23 Aralık 2016 Cuma

Erbakan’ın âhı! - TAYFUN ATAY

Rusya önderliğinde gerçekleşen üçlü zirvede Türkiye’nin, daha doğrusu AKP iktidarının imza attığı metin üzerine şu ara çokça yazılıp çizilmekte... Bunlara bir yenisini eklemeye niyetim yok. Sadece küçük bir çağrışımı paylaşmak ve tartışmak istiyorum.
Suriye’ye yönelik 2011’den beri ısrarla ve inatla izlenen politikanın terk edilmesi, amiyane deyişle tükürülenlerin yalanması anlamına gelen imzanın üzerinde yer alan metin, giriş cümlesi ile bana hiç mi hiç hesapta olmayacak şekilde bir başka metni hatırlattı.
Necmettin Erbakan’a 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nda laiklik vurgulu kararların dayatıldığı metni...
Onu başbakanlıktan istifaya zorlayan bir postmodern darbeye maruz bırakan metni...
Ve onu, İslâmcılığın Türkiye tarihine, bir bakıma yüzüp yüzüp kuyruğuna gelse de o noktada pes etmiş bir müflis lider olarak geçiren metni... 


***
Moskova’da imzalanan ortak bildirinin ilk maddesi şöyle:
“İran, Rusya ve Türkiye, içerisinde pek çok etnik grubu barındıran, çok mezhepli, demokratik ve seküler bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bağımsızlığını, birliğini ve toprak bütünlüğünü tamamen destekliyor.”
Vay ki vay!..

Böyle bir bildirinin altına imza atacağı bu iktidara, bırakın 4-5 yıl öncesini, Meclis Başkanı “Abi”leri İsmail Kahraman’ın “Laiklik anayasada olmamalıdır” dediği, daha dün gibi yakın (Nisan 2016) bir zaman öncesinde söylense inanırlar mıydı acaba?!
Yıllardır Sünni-mezhepçi bir siyasetle Suriye’de kirli hesapların ve ilişkilerin içine girmiş, cihatçı Selefi gruplarla “al takke ver külah” olmuş...

Bu hesap ve ilişkileri sorgulayan CHP Genel Başkanı’nın tutumunu Alevi olmasına bağlayıp onu ağır töhmet altında da bırakarak ters yönden aynı mezhepçiliği sürdürmüş...
Ve bu süreçte kendi ülkesinin hiç yabana atılmayacak laiklik birikim ve deneyimini harcayarak “sekülerlikten Selefiliğe” savrulmuş...
Dinbaz bir iktidar...
Kim derdi ki yıllardır lânetleyip “Esed”lediği Beşşar Esad’ın şimdi meşruiyetini kuzu kuzu teslim edecek, demokratik ve “seküler” Suriye’nin egemenlik ve toprak bütünlüğünü tanıyan bildirinin altına imza atacak!.. Ne oldum değil, ne olacağım demeli sözü herhalde bugünler için söylenmiştir. 

***
AKP’ye meftun ve İslâmcılık deyince mangalda kül bırakmayan pek çok kişi, 28 Şubat’a atfen Erbakan’ı kıyasıya eleştirir ve onun “İslâmcıları utandıran tutumları olduğunu” söylemekten geri durmazlar.
Hatta Erbakan’ın 28 Şubat’taki basireti bağlanmış tavrını, 27 Nisan e-muhtıra’sında AKP’nin tavrı ile titreşime sokarlar ve “İslâmcılık” adına bir kaybeden bir kazanan, bir boyun eğen bir kahraman, yani bir Erbakan ve bir de Erdoğan çıkarırlar.
Elbette 28 Şubat’la 27 Nisan’ı karşılaştırmalı olarak ele almak ve değerlendirmek bambaşka bir konudur. Bunu daha önce yaptık, gerekirse tekrar da yaparız. Ama şimdi üzerinde durmak istediğim nokta başka.




Demek ki el elden üstün olabiliyor ve Erbakan’a “28 Şubat”ı dayatan irade gibi, bir başka irade de çıkıp sizi öyle bir kapana kıstırıyor ki beş yılı aşkın zamandır izlediğiniz “dinbaz” Suriye politikasından çark ediyorsunuz.

Hanidir flört halinde olduğunuz Selefilikten de yüz geri ediyor ve sekülerlikle yeniden yüz yüze gelip ona “Selamünaleyküm” diyebiliyorsunuz...

Buna pek çok şey denilebilir de...
Ben buna Erbakan’ın âhı da derim!..

Tayfun Atay
Cumhuriyet

‘El Bab nerede?’ - ÇİĞDEM TOKER


Bilgisayar klavyesine “El Bab” yazmaya niyetlendiğinizde, basmanız gereken tuşlar daha bitmeden, bir soru cümlesi beliriyor ekranda:
“El Bab nerede”.
Suriye’deki bu kasabaya dair en çok merak edilen ikinci başlık ise şu:
“El Bab şehitlerinin isimleri”.
(İnternet kullanıcısı olmayan okurlar için not: Ekranda arama çubuğuna bir sözcük yazdığınızda, ilk anda çıkan sözcük kümesi, en fazla aratılan konu başlığına işaret ediyor. Dolayısıyla bu da merakın en yüksek olduğu konuya.)

***
Özene bezene büyüttüğü evladının, başka bir devletin toprağındaki iç savaşa gönderildiği kasabanın yerini, internette arayan bir ülkedir artık Türkiye.
Yan yana dizildikleri mikrofonlara sık sık kötü haber vermek üzere çıkan yetkililer, “Bu bir savaş değil, Türkiye’nin bekası için operasyon” dese de, gelin siz o ateş düşmüş ocaklara anlatın bunu.
Çocuk kafası kesen, kadınlara köle pazarı kuran katil sürüsünü “öfkeli gençler” diye meşrulaştıran kadroların, mecbur kaldığı fikir değişikliğindeki gecikmenin kurbanıdır o evlatlar, hadi anlatın.
Anlatın.
1 Ekim’de TBMM açılır açılmaz uzatılan sınır ötesi operasyon tezkeresine, AKP, CHP, MHP milletvekillleri “evet” demese, düşüp ölür müydü yoksul ailelerin çocukları Suriye topraklarında? 

***
Önceki gece El Bab’dan 14 şehit haberinin geldiği dakikalarda, TBMM’de, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı sınırsız yetkiyle donatacak, Meclis’i feshettirecek anayasa değişikliği görüşülüyordu.
Anayasa Komisyonu’nun AKP’li üyeleri, CHP’li üyelerin bir dakikalık saygı duruşu önerisini reddetti. CHP tepki gösterdi.
AKP iktidarının mezhepçi Suriye politikalarına, eski başbakanın “öfkeli gençler” söylemine CHP’nin yüksek sesle ve defaten itiraz ettiği doğrudur. Ancak bizatihi AKP iktidarının yanlışlarının bir devamı olan sınır ötesi operasyona destek verdiği de öyle.
Fırat Kalkanı operasyonu kapsamındaki El Bab’dan bir günde 14 şehidin gelmesi karşısında, CHP’nin bu tezkereye hangi saiklerle, yararlarla destek verdiğini açık ve anlaşılır bir dille anlatmasının zamanıdır.
Başkalarının çocukları üzerinden siyaset yapmanın nasıl kolay olduğunu görmek, insanın ıstırabını çoğaltıyor.
1 Ekim tezkeresine “evet” diyen her siyasetçi, üzgün yüzlerle cenaze törenlerine giderken şu sorunun cevabından sorumludur:
Yoksul aile çocuklarının, Suriye’nin El Bab kasabasında düşüp ölmesi, Türkiye’nin güvenlik sorunlarını ve karşı karşıya olduğu tehditleri nasıl azaltıyor?

Çiğdem Toker
CUMHURİYET

22 Aralık 2016 Perşembe

Türk istihbaratçılarının tehlikeli ilişkileri - ÖZGÜR ŞEN

Rus Büyükelçi Karlov'un suikasta kurban gitmesinden sonra ortaya güvenlik ve istihbaratla ilgili pek çok soru ve iddia atıldı. Türkiye'nin problemlerinin güvenlik başlığı altına sıkıştırılamayacağı, Türkiye'nin güvenlikten yola çıkılarak anlaşılamayacak daha kapsamlı sorunlarının güvenlik zafiyetlerine yol açtığı ortada.

İstihbaratla ilgili soruların ise Türk istihbarat kurumlarının son yıllardaki faaliyetleri düşünüldüğünde oldukça tehlikeli yanıtları var. Çünkü Türk istihbaratçılarının kurduğu tehlikeli ilişkiler herkesin dilinde...

AKP'nin iktidara gelmesinden bir süre sonra, Türkiye'nin farklı kurumlarına bağlı istihbarat örgütleri, AKP iktidarının iddialı bir dış politika pratiği sergilemesiyle uyumlu bir biçimde bir dönüşüm geçirdi ve yeniden yapılandırıldı. İstihbaratçıların rolü öylesine arttı ki, bu döneme operasyonel lider olarak damgasını vuran Hakan Fidan, Türkiye'nin devlet geleneğinde rastlanmamış bir şekilde, uzunca bir süre Erdoğan'ın sağ kolu olarak görüldü. Türkiye siyasi tarihinde istihbaratçıların etkisiz olduğu söylenemezdi, ancak bir istihbaratçının ikinci adamlık yapmasına tanık olunmamıştı. AKP artan bölgesel iddialarının operasyonel ihtiyaçlarını genişleyen ve etkisini artırdığı iddia edilen bir istihbaratçı ağıyla kapatmaya çalışıyordu. Yine aynı iddiaya göre bu dönemin Türk casusları eski pısırık alışkanlıkları üzerinden atmış Erdoğan'a yakışır cengaverlerdi. Karakteristik figür ve Türk istihbaratının lideri olarak görülen Hakan Fidan hakkında üretilen efsanelerin ucu bucağı yoktu.
Dış politikada büyük oynayan AKP nasıl büyük kaybettiyse, AKP'yle uyumlu bir operasyonel alanda faaliyet yürüten Türk istihbarat teşkilatları da aynı şekilde büyük kaybettiler.

Fidan'a ilk uyarı NATO dışına bilgi sızdırdığı iddiası üzerine ABD'den gelmişti. Fidan bu uyarıyı pek ciddiye almayınca birkaç kere cemaat operasyonlarıyla topun ağzına geldi ama her fırsatta yırtmayı başardı. Ama Hakan Fidan kişisel olarak en büyük darbeyi 15 Temmuz girişimi sırasında takındığı veya takınamadığı tutum nedeniyle yine Gülen cemaati vesilesiyle yiyecekti.

Türk istihbarat ağının son dönemdeki maceraları tıpkı Fidan'ınki gibi pek mutlu sonla bitmiyor.
Daha geçen hafta tetikçi olduğu ve Avrupa'da yaşayan Kürt siyasetçilere suikast düzenleyeceği iddialarıyla bir televizyon muhabiri Almanya'da tutuklandı. Tuhaf bir tesadüf olsa gerek, istihbarat bağlantılı olduğu söylenen, ama üç yıl boyunca bir türlü mahkemeye çıkmadığı için bu bağlantının üzerine bir türlü gidilmeyen Ömer Güney de aynı günlerde hapishanede sırlarıyla birlikte hayatını kaybedecekti. Beynindeki tümör nedeniyle öldüğü bildirilen Güney, aralarında PKK kurucularından Sakine Cansız'ın da olduğu üç Kürt kadın siyasetçinin Paris'te öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu ve bu olaydan dolayı tutuklu bulunan tek sanıktı. Almanya belli ki benzer olayların yaşanmasına müsaade etmeye niyetli değildi. Hele de böyle bir dönemde...

Hollanda'da Türk din adamlarının istihbarata çalıştıklarının ortaya çıkması, AKP'nin bu alanda gerçekten uğraştığının bir göstergesiydi. Ama bir din adamının sınır dışı edilmesiyle başlayan süreç tıpkı Almanya'da olduğu gibi Avrupa'nın diğer ülkelerinin de artık bu faaliyetlere göz yummayacağının ispatıydı. Avrupa'yla bir gerilim yaşanacak, AKP'nin yıldızı Batıda artık eskisi gibi parlamayacak ama bu durum istihbarat alanına yansımayacak... Bu elbette mümkün değildi.
Türk istihbaratçılarının yeni oyun sahalarından bir tanesi de Suriye başta olmak üzere Ortadoğu'ydu. Ancak Ortadoğu macerası da Avrupa'dakinden farklı ilerlemedi.

