26 Aralık 2016 Pazartesi

Kahraman burjuvazinin anlaşılmaz huzuru - İZZETTİN ÖNDER.


Derler ki, kapitalist sistemde bir yanda burjuvazi, diğer yanda da emekçiler demokrasinin iki temel taşıdır. Burada sözü edilen demokrasi, kapitalist sisteme özgü bir demokrasi anlayışıdır. Ama olsun, sistem bir yerlere(!) evirilinceye kadar, kapitalist demokraside de, mülkiyet ve gelir dağılımı vb gibi ekonomik alandaki çok temel tartışmalara fazla bulaşmadan, insan hakları ve ifade özgürlüğü vb gibi sosyal alandaki haklar kullanılabilir ve toplum bir nebze de olsa nefes alabilir.
AKP iktidarının ilk dönemlerinde, geçmişteki ön hazırlıkların da sağladığı ivme ile ünlü Anadolu kaplanları olarak bilinen sermaye dokusu da ileri çıkmaya başladığında, kapitalist demokrasi olgusunun biraz daha yerleşeceği ve İstanbul sermayesi sultasının hâkimiyetinin bitebileceği düşüncesi başat olmaya başladı. Bu süreci hızlandıran belediyeleşme ve yerel idarelere verilen yetkilerle kısmî demokratikleşmenin(!) oldukça bir hal yoluna girebileceği de düşünülmeye başlamıştı.

Bu süreçlerin ülkemizi kapitalist anlayışta da olsa demokrasiye götürebilmesi nasıl düşünüldü, bilemiyorum. Zira bu gidiş benim için bir muammadır. Diğer bir deyişle, bugün vardığımız noktada yaşadıklarımız anlık yanlışlık mı, yoksa salt Türkiye’ye özgü de olmayan, fakat dünya gidişatındaki çevresel konumlu bir ekonominin olağan sürüklenişle varacağı kader midir? Bu sorunun yanıtı böyle bir yazının sınırını aşacağı gibi, salt bir alanda yürütülecek tartışma ile de verilebilecek kadar kolay değildir. Zira bu sorun, başta iktisat olmak üzere, uluslararası siyaset, devlet politikaları ve hegemonya vb gibi bir dizi yan alanları da ilgilendirir ve ancak alanların kesiştiği sahada yanıtlanabilir. Ona rağmen burada da kısa bir egzersiz yapmayı denemek istiyorum.
Konuya girerken ilk uğrağımız, geçmiş dönem Almanya’sında Hitlerin pervasız faşizan kararlarıyla dağıttığı Tarihçi Okulun ve onun çok önemli iktisatçısı olan ve onsekizinci yüzyılın sonu ile ondokuzuncu yüzyılın başlarında yaşamış Friedrich List’in önümüze koyduğu tablodur. List, iktisat biliminin her ülkenin koşullarına uygun geliştirilebileceği bir alan olduğu savı ile bu biliminin kurucuları olarak anılan İskoç ekolüne karşı çıkarak, ülke koşullarının dikkate alınması gerektiği görüşünü ortaya atmıştır. Bu görüşle, Osmanlı zihniyetinden devraldığımız sosyal dokunun günümüz genç Cumhuriyeti’ne yansımasının, mutlak hâkim bir padişahın kanun ve nizam olduğu bir imparatorlukta tam teslimiyetle yaşayan halkların davranış kodu olduğunu görüyoruz. Bu davranış kodu aileden başlayarak, eğitim yaşamı, iş hayatı ve hemen her ilişkimizde güç ve hâkimiyet esasına göre yaşamımızı tahdit ve tehdit edegelmiştir. Ne var ki, toplumun farklı sosyal dokularında zamanla oluşmuş ve katı davranış kodları haline gelmiş olan söz konusu davranış biçimleri farklı odacıklar ve kademelerde uygulandığında fark edilemezken, tek bir tepe noktasından hemen her alanda uygulanırken kristalleşerek belleğimizde şiddetli algı oluşturmaktadır.

Tartışmada varacağımız ikinci uğrak, Osmanlı mirası eski devlet-birey ilişkisinin modern dönemde merkez ülkelerdeki görüntüden giderek uzaklaşmasıdır.  Tek adam vurgusunun algılama alışkanlığımızı aşarak tüm toplumu tedirgin eden yönü devlet-birey ilişkisinde giderek tüm alanları kapsıyor olmasıdır. Devlet-birey ilişkisinde günümüzde giderek tüm alanların kapsanmaya başlamasının özgürlüklerin sınırlanması olarak algılanması bir anlamda geçmişi aklamaya kadar gitmemelidir. Başta aile ilişkilerimiz olmak üzere hemen tüm ilişkilerimizde despotik dokunun geçmişte de var olması bugünü meşrulaştıramayacağı gibi, hiçbir şekilde haklı da kılmaz. Hatta geçmişte kuruluş döneminin kamu alanındaki zaruri bazı baskılarının yönü ve amacı ile bugünkü oturmuş devlet yapısındaki baskıların yönü ve amacı arasındaki farklılıklar, sosyal ilerleme adına farklı şekilde değerlendirmeye muhtaçtır. İşte günümüzdeki baskılardan şikâyet salt baskıların yoğunluğu ile ilgili olmayıp, onunla birlikte baskı alanları ile de yakından ilgilidir. Geçmişi muaheze etmeyi bir tarafa bırakıp bugüne baktığımızda görünen o ki, günümüzün baskı politikası toplumumuzu ilerletmeyi amaçlamayıp, ülkeyi küresel emperyalizme sanki sinir sistemi paralize edilmiş tam bir protein yığını halinde eklemlemeyi hedeflemektedir. O nedenle bu gidiş çok tehlikelidir; bu gidiş bir tür teslimiyettir; bu gidiş ulusal egemenlik ilkesinin lağvıdır.

Eğer bu gidiş gerçekten böyle ise, ulusal egemenliğin yerine ne koyulacaktır ve ulusal egemenliğe uyulmadığını kim denetleyecektir? Burası da üçüncü durağımızdır.  İşte burjuvazimizin sükût etmeyip, şimdiye dek işlediği günahların ülkemizi taşıdığı bu noktada bir çift laf etmesi gerekmez mi? Bir zamanlar üniversite reformu nasıl olmalıdır diye üniversite yönetimlerine dek karışan bu şanlı burjuvazi sol cephe şiddetle ezilirken sesini çıkartmamış olmasının faturasını ödüyor olabilir, ama bu fatura millete de ödetiliyor. Planlama döneminde kapalı sınırlar içinde dünya zengini üreten burjuvazinin, 1980’de dış dünyaya açıldığımızda ne durumda olduğunu öylesine gördü ki, bir gecede Katma Değer Vergisi’ne geçmek durumu ile baş başa kaldık. KDV geçmişten gelen Gider Vergisinden üstün bir vergidir. Ancak, buradaki konu iptidai bir verginin çağdaş ve şeffaf bir vergi ile değiştirilmesi olmayıp, ani geçiş zaruretidir. Bu geçişle, dünya zenginleri arasına ünlülerimizi sokan sanayinin hali ortaya çıkınca 1980’ler sonuna doğru 32 sayılı kararname ile sıcak para afyonuna müptela olmaya başladık. Bununla da yetinmeyen burjuvazi solun üzerinden silkindir gibi geçilirken önüne cennet kapıları açılmış sandı. Ne var ki, tren durmadı ve durmayacaktı da. Sol kıpırdanıştan ürken burjuvazi, bugünlerde olduğu gibi emperyalizmin ülke içine sızan politikaları karşısında, üçüncü durağımızda, ülke içinde birinci sınıf sanayi olmaktan çıkıp, uluslararası düzlemde, bir zamanların beğenmediği Anadolu kaplanları mesabesine inecek idi. Siyasinin burjuvaziye hakareti uluslararası sermayenin sembolik sopası olsa gerek!

İşte, Osmanlı mirasından bir devlet çıkarma politikasının, tam bir aymaz ezberi ile demokrasi olarak nitelenen Demokrat Parti iktidarı ile sonlandırılarak, zaman içinde yaşanan kırılmaların Türkiye’yi sürüklediği durum! Merinos fabrikası özelleştirilirken son komünist kalenin yıkılması ya da Davos’ta Batılıların kendisine  “satacak neleriniz var” diye sorduklarını utanmadan iftiharla dillendiren siyasilerin akıllara ziyan AKP politikaları ile varılan nokta işte budur. Böylesi ulvi çabalarla hazırlanan tabuta son çiviyi vurmak hiç te kolay olmayacak. Çünkü bu çiviyi vuranlar, ulusal hâkimiyeti kimlere teslim ettiklerinin de hesabını verecektir. Bu hesabı bu millet soracaktır! Tarih huzurunda herkes ayağa kalkacaktır. Hiçbir oluşum anlık yorumlanamaz; her oluşumun derinlere gidebilen hazırlayıcı sebepleri vardır. Bu sebepler çok uzun döneme ulaşabileceği gibi, ondört yıl gibi kısa dönemlik bir sürede de oluşabilir. AKP’nin ilk dönemlerinde tam bir akıl tutulması ifadesi olarak, Batının kafamıza vura vura bizi demokratikleştireceği savını ileri sürerek siyasete biat edenlere, biraz acı da olsa, bu sözlerini tarih hatırlatacak ve yutturacaktır. Kapitalizm içinde demokrasi arayan gafiller görmediler mi ki, emperyalizm içine alınacak ülkede demokrasi değil de, sosyal Darvinizm ’in temel kuralı doğrultusunda, çevreye uyum sağlama adına tüm kurumları baskılanmış ülkede tek-adam yönetimi oluşacaktır. Aynı şekilde, “yetmez, ama evet” desteğinin de bugünlere gelmemizdeki büyük hizmetlerini tarih unutmayacaktır. Bu gafiller dünya kapitalizminin ve onun seyir yolundaki ülkenin akıbetini görmedi mi de, anlaşılamaz şekilde tramvay demokrasisi adına bugünlerde gelinen son durağa kapıyı araladılar.

İZZETTİN ÖNDER
SOL     

Devrim üzerimize gelirken, parti ve Naci Ağabey - OSMAN ÇUTSAY

Emperyalizm tezlerinin 100’üncü yılından çıkıp Ekim Devrimi’nin 100’üncü yılına giriyoruz. Lenin’in 1916’da kaleme alıp 1917’de yayımlayabildiği emperyalizm kitapçığından söz ediyoruz.
Tabii Lenin deyince de, onun, devrimin önkoşullarına dair ünlü formülasyonu aklımıza geliyor. Malum: Devrimler, aşağıdakilerin artık istemediği, yukarıdakilerin de artık yönetemediği zamanlarda patlak verir. Bu kadar basit: Dâhice belirlemeler hep böyle büyük yalınlıklar içermez mi? Öyledir.
ABD ve Avrupa Almanyası’nda durum biraz bunlarla bağlantılı; hakkını verelim. Ama bizden de farklılar. Oraya geleceğiz.

Gözlemler böyleyse, doğrudur: ABD ve Avrupa Almanyası’nda (ya da Almanya Avrupası’nda) aşağıdaki sınıfların önemli bir bölümü, emekçi kitleler, artık eskisi gibi yönetilmek, yani 1970’lerden sonra yerleşmeye başlayan neoliberal barbarlıkların sonuçlarını daha fazla taşımak istemiyor. Ama yönetenler bu işi hâlâ yapabilecek, yani yönetebilecek durumda. Kitle bağı güçlenen faşist eğilimlerin siyasete “sağ popülizm” başlığı altında girdiğine tanık oluyoruz. Yeni hükümet biçimi zengin mutfağında böyle bir eşikte.

