst düzey birilerine suikast yapılacağını söylemişti.
15 TEMMUZ SAAT 15.30 / ANKARA - ÇANKAYA
Cumhurbaşkanı’nın Marmaris’te hangi otelde kaldığı bilgisini darbeci Fırat Alakuş’a iletecek kişi Erdoğan’ın Başyaveri Ali Yazıcı’ydı. Kalkışmanın en önemli aşamasına dair son planlamayı yapmak için Fırat Alakuş ve Emir Güven, 15 Temmuz’da saat 15.30’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’na giderek Ali Yazıcı ile buluştu. Yazıcı’nın masasında bazı turistik tesislerin işaretlendiği, üzerinde Marmaris yazan uydu görüntüleri ve planlar bulunuyordu. Güven’in ifadesine göre Yazıcı, “Cumhurbaşkanı’nın yanına gider, yerini öğrenirim. Benden şüphelenmezler” demişti. Bir sıkıntı olması durumunda ise Yazıcı elindeki boş zarfı göstererek, “Genelkurmay’dan gelen Paralel Yapı’ya ilişkin önemli bilgiler içeren bir zarfı getirdiğini” söyleyecekti.

15 TEMMUZ SAAT 16.03 / ANKARA - YENİMAHALLE
MİT’te Binbaşı H.A. ile mülakat sürerken, bu meçhul ihbarcının kim olduğu da araştırılmış, daha önceden devamlı bilgi alınan bir kaynak olmayan H.A’nın, evliliğinin Cemaat ilişkileriyle olduğu öğrenilmişti. İhbarcı H.A. kendisi dışında bu operasyonda görevlendirildiklerini bildiği iki subayın daha ismini bildirmişti. Sonunda, ihbarın içeriğinden emin olunduktan sonra edinilen bilgiler Müsteşar Hakan Fidan’a aktarıldı.

15 TEMMUZ SAAT 17.04 / İSTANBUL - BAĞCILAR
Meclis’in darbe girişimini araştırmak için kurduğu komisyona ifade verenlerden birisi kalkışma sırasında darbecilere direnirken vurulan Albay Davut Ala’ydı. Albay Ala, ifadesinde ilginç bir detayı anlattı. Albay Ala, darbe günü cep telefonuna “15-16-17 Temmuz günleri Ayasofya, Taksim, Sultanahmet, Marmaray, metro ve vapur seferleri. Sancaktepe, Fatih, Kartal eylem ikazı” içeren bir mesajın geldiğini söyledi. Bu mesajın kuşkulu olduğunu belirten Ala, “Neredeyse İstanbul’un her yeri eylem ikazı haline dönmüş. Normalde eylem ikazı gelir ama belirli bir bölge için olur. Üç gün boyunca İstanbul’un her yerinde eylem ikazı. Bir hazırlık süreci olduğu buradan belli” dedi.

15 TEMMUZ SAAT 17.00 / GENELKURMAY
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın ifadesine göre Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler MİT’ten iletilen bilgiyi aktardı. Orgeneral Akar, MİT’ten iletilen bilgiye ciddiye alarak Yaşar Güler ve Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak ile alınacak tedbirlerle ilgili toplantı yapmaya başladı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan da Genelkurmay’a gelerek Orgeneral Akar’la toplantıya girdi.

15 TEMMUZ SAAT 18.30 / GENELKURMAY
Hakan Fidan’ın da katıldığı toplantıda alınacak önlemler belirlenmişti. Tüm Türkiye hava sahasında bulunan askeri helikopter ve uçaklara uçuş yasağı getirilirken, havada bulunanlara da üsse dönme emri verilmesi kararlaştırıldı. 2’nci Başkan Yaşar Güler’in söz konusu emri Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Merkezi’ne iletmesiyle tüm askeri hava araçlarının uçuşlarının durdurulması emri tüm üslere ulaştırıldı. Akar ifadesinde, olası hareketliliğe yönelik tedbirler kapsamında Kara Kuvvetleri Komutanı (KKK) Salih Zeki Çolak’a, Merkez Komutanlığı’ndan ve Adli Müşavirlik’ten personeller alıp Kara Havacılık Okulu’na gitmesini, olayı tereddüde yer bırakmayacak şekilde çözüp, idari ve adli tedbirleri ivedi bir şekilde alması talimatını verdiğini de söyledi. “Değerlendirmelerimizde ve gelen bilginin daha büyük bir planın parçası olabileceğini mütalaa ettik” diyen Akar, alınan tedbirlerle yetinmeyerek, Ankara Garnizon Komutanı Korgeneral Metin Gürak’ı da telefonla arayarak görevlendirdi. Buna göre Gürak, Etimesgut Zırhlı Birlikler Tümeni’ne gidecek, hiçbir tank ve zırhlı aracın hiçbir sebeple birlik dışına çıkmasına müsaade edilmemesi yönünde tedbirler alacaktı.

Darbecilerden karşı hamle

15 TEMMUZ SAAT 19.26 / GENELKURMAY
Genelkurmay’ın emirleri doğrultusunda uçuşların durdurulması işlemleri tamamlandı. Karargâhın uçuşların durdurulması ve havadaki görevli uçakların indirilmesine ilişkin talimatı Hava Kuvvetleri Harekât Merkezi’ne iletilip bu direktif, Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezi tarafından tüm birliklere tebliğ edildi. Saat 19.56’da, alınan kararların tüm birliklere ulaştığından emin olunmak için direktif ve emirler teyyiden bir kez daha gönderildi. Genelkurmay Karargâhı’nda komutanların MİT yöneticileriyle toplanmasının nedenini anlayan darbeciler de karşı hamleye girişmişlerdi. İlk önce kendilerine direneceğini düşündükleri askerleri Karargâh’tan uzaklaştırmak istediler. Bunlardan birisi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın koruma ekibinden Astsubay Mahir Eser’di. Polis ve savcılıkta verdiği ifadelerde neler yaşandığını Eser şöyle anlatıyordu: “Komutanının makam odasının önünde nöbet tutarken 20.00 sıralarında telsizden çıkış hazırlığı için anons yapıldı. Koruma araçları ve Akar’ın makam arabası geldi. Ama kısa süre sonra emir astsubaylığından bütün koruma araçlarının garaja çekilmesi talimatı geldi. Araçlar geri çekildi.

Yanıma gelen Keşif Unsur Tim Komutanı İsa Başçavuş, ‘Artık çıkış olmayacakmış’ diyerek nöbeti devraldı. Ben, koridorda yürürken Genelkurmay 2’nci Başkanı’nın bulunduğu karşı koridorda Özel Kuvvetler’de bilgisayar işlerine bakan Talha Astsubayın sivil olarak Akar’ın emir astsubaylığının makamına doğru geldiğini gördüm. Şaşırdım. Çünkü normalde bir astsubayın o koridorda bulunması imkânsızdır. Emir astsubayları, Talha Astsubayı samimi bir şekilde karşıladıktan sonra birlikte makamlarına geçti. Kuşkulandım ve biraz oyalandım. Sonra Koruma Müdürü izinli olduğu için onun yerine bakan Başçavuş Muharrem Uzun’un yanına gidip ona sordum. ‘Ben de bilmiyorum’ yanıtını verdi.

Emirlerden haberleri yok

15 TEMMUZ SAAT 20.31 / GENELKURMAY
MİT Müsteşarı Hakan Fidan Genelkurmay Karargâhı’ndan ayrıldı. Emir teyidi için üçüncü kez talimatlar tüm birliklere gönderildi. Ancak, her türlü hava ve kara hareketliliğinin yasaklandığına yönelik emirler birliklere duyurulmasına rağmen, ilginç biçimde bu talimatlardan haberdar olmayan bazı kuvvet ve ordu komutanları İstanbul ve Ankara’daki iki ayrı düğüne ya da evlerine gidiyorlardı. Yarbay Levent Türkkan’ın ifadesine göre Hakan Fidan çıktıktan sonra operasyon başlamış, ÖKK’den tam teçhizatlı 20 asker Karargâh’a girmişti. Bu sırada Tümgeneral Mehmet Dişli, “Faaliyet başlıyor, gece 03.00’ten şimdiye alındı” dedikten sonra Hulusi Akar’ın odasına yöneldi.

                                                                                  ***

‘Komutanım, bu iş bitti herkes yola çıktı’

Darbe girişimi gecesi saat 21’de Tümgeneral Mehmet Dişli, Genelkurmay Başkanı Akar’ın odasına giderek onu darbeye ikna etmeye çalıştı. Başarısız olunca karargâhtan silah sesleri yükselmeye başladı. İstanbul’da ise tanklar çoktan sokağa inmişti.

15 Temmuz gecesi Tümgeneral Mehmet Dişli, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın odasına girip “Komutanım operasyon başlıyor” deyince, Akar’ın sert tepkisiyle karşılaşıyordu. Akar’ı ikna edemeyen Dişli, odadan çıkıp Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan gelen askerlere Akar’ın odasına girmeleri talimatını veriyordu.
Bir süre sonra Genelkurmay Karargâhı’ndan silah sesleri yükseliyor, savaş uçakları Ankara’da alçak uçuş yapıyor, İstanbul’da Köprüler zırhlı birlikler tarafından kapatılıyordu. Tankların sokakta olduğu bilgisi sosyal medyada paylaşılınca darbe girişimi tüm ülkede duyuluyor, Türkiye uzun bir geceye başlıyordu.

Ne operasyonu, manyak mısın?

* 15 TEMMUZ GECESİ / GENELKURMAY

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, darbe girişimi sonrası savcılıkta verdiği ifadede, Tümgeneral Mehmet Dişli’nin odasına gelişini “Tam emin olmamakla birlikte muhtemelen saat 21.00’e doğruydu” diye belirterek şöyle anlatıyordu:
“Arkam kapıya dönük bir şekilde yuvarlak toplantı masasında çalışırken kapı çaldı. Ben ‘Gir’ dedim ve hatta, ‘Kimsin, bu saatte’ gibi bir şey de söyledim. Baktığımda Karargâhta görevli Tümgeneral Mehmet Dişli’nin geldiğini gördüm. Dişli, oturmakta olduğum masadaki sandalyelerden birine oturup heyecanlı ve geçmişte bildiğim, alışık olduğum ruh halinden farklı bir tarzda ‘Komutanım operasyon başlıyor, herkesi alacağız, taburlar, tugaylar yola çıktı. Biraz sonra göreceksiniz’ gibi şeyler söyledi. Ben ilk önce anlamlandıramadım. Cümle içinde belki ‘uçaklar’ demiş olabilir. Ancak bunun bir kalkışma olarak ifade edebileceğim bir operasyon olduğunu anladım ve hiddetle ‘Ne diyorsun ulan sen, ne operasyonu, sen manyak mısın, sakın ha’ şeklinde bağırdım. Genelkurmay İkinci Başkanı ve diğer komutanların nerede olduğunu sordum. Bana, ‘Heyecanlanmayın, rahat olun, gelecekler’ gibi laflarla karşılık verdi. Benim seninle, bir başkası ile böyle işlerin içerisinde olanlarla hiçbir işim olamaz. Sen benimle ne biçim konuşuyorsun? Kim bunlar? Siz kimsiniz? gibi soruları sürekli, hiddetle sıraladım. Çok öfkelenmiştim. Gittikleri yolun yanlış olduğunu, büyük bir bataklığa battıklarını, cezasını çekeceklerini, hiç olmazsa bir erkeklik gösterip başkalarını bu işe bulaştırmadan ve ölüm kalım olmadan bu işi sonlandırmalarını, hemen giriştikleri bu girişimi durdurmalarını söyledim. Fakat ikna edemedim. Kendisi, benim böyle hiddetli karşı çıkmama rağmen sinirlerine hâkim olmaya çalışıyordu ve sakin görünerek, ‘Komutanım bu iş bitti ve herkes yola çıktı’ anlamında şeyler söylüyordu. Arkam kapıya dönük olduğu için kapının açık olup olmadığını fark etmedim. Bir ara Mehmet Dişli, sanırım dışarıya doğru hareketlendi.”

AKAR’IN BOĞAZINI SIKTILAR

* 15 TEMMUZ SAAT 20.50 / GENELKURMAY
İfadelerine göre Yaver Türkkan, makam odasının kapısı önünde Albay Orhan Yıkılkan, Özel Kalem Müdürü Albay Ramazan Gözen, Yüzbaşı Serdar Tekin, koruma timinde görevli Astsubay Başçavuş Abdullah Erdoğan ile birlikte bekliyordu. Yanlarında ÖKK’den gelen tam teçhizatlı, eğitim kıyafeti giymiş, silahlı, miğferli askerler de vardı. Dişli ile Akar arasında ne konuşulduğunu duymuyorlardı. Yaver Türkkan, odaya girdikten 5 dakika sonra dışarı çıkan Mehmet Dişli’nin dışarı çıkar çıkmaz kendilerine hitaben, “Ortada. Girin!” talimatı verdi.
Türkkan’ın ifadelerine göre, Dişli ile birlikte Orgeneral Akar’ın en yakınında görev yapan subaylar arkalarında ÖKK’den gelen tam teçhizatlı askerlerle birlikte girdikleri odada, komutanlarının kendilerine hitaben “Yanlış yapıyorsunuz, bu böyle olmaz” sözlerini duydular. Elinde Akar’a doğrultulmuş bir tabanca tutan Yaver Türkkan, “Komutanım otur, kalkma. Sakin olun, zorluk çıkartmayın” diye bağırdı.
Bu sırada birisinin kendisini iterek sandalyeye oturttuğunu belirten Akar, nasıl darp edildiğini ifadesinde şöyle anlattı: “O esnada arkadan bir başkası el havlusu tarzında bir şeyle hem ağzımı hem burnumu kapatarak nefes almamı engelledi. Kolunu boğazıma doladı, sıktı. İp türü bir cismin boğazıma sürtünmesiyle, nefes almakta güçlük çektiğim için debelenirken bir başkası plastik kelepçeyi bileklerime taktı. Benim bu şekilde direnmem üzerine burnumu açacak şekilde ağzımı kapattılar.”
İfadesinde komutanın ağzını kapatanın Yüzbaşı Serdar Tekin olduğunu belirten Yaver Türkkan, elindeki tabancayı bir kenara bıraktıktan sonra Akar’ı koltuklardan birine oturttu. Akar, istediği su verilip içtikten sonra Genelkurmay Karargâhı’ndaki olağanüstü gecenin en olağandışı talebinde bulundu. Akar, o koşullar altındayken dahi abtes alıp namaz kılmak istediğini söyledi. Yaver Türkkan’ın ifadesine göre Akar, yanında Yüzbaşı Serdar Tekin ve Başçavuş Abdullah Erdoğan varken makam odasının arka kısmındaki bölümde üzerini değiştirip namazını kıldı.
İfadelere göre Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, cunta ile işbirliğine yanaşmamıştı. Karargâhın içine dağılan ÖKK timi, bazı sivillerle birlikte hareket eden darbeci askerlerin işaret ettiği herkesi kelepçeleyip gözaltına alıyordu. Saat 21.30 sıralarında, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler de, emir subayı Mehmet Akkurt’un yönetimindeki bir grup ÖKK timi tarafından makamında tartaklanarak gözaltına alındı. Bu sırada karargâhın dışında darbecilerle komutanların korumaları arasında çatışma da çıkmıştı.

Karargâhta silah sesleri

* 15 TEMMUZ SAAT 21.35 / GENELKURMAY
Kalkışmanın başladığından habersiz olan Orgeneral Salih Zeki Çolak, Yaver Levent Türkan’dan gelen telefon üzerine Genelkurmay Karargâhı’na gelmişti. Türkkan, “Komutanım, Genelkurmay Başkanımız sizi ve özellikle Kurmay Başkanımız İhsan Uyar’ı Karargâh’a bekliyor” demiş o da talimata uymuştu. Çolak, Karargâh’a girdikleri sırada gördüğü ÖKK askerlerinin tatbikat amaçlı bulunduklarını düşünürken birden silah sesleri duydu. Bu kez aklına gelen, dışarıdan bir saldırı olduğu ve ÖKK timlerinin de koruma amaçlı Karargâh’ta bulunduğuydu. Aracından indiği sırada, darbecilerin safında olduğunu bilmediği Genelkurmay Başkanı Özel Kalem Müdürü Kurmay Albay Ramazan Gözel’in kendisinden binaya girmesini isteyen sesini duydu. Çolak, Kurmay Başkanı İhsan Uyar’la birlikte içeri girer girmez ÖKK timlerinin kafalarına silah dayayıp kendilerini yere yatırmasıyla ne olduğunu anladı. Timlere müdahale etmek isteyen emir astsubayı Piyade Başçavuş Bülent Aydın da bu sırada öldürüldü. Komutanlar Çolak ve Uyar götürüldükleri Orgeneral Yaşar Güler’in odasında el ve ayakları kelepçelenip, kafalarına torba geçirilerek beklemeye bırakıldılar.
Genelkurmay Başkanlığı Yerleşkesi’nden silah sesleri duyulduğu bilgisi Başbakanlık Koordinasyon Merkezi’ne iletildi. Telefonla aranan Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Kontrol Merkezi (SKHKM) yetkilileri, “Ani müdahale mangaları tarafından tatbikat yapılıyor” yanıtını verdi.