Karlov suikastıyla gündeme gelen iddialar ise bu serüvenin çok daha acıklı, sözcüğün gerçek anlamıyla bir felaketle bitebileceğinin işareti.
Suikastın El Nusra'nın üzerinde kalıp kalmayacağının bir noktadan sonra gerçekten önemi yok. AKP ve Türk istihbaratıyla yakın olduğu herkesçe bilinen bir örgütün beyan ettiğine de etmediğine de kimse inanmaz bu saatten sonra.
Kısa bir süre önce bizzat Rus makamları tarafından Birleşmiş Milletler'e götürülen dosyalarda, Türk istihbaratçıların Türkmen çeteleriyle birlikte El Nusra'ya kamyonla silah ve malzeme taşıdığı iddiaları vardı. Şimdi, aynı ülkenin, Rusya'nın büyükelçisinin, El Nusra tarafından öldürüldüğü söyleniyor.
İşin kötüsü, AKP bir zamanlar öyle büyük oynuyordu ki, 2015 yılında Batı basını, koalisyon güçleri tarafından eğitilen Suriyeli “muhaliflerin” ülkeye girer girmez El Nusra tarafından kaçırılmasının Türk istihbaratı tarafından cihatçı örgüte verilen bilgiyle mümkün olduğu iddialarıyla çalkalanıyordu. Pek çok ciddi gazetecinin dillendirdiği bu iddia doğruysa, AKP, El Nusra için ABD'ye kazık atmayı bile göze almıştı.

Suriye'de yaşanan felaketin başlangıç noktalarından görülen Sarin gazı saldırısının dahi yine Türk istihbaratının devreye girmesiyle El Nusra tarafından yapıldığının zaman zaman hâlâ gündeme geldiği de hatırlanmalı.

Dahası da var elbette... Sınırın Türkiye tarafında El Nusra'ya başka cihatçı örgütlerle birlikte verilen hastane hizmeti, lojistik destek. Antep'te, Hatay'da bu işler için kurulan tesisler... Yurtdışındaki yayınlara Türkiye'den gelen desteği anlatan Nusralı komutanlar...
El Nusra'yla ilişkinin hangi boyutlara vardığını açıkça gösteren belgeler ise Reyhanlı'daki bombalı saldırıdan sonra deşifre olan istihbarat belgeleriydi, hiç şüphesiz. El Nusra, yalnızca Suriye'de değil, Türkiye'deki operasyonlarda da kullanılmış ya da yönlendirilmişti.

Türk istihbaratçılarıyla bu kadar yakın çalışmış bir örgütün Türkiye güvenlik güçlerinin içine nasıl sızdığını sormak saçma değil mi? Bu denli iç içe geçmiş yapılarla ilgili konuşurken istihbarat zaaflarından söz etmek gerçekten manasız duruyor.

Ortada sızıntı falan yok. Başta Erdoğan olmak üzere tüm AKP'lilerin suikastla ilgili her El Nusra dendiğinde panik içinde hareket etmeleri de hiç şaşırtıcı değil bu nedenle.
Gelinen noktada suikastın El Nusra tarafından düzenlenmesinin de, Moskova'da Türkiye'nin El Nusra'nın bir terör örgütü olduğunun altını çizmesinin de bir önemi yok artık.
Tıpkı AKP'nin dış politikada duvara çarpıp kapattığı bir dönem gibi, AKP'li istihbaratçıların da bir dönemi sona eriyor. Bu dönem sona ererken asıl soru kurulan tehlikeli ilişkilerin, yapılan tüm bu işlerin bedelini kimlerin nasıl ödeyeceği...

Özgür Şen
SOL

Rusya bu izdivacı daha ne kadar sürdürür ? - İLKER BELEK

Bu soruyu sormakta haklıyız. AKP’nin yönetememe hali o kadar belirgin ki.
Moskova’da Rusya ve İran ile imzaladıkları ortak deklarasyonla Suriye konusunda ettikleri lafların tamamını yalayıp yutmuş oldular.
Daha birkaç ay önce Esad’ı devirmekten söz ediyorlardı, siyasi çözüme ve terörle mücadeleye çark ettiler.
Geçtiğimiz Haziran ayında, Erdoğan “El Nusra da DAİŞ’e karşı çok ciddi mücadele veriyor ona neden terör örgütü diyorsunuz ?” itirazında bulunuyordu, Nusra’yı da IŞİD’ın yanında tasnif etmek zorunda kaldılar.
Çok uzun zamandır Esad’ı devirmek amacıyla, Nusra vb örgütler üzerinden vekalet savaşı yürütüyorlardı. Şimdi, Rusya’nın cihatçıları Halep’ten tahliye etme yönünde verdiği görevi yerine getiriyorlar. ABD şu anda olan bitene uzak gibi görünse de bu gelişmelerde onayı var.
AKP’nin Suriye rüyası kabusla sona erdi. Moskova’da imzalanan deklarasyon bu fiili durumun yazılı hale getirilmesidir.
Putin’in baskısıyla Suriye’de yüklenilen ikinci görev Cerablus’un kontrol altına alınması ve IŞİD’in sınır geçişlerinin durdurulmasıydı. Bu da yerine getirilmiştir. Bu iş Halep’in güven altına alınmasının koşuluydu. Rusya adım adım ilerlemektedir.

****
Rusya ile AKP arasındaki izdivaçta belirleyici olan Putin’dir. Putin’in kararlarını belirleyici olan ise Suriye’deki konumlanışlar. Ancak, Rus büyükelçinin öldürülmesi dikkate alınması gereken son değişken olarak devreye girmiştir.
Türkiye öyle bir hale geldi ki suikastın sorumlusu herkes olabilir. Bu konudaki en boş tahmin AKP’ninkidir. O FETÖ diye ilk saniyeden beri çırpınırken, Rusya buna hiç itibar etmemektedir. Öyle ki Putin AKP güvenlik teşkilatına güvenmediği için olay yeri incelemesini bile kendi ekibine yaptırmıştır.
Katil mutlaka gözü dönmüş bir cihatçıdır. Arkasında bir istihbaratın bulunma ihtimali şüphesiz vardır. Ancak, suikastçının Erdoğan’ın korumalığını da üstlenmiş olması gerçeğinin de bir kez daha gösterdiği üzere, artık her tür cihatçı örgüt AKP’nin, polisin içindedir. Bu nedenle suikastın arkasında kim var tartışmasının neredeyse hiç bir önemi bulunmuyor. Darbeciler, suikastçılar devletin içinden çıkıyor.
Daha önemlisi ise şudur: Putin’in, Nusra’nın Halep’ten çıkartılması isteğini yerine getirmek üzere arkadaşlarına gerekli talimatı veren Erdoğan’dır. Nusra ile ilişkileri bu derecede güvene dayanmaktadır. Halep’teki cihatçılar Erdoğan’ın talimatıyla dışarıya nakledilirken, İran ve Rus konsoloslukları önünde protesto gösterileri yapanlar Nusra’nın yanındadır. Nusra nerede bitiyor, gerici taban nerede başlıyor ve bu denklem içindeki AKP Rusya için ne ifade ediyor ?
Türkiye parçalanıyor. Cihatçı örgütlerin ve TAK’ın hangi mekanizmalar üzerinden harekete geçtiklerinin/geçirildiklerinin bir önemi bulunmuyor.

****
Bir yönlendirme olup olmadığı gerçeği değiştirmez. Rus büyükelçi cihatçı bir devlet görevlisi tarafından katledilmiş ve bu olay için gerekli zemin AKP tarafından hazırlanmıştır.
Suikast AKP’nin Rusya’ya teslimiyeti sonucunu verecek ve Putin bu olayı sonuna kadar değerlendirecektir.
Kısa vadede beklenecek şey iki ülke arasındaki ilişkilerin yakınlaşması, buna karşılık ABD AKP ilişkilerinin biraz daha gerilmesidir.
AKP’nin Suriye planlarını tamamen bir tarafa bırakması bakımından suikast taçlandırıcı bir gelişme olmuştur.
Orta ve uzun vadede ise işlerin değişmesini beklemek gerekir. Rusya Suriye’yi yoluna koyduktan, Esad İdlib’in işini bitirdikten sonrasını görmeye çalışmak lazım gelir. Esad bütün Suriye’yi teröristlerden temizleyeceğini açıklamıştır ve bu lafın laf olsun diye söylenmediği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. İdlib sonrası hedef El-Bab ve Rakka’dır ve işte o mıntıka AKP, Esad ve Kürtlerin karşılaşma noktası olacaktır.
AKP’nin Suriye projesindeki değişim Esad’dan sonra  YPG’yi de kabullenmesiyle zirve yapacaktır.


****
AKP kriz halindedir, yönetememektedir. Ama esas önemlisi Türkiye krizde ve cihatçıların yuvası durumundadır. Bununla bağlantılı olarak da Türkiye bütün dünya için artık bir kriz unsurudur.
Cihatçı üssünün en çok tehdit edeceği ülke ise, içerdiği ve komşu olduğu etnik ve dini gerilimler nedeniyle hiç şüphesiz Rusya’dır.
Türkiye’nin bu hale düşmüş olması AKP’nin işi ise, AKP’yi ülkemizin başına saranlar batılı emperyalistler ve AKP’nin başını 15 Temmuz belasından kurtaran da Putin’dir.
Şimdi Türkiye herkesin elinde patlamaya hazır bir bomba gibidir.
Putin’in pimi çekilmiş böyle bir bombayı uzun süre elinde tutması beklenemez.

İlker Belek
SOL

Ey Seçmen Kardeşim... - ORHAN ERİNÇ

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) sunulan tasarı ile tekliflerin genel ve madde gerekçelerine oldum bittim hayranlığımı okurlarım yakından bilmektedir.
Hatta “Yasa maddeleri yerine madde gerekçeleri uygulansa Türkiye dünyanın en demokrat ülkesi olur” demişliğim bile vardır.
Aynı hayranlığı Cumhurbaşkanlık devrimi (!) yapmayı öngören anayasa değişiklik önerisini okurken ne yazık ki yaşayamadım.
Hatta, kuşkuya düşmedim de değil.“Öneriyi hukukçular mı, ekonomiciler mi hazırladı” sorusu kafama takılıverdi.
Hem yedek milletvekilliği getiriliyor, hem de asıl milletvekilliği boşalırsa yerine yedek milletvekilinin “İKAME edileceği” vurgulanıyor.
Sanırım ikame sözcüğünün insanlar için ilk kez kullanıldığına tanık oluyoruz.


 
Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü’nde “ikame” için şöyle diyor: “Bir malın yerine başka bir malı koyma. Arapçadır. İkame ilkesi gerek satış, gerek alış bakımından ekonomide çok önemlidir.......”
Türk Dil Kurumu da Büyük Türkçe Sözlük’ünde eskimiş bulduğu sözcük için şu karşılıkları veriyor: “1. Yerine koyma, yerine kullanma, 2. Ayağa kaldırma, ayakta durdurma, 3. Ortaya koyma, 4. Yerine konulan, yerine geçen.”
Nesneler ve mallar için kullanılırken, anayasa önerisinde ilk kez insan için kullanılmaya başlanması dikkat çekici.
“Acaba önerenler de yedek milletvekillerini eşya gibi mi görüyor” sorusuna yanıt aramak gerekiyor... 