Türkiye’deki durum ise galiba farklı: İslamcı ve laik elitler (oligarşi veya plütokrasi de denebilir) kriz derinleştikçe yönetemeyeceklerini, yani acı gerçeği daha açık bir biçimde görüyorlar. Savaşa bulaşmışız, kanlı bir darbe girişimi yaşamışız, hükümetin yüz binlerce “eski ortağı” siyasi gerekçelerle işlerinden atılıp cezaevlerine tıkılmış; tam bir muharebe alanı burası. Arada solculara darbe üzerine darbe indiriliyor. Milyarlık şirketlere el konularak AB’yi ve ABD’yi yerinden zıplatacak bir pervasızlıkla düzenin en kutsal kalesi olan özel mülkiyet haklarının çiğnendiği bir kaotik ortamdan, her türlü milliyetçi ve dinci komployla kan içinde bırakılmış bir ülkeden söz ediyoruz. Trajik olan, geniş halk yığınlarının şu an itibariyle ısrarla yönetilmek, hem de eskisi gibi yönetilmek istemesidir. Burjuvazi yönetemiyor, emekçi yığınlar ise “İlle de bizi yönetin, hem de eskisi gibi yönetin” diyor. Toplum delirme belirtileri gösteriyor. Laik veya dinci burjuvazi ise tamamen körleşmiş durumda.

Bunun sonuçları olacaktır. Böyle kalamaz. Akla karşı açılan dinci-milliyetçi cephede asker olmayı kabullenmiş kitlelerin kriz derinleşirken “ya sosyalizm ya barbarlık” ikileminde resmen barbarlığı göreve çağırması iki sonuca yol açar.
1. Yönetenlerin barbarca rehaveti daha bir yayılır. Yönetemediklerini iyice unutur, tamamen körleşir ve sağırlaşırlar. Realiteden iyice koparlar. 
2. Yönetilenlerin talepleri çok kısa bir zaman aralığında altüst olabilir, “yönetin” ısrarı bir anda “defolun”a dönüşebilir. 
Bu iki sonuç da bir korkunç yıkıma tekabül ediyor.

Ekim’in 100’üncü yılına, Avrupa’da yönetenlerin yönetmek istediği ama aynı isteği tabanın göstermediği kriz koşullarında giriyoruz. Türkiye’de ise yönetenler yönetemediklerini görüyorlar, ama henüz eskisi gibi yönetilmek isteyen, mevcut hükümeti hasım saymayan bir halk çoğunluğu ile de yüz yüzeler. Şimdilik. Zenginler, cahil ve ahlaksız oldukları için, yaşanan rezaletin daha çok din ve milliyetçilik şırınga ederek sürdürülebilir olduğunu düşünüyorlar. Fırtına ekiyorlar, neler biçeceklerini göreceğiz.


Belki kırılgan ve geçici bir paralellik kurabiliriz: Erdoğan, başka bir zaman ve mekânda iktidara oturtulmuş bir tür Trump (ya da Front National, FPÖ, AfD ve diğer Doğu Avrupa sağ popülistleri) gibidir ve tersi: Donald Trump, AB’deki sağ popülist ruh ikizleri gibi, sanki laik elite tepkiyi örgütleyen bir tür gecikmiş Erdoğan’dır. Sadece paralellik bile felaketin büyüklüğünü gösteriyor Frenler devre dışı. Krizdeyiz.

İşte bu denkleme sosyalizm sabitini veya bir sosyalist hükümet programını zorla sokamazsak, Türkiye’nin yakın bir gelecekte birbirine düşman en az üç parçaya ayrılması ve Yugoslavya-Irak-Suriye tipi yüksek yoğunluklu bir nihai iç savaş yaşamasını engelleyemeyiz. Son katliamların asıl büyük felaketin sadece habercileri olduğunu düşünürsek...

Gerici rejimin krizlerine kitlelerin kendiliğinden ilerici taleplerle yanatı veremeyeceğini, kültür endüstrisinin böyle bir olasılığı göğüslemek için doğurulduğunu, dolayısıyla o tür “ilerici” tepkilerin hızla etkisizleştirildiğini biliyoruz. Ama sosyalizm yönelişli aşkın bir tepki için geçen on yıllar içinde bu endüstriyi sarsan bazı entelektüel şiddet merkezleri de yok değil.

Avrupa bir yana, Türkiye’de solculuk, ne yazık ki uzun bir süredir sosyalizmin acil, güncel ve mümkün olmadığını kabullenince siyaset yapabileceğini düşünür konumdadır. Böyle bir ortamda entelektüel şiddet resmen hayat kurtarır. En azından Türkiye’yi kurtarır: Mesut Odman hocamızın formülasyonuyla, “her zaman sosyalizm”, kriz derinleştikçe yoğunlaşan gerici kitle yönelimlerine karşı tek mümkün siyasettir.

Gericiliğin azması, devrimi ister istemez yakınlaştırır. Ama...
Ama ilerici çıkışın bir kendiliğindenlik içermediğini, partinin bu nedenle geçmiştekinden de daha önemli olduğunu, biz 1902’den beri biliyoruz. Oradayız. Cuma günü vakur bir toplulukla sonsuzluğa uğurladığımız Naci Ortaç Ağabeyimiz de oradaydı. Ömrünü partili mücadele içinde geçirmişti. Önceki yıl olmalı, isyan fotoğraflarına bakıyorduk galiba Frankfurt Halkevi’nde birlikte, Haziran İsyanı günlerinde Taksim’e dökülen dev Boyun Eğme flamasının altında durduğunu, TKP’li gençlerin enerjisiyle gönendiğini söylemişti. Sonra da eklemişti Büyükadalı bu yakışıklı devrimci: “'İşte parti burada' dedim Osman.”

Cemil Fuat Hendek, kadim dostunu uğurlarken yaptığı konuşmada çok güzel hatırlattı: Her şeyimizi alabiliyorlar, ama anılarımızı bizden koparamıyorlar. Sevgili yoldaşlarımızı ve birlikte mücadeleden çıkardığımız ortak dersleri... Kavga ve sevgi bu nedenle ayrılamıyor.
Kriz derinleşiyor, devrim üzerimize böyle günlerde geliyor. Karşıdevrime dönüşmemesi ve burjuvazinin yeniden kazanmaması için yapılması gereken çok iş var... Sosyalizm mümkündür, günceldir, acildir...

Osman Çutsay
SOL

İkili karşıtlıklar - TAYFUN ATAY


Hatırlayın, Kuzey Irak’ta ABD tugayı tarafından askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde devletçe ve milletçe gösterilen büyük tepki ve infiali…
Bir de bakın şimdi El Bab’da iki askerimizin IŞİD tarafından diri diri yakıldığına ilişkin iddialar karşısındaki atalete… Haber, bilgi ve istihbaratı bastırma ameliyesine… Ve bırakın güçlü bir tepki ya da infiali, adeta paralize olmuşluk haline. 

***
Gözünüzün önüne getirin Beşiktaş’ta ve Kayseri’de TAK terörü sonrası can veren onlarca polis ve asker için HDP’den, EMEP’e, hatta CHP’ye kadar, parti bürolarıyla temsilcilerine yönelik saldırı, ateşe verme ve lince kadar varan sivil tepkisel hareketlilikleri…
Bir de arayın bakalım, bulabilecek misiniz El Bab’da IŞİD terörüne kurban giden askerlerimizin acısıyla meydanlarda herhangi bir gösteri yapıp öfke ve hiddet kusan, hançeresini yırtarcasına teröre lânet yağdıran benzeri sivil grupları, “tosuncuk”ları!..
(Sadece IŞİD’in iki askeri yakarak öldürdüğü iddialarına karşı protesto gösterisi yapıp “Ölüme karşı yaşam, savaşa karşı barış” pankartı açanlar, polisin engellemesi ve gözaltılarla karşı karşıya kaldılar!) 

***
Göz gezdirin dünkü gazetede Dışişleri Bakanı’nın Antalya’da bir açılışta eğitimin öneminden dem vururken sarf ettiği “Daha fazla imam hatip ortaokulu açacağız, daha fazla imam hatip lisesi de açacağız” sözlerine…
Bir de kaydırın gözünüzü gazetenin yan sayfasında yer alan, yine Antalya’da ele geçirilen 9 kilo esrarla ilgili haberin devamına:
“Uyuşturucuya el koyan polis ekipleri, sürücü C.L’yi gözaltına aldı. C.L’nin Hisarçandır Mahallesi’ndeki bir caminin imamı olduğu, 2 ay önce atandığı belirlendi.”
 
***
Unutmayın gazeteci Hüsnü Mahalli’nin 2011 yılında bir sağlık sorunu yaşadığında bizzat dönemin Başbakan’ının talimatıyla ABD’de tedavi ettirilme önerisine varıncaya kadar özen ve ihtimama mazhar olduğunu…
Ama şimdi günde 11 ilaç, 3 de serum kullandığı halde iktidara yönelik eleştirileri hakaret sayılarak suçlanıp tutukluluğunun devamında ısrar edildiğini... 

***
Daha dün gibi aklınızdadır uçak düşürme hadisesi sonrası Rusya’ya, Ruslara ve Rus Devlet Başkanı’na yönelik sert, şedit, hakaretamiz ve düşmanca resmî retorik…
Şimdi de hüzünlü bir gülümsemeyle takip ediyorsunuzdur devletin tüm kademelerince seferber edilmiş kardeş ülke Rusya, dost Rus halkı ve çok kıymetli başkan Putin retoriğini. 

***
Ve en son olarak, dün gözünüze çarpmıştır DiHaber editörü Ömer Çelik’in gece Diyarbakır’daki evini basan polislerce “Siz Ermeni p.çsiniz” diye küfredilip annesinin ve eşinin önünde darp edilip, sonra da kelepçelenip Emniyet’e götürüldüğü haberi…
Ve bir anda dönmüşsünüzdür çok değil bir yıl öncesine; İstanbul’da IŞİD’e yönelik operasyonda gözaltına alınanların sakin sakin, yanlarında kadınları da onlara eşlik eder şekilde ve kelepçesiz karakola götürülme görüntülerine!.. 

***
Yukarıda alelacele sıralananlar, hâlihazırda önümüzde mevcut gelişmelerden kotarıldı.
Ama elbette fazlasıyla işlenmiş beylik örnekler de var: Pensilvanya’ya methiyeler düzülen günlerden şimdi lânetler yağdırılan günlere çıkılmış olması gibi…
Suriye iç savaşında “Esed”i devirme hedefiyle Selefiliğe göz kırpılan “stratejik derinlik”lerden şimdi “Esad”ı ve “seküler Suriye”yi tanıyan stratejik “genişlik”lere varılması gibi…
Yıllarca AB’ye üyeliğini “Müslümanca” allayıp pullayıp öne çıkartmışken şimdi “Bizi Müslümanız diye almıyorlar, almayacaklar” demek gibi… 

 
Hasılıkelam, şu “Yeni Türkiye”yi anlama ve açıklama yolunda önerilebilecek çok uygun ve hoş bir şifredir “ikilikarşıtlıklar”!..

Tayfun Atay
Cumhuriyet

Bir aydın: Bertan Onaran - AHMET CEMAL

Çevirmen Bertan Onaran’ı 16 Aralık günü yitirdik… 
 Çevirmenlik”, onun genelde bilinen uğraşının adıydı. Tüm yaşamını dolduran gerçek uğraşı ve misyonu ise bir kültür insanı olmaktı.
Ortamımızdaki kültür insanlarının azlığı nedeniyle, “kültür insanı” da pek yaygın olmayan bir tanımlama. Ama öte yandan çok da gerekli. Çünkü gerçek anlamda uygar toplumlar, ancak kültür insanlarının attıkları temeller üzerine inşa edilebilir. Benim en çok benimsediğim tanımıyla kültür -dünyaca ünlü ABD’li kültür tarihçisi Will Durant’a göre- bir toplumda yaratıcı eylemi elverişli kılan toplumsal düzendir; başka deyişle, yaratıcı etkinliği olanaklı ve elverişli kılan tüm etkinliklerin ve koşulların toplamıdır. 