* 15 TEMMUZ SAAT 21.45 / ANKARA
 Kalkışmada en ağır tahribatı veren hava saldırılarında kullanılan F-16’ların kaldırılması için düğmeye basıldı. Uçuş yasağı emrine rağmen, saat 21.45’ten itibaren bazı askeri üslerden, değişik tanıtıcı kodlar ve çağrı isimleri kullanılarak kalkış yapılmaya başlandı. İddiaya göre hava operasyonlarını yöneten isim Tuğgeneral Hakan Evrim ve Akın Öztürk’ün damadı olan Akıncı Üssü’ndeki 141’inci Filo’nun komutanı Hava Pilot Kurmay Yarbay Hakan Karakuş’tu.
Plana göre 16 Temmuz sabahı 03.00’te başlatılacak darbe girişimi, deşifre olunduğu anlaşılınca öne çekilmişti. Genelkurmay’da komuta kademesinin rehin alındığının bildirilmesinden sonra darbeciler de harekete geçti. Karargâh’tan silah sesleri yükseldiği sıralarda, başkent semalarında da savaş uçakları kimi zaman ses hızını da aşarak alçak uçuş yapıyordu. TBMM ve Genelkurmay Karargâhı’nın bulunduğu bölgede, F-16’ların alçak uçuş yapmaya başlaması üzerine Silahlı Kuvvetler Komuta Harekat Kontrol Merkezi (SKHKM) bir kez daha arandı. Bir kez daha, tatbikat yapıldığı yanıtı verildi. Aynı dakikalarda, Gölbaşı’nda bulunan Polis Özel Harekât Başkanlığı ile Havacılık Dairesi Başkanlığı’na düzenlenecek hava saldırısında kullanılacak F-16 savaş uçakları için hazırlık yapılıyordu.

* 15 TEMMUZ SAAT 22.30 / GENELKURMAY
 En yakınlarındaki subayların da aralarında bulunduğu darbeciler tarafından gözaltına alınan üst düzey komutanlar cuntanın merkezi Akıncı Üssü’ne götürülecekti. Tümgeneral Mehmet Dişli’nin “Gidiyoruz” talimatıyla ÖKK askerleri, Hulusi Akar’ı bir helikoptere bindirdiler. Helikopterde, Akar’ın üzerine doğrultulmuş silahlar tutan askerlerin yanında Mehmet Dişli de vardı. 22.30 sıralarında bir başka helikoptere de Salih Zeki Çolak ve İhsan Uyar bindirildi. 20 dakikalık bir uçuştan sonra Çolak ve Uyar da, gözaltına alınan diğer komutanlar gibi Akıncı’ya getirilmiş oldu. Tuğgeneral Atilla Gökesaoğlu ve Tuğgeneral Ertuğrulgazi Özkürkçü de Genelkurmay Karargâhı’nda gözaltına alınıp Akıncı’ya getirilmişlerdi.

* 15 TEMMUZ SAAT 22.30 / İSTANBUL - MODA
 Genelkurmay Karargâhı’nda öğleden sonra başlayan hareketlilikten ve alınan bir dizi önlemden bazı kuvvet ve ordu komutanlarının haberi bile olmamıştı. Ülke hava sahası askeri uçuşlara kapatılmış olmasına rağmen Hava Kuvvetleri Komutanı (HKK) Orgeneral Abidin Ünal’a nedense bu emirle ilgili bilgi verilmemişti. Komutan Ünal da rutin programını bozmamış ve davetlisi olduğu silah arkadaşı Hava Korgeneral Mehmet Şanver’in kızının İstanbul’da Moda Deniz Kulübü’ndeki düğününe gitmişti. Hava Kuvvetleri’nin üst düzey tüm komuta kademesini oluşturan generaller ve üst düzey komutanlar da düğün için İstanbul’a gelmişti. Nikâh şahidi olması da teklif edilmesine rağmen eski HKK Komutanı Orgeneral Akın Öztürk gelemeyeceğini bildirmiş, gündüz saatlerinde tebrik telefonu açmıştı. Düğün davetine icabet etmeyen bir diğer isim ise, darbecilerin merkezi olan Akıncı 4’üncü Ana Jet Üssü’nün Komutanı Tuğgeneral Hakan Evrim’di.
Darbeyi haber alan ancak bir süre sonra derdest edileceğinden habersiz Orgeneral Ünal ve düğünde bulunan 24 general, kulübün bir odasına çekilip durum değerlendirmesi yapmaya başladılar. Orgeneral Ünal, “Herhangi bir üsten uçuş olursa oranın komutanı Divan-ı Harp’liktir” uyarısı da yaparak yanında bulunan üs komutanlarının hepsinden üslerini arayarak durumu kontrol etmelerini istedi.

                                                                                     ***

‘Allah’ın büyük lütfu’

Türkiye’nin üzerinde jetlerin sesleri patlarken, Başbakan televizyona çıkıp “Bir kalkışma olduğunu” açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul’a indiğinde “Bu Allah’ın büyük lütfu” diyecekti.

Ankara ve İstanbul’da duyulan patlama seslerine anlam verilmeye çalışıldığı saatlerde Başbakan Yıldırım, olayları “kalkışma” diye niteleyerek TSK içerisinde bir grubun darbe girişiminde bulunduğunu duyuruyordu. Darbeciler ise “Yurtta Sulh Konseyi” imzalı bildiriyi silah zoruyla TRT’de okutuyordu.
Günlerdir ortalıkta görünmeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, gece yarısından sonra önce tatilini yaptığı Marmaris’teki otelde ardından da CNN Türk canlı yayınında, yurttaşları kent meydanlarına ve havaalanlarına çağırıyor, vatandaşlardan darbeye karşı direnmelerini de istiyordu.
Darbeci askerler ise Erdoğan’ın yerini belirlemeye çalışıyordu. Darbeciler Erdoğan’ın yerini kesin olarak öğrendiğinde Cumhurbaşkanı kaldığı otelden ayrılmış İstanbul’a doğru hareket etmişti. İstanbul’a indiğinde ise “Bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur” açıklamasını yapıyordu.

Başbakan duyuruyor

* 15 TEMMUZ GECESİ

İstanbul’da düğünde bulunan dört general Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal’ın emriyle Eskişehir’deki Harekât Merkezi’ne gitmek üzere yola çıkarken düğün sahibi komutan Mehmet Şanver de, eski komutanı Akın Öztürk’ü aradı. Emre karşı hava trafiği olduğunu, alçak uçuş yapıldığını söylediği Öztürk, Akıncı Hava Üssü’nde olmasına rağmen bir şeyden haberi olmadığı karşılığını verdi. Orgeneral Ünal telefonu alarak Akın Öztürk’e, “Ankara’da uçak uçuruyorlar. Ne oluyor oralarda? Senin emirlerin hilafına darbe mi yapıyorlar?” diye sordu. Darbenin merkez üssündeki Öztürk’ün cevabı ilginçti: “Ben sadece gece uçuşu olduğunu zannediyorum, bir araştırayım.”
Bu arada komutanlar, darbecilerin kontrolünde olduğu anlaşılan Ankara’daki Hava Harekât Merkezi’nin etkisiz hale getirilmesi için uğraşıyordu. Askeri uçuşlara yönelik emirler Ankara’dan değil Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezi’nden alınarak tüm üslere duyuruldu. Kısa süre içinde Ankara Akıncı, Adana İncirlik ve Balıkesir’deki üs dışında hiçbir yerde kontrolsüz uçuş kalmamıştı.

* 15 TEMMUZ SAAT 23.05
Ankara ve İstanbul’da patlama ve silah sesleri duyulduğu haberleri sosyal medyadan yayılırken, darbe girişimi olduğunu açıklayan ilk yetkili isim Başbakan Binali Yıldırım oldu. NTV kanalına telefonla bağlanan Başbakan Yıldırım, olayları “kalkışma” diye niteleyerek TSK içerisinde bir grubun darbe girişiminde bulunduğunu duyurdu.

Darbecilerin en kanlı saldırısı Gölbaşı’ndaki Polis Özel Harekât Daire Başkanlığı’na yönelik oldu. Hava saldırısı düzenleme kabiliyeti de olan ve darbecilere karşı en önemli silahlı direnişte bulunacak birim olan Özel Harekât’ın merkezine ilk saldırı saat 23.16’da gerçekleşti. Helikopter pistinin hedef alındığı darbecilerin düzenlediği ilk hava saldırısında 7 polis hayatını kaybetti. Esas kaybı yaşatan F-16’larla düzenlenen ikinci bombalı saldırı ise, daha ilk saldırının yangını dahi söndürülememişken 23.58’de oldu. Bu saldırıda da 43 polis can verdi.

* 16 TEMMUZ SAAT 00.13 / ANKARA - TRT STÜDYOSU

TRT’nin Ankara stüdyolarını basan bir grup darbeci, “Yurtta Sulh Konseyi” imzalı darbe bildirisini okuttu. Bildirinin okutulmasından kısa süre sonra TÜRKSAT, TRT’nin yayınını kesti.
Darbecilerin bir diğer hedefi olan Ankara Emniyet Müdürlüğü girişi, olası saldırılara karşı önlem için TOMA’larla kapatılmıştı. Darbeciler 00.21’de ele geçirmek istedikleri Emniyet Müdürlüğü önüne gelip, TOMA’ları tanklarla iterek kapatılan yolu açmaya başladı. Bu sırada yoğun silah sesleriyle birlikte çatışma başlasa da kısa süre içinde tanklar müdürülük girişini ele geçirmişti. Darbeciler çatışma sırasında “Teslim ol” çağrıları yaptıkları polislerin yanı sıra kendilerine karşı direnmek isteyen vatandaşların üzerine de ateş açtı.

Cumhurbaşkanı ilk kez ortaya çıkıyor

* 16 TEMMUZ SAAT 00.24 / MARMARİS
Her gün kameraların karşısına çıkıp konuşma âdeti olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, şaşırtıcı biçimde 9 Temmuz’dan bu yana ortalıkta görünmüyordu. Darbecilerin öncelikli hedefi olan Erdoğan, gece boyunca yaşanan onca hengameye rağmen süren sessizliğini bozmaya karar verdiğinde saatler gece yarısını geçmişti. Güvenlik önlemleri alındıktan sonra Marmaris’teki yerel kanalların ve gazetecilerin karşısına çıkan Erdoğan’ın açıklamalarını hiçbir televizyon kanalı ve haber ajansı yayımlamadı.
Bu ilk açıklamasının birtakım teknik problemlerden ötürü yayımlanamadığı söylenen Erdoğan, ulusal yayın yapan bir televizyon kanalında ilk kez göründüğünde saatler 00.24 idi. CNN Türk Ankara Haber Müdürü Hande Fırat, akıllı telefonlar ile görüntülü konuşma özelliği sağlayan Facetime uygulaması aracılığıyla Erdoğan’ı canlı yayına bağlamıştı. Açıklamasında, kendisinden öncekiler gibi “TSK içindeki küçük bir azınlık” vurgusuyla darbe girişiminda bulunulduğunu belirten Erdoğan, kalkışmanın failini de “Paralel yapılanmanın teşvik ettiği harekettir” diyerek Gülen Cemaati olarak ilan etti. Erdoğan açıklamasında, kent meydanlarına ve havaalanlarına çağırdığı vatandaşlardan darbeye karşı direnmelerini de istedi.

Darbe kalkışmasını kimin kazanacağı artık belli olmuştu...

* 16 TEMMUZ SAAT 00.30 / İZMİR - ÇİĞLİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nerede kaldığının kesinleşmesini beklerken Tuğgeneral Gökhan Sönmezateş ile Binbaşı Şükrü Seymen de planı gözden geçiriyorlardı. Plana göre ÖKK timleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı gözaltına alma operasyonu gerçekleştirecek, MAK ekibi ise güvenliği sağlayacaktı. Binbaşı Seymen’e göre, Cumhurbaşkanı ve yanında bulunan 3-4 kişilik koruma ekibi “tatil modunda oldukları için” 27 kişilik tim operasyonu kolaylıkla yapacaktı. Darbeci tuğgeneral, teçhizatlarını kuşanmakta olan timlerin yanına geldi. Geçmişteki askeri başarıları efsane gibi dilden dile dolaşan ve baskın timinde yer alan subayların herbirinde hayranlık ve saygı uyandıran Tuğgeneral Sönmezateş beklenen haberi verdi:
“Türk Silahlı Kuvvetleri ülke çapında yönetime el koydu. Sıkıyönetim ilan edildi. Bundan sonra emirler, benim de irtibatlı olduğum Genelkurmay Başkanlığı’ndan bizzat verilmektedir.”

* 16 TEMMUZ SAAT 00.40 / DALAMAN HAVAALANI
Darbecilerin hâlâ nerede olduğunu kesinleştirmeye çalıştıkları ve gerekirse çatışarak gözaltına almak istediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, televizyon yayınından kısa süre sonra Marmaris’ten ayrılmak için hazırlıkları tamamlamıştı. Beklenen haber sonunda geldi. Erdoğan’ı Marmaris’ten alarak İstanbul’a götürmek üzere İzmir Adnan Menderes Havaalanı’ndan kalkan uçak Dalaman Havaalanı’na inmişti. Hava trafiğini izlediklerinden kuşkulanılan darbecileri yanıltmak için Cumhurbaşkanlığı’na ait TC-ATA uçağı’na THY-8451 koduyla sivil uçak görünümü verilmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan televizyon kanalının canlı yayınına bağlanarak İstanbul’a gideceğini duyurmuş olmasına rağmen, operasyon timi hâlâ Marmaris’e gitmek için haber bekliyordu.

* 16 TEMMUZ SAAT 01.30 / İZMİR - ÇİĞLİ
Tuğgeneral Gökhan Sönmezateş’in en çok ihtiyaç duyduğu bilgi nihayet gelmişti. Akıncı Üssü’ndeki darbecilerden Yarbay Hüseyin Yılmaz, Cumhurbaşkanı’nın Marmaris İçmeler bölgesindeki Grand Yazıcı Club Turban Otel’de olduğunu bildirmişti. Aynı dakikalarda otelden havalanan helikopter Erdoğan ve ailesiyle birlikte Dalaman Havaalanı’na gidiyordu. Bu sırada Erdoğan’ın televizyon ekranından yaptığı çağrı karşılığını bulmuş ve vatandaşların gittiği en önemli adreslerden biri Atatürk Havalimanı olmuştu. 01.00’de havalimanının kontrol kulesini ele geçiren askerler de gözaltına alınmıştı. Erdoğan’ı taşıyan uçak, Atatürk Havalimanı’nın temizlendiği bilgisi verildikten sonra Dalaman’dan hareket etmişti. Saatler 03.18’i gösterirken TC-ATA uçağının tekerleri İstanbul’daki piste değdiğinde, Erdoğan’a suikast düzenleyecekleri iddia edilen timleri taşıyan helikopterler de Marmaris’ta alçalmaya başlamıştı.

* 16 TEMMUZ SAAT 03.20 / MARMARİS
Operasyon timini taşıyan helikopterler 1 saatin uzun süren bir uçuş sonunda Marmaris’e ulaşmıştı. Pilotlar verilen koordinatlarla, tutuklayacaklarını düşündükleri Cumhurbaşkanı’nın kaldığı otelin yakınına inmişti. Otelin yerini bilmeyen operasyon timinin yol üzerinde karşılaştıkları Atilla Barbaros Teoman’ın verdiği ifadeye göre, timde yer alanlardan birisi “Şerefsiz Tayyip’in villaları nerede?” diye sormuş o da korkarak yeri tarif etmişti. Suikast timi, vatandaş yardımıyla bulduğu ve Cumhurbaşkanı’nın kendileri gelmeden çok önce terk ettiği otele girdiğinde saat 03.30 olmuştu.

* 16 TEMMUZ SAAT 03.25 / İSTANBUL
Suikast timlerinin Marmaris’te kendisini aradığı dakikalarda Erdoğan da, uçağının 7 dakika önce iniş yaptığı Atatürk Havaalimanı’nda basın ordusunun karşısına çıkmıştı. Kalkışmanın failinin Gülen Cemaati olduğunu sıklıkla belirttiği konuşmasında Erdoğan iki önemli şey söylemişti. Kalkışma hazırlıklarının saatler öncesinden tespit edildiği anlamına gelen “Bugün bildiğiniz gibi öğleden sonra bir hareketlilik ne yazık ki silahlı kuvvetlerimizin içinde mevcuttu” cümlesini belki de ağzından kaçırmıştı. Erdoğan’ın ağzından kaçanlar bununla da sınırlı kalmamış ve eklemişti: “Bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur.”

                                                                                      ***
15 Temmuz'un yanıtsız soruları

Kanlı darbe girişimi günü yaşanan pek çok şey üzerindeki sır perdesi hâlâ aralanabilmiş değil. 15 Temmuz’un gerçekleri ancak bu sorular tam olarak yanıt bulduğunda gün yüzüne çıkacak.

Cemaat 7 Şubat 2012 MİT ve 17/25 Aralık 2013 soruşturmalarında AKP ve Erdoğan’a yönelik niyetini açık ettiği halde 248 kişinin yaşamını yitirmesine yol açan darbe girişiminin neden önlen(e)mediği en meşru sorudur.
15 Temmuz gecesi darbecilere karşı direnirken öldürülenler adına herkesin hakikati öğrenme hakkı var. O halde darbe girişimine ilişkin cevapları hâlâ karanlıkta olan bazı sorular soralım...

Yapılan ihbara karşın neden önlenemedi?