***
Öneri tam bir karmaşa göstergesi. Hem başkanlık rejimine geçiliyor, hem de parlamenter sistemin güçlendirildiğinden söz ediliyor. Hangisi doğru. Eğer ikisi de doğruysa tam bir ucube (garip, şaşılacak şey) rejim.
Öneriyi hazırlayanlar, alçakgönüllülük yapıp anayasanın “İdarenin kuruluşu” bölümündeki maddelerin çoğunu yerinde bırakır gibi görünüp “merkezi idare” bölümüne yüklenmişler.
Anayasanın 126’ncı maddesindeki “Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir” hükmünü “Merkezi İdare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş görev, yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir” diye değiştirmişler. Öteki kurum ve kuruluşların yasalarının kimi bölümleri OHAL’den yararlanılıp kararnamelerle değiştirilmişti zaten.
Bakanlıkların artırılması ve azaltılması, görev ve yetkilerini belirleme yetkisi başkana bırakılmış.
Milletvekili sayısı artacak ama yasa yapma ve denetleme yetkileri kuşa döndürülecek. TBMM Başkanı’nın da pabucu dama atılıyor. Çünkü cumhurbaşkanına vekâlet edemeyecek. Parlamenter sistemde böylece güçlendirilmiş olacak.(!)
Olağanüstü hal yeniden düzenleniyor. Madde gerekçesinde yapılacaklar savunuluyor ama Cumhurbaşkanı ilan edince sürenin 6 aya çıkacağı, her uzatmanın da 4 ay olacağı nedense gerekçede yer almıyor... 

***
Ey seçmen kardeşim.
Köyünden, kasabandan yola çıkıp derdine çözüm bulmak için Ankara’ya gelip milletvekilini bulursun ya. O da seni misafir eder, Meclis Lokantası’nda ağırlar, önüne düşüp bakanlıklara, genel müdürlüklere götürür ya.
Rejim değişirse umutların hayale dönüşecek gibi görünüyor.
Her sorunu Cumhur-Başkan’ın çözeceği bir ortamda milletvekilini dinleyen olur mu diye bir düşün istersen... 

***
Rejim değişikliği önerisi (ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın) daha çok su kaldıracağa benzer.
Özellikle de 32 ay sonra yürürlüğe girecek değişikliğin yapılmasının 4 aya sığdırılması telaşı yaşanırken...

Orhan Erinç
CUMHURİYET

Ülkenizi sevmek zorlaştığında... - ZEYNEP ORAL




Yıllar boyu öfkeli bir ses avaz avaz haykırıp “laiklik din düşmanlığıdır” diye zart zurt ediyorsa...
Her gün beş vakit Cumhuriyet ilkelerine, Atatürk’e küfür edilmesine göz yumuluyorsa...
Demokrasi, bir amaç değil sadece bir araç olarak görülüyorsa...
Ülkeye hilafeti geri getirme hayalleri kışkırtılıp Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılma rüyası görülüyorsa...
Kindar ve dindar olma gereği “Allahuekber” deyip can alma hakkını kendinde görenler çoğalıyorsa...
Ya bizden - ya vatan haini... Sünni -Alevi... “Affedersiniz Ermeni, afedersiniz Kürt, affedersiniz kadın, affedersiniz eşcinsel”... Laik - anti laik... Türbanlı -başı açık... Ahlaklı - ahlaksız... O partili - bu partili... Ayrımları kışkırtarak kin, öfke ve nefreti körükleyerek onulmaz yaralar açıyorsa...
Bunca ölüme, bunca saldırıya niye şaşıyoruz ki.

***
Katliam, canlı bomba, terör ve cinayetlerle sarsılan ülkemde gördüğüm, konuştuğum herkes büyük bir karamsarlık içinde. Moral çöküntü içinde.
Tünelin ucunda hiçbir ışık görmüyorlar. Yaşadığımız bu korkunç ortam hiç sona ermeyecek sanıyorlar.
Adalete güven sıfır. Yaşamlarının güvende olduğuna kimse inanmıyor. Her an, her şey, herkesin başına gelebilir duygusu hepimize egemen...
Tek tümceyle bu ülkeyi sevmenin artık çok güç olduğuna inanıyorlar.
Ama hayır, yanlış bu düşünceler. Silkinin kendinize gelin!
Terörün, cinayetlerin, katliamların amacı bu zaten. Herkes pes etsin. Ülkesini sevmekten vazgeçsin. İlkelerinden vazgeçsin. Düşüncelerinden, düşünmekten vazgeçsin! Sadece güce biat etsin. Güç ne derse o olsun. Herkes evine, kabuğuna, kendi içine çekilsin. Yaşamla ilişkisini kessin. Kısacası hayattan vazgeçsin!

***
Ülkenizi sevmek zorlaştığında, yapmamız gereken ülkeyi daha çok sevmek için nedenler bulup onları çoğaltmak, yaymak...
Yapmamız gereken, sevilecek ülkeyi yeniden yaratabilmek için daha çok çalışmak...
Susup tırsmak yerine daha çok konuşmak, daha çok anlatmak, daha çok açıklamak... Rejim değişikliği istemediğimizi ortaya koymak... (Örneğin şu sıralar başkanlık sisteminin neden geri çevrilmesine dair öyle çok sohbet, film, video dolaşıyor ki ortalarda, bunların herkes tarafından görülmesini, izlenmesini sağlayabilirsiniz.)
Yapmamız gereken daha çok kenetlenmek... Dostlarımızla, sevdiklerimizle, ailelerimizle daha çok bir araya gelip daha güzel günler için neler yapabileceğimizi çoğaltmak...
Tiyatrolar, konserler, opera, bale mi kısıtlanıyor, kitaplara kötü mü davranılıyor? İnadına daha çok, daha çok tiyatroya gideceğiz, daha çok konsere, daha çok opera ve baleye gideceğiz, daha çok kitap okuyacağız... Hayattan ve ülkeden vazgeçmediğimizi önce kendimize sonra tüm dünyaya duyuracağız. Yılmak yok!

***
Önceki akşam 13. İstanbul Bach Günleri’nde muhteşem bir konser izledim. Hakan Erdoğan prodüksiyonu olan festivalin bu yılki teması “Bach & Love”... Hemen belirteyim Deniz Müzesi’nin büyülü atmosferi (Boğaz’dan geçen vapurların ışıklarının içeriye, o dev kadırgaya yansıması vb.) Bach ile aşkı buluşturan konserleri taçlandırıyor.
Fransız iki sanatçı, kemancı François Fernandez ve klavsende Benjamin Alard, iki Bach sonatını yorumlarken içimden geçen tek duygu, Bach seven herkes bu festivalin tüm konserlerini izlemeli, bunu mutlaka paylaşmalıyım duygusuydu. (Festivalin son konseri bu akşam yine Beşiktaş’ta Deniz Müzesi’nde.)
“Sevginin Müziği” başlıklı yazısında Ahmet Soysal, “Bach’ı sevmek, müziği sevmektir ve buradan da insanı sevmektir” diyordu, program dergiciğinde...
Şu günlerde en çok gereksinimimiz olan şey hiç kuşkusuz sevmek...

Zeynep Oral
CUMHURİYET

21 Aralık 2016 Çarşamba

Erdoğan, Süleyman Yalçın’a iktidar borçludur! - TAYFUN ATAY

Köşe yazarlığının kaderidir, bazen konu bulmakta zorlanırsınız, bazen de o kadar çok yazılacak konu arasından seçim yapmakta… Bugün ikinci sorunla karşı karşıyayım. Rus Büyükelçisi’nin katledilmesini de yazabilirim, İstanbul Erkek Lisesi’nde yaşanan “Noel krizi”ni de… Berlin’de Noel panayırına, Zürih’te bir camiye yönelik saldırıların Ankara’daki suikastla eşzamanlılığı üzerinden bir dinler-arası çatışma kurgusuna da kalem tutabilirim. Hatta 2050’de yeryüzünde 10 milyar nüfusa ulaşacak insan türünün karşı karşıya kalacağı kıtlık tehlikeleri üzerine bir yoruma gidebilirim.
Bunların hiçbirini (şimdilik) yapmayıp bugünü Türk muhafazakâr düşünce dünyasının önde gelen bir isminin vefatına yönelik değerlendirmeye hasrediyorum. 
 
Aydınlar Ocağı kurucularından ve başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Yalçın 90 yaşında aramızdan ayrıldı. Önceki gün Fatih Camii’nde düzenlenen cenaze töreninde devlet, tepeden tırnağa tam kadro yerini almıştı. Törenden en manidar görüntü de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tabuta başköşede verdiği omuzdur. Bize yakın siyasi tarihimizin hikâyesini fazla söze hacet bırakmaksızın bir çırpıda anlatır.
Erdoğan, iktidarını Yalçın’a borçludur. 

 
Prof. Süleyman Yalçın’ı “Yeni Türkiye”nin “banisi”, daha doğrusu sahne ışıkları önündeki banisi saymak bir abartı olmaz.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında devletin resmi-ideolojik yörüngesindeki değişimin düzenleyicisi, biçimleyicisi ve yürütücüsü olarak ortaya çıkan isim, o dönemin Aydınlar Ocağı başkanı Prof. Yalçın’dır.
Dünyanın içerisinde olduğu Soğuk Savaş ikliminde sıcak mı sıcak bir iç savaş (“Sağ-Sol Çatışması”) zemininden askeri darbe ile çıkmış ama yağmurdan kaçarken de doluya tutulmuş Türkiye, Aydınlar Ocağı patentli “Türk-İslâm Sentezi” ideolojisi ile bugünleri var edecek geleceğe ilk adımları attı demek mümkündür.
 
Bugün AKP saflarında siyaset üreten, bilgi üreten, fikir üreten, algı üreten, polemik üreten, demagoji üreten irili-ufaklı nice isim, 12 Eylül ve Aydınlar Ocağı ittifakının itici gücüyle ortaya çıktılar. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren önlerinde açılan “devletli” imkânlarla yurtdışında eğitimöğrenim görüp döndüler ve hâlihazırdaki muhafazakâr, dindar ve de dinbaz entelijansiyanın yapı taşlarını oluşturdular. 
 
Aynı dönemde zaten siyasetin içindeki pek çok isim de 2000’lerden itibaren tüm birikim, tecrübe ve olgunluklarıyla iktidarda oldular. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, İsmail Kahraman, Numan Kurtulmuş gibi… 
 
O yüzden, iktidar yolculuğunda yükseklere kanat açmalarında hakkını ödeyemeyecekleri bir zata son vazifelerini ifa etmek üzere cenazede bir aradaydılar. 
 
12 Eylül döneminde Kenan Evren’in sağ-Kemalist motivasyonla cevaz verdiği bir gelenekçi-muhafazakâr söylem, Aydınlar Ocağı inisiyatifinde ve “Türk-İslâm Sentezi” adı altında resmi ideoloji niteliği kazandı. Bu, esas itibarıyla 1960-sonrası dönemin iç ve dış siyasi gelişmelerinin etkisi altında Sol’un entelektüel hâkimiyeti ve kültürel iktidarına karşı bir hamle idi. Ve 12 Eylül öncesinin milliyetçimuhafazakâr ve İslâmi-muhafazakâr sağ kulvarlarını, aralarında mevcut “Orta Asya”cı ve “İslamcı-Osmanlıcı” bazı gerilimleri gidererek buluşturmaya yönelikti.
 
Hedef, bizzat Prof. Yalçın’ın sözleriyle, “Türk milletinin kökünü ve tarihi macerasını, Ötüken’den, Türkistan’dan başlatıp Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar zincirinden Anadolu Türklüğü ve T.C. devletine ulaştırma” idi (S. Yalçın, “Aydınlar Ocağı ve Türk-İslâm Sentezi”, Tercüman Gazetesi Yazı Dizisi, 1-6 Şubat 1988).
Kenanist” darbe, Kemalist-modernizmin Batılılaşma çabasıyla sol, sosyal demokrat, sosyalist hareket ve hareketlilikler arasında belli “uyuşumlar” olduğu kanaatiyle hareket ettiği için Aydınlar Ocağı ile buluşmuştur. Çünkü, yine Yalçın’ın vurguladığı üzere, Ocağın kuruluş gayesi, 27 Mayıs 1960 darbesinin yol açtığı “sol yükseliş”e karşı milli kültür ve şuuru geliştirmektir.
Böylece radikal-modernist, Batıcı ve sol Kemalizm paranteze alınmış (hatta “enterne edilmiş”) ve anti-sol vurgulu, gelenekçi-muhafazakâr ve popülist Türkİslâm Sentezi, devletin “dili” yapılmıştır.
Keskin bir geçiş yaparak o günden bugüne sıçrayıp süreklilik içindeki değişimi anlatmak istersek diyebiliriz ki fark, “Türkİslâm Sentezi”nin devletin dili olmaktan, etiyle-kemiğiyle, kasları-sinirleriyle, yüreği- beyniyle onun artık tüm varlığı haline gelmiş olmasıdır. Şimdi anayasa yapım sürecinde AKP-MHP buluşması da, sürecin himayelerinde gerçekleştiği Cumhurbaşkanlığı makamı da bunun somut karşılıklarıdır. 
 