Kültürü yaşama biçimi olarak seçmek…
En çok, çevirmen diye bilinen Bertan Onaran, sadece bir edebiyat ve düşünce eserleri çevirmeni değildi. Yaşadığı toplumda “kültür” ve “sanat” başlıkları altında gerçekleşen ve gerçekleşmesini o toplumun uygarlaşması adına olmazsa olmaz saydığı, Will Durant’ın tanımı doğrultusunda, yaratıcı etkinliği olanaklı ve elverişli kılan tüm etkinliklere tanık olmayı ve bunların koşullarını hazırlamayı bir görev, bir yaşama biçimi diye seçmiş biriydi.
Yani: Kafası her zaman yozlaşmalardan, bulanıklıklardan, büyüklenmelerden uzak kalmış gerçek bir aydındı. Bu açıdan bakıldığında Bertan Onaran’ın Cervantes’ten Wilhelm Reich’a, Gide’den Sartre ve Camus’ya ve başkalarına kadar uzanan geniş çeviri repertuvarı, önümüze çok kapsamlı ve eleştirel düşünceye hep yeni boyutlar katan bir aydınlatma programı olarak da çıkar. Çevirmen Bertan Onaran, çevirdiği tüm eserleri herkesten önce kendisi derinliğine özümsemiş bir kültür insanı kimliğiyle, diyalog kurduğu herkese sohbetleri aracılığıyla da yeni düşünme kulvarlarının kapılarını açar. Onunla en sıradan ve günlük konularda konuşma fırsatını bulanların bile yanından: “Ben bu konuyu hiç böyle düşünmemiştim…” izlenimi ile ayrılmaması neredeyse olanaksızdır. 

Bir ‘kültür elçisi’ kimliği…
Yetmişli yılların sonunda, üniversiteden ayrılışımın ardından çalışmaya başladığım Avusturya Kültür Ofisi’nde yeni bir hava esmeye başlamıştı. O zaman Avusturya Kültür Temsilcisi -daha sonra da aynı yerde Kültür Ataşesi- olarak görev yapan Prof. Hans E. Kasper, bir sohbetimizde bana bu kurumu sadece Avusturya kültürünü tanıtan bir mekân olarak değil, fakat iki kültürün buluşma noktası niteliği ile de görmek istediğinden söz ederek, bu bağlamda neler yapılabileceğini sormuştu. Ben de kendisine işe örneğin aylık paneller ile başlayabileceğimizi söylemiştim. Bu panellerde alanlarında uzman Türk ve Avusturyalı konuşmacılar, ortak kültür konuları üzerinde tartışabilirlerdi. “Acaba ilgi görür mü?” kaygısıyla başlattığımız bu toplantılar, daha ilk gününden salonda oturacak yerin kalmadığı buluşmalara döndü. Cevat Çapan, Doğan Hızlan, Tomris Uyar, Hulki Aktunç, Doğan Kuban, Bülent Özer, Akşit Göktürk vb. gibi “müdavimlerin” yıllarca bir tür aydınlar ocağına çevirdikleri bu buluşmalarda Bertan Onaran, sonuna kadar kültürün en önde gelen destekleyicilerinden biri sıfatıyla yer aldı. 
 
Bertan Onaran’la birlikte, artık sayıları çok, ama çok azalan katıksız Cumhuriyet aydınlarımızdan birini daha yitirdik…

Ahmet Cemal
CUMHURİYET

25 Aralık 2016 Pazar

TÜİK ani zenginleşmemizi anlatacak - ÇİĞDEM TOKER



Biliyorsunuz değil mi?
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) sayesinde, bir gecede yüzde 20’ye yakın zenginleştik.
Kurum’un iki hafta önce ulusal hesaplarda yaptığı “güncelleme” ile:
720 milyar dolar olan milli gelir, 861 milyar dolara,
9 bin 257 dolar olan kişi başına gelir ise 11 bin 14 dolara yükseldi.
TÜİK’in revizyonu, sadece milli gelir değil, öteki verilerin üstüne de masalsı bir yıldız tozu serpti.
Öylesine sihirli bir yıldız tozu ki bu, sadece milli gelirimiz değil, cari açık, bütçe açığının milli gelire oranı, tasarruflar, her şey daha olumlu hale geldi.
Üstelik bütün bunlar, tüketim harcamaları azalır, Türkiye ekonomisi küçülürken gerçekleşti...
Haliyle bu “yaman çelişki” güvenilirlik tartışmasını da beraberinde getirdi.
Zira TÜİK herhangi bir kurum değil.
Benzetme yapmak gerekirse; devletin bütün dünyaya açılan ve hiçbir saatte perde takılmaması gereken bir penceresi.
Ekonomi daralırken ilan edilen bu gelir artışı, kurum olarak TÜİK’i tartışmaya açtı.
Bu tartışmaların etkisiyle olsa gerek, Kurum yaptığı hesap değişikliğini anlatmaya karar verdi.
TÜİK Başkanvekili Mehmet Aktaş, bu hafta içinde milli gelir revizyonunu anlatacak.
“Ülke ekonomisi küçülürken, tüketim harcaması düşerken, nasıl oluyor da milli gelir artabiliyor?” sorusuna ne yanıt gelecek, göreceğiz.
Sonuçları paylaşacağım. 

Gemilere Türk bayrağı teşviki ama...
Sahibi Türk olduğu halde direğine yabancı bayrak çeken tekne, kotra gemi sayısı 5600’müş.
Buna karşılık Türk bayraklı-Türk sahipli tekne sayısı ise 4500. Konu, geçen perşembe TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda torba kanunla gündeme geliyor. Memura emekli ikramiyesi, işletmelere, yatırımcılara teşvik düzenlemeleri tasarıda, sıra bu konuya geldiğinde hararetli bir tartışma yaşanıyor.
Torba kanunla getirilen düzenlemeye göre, yabancı bayraklı Türk sahipli gemi, Türk bayrağına geçerse ondan vize harcı alınmayacak.
Bitmedi.
Yurtdışındaki yabancı bayrak çekmiş yolcu gemileri ile yat, kotra, tekne ve gezinti gemileri; Türkiye’deki gerçek ve tüzel kişilere bedelsiz verilirse her türlü vergiden muaf olacak. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ahmet Selçuk Sert, bu maddelerin amacını anlatırken, Türk sahipli yabancı bayraklı gemilerin üç nedenle zafiyet yarattığını söylemiş:
- Deniz güvenliği
- Türk bayrağının itibarı
- Gelir kaybı
Sert’in verdiği bilgiye göre toplamda 16 milyon bir gelir kaybı göze alınmış ancak karşılığında denetim zafiyeti ortadan kalkacakmış.
Gelir görün ki, bu gerekçe ne eski Maliye Bakanı Zekeriya Temizel’i ne de CHP İzmir milletvekili Musa Çam’ı ikna etmiş.
Temizel diyor ki: “Bu nasıl iştir? Şu andan itibaren, yurtdışından birileri sürekli olarak Türkiye’deki insanlara gemi bağışlasalar bunların hepsi tek kuruş vergi ödemeden gelecekler buralara bağlanacaklar. Peki, bizim zavallı tersaneler ne olacak? Ne olacak bizim tersaneler?”
Çam da ilginç bir konuşma yapıyor:
“Büyük bir muafiyet getiriyoruz biz bununla. Bu kadar büyük bir muafiyet getirince insanın ister istemez aklına başka şeyler geliyor. (...) Cumhurbaşkanı’nın çocukları bu işleri yapıyor, Başbakan’ın çocukları bu işleri yapıyor ve ister istemez diyoruz ki: Adrese teslim bir düzenleme midir bu 13-14’üncü maddeler? Benim aklıma onu getiriyor yani. Dolayısıyla, neden... Ağustos ayındaki varlık vergisiyle ilgili konular düzenlenirken yine getirilmişti, çıkarıldı; şimdi yine bu torba kanuna monte edilmiş. Çok doğru bulmuyorum yani bu düzenlemeyi.”
 
SİCİL NOTU
3. havalimanına akaryakıt limanı
3. havalimanının ilk etabı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bir sonraki doğum gününe (26 Şubat 2018) yetiştirilmeye çalışılıyor. İGA A.Ş, yapişlet- devret modelli bu projeyi yürüten ve beş şirketin bir araya gelerek kurduğu “görevli şirket”in adı.
Şirket ortaklarından Limak’ın sahibi Nihat Özdemir, bir süre önce havalimanının en önemli ihtiyacının akaryakıt ve tedariki olduğunu açıklamıştı. İGA ortakları, şimdi de aynı adı taşıyan bir akaryakıt şirketi kurdu. Cengiz İnşaat, Mapa İnşaat, Kolin İnşaat, Limak İnşaat, Kalyon İnşaat’ın eşit paylarla katıldığı İGA Havalimanı Akaryakıt Hizmetleri A.Ş. adlı şirketin sermayesi 100 bin TL.
19 Ekim 2016 tarihli Ticaret Sicili gazetesinde yayımlanan kararın “Amaç ve konu” başlığında şöyle yazıyor: “Her türlü hava aracı için petrol ürünleri, madeni yağlar ve gresler ile petrol kimyası ürünleri kimyevi maddeler ve boyalarının yurtiçi ve yurtdışına satımı, ithali ihracı ve deniz vasıtalarıyla boru hatlarıyla naklini yapmak ve yaptırmak”.
İGA Akaryakıt, uçakların ihtiyacı olan akaryakıt için havalimanı içinde depolar ve enerji santralları da kuracak. “Yakıt çiftliği” adı verilen bu tesisler için bölge sakinlerinin ne düşündüğünü merak ediyoruz.

TMSF’nin şirketleri
Mali büyüklüğü, parasal değeri saptanamayan bir meta satılır mı?
Bir malın değeri bilinmeden satışa çıkarılırsa bunun anlamı nedir. CHP Genel Başkanı Yardımcısı Çetin Osman Budak sormuş bu soruyu.
Konu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) kayyım olarak görevlendirildiği 694 şirket.
Budak, bu şirketlerin 596’sı için satış sürecinin başlatıldığını ancak şirketlerin mali büyüklüğünün hâlâ açıklanmadığını söylüyor.
Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, TMSF yönetimine geçen şirketlerle ilgili soru önergesini yanıtlamış. Ama cevabın özeti “Çalışmalar sürüyor”.
Yani şirketlerin mal varlığı, sermaye büyüklüğü, istihdam durumları gibi verilerin temin edilmesiyle ilgili çalışmalar henüz tamamlanmamış.
Budak ise aradan üç ay geçtiğini ve bu kadar sürede bunların derlenememesinin büyük eksiklik olduğunu anımsatıyor. TMSF’ye geçen bu şirketlerle iş yapan firmaların ciddi sıkıntı içinde olduğunu vurguluyor.

Çiğdem Toker
CUMHURİYET

‘Başkan’dan önce ‘muhtar’a bak! - ALİ SİRMEN

Bir toplumun aklı ne kadar kıtlaşırsa, onunla alay etmek de o kadar mubahlaşır.



Eğer toplum, şu sıralarda “başkanlık” sisteminin tartışıldığını sanıyorsa aşk olsun!
Aslında, Türk tipi başkanlık diye sunulan, “Reis sisteminin” klasik başkanlıkla, uzaktan yakından ilgisi yok.
Tabandan tavana, zincirleme bir baskı ve denetim mekanizması olan modelin tabanında, devletin vatandaşla ilk temas merci olan, yurttaşın devletle, ete kemiğe bürünmüş şekliyle, somut biçimde ilk tanıştığı kişi olan muhtar bulunuyor.
Sistemin tabanındaki kilit kişisidir muhtar.
Başbakan Binali Yıldırım, “Biz Türkiye’yi Ankara’dan değil, yerinden yöneteceğiz” derken muhtarlık kurumunu kastediyordu.
Tayyip Bey sistemin tabanındaki aktarma kayışları konumunda olan muhtarları, düzenli aralıklarla, sürekli Beştepe Külliyesi’nde topluyor.
Aralık başında otuzuncusu yapılan, şu ana kadar otuz ikisi gerçekleşen muhtarlar toplantıları ile şimdiye dek 4800 muhtar ağırlandı. Türkiye’de 50 bin köy ve mahalle muhtarı bulunduğu göz önünde tutulursa, 125. toplantıda bütün muhtarların ağırlanmaları tamamlanmış olacak. 