* İhbarcı Binbaşı H.A, 15 Temmuz günü saat 14.45’te MİT’e gelerek teşkilata baskın yapılacağını söylemesine rağmen darbe neden engellenemedi?
Darbe olacağının istihbaratını yapamayan MİT, kalkışmanın yaşandığı gün, saatler öncesinde bazı hazırlıklar yapıldığını kendilerine yapılan bir ihbarla öğrendi. Aslında Binbaşı H.A’nın ihbar ettiği konu, MİT’e müsteşar Hakan Fidan’ı hedef alan bir baskın yapılacağıydı. İhbar üzerine Genelkurmay Karargâhı’na giden Müsteşar Fidan, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve üst düzey komutanlarla bir toplantı yapıp bazı önlemler alınmasını sağladı. Medyaya darbeyi engellemeye yönelik önlemler olarak yansısa da bir işe yaramadığı aynı gün birkaç saat sonra anlaşıldı.
Eğer özellikle böyle düşünmemiz istenmiyorsa, ne MİT ne de askeri yetkililer darbe olacağını anlamamışlardı? Haliyle Genelkurmay Karargâhı’nda yapılan toplantıda alınan önlemlerin darbeyi değil, sadece MİT’e yapılacağı söylenen baskını önlemeye yönelik olduğu söylenebilir. Ancak Akar ifadesinde, MİT’in istihbaratı üzerine özellikle Kara Havacılık Okulu’nda yapılan araştırmada “gelen bilginin daha büyük bir planın parçası olabileceğini mütalaa ettiklerini” söylemişti.
“Daha büyük bir planın parçası olabilecek” tehlikeye karşı askeri birlikler hazır tutulmadı. Orgeneral Akar’ın, haber vermek için süresi de varken hava ve deniz kuvvetleri ile ordu komutanlarını neden bilgilendirmediği izaha muhtaç değil mi?

Hakan Fidan programını niye bozmadı?




* Hakan Fidan Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra ne yaptı?
Hakan Fidan, Genekurmay Karargâhı’ndaki toplantıdan 20.31’de ayrıldıktan sonra rutin programını bozmadı. Fidan, Ankara Çankaya’da, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve Suriyeli muhalif liderlerden Muaz el- Hatib ile yemeğe gitti. Kendisinin hedefte olduğu bir baskının ihbarı da yapılmış olmasına rağmen Fidan’ın yemeğe gitmesi nasıl açıklanabilir?

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın niye haberi yok?

* MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım’ı neden bilgilendirmedi?
MİT’e yönelik bir baskın yapılmak istendiği sıradan bir olay değil; daha büyük bir planın parçası olmasına rağmen doğru anlaşılamamıştı. En azından böyle düşünülmesi isteniyor da olabilir. Darbe günü ve gecesi Hakan Fidan ne bağlı bulunduğu Başbakan Binali Yıldırım’a ne de kendisini “sır küpüm” diye tanımlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a konuyla ilgili bilgilendirme yapmadı. Darbe kalkışmasının başladığı 21.30’dan sonra, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de Başbakan Yıldırım gece yarısına kadar MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a ulaşamadığını da açıklamışlardı. Fidan’ın neden telefonlara çıkmadığı ya da ulaşılamadığı ise hâlâ gizemini koruyor.

Erdoğan ne zaman öğrendi?


* Erdoğan, darbe girişimini ne zaman öğrendiğine dair neden 5 farklı açıklama yaptı?
 
Darbe girişiminin ilk hedefi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, kalkışmayı ne zaman öğrendiğine dair farklı tarihlerde yaptığı açıklamalarda tam beş kez değişik saatler verdi. Her açıklamasıyla birlikte kuşkular da arttı. Kalkışma sürerken Marmaris’ten geldiği Atatürk Havaalanı’nda 16 Temmuz 2016 saat 04.22’de yaptığı açıklamada Erdoğan, “Öğleden sonra bir hareketlilik ne yazık ki silahlı kuvvetlerimizin içinde mevcuttu” dedi.

İlk çelişkili saat ise 18 Temmuz 2016’da CNN International kanalında katıldığı televizyon yayınında ortaya çıktı. Erdoğan, “O gece saat 20.00 civarında bir haber aldım, bazı bölgelerde gelişmeler olduğunu öğrendim. Biz de harekete geçmeye karar verdik” dedi. 20 Temmuz 2016’da El Cezire televizyonunun yayınına katılan Erdoğan, bu kez de TSK içindeki hareketliliği “eniştesinden” öğrendiğini söyledi.

21 Temmuz 2016’da Reuters’a yaptığı açıklamada ise bambaşka bir ifade kullanan Erdoğan, Saat 16.00-16.30 civarı kendisini arayan eniştesinin, Beylerbeyi civarında hareketlilik olduğunu, köprüye girişlerin engellendiğini söylediğini aktardı. En son 30 Temmuz’da ATV-A Haber Ortak yayınında konuşan Erdoğan, “O gün 21.15 civarında falan bir şeyin başladığını duyuyoruz. 21.30’da eniştem beni aradı” dedi. Bu saatlerden hangisi doğru?

Öztürk’e niye sahip çıktılar?

* Genelkurmay Başkanı Akar ve Hava Kuvvetleri Komutanı Ünal, neden darbe şüphelisi olduğu öne sürülen Akın Öztürk’e sahip çıkan bir açıklama yaptılar?
 
İlk günden itibaren darbenin 1 numaralı şüphelisi ilan edilen, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Akın Öztürk’ün Muharip Hava Kuvvet ve Hava Füze Savunma Komutanı Korgeneral Mehmet Şanver’in kızının düğününe nikâh şahidi olduğu halde gitmeyip darbe gecesi Akıncılar Üssü’nde bulunması şüpheli bulunmuştu. Darbeci mi yoksa arabulucu mu olduğu anlaşılamayan Öztürk, kendi ifadesine göre darbe günü torununu görmek için Akıncı Üssü’ndeki lojmanlarda bulunuyordu. Öztürk işkence görmesine rağmen verdiği ifadede suçlamaları reddederken, Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal’ın telefonu üzerine haberdar olduğunu söylediği darbe kalkışmasını önlemeye çalıştığını anlattı.
Darbe kalkışması ile ilgili 21 Temmuz’da Genelkurmay’dan yapılan açıklamada da Öztürk’ün savunmalarını destekleyen ifadeler yer aldı. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasında, “Hava Kuvvetleri Komutanı, Ankara’da Akıncı Üssü lojmanları bölgesinde bulunan Orgeneral Öztürk’ü arayarak kendisine Akıncı’dan kalkan uçakların yasa dışı olduğunu, ivedilikle Akıncı’ya giderek oradaki kalkışmada bulunanları ikna etmesini istemiştir” denildi. Ancak Hulusi Akar’ın ifadelerinde bu yer almadı.
Ayrıca Mehmet Dişli de, Akıncılar’a beraber geldiği Akar’ın isteği üzerine Öztürk’ü aradığını, bunun üzerine Öztürk’ün sivil kıyafetlerle üsse geldiğini söyledi. Dişli’nin bu iddiası da Akar tarafından doğrulanmadı. Savcılık ve hükümete göre “darbeci” olduğu düşünülen Akın Öztürk’e Genelkurmay neden sahip çıktı? Akın Öztürk, iddia edildiği gibi masumsa neden tutuklu?

Cemaatçiler yalnız mıydı?

* 15 Temmuz darbe girişimine sadece Cemaat mensubu olduğu öne sürülen askerler mi katıldı? Bir darbeciler ittifakı var mıydı?

TSK’nin siyasal bir bütünlük taşımadığı, hayli etkin olmakla birlikte Cemaat’in tek başına darbe yapabilecek gücü olmadığı da ortaya çıktı. Darbe girişimiyle ilgili şu ana dek gözaltına alınan/tutuklanan binlerce kişi FETÖ üyesi olmakla suçlandı. Tutuklananlar ve tutukluluğa gerekçe yapılan darbe planı belgeleri ve görevlendirme listelerinde Cemaatçi olmayanların da bulunması Fethullahçıların darbe kalkışmasında yalnız olmadığını gösteren emareler. Darbenin başarılı olamamasının en önemli nedeni gibi duran iddia, darbe ittifakının dağılmasına yönelik tez. İttifakın dağıldığı TSK içinden peş peşe gelen “Emir komuta zinciri içinde olmayan bir kalkışma” açıklamalarından ortaya çıktı. Zaten bu açıklamayı yapan ve kimisi Cemaatçi olmayan bazı rütbeliler darbe girişimi suçlamalarıyla tutuklandı. Tüm bunlar hem Cemaat’in darbe kalkışmasında yalnız olmadığını hem de ortada bir darbeciler ittifakının bulunduğuna dair tezleri güçlendiriyor.
Cemaatçi olmayan askerlerin siyasal aidiyetleri, hangi saiklerle bu kalkışmaya katıldıkları, destekçisi sivil uzantıları kimlerdir? Daha da önemlisi eğer var idiyse darbeciler koalisyonu neden ve nasıl dağıldı? Hükümetin gündüz saatlerinde darbe kalkışmasından haberdar olmasından sonraki süreçte yürütülen birtakım pazarlıklar sayesinden koalisyonun parçalanması sağlanmış olabilir mi?

Hulusi Akar için neden ‘ortada’ denildi?

* Genelkurmay’da Hulusi Akar için “ortada” denilmesinin anlamı nedir?

Hulusi Akar’ın başyaveri Levent Türkkan ifadesinde Tümgeneral Mehmet Dişli’nin darbe konusunda ikna amacıyla girdiği Hulusi Akar’ın odasından çıktıktan sonra kendilerine “Ortada, girin” dediğini aktardı. Kendisine darbe bildirisi imzalatılmak istendiğini ancak reddettiğini savunan Akar için “ortada” denilmesi emir komuta zinciri içindeyken vazgeçilen bir darbe kalkışması iddialarını güçlendirmiyor mu? Hangisi doğru?

Akar ve Dişli niye aynı helikopterde?

* Cuntacı olduğu öne sürülen Mehmet Dişli, Akar’la birlikte neden helikopterdeydi? 

Operasyonla kurtarıldığı açıklanan Akar’ın, başarısız olduklarını anlayan darbecilerin Akıncılar’da bulunan bir helikopteri vermesiyle kendiliğinden Çankaya Köşkü’ne gittiği anlaşıldı. Garip olan ise, cuntacılar arasında olduğu öne sürülen Mehmet Dişli’nin de, Akar’la birlikte helikopterden inmesiydi. Akar, Dişli’nin “ateş edilmesin diye” helikoptere bindiğini kaydetti. İfadeye göre Dişli, helikopterdeyken bazı yerleri de aramıştı. Darbeye katılsın diye Akar’ı ikna etmeye çalışan Dişli, neye ve kime güvenerek o helikoptere bindi?

Genelkurmay Karargâhı’nda neler yaşandı?

* 15 Temmuz gecesi, Genelkurmay’da çekilen güvenlik kamerası görüntülerinin tamamı niye yayımlanmıyor?

Genelkurmay’da neler yaşandığına ilişkin şu ana kadarki tek veri şüpheliler ve rehin alınan bazı komutanların ifadeleri. Bir de karargahtaki güvenlik kamerası görüntülerinin ifadeleri destekleyen kısımları video ve fotoğraf halinde montajlanarak medyaya servis edildi. Başka bir deyişle olayın tamamını anlamaya yönelik değil, yerleştirilmek istenen algıyı kuvvetlendirecek görüntüler seçilerek servis edilmiş durumda. Güvenlik kamerası görüntülerinin tamamının yayımlanması soru işaretlerini gidereceği bilindiği halde bu yapılmıyor. Aynı şekilde Akıncı Üssü’ndeki güvenlik kameralarının ham kayıtları da yayınlanmış değil. Neden?


                                                                                   BİTTİ

AHMET ŞIK / CUMHURİYET
 














İyi ki vardınız Türkan Hocam - AV. HÜSEYİN KARATAŞ

Anlatacaklarıma, ülkede olanlara çok üzüleceğinizi biliyorum sevgili hocam.
Hukuk askıya alındı. Birçok basın mensubu tutuklandı. Ama karanlıklar uzun sürmez.


Dokunulmazlara dokunan sevgili hocam Türkan Saylan, Her yıl, 13 Aralık doğum gününüzde size mektup yazıyorum. 2015 yılında size yazdığım mektubu basın yoluyla iletememiştim. Ama yüreğimden iletmiştim. Sizin de evinizin basılmasına neden olan, sizi son nefesinizde savunma yapmak zorunda bırakan şu meşhur Ergenekon davası kurgusu vardı ya! Sevgili Ayşe Yüksel, Sevgili Filiz Meriçli ve sevgili Nur Gerçel bu davada 2 Ekim 2015 tarihinde beraat etmişlerdi. Birinci yılını kutladık. Beraat kararı veren mahkeme, sahte delili hazırlayan polisi, kurgu ile davayı açan savcısı, davayı kabul edip tutuklama kararı veren hâkimi hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.

AİHM başvurusu kabul edildi
Biz, gözaltı sırasında yapılan hukuksuzlukları dile getirerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açmıştık 2009’da. Bütün başvurularımız 31 Mayıs 2016 tarihinde kabul edildi sevgili hocam. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “Gözaltılar sırasında insan hakları ihlalleri vardır” dedi ve devleti tazminat ödemeye mahkûm etti.
Google, Türkan Saylan'ı unutmadı
Biz, hem ceza davasından beraatla çıkmış olmanın, hem de AİHM’de dava kazanmış olmanın verdiği suçsuzluk tespiti ile sevinmeye başlamışken ne oldu biliyor musunuz sevgili hocam?

Darbe girişimi oldu
15 Temmuz 2016’da bir darbe teşebbüsü oldu ülkemizde. Asıl büyük “aaaa” çığlığınızı şimdi duyuyorum. “Kim yaptı?” diyeceksiniz tabii. Fethullah Gülen yapmış deniyor.
2010 yılı sonunda yayımladığımız “Son Nefeste Son Savunma” kitabımızda sizin “Her Şey Birdenbire” başlığı altında anlattığınız Fethullah Gülen CD’sini yayımladıktan sonra Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve size yönelik itham ve karalamaları yapan kişiler, devlette o kadar güçlenmiş ki, iktidarın paraleli olmaları yetmemiş, iktidarın ve ülkenin tamamını ele geçirmek için yola çıkmışlar.

Kimler var kimler
Siz, 1999’da Cemaat tehlikesine dikkat çekmiştiniz, ama onlar sahte deliller üreterek sizi tehlike olarak göstermişlerdi topluma. Darbe girişimi sonrasında, aman bir mücadele başlatıldı sormayın! Bizim davada sahte delil üreten polisler, hâkimler, savcılar bizim şikâyetimiz sonucu değil, iki yıl önce 17 ve 25 Aralık’ta bir rüşvet ve yolsuzluk operasyonu sonrası, “paralel yapı” olarak, sonradan Fethullah Terör Örgütü (FETÖ) olarak adlandırılan darbe örgütü içinde yer aldıkları için suçlandı. 100 binin üzerinde polis, hâkim, savcı, öğretim üyesi, öğretmen, işadamı gözaltına alındı, meslekten ihraç edildi, mal varlıklarına el konuldu. Hatırlarsınız sevgili hocam, “Son Nefeste Son Savunma” kitabımızda “Son Söz ” olarak, “Hukuk hepimiz içindir. Hukuku hiçe sayanlar, sonunda hukuka muhtaç kalmışlardır. Tarih böyle söylüyor” yazmıştım.

Olağanüstü haldeyiz
Tarihin söyledikleri doğru çıktı sevgili hocam. Sahte delil uzmanları da bizim feryadımız sonucu değil ama, FETÖ soruşturmasında hukuka muhtaç kaldılar. Bizim, ÇYDD’nin suç işlemediği haykırışımızı duyurmamak için sahte isimlerle ihbar dilekçeleri yazan, sahte delil üreten emniyet müdürüydü, savcıydı, polisti birçok kişi tutuklandı. Kaçanlar kaçtı. Hâlâ her gün gözaltı ve tutuklamalar var.

Gazeteciler ve siyasetçiler
Ülkemizde olağanüstü hal ilan edildi. Hukuk askıya alındı. Birçok basın mensubu tutuklandı. Yetmedi, Cumhuriyet gazetesinden Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Güray Öz, Turhan Günay, Musa Kart, Önder Çelik, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Hakan Kara tutuklandı. Hem de FETÖ terör örgütü bağlantısı iddiasıyla. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve milletvekilleri tutuklandı. Belediye başkanları görevden alındı, tutuklandı. Belediyelere kayyım atandı. Yok, onlar FETÖ iddiasıyla değil, terör örgütü PKK destekçiliği iddiasıyla tutuklandılar, sevgili hocam. Milletvekili de olsa, basın mensubu da olsa iktidarı eleştirmek, tutuklanmak için yeterli oldu. Anayasamızın 26. maddesindeki “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nin varlığı tartışılıyor. Her olayda yayın yasağı getiriliyor. Anayasamızın 28. maddesindeki “basın hürriyeti”nin varlığı da tartışılıyor. İnsanlar, doğru bilgilere ulaşıp ulaşmadıklarından emin değiller.

İyi ki vardınız hocam
Biz, 2017 yılına girerken bile 1215 Magna Carta’da tanınan bireysel hakları arıyoruz. Bütün bu antidemokratik gelişmeler sonucu, Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi için görüşmeleri dondurma kararı aldı.
Siz, “Ülkemizin geleceğini kadınlar kuracak” demiştiniz. Çok doğru çıktı hocam. Cinsel istismar suçlularının affına yeltenen iktidara karşı “korkudan başka korkacak hiçbir şeyimiz kalmadı” diyen kadınlarımız hep bir ağızdan haykırdılar ve kanun tasarısını geri çektirdiler.
Ama çok geçmedi Adana’da 10 ortaöğrenim öğrencisi kızımız kaldıkları tedbir alınmamış yurt binası ile birlikte yanarak hayatını kaybetti. ÇYDD’nin yaptırdığı ve devlete verdiği öğrenci yurtları projesi engellenmemiş olsa, belki o yavrucaklar standardı yüksek yurtlarda hayatını kaybetmeyecekti.
10 Aralık, hem de Dünya İnsan Hakları gününde, İstanbul’da, bombalı bir saldırı ile 40 civarında insanın en önemli insan hakkı olan “yaşam hakkı” yok edildi.

Çok üzüleceğinizi biliyorum sevgili hocam. Ama karanlıklar uzun sürmez. İyi ki doğdunuz, iyi ki vardınız, iyi ki varsınız.