Dolayısıyla tekrar etmek gerekirse, evet, “Yeni Türkiye”nin banisi, tabii sahne önündeki banisi Prof. Yalçın’dır. 
 
Elbette sahne gerisindeki banisi de Evren’dir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İşçilerin işçi başkanı: Abdullah Baştürk - FARUK PEKİN

Eski Genel-İş Sendikası Genel Başkanı, Uluslararası Kamu Çalışanları Federasyonu PSI Yönetim Kurulu’nun eski üyesi, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ASK/ ETUC Yönetim Kurulu’nun eski üyesi, üç dönem milletvekili, Halkın Emek Partisi (HEP) kurucusu Abdullah Baştürk’ün eksikliğini 25 yıldır acı bir biçimde yaşıyoruz.
Türkiye sendikacılık hareketine değerli katkılarından sonra, Türkiye işçi sınıfının demokrasi, özgürlükler ve sendikal haklar savaşımına daha da önemli katkılar sağlayacağı bir dönemde kendisini yitirdik.
Ortaöğrenimini tamamlayamadan işçilik hayatına atılan Baştürk, daha genç yaşlarda örgütçülüğünü kanıtladı. Genel-İş Sendikası bir yerde onun ürünüydü. Yaklaşık 30 yılda, binlerden başlayan bir sendikal yapıyı yüz binlerin üstüne taşıdı. O dönemin belediye başkanlarına sendika gerçeğini öğretti. Belediye işçileri işyerlerinde onunla kimlik kazandı, saygınlık gördü, farklı olanı yaşadı.

Yılgınlık bilmezdi
Türk-İş’te bugünlere kadar yansıyan muhalefetin en önemli unsurlarındandı. Bu muhalefetin ilkelerini belirleyen Dörtler Raporu, Onikiler Raporu, aynı zamanda Türkiye’deki sendikal mücadele sürecinin önemli noktalarını sergiliyordu.
Türk-İş’teki uzun muhalefet yıllarından sonuç alamayınca, mücadelesini DİSK ile bütünleştirdi. 27 Aralık 1980’de DİSK’in 5. genel kurulunda DİSK Genel Başkanlığı’na seçildi. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’ndeki faşist katliam üzerine ilk kez Türkiye’de iki saatlik bir “genel grev”i başlatan oydu. 1 Mayıs 1977 katliamının getirdiği yılgınlık, 1 Mayıs 1978’de onunla aşıldı. Tutukluluğu ilk kez 1961’de Balmumcu’da yaşamıştı. Ardından 1 Mayıs 1979 ve 1 Mayıs 1980 tutuklulukları geldi.

İşkenceyi söyledi
12 Eylül darbesinin ilk hedefi DİSK ve Abdullah Baştürk oldu. Ama gözlerinde korkunun zerresini göremediler. İşkence yaptılar. Horlamak istediler. O, inatçı ve bilge duruşuyla dimdik durdu. Geriye adım atmadı. Arkadaşlarını kucaklayarak yoluna devam etti. Davutpaşa ve Metris hapishanelerini gördü. Direttiği için, “Evet, işkence yaptınız” dediği için, mahkemede askeri hâkimi reddettiği için, Sultanahmet ve Metris cezaevlerinin hücrelerini de yaşadı.
Daha darbeden birkaç ay sonra, yılgınlığın kol gezdiği bir ortamda, sıkıyönetim yargılamasından önce, Bakırköy’de görülen “DİSK’i Kapatma Davası” sırasında tok bir sesle darbenin hukuk dışılığını tüm dünyaya ilan ediyor, “zaman DİSK’i ve bizleri haklı çıkaracaktır” diyordu.

Ünlü DİSK davası
İdamla yargılandığı sıkıyönetim askeri mahkemesindeki sorgusu, dünyanın gelmiş geçmiş en uzun sorgularından biri olarak 109 günde 21 celsede tamamlandı. DİSK davası sırasındaki kararlı tavrıyla halkımızın ve dünya halklarının saygısını kazandı. DİSK davasında yaptığı savunma kitaplaştırılıp “Yargı Önünde Savunma” adıyla basıldı (Cumhuriyet, Çağdaş Yayınları). PSI tarafından İngilizceye çevrilerek tüm dünyaya dağıtıldı.
Abdullah Baştürk, 12 Eylül öncesinde Türkiye’- de ve uluslararası sendikal harekette bilinen bir kişilikti. Ama onu asıl “büyük” kılan, 12 Eylül hücrelerindeki, hapishanelerindeki, mahkemelerindeki tavrı oldu. Mahkemede yalnızca kendi dönemine değil, alınmasından sorumlu olmadığı kararlara da, kaleme alınmalarından haberli olmadığı yayınlara da sahip çıktı. Korkarak yurtdışına kaçan sendikacılara hiçbir gönderme yapmadan DİSK’in tüm geçmişinden sorumluymuş gibi DİSK’i sahiplenerek, DİSK’e ait ne varsa tek tek savundu.
Önceleri uluslararası düzeyde belli bir tanınmışlığı vardı. Ancak 12 Eylül sonrasında DİSK davasındaki savunması, tutarlı ve kararlı tavrıyla Batı’da devleşti. Bazı yabancı sendikacılar 1985’te onu Lech Welesa ile bir tutuyor, Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermek istiyorlardı. 1987’de İsveç Sendikal Hareketi’nin verdiği “Özgürlük Ödülü” ile Mandela’dan sonra ödüllendirilen ikinci kişi oldu.

Goley yani kolay
1978 başından itibaren 14 yıl boyunca Abdullah Baştürk’ün en yakınında olan kişilerden biriyim. Bu süre içinde onun danışmanlığını yaptım, tüm konuşmalarını, demeçlerini, savunmasını hazırladım. Yurtdışında yıllarca çevirmenliğini yaptım.
Hayatta hiçbir şeyi zor görmedi. Engel tanımadı. En zor anlarda meşhur deyişiyle “goley” (yani kolay) derdi. Yürür giderdi. Zamanın askeri savcısı daha ilk günlerde “İdam edileceksiniz” deyince kendisine “Siz benim ancak ceketimi asarsınız” demişti. İşçi sınıfının kurtuluşunun siyasi mücadeleyle olacağına, bu mücadelenin de bağımsız bir sınıf partisiyle ve işçi sınıfı ideolojisiyle yapılacağına inanıyordu. Vizyonu, gelecek sezgisi, siyasi feraseti olağanüstüydü.
“Beşer nisyan ile maluldür” derler. Zaman geçince unutulur. DİSK’lilerle birlikte hapis yattığım ve hapishanedeki DİSK davası savunması mimarlarından biri olduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki, o olmasaydı, DİSK davası bu düzeyiyle sona ermezdi. DİSK davasının kaderini belirleyen ilk 21 celse kahramanca savaştı. Tüm DİSK’e sahip çıkarak, hiçbir şeyi inkar etmeden, dobra dobra konuşarak, zaman zaman ince alaylara girişerek.

Bilge kişiydi
Birlikteki son altı ayımız DİSK’in yeniden inşasını, tıkanan sendikacılığı aşma yöntemlerini tartışmakla geçmişti. Ayazağa’ya taşınma, şeffaf sendikacılık, çağdaş yardımlaşma sandıkları, araştırma enstitüleri, işçi okulları, hatta işçi üniversitesi, DİSK Vakfı, DİSK Radyosu, genç işçilerin ve özellikle emeklilerin sorunlarını aşma, yeni toplusözleşme görüşme yöntemleri geliştirme... Beyin kanaması geçirmesinden birkaç gün önce arkadaşlarımızla birlikte içki içerken de bu konular gündemimizdi.
İşçilikten gelme bir işçi lideriydi. Sendikacı ve siyasetçi kişiliğinin ötesinde öncelikle güzel bir insandı. Sendikacılık dünyasında bir bilge kişiydi. Özellikle 12 Eylül sonrasında yaşadığı ihanetleri bu bilge kişiliğiyle aştı. Onda karamsarlığa yer yoktu. Her zaman pozitif enerjiyle doluydu. Çevresinde gördüğü karamsarlara söylediği söz “Güzel bak, güzel” olurdu. Onca yoğun işler arasında her zaman ailesiyle, dostlarıyla paylaşacak, dostlarının sorunlarını çözmeye ayıracak bir zaman bulurdu.

Hâlâ yol gösterici
1991 sonrasında, genel olarak her alandaki küreselleşme, neo-liberalizm yaklaşımları, kamunun tasfiyesi, özelleştirmeler, sosyal devletin daraltılması gibi olumsuzlukları yaşayan dünya koşullarında ve ihracata dönük birikim modelinin zorunlu kıldığı sendikasızlaştırma, düşük ücret, yedek işçiler ordusunu ve kayıt dışı istihdamı genişletme, işçilerde sınıf bilincinin doğmasını engelleyecek yoğun ideolojik saldırı uygulamalarını içeren Türkiye koşullarında, DİSK yöneticileri ne yazık ki gerekli “yeniden yapılanma”yı gerçekleştiremedi.
İşçilere yönelik her türlü saldırının artırıldığı, herkesin susturulmak istendiği, gazetecilerin bile hapse atıldığı günümüz koşullarında Abdullah Baştürk’ün vizyonu, kararlı, direnişçi, mücadeleci tavrı hâlâ işçilere, DİSK yöneticilerine yol gösterebilir. Bugün adı, “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülleri”nde yaşıyor. 


Faruk Pekin
Eski DİSK Genel Başkanlığı Baş Danışmanı

20 Aralık 2016 Salı

Yüksek güvenlik riskli ülke - OĞUZ OYAN

Beşiktaş ve Kayseri katliamlarına bulaşmadan bu hafta Türkiye İstatistik Kurumu'nun milli geliri hormonlayabilmek adına bildiğimiz tüm ekonomik göstergeleri ve bunların arasındaki iç tutarlılıkları berhava eden skandalına değinmek istiyordum. Ama Rus Büyükelçisinin ölümüyle sonuçlanan Ankara'daki dün akşamki suikast bütün planlarımı gene altüst etti.

Başlıktaki ifadeyi soru biçimine getirip bugünlerde yerli yabancı kime sorsanız ilk işaretleyeceği şık "Türkiye" olacaktır. Bununla gurur duyulmayacağı açık. Peki bu ülke ne zamandır böyle? Siyasi iktidar uzun süredir el değiştirmediğine göre  siyasi sorumluları görmek için fazla çabaya gerek yok.
Kuraldır. Güvenlik risklerinin büyümesinin faturası güvenlikçilere değil (MİT gibi istihbarat birimlerinin sorumluları hariç), onları eğitmek, örgütlemek, yönetmek durumunda olan siyasilere kesilir. Demokratik teamülleri olan ülkelerde de bu, bakandan başbakana kadar (cumhurbaşkanı icranın tepesindeyse ona kadar) gidebilen istifaları tetikler; aksi durumda da halk iktidar partilerinden hesap sorar ve seçim yenilgileri kaçınılmaz olur. Bunların teamülü olmadığına göre, geçelim.
Genel bir muhasebe yapalım ve bazı sorular soralım.