***
Cumhurbaşkanı muhtarlara terör ile mücadelede önemli roller düştüğünü de söz konusu toplantılar sırasında açıklamıştı.
Türkiye’nin demografik ve ona bağlı olarak da idari yapısının değişmesiyle, köy muhtarlarına oranla ikincil konumda olan mahalle muhtarlarının da önem ve işlevleri de artmaktadır.
Son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bunların da ayda bir kez kaymakamlarla, bir kez de il valileri ile doğrudan toplanacaklarını açıklamıştır.
Kaymakamlarla yapılacak toplantıda jandarma komutanı, ilçe emniyet müdürünün yanı sıra, sivil toplum örgütleri de hazır bulunacaklardır.
Demokrasilerde, siyasi otoriteye karşı, yurttaşın, bireyin özgürlük alanlarını arttırmak ve güvenceye almak işlevini gören STK’lere, “Reis sistemi”nde, otoriterden de öte, yaşamın beşikten mezara tüm evrelerini ve alanlarını yönetim ve denetimi altında tutmaya yönelik totaliter yapı içinde, orijinal amaçlarının tam tersine bir misyon yüklendiği görülmektedir.
Reis sistemine yönelen pratiğin gelişme süreci içinde, Türkiye’ye has özgün kurumlardan biri de mahalle baskısıdır.
Rejimin ideologlarından “din âlimi” Hayrettin Karaman’ın özenle altını çizerek, önemini vurguladığı mahalle baskısı, sivil toplum örgütü olarak sunulacak, sıkı sıkıya iktidar partisinin denetiminde olan ve para - militer yapılarla da organik ilişkiler sürdüren kuruluşlar ile muhtarlar tarafından el birliğiyle totaliter rejimin temel yapı taşlarından biri olarak kullanılacaktır. 

***
Böylelikle, siyasal yaşamın dışında kalan ve otoriter rejimlerde bile bireyin kendi tasarrufuna bırakılmış olan yaşam alanlarının da mahalle bazında gelecekte, cismani ve ilahi iktidarı tekelinde tutması öngörülen, siyasi erkin denetimine girmesi planlanmaktadır.
Kuşkusuz, mekanizmanın en tepesinde bir zamanlar Latin Amerika ülkelerinde revaçta olan “Başkan Baba” kurumuna benzer bir başkanlık olması öngörülmektedir. Klasik başkanlık sistemlerinin tersine iktidar partisini ve dolayısıyla yasamayı yakından kontrol ederken, artık bağımsızlığı kalmamış yargıyı da sıkı sıkıya denetimi altında tutan bir başkan, sistemin en üst noktasını oluşturacaktır.
Tabii ki sistemin en üst noktası olan başkan çok önemlidir.
Ama totaliter “Türk tipi başkanlık sistemi”nin tabanındaki muhtarı ve işlevini tam olarak anlamadan düzenin tümünü kavramak imkânsızdır. Çünkü “muhtar” sistemin otoriter yapısının temelini mahalle bazında oluşturan anahtar kişidir.
Muhtar olmadan, sistemin totaliter yapısının temelinde, mahalle bazında bazı çatlak ve kaçaklar olması kaçınılmazdır.
O yüzdendir ki, gözünü sadece başkana dikmiş olan ve sistemin ondan başka kurumlarını gözden kaçıran yurttaşa “önce muhtara, sonra başkana bak!” demek gerek.


Ali Sirmen
CUMHURİYET

Jetski'siz Cübbeli, Yılbaşı’sız Türkiye olmaz! - TAYFUN ATAY


Bazı yazılar standarttır. Birkaç gün önceki “Hilafet” yazımız gibi… Her yıl mutlaka birileri “halifeliği yeniden ihya etme” arzusuyla zuhur eder ve biz de “hilafet neden ‘imkânsız’dır” diye bir yazı yazmak durumunda kalırız. Keza her Ramazan’da dinin nasıl “piyasa malzemesi” yapılıp ekranlarda şova tahvil edildiği üzerine bir yazı yazmamız da âdetten oldu.
Bunun gibi bir başka “standart”, Yılbaşı’nı kutlamayı millete zehir etmeye dönük atraksiyonlarla gündem olanlar dolayısıyla her yılın son günlerinde kaleme almak durumunda kaldığımız “Noel ve Yılbaşı” yazılarıdır. Bir bakarsınız üç-beş aklıevvel çıkmış, bir Noel Baba balonunu orta yerde şişirip önüne de içki şişeleri, iğne şırıngaları koymuş, sonra da “Allahü ekber” nidaları arasında patlatıyor. Bakarsınız, bir hoca camide vaaz verirken öfkeli öfkeli “Noel baba sizin neyiniz olur” diye cemaati azarlayıp “Zinhar, yılbaşı falan kutlamayın haa” diye parmak sallıyor.
Hatta bakarsınız, “makûl”ün içinde sandığınız bir Diyanet İşleri Başkanı Yılbaşı’nın kumar, içki, loto, toto, haz, eğlence, tüketimle bağını kurup onu “yozlaşma kültürü”nün tecellisi sayıyor ve kutlanmasını doğru bulmadığını kaydediyor. Sanki o saydıklarına vesile sadece Yılbaşı imiş, Kurban ve Ramazan bayramlarında tatil beldelerine kaçanlar aynı “yozlaşma”lara gark olmuyormuş gibi…
Ve tabii toplumun büyük çoğunluğunun ailecek, “akrabayı taallukat”la yeni bir yıla, yaşanan tüm acı, keder ve korkulara rağmen yine de umutla, bir yudum mutluluk tadarak evinde barkında sade bir kutlamayla girdiği bilinmezmiş gibi…

***
Evet, her yıl birileri çıkar dedik ya, bu yıl da topa erken giren Cübbeli Ahmet Hocamız oldu. Geçen hafta terör tehlikesi nedeniyle bazı yurtiçi toplantıları iptal ettiğini açıklayan Cübbeli, sözü 31 Aralık akşamına getirerek herkesi kendi medya organı Lalegül TV’nin karşısına davet ederken bakın neler söyledi:
“31 Aralık akşamı da mesela 9’dan sonra başlarız, 12’ye kadar, ‘Yarım’a [00.30] kadar sohbet olur. O gün Lalegül’ün kanallarına bakarsınız. İnsanlar günahla meşgul olmasınlar. Noel işi çok önemli; tehlikesi… … İnsanlar bunu kutlamasın diye, sohbet önemli. Noel gecesi çok önemli… Bir kişiye [dahi] ulaştırmak içûn… Hepimiz seferber olalım! Bu belâların kalkması içûn… Vatanımızın bize bağışlanması içûn…”

***
İşte yine aynı terane, aynı vasat kavrayış ve aynı tescilli yanlış: Noel, eşittir, yılbaşı…
Hâlbuki defalarca değindik ki öyle değil. Bize doğum günü diye 25 Aralık yutturulan İsa’nın ne zaman doğduğunun bilinmediği klişe bilgisini geçelim! “1 Ocak”ın Hristiyanlıkla tarihsel bir bağını kurmak da mümkün değil.
Yılbaşı günü olarak 1 Ocak, ilk kez milattan (yani “İsa’dan”) 100 küsur yıl önce Roma’da çıkmış. Ondan önce 25 Mart’mış Roma’da yılbaşı. Gerçi Roma, Hristiyanlığı benimsedikten sonra Katolik Kilisesi 1 Ocak’ı da “İsa’nın sünnet günü” kabul edip (tıpkı pagan ya da “Mitraizm” kökenli 25 Aralık’ı yaptığı gibi) içselleştirmek istemiş ama bunu pek takan olmamış. Yılbaşı, Ortaçağ Hristiyanlığında farklı farklı günlerde kutlana gelmiş; İngiltere’de 25 Mart’ta, Fransa’da Paskalya yortusunda (Mart-Nisan arası), İtalya’da 15 Aralık’ta, İber Yarımadası’nda 1 Ocak’ta…
Yani 1 Ocak Yılbaşı’sı için Hristiyanlıkla sabit bir bağlantı yok.
Bunun sabitleşmesi, modern zamanlarla ilgili bir uygulama ve yılbaşı bugünkü hayatımızın ortak küresel akışının sonucu olarak her yerde dini değil dünyevi bir motivasyonla kutlanıyor. Budhist-Şintoist Japon da, Taoist-Konfüçyanist Çinli de, Animist Afrikalı da, Hinduist Hintli de hiçbir dini takıntıya kapılmadan, “gâvur icadı” falan demeden insanlığın ortak esenliği yolunda umutlarla bu kutlamaya katılıyor. Ve bu, Müslüman Türkler, Kürtler, Lazlar, Araplar, Çerkezler, Gürcüler için de böyle, ama işte birileri ha bire çıkıp şu bir gecelik keyfi dinbazca kaçırmadan edemiyor!..

***
Yahu Cübbeli Hocam, gâvurun “Jet-Ski”sine bayıla bayıla biniyorsun da biz fakirlere bir yılbaşı hindisini niye çok görüyorsun Allah’ını seversen!..
Hem bak, kızını bile ikna edemedin bir “gâvur âdeti” olan, yaygınlaşmasını Kraliçe Victoria’ya borçlu olduğumuz beyaz gelinliği giymemeye…
O yüzden geç bunları! Teolojik bilgine, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilmine sözümüz yok ama bunlar yetmez bu işlere bakmaya…
Gel biraz sosyoloji, antropoloji kıraat edelim!..
Sonra sen Jet-Ski’ne bin, biz hindimizi yiyelim, olsun bitsin.


Tayfun Atay
CUMHURİYET

24 Aralık 2016 Cumartesi

Atatürk yine gelecek - ALİ SİRMEN




AKP’li Rize Belediyesi’nin kentin Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk heykelini söküp kaldırması tepkiyle karşılandı. Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Ömer Toprak bu davranışla “Rize’nin hafızasından Atatürkü silmeye çalıştıklarını” söylemiş.
Haklı!
Üstelik olay yalnız Rize ve heykel ile sınırlı değil.
Türkiye’nin dört bir yanında Atatürk ve Cumhuriyet ile ilgili ne varsa, unutturulmaya, belleklerden silinmeye, kötülenmeye, içi boşaltılarak yozlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Bu konuda uygulanan yöntem ile ilgili olarak, Emre Kongar’ın dünkü enfes yazısını okumanızı salık veririm.
Rize’deki heykelin önemi sembolik, yoksa kötülenen, yozlaştırılan, ayaklar altına alınan Cumhuriyetin temel kazanımlarının yanında aslında heykel hiç kalır.
AKP’nin laik Cumhuriyeti ve kurucusunu hedef alan saldırıları her alanda devam edecek. Özel sıçrama tahtası Milli Eğitim olan bu saldırıların belirli bir süre kimi amaçlanan sonuçları vermesi de mümkündür.
Ama kimsenin kuşkusu olmasın ki eninde sonunda Atatürk yine gelecektir. 

***
Atatürk, bu toplumun, insanlık ailesinin eşit ve onurlu bir üyesi olarak, çağdaş, insanca bir düzeni, laik bir Cumhuriyet düzeni içinde yaşama yolundaki azminin ve teslim olmayışının simgesidir.
Bu toplum Osmanlı döneminde, Mithat Paşa’larda, Ahmet Rıza’larda Tevfik Fikret’lerde habercilerini bulabileceğiniz laik, çağdaş, özgür yaşam yolundaki azminin ve teslim olmazlığının simgesini Mustafa Kemal’in kişiliğinde ortaya serdi.
Mustafa Kemal nasıl ortaya çıktı?
Toplumların, sıçrama yapma azminin simgesi ve öncüsü olan önderlerin nasıl ortaya çıktığını, “Nasıl Castro olunur” sorusunu soran Fransız belgesel sinemacısı Chris Marker’e 1961 yılında Fidel Castro şöyle anlatıyordu:
- Fransa’da her yıl yüzlerce Danton ve Robespierre doğduğu gibi, Küba’da da yüzlerce Fidel Castro doğar. Ama tarihin, bunlara gereksinim duyduğu anlarda doğanlar Robespierre, Danton ve Castro olurlar.
Toplumlar yaşam olanaklarını tümden yitirmedikleri sürece, varlıklarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları simge önderleri, ihtiyacın doruğa vardığı anda, kendi içlerinde yaratırlar ve onlarla birlikte sıçrama yaparlar. Bu Fransa’da Danton olur, Küba’da Castro, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk.
Bunların her birinin yapıları, içinden çıktıkları topluma ve duyulan ihtiyaca uygun olarak şekillenir.
Kimi, oluşumun elverişli koşullarının olgunlaşmasından önce, erken gelir; objektif şartlar oluşmadığından Spartacus gibi heba olur gider. Ama giderken de köleliğin bir gün mutlaka sona ereceğinin haberini verir, o sırada koşullar bu müjdenin yeterince algılanmasını önlese bile... 