AV. HÜSEYİN KARATAŞ
Ülke Politikaları Vakfı Başkanı

Ekonomi daralırken despotik başkanlık - ÇİĞDEM TOKER

TYÇP diye bir model var. AKP iktidarı icat etti.
Köleliğin günümüz versiyonlarından biri.

Toplum Yararına Çalışma Programı’nın kısa adı olan TYÇP’de, devlet güya işsiz vatandaşa iş bulurmuş gibi yapıyor. Elini cebine atmadan, kamu hizmeti alanında kendine ucuz işgücü sağlıyor. Ödemeleri İşsizlik Fonu’ndan yaptığı için, bütçeden para harcanmamış, kadrolar şişmemiş görünüyor.
Dün Adıyaman’da, işte böyle bir projenin kurası vardı.
50 okul için, 50 temizlik işçisi aranıyormuş. 2 bin 289 kişi başvurmuş.
Çalışacak 50 temizlik işçisi için kura çekilmiş.
DHA haberine göre çalışma hakkı elde edemeyenler üzülmüş.
***
Ekonomi uzun aranın ardından küçüldü.
Yedi yıl sonra, yüzde 1.8 oranında daralma açıklandı.
Ve lütfen dikkat; bu daralma TÜİK’in hesapları değiştirmesine rağmen gerçekleşti. TÜİK’in milli gelir revizyonuyla geçen yıl 9 bin 130 dolar olan milli gelir, 11 bin 14 dolara çıktı.
İki kalem oynatmayla 2 bin dolar zenginleştik zenginleşmesine. Ama bu bile küçülmeyi saklamaya yetmedi.
Küresel bir giyim markasının Türkiye yöneticisi AVM kiralarının artık ödenemediğini söylüyordu dün ekranda.
Aynı sıralarda da cenaze törenleri bitmiş, anayasa değişikliği tartışılmaya yeniden başlanmıştı bile.
AKP’nin MHP işbirliğiyle anayasayı değiştirme gayretindeki acele dikkat çekmeyecek gibi değil.
Bu telaşın; ekonominin daralması, milli gelirin hormonlu hesaplarla büyütülmesi ile bir ilgisi olabilir mi?
TBMM’ye sunulan 21 maddelik kanun teklifine baktığımızda, ilk görünen şu:
İşsizlik ve büyüme rakamlarında sergilenen makyaj gayreti burada da geçerli. Anayasa değişikliği görünümlü metin, köklü bir rejim değişikliğinin ta kendisi.
Mevcut Cumhurbaşkanı’na -biri fesih olmak üzere- arka arkaya üç kez seçilme yolunu açan, başbakanı ortadan kaldıran, denetim araçlarını anayasadan “uçurarak” TBMM’yi kâğıt üzerinde bırakan bir metinden bahsediyoruz.
Madde gerekçelerin birinde “Cumhurbaşkanının herhangi bir partiyle ilişkisinin olması, onun görevini yerine getirirken taraflı olacağı anlamına gelmemektedir” bile yazıyor.
Aklımızla daha beter alay eden ifade ise genel gerekçede.
15 Temmuz kanlı darbe girişimine yapılan atıftan sonra, şöyle buyurmuşlar:
“Artık yepyeni bir Türkiye, demokrasiye ve millet iradesine canı pahasına sahip çıktığını tüm dünyaya gösteren bir millet vardır. Türkiye’nin hükümet sistemini millete ve onun iradesine güveni esas alan bir şekilde düzenlemek, sadece demokrasi ve hukukun gereği değil, aynı zamanda milletimizin canı pahasına ortaya koyduğu bir talep haline gelmiştir.”
Yani?
Gerekçedeki mantığa bakarsanız, 15 Temmuz kanlı darbe girişimine karşı çıkanlar, Başbakanlık’ın kalkmasını, yasama organındaki denetim araçlarının yok edilmesini, Cumhurbaşkanı’nın HSYK’nin yarısını atamasını filan istemişler.
Fark etmişsinizdir, AKP bazen 14 yıldır iktidarda olduğunu unutuyor.
Sanki iktidarının ilk yıllarındaymış gibi, kulaklarımıza istikrar masalı boca edip koalisyon hükümetlerini kötülüyor. Bu tuhaf alışkanlığı anayasayı değiştirecek kanun teklifinde de ihmal etmemiş ve koalisyon dönemlerini kötülemiş.
AKP iktidara geldiğinde, koalisyon döneminden kalan 21 milyar dolarlık krediyi kasada hazır bulduğunu hatırlatalım ve soralım:
Her şeyin yolunda gittiği bir ekonomide anayasa değişikliğine ihtiyaç duyulur mu?

Çiğdem Toker
CUMHURİYET

13 Aralık 2016 Salı

El kırıldı, dil kaydı, bele bakıyor ülke!- ORHAN GÖKDEMİR

İktidarda bir tutarlılık kaygısı yok, bu görünüyor. Alabildiğine pragmatistler. Durumun gereklerine göre en tutucu göründükleri inançlarında bile revizyona hazırlar. İsrail’le, Rusya’yla, Suriye’yle savaşın eşiğine geldikten sonra neredeyse saatler içinde yaptıkları politik kıvırtmalara bakın. Tek kelimeyle göz yaşartıcı bir uyum yeteneği bu. Hatta geçtiğimiz hafta NATO kaynakları, Türkiye’nin NATO’da görevlendirdiği subayların Rusya, İran, Çin yanlısı olduğundan yakınıyor, bunun büyük bir güvenlik riski oluşturduğundan söz ediyorlardı. Hâlbuki hepimiz arkadaşların Amerikancı olduğundan eminiz. Hatta şimdi kayıp Cüneyt Zapsu 2006 yılının ilk aylarında American Enterprise İnstitute'un Washington’da düzenlediği bir toplantıda “Bu adam saf bir adam. Sömürmek kötü bir kelime, ama kullanmak… Bence onu devirmek, kanalizasyona bırakmak yerine, kullanın” diyerek bağlılıklarını çok veciz bir biçimde ifade etmişti vakti zamanında.
Peki ya o kavgalar, sert sözler neydi diyeceksiniz. Söylerler, söylerken söylediklerini bilmezler. Tepkiyle karşılaşırlarsa vazgeçerler, karşılaşmazlarsa tekrar ederler, ısrar ederler ve daha ağırını söylerler. İktidar üslubudur bu. İfrat ile tefrit arasında gidip gelirler her eylemlerinde.

                                                                               xxx

Ancak bir ısrar var, bunu da görüyoruz. İktidarın pragmatik davranmadığı, geldiği günden beri tekrarladığı, arkasında durduğu tek bir iş var. Kadınlara çocuk doğurtturma ısrarıdır bu. Şaka değil, hayır! Örnekleri sıralıyorum:
2009. Başbakandı. ''Uluslararası Örnek Kıdemli Vatandaşlar Kongresi''nde bir konuşma yaptı. Dinleyicileri yaşlılardı. Dedi ki, “İş işten geçmeden her ailede en az 3 çocuk olmalı. Nüfusumuz ne kadar artarsa o kadar güçlü olacağız, bundan emin olun."  Yaşlılardan bazıları kıkırdadı.
Üç yıl sonra… 1. Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi'nde konuşma yaptı. Eşinin 4 çocuk büyüttüğünü belirtti, salondakilere de aynısını tavsiye etti. Şöyle dedi; “Şimdikiler '1-2 tane yeter' diyor. En az üç tane yap, şartlar çok kolaylaştı. Çamaşır makineleri var. 5 çocuk bile olur."
Aynı yıl… Partisinin bir vekilinin çocuğuna nikâh şahidi oldu. Genç çifte ''3 çocuk manisi'' söyleyerek başladı konuşmasına. Şöyle bir şeydi; "1 olur garip olur, 2 olur rakip olur, 3 olur denge olur, 4 olur bereket olur, gerisi Allah kerim…"
2014… Türkmenistan’a gitti, konuştu. Şöyle dedi; "500 bin kilometrekareye yakın bir yüzölçümüne sahip Türkmenistan'da nüfusu, bir kardeşiniz olarak doğrusu çok az buluyorum. Bu nüfusun çoğalması lazım. Ben Türkiye'de 'en az 3' diyorum, Türkmenistan'da en az beş olması lazım ki Türkmenistan güçlü olsun."
Aynı yıl bir düğüne katıldı. Konuşmasında, doğum kontrolüyle Türkiye’nin neslinin kurutulmaya çalıştığını iddia etti. Şöyle devam etti: “Beypazarı'ndan bir amcamın bana tavsiyesi var, diyor ki; bir olur garip olur, iki olur rakip olur, üç olur denge olur, dört olur bereket olur, gerisi Allah Kerim...”
O konuşmadan bir yıl sonra, Küba'ya gitti. Havana'da yaşayan bir Türk ve Kübalı eşiyle sohbet etti, üç çocuk isteğini dile getirdi. Çifte yönelttiği "Kaç çocuk yapacaksınız?" sorusuna gelen cevap “3” oldu. Etrafındaki heyet kıkırdadı. Eşi hanımefendi gelen cevabı alkışladı.
2016. Kayseri’de düğüne katıldı. Düğün törenine “Yıllarca milletimizi kısırlaştırdılar” yargısını tekrarladı. Aynı yıl, partisine yakın bir kadın örgütünün hizmet binası açılışına katıldı. Konuştu. Çalıştığını gerekçe göstererek annelikten imtina eden kadının, kadınlığını inkâr ettiğini savundu. Anne olmayan kadınları “eksik ve yarım” olarak nitelendirdi. “Anneliği reddetmek insanın yarısından vazgeçmektir. Daha geniş tutuyorum. İnsanlıktan vazgeçmektir” dedi.
Önceki gün Beşiktaş'ta gerçekleşen saldırıda yararlananları ziyaret etti. Yaralanan bir polis memuruna "Kaç çocuk var?" diye sordu. Yaralı polis, "2 çocuğum var, 3 olacak inşallah" diyerek cevap verdi. Yaralı polise, "3 dedik aman ha... 4, 5 Allah ne verdiyse..." dedi. Bir başka yaralıyı ziyaretinde, refakatçi kadının yaralının nişanlısı olduğunu öğrenince genç kadına dönerek, "Bu işler bittikten sonra fazla geciktirmeyin. Hayırlı işte acele edeceksiniz" diye seslendi. Bir başka yaralı polis memuru ile ev arkadaşı olan polisin bekâr olduklarını öğrenince, her ikisine de evlenmeleri tavsiyesinde bulundu.
Ülke yangın yerine dönmüşken, ölümün eşiğinden dönen yaralılara bunları söylemek kimin aklına gelebilir ki?
Belli ki sırrını ve sihrini bilemediğimiz bir iktidar programı bu. Yoksa hiçbir konuda ısrarcı olmayan bir iktidar neden sadece bir konuda bu kadar ısrarcı olsun. Türkmenistan’dan Küba’ya, karşılaştığı herkese üçten fazla doğurtmaya çalışsın?

                                                                               xxx

2013 yılı. Ramazan ayında pek popüler olan dini sohbet programlarından biri. Konuşmacı saraylı sayılabilecek Cerrahi tarikatının önde gelenlerinden Ömer Tuğrul İnançer. Şöyle dedi: "Hamile kadının sokakta gezmesi estetik değil." Başka bir programda sözü çalışan kadınlara getirdi,  “Çalışan kadın kocasının emrinde olmayı uygun bulmuyor ama patronuna hizmeti haysiyetine uygun buluyor” dedi. Şöyle sürdürdü; “Ben eş demem. Eş yoktur, eşitlik yoktur. Ben karımla, çocuğumla eşit değilim. Eşim değil, zevcem olur. Karı da kurumsallığı anlatmak için kullanılır.”
Geçtiğimiz hafta Manisa'da bir parkta spor yapan hamile kadına saldırdı meczup yobazın biri, "Bir daha burada yürüyüp, spor yapmayacaksın" dedi tekmeleri savururken. Bu yazıyı henüz bitirmeden de salıverildi. Doğal tabii. Devletin emrini icra ediyor sonuçta. Şortlu kadına saldırıyı falan hatırlatmayacağım, insan bu kadar çocuk doğurma lafı sarf edenlerin hiç olmazsa sözlerini tutup doğuran kadına saygı göstermesini umuyor değil mi?
Çok şükür, aklı başında kişi ve kurumlar var ülkemizde! Örneğin İnançer’in sözleri üzerine bir açıklama yapan Diyanet, “Karınlarını göstermeden dolaşabilirler” dedi hamile kadınları kastederek. İktidar partisinin Kadın Kolları Başkanı da, çıkıp dolaşsınlar ama kılık kıyafetlerine dikkat etsinler diye büyük bir hoşgörü örneği sergiledi. Bugün kadınlar sokağa çıkabiliyorsa onların yüzü suyu hürmetinedir!

                                                                               xxx

İyi de ne? Hakikaten kişisel saplantılarla mı açıklayacağız bunları?
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye'de nüfus artış hızı 2014 yılında binde 13,3 iken 2015'te binde 13,4'e yükseldi. Ülkede yıllık 1,5 milyon bebek doğuyor. Türkiye diğer Avrupa ülkelerine kıyasla yıllık nüfus artış oranlarında yüzde 25 oranının üstündeki tek ülke. Üstelik sokaklarında Suriye göçmeni kayıtsız 3-4 milyon insan dolaşıyor. Çoğu genç. Çocuk dilenci sayısında gözle görünür bir artış var. Eğitim çökmüş. Dağ taş imam hatip. Tarikatlara teslim ettikleri çocukları yakıyorlar, tecavüz ediyorlar.
Ama evet, bütün bunlara rağmen Türkiye’nin nüfus yapısı değişiyor. Nüfus yaşlanıyor. Çünkü Türkiye artık şehirli bir nüfusa sahip. Çocuk emeğinin şehirlerde kullanılması neredeyse imkânsız. Ancak dilenciliğe gönderebilirsiniz çocukları. Aksi takdirde doğacak her çocuk hane bütçesine biraz daha yük binmesi demek. Haliyle şehirde doğum oranları azalır. Olan bu. Devletin hızla sayısı artan yaşlı nüfusun ihtiyaç duyacağı bakım ve sosyal hizmetleri sağlamak konusunda hiçbir hazırlığı yok. Bu nedenle yaşlılara köyde olduğu gibi çocukları baksın istiyor ki modern devlet için içler acısı bir hal. Kadının çok doğurmasının tek yolu onu erken yaşta evlendirmek. Meclise getirilip tepkiler karşısında geri çekilen yasa bunun işaretiydi. Geri çektiler ama vazgeçmediler.
Tavsiye ve telkinle doğum oranını arttırmak mümkün mü peki? Doğurganlık sadece bu topraklarda değil tüm dünyada düşüyor. Dünya doğurganlık ortalaması son elli yılda 5,4’ten 2,1’e indi. Türkiye’de de, 1980’de kadın başına düşen çocuk sayısı 3,4'ken, 2000’de 2,53, 2010’da 2,16 oldu. Ortak kanı, 2050’de Türkiye nüfusunun 93 milyon olacağı yönünde. Yani doğal nüfus akışı içinde nüfusumuz hiçbir zaman 100 milyon eşiğini geçmeyecek.

                                                                             xxx

Bakın ülkeye… Dağ taş imam hatip ama bu okulları bu kadar yaygınlaştıranlar bile sonuçtan memnun değil. Eğitim çöküşte, sosyal güvenlik kurumları çok uzun zamandır batak, ekonomi derin bir krize doğru sürükleniyor. Siyasi çıkmazlar ülkeyi çalkalayıp duruyor. Sıkıyönetim dönemlerini aratmayacak görüntüler yaşanıyor her gün. Bombalar patlıyor sokaklarda, şehirler yıkılıyor. Ülke ilan edilmemiş savaşlar içinde. Yani çok çocuk doğurmak, onlara az eğitim vermek ve boşluğu din ile doldurmak tek çıkar yol. İktidarın tek tutarlı politikasının açıklaması bu!

El kırıldı, dil kaydı, bele bakıyor ülke! Reis çözümü işaret etti, Allah ne verdiyse artık… Hadi bakalım.

Orhan Gökdemir
SOL

Başkan ve şehitler! - ÖZGEN ACAR

“Başkanlık” düzenini öngören AKP-MHP anayasa değişikliği önerisi TBMM’ye sunuldu. Bu sunum öncesinde, yalnızca 2016 yılında, Türkiye’de yaşanan terör olaylarına kısaca göz atalım! 