Bugünkü tedhiş eylemlerinin hem sıklığının artışının hem de daha fazla can kayıplarıyla sonuçlanıyor olmasının geri planında biz beş temel gelişmenin olduğunu saptayabiliyoruz:

1) Fethullahçı örgütlenmenin bütün kritik kamu kuruluşlarını, özellikle de polisi, TSK'yı ve yargıyı ele geçirmesi için tüm kolaylıkların gösterilmesi, önlerinin açılması, imkanların seferber edilmesi;
2) Türkiye'nin güvenlik sigortası olarak görülmesi gereken Suriye ve Irak'taki rejimlerin ve ülke bütünlüklerinin korunması yerine, özellikle Suriye'deki rejimi istikrarsızlaştıran, toprakları ve nüfusu üzerindeki denetimini dumura uğratan, uluslararası cihatçı çetelerinin bu ülkeye yönelik eylemlerini kolaylaştıran ve destekleyen tutumların benimsenmesi;
3) PKK ile silah bırakmadan müzakere süreçleri yürütülmesi, bölgede alan hakimiyetini ele geçirmesine, bölgeye silah yığmasına, kentlerde sözde adli, mali, polisiye güçler oluşturarak adeta fiili bir özerklik alanı inşa etmesine göz yumulması; bölgedeki valiliklerin ve güvenlik güçlerinin bu gelişmeleri denetim altına alabilmek için yapmayı planladıkları operasyonlara merkezi yönetimce izin verilmemesi;
4) Kabataş yalanı gibi dezenformasyon eylemlerinin yukarıdaki üç konu etrafında da sürdürülmesi, toplumun kutuplaştırılmasının bir siyaset tarzı olarak benimsenmesi, özellikle son olarak Halep konusunda gerçekleri tahrif eden ve halkı bölgedeki Rus, İran ve Esad güçlerine karşı kin ve nefrete sevkedecek açıklamaların/yayınların/iletişimlerin fütursuzca yapılabiliyor olması; (emperyalist ülkelerin siyasi sorumluları ve yayın organları da Suriye/Irak konusunda aynı dezenformasyon kampanyasının parçasıdırlar);
5) Kaynağını Kurtuluş Savaşı'ndan ve Lozan'dan, Cumhuriyet'in tüm kurucu değerlerinden, kurucu Meclisinden alan Türkiye Cumhuriyeti'ni; kendi kuruluş değerlerine yabancılaştıran, kuruluş senedi olan Lozan'ı küçümseyen; anayasal ve yasal olarak faaliyet göstermeleri imkansız olan tarikatleri, bunların cemaat ve vakıflarını baştacı yapan, eğitimin kalbine sokan, laikliği fiilen tasfiye eden icraatların bir yönetim tarzına dönüştürülmesi; bir tek adam devleti oluşturmak için siyasal sistemin tüm sigortalarının anayasal bir tasfiye sürecine sokulmak istenmesi...

Bütün bunlar Türkiye'nin istikrarına dinamit koymak anlamına gelmemekte midir? Sadece bugünkü değil, uzun dönemli istikrarı tehdit altına sokulmuş değil midir?

15 Temmuz'da kendi başkentini ve Meclisini bombalamaya kadar varan bir çıldırmışlığın arkasında hangi tarihsel ittifaklar zinciri ve bu ittifakların bozulmasına yol açan hangi pazarlıkların olduğu gün ışığına çıkarılamayacak mıdır? 15 Temmuz'un siyasi sorumluları belli olmayacak mıdır?

Bugün, kendi güvenlik gücünün bir unsurunun, büyük bir komşu ülkenin büyükelçisini korumak yerine öldürmek eylemine karışmış olması, Türkiye'nin yönetim zaafının artık bir güvenlik açığından daha fazlası olduğunu göstermemekte midir?


Bu gelişmelerin sorumlusu ve bu soruların muhatabı durumundaki siyasi iktidarın bizzat kendisi Türkiye için bir güvenlik sorunu haline gelmemekte midir?

Dünya ve bölge çok tehlikeli gelişmelerin şafağındadır. (Berlin ve Zürih saldırıları da dün akşamın bilançosuna katılmıştır). Henüz kendi bölgemizdeki tehlikelerden bizi etkileyebilecek olanların pek azının ortaya çıktığı bugünlerde bile, gemisini (ülkesini) sakin sularda yüzdürme becerisini gösterememiş olanlara bu ülkenin geleceği emanet edilebilir mi?

Oğuz Oyan / SOL

Ahmaklık, kekemelik ve dilsizlik üzerine - ORHAN GÖKDEMİR


11-12 Aralık gecesi Mevlit Kandiliydi. Mevlit veya mevlid, Arapça “vld” kökünden geliyor. Bildiğimiz veled sözcüğü bu. Vld’in doğum günü ya da doğum zamanı demek daha uygun. Ne zaman? Rebiülevvel ayının 12. günü. Rebiülevvel, “evvel reb”, önceki bahar, daha iyisi ilkbahar demek. Şiiler için bu tarih Rebiülevvel’in 17. günü. Arada yaklaşık bir haftalık fark var. Hangisi doğru? İlk kutlamayı kim yaptıysa onunki…
Peki, ne zaman başlanmış kutlanmaya? Emevî - Abbâsî döneminde böyle bir uygulama yok. İki “İslam medeniyeti” de vur patlasın çal oynasın ilkesiyle hareket ettiklerinden, böyle uhrevi meselelere fırsat bulamamışlar. İlk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır'da, Şii-İsmaili Fatımi Devleti döneminde kutlanmaya başlanmış mevlit. Minareli ilk camilerin inşa edilmesi de sonradandır. Önce “scd”, secdeden türeyen mescid var ve başlangıçta üstü açık bir avludan ibarettir. Kandil? O bizim eklememiz. Osmanlı sultanı II. Selim mevlit gecesi minarelere kandil asılmasını emretmiş. “Mevlit”in “kandil”i Selim’in o kandili. Yoksa mevlit ile kandilin de bir ilgisi yok.
Peygamberin doğum tarihi, hicri takvimde 12 Rebiülevvel. Miladi takvimde 20 Nisan’a denk geliyor. Bizdeki doğum gününün doğum haftasına dönüştürülmesi uygulaması ilk 1989 yılında. Fakat orada da bir kesinlik yok. Bir dönem hicri, bir dönem de miladi takvim esas alınmış. Diyanet, 2007 yılında yayınladığı bir genelge ile kutlu doğum etkinliklerinin 14-20 Nisan tarihleri arasında yapılmasını emretmiş. Böylece biri hicri 1 günlük, diğeri miladi bir haftalık iki doğum günü kutlanmaya başlamış. Doğum gününü 11 Aralık’ı 12 Aralık’a bağlayan gece kutladık. Bir de gelecek yıl 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlayacağız. Gerçek bir mucizedir bu…

                                                                                    ***
Mevlit, minare, cami ve elbette kandil, “bidat”tır. Sonradan ortaya çıkmışlar, kabul görmüşler, gelenek haline gelmişlerdir. “İslam’ın şartlarından” değillerdir. Mehmet Şevki Eygi’nin sık sık yazdığı gibi, sonuna kadar açık hoparlörlerle ezan okumak dinin gereği değil, bizim Diyanet’in geleneğinin gereğidir. Mescitte minare yoktur. Minare mescide sonradan eklenmiştir. Minarede de hoparlör yoktur, bidattir. “Kubbe” dinin gereği değil, dönemin mimarisinin gereğidir. O zamanın teknolojisi ile geniş açıklıklar yapmanın tek yolu kubbedir. O şartlarda, beton ve demir icat edilmediğinden, çatı, ancak kubbe şeklinde örtülebilir.
Yani betonunuz ve demiriniz varsa, caminizin çatısı pekâlâ düz olabilir. Çatınız yeterince yüksekteyse, caminiz minaresiz olabilir. Sesiniz yetiyorsa hoparlör fazladır. Burada bir gelenek aranacaksa, bu gelenek ezanı çıplak sesle okumaktır. Yeni Müslümanının anlayacağı dilden söyleyelim, ezanı hoparlörsüz okumak “sevap”tır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkenin neredeyse en yüksek bütçeli kurumu. Başkanı milyonluk otomobille geziyor. On binlerce insan çalışıyor, binlerce uzman mesai yapıyor. Yüz bine yakın cemide on binlerce imam, müezzin, din görevlisi var. Devletten maaş alıyorlar. 15 Temmuz şeyinden sonra Perşembe akşamı ve Cuma günü namazdan önce sala geleneği icat ettiler. Sorulunca “eskiden vardı” diye cevapladılar. Böylece bir bidat daha icat ettiler. Dağ taş imam hatip, dağ taş ilahiyat fakültesi. Dini, ezanı, camiyi, mescidi, minareyi, bidati, Emeviyi, Abbasiyi, Fatımiyi, Şiiliği, Sünniliği, hilafeti, mimariyi bilen bir tek Allah’ın kulu yok aralarında. Sanki ilahi bir el gelip zihinlerini silmiş, her birini birer ümmiye dönüştürmüş. Öylesine bir cehalet hükmünü sürdüren…

                                                                                   ***
E haliyle yeni normalleri oluyor ülkenin. İşte bunlardan biriyle daha yüz yüze geldik geçtiğimiz günlerde. AKP’li Kütahya Belediyesi yeni evlenen çiftlere eski Diyanetçi Hasan Çalışkan’ın kaleme aldığı “Evlilik ve Aile Hayatı” isimli kitabı dağıttı. Kitap demem sözün gelimi. O sözde kitapta, kadınlara “cinsel ilişki sırasında” uyulması gereken kurallar anlatılıyordu. “Cinsel ilişkide kadın da arzulu olmalıdır. Çünkü kadınlar arzulu olmadan cinsi ilişki kurulursa çocuk ahmak olur…” deniyordu mesela. “Kadınlarınızda cinsi münasebette bulunduğunuzda çok konuşmayın. Zira çok konuşmadan ötürü (sizlerde veya doğacak çocuklarınızda) dilsizlik-kekemelik oluşabilir” diye ekleniyordu.
Kılavuz bir kitaptı bu. Hangi yolun kılavuzu? Kadın çalışırsa işyerindeki yakışıklı erkeklere gönlü kayabilirdi. Çözüm dizini kırıp evinde, kocasının dizinin dibinde oturmasıydı. Kocası için süslenmeyen, erkeğin reisliğine itaat etmeyen kadın dövülebilirdi. Böyle dayak ilaç gibiydi. Erkeklerin için çok eşlilik yararlıydı, kadınları dize getirmenin bir yoluydu.
Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, kitapla ilgili Meclis’te yapılan tartışmaya kendi üslubunca katıldı. Şöyle dedi; Laiklik, Türkiye’de AK Parti döneminde güçlendi. Eğer turizm 40 milyona çıkmışsa, turizm tesisleri artmışsa…” Ayrıca, dediğine göre vatandaştan kitapla ilgili bir şikâyet gelmemişti. Fikir özgürlüğü vardı memlekette.
İstanbul Erkek Lisesinde Noel yasağı haberi bu tartışma sırasında düştü ortalığa. Okul bir açıklama yaptı, Noel yasağı haberlerine “algı operasyonu” dedi. Açıklamada haberin gerçek olamayacağına kanıt olarak “İstanbul’un fethi” gösterildi, “İstanbul’u fetheden komutanın İstanbul Rumlarına karşı yayımladığı özgürlük ve inanç hürriyeti fermanı hala tarihteki parıltılı yerini korumaktadır” dendi. Noel'e karşıydı ama Rumlara karşı değildi âdem. Zaten karşı olacak bir Rum da kalmamıştı ortalıkta. Sen sağ ben selamet…
Tam iş kapandı derken AKP’li Mustafa Şentop, "Devlet okulunda misyonerliğe izin verilemez. Daha önce okulda Noel şarabı kaynatıp lise öğrencilerine içiren Alman öğretmenler varmış" dedi. Şentop’un eğitimle ilgili ilk isyanıydı bu. Ensar’da, şurada burada çoluk çocuk tecavüz edilirken hiç ortalığa çıkmamış, isyan etmemiş, kimseye haddini bildirmemişti.
Yani 40 milyona çıkan turizmle Fatih’in inanç hürriyeti fermanının güvencesi altında laiklik. AKP döneminde laik cumhuriyetin içine düşürüldüğü perişanlığın fotoğrafıdır bu. Laikliği tepelediler tepelemesine, yerine kurdukları dini düzen de şekilde görüldüğü gibi…

                                                                                   ***
Laikliğe ve cumhuriyete sırtını döndün mü ahmaklaşırsın. Bilimsel delilleri var: Türkiye'nin eğitimde çöküşünü müjdeleyen PISA raporunun ardından, Ipsos MORI’nın düzenlediği “Eğitimsizlik Endeksinde" de Türkiye 40 ülke arasında en eğitimsiz toplumlar arasında yer aldı. PISA 2015 sonuçlarına göre Türkiye'nin fen, matematik ve okuma puanları 12 yıl önceki sonuçların bile gerisine düştü. Okuma-yazması olmayan insanlar ülkesine dönüştük bir on yıl içinde. Verilerin söylediği bu.
Ahmak, dilsiz ve kekeme oluyoruz özetle. Peki neden? İnsanın din görevlisi Hasan Çalışkan’ın kitabına inanası geliyor. Bunca ahmaklığın, bunca dilsizliğin, bunca kekemeliğin (doğuştan dilsizler ve kekemeler affetsin) bizim bilmediğimiz bir sebebi olmalı.

                                                                                  ***
Tam yazıyı nereye bağlayacağımı düşünürken futbol yorumcusu, iktidar yandaşı Rıdvan Dilmen’in "Bir kulübe Osmanlıspor isminin verilmesine karşıyım" diye bir açıklama yaptığını gördüm haber sitelerinden birinde. “Hah işte” dedim, bunca çöküntüye, bunca cehalete rağmen aralarından aklını kullanan bir âdem çıktı, Cumhuriyetin önemine değiniyor.” Sevindim. Ama şeytan dürttü, gerisini de okudum. Okumaz olaydım. Cümlenin gerisi şöyle; "Tarihimizle gurur duyan birisi olarak Osmanlıspor adının bir futbol kulübüne verilmesine karşıyım. Bu isme karşı küfür de edilebilir." Sporunun da, yorumunun da gelmişine geçmişine sunturlu bir küfür sallayıp kapattım…
Yazıyı da bitiremedim haliyle. Boşuna yazıyorum hissine kapıldım. Paltomu giyip Kütahya Belediyesinin dağıttığı kitabı aramaya çıktım. Arıyorum hala…

Çok arzuluyum, çok istekleyim. Fazla konuşup dilsiz kekeme olmayayım, çözeceğim bu ülkenin sırrını sonunda!

Orhan Gökdemir / SOL

Bayar, İnönü ve Erdoğan’dan üç farklı ‘mesaj’ - EROL MANİSALI


Önce Bayar’la başlayalım; 
Demokrat Parti iktidarında Celal Bayar’ın mesajı şuydu: “Türkiye yarın küçük bir Amerika olacaktır.”
Bu ifadede hem “ABD özentisi” hem de “kapitalizm sempatisi” vardı. Yüzü Batı’ya dönük bir yaklaşımdı. Savaş sonrası küresel konjonktürde bu hedefler oldukça popülerdi. Demokrat Parti (DP) iktidarını “Batılılaşma ile süsleyenler” çoğunluktadır. Ancak DP’yi statükoya karşı çıkış olarak değerlendiren Prof. İdris Küçükömer gibi solcular da görülmüştür.
Dostum Emre Kongar, Attilâ İlhan’ı ve beni de andığı son kitabında “sağ-sol çaprazı bağlamında”, Sultan Galiyev’i de işe katarak vurgu yapmış. (*)
Osmanlı Devleti’nin son 400 yıllık yapısı içindeki çelişkiler: İslam dünyasının Avrupa’daki aydınlanma süreci dışında kalarak onunla çatışması, Celal Bayar’ın mesajını (vetalebini) haklı gösterebilir. Üstelik kendisi, Atatürk devrimleri sürecinin içinden gelen biridir.
 
Ya İnönü’nün mesajı?
Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de içinde yerini alır” demişti, ta 1964’te, başbakan iken. Niçin söylemişti? 1963 Noel’inde, Türkiye’nin de üç garantör ülkeden biri olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nde, EOKA Rum terör örgütü, çocuk küçük demeden saldırıp vahşi bir katliam yapmıştı. Ankara uçak gönderip önleme girişiminde bulununca, ABD Başkanı Johnson’dan Başbakan İnönü’ye “müdahale yapamazsın, benim sana verdiğim silahları kullanamazsın” mektubu geldi. İnönü de, tarihe geçen o ünlü mesajını Türk ve dünya kamuoyuna söylemişti. İnönü’nün Johnson’un tehdit mektubuna verdiği yanıt, “Türkiye’nin ulusal çıkarları-nı korumak için, antiemperyalist bir duruşu sergiliyordu”.
1961 Anayasası’nın Türkiye’deki özgürlük ortamını da yansıtan bir duruştu. İçinde İslami öğeler yoktu: Ulusal çıkarlar ve antiemperyalist duruş esastı. Celal Bayar’ın mesajında da dini boyut bulunmuyordu. O da “laik” bir mesaj vermişti.
İnönü’nün 1964’te Johnson mektubuna verdiği yanıt Türkiye kamuoyunda sağ ve sol, çok geniş bir çevreden destek gördü. İşbirlikçiler ve radikal dinciler hariç. İnönü’nün tarihe geçen sözleri Atatürkçülük felsefesi ve devrimleriyle de bütünleşme içindeydi.
Batı ile işbirliğinden yana, ancak ulusal çıkarlarını karşılıklı denge esasına göre koruyan. Emperyalist ve tek yanlı baskı ve taleplere “hayır” diyen bir duruş. İnönü’nün mesajının yarattığı ortamı değiştirmek için Kirk Douglas’ı bile gönderdiler, hikâyeyi ayrıntılarıyla anlattım. (**)
 
Ve Erdoğan’ın mesajı
Erdoğan’ın, “dünya 5’ten büyüktür” mesajı hangi öğeleri içermektedir?
-Birleşmiş Milletler’deki (BM) beş daimi üyenin dünyanın yönetiminde oluşturduğu “oligarşiye” karşı duruş mu?
-Özellikle Batı dünyasında Soğuk Savaş sonrası yaygınlaşmaya başlayan İslam korkusu mu (İslamofobi)?
-Beş daimi BM üyesi arasında hiçbir Müslüman ülkenin, 1.5 milyarlık Müslüman nüfusa karşı, yer almaması mı?
-Batı dünyasının, İslamla kutuplaşmaya yol açan tutumuna, bir anlamda destek mi? Bu kutuplaşmadan, “kendisine İslam dünyası liderliği için” bir ortam mı?
Ancak benim 1994’ten beri izlediğim ifade ve uygulamalarına dayanarak söyleyebileceğim şu: “İslami referans” siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda esas alınmaktadır. “Dünya 5’ten büyüktür” mesajında da, Müslüman dünyasının geri kalmışlığının ve “5”lerin arasına girememesinin tepkisi ve ezikliği bulunmaktadır. 
 
Bayar mesajında “Batı öncelikli ve ağırlıklıdır”. İnönü, yüzünü Batı’ya çevirmiş ama karşılıklı çıkarların dengelenmesine öncelik tanıyan tutum içindedir. Ne de olsa Lozan’ı yaratan bir kahramandır. Erdoğan, İslami kimliği tek referans alan bir tutum gösteriyor.
Bayar, İnönü ve Erdoğan’daki bu farklı “mesajlar” bir anlamda Türkiye’nin bu coğrafyadaki, kendine özgü kuruluş yapısının sonuçlarıdır. 1990 sonrasındaki yeni dengeler ve BOP, bu farklılıkları kutuplaşmaya götürüp derinleşmektedir. Üç insanın mesajları, “Batıcılık, antiemperyalizm, İslamcılık” üçgeninin köşeleridir. İnönü ve Bayar’ın yüzü Batı’ya dönüktür: Erdoğan için İslami boyut tek seçenek olarak görülüyor. Bugün yaşanan rejim kavgalarının bir ucunda İnönü ve Bayar, diğer ucunda Erdoğan bulunuyor. 
 
Sultan Galiyev bugün yaşasaydı acaba İnönü ve Erdoğan’a nasıl bakardı? Giordano Bruno ve Attilâ İlhan’ın kulakları çınlasın… 

 Erol Manisalı / Cumhuriyet
 
(*) Emre Kongar, Yazarlar, Eleştiriler, Anılar, syf 20-21, Remzi Kitabevi,2016
(**) Doç. Dr. Özlem Arzu Azer, Anılarda Gizli Kalan Bir Aydının Portresi, syf 97-100, Derin Yay, 2016

19 Aralık 2016 Pazartesi

Ey hilafet, geldiysen üç kere vur! - TAYFUN ATAY

Geçen haftanın en sansasyonel hadisesi, memlekette hanidir durgunluktaki “hilafet piyasası”nın canlanmasıydı. Art arda kanlı terör eylemleri, buna değinme imkânı vermedi. Şimdi biraz gecikmeli de olsa bunu telafi edelim!.. 

Halep’te yaşananları gerekçe gösteren, buna içerideki terör katliamlarını da ekleyen Hizb-üt Tahrir bağlantılı olduğu belirtilen gruplar, İstanbul ve Ankara’da düzenledikleri gösterilerde hilafet çağrısı yaptılar. 

İstanbul’da eylemin Üsküdar Belediyesi’nce de desteklendiği ve şu çağrının belediye aracından yapıldığı iddiaları da ortaya atıldı:
“Irak, Mısır ve Suriye’de bu kanlı, bu zillete düşmüş günlerden kurtulmak için en kısa zamanda İslâm birliğini yeniden tesis etmeli ve halifemizi seçmeliyiz.”
Üsküdar Belediye Başkanı iddialara yönelik olarak mitingle bir alâkaları olmadığını ve belediye aracının tesadüfen orada bulunduğunu söyledi.
Ankara’da Kocatepe Camisi’nde buluşan grup da Halep’te yaşamını yitirenler için gıyabi cenaze namazı kılıp hilafet çağrısı yaptıktan sonra ABD Büyükelçiliği’ne protesto yürüyüşü yapmak istemiş ama polis izin vermemiş. 

***

Ne demeli ki?! Belki yer Üsküdar olduğu için, ondan esinle “Üsküdar’da sabah oldu” diye seslenmek en doğrusu olur bu hilafet çağrısı yapanlara…
Yani, biraz geç kalmadınız mı, IŞİD 2014’te ilan etti Ebu Bekir El Bağdadi’nin halifeliğini!..
Onunla da kalmadı, ardından Boko Haram Nijerya’da hilafet ilan etti (sonrasında IŞİD’e biat etti, o da ayrı tabii). 

Anlayacağınız, halifelik çoktan kapanın elinde kalmış durumda!..
Tablo bu olunca siz varın düşünün Üsküdar’da dillendirilen “İslâm birliği tesis etme” hayalinin ne kadar boş olduğunu.
Çünkü her önüne gelen o “birliği” kendi merkezinde oluşturmak istiyor.
Üstelik bu sadece bugüne özgü değil. Tarihsel tecrübeyle sabit ki halifelik ta en baştan itibaren “İslam birliği” yahut “İttihad-ı İslâm” (Panislamizm) idealine karşılık veremedi. Aksine kavmî, coğrafî, mezhebi ve siyasî temelde İslam-içi bölünme, çekişme ve çatışmaların üzerinden sürdürüldüğü bir kurum oldu.
Yani ittihat (birlik) sembolü olmaktan çok bir ihtilaf (anlaşmazlık) kaynağı oldu.
Zamanında yapmış olduğumuz bir çalışmanın içeriğinden beslenerek açalım!.. 

***

Peygamber’in ölümünden sonra ortaya çıkan hilafet kurumunun birbirini izleyen “Dört Halife”, Emevi ve Abbasi dönemlerine bakın! Kureyş kabilesinin tarihsel rekabet içindeki boyları ile bunların alt kolları arasında iktidarın sürekli el değiştirdiği bir çatışma dinamiğinin sürece damgasını vurduğunu göreceksiniz.
Bu o derecedir ki mesela Emevi halifeliğinin itibar görmediği Mekke’de Abdullah İbn Zübeyr, ikinci Emevi halifesi Yezid’in ölümü üzerine ortaya çıkan boşlukta hilafet ilan etmiş ve 10 yıl boyunca biri Mekke’de diğeri Şam’da iki halife boy göstermiştir.
Tıpkı bugün IŞİD ve Boko Haram örneklerinde olduğu gibi… Ve belki yarın bir tane de bu topraklardan zuhur edebileceği gibi!..
Abbasiler döneminde de halifelik “çoğul”dur. Doğu’da Bağdat-merkezli Abbasi halifeliğine tepki olarak Batı’da Şiî-İsmailî çeşniyle Mısır ve Suriye’ye hükmeden Fatımi halifeliği, buna tepki olarak daha da Batı’da Sünniliğin temsilciliğine soyunmuş Endülüs Emevi halifeliği koyun koyunadır!..
Yavuz’la halifeliğin Osmanlı’ya transferi de İslâm dünyasının her köşesinde kabul görmemiştir. Aslında 13-14’üncü yüzyıllardan itibaren İslâm’a hakkıyla hizmet eden her hükümdarın kendi topraklarında halife sıfatını hak ettiği görüşü âlimlerce geçerli sayılmaktaydı. 

***

19’uncu yüzyılda Sultan Abdülhamid’le birlikte hilafet “Panislamist” motivasyonla öne çıkarılmış, ancak hem İslâm dünyasından, hem de Osmanlı’nın Müslüman tebaasından bu iddiayı “takanlar” kadar “takmayanlar” da olmuştur.
Fakat esas kapışma, Türkiye’de halifeliğin kaldırılması sonrasında zirve yapar.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı’ya isyan eden Haşimî soyundan Şerif Hüseyin, kendisini derhal Mekke’de halife ilan etti. Ama bir İngiliz kuklası olarak bilinen Hüseyin’in iddiası, bâki olan kubbede boş bir seda olarak kaldı.
Akabinde Mısır’da Kral Fuad’ı halife yapma yolunda “tezgâh” bir kongre düzenlendi (Kahire Hilafet Kongresi, 1926). Bir fiyasko olan bu kongreyi Kudüs Müftüsü Emin El- Hüseynî’nin organize ettiği, son Osmanlı halifesi Abdülmecid’e “oynayan” bir başka kongre izledi. Ama Mısır’ın şiddetli tepkisi nedeniyle kongrede ne Abdülmecid’in, ne de hilafetin esamisi okunabildi.
Sonra işi artık komediye döndürür mahiyette Fransızların, yukarıda zikredilen İngiltere-endeksli hilafet arayışlarına misilleme mahiyetinde Fas Sultanı’nı halife yapma yolunda “topa girdikleri”görülür.
Sade onlar mı, hayır! İtalya, Libya üzerinden Şeyh Ahmed Senusî’yi, Ruslar ise Afgan Emiri Amanullah Han’ı hilafet sahnesine sunarak duruma müdahil olmak istemişlerdir.
Fuad’dan sonra Mısır’da tahta çıkan Kral Faruk’un da halifeliğe “ayranı kabarmış” ve iddiayı güçlendirmek amacıyla ona 1952’de ana tarafından bir Kureyş soy bağlantısı kurma girişiminde bulunulmuştur. Ama aynı yıl Nasır’ın “Hür Subaylar” darbesi, Faruk’un halifelik iddiasını da, soyunu-sopunu da tarihe gömecektir!.. 

***

Durum bu. Dünden bugüne neredeyse her gönülde bir halifelik, aslanlar gibi yatıyor!..
Hilafet, İslâm’ın iktidarla tanışmasıdır. Tarihsel süreçte İslâm-içi iktidar mücadelelerinin oyuncağıdır o. Ve kimse kimseye onu öyle kolay kolay yâr etmez de, yedirmez de… 

Üsküdar da sabah olsa da olmasa da!..


Tayfun Atay
CUMHURİYET

İçimden yine tarih yazmak geldi de…- AHMET CEMAL


Tarih yazmak, sadece “meslekten tarihçi”lerin tekelinde değildir. Çünkü gerçek tarihlerin malzemesini, ne yaşadıklarının farkında olan bireylerin ağır bastığı ortamlarda, geride kalan tüm yaşantılarını adı “geçmiş” olan yamalı bohçadan çıkartıp neden-sonuç ilişkileri eksenlerinde düzenlemeyi de bir yaşama uğraşı sayabilenlerin çabaları oluşturur.

 
Artık yetmiş beş yaşımı tamamladım ve 1942’de, yani dünya İkinci Dünya Savaşı’nın cehenneminde yanarken, genç Türkiye Cumhuriyeti ise henüz Köy Enstitüleri’nin mucizelerini yaşarken başlamış bir hayatın taşıyıcısıyım. Şimdi o hayat artık gittikçe artan bir hızla sonuna yaklaşırken, kendi geçmişimin tanıklıklarından kendi tarihimi çıkarmak ve onu hayatımın akıp gittiği yıllarıyla örtüşen genel tarihin bir parçası kılma içgüdüm, sesini giderek yükseltiyor. Ve ben artık şunu çok iyi biliyorum ki, ancak o sese yeterince kulak verebildiğim ölçüde yetmiş beş yılımın içinde şekillendiği zaman parçasında -iyi ya da kötü- bütün olup bitenlerdeki sorumluluğumun bilincine tam olarak varabileceğim. 
 
Çünkü ben, düşünen ve yazan bir insan olarak böyle kolektif bir sorumluluğun taşıyıcısı kimliğiyle, yaşadığımın farkına vardığım günden bugüne uzanan yol ve yolculuk boyunca olup biten her şeyden benim de sorumlu olduğumdan epeydir hiç kuşku duymuyorum. Hayatımın sonuna vardığımda, ancak bu sorumluluğun kapsamını kavrayabildiğim ölçüde kendimi “aydın” sayabileceğimi de biliyorum.

O halde: Nereden nereye?
Atatürk’ün yerli malı haftalarının kutlandığı, genç Cumhuriyet’in Türk Lirası’nın pek çok yabancı paradan değerli olduğu bağımsız Türkiye’sinden dolar bağımlısı bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün “fikri hür vicdanı hür nesiller” yetiştirme idealinden, felsefenin ve eleştirel düşüncenin ders programlarından neredeyse tümüyle çıkartıldığı “dindar gençlik” Türkiyesi’ne.
Atatürk’ün yoksul, ama onurlu Türkiye’sinden süper güçlerin temsilcilerinden bir telefon geldiğinde bayram ettikleri bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün köylüyü efendi sayan Türkiye’sinden, tarımın köküne kibrit suyu döküldüğü bir Türkiye’ye. 
 
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti olarak “çağdaş uygarlık düzeyini yakalamasını” öngördüğü bir Türkiye’den “Küçük Amerika” düşünün onursuzluğuna sürüklenen bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün öğretmenliği ve öğretmenleri kutsal saydığı bir Türkiye’den, öğretmenlerin çalışırken de, emeklikte de ancak yoksulluk sınırının altına layık görüldükleri bir Türkiye’ye.
Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesiyle şekillendirdiği, yedi düvelin saygısını ve dostluğunu kazanan bir dış politikadan Ortadoğu’nun hemen bütün savaş cehennemlerine sürüklenen bir Türkiye’ye. 

Dahası da, dahası da var...
Atatürk’ün Cumhuriyeti gençliğe emanet ettiği bir Türkiye’den, her rejim bunalımında gençliğin potansiyel suçlu sayıldığı bir Türkiye’ye. 
 
Evet, dediğim gibi, bugünlerde içimden yine biraz da tarih yazmak geliyor. Ama kafamda beliren sorular bu kadarla kalmıyor. Örneğin içimden şunu da sormak geliyor: Yakın tarihte eşi görülmemiş bir Milli Mücadele’nin ve her biri Aydınlanma’nın farklı bir habercisi olan Devrimlerin ardından, bu ülkenin yolu nasıl böyle bir bataklığa varabildi? Bizler, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve sonrasını gerçekten aynı ülkede ve aynı zaman parçasında mı yaşadık?

Ahmet Cemal / CUMHURİYET

18 Aralık 2016 Pazar

Derkenar: 1920-1924 müskirat (içki) tartışmaları - MEHMET BOZKURT


İlkin yasağın nasıl konulduğuna bakmayı öneriyorum.

Müskirat tartışmalarını Birinci Meclis’in başına saran Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’dir. Yahu hele bir nefes al, yok, Ankara Meclisi’nin açılışının üzerinden henüz beş gün geçmiş, mebuslar daha tam sayı içtima etmemiş, yolda belde iken, 28 Nisan’da “Men-i Müskirat Kanunu”nu meclise sunar Ali Şükrü Bey. Tabii Meclis, Ali Şükrü’nün teklifine hemencecik teslim olacak değil, epeyce direnmiş, özellikle solcu olarak bilinen Maliye Bakanı Hakkı Behiç Bey bütçenin en birinciye gelen gelir kaleminin içki olduğunu, bütçenin yarıdan fazlasının da Milli Savunma Bakanlığı’na ayrıldığını, içilen her kadeh içkinin “katresinin” cephedeki askere tüfek, kurşun, palaska olarak döndüğünü ve hayırlı bir işe vesile olduğunu ısrarla belirterek kanunun reddini istemiştir. Bu arada Hakkı Behiç Bey’in yanında saf tutan mebuslar çeşitli oyalama yollarına başvurmuşlarsa da takatleri 921’in Eylül ayında kesilmiş, kanunun oylama faslına geçilmiştir… Zurnanın zırt dediği yerdir: Ah Vehbi Efendi ah!

Vehbi Efendi Konya Milletvekili… Medrese çıkışlı. Osmanlı Mebusan Meclisi’nden Ankara’ya intikal edelerden biri. Ankara Meclisi’nde Din İşleri Komisyonu Başkanı ve “müskirat”ın lafını duyduğunda başı dönenlerden. Buraya kadar eh, olabilir ama dahası var ve “dahası”, “beter” türüne giriyor. Adam Meclis Başkanı Vekili… Yani Reisin yokluğunda oturumu yönettiği gibi oylamada kaldırdığı el “2” oy olarak hesap ediliyor. Bundan beteri ne olabilir? Daha da beteri Mustafa Kemal Paşa’nın o gün mecliste olmaması olur. O da oluyor. Mustafa Kemal o gün mecliste yok ve oylama dramatik bir şekilde “evet”lerin ve “hayır”ların eşitliği ile sonuçlanıyor (71-71). Vehbi’nin oyu “2” kabul edilince al sana 71-72. Bu sonuç karşısında  “Ah Vehbi Efendi ah” nidasına “Ah be Paşam neredesin” hayıflanmasının eklenmiş olabileceğini tahmin etmek pek güç olmuyor. Ekliyorum.
O günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın emir subayı, 1926’da Milliyet gazetesinin kurucusu olacak olan, milletvekili Mahmut Soydan “içki yasağı” tartışılırken, 1920 meclisinin “ortak gayesinin vatan severlik” olduğunun altını çizdikten sonra şunları yazmaktan da kendini alamıyor:
“Dünyanın her meclisinde azalar arasında seviye farkı olur. Fakat bu fark hiçbir yerde Ankara Meclisi’nde olduğu kadar büyük değildir (…) Mebuslar arasında müftü ve müderris o kadar hoca vardı ki, serbest düşünenlere ağız açtırmazlar. Ellerinde bir mahkumiyet damgası daima hazır duruyor: Kâfir…”(Ankaralı’nın Defteri, İş Bankası Kültür Y. İst. 2007, s.27)

Sonrasında ne mi oluyor?  Öncelikle Hakkı Behiç’in ruhu şad olsun bütçenin gelir hanesinde yer alan önemli bir kaynak eksiliyor. Bu arada yasağın hükmü işgal bölgelerinde yürümediği için oralardan Anadolu’ya kaçak yollardan yapılan içki sevkiyatı artıyor. Ankara’nın gücünün yettiği yerlerde  bağlardan ve evlerden güzelim imbik teşkilatları, fıçılar, şişeler toplanıyor. Bu arada yasağa rağmen “gizli fakat herkesçe malum şekilde çalışan” -kaynaklar dört sayısını veriyor- meyhaneler harıl harıl kadeh usulü servise devam ediyor. Bulamayan aşırı müptelalar “mavi ispirto”ya  yöneliyor, 90 derece falan olmalı, yönelince de sokak aralarına devrilmiş yerlerde yatan “berduş takımı” haberleri gazetelere düşüyor: Yüzleri, bilhassa burunları, fevkalade mor! Ve ardından tescil edilmemiş olsa da yepyeni bir rakı markası zuhur ediyor: Dilaver Suyu…

Dilaver Suyu… Falih Rıfkı Pek iştahlı anlatır Çankaya kitabında: “İçki yasağı kanunu, bir fıkramda anlattığım gibi, ilk Meclisten bir sağlık değil, bir şeriat kanunu olarak çıkmıştı. İçki yasağı yürüyor, içki de içiliyordu. Rakının bir adı “Dilaver Suyu” idi. Çünkü yobaz diktası olduğu için herkesi kızdıran bu yasak zamanlarında en iyi içkiyi Polis Müdürü çıkarıyordu.” (Çankaya,s.517)
Ankara polis müdürü Dilaver, bağ evinde kurduğu tesiste kendi adıyla ünlenen rakısını uzunca bir zaman rakipsiz üreterek saltanat sürüyor. 1924 yılına gelindiğinde saltanı bitiyor.
Sırada içki yasağının kaldırılması var ve şimdi 1924’deyiz: 9 Nisan.

Önce hazırlık evresi var: İçki yasağının kaldırılacağı ya da tadil edileceği, alkol derecesi düşük bira, şarap, likör benzeri içkilerin serbestçe satılıp lokantalarda içilebileceği, rakı türü sert alkollü içkilerin satışının ise izne bağlanacağı haberi Ankara matbuatında yer almaya başlayınca daha yenilerde Ankara’nın emrine girmiş olan ve bunu içine sindiremediği için de hemen her hususta Ankara’ya muhalefeti marifet sanan İstanbul, daha doğrusu İstanbul matbuatı tartışmayı açıyor. Tanin Gazetesi Başyazarı ve sahibi Hüseyin Cahit Yalçın sahipleri Rum olan, İstanbul ve civarının tek bira üreticisi Bomanti Bira Tesislerini işaret ederek İttihatçı refleksiyle olmalı, biraya sağlanan özgürlüğün, “milli” olana da sağlanması gerektiğini ileri sürerek bütün rakıcıların gönlünü fethediyor:
 “…Birayı müskirat (içki) meyanından (durumundan) çıkarmak hakikat halde bu hain Rum sermayedarları reyine bütün Türkiye’de muazzam bir inhisar (tekel) temin etmek olacaktır. Bira ile sarhoş olmaya müsaade edip şarapla yahut rakı ile sarhoş olmaya müsaade etmemek garabetini gösterdiğimizden dolayı cihan nazarında istihzalar (alaylara) hedef olacağız (…) Hakikat halde bira ne ise rakı da odur…” (Türk Parlamento Tarihi, 1.cilt, s.498) Muhtemelen bütün rakıcıların, tahmin edebiliyoruz, saygıyla karşıladığı bu cümlenin devamı ise yasağın tümüne karşı gelmek açısından pek çok değerli olmalı:
“Bizim fikrimizce harp zamanına mahsus bir tedbir olan men-müskirat teşebbüsünden suret-i katiyyede vaz geçmek münasiptir…”


Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısını en çok alkışlayanın “Bu akşam gün batarken/Sakın geç kalma erken gel…” dizeleri ile başlayan şarkının güftesini yazan gazeteci, yazar, sonradan milletvekili olacak Ahmet Rasim’in, ağzının tadını bilen fevkalade bir rakıcı olarak alkışlaması kadar tabii ne olabilir. Öyle de oluyor. Aklıma gelmişken, sahiden de bu nefis dizelerin yazımında rakının biraz olsun katkısı olmadığını kim iddia edebilir.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısına en sert tepki Tevhid-i Efkar Gazetesi Başyazarı Ebuzziyazade’den geliyor. Yazısında “Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa”nın daha Erzurum’da iken (1919) içki yasağını getirdiğine ilişkin beyanatını aktardıktan sonra Şer’iyye Vekili (Din İşleri Bakanı) Mustafa Fevzi (Gerçeker) Efendi’yi göreve çağırıyor:
“Esasen Fevzi Efendi, şeran ve aklen memur olduğu veçhile açıkça ‘Men’i Müskirat Kanunu kalkamaz’ deseydi, böyle bir söz kimseyi zerre kadar ne rencide, ne de bizar ederdi…” (a.g.e; s.501)
Mustafa Fevzi Efendi cevap vermek gereğini dahi duymayınca Ebuzziyazade ikinci yazısını yazıyor:
“Müskirat şer’an haramdır (…) Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, resmen din-i İslam’dır. Vakti ile müskiratın istimaline devlet cevaz vermemekle beraber ığmaz-ı ayn eyliyordu. Fakat bugün müskirat madem ki kanunen men edilmiştir, bir Devlet-i İslamiyye olan Türkiye Cumhuriyeti bundan sonra Müslümanlar müskirat istimal edebilirler diye yeni bir Kanun ısdar edemez…”(a.g.e; s.504)
Sadeleştirmek için kendimizi yormayalım. En özet hali şu: İçki dinen haramdır. Serbest bırakılması için kanun çıkarılamaz!
 
Çıkarılır. 9 Nisan 1924 tarihinde içki yasağı bazı sınırlamalar ile kaldırılır. Bira ve likör içki faslından çıkartılır.


Yazı tam bitti derken… Hay Allah nereden çıktın Akbaba… Akbaba’nın sahibi ve Başyazarı Yusuf Ziya Ortaç tartışmaya başka bir üslupla katılır. Sevimli bulduğum için aktarıyorum:
“Rivayetlere göre bundan sonra kadehle rakı satılmayacakmış. Alenen sarhoşluk yasakmış. Demek ki artık akşam olunca herkes şişesini cebine yerleştirecek, evceğizine gidecek, orada demlenecek. Gerçi Yunus Nadi Bey üstadımız varken bize ağız açmak düşmez ama öyle zannediyorum ki erbabı rakıyı ne kadehle içer ne de şişeyle. İşin ehli damacana ile içer.”



Cumhuriyet’in sahibi ve Başyazarı Yunus Nadi bir mizah üstadına laf yetiştirmenin ve onunla kapışmanın kendisine “hayır” getirmeyeceğini bilecek kadar tecrübelidir. Cevap vermez.
İki yıl sonra, 1926’da, 1920’de hay huylarla yürürlüğe giren Müskirat Kanunu tamamen iptal edilir. Sen sağ ben selamet!

Mehmet Bozkurt /SOL

Bir mucize: Yaşar Kemal - IŞIL ÖZGENTÜRK


16-17 Aralık günlerinde, Bursa Nilüfer Belediyesi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen “Bir Edebiyat Adası: Yaşar Kemal Sempozyumunda” yaptığım “Ustam Yaşar Kemal” adlı konuşmanın son sözcükleri şunlardı: “Bu topraklar her zaman mucizelerin yurdudur. Bu mucizelerden biri de Yaşar Kemal’dir.”
Ülke yangın yeri ama biz yaklaşık kırk beş dost yazar çizer, bu yangına inat; Yaşar Kemal’in anlatım ustalığından, şiirsel dilinden, bu topraklara olan sevdasından, özgürlüğe olan tutkusundan söz ediyoruz. Ve konuştukça, içimizdeki umutsuzluk, çaresizlik bizi terk ediyor. Ve sanki Yaşar Kemal o kocaman bedeniyle ve şen kahkahasıyla biraz sonra salona girecek: “Size ne oldu böyle, pek bir süklüm püklümsünüz, hadi canlanın!” diyecek. Ben buna inanıyorum. Çünkü o her zaman bir mucize yaratıcısıdır.
Sempozyumun çok önceden hazırlanmış kitabı elimde. Bu Nilüfer Belediyesi çalışanları yaptıkları işe öylesine canı gönülden sarılıyorlar ki, 33 bildiri daha sempozyum başlamadan konuşmacıların elinde. Çok değerli bir kitap elimdeki. Okudukça Yaşar Kemal’in bilmediğim, görmediğim (bu benim kusurum) yanlarını öğreniyorum. Ve içim öylesine onu özlüyor ki, keşke diyorum, keşke şu cesur Adanalı ölümsüzlüğün iksirini de bulaydı. Bulaydı da ölmeyeydi.


2016 yılı Nilüfer Belediyesi için Yaşar Kemal yılıydı. Bütün bir yıl süresince, Yaşar Kemal’in yazıcılığı, sinemaya uyarlanan filmleri, senaryoları, okuma atölyeleri, karikatür atölyeleri, paneller ve yarattığı mucizeler 64 etkinlikle yaşama geçirildi. Beni bu etkinlikler içinde en çok etkileyen, çocukların Yaşar Kemal hikâyelerinden etkilenerek çizdiği kitap kapakları ve gene onun hikâyelerinden gene çocukların yaptığı uçurtmaların uçurulduğu uçurtma şenliğiydi.
Sadece Bursa’nın Nilüfer Belediyesi sınırlarında oturanlar değil, Bursa’nın çeşitli yerlerinden Yaşar Kemal sevdalıları her panelde, her etkinlikte salonları, atölyeleri, parkları tıklım tıklım doldurdular. Fark ettiğim bir şey var; bir konunun üstüne inatla giderseniz, onu elinizden geldiğince genişletirseniz, usul usul insanlar “ne oluyor, ben de burada olmalıyım” duygusuyla konunun bir parçası olmak için çaba göstermeye başlıyorlar ve sonuçta panelcilere sorulan sorular çeşitleniyor, herkes karşılıklı bir şeyler öğreniyor.



Sempozyum kitabının yanında bir kitap daha var. “2016 Yaşar Kemal Öykü Yarışması Seçkisi.” Feyza Hepçilingirler, Semih Gümüş, Feridun Andaç, Nahit Kayabaşı ve Şafak Pala’nın değerlendirme yaptığı yarışmaya 1124 kişi öykü yollayarak ustalarına içten bir selam göndermişler. Seçkide 21 öykü var. Fatma Nuran Avcı’nın “Son Cevizlik,” Serenay Sasa’nın “Yedi Otuz Gidişleri”, Mehmet Sait Taşkıran’ın “Büyük Kapatılma” öyküleri ilk üçü paylaşmış. Nasıl sevinmezsin, işte teröre böyle karşılık verilir, hiçbir şeyden vazgeçmeyeceksin ve inadına yazacaksın, çizeceksin, heykel yontacaksın, oyun oynayacaksın ve efendim dans edeceksin. Âşık olmayı da unutmayın!


Yaşar Kemal’i kucaklayan Nilüfer Belediyesi’nin çalışanlarını kutlarken İzmir’e de bir selam gönderelim. Geçen hafta İzmir’de Yenikapı Tiyatrosu’nun “Ya Sonra” adlı oyununu izliyordum. Tam 34 tiyatro, okul, köy, profesyonel, yurtdışı hepsi yaşamı savunmak için İzmir’de bu yıl beşincisi yapılan Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali’nde oyunlarını oynadılar. Bir hafta boyunca her gece on iki salonda özgürlük ve umut için tiyatro vardı. Festival bir sivil toplum örgütü TAKSAV’ın yaman gönüllülerinin çabasıyla hem Ankara’da hem İzmir’de yapılıyor. Yani güzel şeyler oluyor. Ağlamayın!


Bu arada Nilüfer Belediyesi üçüncü kez bir yazarı ağırlıyor. Sırayla Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve bu yıl Yaşar Kemal. Bakalım 2017’nin yazarı kim olacak? Doğrusu ben merakla bekliyorum. Siz de bekleyin! 


Işıl Özgentürk / CUMHURİYET




Not: Sempozyum kitabına katkıda bulunmam için beni zorlayan proje danışmanı Feridun Andaç’a da teşekkür ederim, iyi ki zorlamış.