***
Toplumumuz, Osmanlı döneminde, yaşam azmini tümden yitirmediği için, karanlığın en fazla koyulaştığı, güçlüklerin zirve yaptığı, birçok kişinin her türlü umudunu yitirdiği dönemde yaşama azminin simgesini ve önderini Mustafa Kemal olarak ortaya çıkardı.
Mustafa Kemal bir Osmanlı subayıydı. Toplum ile birlikte, önce Anadolu’nun dört bir yanında çoban ateşi gibi yanan kongreleri örgütleyerek, bağımsızlık, özgürlük savaşını zafere ulaştırdı, sonra da Cumhuriyet ve devrimlerinin önderi olarak, Atatürk oldu.
Osmanlı döneminde herkes bitti derken, bu toplum son sözünü söylememişti. Son sözünü Mustafa Kemal Atatürk ile söyledi ve o da Cumhuriyet oldu.
Bugün çok güç koşullar altında çeşitli tehlikelerle burun buruna olan Türkiye Cumhuriyeti de son sözünü henüz söylemiş değildir.
O da son sözünü söylediğinde, yeni Atatürk yine gelecektir. Bundan kuşkunuz olmaya!
O günü boşuna, dayısının tarlasında karga kovalayan bir Mustafa arayarak geçirmeyin!
Çünkü gelecek olan toplumun yeni ihtiyaçlarının ve zorunluluklarının doğuracağı yeni bir simge, yeni bir oluşum olacaktır.

Ali Sirmen
CUMHURİYET

Kurtuluş elimizde - IŞIK KANSU





Değerli toplumbilimci Niyazi Berkes, yüzyıllarca süren geri kalmışlığın Kemalist devrim ile aşılmasının nedenlerini üç reddedişe bağlar.
Berkes’e göre; saltanatçılık yani Osmanlıcılık, hilafetçilik yani İslamcılık ve de Turancılıktan sıyrılma, Kemalizme devrim kapısını açmıştır.
Böylelikle Anadolu insanı, ortaçağ karanlığından kurtulma olanağı elde etmiş, Kemalist devrimin ulusal bağımsızlık, halk egemenliği, Cumhuriyet ve laiklik ilkeleri ile aydınlanmaya, birkaç yüzyıllık sıçrayışa ulaşabilmiştir.
 
Bugün yaşadığımız derin bunalımın, yurttaşları soluksuz bırakan karmaşanın temelinde, Türk devriminin baltalanmasının yattığı kuşkusuzdur.
Hazırlanan son anayasa taslağı ile Meclisi feshetme, yasa çıkarma, bakanları belirleme, yargı üyelerini atama yetkileri ile donatılan Cumhurbaşkanı, halk egemenliğinin sona erdirilerek saltanatın geri getirilmekte olduğunu kanıtlamaktadır. 
 
Sokaklarda, gazetelerde ve televizyonlarda, hilafet istekleri de açık açık dillendirilmektedir.
Ayrıca, komşuları ve tüm dünya ile barışık bir bağımsızlık anlayışından vazgeçilmiş, çeşitli gerekçelerle ulusal sınırlar dışında saldırgan, temelsiz, hayalci girişimlere başvurulmaya başlanmıştır.
Sonuçta, 14 yıllık bir süreç içinde kurgulanan karşıdevrim ile saltanatçılığa, hilafetçiliğe ve Turancılığa geri dönülmüş; toplum birbirinden ayrıştırılmış, düşmanlıklar körüklenmiş, özgürlükler bastırılmış, ülke savaş ortamına itilmiş, okullarda bilim yerine safsata okutulmaya başlanmış, yurttaşların gelecekleri karartılarak ortaçağ yeniden hortlatılmıştır. 
 
Yapılması gereken, devrimin bilinci, geçmiş deneyimlerin birikimi ve yeniden dirilişin umuduyla tüm aydınlanmacı güçlerle birlikte yaşatılmak istenen ortaçağdan kurtulmaktır.
Atatürk’ün gençliğe seslenişinde sözünü ettiği “damarlardaki asil kan”, kimi uçukların ileri sürdüğü gibi ırkçılık değil, tam tersine işte bu kurtuluş bilincinin halkın geninde var olduğu inancına yapılan vurgudur.

Işık Kansu / CUMHURİYET

Avrupa’nın en karanlık Noelinde Türk sinema şenliği - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Berlin “Noel çarşısı” saldırısından birgün önce Strasbourg’daydım.Strasbourg, Avrupa’nın “Noel çarşısı” ile en ünlü kenti. Katedral civarındaki irili ufaklı yollar ve dev çam ağacının bulunduğu merkezi Kleber Meydanı, her yıl bu dönem Noel çarşısı tezgâhlarıyla dolup taşıyor.
Renkli Noel ışıkları, seyyar restoranlardan yükselen kokular, her köşede servis edilen baharatlı sıcak şaraplar; Avrupa’nın kalbi olan bu kentte insanların cıvıl cıvıl kaynaştığı bir bayram havası yaratıyor.
Bu kez ilk defa Strasbourg’da o cıvıl cıvıl havadan eser yoktu.
Makineli tüfeklerle devriye gezen kamuflaj kılıklı askerler, masalsı atmosferde göze inen yumruk misali etki yaratıyordu.
Kentten geçen Ren köprülerinin hepsi, güvenlikçe tutulmuştu. Sokaklar trafiğe kapanmış, köprüler AVM girişlerine benzer bir kontrol çemberine alınmıştı. Berlin saldırısı öncesinde belli ki Avrupa’da olağanüstü bir alarm durumu vardı ve Noel çarşısına bir kamikaze saldırıdan korkuluyordu.
Bu nedenle her zamanki gibi taksiyle otele bile gidemedik. Tarihi gümrük binasının yanındaki St. Nicolas Köprüsü’nde inip, bavulumuzla merkeze dek yürümek zorunda kaldık.
 
Kadınsız  Anadolu
Strasbourg’da güvenliğe verilen bu olağanüstü ağırlık, her yıl bu dönemde yapılan Türk Sinema Günleri’ni de kaçınılmaz olarak etkilemişti.



Bu yıl açılışını “Babamın Kanatları” ile yapan etkinliğin Türkiye’nin son dönemdeki en karanlık günlere isabet etmesi de coşkuyu hiç kuşkusuz aşağı çekmişti.
Aralarında “Ah Yalan Dünyada”, “Arama Moturu”, “Toz Bezi”, “Propaganda”, “Abluka”,“Çakallarla Dans”, “Üvey Evlat”, “Görümce”, “Sen Benim Herşeyimsin”, “İkinci Şans” gibi filmlerin bulunduğu bu yıl 28.’si yapılan Türk Sinema Günleri... Türk sinemasına her şeye rağmen yeni yılbaşına dek çok yönlü bir pencere açmaya devam edecek.
Strasbourg’da bulunduğum günlerde Atalay Taşdiken’in “Yalan Dünyada” ve “Arama Moturu” filmleri ile Ahu Öztürk’ün çok ödüllü ilk filmi “Toz Bezi”ni izledim. Her iki yönetmeni de tanıdım.
Her filminde bir “bozkır” ve “Orta Anadolu” mozaiyi anlatan Atalay Taşdiken; “Momo” ve gene burada üç yıl önce izlediğim “Meryem”in ardından “Arama Moturu”nu, bu “üçleme”sini tamamlamak için çekmiş.
Orta Anadolu’nun çorak ilişkilerinin anlatıldığı “üçleme”nin son bölümünde “arayış” irdeleniyor. Filmin en ilginç tarafı, profesyonel aktörler yerine konu aldığı köy halkını oynatması.
Köyün 80’lik Musa dedesi evde hâlâ kendine hizmet edecek bir “avrat” arıyor. Almanya’dan dönen Almancı -kırmızı Mercedes’ine rağmen elde edemediği “itibar” istiyor. Belediye başkanı; köylüler için “su”, başkanın oğlu da internette “aşk” arıyor.
Doğal, eğlenceli, sıcak bir film olan “Arama Moturu”nun ardından aynı yönetmenin Neşet Ertaş belgeseli “Ah Yalan Dünyası”nı da izledik.
Taşdiken gibi Orta Anadolu’nun bağrından çıkan Neşet Ertaş’ın yaşam duruşunun anlatıldığı belgeselin en hatırda kalan yanı içinde hemen hiçbir kadının yer almamasıydı. “Bozkırın Tezenesi”nin konserleri, yakın çevresi, cenazesini irdeleyen belgeselin yalnız erkek kalabalıklarından oluşması, Strasbourglu izleyicilerin en dikkatini çeken nokta oldu.
 


Arslan’ın yokluğu
İstanbul Festivali’nde “en iyi kadın oyuncu”, “en iyi senaryo”, “en iyi film ödülü”nü alan Ahu Öztürk’ün “Toz Bezi” ise tam tersine bir “kadın” filmi olarak öne çıktı. Öztürk’ün ödüllü filmi, kadınların ötesinde büyük kentte “yoksul ve Kürt” kimlikleriyle her çeşit ötekileşmeye maruz kalanları odağına almıştı.
Tarihi Odyssee sinemasında yapılan şenliğin en güçlü yanı bu. Türkiye’nin çeşitli katmanlardan oluşan gerçeklerine böyle çok farklı prizmalarla yaklaşması.
Şenliği her yıl özveriyle düzenlemeyi sürdüren Odyssee’nin yönetmeni Faruk Günaltay; bir Türkiye-Suriye sınır öyküsünü konu eden “Propaganda” filmi için bu meyanda Hüsnü Mahalli ve Ayşenur Arslan’ı da Strasbourg’a davet etmeyi planlamış olduklarını; Mahalli’nin hapse girmesi, Arslan’ın “Medya Mahallesi”ni kapatması yüzünden duydukları derin düş kırıklığını anlattı.
Strasbourg Sinema Günleri’nde üzüntü yaratan gelişme için Günaltay; “Ne yazık ki son dönemde kıymetli insanların birbiri ardından sahneden çekildiklerini görüyoruz” dedi: “Onlar oysa bizim geleceğimiz ve ışığımız. Geleceğin bir ışığı olacaksa, onların katkısıyla aydınlığa kavuşabiliriz. O nedenle Ayşenur Arslan gibi kararlı, akıllı, dürüst, bağımsız insanların sahneden çıkışını, ben sadece geçici bir dönemin talihsizliği olarak okumak istiyorum.”

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

23 Aralık 2016 Cuma

Asteğmen Kubilay’ın Şehit Edilmesi ve Menemen Olayı




Cumhuriyet tarihimizin en utanç verici, insanlık dışı olaylarından biridir Asteğmen Kubilay’ın Menemen’de vahşice katledilmesi…24 yaşında gencecik bir insan, bir Cumhuriyet çocuğu, yobaz vahşetinin kurbanı olmuştur. Bu yüzden Kubilay, Cumhuriyet devrimlerinin sembolüdür. Yobazlığa karşı çağdaşlığın, karanlığa karşı aydınlığın, cehalete karşı bilimin, şeriata karşı laikliğin anıtıdır.
Kubilay’ın nasıl katledildiğini anlatmadan önce hangi devrimlerin gerçekleştirildiğini anlatmak gerekiyor. Zira Kubilay’ın öldürülmesi bu devrimlere karşı yobazların tepkisinin sonucudur. Cumhuriyetin ilan edilmesini, halifeliğin kaldırılmasını, şapka devrimini, Medeni kanunla Türk kadınının özgürleştirilmesini, Tekke ve zaviyelerin kapatılmasını, harf devrimini hazmedemeyen yobazlar, intikamını Kubilay’dan almışlardır. Bahaneleri de hazırdır.. ”Din elden gidiyor…”

Kubilay’ı öldüren Derviş Mehmet Kimdir?