***
12 Ocak - İstanbul: Sultanahmet Meydanı’nda saldırgan üzerindeki bombayı patlattı. 11 ölü, 15 yaralı… IŞİD
17 Şubat - Ankara: Çankaya’da bomba yüklü araç askeri araçların yanında patlatıldı. Asker ve sivil olmak üzere 29 ölü, 61 yaralı… PKK bağlantılı TAK
13 Mart - Ankara: Kızılay’da Güvenpark yakınındaki otobüs duraklarında bomba yüklü araç patlatıldı. 38 ölü, 120 yaralı… TAK
19 Mart - İstanbul: İstiklal Caddesi’nde saldırgan üzerindeki bombayı patlattı. 5 ölü, 36 yaralı… IŞİD
28 Nisan - Bursa: Ulu Camii yanında canlı bomba saldırısında saldırganın kendisi dışında ölen olmadı, 13 yaralı… TAK
1 Mayıs - Gaziantep: Şehitkâmil ilçesinde Emniyet Müdürlüğü önünde bomba yüklü araç patlatıldı. 4 ölü, 23 yaralı… IŞİD
12 Mayıs - Diyarbakır: Dürümlü mezrasında bomba yüklü kamyon patlatıldı. 16 ölü, 26 yaralı… PKK
7 Haziran - İstanbul: Vezneciler’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde çevik kuvvet hedef alınarak bomba yüklü araç patlatıldı. 13 ölü, 36 yaralı… TAK
8 Haziran - Mardin: Midyat ilçesinde Emniyet Müdürlüğü binasına bomba yüklü araçla düzenlenen saldırıda 4 ölü, 34 yaralı… PKK
28 Haziran - İstanbul: Atatürk Havaalanı Dış Hatlar Binası ile otoparkta eşzamanlı intihar saldırılarında 45 ölü, 236 yaralı… IŞİD
7 Temmuz - Yozgat: Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, partisinin Akdağmadeni ilçesinde düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmada “Türkiye huzur adası olma vasfını koruyor!” dedi.
Sen misin onu diyen?
15 Temmuz - Ankara / İstanbul / Malatya / Marmaris: Hükümeti devirip İslami yönetim kurmak amacıyla, devlet yapılarına havadan ve karadan bombalar atıldı. 246 ölü, 2 bin 800 yaralı… FETÖ
20 Ağustos - Gaziantep: Şahinbey ilçesindeki bir düğünde saldırgan üzerindeki bombayı patlattı. 57 ölü, 90 yaralı… IŞİD 
26 Ağustos - Şırnak: Cizre ilçesinde bomba yüklü kamyon Emniyet Müdürlüğü’ne yaklaşırken engellendi, çatışma çıktı. Kamyondaki bomba patlatıldı. 13 ölü, 78 yaralı… PKK
9 Ekim - Hakkâri: Şemdinli-Yüksekova karayolu üzerindeki Hudut Bölüğü’ne 150 m kala güvenlik araması yapılmak istenen bir kamyonet patladı. 17 ölü, 26 yaralı… PKK
6 Ekim - İstanbul: Yeni Bosna’da 75. Yıl Polis Merkezi yakınında bomba yüklü motosiklet patlatıldı. 10 yaralı. PKK
16 Ekim - Gaziantep: Şahinbey ilçesinde polisin bastığı evdeki saldırgan bombayı patlattı. 4 ölü, 8 yaralı… IŞİD
4 Kasım - Diyarbakır: Amed Bağlar’da Emniyet Şube Müdürlüğü’ne yönelik canlı bomba eylemi. 8 ölü, 100 yaralı… TAK
10 Aralık - İstanbul: Beşiktaş’ta bomba yüklü araç ve Maçka Parkı’nda eşzamanlı olarak canlı bombanın eylemlerinde 44 ölü, 155 yaralı… TAK

***
Veziri Azam hazretleri, 30 Ekim’de, AKP İstanbul Danışma Meclisi’nde partililere “Başkanlık” düzeni konusunda şu güvenceyi verdi:
‘Başkanlık gelirse Türkiye bölünür’ diyorlar. Asıl başkanlık gelmezse Türkiye’nin bölünme riski var!”
Açıkça bilinçaltı boşalarak, Türkiye’nin bölünmekte oluşunun ve beceriksizliğin itirafı değil mi?
Demokratik ülkelerde bu tablo olsa, oralarda ne cumhurbaşkanı, ne de hükümet üyeleri koltuklarında bir gün oturabilir; çekip giderler! Bizde ise koltuk hırsından, yalnızca ölenlerin anaları değil, ana karnındaki doğmamış bebeler bile gözyaşı döküyorlar…
Bugün cumhurunu (halkını) koruyamayan bir insan, nasıl cumhurun başkanı olur?

Özgen Acar
CUMHURİYET

12 Aralık 2016 Pazartesi

Bu ulus bu siyaseti hak etmiyor - İZZETTİN ÖNDER

Terör hiçbir şekilde tasvip edilemez. Siyasi kanalların tıkanıklığının sonucu olarak görülse dahi, terör tasvip edilemez. Bu kadar acı yaşandıktan ve güvenliğimiz nerede ise sıfır noktasına inmişken, “şehitlerimizin kanları yerde kalmayacak” vb gibi beylik lafları bir tarafa bırakıp, toplumumuzu sarsan olaylar ya da terör belasını anatomisi ve fizyolojisi ile tahlil edip, bir çözüm bulmak zorundayız. 1960’ların ve Demokrat Parti yönetiminin sonuna doğru gelinirken partinin kullandığı “tenkil” veya “bastırma” sözcüğünü değil, çözüm sözcüğünü kasıtlı olarak kullandım, çünkü terörü baskılamak, anında değilse bile, bir fırsatını bulduğunda hiç ummadık bir noktada toplumu tekrar vurabilir. Nitekim içimizi dağlayan son terör olayı, sanki ortalık biraz olsun sakinleşti dediğimiz bir anda, hiç ummadık yerde çirkin yüzünü gösterdi. Demek ki, terörün kaynağı hala canlı ve bilinmedik hedefine odaklanmış olarak her fırsatı değerlendirmektedir. Terörle salt silahlı mücadele, çok güzel bir benzetme ile, çekiçle hücreyi öldürme garabetine benzer. O nedenle, terörün kaynağına inmek, salt fizik olarak yuvalarına girmek olarak değil de, siyasi olarak terör dürtülerinin şifresini çözmek şeklinde anlaşılmalıdır. Bu dilekle, ulusumuza başsağlığı ve yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet diliyorum!

İktidar partisi, ileride kendi siyasi etik hanesine kara leke olarak geçecek önemli bir hamleye yönelmiş bulunmaktadır. İktidar partisi, toplumsal temsil yapısı oldukça tartışmalı bir parlamento çatısı altında, kendisine kardeş bellediği bir siyasi parti ile bir takım manevralar ve karşılıklı alış-verişlerden sonra, çoğunluğunu elinde tuttuğu parlamento yetkilerini bizzat kendi oyları ile bir kişiye devretmeye hazırlanmaktadır. Söz konusu girişimin yeni anayasa olmayıp, yirmi küsur maddelik bir değişim olarak topluma sunulma aldatmacasına rağmen, aslında tasarlanan çok temel siyasi yapılanma değişimini amaçlayan köklü bir yeniden yapılanma belgesidir. Türkiye bir rejim değişikliğine sürüklenmektedir.  Böyle bir belgenin kotarılıp topluma sunulması ne tek başına iktidardaki partinin ne de tüm cari parlamentonun yetkisindedir. Böyle bir rejim değişikliği önerisini ancak bir kurucu meclis, uzun erimli tartışmalar sonucunda yapıp, olağan bir dönemde halkoyuna sunarak gerçekleştirebilir. Girişilen usulsüz proje yapılışı itibariyle maddi anlamda hukuksal bir temele dayanmadığı gibi, bir şekilde zor ve şantajla kabul ettirilip uygulamaya sokulsa dahi, toplumu temelinden sarsacak ve belki de bugünlerden daha vahim olaylara sürükleyecektir.

Anayasa, olağan yasa metin ve ruhundan çok ayrı olarak farklı toplumsal kesimlerin bir tür iletişim ve anlaşma vesikasıdır. Toplumun bir kesimin tercihini doğal olarak diğer kesim benimsemeyebilir, ancak her iki taraf da, müşterek yaşam koşuluna uyma zarureti bilinci ile bir noktada anlaşmaya vararak, toplumsal yaşamda huzuru sağlayabilir. Bunun dışındaki her çözüm dayatmadır ve toplumu sonu alınamaz huzursuzluk ve kaosa taşır.

Solo konserlerde sanatkârın detone olma riski çok yüksektir, oysa koro konserlerinde hemen hiçbir zaman böyle bir risk söz konusu değildir. Siyasette de bir siyasinin mantığı ve amacı toplumsal yaşamı sarsar ve huzuru bozabilir. Bu gidişatı düzeltecek olan parlamentodur. Parlamento bir korodur, ancak toplulaştırılmış değil, münferit iradelerin ortaya koyulduğu bir korodur. Çok net söylemem gerekiyor; evet, parlamento bir korodur, ancak yoğun, usulsüz ve çirkin markaj altında iradesini ortaya koyamayan kurşun askerler korosu değildir, olmamalıdır.  Parlamentonun böylesi yaşamsal kararlarda grup olarak kenetlenmeleri ya da parlamenterler markaja boyun eğmeleri durumunda seçmenlerden aldıkları oyun hakkını vermemiş olurlar ve böylesi sapkın davranışlarından kendi vicdanlarında olduğu kadar seçmenine ve tüm halka karşı da hesap veremeyeceği sorumluluk altına girmiş olurlar.

Parlamentoya sunulan tasarıda 600 kişilik parlamento karşısında tek kişi kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini elinde tutacaktır. Tek başına bir kişi parlamentonun tümü ile denk durumda olurken, yargının da yarısını kedisi, yarısını da kendi tertiplediği parlamento seçecektir. Böyle bağımsız (!..) yargı, tek kişilik mutlak otoritenin atayacağı milletvekillerinin büyük çoğunluğunun karar vermesi durumunda kendi efendisini yargılayabilecektir. Doğrusu anlamada zorlandığım bu hükümleri, umarım ki, ünlü yetmez ama evet tayfası devreye girerek hepimize açıklar.

Bir toplumun müşterek yaşama kurallarını ve bu amaca yönelik olarak devletin yapısını belirleyen ve halka karşı siyasilerin davranış alanını sınırlayan anayasa, böylesine iki kardeş partisinin gizli görüşmeleri ve tertiplenmiş baskı altındaki bir parlamentonun az buçuk oyu ile ve OHAL gibi olağanüstü dönemde halkoyuna sunularak yaşama geçirilmiş bir metin olamaz. Tüm çağdaş hukuk kurallarının çiğnenerek, halka zorla dayatılan bu metin umarım bir yerde takılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz karası olarak tarihe geçmez.

AKP ve siyasi liderlerinin 14 yıllık iktidarları döneminde toplumu sürükledikleri olumsuz koşulların hesabını vermedeki endişeleridir ki, böylesi başka hukuksuzluklarla rejim değişikliği yapacak olan metni halka dayatmaktadır. Tek parti ile sürüklendiğimiz nokta, tek insan yönetiminin de bugünkü görüntüsüdür. Ne var ki, dünya emperyalizmi ve burjuvazi demek ki tek parti ile yetinmeyip, tek siyasiyi karşısında görmek ve ricalarını(!) ona iletmek istemektedir. Hal böyle iken, halk iradesinin tecelli ettiği parlamentonun yerine bir kişiyi ikame etmek, halk iradesinin yerine emperyalistin iradesini geçirmektir. Böyle bir irade değişikliği onayını iradesini terk etme durumunda olacak halktan ve onun parlamentosundan almaya kalkmak, daha başlangıçta diktatörlüğün ilk adımıdır.  Böylesi bir siyasi dayatmayı özgürlüğüne düşkün bu halk hak etmemektedir ve irade terki yoluna asla gitmeyecektir!

İzzettin Önder
SOL

Yalnızca başkanlığa hizmet eder-İLKER BELEK

1- Bu karanlık bir eylemdir.
2- Yapanın kim olduğu yukarıdaki tespiti değiştirmez: IŞİD ya da PKK-TAK. Hepsi bu tip eylemleri yapabilecek karakterde ve güçtedir.
3- Eylemi hiçbir “ulvi” gerekçe meşrulaştıramaz.
4- Sorumlusu AKP’dir. 15 yıldır iktidardalar, son birkaç yıldır neredeyse her ay onlarca insanın hayatını kaybettiği bir katliam yaşanıyor, önleyemiyorlar.
5- Yönetemiyorlar. Güç mekanizmalarını başkanlık sistemini dayatacak kadar kontrol edebiliyor olmaları yönettikleri anlamına gelmez. Düzenli aralıklarla bombaların patladığı, bir bölgesinde kesintisiz savaşın devam ettiği bir ülkenin yönetildiğinden söz edilemez.
6- Yönetemiyorlar ve kanıtı eylemden sonra içişleri bakanının intikam alma sözüdür. Edebildikleri tek söz intikamdır ve bu söz havada kalmaya mahkumdur.
7- Eylemi TAK üstlendi. Ancak fark etmez. IŞİD sıraya girdiğini zaten açıklamıştı. Her ikisi de büyük güçlerin kontrolündedir. Amaç ülkenin istikrarsızlaştırılmasıdır. Bunda herkesin bir hesabı vardır. IŞİD de PKK de kendi devletinin derdindedir, ancak kurulacak devlet bir ABD eyaleti olacaktır.
8- Önemli olan büyük sahneyi görmektir. ABD’nin planı bölgenin yeniden düzenlenmesidir. AKP’yi bu nedenle 2002’de sahneye sürmüştür. Sovyetler Birliği sonrası döneme İslam’la, Müslüman Kardeşler’le müdahale etmiş, buna Büyük Ortadoğu Projesi demiştir. Afganistan’da Taliban, Irak’ta El Kaide, Suriye’de Kaide’den IŞİD bu amaçla yaratılmıştır. Arap Baharı’nın anlamı budur. AKP Bahar’ın başlangıcıdır. IŞİD’e silah Türkiye’den sokulmuş, IŞİD petrolü Türkiye’den pazarlamıştır. Suriye’deki cihatçıları kontrol eden AKP, PKK’yi silahlandıran ABD ve Türkiye NATO ülkesidir.
9- Destekledikleri cihatçıların, “barış” masasında görüştükleri PKK’nin ve stratejik müttefik oldukları ABD’nin hedefi durumundadırlar. Böyle olduğu için bombalar patlamaya devam edecektir.
10- Bu katliamı da başkanlık ve OHAL’i uzatmanın gerekçesi olarak kullanacakları kesindir.
11- Bu taktikleri tutar. 7 Haziran seçimlerinden sonra gündeme soktukları savaş stratejisinin sonuçlarından bunu biliyoruz. Her katliam AKP’nin tabanını konsolide etmekte ve MHP tabanının AKP’ye kaymasına yaramaktadır. Bunu en iyi bilenler AKP kurmaylarıdır.
12- Bu eylem başkanlık senaryosunun gerçekliğe dönüşmesi için katkı sağlayacaktır.
13- Kaostan Kürtler lehine hiçbir şey çıkmayacak, yalnızca Türkiye her tür operasyona açık bir hal almış olacaktır. Anlaşılan örgüt hendek savaşlarının Kürt halkında yarattığı yılgınlığın hiç farkında değildir ya da halkımıza yılgınlık vermek ve AKP’yi güçlendirmek üzere özel bir misyon benimsemiştir.
14- En önemli sorunumuz halk sınıflarının umutsuzluğunun, korkularının artması ve mücadele azminin kırılmasıdır. Bu da yalnızca AKP’nin ve emperyalizmin işine yarar. Bu durum görülerek karanlık eylemler sürdürüldüğüne göre amaç bu olsa gerektir.
15- Yapılacak tek şey emekçi sınıf hareketinin örgütlenmesidir.
16- Sınıf siyaseti, sınıfın sorunlarına, esnek çalışma düzenine, işsizliğe, sömürüye, kıdem tazminatının kaldırılması planına, eşitsizliklere ve laikliğe odaklanmak; iktidarın din sömürüsüyle sömürüyü akladığını göstermek; özgürlüğü ve barışı eşitliğe, eşitliği kamuculuğa bağlamak; her türlü kimlikçi söylemi reddetmek zorundadır.
17- Açıkça ilan ettiler: 2017 sıkı bir tasarruf yılı olacak. Yapılacak şey pratik ve ideolojik olarak sınıfa gömülmektir.

İlker Belek/SOL

11 Aralık 2016 Pazar

Kenize Murad’ın izindeyiz! - TAYFUN ATAY

Numan Kurtulmuş’un “Bağımsızlık, gâvura gâvur diyebilmektir” sözünün Tanzimat’la, dolayısıyla “Osmanlı modernleşmesi” ile gizli-saklı hesaplaşmayı da akla getiren çağrışımlarına değindiğimiz yazının dumanı hâlâ tüterken Osmanlı torunu Kenize Murad’ın “basın özgürlüğü”yle ilgili sözleri gündeme güm diye düştü.

Padişah 5. Murad’ın torunu Kenize Murad, Fransa’da başkanlığını yürüttüğü “France Turquie” Komitesi’nin edebiyatımızın bir pırlantası Oya Baydar’a ödül verdiği törende Cumhuriyet’e yönelik operasyonu da değerlendiren şu sözleri sarf etmiş:
“Gazetecinin ülkesinde neler olup bittiğini özgürce yazması gerekir. Demokratik ülkelerde yargı bağımsızlığı, gazeteci özgürlüğü, politika özgürlüğü her zaman olmak zorunda. Türkiye’de hapisteki gazeteci arkadaşlarımız için çok üzgünüm. Umarım Türkiye tekrar önceki yıllar gibi demokrasi yoluna dönerek ilerler.”
***

Aman Allah, ecdat yadigârının sözlerine bakar mısınız!
Bu kadarını “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde ecdadımızı yanlış tanıtanlar dahi yapmamıştır!.. 

***
Peki, bu sözlerin bir padişah torununun ağzından çıkacağını acaba rüyada görseler inanır mıydı neo-Osmanlıcı hülyalarla yatıp kalkan dinbaz iktidar sahipleri?..
Hayır, çünkü dindarlıkları sahte (o yüzden onlara “dinbaz” diyoruz) olduğu kadar, Osmanlıcılıkları da seraptır.
Kendi kendilerine “hayallendikleri” gibi bir Osmanlı yok.
“Yeni Türkiye”lerine ihtiyaç duydukları tarih inşası için “tarih- dışı” bir Osmanlı tasarımı peşindeler.
Hatta tarihten ve Osmanlı’dan bir “bugün” çıkarma çabasında da olmayıp kendi bugünlerinden hareketle bir tarih ve Osmanlı icat etme derdindeler. 

***
Osmanlı’nın torununa gazete Cumhuriyet için yukarıdaki sözleri söyletense, Türkiye Cumhuriyeti’ni önceleyen Tanzimat ve Meşrutiyet’ler Osmanlı’sının acı acı tecrübe ettiği yüzyıllık modernleşmenin birikimi...
Elbette AKP dinbazlığı bunların da reddinden yana. Ama böyle yapıldığında Osmanlı diye elinizin altında kalacak olan, hepi- topu “bir” (rakamla 1) yüzyıllık bir dönemdir ki o zaman da 600 yıllık bir cihan imparatorluğundan dem vurmanız abes olur.
Çünkü güçlü merkezi otoriteye dayalı olarak iktisadi istikrar üretmiş düzen, 1550’lerden sonra bozulmaya başlar. Öyle ki 16’ncı yüzyılın sonlarından itibaren devlet ve toplum yapısında görülen değişmeler, sonuçları itibarıyla daha o dönemde çözülme ve bozulma olarak değerlendirilmiştir. Bu çerçevede dönemin bazı devlet adamları ve tarihçiler, ıslahat amacıyla “kanûn-ı kadîm” ya da “selâtin-i maziye” tabirleriyle ifade edilen ve Yavuz dönemi ile Kanuni’nin saltanatının ilk yarısına karşılık gelen bir “altın çağ”a dönüş düşüncesiyle ortaya çıkmışlardır. (Bu konuda kısa, öz bir değerli kaynak olarak bkz. Mehmet Öz, “Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları”, Dergâh Yayınları, 1997.)
Ama hayat, tüm dinamizmi ve değişimi ile hükmünü icra etmeyi sürdürmüştür. Ve “kanûn-ı kadîm”in ihyası (yeniden hayat bulması) fikri temelinde kendini gösteren anlayıştan “nizam-ı cedid”in tesisi (yeni bir düzenin kurulması) anlayışına dereceli gidiş, bizi 18 ve 19’uncu yüzyılların Osmanlı modernleşmesine çıkarmıştır.
Osmanlı’nın son iki yüzyılındaki bu yeni düzen arayışının ve “modernleşme çabası”nın bir sonucu Tanzimat, müteakip iki sonucu Meşrutiyet’ler ise nihai sonucu da Cumhuriyet’tir. 

***
Cumhuriyet’in bir “kopuş” olduğunu ister olumlu ve destekleyici, isterse olumsuz ve reddiyeci yönde öne sürenler, aslında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin değişmeler kadar süreklilikleri de içerdiğini göz ardı ederler. Bunu laik-yenilikçi bir gözle yapmak söz konusu olduğu kadar şimdilerde fark ediyoruz ki dinbaz-gelenekçi bir gözle yapmak da mümkünmüş.
Hâlbuki Kenize Murad’ın sözleri, Osmanlı’yla Cumhuriyet arasında nasıl süreklilikler bulunduğuna işaret edecek bir mahiyet de taşıyor.
Cumhuriyet’i kuranlar kadar “modern” perspektife sahip bir sultanın torunu olan Murad, demokrasi ve basın özgürlüğü konusundaki sözleriyle “Osmanlıcı” geçinen dinbaz iktidarın antidemokratik ve totaliter tasarruflarını onların yüzüne vuruyor.
Osmanlı’yı tarihsel bağlamı içerisinde değerlendirenleri ve değerlendirecekleri hiç mi hiç şaşırtmaması gereken bir durum bu...
Ve Osmanlı’nın, dinbaz-totaliter neo-Osmanlıcılara bırakılamayacak kadar önemli olduğunu da düşündürmesi gereken bir örnek...

Tayfun Atay
CUMHURİYET

10 Aralık 2016 Cumartesi

Mayın eşeklerinin izinde - ORHAN GÖKDEMİR

Irak’ın kuzeyindeki Kürt özerk bölgesinin tarihi 1970’li yıllardaki Saddam Hüseyin Mustafa Barzani anlaşmasına dayanıyor. Irak-İran savaşı başlayınca Kürtler İran’ın safına geçti ve bölge Irak’ın kontrolünden çıktı. Birinci Körfez savaşında on binlerce Kürdün topraklarını terk edip Türkiye’ye kaçmasında bu tarihin etkisi vardı. Kürt Özerk Bölgesini de kapsayan bir hat üzerinde uçuş yasağı bu gelişmeler üzerine konuldu. Uygulama, Kürt Özerk Bölgesinin fiili bir devlete dönüşmesi anlamına geliyordu. 2003’teki ikinci Irak işgali bu fiili durumu yasallaştırdı. Kürt devleti böyle kuruldu. Barzani, Irak-İran savaşında İran’ın, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında da ABD’nin yanında yer alarak kazandı bu zaferi.

Suriye Kürt bölgesindeki durum Irak’takinden biraz daha karışık. KDP’nin yerine PKK’yı ve Barzani’nin yerine Öcalan’ı koyarak benzer bir fotoğraf elde etmeniz mümkün evet. Ama Kürtlerin yayıldığı alan bir özerk bölge olmaya Irak’ın kuzeyindekinden daha uzak. Kantonlar arasında geniş koridorlar var. Kantonların birleştirilip bütünlüklü bir hat haline getirilmesi büyük ölçüde Suriye’deki savaşın gidişatına bağlı. Üstelik Suriye merkezi hükumeti iç savaştan galip güç olarak çıkmak üzere. Bunun, bölgeyle ilgili bütün planları geçersiz ilan etmesi mümkün.

Ancak PKK bütün bu zorlukları aşıp bölgede Barzani’nin Irak’ta izlediğine benzer bir stratejiyle özerklik kurabileceğine inanıyor. Suriye’deki cihatçı kışkırtma bir iç savaşa dönüşünce bu fırsatı yakaladığını düşündü. 2012 yılında Kobane, Afrin ve Derik YPG tarafından ele geçirildi ve “devrim” ilan edildi. Cümle biraz tuhaf ama söylenen bu. Rojava Devrimi böyle doğdu.

Güzel. Fakat bu devrime en sert tepki Güneyde bir devlet kurma faaliyeti içinde olan Barzani’den geldi. Şöyle dedi: “PYD, Rojava’da devrim yaptığını iddia ediyor. Kime karşı kazanılmış bir devrim bu?” Sonra PYD’yi oyunbozanlıkla suçladı ve Rojava’ya ambargo uygulama kararı aldı. Yetinmedi, Irak Kürdistanı ile Rojava bölgesi sınırına 17 kilometre uzunluğunda hendek kazdırdı.
PKK ise haklı olarak “Rojava Devrimi”ni çok önemsedi. Elindeki bütün güçleri bölgeye yığdı. O kadar ki üniversiteler boşaldı. Üniversiteli gençler Rojava’ya geçirilerek ellerine silah tutuşturuldu ve profesyonel cihatçı katillerle savaşmaya gönderildi. Rojava’ya ne yararı oldu bilmiyorum ama ülkedeki öğrenci hareketi böyle tasfiye edildi. Devrimdir.
Kuşkusuz Barzani-Öcalan rekabetinin kokusunun sindiği bir devrimdir bu. Öcalan, Barzani’nin Kürt Özerk bölgesi ile yaptığı atılıma Rojava Özerk Bölgesi ile karşılık vermek istiyordu. Haliyle PKK Güney’de bağımsız Kürdistan’ın, KDP ise Suriye’de Rojava devriminin karşısındaydı. Kürt devrimi Kürt devriminin kurdu olmuştu.

***

“Rojava Devrimi” ile “HDP Devrimi”nin yolu 7 Haziran’da kesişti. Ülkenin batısının ilerici birikimine yaslanan HDP, AKP’yi durdurmuş görünüyordu. Bunun Rojava’dakinden daha sarsıcı etkiler yaratacağı belliydi. Ama HDP nedense 7 Haziran’daki devriminin arkasında duramadı ve ülkeyi 1 Kasım’a sürükleyen akıntıyı adeta seyretti. Gerisi malum. Belediyeler kayyumda. Eş başkanlar, vekiller, belediye başkanları içeride. Ve asıl tuhaf olanı, Kürt halkının olup biteni 7 Haziran’dan bu yana sadece izlemekle yetinmesi.

Bir hatırlatma daha. Hendek siyaseti özellikle HDP'nin güçlü olduğu il ve ilçelerde 7 Haziran’dan sonra yaygınlaştırıldı. Masa devrilmiş, savaş bölgenin üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü. Belli ki, bunda Rojava’daki gelişmelerin etkisi büyüktü. PKK kazanımlarını kaybetmek istemiyordu, AKP gelişmelerden endişeliydi. PKK için Rojava sınırındaki bütün Kürt kentlerini Kobane’ye dönüştürmekten başka çıkar yol görünmüyordu. Hendek budur.

***

HDP milletvekili Garo Paylan, birlikte katıldığımız bir TV programında Kürt halkının sessizliğinin sebebinin “Batının sessizliği” olduğunu söylemiş, ben “ama Doğu daha sessiz” dediğimde şaşırmıştı. Belki de Batının sessizliğinin sebebi, Sur abluka altındayken, bitişik mahallelerin normal bir hayat sürmesiydi. Kim bilebilir?

“Kürtler niçin sokağa inmiyor?” Sorunun bu şekli Mahmut Bozarslan’a ait. Yorumu 4 Kasım 2016 tarihli Al-Monitor’da yer alıyor. Özeti şu:
“Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin koltuğuna Feridun Çelik oturdu. Seçimlerin üzerinden daha bir yıl geçmeden, PKK’ya yardım ve yataklık yaptığı iddiasıyla, Siirt ve Bingöl belediye başkanlarıyla birlikte gözaltına alınınca bölgede tansiyon yükseldi. Binlerce kişi belediyenin önünde toplanarak protesto gösterileri düzenledi. Polisin zaman zaman müdahale ettiği gruplar günlerce eylemlerini sürdürdü. Başkanlar tutuklandıktan bir süre sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu olaydan 16 yıl sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi yine bir operasyonun hedefindeydi. Bu kez Eş Başkanlar Gültan Kışanak ve Fırat Anlı “Terör örgütüne üye olma” iddiasıyla gözaltına alındı. Polis ve jandarma ekipleri belediyeyi basarak arama yaptı. Aramalar sürerken bina önünde az sayıda belediye çalışanı ve kent sakini vardı.”

Gazeteci Mahmut Bozarslan bu sessizliği “korku iklimi” ile açıklayamayacağımızdan emin görünüyor. Evet, bir “korku atmosferi” var ama ne zaman yoktu ki? “Peki, öyleyse neden?” Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun veriyor cevabını: “7 Haziran’dan sonra PKK’nin uyguladığı hendek siyaseti demokratik tepkilerin gösterilmesi konusunda kitleleri çok ciddi hayal kırıklığına uğrattı… İnsanlar sokağa çıkmıyorsa hendeklerin, barikatların yarattığı tahribatın etkisi var.”

“PKK Demirtaş’ı kurban etti.” El Jazeera Türk’te Gonca Şenay’ın haberi de budur. 5 Aralık’ta şöyle yazıyor: “Aralarında Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk’ün de bulunduğu Kürt siyasetinin önemli isimleri tutuklandıktan sonra, HDP ve PKK’dan yapılan çağrılara rağmen bölge halkı sokakta tepki göstermedi… Diyarbakırlı bir sivil toplum kuruluşu temsilcisine göre PKK Demirtaş dâhil Türkiye’de tüm güçleri Suriye için kurban etti.” Gonca Şenay, ismini vermek istemeyen bir sivil toplum kuruluşu temsilcisinin söylediklerini aktarıyor: “Kobani’den cenaze geldiğinde konvoy oluyordu burada. Sur’dan cenaze çıktığında kimse gitmiyordu. Bunu fark etmediler… Biz değiştik. Bağımsızlık için ölünür belki ama özerklik için insan ölür mü? Ölmez.”
Gonca Şenay sessizliğin nedenini bir de Altan Tan’a da soruyor. Tan’a göre PKK yanlış yaptı ve HDP o yanlışa dur diyemedi. Sebebi bu. Yanlış ne? 7 Haziran’daki sıçramayı önemsemeyip, bütün yığınağı Rojava’ya yapmak. Sonra “özyönetim” amacıyla hendek siyaseti izlemek ve bütün bölgeyi bir tür Rojava haline dönüştürmek. Ancak halk hendek kazılan mahallelerden baskılara rağmen çekildi ve hendektekiler güvenlik güçleri karşı karşıya kaldı. Sonuç ortada.

***

Yazılanların ve söylenenlerin anlamı şu: Masanın devrilmesinin en önemli sebeplerinden biri Rojava ve Ortadoğu’daki gelişmelerdir. Batıdaki hendekler Türkiye’yi hendeklerin önünde durduracak ve bölgenin dışında tutacaktır. PKK ise bu sayede Rojava’yı elinde tutmasını sağlayacak dış yardımlara daha kolay ulaşacaktır. Hendeğin kazıldığı kentler yakılıp yıkılacaktır gerçi ama Rojava elde tutulduğu sürece bu sorun olmayacaktır. Kuzeyi, Rojava’ya feda etme siyasetidir bu.
Hendek, Kobani’yi kuzeydeki Kürt illerine taşıma girişimidir. PKK, AKP’yi HDP’nin değil hendeğin düşürmesinin daha iyi olacağına inandı. Sonuçta AKP yine düşecek ve Rojava’daki kazanımlar korunmuş olacaktı. HDP de böylece büyüyen bir sorun olmaktan çıkacaktı.
Evet, HDP bir sorun olmaktan çıktı ama hendek siyaseti de yıkılmış kentlerin altında kaldı. HDP’yi sorun olmaktan çıkarma siyaseti PKK’yı sorun olmaktan çıkarma siyasetine dönüşmek üzere. Kürt halkını sessizliğe iten de işte bu siyasettir. Halk hendeğin kendisi için büyük bir tuzak olduğunu görmüş ve geri çekilmiştir.

***

Kürt sorununun masada konuşulduğu dönemin akil adamı Baskın Oran’ın Cumhuriyet’te Kemal Göktaş’la yaptığı söyleşi bunlar tartışılırken yayınlandı. Özeleştiri yaptı Baskın Oran, “Biz orada AKP’nin mayın eşeği olduk” dedi. Haklıdır. Liberaller AKP’nin mayın eşekliğini kabul ederek HDP’yi patlattılar. HDP’nin patlaması AKP’yi yerle bir etti. Yol kazasıdır. Şimdi bir kısmı hapiste, geri kalan ise ev hapsinde gün sayıyor. Suçları büyüktür, HDP’nin patlayacağını görememişler, AKP’nin düşüşüne engel olamamışlardır. Gerisini görüyoruz: HDP dağıldı, PKK çekildi, hendekli kentler harabeye dönüştü. Ve buna yol açan mayın eşekleri birkaç hafta önce toplandı. Baskın Oran, Oya Baydar ve Binnaz Toprak konuştu. Masa yeniden kurulsun istiyorlardı. Demokrasi için birlik yapacaklardı.

Castro’yu yitirdik geçtiğimiz hafta. HDP vekili Osman Özçelik ve Kürt gazeteci Fehim Işık Fidel’in Kürtleri katledenlerle işbirliği yaptığını hatırlattı haklı olarak. Yukarıdakileri hatırlatıp Kürt düşmanı mı ilan edilselerdi?

PKK Güney’de bağımsız bir Kürt devleti kurulmasına, Barzani Rojava’daki devrime karşı teyakkuzda. Ortalık rastgele kazılmış çukurdan geçilmiyor. Kürt sorunu üzerine yazarken o çukurlardan birine düşüp kolu bacağı kırmak işten değil. Bu kadar hendeğin arasından düşmeden, yuvarlanmadan geçmek büyük başarı. Mayın eşeği kullanıyorlar demek ki.

Kıskanmamak elde değil. Aşk olsun vallahi!

Orhan Gökdemir/SOL

Gerçek Türkiye fotoğrafı - ÖZGÜR MUMCU

İktidar çevreleri uzunca bir süredir Gezi eylemlerini “üst aklın”, cemaat eliyle giriştiği ve sonuncusu 15 Temmuz darbe girişimi olan operasyonlarla ilişkilendiriyor. 
 
Ağzını açan iktidar mensubu, “Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz” diyerek bu üç meseleyi aynı torbaya koyuyor. İlk başta Gezi’nin polis şiddetiyle kışkırtılmasının arkasında cemaatin olduğunu söylediler. Şimdilerdeyse Gezi topyekûn cemaate mal edilmeye çalışılıyor. 
 
16 Haziran’da polis yaptığı sert müdahaleyle Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı boşalttı. Aynı günün akşamı 11. Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış töreni düzenleniyordu. Sayın Erdoğan törenin onur konuğuydu ve cemaate şöyle sesleniyordu:
Gerçek Türkiye tablosu budur. Gerçek Türkiye fotoğrafı, buradaki fotoğraf, buradaki kadrajdır... Dışarda anlık zevkleri için sokakları ateşe verenler değil bir dünya dili olan Türkçeyi omuzlarında taşıyan gerçek Türkiye mesajıdır bu.” 
 
Bir sene öncesinde MİT Müsteşarı tutuklanmaya çalışılmıştı. Buna rağmen savaş baltaları hâlâ toprağın altındaydı ve Erdoğan cemaate Gezi’yi şikâyet ediyordu:
3 haftadır Türkiye’de birbirinden farklı iki manzara, iki fotoğraf var. Bir tarafta sapan, taş, molotof kokteyli vardı. Diğer tarafta Türkçe vardı, türkü vardı, şiir vardı. Bir tarafta öfke, nefret, çatışma vardı. Diğer tarafta dayanışma, kardeşlik, merhamet vardı. Bir tarafta vandallar bir tarafta barış elçileri vardı. Engin yürekli gönül neferleri vardı.” 
 