Menemen olayının baş aktörü derviş Mehmet’le ilgili bugüne kadar ”Kubilay’ın katili” dışında pek bir şey yazılmadı. Kim olduğu, nerede doğduğu, ne iş yaptığı konusunda bilgiler kısıtlı… Oysa derviş Mehmet’in hayatına baktığımızda böyle vahşi bir cinayeti nasıl işlediğini rahatlıkla görebiliriz.
Derviş Mehmet Akhisar’da doğmuş bir Girit göçmenidir. Gerçek ismi Mehmet Bedavakidir. Menemen olayı yargılamalarında 33 yaşında olduğu yazılıdır. Faili meçhul bir cinayete kurban olan berber Hasan’ın oğludur. Çocukluğunda babasının yanında berberlik yapmış, sonra meyhanecilik, bekçilik, nikah dairesi memurluğu, çiftçilik gibi çeşitli mesleklerde çalışmıştır. Akhisar’dan Manisa’ya taşındığında iki çocuğunun annesi olan ilk eşinden boşanır. Paşaköy’de kadı Osman kızı Elifle ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten de Abdullah isminde bir oğlu olur.
Kurtuluş savaşı yıllarında tahmin edeceğiniz gibi askerden kaçıp dağlarda eşkiyalık yapmıştır. O yıllarda Manisa’da yaşayan Hacı Mustafa isminde bir şahıs, derviş Mehmet’in eşkiyalığını şöyle anlatmaktadır :
”Mehdi benden üç yüz lira istedi. ‛Kaç defa istedi?’ Üç defa efendim. ‛Ne için senden istiyormuş, sen o kadar zengin misin ki para talep ediyor?’ Efendim bu adam memleketin eşkıyası idi. Bana tehdit mektubu göndermişti” (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra no: 58, cilt 25, s. 44)
Terzi Talat isminde başka bir şahıs ise derviş Mehmet’in eşkiyalığını şöyle anlatmıştır :
”Yedi sene evvel kendisini bekçi tayin etmişlerdi. Bir akşam dükkanımın yanından geçti sordum, para çıkıyor mu dedim, o da çete olduğum sırada daha eyi para kazanıyordum dedi idi. ‛Kimin çetesi imiş?’ Ne çetesi olduğunu bilmiyorum. ‛Ne tarafta ve ne zamanlarda idi.’Yunanlılar zamanında çete imiş, … Paşaköy taraflarında çetelik yapıyormuş” (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra no: 58, cilt 25, s. 51-52)
Cumhuriyet’in ilanından sonra Manisa’da bekçilik yaparken esrar içmeme sözü vererek Alaşehirli Ahmet Muhtar’ın müridi olmuştur. 1928 yılında evlendirme dairesinde memurluğa başlamış, bir cinayet şüphesi yüzünden azledilmiştir.
Hayatı boyunca dindar olmayan derviş Mehmet, 1930 yılının ortalarından sonra ”mehdi” olduğunu iddia eder ve Allahın kendisiyle konuştuğunu şöyle anlatır :
”Ben Allah’ı aşikar gördüm, ölüler bana ayağa kalkar. Çok yakında o kadar meşhur olacağım ki, her gittiğim yerde bana secde edecekler. İsmim her yerde yayılacak, adımı mübarek mehdi diye anacaklar. Siz de bunu işiteceksiniz” (Yeni Asır, 16 Ocak 1931)
Kısacası, Derviş Mehmet hayatı boyunca çalıştığı hiçbir işte tutunamayan, sürekli kimlik arayışı içinde olan, bu yüzden tarikata giren, tarikata girdikten sonra koyu sünnileşen ve sonunda kendini mehdi ilan edecek kadar sapıtan bir ruh hastasıdır.

Menemen olayı öncesi yapılan hazırlıklar
Asteğmen Kubilay’ı öldürenler Nakşibendi tarikatına mensup kişilerdir. Tarikatın lideri olan şeyh Esat, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Erenköy’deki köşkünde gizlice toplantılarına devam etmiştir.Kutupların kutbu anlamına gelen kutbil aktab sıfatı taşıyan şeyh Esat, en güvendiği müritlerinden biri olan Laz İsmail’i Manisa’ya baş halife atayarak bu bölgede örgütlenmesini istemiştir. Muradiye camisinde hocalığa başlayan laz İsmail. özellikle işsiz gençleri iş bulma vaadiyle kandırarak tarikata girmelerini sağlamıştır. Ayrıca şeyh Esattan gelen para ve diğer yardımlar, müritlere dağıtılarak daha çok mürit, tarikata kazandırılmıştır. Böylece Kubilay’ın öldürülmesi öncesinde Nakşibendi tarikatı Manisa’da yerini sağlamlaştırmıştır.
Özellikle Serbest Cumhuriyet fırkasının kapatılmasından sonra tarikatta devlete karşı büyük bir öfke başlamıştır. Yangın için sadece bir kıvılcıma ihtiyaç vardır. O kıvılcımı yakacak olan kişi de mehdiliğini ilan etmek için hazırlıklara çoktan başlamıştır bile…
Derviş Mehmet’in mehdiliğini ilan etmesi ve Kubilay’ın şehit edilmesi 
1930 yılı ortasında kendisini mehdi ilan eden Giritli Mehmet, Aralık ayının başında 7 kişilik ordusunu kurarak ”hicret”etmeye karar vermiştir. Ordusunun 7 kişilik olması tesadüf değildir. Kur’anda geçen ashab-ı kehf kıssasında geçen 7 kişiden etkilenmiştir. Zira yanına aldığı köpeğe de ashab-ı kehf kıssasında geçen köpeğin ismi olan kıtmir adını vermiştir.
Giritli Mehmet’in yanına aldığı kişilere bakılırsa 63 yaşındaki sütçü Mehmet ve kendisi dışında kalanlar 16-29 yaş arası gençlerdir. En küçükleri 16 yaşında olan küçük Hasan, Giritli Mehmet’in yeğenidir

1
Küçük Hasan
Giritli Mehmet, sütçü Mehmet ve zeki Mehmet yola çıkmadan önce eşlerinden boşanmışlar ve 7 Aralık’ta Paşaköy’e ulaşmışlardır. Paşaköy’e giderken geçtikleri her yerde saygıyla karşılanmışlar, resmi kurumlara haber vermesi gereken köy muhtarları susarak adeta yaşanacak olan katliama davetiye çıkarmışlardır. Dönemin Paşaköy muhtarı yıllar sonra susarak isyana nasıl davetiye çıkardığını şöyle anlatmıştır :
”Efendim, ben o zaman, yani o tarihte köyün muhtarı idim. Mehdi Mehmet bu köyden evliydi. Yani Rukiye Hanım’ın kızı vardı, kendisini çok iyi tanırım, Manisa’nın Köraköy (Karaköy) Mahallesi’nde oturuyordu. Bu köyden evli olduğu için, köylüler gibi idi, sık sık gelirdi. Bu Mehdi’nin kayınpederi ölmüştü. Kayınpederi ölünce tabi ki ona kaldı mirası. Bu yüzden benim tarla komşumdu… Bunlar zaten silahsız gezmezdi …, bunun öncesi çok havalı idi, ne yaptığını bilmez bir adamdı. Esrar içermiş, fakat görmedim. Bu, seferberliğe gitmedi. O zaman yaşı mı ufaktı bilmiyorum ama sakat falan değildi. Yani size şunu söyleyeyim ki, ne ararsan bu adamda mevcut idi. Çok çirkef bir adamdı, bu köyde bir de oğlu vardı.” (Mehmet Tatas, Menemen (Kubilay) Olayı, Ankara, yayımlanmamış lisans tezi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1974, s.61)
7 Aralık’ta Paşaköy’e gelen Giritli Mehmet, geceyi bacanağı Ahmet’in evinde geçirerek sabaha karşı Bozalan’a doğru yola çıkmıştır. Grup 11 saatlik yolculuktan sonra Sünbüllü köyüne geldiği gece müritlerinden Çakıroğlu Ramazan korkup kaçmıştır. Bunun üzerine Giritli Mehmet, diğer müritlerini tehdit ederek kaçmaya kalkışanı vuracağını söylemiştir.
Giritli Mehmet, Bozalan’a geldiğinde Sütçü Mehmet’in akrabasının yanında kalmış, daha sonra köy içinde kendisini rahat hissetmeyerek müritleriyle beraber Sünbüllü dağında yaptırdığı kulübede kalmıştır ve mehdiliğini ilk kez burada ilan etmiştir.
Menemen olayına kadar geçen 15 günde Giritli Mehmet, Sünbüllü’de kalmıştır. 15 boyunca müritleriyle beraber esrar içerek zikir çekmiş, mehdiliğini herkese duyurmak için psikolojik olarak hazırlanmıştır.
22 Aralık’ı 23 Aralık’a bağlayan gece Giritli Mehmet ve müritleri yanlarına 3 tüfek, 4 tabanca, yüzlerce mermi, balta, testere, kılıç, kama alarak kayıkçı Mehmet’in kayığıyla önce Hasanlar geçidini geçmişler ardından Menemen’e ulaşmışlardır. Menemen’e girmeden önce cesaretlenmeleri için kendisi ve müritleri son kez esrar çekmiştir. Saat 06: 20 de sabah namazı kılınırken Müftü Camiine giren Derviş Mehmet, cami cemaatine mehdi olduğunu söyleyerek kendisine katılmalarını davet etmiş, akşama kadar kendisine biat etmeyenlerin ise 70.000 kişilik halife ordusu tarafından kılıçtan geçirileceğini söylemiştir. Derviş Mehmet’in mehdi olduğunun kanıtı ise sadece yanındaki kıtmir isimli köpektir.

1
İsyancıların 23 Aralık 1930 sabahı, sabah namazında harekete başladıkları Müftü (Köseköy) Camii
Derviş Mehmet, cemaati kendisine biat etmeye davet ederken müritlerinden nalıncı Hasan, camideki sancak-ı şerif” denilen üzerinde “La ilahe İllallah İnna Fetahneke” yazılı yeşil bayrağı alarak camiden belediye meydanına doğru yola çıkmışlar, belediye meydanına geldiklerinde yeşil sancağı meydanın ortasına dikmişler, sancağın çevresinde dönerek zikir çekmeye başlamışlardır. Derviş Mehmet meydanda toplanan kalabalığa “Ey Müslümanlar, ne duruyorsunuz? Halife Abdülmecit sınıra geldi, sancak-ı şerif çıktı, gelin altında toplanalım, şeriat isteyelim” diye çağrıda bulunarak  şapka giyenlerin kafir olduğunu, yakında tekrar fes giyileceğini, 70.000 kişilik halife ordusunun yolda olduğunu, Ankara’nın ele geçirildiğini söylemiştir. Bu çağrılardan sonra yarım saatte sancak etrafında 100 kişiden fazla insan toplanarak zikir çekmeye başlamıştır.
1

X ile işaretli olan belediye meydanında isyancıların sancağı diktiği yer. Kubilay burada vurulmuştur
Eylemin gittikçe büyümesi üzerine ilk olarak Jandarma yazıcısı Ali Efendi olay yerine gelmiş fakat Derviş Mehmet ”sen git komutanını yolla” diyerek yanından kovmuştur. Bunun üzerine bölük komutanı Fahri bey, Derviş Mehmet’in yanına gelmiş, ancak o da Derviş Mehmet’in tehditleri karşısında önlem almak için geri çekilmwek zorunda kalmıştır.


Olayın gerçekleştiği yerin krokisi


Bölük komutanı Fahri bey, 43. Alay’dan askeri yardım isteyerek olay yerine asker yollanmasını istemiştir. Alay komutanlığı da 1. Tabur 3. bölük komutanı yedek subay Asteğmen Hüseyin oğlu Kubilay’ı bir müfrezeyle olay yerine yollamıştır.
1906 doğumlu olan Kubilayın gerçek adı Mustafa Fehmidir. Türk tarihindeki Kubilay’dan etkilenerek ismine Kubilay’ı da eklemiştir. Atak, heyecanlı, Atatürk devrimlerinin savunucusu ateşli bir gençtir. 1926 yılında Bursa öğretmen okulundan mezun olan Kubilay, askerliğinin son döneminde 43. alaya yedek subay olarak atanır. Burada hem askerliğini hem de zafer mektebinde mesleği olan öğretmenlik yapmaktadır.