Yani 2013 Haziranı’nda Erdoğan için cemaat demek hâlâ “dayanışma, kardeşlik, merhamet” demekti. Gezi’ye katılanlar “vandal” iken, cemaat mensupları “barış elçileri” ve “engin yürekli gönül neferleri”ydi. Devletin adına sikke kestirdiği Türkçe Olimpiyatları’nda Erdoğan, “Gerçek Türkiye fotoğrafı, buradaki fotoğraf, buradaki kadrajdır” diye seviniyordu. Hatta eklemişti de “aldatan elbette olmayacak, ama aldanan da olmayacağız”. Hey gidi. 
 
Gülenseverliğin bir şaheseri olan bu konuşma metnini kimin yazdığını ve kimin ona okuttuğunu elbette sayın Erdoğan iyi bilir. Gezi’ye karşı cemaatle beraber “gerçek Türkiye” fotoğrafı verenler bugün Gezi’yi bir cemaat operasyonu olarak değerlendiriyor. 
 
Şayet cemaat polis şiddetiyle Gezi eylemlerinin büyümesine yol açtıysa Erdoğan’ın “Polise talimatı ben verdim, işgal kuvvetlerini mi izleyecektik” demesi nasıl izah edilir. Yok Gezi tamamen bir cemaat operasyonuysa, Gezi Parkı’nın boşaltılmasından saatler sonra Erdoğan’ın Türkçe Olimpiyatları’nda cemaatçilere Gezi’yi şikâyet etmesinin açıklaması nedir? 
 
İki aydan daha kısa bir süre sonra Yüksek Askeri Şûra toplandı. 25 kurmay albay tuğgeneralliğe terfi ettirildi. Bugün 18’i darbe girişimine katıldıkları için tutuklu. 9’u ilk sıradan atanmıştı. Ertesi iki seneki YAŞ toplantılarında terfi edenlerin de büyük bir oranı, darbe girişimi sebebiyle tutuklu.
Yani Gezi sırasında Gezi’yi cemaate bir güzel şikâyet ettiler. Sonra da YAŞ toplantısına gidip darbeci generalleri terfi ettirdiler. Şimdi de ağzını açan, Gezi’ye cemaatçilerin bir oyunu demekte. 
 
Böyle iktidarların tarihi kendilerine göre yeniden yazmaları âdettendir. Ama el insaf. İnsan bari beş on sene bekler de hâlâ hafızamızda dünkü canlılığıyla duran hakikatleri silmeye yeltenmez.

Özgür Mumcu/CUMHURİYET

Onlar niye ‘Mustafa Kemal’in alanında’ olsunlar ki...-IŞIK KANSU

Düşüncesi yüzünden kimsenin hapisyatmasına göz yumamayız.Ancak haksızlıklara karşı durmak, insan haklarını savunmak ya da mazlum duruma düşenleri korumak başkadır; onları tüm yanlışları, aykırılıkları ve kötülükleri ile içselleştirmek başka... 
 
Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin Adana mitinginde, tutuklu bulunan Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç gibi yazarların adlarını sıralayınca alandaki CHP’lerin “Burada” demesini istedi. Alandakiler de, o adlar sıralanınca hep bir ağızdan “Burada” diye bağırdı. 
 
Tıpkı bir zamanlar, Harbiye’de Atatürk’ün numarası okununca, Harp Okulu öğrencilerinin topluca “İçimizde” dedikleri gibi. 
 
Zaman gösterdi ki, Atatürk, Harp Okulu öğrencilerinin hiç de içinde değilmiş. Onların içinden “Fethullah” çıktığını hepimiz yaşayarak gördük. 
 
Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç gibi isimlerin de “Mustafa Kemal’in meydanında” olmaları da pek olası gözükmüyor. 
 
Çünkü bütün bu isimler, ömürleri boyunca Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ile kavgalılardı.
Cumhuriyet devriminden yana olduğu için aramızdan alınan Uğur Mumcu’nun, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın Cumhuriyet karşıtlıklarına karşı yürüttüğü savaşım, okuyucularımızın belleğinde hâlâ yerini koruyordur mutlaka. 
 
Bir başka isim; Ali Bulaç, AKP kadrolarının örgütlendiği “Bilgi ve Hikmet” dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapmıştı. 
 
Bulaç’ın bu görevleri üstlendiği dönemde, derginin Ankara sorumlusu, şimdi AKP’nin AB Bakanı olan Ömer Çelik’ti. 
 
Dergi, 12. sayısında Ömer Dinçer’in “21. yüzyıla girerken dünya ve Türkiye gündeminde İslam” başlıklı makalesini yayımlamıştı. Yıllar sonra AKP iktidarlarında bakanlıklar yapacak olan Ömer Dinçer, o makalesinde, bakın ne diyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin, laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha ademimerkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.” 
 
Ahmet Altan’a gelince... Altan’ın, ulusal ordunun tasfiyesi sürecinde Ergenekon ve benzeri uydurmaları gazeteci olarak körükle ateşlediğini herkes biliyor. 
Altan’ın 2002’de dillendirdiği “Sanıyorum ki, insanlık tarihinin en büyük toprak kaybı anlaşması Lozan’dır. Yeryüzünde 4 milyon kilometrekare toprak kaybedip de o anlaşmayı sevinçle karşılayan tek toplum biziz” yönündeki görüşlerinin, bugün Saray’daki tarafından tümüyle benimsendiğini de herkes biliyor. 
 
Eh, o zaman, nasıl oluyor da bu isimler “Mustafa Kemal’in meydanı”nda ya da CH P’lilerin “içinde” olabiliyor? 
 
Burada bir kafa karışıklığı var. 
 
İnsan, herhangi bir düşünce sistemine inanabilir, güvenebilir, onu savunabilir. Ama insanın kafası karışıksa, ne dediğini, ne yaptığını bilmiyorsa; ya cahildir ya niyeti iyi değildir ya da oyuna geliyordur. Dolayısıyla çevresini de oyuna getiriyordur.
En iyisi, oyuna getirenin oyununa gelmemektir.

IŞIK KANSU/CUMHURİYET

9 Aralık 2016 Cuma

Zorunlu bireysel emeklilikten çıkışı örgütleyelim - ALPASLAN SAVAŞ

15 Temmuz sonrası patronlara kaynak aktarma araçlarından biri olarak gündeme gelen Bireysel Emeklilik Sistemi’ne (BES) zorunlu katılım uygulaması 1 Ocak 2017 tarihinden itibaren uygulamaya konulacak. Düzenleme 25 Ağustos tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmış ve arkasından bir de yönetmelik çıkarılmıştı ki geçtiğimiz Pazar günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından sisteme katılımın kademeli olarak yapılmasını kararı çıktı.

Kademeli geçiş kararının altında, uygulamanın toplumsal sonuçlarından emin olamama hali var. AKP, milyonlarca işçinin cebinden her ay tasarruf adı altında prim kesilmesinin, hem de ekonomik kriz kapıdayken maliyetinden belli ki çekiniyor. Bu önemli ayrıntıyı sona bırakarak BES’te güncel durum nedir, yakından bakalım:
BES, 2001 yılından buyana uygulamada. Mevcut durumda sisteme girenler 56 yaşına kadar her ay düzenli prim ödüyorlar. Yeni getirilen zorunlu katılım şartı ile 1 Ocak 1972 tarihinden sonra doğan tüm işçiler (devlet memurları dahil) sisteme itirazsız girmiş olacak. İki ay içinde çıkma hakları saklı olarak.

Çalışanların sistemden nasıl çıkacağı henüz belli değil. Çıkış için nasıl bir yol izleneceği konusunda Çalışma Bakanlığı herhangi bir düzenleme yapmış değil. Buna karşın 2 ay içinde sistemden çıkmak için başvuru yapmayanlar, ayrılma hakkını kaybedecek. Bakanlığın bu konuda ağırdan almasının nedeni çıkışı gözden kaçırmak.

Sisteme kademeli geçiş de sistemden çıkışı karmaşık hale getiriyor. Bu nedenle işçilerin çalıştıkları işyeri ölçeğine göre yapılan kademelendirmeyi takip etmeleri gerekli. Açıklanan kademe sistemi şöyle:




Zorunlu katılım yaklaşık 17 milyon çalışanı kapsıyor. Mevcut BES’te halen yaklaşık 6,5 milyon kişi olduğu düşünülürse, zorunlu katılım ile patronlara 10 milyonun üzerinde sayıda ücretliden oluşan ek bir havuz kaynak yaratılmış oluyor. Hedefledikleri miktarın 100 milyar lira civarında olduğunu söylüyorlar. Patronlar için güzel olan kaynağın doğrudan işçinin ücretinden elde edilmesi.

Her ay işçinin bürüt ücretinin yüzde 3’ü kadar kesinti ilgili bireysel emeklilik şirketine yatırılacak. En düşük ücret olan asgari ücretten kesilecek miktar 49 lirayı buluyor. Tabi sene başında asgari ücret arttığında bu tutar da artacak. Kesinti, daha yüksek ücretlerde 320 liraya kadar çıkıyor. Üstelik Bakanlar Kurulunun bu miktarı yükseltme yetkisi bulunuyor.

Kaynağa devlet de katkı verecek. Sistemden çıkmayanlara belirli şartlarla yüzde 25’e kadar varan oranda katkı yapılacak.

BES’e zorunlu katılım, “ikinci emeklilik” olarak pazarlanıyor. Halbuki BES, hem emeklilik yaşının kademeli olarak yükseltildiği hem de emekli maaşı bağlama oranının kademeli olarak düşürüldüğü SGK emekliliğinin, yani “birinci emekliliğin” tamamen tasfiyesini hedefliyor. Ayrıca “ikinci emeklilik” olarak bile BES’in işçilere getirisi de son derece sınırlı olacak. Örnek hesabı Birleşik Metal’den aktaralım: “Bugün itibariyle asgari ücretli 32 yaşındaki bir çalışan sisteme he ay 50 lira yatırır ve 33 yıl boyunca sistemde kalıp 65 yaşında sistemden emekli aylığı bağlatırsa, hesabında devlet katkısı ve fon birikimleriyle birlikte birikecek rakam 40 bin TL civarında olacaktır. Buna yasa gereği ek yüzde 5’lik katkı olan 2 bin lira 1000 lira ek devlet katkısı eklendiğinde rakam 43 bin lirayı bulacaktır. Bu hesaplamaya göre bu kişi ortalama yaşam süresi dikkate alındığında ancak 250 liralık emekli aylığı alabilecektir.”

BES’e zorunlu katılımın ilk özeti budur: 33 yıl para öde, kalan ömründe asgari ücretin beşte biri kadar emekli maaşı al! Diğeri ise bir adım sonrasında emekliliğin kamusal vasfı ve güvencesinin tamamen tasfiyesidir. Dünyada çok fazla örneği var.

Peki bu hesap bozulabilir mi?

AKP’nin patronlara kaynak aktarımı işçilerin giderek daha fazla cebini yakıyor. BES’e zorunlu katılım belki de bunun en somut örneklerinden biri olacak. Kriz kapıda ve AKP işçinin cebinden aldığı parayı sigorta patronlarının cebine koyacak. Bakmayın teşkilattan nemalanmanın yollarını bulan AKP’li esnafın “döviz bozdurana bedava döner ekmek” safsatasına… Ekonomik krizde geniş halk kesimlerinin gemiyi terk etmesi olası ve AKP bunun farkında.

O halde hesap bozmak için fırsat var demektir. İşyerlerinden başlayalım. Öbek öbek yan yana gelelim ve “patronlara kaynak, AKP’ye can suyu vermeyeceğiz” diyelim. BES’ten çıkışı örgütleyelim.

Alpaslan Savaş / SOL

Din, devlet, şirket - TAYFUN ATAY

Birkaç hafta önce “Eutelsat” tematik televizyon kanalları ödül töreni için jüri kontenjanından davetli olarak Milano’daydım. Orada tanıştığım ve dünyanın çok prestijli bir yayın kuruluşu bünyesinde çalışan İranlı bir editörle dönüşte İstanbul için aynı uçaktaydık.
İslâm Cumhuriyeti’nde büyümüş, lisans ve lisansüstü eğitimini ülkesinde tamamladıktan sonra Batı’ya göç etmiş bu yol arkadaşı ile Türkiye, İran, din, kültür, siyaset üzerine tarihsel ve karşılaştırmalı çerçevede koyu bir sohbet tutturduk. Atatürk ve (devrik Şah’ın babası) Rıza Şah; Türkiye’de çokpartili yaşama geçiş ve demokratikleşme, İran’da ulusalcı Musaddık ve sonrasında Muhammed Rıza Şah’ın “Saray Diktatörlüğü”; İran’da 1979 İslâm Devrimi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi; İran’da post-Humeyni dönem, Türkiye’de post-İslamist Erdoğan dönemi, vd.
Sohbetten kayda geçilecek çok şey var ama burada bir nokta üzerinde durmak istiyorum. 

***
Dostumuz İstanbul üzerinden İzmir’e gidiyordu. Orada İran’dan gelen bir grup arkadaşı ile bir hafta geçireceklerdi. İran’da “açıktan” yaşayamadıkları bir hayatı Türkiye’nin bu en “seküler” kentinde doya doya yaşamak için!..
Buradan lâf açıldı ve İran’ın kadim zamanlardan bugüne, içinde bulunduğu duruma ilişkin konuşmaya başladık. Yol arkadaşım bana İran’ın antik dönemden yakın tarihe kadar Orta Asya ve Hint Yarımadası’ndan Anadolu ve Ortadoğu’ya kadar açılan geniş alanda bir kültür havzası olarak nasıl “merkez” bir rol oynadığından bahsetti hüzünle…
Hüzünle, çünkü bu kültürel birikim, elbette muazzam bir dinsel çeşitlilik ve zenginlik arz etmekle birlikte kendine has “seküler” bir niteliğe de sahipti. Ve ne acı ki bu birikim, İslâm devrimi sonrası süreçte heba olup gitmişti.
Aslında İran nüfusu içerisinde hâlâ hiç de azımsanmayacak ölçüde bir seküler-kültürel potansiyel mevcutsa da bu, kendini ancak evde ya da ülke dışında fiiliyata dökebilmekteydi.
İranlı dostuma bu seküler yönelimli nüfusun böylesine kaderine razılığının can korkusuyla mı ilgili olduğunu sordum.
Bir an düşünüp söyledikleri sarsıcıydı ama can korkusundan başka bir “korku”yu daha çok öne çıkarıyordu.
Rejime yönelik olarak “ülkeyi bir ‘şirket’ gibi yönetiyorlar” dedi ve devam etti: “Herkesi de bu şirkete ortak yaptılar. Sadece yandaşlarını değil, kendilerine karşı olduğunu bildikleri kesimleri de yıllar geçtikçe bir şekilde ‘hissedar’ kıldılar. O yüzden herkesin az ya da çok kaybedecek bir şeyi var. Açık bir tepki ya da muhalefetin bedeli can kaybı olmazsa ‘hisse kaybı’ olacak. O yüzden herkes evlerde alabildiğine serbest. Ev kesmeyince de soluğu yurtdışında alıyor hepsi.” 

***
O bunları söylerken Türkiye’de içinde bulunduğumuz durumun da buna ne kadar benzer hale gelmeye başladığını düşündüm.
Gezi-sonrası süreçte giderek amansızlaşan dinbaz baskı rejimi karşısında sesi soluğu kitlesel bazda kesilmiş seküler kesim çağrıştı zihnimde.
Siyasetçisinden sendikacısına, gazetecisinden edebiyatçısına, avukatından akademisyenine kadar öne çıkmış muhalif odaklara yönelik gözaltılar, gözdağları, tutuklamalar, eziyetler karşısında artık üzerine ölü toprağı serpilmişçesine hareketsiz “bizim mahalle” yani…
“Ne yapsak boş, bunlar gitmeyecek, vazgeçtik artık uğraşmaktan, olan bize olacak” demişti 1 Kasım seçimleri sonrasında özel bir üniversitede öğretim üyesi konumunda olanı…
“Herkes korkuyor işimden olurum diye, çünkü pek çoklarını soruşturma açtırıp açığa aldılar” demişti “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza atmayan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, devlet üniversitesinde çalışan bir diğeri…
Edindiği gayrimenkuller için hâlâ bir dolu kredi borcu ödediğini, o yüzden hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayan bu adamların garezini üstüne çekmek istemediğini söylemişti dost meclislerinde onlara atıp tutan ötekisi…
“Gelecektim ama mesafe uzak olduğu için vazgeçip evde şarabımı açtım ve televizyondan izleyerek katıldım” demişti CHP’nin Taksim’deki “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingine gel(e)meyen üst düzey idari-akademik görevlisi…
“Biz artık kendi içimize kapandık, orada var olmaya çalışıyoruz” demişti ülkenin en prestijli holdingi bünyesindeki özel okulda öğretmenlik yapanı… 

***
Örnekleri ben de çoğaltabilirim, eminim kendi çevrenizden siz de…
Hepimizi bir şekilde “Şirket”e ortak etmişler!..
Kendi aramızda ve korunaklı alanlarda…
Kafelerde, kampüslerde, plazalarda, publarda, barlarda…
İzmir’lerde, Bodrum’larda…
Kapalı devre solculuk, sosyalistlik, komünistlik, feministlik, demokratlık, özgürlükçülük oynuyoruz.
Onun ötesine geçmiyoruz.
“Meydan”a inmiyoruz.
Kızsak da, sayıp sövsek de “hissedar”ız, ondan zahir!..


Tayfun Atay
Cumhuriyet

8 Aralık 2016 Perşembe

AKP'den laiklik dilenecek halimiz yok, yeniden kazanılacak bir laiklik var-AHMET ÇINAR

AKP’nin ve o kafadakilerin meşru kabul ettiği tek hukuk İslam hukuku. Dolayısıyla laik değiller.
Bunu ben söylemiyorum. Kendileri her fırsatta vurguluyorlar.