Şehit Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay


Alay komutanlığının emrini alan Kubilay, heyecandan yanına silahını bile almadan yola çıkmıştır. Yanına aldığı askerler de o sırada eğitim yaptıkları için yanlarında sadece manevra mermileri vardır. Kubilay, olay yerine gelince asilerin üzerine tek başına yürümüş, Derviş Mehmet’in yakasından tutup sert bir şekilde sarsarak hemen teslim olmalarını aksi takdirde kendisi ve müritlerine ateş ettireceğini söylemiştir. Bu kez durumun ciddiyetini anlayan Derviş Mehmet, Kubilay’ı silahıyla ağır şekilde yaralamıştır. Yaralanan genç komutanlarını gören askerler isyancılara ateş etmişler fakat manevra mermileri olduğu için işe yaramamıştır. Mermilerin kendisine zarar vermediğini gören Derviş Mehmet ”gördünüz mü bana kurşun işlemiyor” diyerek çevresindeki kalabalığa mehdi olduğunu tamamen inandırmıştır. Bunun üzerine isyancılar daha da cesaretlenerek Kubilay’ın üstüne saldırmışlardır.

1
23 Aralık 1930’da güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmada ölen asiler

Yaralı genç Asteğmen Kubilay, önce belediye binasına sığınmak için koşmuş, ancak kapının kapalı olduğunu görünce yakınlardaki Gazez camiisine doğru koşturmuş, caminin avlusuna gelince yere düşerek kalkamamıştır. Derviş Mehmet ve isyancılar bunun üzerine meydandaki yeşil sancağa bağladıkları torbadan testere ağızlı bağ bıçağını çıkartarak Kubilay’ın üzerine saldırmışlar ve Derviş Mehmet Kubilay’ın başını gövdesinden ayırmıştır. Kafasını kesmekle kalmamış, ”kan içmek haramdır ama bunun kanı helaldir, işte asilerin sonu böyle olur” diyerek Kubilay’ın kanını içmiştir.Kubilay’ın kafasını kesen caniler, daha sonra kesik başı meydandaki sancağın tepesine bir iple bağlayarak tekbir sesleriyle meydanda dolaştırmışlardır.

1
X ile işaretlenmiş olan Kubilay’ın şehit edildiği yer. Soldaki Gazez camii, sağdaki Hükümet konağının arkası

Silah sesi duyulduktan sonra olay yerine ilk gelenler mahalle bekçileri Hasan ve Şevki beydir. Çıkan çatışmada isyancılardan biri öldürülmüş, ancak iki bekçi de isyancılar tarafından şehit edilmişlerdir. Alay komutanlığı isyanın büyümesi üzerine daha büyük bir birliği olay yerine yollamış, teslim ol çağrısına bana kurşun işlemez diyerek karşılık veren Derviş Mehmet kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Derviş Mehmet dışında sütçü Mehmet ve Şamdan Mehmette çatışmada öldürülmüşler, yaralanan Emrullah oğlu Mehmet ve Hasan adında iki kişi yaralı halde kaçarken yakalanmışlardır.

2
Şehit Kubilay’ın kesik başının konulduğu taş

Olayın tanıklarının mahkemedeki ifadeleri, vahşetin boyutunu daha net göstermektedir. Tanıklardan birinin ifadesi şöyledir:
”Ahali gittikçe büyüyordu. Yirmi dakika geçti. Birdenbire meydanı otuz kırk nefer silahlarına süngü takarak abluka etti. İçlerinden genç bir zabit ileri atıldı. Mehdinin yakasını tuttu ve şiddetle sarstı. Mehdi, genç zabiti silkeleyip yere attı ve elindeki silahı çevirerek zabite ateşledi. Yaralı zabit, yarasının ağırlığına rağmen ayağa kalktı ve meydandan çekildi. Halktan bir kısım bu esnada uzun uzun el çırparak alkışlıyor ve Allah Allah diye bağırıyordu. Aradan on beş dakika geçti. Asilerden biri, Mehdi’nin yanına gelerek, zabitin cami avlusunda yattığını haber verdi. Bunun üzerine Mehdi yanındaki birinden bıçağı alarak bir arkadaşıyla cami avlusuna girdi. Biz uzaktan duyduk. Yaralı gencin sesi yalvarıyordu. ‘Kesmeyin beni!’ Mehdi ise; ‘Anlaşıldı, anlaşıldı. Sen daha çocuksun. Kesilmekten korkuyorsun. Seni yüzükoyun yatırayım da görmeyesin… ’. Mehdi, genç ve yaralı zabiti yüzükoyun yatırdıktan sonra bir ayağını yaralı omzuna koydu, bir eliyle saçlarından tutup Kubilay’ın diri diri boğazını kesti. Sonra da elindeki başı caminin önündeki büyükçe bir taşın üzerine koyarak ‘Gördünüz mü? Kâfirlerin akıbeti işte budur’ diye bağırmaya başladı. Sonra, ‘Getirin bir ip!’ diye bağırdı. Meydanda toplanan halktan biri dükkânına koşarak ip getirdi. Kesilmiş başı bayrağın tepesine bağladılar…” (Hâkimiyet-i Milliye, “Korkunç Bir Sahne, İrtica Çetesi Kubilay’ın Başını Nasıl Kesti.”, 29 Kanun-u Evvel (Aralık) 1930)
3
Emniyet müdürlüğünün hazırladığı keşif raporu (Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi, “Cumhuriyetin 75. Yıldönümünde Polis Arşiv Belgeleriyle Gerçekler”, Özel Sayı, No. 129, (Eylül 1998), s. 67)

11
Emniyet müdürlüğünden Dahiliye vekaletine Kubilay’ın şapkasının Etnografya müzesine konması için yollanan yazı (Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi, “Cumhuriyetin 75. Yıldönümünde Polis Arşiv Belgeleriyle Gerçekler”, Özel Sayı, No. 129, (Eylül 1998), s.74)
333

Maarif vekaletinden Dahiliye vekaletine Kubilay’ın şapkasının Etnografya müzesine teslim edildiğini bildiren yazı (Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi, “  (Cumhuriyetin 75. Yıldönümünde Polis Arşiv Belgeleriyle Gerçekler”, Özel Sayı, No. 129, (Eylül 1998), s.75)

1 Şehit Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın Şapkası, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivi, Müze Evanter No: 1177
 
15 Ocak 1931 de başlayan Divan-ı harp yargılamaları 24 Ocak’ta son bulmuş, 105 sanıktan 37 si hakkında idam, 41 sanık hakkında hapis cezası verilmiştir. İdam cezasına çarptırılan 6 sanığın cezası yaş haddinden dolayı 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir. diğer sanıklardan 6’sına 15 yıl, birine 12.5 yıl, 14’üne üç yıl, 20’sine bir yıl hapis cezası verilmiş ve 27 sanık ise beraat etmiştir



1

Hâkimiyet-i Milliye, “Divan-ı Harbin Kararı- Karar Millet Meclisi’ne Bildirildi”, 2 Şubat 1931,Pazartesi, No. 3434, s. 1

16954

Hâkimiyet-i Milliye, “Divan-ı Harbin Kararı”, 2 Şubat 1931,Pazartesi, No. 3434, s. 4

Divan-ı Harp Mahkemesi’nin kararı, 31 Ocak 1931’de TBMM de Adalet Komisyonu’nda görüşülmüş veTeşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesine dayanarak 31 ölüm cezasından 28’ini onaylamıştır. İdamlar 3 Şubat 1931 de Menemen’de gerçekleştirilmiştir.






222222
İsyancılardan Kerimoğlu İsmail ve Küçük Süleyman idam sehpasında.


Kubilay’ın Şehit edilmesi sonrasında tepkiler

Kubilay’ın şehit edilmesinden sonra Gazi Mustafa Kemal 28 Aralık 1930 da orduya yayınladığı baş sağlığı mesajında duyduğu üzüntüyü ve yobazlara öfkesini şöyle dile getirmiştir:

”Menemen’deki gericilik olayında Yedek subay Asteğmen Kubilay Bey’in görev yaparken uğradığı akıbetten ötürü, Cumhuriyet Ordusu’na başsağlığı dilerim. Kubilay şehit olurken gericilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki halktan bazılarının alkış tutarak olayı uygun bulduklarını belli etmeleri, bütün Cumhuriyetçiler ve vatanseverler için utanılacak bir durumdur. Vatanı savunmak için yetiştirilen, her türlü iç politikanın ve anlaşmazlığın dışında ve üstünde saygıdeğer bir durumda bulunan Türk subayının, gericiler karşısındaki yüksek görevinin vatandaşlarca yalnızca saygı ile karşılandığına şüphe yoktur…

Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin mefkûreci öğretmen topluluğunun kıymetli üyesi Kubilay’ın temiz kanı ile Cumhuriyet, canlılığını tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır. ” ( Hâkimiyet-i Milliye, “Kazım ve Fevzi Paşalar İstanbul’a Gitti. Paşalar Doğruca Dolmabahçe’ye Gittiler.”, 28 Kanun-u Evvel (Aralık) 1930)

1
Cumhuriyet 28 Aralık 1930
Genel kurmay başkanı Fevzi Çakmak, Atatürk’ün baş sağlığı mesajını orduya şu tamimle bildirmiştir :
“Zabit Vekili Kubilay Beyin feci bir surette vuku bulan şehadeti münasebetile Reisicumhur Hazretlerinin ordumuza taziyetnameleri sureti aynen yukarıya dercedilmiştir. Bütün kıtaat ve müessesatta umum zabit ve neferler muvacehesinde merasimi mahsusa ile okunmasını tamimen tebliğ ederim. Yüksek ordumuz hakkında her vakit ızhar buyurulan ve bu defa da pek âli bir surette tecelli eden bu muhabbet ve hissiyatı âliyeye karşı ordumuzun lâyezal rabıta ve şükranları Reisicumhur Hazretlerine bizzat arzolunmuştur. Bu kahraman arkadaşımızın şehadetinden dolayı teessürlerimi ifade ederken, bu aziz şehidin ruhunu tebcilen zati taziyetlerimin de bütün ordu arkadaşlarıma iblâğını ayrıca rica ederim.”(Hâkimiyet-i Milliye, “Müşür Paşa Ordunun Layezal Rabıtasını Reis-i Cumhur Hazretlerine Bizzat Arz Etti.”, 29 Kanun-u Evvel (Aralık) 1930)

1 Ocak 1931 tarihinde mecliste konuşan Başbakan İsmet İnönü de duyduğu üzüntüyü şu şekilde ifade etmiştir :
”Hepimiz ailelerimizde yetiştirdiğimiz çocuklardan bir kurban vermiş olduk.Hepimiz bu kurbanda vatan için büyük ümitlerle yetiştirilen genç ve kahraman zabitlerden vatandaş eliyle feda edilmiş bir şehit gördük…
Meselenin dini siyasete alet ittihaz eden safhasına nazar-i dikkatimizi tevcih etmeliyiz. Siyasette aranılan şey bir takım adamların ve bilhassa politikacıların dini, ahar fertlerin hürriyeti aleyhine ve devletin kanunları aleyhine bir vasıta-i taarruz olarak kullanmamalarıdır. Memnu olan şey budur. Hadisede görüyoruz ki, cehaletleri bir kısmının cehaleti olabilir.
Bir kısmının bilerek tasmimleriyle ve cümlesi din elden gidiyor bahanesiyle bu adamlar mütearrız bir istikamete sevk olunuyorlar. Bu hareketler devlet ve Cumhuriyet aleyhine fiilen tecavüze kast mahiyetindedir.”(Hâkimiyet-i Milliye, “Başvekil Paşa İrtica Hadisesine Dair Sual Takririne Cevap Verdi”, 3 Kanun-u Sani (Ocak) 1931)
Asteğmen Kubilay’ın şehit edilmesi dinciliğin nasıl vahşet yarattığının açık kanıtıdır. Laiklik olmazsa neler yaşanacağını gösteren acı bir örnektir. Düşünün… 24 yaşında bir genç vahşice katledilmiştir. Hem de bir caminin avlusunda.. Neden? Sözde din için.. Hz. Hüseyin’in kafasını Kerbela’da kesenler de sözde din için savaşmamışlar mıydı? Yüzyıllar geçse de değişen bir şey yok. Bugün bile Ortadoğu’da insanlar birbirlerinin kafasını sözde din adına kesmiyor mu? İşte bu yüzden inadına laiklik, inadına çağdaşlık, inadına Atatürk… Kubilay, Türk devriminin, devrimlerin savunucusu Türk gençliğinin sembolüdür ve hiç kimse şunu unutmasın ki her Türk genci, yobazların üstüne tek başına yürüyen bir Kubilay  vardır. Kubilaylar ölmez…

TIBBIYELİ HİKMET

Hakimiyet milletindir! - RIFAT OKÇABOL

Bilindiği gibi “egemenliğin kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesi/anlayışı, Türkiye Cumhuriyet’inin özünü oluşturuyor.  Ancak Cumhuriyet rejimi, kendi düşmanlarını da üretmiş bulunuyor. Türkiye’de Cumhuriyet rejimini benimsemeyenler, nedense egemenlik anlayışını da benimsemiyorlar, egemenlik yerine hakimiyet demeyi de yeğliyorlar.

Geçmişte kendilerine göre fırsatını bulduklarında, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ koskoca bir yalan! Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, Allah’ın” diyenler, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, neredeyse bütün köprülere, reklam panolarına ”Hakimiyet Milletindir” afişlerini astılar.

Hakimiyetin halkta olduğu düşüncesi, aklını kullananların, tarihsel süreçte yaşanan nice acıların ve kıyımlardan ders alanların, bilimsel bulgularla pek çok alanda doğayı kontrol etmeyi öğrenenlerin ve insana değer verenlerin ürettikleri çağdaş ve evrensel bir anlayış. Laiklik de bu anlayışın temel taşı. Çünkü laik kişi, Cezayirli Prof. L. Abdi’nin açıklamasına göre, “bireyin egemenliğinin, yani bireyin kendini yönetebileceğinin farkına”  varması demek. Birey kendini yönetebildiği ölçüde de halk egemenliği gerçekleşiyor.

İktidarın “Hakimiyet halkındır “ afişlerini asmaları, fikir değiştirdiklerinden mi kaynaklanıyor, halkın gözünü boyayıp darbe sarsıntısını atlatmak için mi kullanıyorlar, tam bilinmiyor. Afişte kastedilen “millet”in, tüm toplum mu, yoksa yalnız AKP’ye oy verenler mi, olduğu bile bilinmiyor.
Günlük yaşamda olup bitenler, bu bilinmezliği daha da bilinmez hale getiriyor.

Örneğin toplumda giderek artan bir hayranlık ve yaygınlaşan bir uygulama var. Osmanlı hayranları,  II Abdülhamit hayranları ve padişahlık isteyenler giderek artarken, tekbir getirerek eylem yapılması da giderek yaygınlaşıyor. Bu kesimler halk egemenliğinin ayrımında mıdır, ayrımında olabilirler mi? Bilinmiyor! Yargıçlar Sendikası Başkanı, “Yargıya alımlarda yine tarikatların tercih edildiğini” söylüyor. Tarikatçı yargıçlar halk egemenliğinin güvencesi olabilir mi? Tarikat mensupları ile halk egemenliği sağlanır mı? Bilinmiyor! Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, “Başbakan'a, Cumhurbaşkanı'na ve bakanlara bir şey olmamasını, onların ‘doğrudan Allah'ın himayesinde’ olmasından kaynaklandığını” söylemiş! Kaçıncı kez seçilerek başkan olmuş bu kişi, halkın egemenliğinin ayrımında mıdır? Bilinmiyor!

Bilinmeyenler uzayıp gitse de, bilinen durumlar da var. Dindarlar, diğer inançlara saygılı olduklarında, kendi inançlarını toplumsal yaşama dayatmadıklarında, bireyin kendini yönetebileceğinin ayrımına vardığında laik oluyorlar. Hangi inançta olurlarsa olsunlar laik olan yüz milyonlarca dindarın da, hem kendini yönetebileceğinin, hem başkalarının da, kendilerini yönetebileceklerinin ayrımında olup halk egemenliğini benimsedikleri biliniyor.
Halkın oylarıyla milletvekili olanların ve iktidara gelenlerin içinde, halkın (oy vererek kullandığı) hakimiyetinin de farkında olanların varlığı da biliniyor.

Bu söylemi/afişleri kullananlar, halk hakimiyetine inansalar da, inanmasalar da, mecliste bulunan her partide, egemenliğin halkta olduğunu benimseyenler bulunuyor. Moda olduğu ya da birileri öyle istediği için “Hakimiyet Allah’ındır” diyenler içinde bile, toplumsal yaşamın mecliste kabul edilen yasalarla yürütülmesi gereğini benimseyenler bulunuyor.

Tabii egemenliğin halkta olduğunu benimsemek, bu egemenliğin kişinin kendi egemenliğinden kaynaklandığının bilincinde olmayı da gerektiriyor.

Bu noktada insanın aklına bir soru geliyor: Kendi egemenliğinin ayrımında olan bir milletvekili, kendi egemenliğini yadsıyıp, “Ben egemenliğimi kullanmak istemiyorum” ya da “Ben egemenliğimden vaz geçtim; Egemenlik benim neyime, yasayı da sen yap denetimi de, doğruya da sen karar ver yanlışa da, benim geleceğime de sen karar ver, ülkenin geleceğine de” gibilerinden düşünür mü? Egemenliğini bir kişinin iki dudağı arasına bırakır mı?

Başkanlık sistemine, “He” der mi?

Rıfat Okçabol / SOL

okcabolr@gmail.com

Devrim şehidi Kubilay anılıyor - CUMHURİYET

Devrim şehitleri Asteğmen Kubilay ile bekçi Hasan ve Şevki, gerici yobazlar tarafından katledilişlerinin 86. yıldönümünde Menemen’de anılıyor.

 Devrim şehitleri Asteğmen Kubilay ile Bekçi Hasan ve Şevki, gerici yobazlar tarafından katledilişlerinin 86. yıldönümünde Menemen’de anılıyor. Menemen’deki askeri törenler, bugün saat 10.00’da Yıldıztepe Kubilay Anıtı’nda gerçekleştirilecek. Sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerin “Demokrasi ve Laiklik Yürüyüşü” Menemen Kapalı Spor Salonu önünden Yıldıztepe’ye gerçekleştirilecek. Yürüyüş, saat 09.30’da başlayacak.

 “Sessiz yürüyüşün” ardından Gölpark’taki Şehit Ömer Halisdemir Spor Salonu’nda Kubilay anısına kitap fuarı açılacak. Ardından spor salonunda “Karanlığa Geçit Yok Yaşasın Cumhuriyet” başlıklı panel yapılacak. Panele ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan, ADD Genel Başkan Yardımcısı Uluç Gürkan ve İzmir Barosu Başkanı Aydın Özcan konuşmacı olarak katılacak. CHP İzmir İl Başkanı Asuman Güven, “Bugün dahi uzantılarını gördüğümüz, iktidarın göz yumduğu, hatta 15 Temmuz’a kadar işbirliği içinde olduğu zihniyetin 1930 yılında katlederek şehit ettiği cumhuriyet subayımız Kubilay’ı anacağımız bu yılki törenler, ülkemizin içinde bulunduğu durum, terör belasına verdiğimiz şehitlerimiz sebebiyle çok daha önemli ve anlamlı bir hale geldi” açıklamasıyla İzmirlileri yürüyüşe çağırdı.

CUMHURİYET

Ne ekersen onu biçersin - Feyzi Açıkalın

Rusya büyükelçisinin suikasta kurban gitmesi bir çok soruyu da beraberinde getirdi. Bunlardan birisi de, 22 yaşlarındaki o genci bu noktaya getiren süreçti. O, henüz sekiz yaşındayken Türkiye’de yönetimi devralan bir düşüncenin mi, yoksa geçtiği böyle bir eğitim sürecinin üstündeki yeni şekillenmelerin mi ürünüydü? İster istemez kendimle karşılaştırma yaparken buldum birden…

1960lı yıllarda, Amerikan Marshall yardımı ile gelen süt tozundan yapılmış içecekle okula başlardık. Çağdaş bir aydınlanma projesi olan Köy Enstitüleri çıkışlı öğretmenlerimizin nezaretinde sınıflarda içtiğimiz andımız ise, o kötü süt tozu ürününden çok daha değerliydi! Varlığımızı armağan ettiğimiz değerleri haykırırken, göz ucuyla yanımızdaki arkadaşımıza bakıp, yarıştığımızı anımsıyorum.
Sevgili öğretmenim Hasan Eminoğlu o yumuşak ses tonuyla derslerimizi bir zeka oyununa çevirirdi. Tartışılan, sınıftaki herkesin katılımını sağlayan ezberden uzak bir eğitimdi, o günlerde sunulan.
Cumartesi günü, hafta sonu tatiline girerken dağıttığı, müfredat gereğince bakanlıktan gelen dergiler dünyamızı renklendirirdi. Bunun yanı sıra gezerek, deneyleyerek, sorgulayarak çevremizi de keşfettik.

Alanya’daki antik şehirleri, Anadolu Selçuklusunun tarihini sonradan dolma bilgilerle değil, bizzat giderek, yerinde öğrendik. O değerleri, bugün siyasi slogan haline getirenlerden farklı olarak içselleştirdik.
Bayramlarda kendimizin yaptığı graben kağıtlarıyla sınıfımızı süsledik. Yerli malı haftasında tahta sıralarımızın üstüne serdiğimiz örtüleri annemizin kavurduğu fıstık, ceviz, keçi boynuzu, narenciye ile doldurduk. Kamu kurumlarını, yerel idare işleyişini daireleri ziyaret ederek öğrendik. Telgraf çekimi bile yaptık, hemen yanı başımızdaki küçük, köhne PTT binasından…
Yavrukurt olacağımız gece yani 23 Nisan, 29 Ekim gibi ulusal bayramlarımızın öncesinde sabaha kadar uyuyamadık. Heyecandan ayaklarımız dolaştı, geçit töreni sırasında…
Yedi yıllık yatılı öğrenci maratonumun başladığı okulumun öğretmenleri de köy enstitülü idi.
Beden eğitimi öğretmenimiz, ulusal bayramlarda en ciddi geçen okul olmamız için üstümüze titrerdi. Spor karşılaşmalarında, müzikte ve o yıllarda yapılan liseler arası bilgi yarışmalarında en iyi olmaktı okulun hedefi. Belli bir görüşün değil, dünya insanı olarak yetiştirildik, donatıldık; Türkiye’nin o yıllardaki bütün okullarında uygulanan yaygın ve örgün eğitimin gereği olarak…
İlkokuldaki andımız, yavrukurt giysilerimiz bizi kafatasçı, ırkçı milliyetçi yapmadı. Ne Amerikan süt tozu ne de Amerikalı Barış Gönüllüsü öğretmenlerimizin bizi Amerikancı yapmadığı gibi.Ulusal değerlerimize bağlı, modern dünyayla bağlaşık yurtsever insanlar olduk hepimiz.

22 yaşındaki o suikastçı çocuktan farklı olarak yetiştik. On dört yıl önce, “Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin; laiklik Cumhuriyet ve milliyetçilik gibi bir çok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha çok Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum” diyerek insan eğitmeye başlayan sistemin ürünü olan çocuktan… Kim bilir benzerlerinin kaç adet ve hangi kurumlarda olduğunu bilemediğimiz… Ne denli kararlı olduklarını kestiremediğimiz…

Feyzi Açıkalın
CUMHURİYET