Anayasa Mahkemesinin kararı var. 2008’de Anayasa Mahkemesi “AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğuna karar verdi. Ceza olarak da “Hazine yardımını” kesti!
Karar kesindir, geçerlidir, halen yürürlüktedir. AKP adlı islamofaşist parti, Türkiye’de laiklik karşıtı eylemlerin odağı, laikliğin düşmanı bir partidir. Bu yalnızca siyasi bir tespit değil, Anayasa Mahkemesi kararıdır.

Sadece bu değil. AKP, bu özelliğini hiç gizlemedi. Bu partinin milletvekili olan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, anayasada laiklik ilkesinin olmaması gerektiğini savundu.

Şimdi de eylemlerine devam ediyorlar: Evlilik yaşını islam hukukunun öngördüğü biçimde düzenlemek istiyorlar. Dinsel nikahı, resmi nikahın yerine geçirmek istiyorlar. Ülkemizi en köktenci, en radikal biçimde islamize etmeye çalışıyorlar. Tarikatları, cemaatleri toplumsal yaşamın her alanında hakim kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu partinin kurucularından 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1980 yılında kendisi 30 yaşındayken, 15 yaşında bir çocukla evlendi… Öyle ya, Türk Ceza Yasası 18 yaşını doldurmamış herkesi çocuk kabul eder. Hayrünnisa Özyurt, 30 yaşındaki Abdullah Gül’le evlendiğinde henüz 15 yaşında bir çocuktu.

AKP’den, AKP zihniyetinden, hukuk deyince akıllarına yalnızca islam fıkhı ve hukuku gelen anlayıştan, laikliği ve laik düşünceyi düşman belleyenlerden “çocuk yaştaki evlilikleri durdurmalarını” bekleyemeyiz.

Son bir hafta içinde yaşananlara bakın… Yasa dışı, hukuk dışı, laiklik dışı, insanlık dışı bir öğrenci yurdunda, bir tarikat yurdunda 12 kişi cayır cayır yandı… Cin hastanesi adı altında bir şarlatanlık merkezi çıktı ortaya… Hemen ardından çeşitli kentlerden hacamat tedavisi, sülük tedavisi, cin çıkarma adı altında bir takım umut pazarlama merkezlerinin açıldığı haberleri geldi... Diyanet’in kuracağı afet ve acil müdahale merkezlerinde çadır, battaniye, ısıtıcının yanı sıra sarık, cübbe, tesbih ve ilmihal de olacağını öğrendik!

İzmir’in hastanelerinde “Hastalık bir definedir. Hastalık bir sabun gibi günahlarınızı temizler” diyen broşürler dağıtılıyor. Tarikatların sağlık alanındaki vahşi talanını ve saldırısını örtmek, gizlemek için “propaganda” adı altında düpedüz baskı yapıyorlar…

Fal kahveleri pıtrak gibi çoğalıyor… Gazeteler, televizyonlar, internet, sosyal medya, kitaplar, dergiler fal, muska, büyü, cinler, dualar, parapsikoloji, ruhçuluk, medyumluk, telekinezi gibi safsataların mecrası haline getirildi…

Toplumsal bir cinnet bu, uçsuz bucaksız bir çıldırı hali!

Böyle bir ucubeliği yaratan, bu cinneti hazırlayan bir partiden, laiklik dilenilir mi, aydınlanma beklenir mi, bilimsel düşünce istenir mi?

Aklın sınırlarını zorlayan bu gelişmelerle ilgili kimi milletvekilleri “soru önergesi” verip bakanlara soruyorlar: Bu laikliğe aykırı değil mi, şu bilimselliğe aykırı değil mi…

Karşımızda laikliğe düşman, bilimsel düşünceyle savaşan, kamusal insanı yok eden bir zihniyet var zaten. Böyle bir zihniyetten laiklik, bilimsellik, kamusallık talep edilebilir mi?
İnsan aklının aydınlığını söndürmek isteyen AKP’den akılcılık beklenebilir mi?
“Ben çobanım siz sürü” diyen bir anlayıştan yurttaşlık, cumhuriyet, erdem istenebilir mi?
Anadolu’da “Ananı belleyen kadı, kimi kime şikayet edeceksin” diye bir laf vardır… Tarihsel olarak laikliğe, ilericiliğe, aydınlanmacılığa düşman kadrolardan laiklik, ilericilik, aydınlanmacılık beklemek de ne ola ki!

Ve bu karanlık dönemi, emperyalizmden ayırmak olası ve olanaklı değil.

Karanlık dönemde, insan aklının aydınlığı söndürülmek istenir. Yapan, eyleyen, düşünen, yaratan, değiştiren, dönüştüren insan yok edilmek istenir.

Mistifiye edilmiş, itaat eden, boyun eğen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, şükreden, boyun eğen insan modeli üretilir ve yüceltilir.

İşte bu nedenle…
Emperyalizm ile dinsellik iç içedir. Dinsellik, emperyalizmin kolaylıkla yöneteceği insanı yaratır; emperyalizm de yeniden ve yeniden dinselliği yaratır. Bu sarmal döngü, birbirinden beslenerek böylece sürüp gider.

Emperyalizm, insanı sürekli güçsüzleştirmek zorunda olduğu için dinseldir. Emperyalizm, insanı sürekli edilgenleştirmek istediği için dinseldir. Emperyalizm, insanın yaratıcı ve eyleyici potansiyelini yok etmek istediği için dinseldir.

Özgüvenin, sorumluluğun, eylemselliğin, iradenin, özgür aklın olmadığı bir düzen, kaçınılmaz olarak dinseldir.

Çünkü emperyalizm, dinselliği, genişletilmiş ve derinleştirilmiş bir biçimde sürekli ve yeniden üretmektedir.

İşte “Emperyalizm özsel olarak dinseldir” derken, kastettiğimiz budur.

Emperyalizmin olduğu yerde tarikatlar, tarikatların olduğu yerde acı, vahşet, kan ve gözyaşı vardır.
"Ya tarikat düzeni ya sosyalizm" diyoruz ya hani... Tam da şunu diyoruz aslında: Ya Küba'daki gibi bebek ölümlerini sıfırlarsın ya da Türkiye'deki gibi "Ölen bebeğiniz sizi cennete götürecek" diye hastanelerde broşür dağıtırsın!

Dolayısıyla AKP’den dileneceğimiz, AKP’den bekleyeceğimiz, AKP’den isteyeceğimiz bir laiklik yok. AKP’yle ve AKP’nin temsil ettiği gerici değerlerle savaşarak, mücadele ederek kazanacağımız bir laiklik var.

Ahmet Çınar / SOL


ahmetcinar2000@hotmail.com
twitter.com/_ahmetcinar_  

Avrupa solunun çöküşü, sosyalist mücadelenin zorunluluğu-İLKER BELEK

Avrupa’da yükselen ırkçılık, radikal sağın değişik ülkelerde ardı sıra gelen seçim başarıları. Fransa’da faşist Le Pen’in kazanma ihtimali.
Fransa: 1789 Fransa’sı, Nazi işgaline karşı komünistlerin örgütlediği yer altı direnişinin ülkesi.
ABD’de açıkça faşist bir siyasi çizgiye yöneleceğinin işaretlerini veren Trump’ın seçilmesi.
Halklar, şimdi farkında değiller ama, kendi başlarını fena belaya sokuyorlar. Olabilir.

* * *
Nedenini yine aynı yerde, 1970’lerde başlayan, bir türlü içinden çıkılamayan, her beş altı yılda bir krizlerle sarsılan durgunlukta ve işçi sınıfının bu ortamın gerektirdiği yanıtı verememiş olmasında aramak zorundayız.
Sermayenin kar oranlarındaki düşüş sürüyor. Patron sınıfı buna yanıt olarak, işçi sınıfına çok boyutlu bir saldırıyı örgütledi: Sendikalar zayıflatıldı, ücretler düşürüldü, iş yoğunluğu artırıldı…
Durgunluğun yarattığı sorunlar global ölçekliydi. Emperyalizmin çevresinde yer alan ülkelerde, ekonomilerin absorbe etme ihtimali bulunmayan ve sayıları yüz milyonları geçen yedek emek ordusu birikti.
Merkez sermayesi, işsizliğin etkisiyle iyice düşen ücretleri değerlendirmek üzere yatırımlarını çevreye kaydırdı. Bu tercih merkezde işsizliğin yükselmesine ve işçi sınıfı direnişinin kırılmasına yol açtı.
Ancak merkez sermayesinin çevrede yarattığı istihdam olanakları buradaki emek arzını emmeye de yetmiyordu. Çevrede biriken işsizler, gemi gemi, fersah fersah merkez yollarına düştüler. Uzak ve Orta Doğu’dan, Türkiye ve Akdeniz üzerinden.
Silah tekellerinin, yeniden paylaşım aç gözlülüğünün, postSovyetik dönemin dünyasını yeniden şekillendirme hırsının yol açtığı savaşlar merkeze göç eden açlar ordusunu daha da büyüttü. Artık insanlar iş bulmak için değil, hayatlarını kurtarmak için kendilerini zifiri karanlıklara atıyorlardı.
Çevredeki yoksulluğun da, merkezdeki işsizliğin de nedeni kapitalizmdi.
Emekçi sınıfların algıladığı ise tamamen farklıydı.

* * *
Çevredeki işçiler sınıf kardeşlerini dirsekleyerek, sabahlara kadar çalışmaya razı konumda, iş bürolarının önünde sıraya girerken; merkezdekilerin gözünde can havliyle kendilerini Avrupa kapılarına atanlar düşmandı.
Emperyalizm emekçiyi emekçiye kırdırmayı başarmıştı.
İşte bu insanlık dışı ortamda Avrupa sağ partileri azgın bir yabancı düşmanlığını örgütler ve krizden çıkışın reçetesinin yerli olmayan herkesin sınır dışı edilmesi olduğunu bağırırken; sol partilerin takati ne olduğu bile anlaşılmayan bir şeyleri mırıldanmaya ancak yetti. Dünyaları küçülmüştü.
Ekonomik krizin çözümünün istikrarda, istikranın reçetesinin ise Dünya Bankası’nın, tekellerin elinde olduğuna inandılar. Boyun eğerken, yaptıkları aslında sınıf mücadelesinin yok edilmesiydi.
Seçim meydanlarında açıkça yalan söylediler, halkı kandırdılar ve zaten bunu yapmaları için tekeller tarafından özel olarak parlatıldılar.
Hollande Fransa’da solu bitiren yalancıdır.Tobin vergisi benzeri bir servet vergisi uygulama sözü vermişti. Bu sözünü seçim meydanında yüz üstü bırakırken hiç utanmadı. Şimdi arkasındaki toplumsal destek %5 düzeyinde. Ama bu önemli değil. Görevini tamamladı, solu itibarsızlaştırdı.
Öte yandan Syriza Yunanistan’ı ele geçirmek için fırsat kollayan tekellerin Truva atıydı. Geleneksel sağa karşı biriken toplumsal tepkiyi etkisizleştirmek için öne sürüldü. İktidara yerleşir yerleşmez Yunanistan’ın kalan bütün varlığını üç kuruşa pazarladı.
Sol bunu yaparsa halk ne yapmaz ?

* * *
Avrupa solu denilen şey emperyalist soygun şebekesinin uzantısıdır.
Yükselen ırkçılıkta, faşist sağın bu kadar yaygın bir ölçekte iktidar seçeneği olarak kendisini kabul ettirmiş olmasında doğrudan payı vardır.
Avrupa solunun tükenişi, aslında sosyalist mücadelenin güncelliğinin kanıtlanmasıdır.
Yeniden bir sosyal devlet inşası olanaksız görünüyor. Tekeller, patronlar emekçi sınıflara yönelik saldırılarını artıracaklar.
Bu ortamda kapitalizmin içinde herhangi bir ara çözüm söz konusu değil. Demokrasi falan palavra.
Ara çözüm denilen Hollande’dır, Syriza’dır ve böyleleri tekelci sermayenin siyasal aracıdır.
O nedenle artık “sol” diye bir kelimeyi de lügatımızdan çıkarmak zorundayız. Sol ise sosyalist-komünist olmak zorundadır ve yalnızca bunlar sol denilmeyi hak eder. Geriye kalanın hepsi sağdır.

İlker Belek
SOL

Renzi muktedirleşmenin bedelini ödedi - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Umutsuzluk, çaresizlik ve öfke... Renzi’yi tahtından eden uzun dalga bu oldu.
Merkez solun gelecek vaat eden lideri olarak bundan üç yıl önce göz kamaştırıcı bir çıkış yakalayan, partisinin önseçiminde yüzde 70 oyla “popülarite rekorları” kıran, 2014 son Avrupa Parlamentosu seçiminde hiçbir merkez sol liderin sağlayamadığı destekle “yüzde 41” oy alan İtalya’nın merkez sol başbakanı Renzi, pazar günkü anayasa değişikliği referandumunda tepetaklak yere çakıldı.
Renzi’nin oylamayı kişiselleştirerek şansını fazla zorladığı kampanya boyunca hissedilse de, katılım oranı çok yüksek (yüzde 70) bir referandumda “yüzde 60” oranında “hayır”ı kimse beklemiyordu.
Kaybetse de.. İtalya Başbakanı’nın daha dar bir marjla kaybetmesi umuluyordu.
Bu nedenle bizzat Renzi’nin önerdiği bir referandumun “yüzde 60” “hayır”la geri çevrilmesi gerçek bir şok etkisi yarattı.
Pazardan beri şimdi bu “hayır”ların analizi yapılıyor.

Tsunami boyutunda tepki
Merkez sola ve ülkeye “istikrar” getirmesi umulan bir liderin şimdi birdenbire niye “tsunami” boyutunda tepkiyle geri çevrildiği araştırılıyor.
Hezimetin çeşitli nedenleri var.
Her şeyden önce çok teknik bir konu olan “anayasa reformunu”, eğitimli ülkelerde bile halka anlatmak kolay değil.
Renzi de senatonun üçte ikisinin lağvedilmesini ve kalanının yapısının değişmesini öngören; konuyla ilgili anayasada 47 maddenin değişikliğini içeren ayrıntılı bir reformu seçmene anlatamadı.
Renzi’nin “reform”la varmak istediği hedef, 950 üye ile Avrupa’nın en kalabalık parlamentosuna sahip olan ülkede, bu sayıyı aşağı çekerek hem “tasarruf” sağlamak, hem kararları hızlandırmaktı.
Parlamentonun üst kanadında 200’ü aşkın üye indirimi ile halkın hem “kast” gibi algıladığı bir kalabalık sınırlandırılmak isteniyor; hem işlevini yitiren bir kurumdan kurtulmak amaçlanıyordu.
Genç başbakanın ne ki bu “kastı sınırlama hamlesi”, seçmence inandırıcı bulunmadı ve geri püskürtüldü. Üç yıl önce (halktan kopuk siyaset sınıfı ile özdeş kullanılan) kasta bayrak açarak işbaşına gelen Renzi’nin kendisi zaman zarfında bizzat “kast”a dahil olmuştu.
Bisikletle işe gittiği günlerden.. devlet uçağı ile kayağa gitme eşiğine terfi etmiş ve zamanla “muktedir”leşerek halktaki kredisini yitirmişti.
Renzi’nin düşüşünün ardındaki en büyük neden bu; seçmen nezdindeki yüksek dozdaki “sempati kotasını” yitirmesi.
Bir diğer neden de Renzi’nin referandumda alabildiğine geniş bir cepheyle mücadele etmesi.


Herkese karşı bir başına
Her şeyden önce bizzat kendi partisinden eski Başbakan D’Alema etrafında toplanan bir klik, sosyal demokratların çok tipik “birbirinin kuyusunu kazma” geleneğinin bir örneği olarak Renzi’ye bayrak açtı. Ve sağcıların bulunduğu “Hayır”cılara katıldı. Silvio Berlusconi’ciler, faşist “İtalya’nın Biraderleri”, ırkçı “Kuzey Ligi” partisi, yüzde 30 oy potansiyeline sahip “Beş Yıldız Hareketi” ile hep birlikte “Hayır” kampında yer aldı.
Renzi, popülaritesi gerilerken bu müthiş geniş cepheye karşı, “tek tüfek” savaştı.
Bunların ötesinde merkez sol liderin uğradığı hüsranın en tayin edici nedeni de başta bahsettiğim “öfke”.
Gazetelerde “Kim hayır dedi?” röportajlarına bakınca; “dip dalga”nın fakirleşen orta sınıfın derin öfkesinden kaynaklandığını görüyorsunuz.
İşsizlik oranı yüzde 36’da seyreden gençler, geçici sözleşmeye mahkûm kesimler, kadınlar ve krizden en ağır biçimde etkilenen az gelişmiş güneydeki İtalyanlar... Pazar günü alabildiğine yaygın bir “öfke kabarmasıyla” hayır dediler.
“La Stampa”da dün, “hayır” oyu veren 43 yaşındaki bir seçmenin profili vardı. Yıllardır kalıcı işi olmamış, garsonluktan tezgâhtarlığa her işi yapmış, günde 14 Avro kazanıyor ve annebabasıyla yaşıyor, “zenginle fakir arasındaki mesafenin çok açıldığından” yakınıyor; “en büyük düşünün hesaba katılmak olduğunu” söylüyor.
Sırf “hesaba katılmadığı” için “hayır” demiş ve Başbakan’a “Sen beni tanımaysan, ben seni hiç tanımayrum!” yapmış.
Avrupa’da kol gezen bu öfke ve bu öfkeyi hesaba katmadan hâlâ devlet uçağı ile kayağa giden şuursuz bir siyaset sınıfı var.
İkisinin alaşımı çok tehlikeli.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET