13 Haziran 2017 Salı

Televole cemaati! - ORHAN GÖKDEMİR

Olayın çıkış noktası son zamanlarda “Işıkçı” TGRT kaynaklı olarak yapılan ısrarlı Diyanet İşleri Başkanlığı eleştirisi. Son nokta koyan da yine TGRT Televizyonu. Esasını kısaca not edelim. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Camiler sadece namaz kılma mekânı değil, sosyal ve kültürel paylaşım alanları olmalıdır. Camiye gelen çocuklar ister oynasın, ister koşuştursun. Onların hafızasında kötü iz bırakan müdahale kabul edilemez” demişti. Diyanet, bunun üzerine camileri çocuklara sevdirmek adı altında bir proje başlattı. Bu projeye göre, camilerde çocuklara oyun alanları oluşturulacaktı. Pilot bölge de Samsun olarak belirlenmişti.

Diyanet’in bu projesi Siyasal İslamcı cenahta tuhaf bir tartışmanın fitilini ateşledi. TGRT canlı yayınında projeyi sert bir biçimde eleştiren Osman Ünlü adlı kıymeti kendinden menkul düşünür, “Senin etkinliğin batsın. Bu yaptığın yarın camiyi kerhane haline getirmektir…” dedi.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e “kutlu doğum haftası” tartışması vesilesiyle başlayan hücumların sonuncusu bu. TGRT’ye göre Diyanet bir FETÖ icadı olan “kutlu doğum haftasını” kaldırmamakta ısrar ederek FETÖ’cü olduğunu ele vermiş oluyor. Diyanet reddetti gerçi ama tartışma sürüyor nihayetinde. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, "Çocuklarımızın zihninde cami, namaz ve cemaatle ilgili yanlış bir iz bırakacak şekilde ona kötü davranacaksanız teravihinizi evinizde kılın" falan dedi ama nafile. Bu “kerhane” benzetmesine yanıt olmaktan çok, “Bari cevapsız bırakmayalım” tadında bir karşılık. Diyanet belli ki bu tartışmalardan mümkün olduğu kadar uzak durmak istiyor.
Boyun Eğme okurları biliyor, bu sayfalarda “din ve ahlak” ilişkisi veya ilişkisizliği üzerine pek çok yazı yer aldı. Diyanet’in de bu yönde kaygı belirtilen raporları ve araştırmaları var. Din ile ahlak arasında bağın tamamen koptuğu, haram para ile cami yapmanın, hacca gitmenin mubah sayıldığı yeni bir din icat edildi sanki. Ama her ne olursa olsun camiye kerhaneye benzediği suçlaması yöneltilmesi bütün bunların ötesinde yepyeni bir durum.

                                                                          ***

“Kubbeler miğfeeer, minareler süngüüü” tiradından buraya geldiler 15 yılda. Dini para, güç ve iktidar hırsının bir aracına dönüştürdüler. Camiler hırsı sınırsız adamların arka bahçesi. Bu iklimde Siyasal İslam, kültürel İslamı yerle bir ederek ilerliyor.
Elbette hangi sebeple olursa olsun bir ibadethaneyi kerhaneye benzetmenin hoş görülebilir bir yanı yok. Ama son yıllarda cami cemaatinin ülkenin toplumsal yapısına paralel bir dönüşüm yaşadığı gerçek. Ahlaksızlık ve “haram”ı hoş gördüğü sıklıkla dile getirilen bir cemaatten söz ediyoruz artık. Haliyle içinde mekân olarak caminin işaret edildiği tuhaf haberler düşüyor basına.
Mesela 2016 yılında Gaziantep'te 3 yaşındaki erkek çocuğuna camide tecavüz edilmesi böyle bir haber. Gaziantep Göllüce Mahallesi'nde bir caminin mescidi içinde 3 yaşındaki erkek çocuğuna tecavüz etmeye çalışan 4 şahıs, çocuğun annesi tarafından suçüstü yakalandı. Annenin yardım çığlıklarını çevredekilerin duymasından korkan caniler kaçarak kayıplara karıştı. Olay sonrası ayaklanan Göllüce Mahallesi sakinleri binlerce kişi ile İpek Yolu’nu trafiğe kapatarak, “Tecavüze son” sloganları attı. Kalabalık, TOMA ve akreplerin gelmesi ile dağıldı.


Konya Selçuklu'da uzun yıllar imamlık yaptıktan sonra emekli olan Y.Y.'nin gönüllü müezzinlik yaptığı camide yardıma muhtaç kadınlarla para karşılığında ilişkiye girdiği iddia edildi. Habere göre, biri resmi nikâhlı iki eşi ve 6 çocuğu olan 60 yaşındaki Y.Y.'nin yardıma muhtaç kadınlara para karşılığında cami içinde ilişkiye giriyordu. Cemaat kuran kursuna giden çocukların ihbarıyla durumdan haberdar oldu. Bazı cemaat üyeleri müezzini, kadınları camiye alırken cep telefonlarıyla görüntüleyip müftülüğe bildirdi. Müftülük fuhuş yaptığı iddia edilen Y.Y.'nin müezzinlik yapmasını engelledi. Camiden uzaklaştırıldığını kabul eden Y.Y. ise "Bir şey söylemek istemiyorum. Uzaklaştırıldım, 1 aydır camiye girmiyorum. Şimdi Umre'ye gideceğim, bunlarla kafamı meşgul etmek istemiyorum" demekle yetindi.

Dini pop-kültürün bir parçası haline getirmede son hamleyi ise ramazan ayı boyunca “Kuran-ı Kerim'i Güzel Okuma Yarışması” düzenleyen TRT yaptı. Her gün yapılan yarışmada, Kuran okuyan yarışmacılar stüdyodaki seyircilerden ve jüriden yüksek puan almaya çalışıyor. Beyanlarına göre yarışmanın finali Kadir Gecesi’nde yapılacak. Yarışmacıların finale Selatin Cami imamları rehberliğinde hazırlanacağı da duyuruldu. Programın sunucusu Diyanet İşleri Başkanlığı Radyosu Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Cihat Kılıç. Yani yarışma Diyanet onaylı. Yarışmada tüm katılımcılara 1 tam altın; gün birincilerine 3 tam altın; hafta birincilerine 5 tam altın hediye edilecek olan yarışmanın final gününde ise yarışmanın 3.’süne 10 tam altın, 2.’sine 20 tam altın ve 1.’sine ise 50 tam altın ödül verilecek.

Yarışma bir tartışmanın daha açığa çıkmasına vesile oldu. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Kuran ses yarışmalarının güftesi olarak kullanılacak bir kitap değildir” diyerek sunucusu ve jüri üyeleri Diyanetçi olan yarışmaya tepki gösterdi.

Fakat durum bundan biraz daha vahim. Her gün TV ekranlarında boy gösteren ilahiyatçılar toplumu birbirine düşürecek kuran yorumları yapmayı sürdürüyor mesela. Alaylı İslam ahlaksızlığı, mektepli İslam kuralsızlığı meşru kabul ediyor. “Kerhane” eleştirisi işte bu nedenle toplumda tuhaf bir şekilde yankılandı. Başka şartlarda büyük bir ayaklanmaya dönüşebilecek o söz inanan ve inanmayanların yüzünde müstehzi bir gülümse ile geçiştirildi. Toplumu devlet eliyle dinselleştirme politikasının tahribatının en çok dini yaraladığının işaretlerinden biri de bu olmalı…

                                                                         ***

Farkındayım biraz “Televole” tadında gidiyor yazı ama eldeki malzeme böyle. Devam edelim: Cami cemaatinin bu rahat tavırları sokaktaki dinsel baskıyı bir nebze bile eksiltmiş değil. Dolayısıyla bu ramazan da önceki ramazanlarla benzer görüntülerle başladı. TCDD trenlerinde, ramazan boyunca ekonomi bölümündeki yemekli vagon servise kapatıldı. Kurum bütün yolcularının Müslüman olduğunu ve oruç tuttuğunu varsayıyor, onlar adına böyle bir uygulamaya gidiyordu. TCDD trenlerinde daha önce de içki satışları yasaklanmıştı.

Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü'nde bulunan İletişim Fakültesi'ne ülkücü bir grup saldırdı. Gerilimin gün içerisinde grubun öğrencileri “Ramazanda burada yemek yiyemezsiniz” tehdidiyle başladığı öğrenildi. Saldırganlar, yemekhanede bulunan öğrencilere de saldırdı.

Son olay ise İzmir mahreçliydi. Namazı gelen bir meczup aracını olduğu yere bırakıp tramvay yolunda namaza durmuştu. Haliyle tramvay ve yolcuları meczup namazını kılıp kalkana kadar araç içinde bekledi. Bazı yandaş gazeteciler böylesine bir olayı bile “namaz kılmış işte ne olmuş yani” lakaytlığında yaklaştı.

“Şeriat kalabalıklar içindir” sözü Sufilikten bakiye. Gerçek oldu bugünlerde. Diyanette, tarikatlarda, sarayda vur patlasın, çal oynasın bir iklim hüküm sürüyor. Aşağıda ramazanda yemek yedi, kısa giyindi, içki içti diye kan gövdeyi götürüyor.

Şeriat böyle. Hakikat ise bambaşka şeyler söylüyor: Miğfer devrildi, kubbe cemaatin üzerine yıkıldı yıkılacak. İçerisi kerhaneye dışarısı tımarhaneye dönmüş bir ülke yarattılar az zamanda.

Siyasal İslamcılara kutlu olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

*Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 78. Sayısında yayınlanmıştır

Dunning-Kruger kâbusu - EMRE KONGAR

Değerli okurlarım, Türkiye Parlamenter Demokrasi’ye “paydos” deyip, Tek Adam Rejimi’ne geçeli beri bir kâbus’tan kurtulamıyorum:
Ya başımıza Dunning-Kruger sapmasına sahip bir yönetici gelirse ne yaparız!
 
Daha önce de bu sütunda sözünü ettiğim “Dunning–Kruger sapması”, Justin Kruger ve David Dunning adlı iki psikolog tarafından tanımlanan bir algı ve davranış sapması, yani bir tür psikolojik hastalıktır: Bu hastalıkta, kişinin cehaleti ve niteliksizliği ne kadar büyükse kendine güveni de o derece yüksek olur:
***
Bu hastalığa yakalanan niteliksiz ve cahil insanların özellikleri şöyledir:
Dogmatiktirler, kendi inandıklarından başka bir gerçeği kabul etmezler.
Her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia ederler.
Kendilerini ve kendi yaptıklarını her zaman överler.
Her makamı kendilerine hak olarak görürler.
Ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler. Yani “neyi bilmediklerini de bilmezler.
Kendileri gibi düşünmeyen herkesi azarlar, dışlarlar.
Nitelikli insanların niteliklerini de göremez ve anlayamazlar.
Bilgiyi, eğitimi, aşağılarlar.
Çok bağırır, çok konuşur, çok övünür, her işe karışır, çok çalışıyor havası estirirler.
Her kararı kendileri vermek, her şeyi kendileri halletmek isterler. Her ihtimali hesaplamış ve her şeye hazırlıklıymış gibi davranırlar.
Üstlerine saygılı, hatta dalkavuk, astlarına baskıcı hatta zalimdirler.
Bir gün “ak” dediklerine ertesi gün “kara” der, ama demediklerini iddia eder, karşı çıkanları suçlarlar.
Herkesin gördüğü, tanık olduğu bir olayı inkâr edebilir, sizi kendi doğrularına inandırmaya çalışır, karşı çıkanları yalancılıkla, gerçeği saptırmakla, hatta ihanetle suçlarlar.
Başarısızlığı asla kabul etmezler.
Başarısız olmaları halinde, ya farklı yorumlarla başarılı olduklarını öne sürer, ya da başarısızlığı başkasının üzerine atarlar. 

***

Türkiye’yi Tek Adam Rejimi’ne mahkûm eden, meşruiyeti ve yasallığı tartışmalı 16 Nisan 2017 halkoylamasının bir büyük sakıncası da, başımıza böyle Dunning-Kruger sapmasına sahip bir yöneticinin gelebilme olasılığına karşı toplumu savunmasız bırakmasıdır!
Yukardaki özellikleri düşününce “Allah muhafaza, ya başımıza böyle bir yönetici gelirse” diye korkuyorum; haksız mıyım?



“Yok bu devirde, bu rejimde öyle şey olmaz, bizim başımıza böyle bir şey gelmez” demeyin, tarih, böyle diyen ve Tek Adam Rejimi pençesine düşen ülkelerin yaşadığı trajedilerle doludur.
Bu nedenle, Tek Adam Rejimi’nin sakıncalarına karşı, yasama, yürütme ve yargıda, denetleme ve denge mekanizmalarına sahip olan güvenceli rejimler için: DİREN DEMOKRASİ!

Emre Kongar / CUMHURİYET

12 Haziran 2017 Pazartesi

Kir demokrasilerinde yeni cepheler - OSMAN ÇUTSAY

Sonunda Federal Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel Ankara’nın ayağına geldi ve Alman askerlerinin, bu arada Tornado uçaklarının İncirlik’ten çekilmek zorunda kalacağını, “bir parlamento ordusu olduklarını”, bunun normal karşılanması gerektiğini bildirdi. Tabii Ankara ile iyi ilişkilerin bozulmayacağını ekleyerek. Bu, bir uzlaşma aslında.

Başka nasıl uzlaşacaktı Berlin ile Ankara? İncirlik’te Alman vekiller Alman askerlerini ziyaret edebilseydi, karşılığında Almanya’ya sığınma başvurusu yapan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, bunlar arasında da özellikle Ankara’nın “FETÖ’cü” olduklarını iddia ettiği rütbeli NATO subaylarının, hemen Ankara’ya teslimi mi gerçekleşecekti? Olacak şey değil.

Sorunun, bir askeri üsteki Alman askerlerinin Alman parlamenterlerce ziyaret edilmesi falan olmadığını taraflar çok iyi biliyor. Alman ordusunun “demokrat bir parlamento ordusu” olduğu yolundaki açıklamalar, genel seçimlere üç buçuk ay kala Alman seçmenlerin gazını almak ve Alman siyaset sınıfını, bir zamanlar kendi yarattığı ve şimdi nefret nesnesine dönüştürdüğü “Erdoğan öcüsüne“ karşı yeniden birleştirmek dışında bir anlam taşımıyor. Olay fazla büyütülmeden de ziyaret sorunu çözülebilirdi. Ama Türkiye ile “Alman demokrasisi” arasındaki fark bu sayede bir kez daha gösterilmiş oldu. Batılı değerler hep gündemdeydi ve “despot Erdoğan rejimine” Avrupa demokrasisi adına “lider” Berlin kafa tutuyordu. Fakat Ankara ile ipleri de koparmıyordu. Böyle bir mesaj. Çok sayıda mesajdan sadece biri.

Mesele, önce şu: Her arzusu yerine getirilen ve rakipsiz bir “üst akıl” falan yok emperyalist sistem içinde. Tersine, büyük güçlerin birbirinin ayağına basmaksızın, hatta savaşmaksızın küçüklerin kanını ememediği gerçeği var. Yani, sürekli ve hep derinleşen bir “üst kriz” var, bağımlı ülkeleri (zayıf halkaları) ezen, hatta perişan eden. Hep kırılan ve yeniden kurulan bir “suni denge” bu. Emperyalist sistem kendisini böyle sürdürebiliyor. Ancak üst katlardaki sürtüşmelerin sonuçları Türkiye ile özellikle ekonomik alanda epeydir rakipsiz efendisi Almanya arasındaki ilişkileri de sarsıyor. Yugoslavya’dan bu yana açıkça bölgede yerleşik tüm yapıları altüst etmeye (“parçacıklar siyaseti”) mecbur emperyalist sistemin ağababaları, kendi aralarında ortak bir yol haritasında anlaşamıyorlar. Emperyalist mekanizmalar, uzlaşmayı önlüyor. Kriz derinleşiyor. Sistem, krizin finansmanını mevcut siyasal birimleri, yani büyücek ülkeleri küçülterek, endüstrisizleştirerek, etnikleştirerek, mezhep çekişmelerine sahne yaparak ve mafya tarzı birer ticari  depoya dönüştürerek sağlamaya çalışıyor. Bunun Türkiye’ye yansıması, diğer “küçümen” ülkelerden çok farklıdır.


İki sağcı başkent de kendi kitlesini ve siyaset sınıflarını kavileştirmek için karşılıklı güç gösterisine muhtaç. Komşudaki “solcu Syriza” da benzer şeyleri yapmıyor mu? Türkiye’deki kamuoyunun gazını alabilmek için, bundan böyle Kürt kartına oynayacağını açık eden Berlin’e kafa tutmak gerekiyordu. En azından göstermelik bir tepki masaya konuldu. İncirlik’ten uçak çekme operasyonu da Berlin’in yanıtı oldu.

Bu sürtüşmelerden birkaç erken sonuç çıkarabiliriz.

Birincisi: İncirlik’ten çekilecek personelin Ürdün’de de ilelebet kalacağını kimse iddia edemez. Erbil veya bir başka yeni Kürt devleti, ki emperyalizmin çekmecelerinde en az üç yeni Kürt devleti kartı olduğu anlaşılıyor, yeni ev sahipleri onlar da olabilir.

İkincisi: Berlin ile İslamcı Ankara’nın bu son sürtüşmelerden kazançlı çıkacaklarına inandıkları söylenebilir. “Antidemokratik Türkiye”ye hiçbir mali yaptırım uygulanmayacak olması biraz da bununla bağlantılıdır.

Üçüncüsü: Erdoğan Türkiyesi, Almanya’nın bir iç politika sorunudur. Ankara’nın İslamcıları bunu çabuk fark etti. Şantaj dahil tüm oyunları bu denge veya dengesizlik üzerine kurmaya başladı. Türkiye kökenli 3 milyonu aşkın bir nüfusun, Almanya’nın dengelerini bozacak bir hareketlenme yaşayabileceğinden korkuyor Berlin. Ancak aynı Berlin, son aylarda Almanya’da tuhaf bir Erdoğan nefretinin yayıldığını da gördü. Alman seçmenlerin ezici çoğunluğunun Erdoğan’ın despotik yöntemlerinden nefreti, Berlin için bir tür yakıt. Çünkü sadece ana akım medya ve kaşarlanmış siyaset sınıfı değil, sıradan milyonlarca seçmen de böyle düşünüyor. Berlin, giderek yayılan bu tepkiyi kullanmak istiyor. Fakat Ankara da benzer bir “iğrentiyi” Türkiye’de Berlin’e karşı yayma peşinde. İpler koparılmadan bu istikrarsız denge (“suni denge”) korunmaya çalışılıyor.

Dördüncü mesele, üçüncünün bir sonucu veya nedeni: AKP, bir iç politika unsuru gibi sarsmaya başladığı Almanya’ya bir tür AfD (Almanya için Alternatif) olarak müdahale edebileceğini anladı. Dışsal bir sağ popülist bir hareket ve biz buna “AfD (Dış)” diyebiliriz. Alman ana akım siyaset sınıfının Erdoğan ve partisini Alman seçmene bir tür AfD gibi sunmaya başladığı, ama böyle bir etiketten kaçındığı gözleniyor.

Bedelini emekçi halkımızın ödeyeceği çok kirli bir oyun, bir anda büyük çatışmalara da dönüşebilecek bir kayıkçı dövüşü şu sahnedeki.

Şimdilik.

Osman Çutsay / SOL
________________
(*) Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 78’inci sayısında yayınlanmıştır.

‘Özgür damatlar politikası’nın anlamı ve Gül - ORHAN BURSALI

İki özgür damat olayı yaşadık... Bu bize ne anlatıyor? Biraz analiz edelim..

 
Bir yandan FETÖ ile zerre ilişkisi olmayanları içeri atan iktidar kafası... diğer yandan FETÖ örgütüyle ilişkileri nedeniyle haklarında dava açılan biri Topbaş’ın diğer Arınç’ın iki damadı serbest bıraktırıyor. 
 
Gerekçe: adresleri belli, karakola imza koyduk, dışarıya da kaçamazlar, o halde tutuklu yargılanmaları için neden yok.
 
FETÖ ilişkileri sıfır insanlara, Cumhuriyetçilere, dünyanın hiçbir yerinde suç olamayacak 50 vuruşluk bir tvitten ise 10 yıllık bir ceza çıkarılabiliyor ve onlar içeride tutulabiliyor. 
 
Milyonlarca insanın, bu durum karşısında, sizin adaletinizin içine... diyen haykırışları kulaklarınızın içine kasırga uğultusu ile doluşuyor mu bilemem, ama benim kulaklarım yakında çalışamaz duruma gelebilir... Yapısal bir bozukluğa uğrayabilirler. 
 
Hukukla, adaletle, hakkaniyetle, vicdanla zerre ilişkisi olmayan bu ikili standardın arka planında siyasi tercihin olduğunu herkes biliyor. Bu iktidarı yıkacak olan da budur.. 

Türkiye’nin yarısını yönetenin damadı
İki özgür damattan biri, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’ın damadıdır.
Topbaş ki kaç dönem İstanbul’u yönetiyor.. (Ve muhalefetin bütünü de, geleceğe yönelik en ufak bir görüş alanı olmadığı ve kör olduğu için İstanbul’u kaptıracak kadar aptaldır!)
O İstanbul ki, bu iktidarın arka bahçesidir, dünyanın en büyük rant bölgesidir. Türkiye’nin yarısından büyüğüdür. İktidar ve milyonlarca ahalisinin en büyük finans kaynağıdır.. 
 
Bu kadar basit. 
 
Topbaş önemli bir mevkide oturuyor. Tabii yanı başı da iktidarın siyasi vb. komiserleriyle de sarılmıştır. 
 
Topbaş’a bir şey olmaz, yapamazlar, damadını da içeri alamazlar, dava sonunda da serbest bırakırlar.
O Büyükşehir ki, FETÖ örgütüne çekmediği kıyak yoktur! 
 
Ama bu kıyak aynı zamanda iktidara ortaklığın payı ve iktidar tarafından da sağlanmış bir kıyaktır, bunu da unutmayalım. 
 
Böyle büyük işlerin açık seçik mahkûmiyetli davası falan olmaz, kimse salak olmasın... 

İkinci damat
Arınç’ın damadına gelince.. Bir damadı serbest bırakacaksın, ikinci damadı tutacaksın. Olmaz böyle şey.
İşte burada şüphesiz çok özel uygulamalar olabilir, ama çifte standardın, düşmana uygulanan cinsinden olması mümkün değil.
 
Arınç, AKP’nin kurucusu. Tamam, RTE’ye çok aykırı düştü, bana sorarsan, Cemaat ile de az oynaşmadı. Fakat iktidar ahalisinden kim Cemaat ile az oynaştı ki! Derseniz ki, darbe girişimine kadar olan uzun süre boyunca, RTE ile ayrılıkları sürdü.. 
 
Hatta diyebilirsiniz ki, yer yer dik durdu, ama irili ufaklı darbelerle beli sık sık büküldü, eyvallah derim! Parti yönetiminden de iktidar olanaklarından da uzaklaştırıldı.. Sadece Arınç değil, bir sürüsü..
Öyle ki, topu birden FETÖ ile kanka olmakla suçlandı.. Bir şey demek istemem şu aşamada! 

Özgür damatlar politikası ve Gül
Bu “topu birden”, ılımlı kalıp savaş açmadıkları sürece, iktidarbaşının büyük gadrine uğramayacaklardır. İktidar için “tehdit” olmaktan, FETÖ’cülük suçlamalarıyla da iyice uzaklaştırıldıktan sonra, parti çevresinde tutulmaları her zaman için akıllı politikadır.
Şimdi iktidarbaşının bu politikası devrededir.
 
Özgür damatlar politikası bunun sonucu olsa gerek.
Ayrıca RTE ile Gül arasındaki ilişkilere de dikkatinizi çekerim.
İkisi, Gül’ün gelininin de diploma aldığı İstanbul Üniversitesi töreninde buluştu. Sahnedeydiler. RTE, Gül ailesinin mutluluğunu paylaştı ve sahnede alkışladı ve aile resmi verdiler. 
 
İki hafta sonra da bu kez Kayseri’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Abdullah Gül, Hulusi Akar, bugün Kayseri’de Büyükşehir Belediyesi tarafından 1’inci Komando Tugayı’nda verilen ve şehit yakınları ile gazilerin de yer aldığı iftara katıldı.”
 
Rastlantı demeyin. “Planlanmış rastlantı” derseniz komik kaçar.
 
FETÖ falan yok, muhalefet ve kanka Bahçeli siyasi ayak” diye çırpınsın. 
 
Hayır, her şeyi paylaşmış kurucuları FETÖ ile ilişkilendirmek, iktidarın işine gelir, ama o kadar. 
 
Savcı ve mahkemeler de hadlerini bilecekler.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Thatcher - Corbyn - ERGİN YILDIZOĞLU

Varoufakis, 2015’te Corbyn ile Thatcher arasında analoji kurarken haklıydı. Thatcher ekonomide, siyasette ve popüler kültürde başlayan yeni dönemi temsil ediyordu. Corbyn de öyle olabilir. 

Blair dönemi bitti
Muhafazakâr Parti seçim kampanyasına İşçi Partisi’nin (İP) 20 puan önünde başladı. Yandaş basın, hatta siyasi yelpazenin solunda yer alan The Independent, The Guardian, Theresa May’in bu seçimlerde Corbyn’in siyasi hayatını bitireceğini, İşçi Partisi’ni hezimete uğratacağını söylüyordu. Partinin, Blairci, neoli- beralizm kalıntısı üyeleri de her fırsatta Corbyn’i sabote etmekten çekinmediler. Seçimlerde Muhafazakâr Parti meclis çoğunluğunu kaybetti, İşçi Partisi oyunu, meclis iskemle sayısını arttırdı. Corbyn’in değil Theresa May’in siyasi yaşamı duvara çarptı. The Economist, “Blair dönemi 8 Haziran’da bitti” diyordu. 

 
Gerçekten de, İP’nin seçim manifestosuna bakınca, yaklaşık 38 yıl önce toplumu yeniden şekillendirmeye, vatandaşların aklına yeni “tartışılmaz doğruları” yerleştirmeye başlayan neo-liberal, postmodern söylemlerin, bu seçimde yıkılmaya başladığını görüyoruz.
Birincisi, İP’nin manifestosu, özelleştirmeye karşı olmanın ötesinde, taşımacılık, enerji tedariki gibi kamu hizmeti veren sektörlerin yeniden devlet mülkiyetine ya da denetimi altına alacağını, gelir dağılımı piramidinin en üst yüzde 20’sinin ve büyük şirketlerin vergilerini artırarak elde edeceği kaynakları, sağlık, eğitim, toplu konut gibi hizmetlere aktaracağını, orta, küçük işletmeleri destekleyecek bir kamu bankası kuracağını, emekçilerin üzerinde bir yük olan KDV oranını düşüreceğini, üniversite harçlarını kaldıracağını söylüyordu.
Halkın bu talepleri benimsenmeye başlaması, neo-liberalizmini zihinlere yerleştirdiği varsayımların dağılmaya, bastırılan sınıf reflekslerinin geri gelmeye başladığını gösteriyordu. 

Yeniden vatandaşlık ve sınıf
İkincisi, İP, göçmenliği, denetleyen ama sınırlamayan, ortak pazarda kalmaya kararlı bir “yumuşak Brexit” savunurken, Muhafazakâr Parti “ne olursa olsun katı Brexit” iddiasındaydı; böylece işçi sınıfı içindeki, “eski-yeni”, “yaşlı genç” farkından yararlanmayı amaçlıyordu. Ancak, geçmişte milliyetçi, yabancı düşmanı duyarlılıklarla, UKIP’yi, İşkoçya’da, Galler’de ulusal partileri, referandumda da, “Brexit”i destekleyen “eski işçi sınıfının” önemli bir bölümü, bu kez İP’ye, ortak vatandaşlık, sınıf kimliklerine dönmeye başladılar. Londra’nın, “yeni işçi sınıfı”, Brexit karşıtı seçmeni de, Kensington’da bile Brexit karşıtı liberal partiye değil, İP’ye oy verdi. 
 
Üçüncüsü, Corbyn’e gelene kadar İP neo-liberalizmi benimseyen bir görüntü sunduğundan, siyasete ilgi göstermeyen, sandığa gitmeyen gençlerin, bu kez 72’si İP’ye oy vermek üzere sandığa gittiler. Seçim sonuçları belli olduktan sonra da, çok “haklı olarak bunu biz yaptık” duygusunu sosyal medyada gururla sergilediler. 
 
Dördüncüsü, Corbyn ilkeli bir sol liderlik sergiledi, halkın içinde büyük meydan toplantıları düzenleyerek, seçmenle diyalog kurmaktan çekinmeden kampanya yaptı. Geçmişte IRA’yı, Hamas’ı desteklediğine ilişkin suçlamaları, sakin mantıklı açıklamalarla etkisizleştiren, “düğmeye” (nükleer silahların) basar mısınız sorusuna, tüm suçlamalara karşın, olumlu cevap vermeyerek, terörizm tehlikesiyle İngiltere’nin dış politikası arasında bağlantı kurarak, Corbyn samimi, dürüst bir lider örneği sergiledi. 
 
Bir söyleşide “sen ne biçim lidersin, taleplerinin yalnızca bir kısmı seçim manifestosuna girebildi” eleştirisine verdiği, “Ben liderim, diktatör değil. Benim görevim, dayatmak değil, ikna etmek, parti meclisinin hazırladığı manifestoyu savunmaktır” cevabı, bu farkı çok güzel sergiliyordu.
 
Corbyn işçi sınıfının hem yeni gelişen kuşağını kazanmış, hem de neo-liberalizmden en çok etkilenmiş geleneksel kesimini kazanmaya başlamış görünüyor. 
Bu eğilimi konsolide edebilirse, o da Thatcher gibi, TINA (Başka seçenek yok) sloganıyla toplumun yapısını değiştirmeye başlayabilir...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

11 Haziran 2017 Pazar

Nuriye ve Semih ölmesinler - NAZIM ALPMAN

Çıkıp anlatmayın “biz ne zulümler gördük” diye…
Ama kesin olarak ilerde anlatabilirsiniz:
-Biz ne zulümler yaptık!
Ağırlıklı olarak kendilerini “gazeteci” diye tanımlayanlara bu sözler… Zulme sessiz kalmak bir anlamda da ortak olmaktır.
İdeolojik olarak iktidar partisinin yanında olan, her yazılarında ülkenin yüksek menfaatleri açısından kalem oynatan “gazeteciler” acaba hiç gözünüze çarpmıyor mu, Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın insanlığın en üst halini temsil eden mücadeleleri?
 
• • •

Bu iki değerli insan ülkenin aydınlık yüzü için direniyorlar.
Çalışma haklarının ellerinden alınmış olduğunu, bunun da haksız bir uygulama olduğunu dile getiriyorlar.
En temel insan hakkı, yaşama hakkıdır.
İkincisi sırada ise çalışma hakkı geliyor.
Nuriye ve Semih ikinci temel insan hakkı için, birincisinden vazgeçiyorlar. Yaşama haklarını demokrasi mücadelesi için feda ediyorlar.
İki aydın insanın okullarına dönüp, öğrencileriyle bir arada olmalarından ülkenin ne gibi bir zararı olabilir ki? Bu işi yıllardır yapıyorlardı. Hiçbir biçimde soruşturma konusu bile olmadılar.Üzerlerine atılı suçlamalar, iktidar partisinin eski “suç ortağı” olan dini bir cemaatin istihbarat, ordu, emniyet ve yargı mensupları arasındaki yüksek örgütlülük ve eylemlilik faaliyetleriyle irtibatlı olabilecekleri iddiaları üzerinedir.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın kısa yaşam öykülerine göz atan herhangi bir orta zekâlı birinin bile rahatlıkla anlayacağı üzere bu insanlar, solcudur, devrimcidir, demokrattır, pozitif bilimlerle dünya görüşlerini açıklamışlardır.
Din ve dincilikle hayatlarının herhangi bir dönemlerinde ilişkileri olmamıştır.
Hatta dini kullanan istismarcılara karşı da direnç göstermişlerdir. Bunların arısında dini cemaat ve onun yasadışı icraatlarına bulvarlar açan iktidar partisi de vardır.
Cemaat karşıtı duruş sergiledikleri için haklarından olmadık yalanlarla iddianameler oluşturup davalar açılan ve cezaevlerine doldurulan ülkenin aydınları için dönemin en yetkili ağzı, cemaat savcılarının safında durup da şöyle demişti:
-Ben bu davaların savcısıyım!
O savcılar bir süre sonra 17-25 Aralık 2013 tarihli soruşturmalar ve dava dosyalarıyla iktidarın içini dışına çıkartıp, kamuoyu önünde rezil ettiler.
Bütün bu siyasi travmaların açısını da iktidarı en net şekilde bu ilişkileri için eleştirenlerden çıkartıyorlar.
Oysa ders çıkartmaları gerekiyordu.
Akıllı karşıt, aptal yandaştan iyidir!

• • •

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça beyinleriyle, bedenleriyle, canlarıyla “demokrasi mücadelesi” veriyorlar. Eğer başarılı olurlarsa ülkenin de yüzünü ağartacaklar.
Şiddet içermeyen, en pasif eylemle sonuç almış olacaklar.
Bu duyarlılığa yanıt veren yargı ve yürütme da payına düşeni alacaktır.
Akıl dışılığa karşı, iktidarın yanında yer alan “gazeteciler” mesleğin ne kadar uzağında kaldıklarını görebilecekler mi?
“Aptal dostlar” olmaktan kendilerini kurtarabilecekler mi?
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, ülkedeki muhalefetsizlik batağında onurlu bir çıkış yolu açıyorlar.
Unutulmasın ki, iktidar her rejimde vardır. O rejimi iyi, doğru, kabul edilebilir hale getiren muhalefetin varlığıdır.
Türkiye’nin muhalefeti şu sıralarda Ankara’da cezaevinde ölümle pençeleşiyor. İki kişilik pasif direniş ölümle uzanan yoldan geri çevrilsin.
Bunun için basit bir şey gerekiyor:
-İşlerine iade edilsinler!
Sonraki yıllarda anılar anlatılarken iktidarda bulunanlar “biz birlikte demokrasi mücadelesi vermiştik” diyecekler:
-Siz çalışma hakkınız için ölüm yolculuklarına çıktınız, biz de sizi coplattık, hapislere attık, olmadık çileler çektirdik!
Benzerleri yapıldı ve yazıldı…
Artık olmasın bunlar…
OHAL kaldırılsın, KHK’lere son verilsin.
Ve hepsinden önemlisi:
-Nuriye ve Semih ölmesinler!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Bir eski Cumhuriyet için - Mine G. Kırıkkanat

Her insanın hayatı bir romandır, evet, ama bazılarının hayatıyla destan yazılabilir...
 

Cumhuriyet gazetesinin usta yazarı Ali Sirmen, ikincilerdendir.
Ali Sirmen’in dedesinin ünlü besteci Sadi Işılay olduğunu bilir misiniz? Ya bir üvey kardeşinin Elwis Presley’in sevgilisi olduğunu? 


Yokluğunda doğup büyüdüğü babası Samim Sirmen’le ilk kez 40 yaşındayken gittiği ABD yolculuğu sırasında karşılaştığını ve baba bir, anne ayrı beş Amerikalı kardeşiyle de böylece tanıştığını, bilir misiniz? 


Ziya Öztan’ın Cumhuriyet filminde Yunus Nadi, İkinci Bahar dizisinde “komiser” Ali Sirmen’in yaşamı, kâh güldürüp kâh ağlatan bir destan; ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti ile Cumhuriyet gazetesinin yarım yüzyıllık tarihidir. 


Atadan, dededen İstanbul’dur, İstanbul’un tarihidir, daha çoook yaşamasını dilediğimiz ömrüyle...
Kelaynak kuşları gibi tükenen kentsoylu türünün son örneklerinden Ali Sirmen, ciddi siyasal yorumlarına az çok yansıyan, ama yakınlarını kahkahadan kırıp geçiren bir nüktedanlık sahibidir.
Türkiye’nin kahırla keyif arası inip çıkan ve gülünç ile korkuncun hep iç içe olduğu çile yollarını kuşkusuz böyle, karamsarlığını delip geçen mizah yeteneğiyle aşabilmiştir. 


Değerli meslektaşım Ümit Aslanbay, Ali Sirmen’le yaptığı nehir söyleşiyi Bir Eski Cumhuriyet İçin / Ali Sirmen Anlatıyor başlığıyla kitaplaştırdı (İmge Kitabevi, 2017). 


Hiç çekincesiz, son yıllarda beni duygulandıran eserlerin başına koyduğum bu leziz anı kitabını, sizler de güle ağlaya okuyacak; kimi kez karşınıza çıkacak kişilerin hiç ihtimal vermediğiniz içyüzlerine, çok da şaşıracaksınız. 


Ümit Aslanbay, ülkemizin politika ve basın tarihine delici bir ışık tutan kitap için Ali Sirmen’in başlangıçta pek istekli olmadığını, Mine Sirmen’in ısrarıyla kabul ettiğini söylüyor.
Doğrudur.
Mine ve Ali Sirmen, henüz okul sıralarında başlayan büyük bir aşkın çocukları olup birbirlerini yetiştirmişlerdir.
Mine Sirmen Ali’nin, Ali de Mine Sirmen’in vazgeçilmez parçası, birisi olmasa ötekinin de yolunu kaybedeceği yaşamda, mihenk taşıdırlar birbirlerinin.
Siz bakmayın Ali’nin eşine takılmak için kitabı kutlayan dostlarına, “Mine Sirmen anlatıyor!” diye kıkırdamasına!
Ümit Aslanbay, kitapta Mine Sirmen’in uyarı, yorum ve anılarına geniş yer vermekle çok iyi etmiş. Tersi, eseri eksik ve topal kılardı.
Çünkü her cesur erkeğin arkasında kahraman bir kadın vardır.
Ama tersi, çok az görülür. 


Ali Sirmen anlatıyor:
Melih Cevdet Anday, Paris’te öğrenci ataşesiydi. Aslında kültür ataşesi ama, öğrenci işleri kontenjanından gitmişti. Bir gün Paris’te ufak bir kafeye oturmuş, yazı yazıyordu. Masaları küçüktür o kafelerin. Her zaman gittiği yer, her zamanki garson gelip, “Mösyö ne içersiniz?” diye sordu. Melih Cevdet, bir kahve ve su istedi. Onun hep içki içmesine alışık garson, şaşırdı, ama ses etmedi. Getirip koydu kahveyi, suyu masaya.
Melih Cevdet’in yazdıkça çoğalan kâğıt destesi, küçük masada yürüyüp sürahiyi devirdi. Sürahi düşüp kırıldı.
Garson koşup temizlemeye koyulurken, Melih Bey “Parasını ödeyeyim” dedi. Garson, “Olmaz Mösyö, siz müşterimizsiniz, ama görüyorsunuz, su size hiç yaramıyor!” demesin mi?
Melih Cevdet Bey, eşsiz, ince bir mizaha sahipti. 1980 ilkbaharında Paris’te buluştuk. Yer, Boulevard St. Michel üzerindeki Cafe Le Lutece.
Lutece, Paris’e Seine Nehri üzerindeki adalarda ilk kurulduğu zaman verilen isimdir. Julius Sezar, ordularıyla Paris’e girdiğinde kentin adı Lutece ya da Lutetia’ydı. Kahvenin adı da oradan geliyordu. Melih Cevdet Bey’in Ölümsüzler adlı tiyatro oyunu da orada geçer.
Oyunda ölümsüz Julius Sezar, günümüz Paris’inde, o kahvede Roma uzmanı bir tarihçiyle buluşur. Randevuya biraz geç gelen tarihçi, henüz kim olduğunu bilmediği Sezar’a, “Geleli çok oldu mu?” diye sorar. Sezar, “İlk ben geldim” der.
Ben de Melih Bey ile randevuma birkaç dakika gecikmiştim. Lutece’ten içeri girince, “Geleli çok oldu mu?” diye sordum, gülerek. Melih Cevdet, “İlk ben geldim” dedi.
Bir an için biz de ölümsüzleşmiştik sanki


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

10 Haziran 2017 Cumartesi

Diyalektik ramazanizm! - ORHAN GÖKDEMİR

Milattan önceki son yüzyıl içinde kuruldu. Akdeniz’in etrafına yayıldı. Böylece Akdeniz bir imparatorluk gölü haline geldi. Dünya nehir uygarlıklarından iç deniz uygarlıklarına geçiyordu. Kuruluşundan 500 yıl sonra Doğu ve Batı olarak bölündü. Batıda kalan bölüm German kavimlerinin saldırısına uğradı, bu saldırılarla yeniden şekillendi, bir Roma-German sentezine dönüştü. Doğuda kalan bölümünün ömrü daha uzun oldu. Fakat onlar da önce Slavların, sonra Moğollardan kaçan kavimlerin istilası uğradı, küçüldü ve yıkıldı.

Roma İmparatorluğunun 5. yüzyılda böylesine sert bir çöküş yaşamasının tarihsel nedenleri var. İmparatorluk köleci bir toplum düzenine dayanıyordu, fakat o temelin esası olan köleler ve serfler ayaktaydı. Barbar saldırıları geldi üzerine. İlkel komünal bir hayat süren barbarlar köleci toplumu dağılışına ebelik etti. Antikitenin ipini çekip Ortaçağ için yolu açmış oldu.

6. yüzyılın başında German kabileleri bütün Avrupa’ya yayılmış durumdaydı. Vandallar Kuzey Afrika’daydı. Vizigotlar İspanya’ya, Ostragotlar İtalya’ya, Franklar Galia’ya, Anglar ve Saksonlar Britanya’ya yerleştiler. Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere böyle oluştu. Orta ve Doğu Avrupa’da Slav kavimleri ağırlıktaydı. Onlar da Germanlar gibi ilkel komünal bir hayat sürüyorlardı. Onların itişip kakışmaları Doğu Roma ile oldu. Rus, Bulgar, Sırp, Hırvat kimliği o itiş kakışmaların içinde şekillendi. Bu denkleme Urallardan göçüp gelen Macarların katılmasıyla Balkan sahnesi tarih için hazırlandı. Doğuda ve Batıda, hareket halindeki bütün barbar kavimler fethettikleri kültür tarafından fethedildiler, Hıristiyanlaştılar. Dini Batı Roma’yla ilişkilerinden öğrenen Batı Avrupalılar Katolik oldu. Doğu Roma etkisiyle Hıristiyan olan Slavlar Ortodokslukta karar kıldı. Bugün hala Doğu ile Batı arasındaki sınır Katoliklik ile Ortodoksluk arasındaki, bir başka deyişle Doğu Roma ile Batı Roma arasındaki sınırdır.

Ama önemli olan şey bu dinselleşmenin köleci toplumun yıkıldığı, yerine feodal ilişkilerin ikame edildiği bir dönemde gerçekleşmiş olması.
Tıpkı Germanların Batı Roma’nın köleci temelini yıkıp onu feodalizme zorlaması gibi, Slavlar da Bizans’a hücum ederek dayandığı toplumsal ilişkileri parçaladı. İmparatorluğun Balkan yarımadasındaki bütün topraklar hızla Slavların eline geçti. İmparatorluk Güneyden de barbar baskısı altındaydı. Suriye ve Mısır’ı ele geçiren Müslüman Araplar imparatorluk topraklarını hızla küçültüyordu. Böylece Bizans Küçük Asya ve Balkan Yarımadasının güney bölgesine sıkışıp kaldı. Bu istilaları takip eden iki yüzyılda Bizans’ta feodal ilişkiler sağlam bir şekilde yerleşti. Köle emeğinin verimsizliğine sihirli bir çözüm bulunmuştu…

                                                                              ***

Bugünkü Hıristiyanlığı şekillendiren şey kölecilikten feodalizme geçişin dinamikleridir. İmparator Konstantin tarafından Hıristiyanlığın bir devlet dini haline getirilmesinden, Katoliklik ve Ortodoksluğun ayrışmasına kadar o tarih tarafından biçimlendirildiler.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika bu dönüşümden azade değildi. Arap coğrafyası da köleci toplumdan feodalizme geçişin sancılarını yaşıyordu. Arapların feodalizme geçişine yeni bir dinin doğuşu eşlik etti. Kavimlerin birleştirilmesine, Bedevilerin boyun eğmesine yardım edecek yeni bir inanç gerekiyordu, İslam bunun için biçilmiş kaftandı. O da tıpkı Hıristiyanlık gibi sıradan insanlara itaati telkin ediyordu. Kölelere iyi davranmak erdemdi, mümkünse itaatkâr kölelere özgürlüğü verilmeliydi. Özel mülkiyet korunmalı, başkalarının malına mülküne göz dikilmemeliydi. İnsan ne kadar yoksul olursa olsun sabırlı olmalı ve tanrısının yardımı için dua etmeliydi. Olur da tanrı duasını duymazsa sabrı nedeniyle cennette rahat ve eğlenceli bir yaşam garantiydi. Bunlar, ilkel komünal ilişkilerin dağıldığına, yerine sınıfsal bir ilişkinin kurulduğuna delaletti. Yeni din marifetiyle Arap kabileleri birleşti, kısa zamanda bir devlete dönüştü.

Özeti şu: Germanlar, Slavlar, Araplar feodalizme ilkel komünal toplumdan geçti. Özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin olmadığı bir halden çıkıp gelmişlerdi. Özel mülkiyetle tanıştılar, sınıflar oluştu ve devlet ortaya çıktı. Roma İmparatorluğunu oluşturan halklarsa feodalizme kölecilikten geçtiler. Sınıf ve devletle zaten tanışıktılar. Yaptıkları şey kârlı olmayan köle emeğini kaldırmak ve yerine üretken köylü emeğini geçirmekten ibaretti. Köle bir mal olmaktan çıkıyor, bağımlı bir hizmetkâra dönüşüyordu.

Hıristiyanlık ve İslam sınıfsal ilişkinin inceldiği bir dönemin inançlarıdır.

                                                                            ***

O nedenle her iki dinin çıkışında devlet var. Hıristiyanlığı bir din haline getiren Konstantin’dir. 325 yılında İznik Konsilini topladı. Konsilin temel tartışması Mesih İsa’nın gerçek tanrı olup olmadığıydı. Konsildekilerin çoğunluğu Konstantin’in isteği uyarınca İsa’nın tanrı olduğuna karar verdi. “İznik İnanç Bildirisi” aslında yepyeni bir dinin ve yeni bir tanrının doğuşunu müjdeliyordu.
Araplarda duruma müdahale edecek devlet yoktu, haliyle işler başka türlü halledildi. Ali’yi öldürerek iktidara sahip olan Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir şekilde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Zaten halifeliği de askeri birlikler tarafından ilan edilmişti. Böylece sadece sözde var olan bir kurumu, halifeliği, gerçek bir kurum haline dönüştürdü. Ardından yeni fetihlere girişti. Halifeliğin merkezini Mekke’den Şam’a taşıdı. Mekke karşısında Şam, iktidarın kaynağının artık din olmadığının, tam tersine dinin kaynağının devlet olduğunun bir sembolüydü. Din, devletin ihtiyacına göre Şam’da şekillendi. Yani İslam da tıpkı Hıristiyanlık gibi devlet marifetiyle örgütlü bir dine dönüştü. Nitekim Muaviye’nin ölümünün ardından çıkan iç karışıklıklar sırasında Yezid’in birlikleri Mekke’yi kuşatıp mancınıklarla taşa tuttu. Hacer-i Esved o çatışmada isabet alarak parçalandı ve Kâbe yıkıldı.

Bütün bu hayhuyun ezilenlere getirdiği yenilik şu: Kölelerin aksine bağımlı köylüler daha iyi çalışmak için bir takım saiklere sahipti. Kölelerin asla yapmayacaklarını yaptılar, daha fazla üretebilmek için toprağı ekip biçme yöntemlerini geliştirmeye çalıştılar, kullandıkları aletleri yetkinleştirdiler. Öyle ki birçok toprak sahibi toprağı azat ettiği kölelere kiralayıp mahsulden vergi almayı daha kazançlı görmeye başladı. Tek tanrılı dinler hem bu dönüşüm için altyapıyı hazırlıyor, hem de köle ile efendiyi, köylü ile toprak sahibini bir arada tutuyor, birleştiriyordu.

                                                                              ***

Agibalova ve Donskoy’un muhteşem “Ortaçağ Tarihi” ve benim “Din ve Devrim” kitabından özetledim. Bütün bunları hatırlatmamın nedeni, Haziran Direnişi ile birlikte ünlenen “antikapitalist müslüman” meselesine değinmek. Yeryüzü sofraları kuruyorlar her ramazanda. Bu sofraların varsayımı İslamda eşitlikçi bir damar olduğu yönünde. İşte tarih. Kölelere eziyet etmemede, hoş görmede, azat etmede bir eşitlik yoktur. Zalimin insafına kalmış, bırakılmış bir özgürlük, özgürlük değildir. Sadakada paylaşma yoktur. Bunlar aşırılıklarını törpülemek isteyen bir çağın biçare önlemleridir.

Acı çeken ruhların hızla çoğaldığı bir çağdayız hâlâ, evet. Ve din, kim bilir kaçıncı kez acılarını dindirme iddiasıyla yeniden kendisi etrafında toplanmaya çağırıyor ezilenleri. Oysa o ezilenler eski dini çağrılardan bakiye isimleri taşıyor. Musa ve İsa, Muhammet’in kendisi gibi mazlum olduğunu biliyor, bu yolla kurtuluşun imkânsız olduğunu hissediyor. Çok açık, ezilenler için devlet neyse din de odur. Her ikisinin varlık nedeni ezilenlerdir, her ikisi de ezilenler ezenlere isyan etmesin diye vardır.

Demem o ki dinin ezilenlerin acılarına son verme gücü yoktur. Ona ancak zulme karşı sabır telkin edebilir. Din dün kölecilikle ve feodalizmle bütünleştiği gibi bugün de kapitalizme, piyasa toplumuna uyum sağlamış, bütünleşmiştir. Daha dün dine dayanarak iktidar olan muktedir Ohal aracılığıyla grevleri önleyerek patronlara ne kadar büyük bir hizmet yaptığını anlatıyordu. Devletsiz olmaz din. Zalime, zorbaya itiraz etmez. Yani yeryüzü sofrasında yakalayabileceğimiz bir eşitlik ve özgürlük yoktur. Tek çaresi var bunun, derhal ayağa kalkmak…


Sevgili arkadaşım İlker Belek’in sözü ile bitireyim: Laiklik ve özgürlük için ayağa kalkan yer sofrasına çökmez.

Diyalektik ramazanizmin değil, diyalektik Marksizm’in sözüdür bu!

Orhan Gökdemir / SOL

Egzotik bir iktidar! - Ayşenur Arslan

Kabine amiri Binali Yıldırım, geçenlerde gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenlerini iftarda ağırladı. Erdoğan’dan fırsat ve yer kalsa birkaç manşet çıkacak haber verdi. Ama benim aklımda, kala kala şu sözleri kaldı:
“İş basın mensubu, gazeteci olunca tabii daha egzotik oluyor.”
Yıldırım, hapisteki gazetecilere.. Ve özellikle Almanya’nın yakın takibe aldığı Deniz Yücel meselesine dair soruları yanıtlıyordu. Bu ifadeye yanıt derseniz!! Egzotik derken neyi kastettiğini anlarsanız!!
Sahiden de, ne kastetmiş olabilirdi Yıldırım?
Sözün gelişinden gidişine bakınca “cezaevindekiler gazeteciyse daha dikkat çekici oluyor” demek istediği anlaşılıyor. Yani, dilimize (aslında yanlış biçimde) “dikkat / ilgi çekici” diye geçen EGZANTRİK demeye çalışıyor.
Oysa beyni, ona bir oyun oynuyor. Kelime dağarcığından “tuhaf / yabancı” anlamındaki egzotik kelimesini seçiveriyor.
Doğrusunu isterseniz, bu beyin / dil sürçmesiyle (elbette istemeden) maksadını açığa vuruveriyor.
Nedir o?
EGZOTİK, yüzyıllar önce Batılıların yakın / orta / uzak doğuya dair korkularından kaynaklanıp ortaya çıkmış bir tanım. Hiç bilmedikleri adetler, dinler, diller, insanlar, giysiler.. Yani çok uzak, çok yabancı, çok tuhaf, hatta ürkütücü bir dünya.. Bu duygular toplanmış, Fransızca da egzotik sözcüğüne sığmış.Gazetecilerin içerde olmasıyla ilgisi olmayan bir ifade yani. Ama, dedim ya! Beyin/ dil sürçmesiyle ifade, tam da Türkiye’deki duruma uymuş.
Batılıların.. Daha doğru bir ifadeyle çağdaş herhangi bir ülkenin, toplumun, insanın kavrayamayacağı bir hal yaşıyoruz. Tuhaf, ürkütücü, günümüzden çağlar kadar uzak!
İki yazısı, bir tweeti yüzünden gazetecilere terörist, casus muamelesi yapılıyor. Meslek hayatı boyunca Gülen Cemaati ile mücadele etmiş gazeteciler, telefonlarında bir Bylock kullanıcısının adı kayıtlı diye FETÖCÜ oluyor. Cumhuriyet gazetesi yöneticileri “gazetenin çizgisini değiştirmekle” suçlanıyor.
Sahiden de egzotik bir durum, anlayacağınız!
İktidarın her eylemi, her adımı kadar egzotik!

•••

En son örnek, Katar.
Katar krizi, Türkiye’nin ne kadar tuhaf, yabancı, ürkütücü bir dış politika izlediğini ortaya koydu.
Bu ülkenin gençlerinin Suriye topraklarında öldürüldüğü yetmedi... Şimdi Katar’a gönderilecekmiş. Katar, “Türkiye askeri bizi kurtaracak” diye bayram yapıyormuş.
Durun bir dakika! Biz (yani egzotik iktidarımız) Sünni blok için yola çıkmamış mıydı? Suudi Arabistan’la ortaklaşa İslam Ordusu falan kurulmuyor muydu? Hani daha dün, Beyaz Saray’da ABD ile canciğer kuzu sarması pozları verilmemiş miydi? Yine daha dün, İran’a çemkirmemiş miydik?
Şimdi küçücük Katar için her şeyi yıkıp, yerine yeni bir dünya mı kuruyorduk? Hatta, bunun için savaşı bile göze alacak hale mi gelmiştik?
Söz konusu Katar olunca, anlaşılan bütün bunlar geçerli.

•••

Peki, Katar’ın özelliği ne?
Yani Erdoğan ailesinin Katar Emiri ile pek yakın ilişkisinin dışında, ne gibi bir önemi var?
Yanıtı, muhtemelen vaktiyle Katar ilişkilerine de, dış politikadaki “inceliklere” de tanık olmuş bir köşeci veriyor: Akif Beki.
Aydın Doğan ne kadar farkında, bilmiyorum. Ama Akif Beki, egzotik iktidarımız gibi Katar’ı savunuyor. Savunurken de, gerekçeyi açık ediyor. Yazısında hep İHVAN diye ansa da, dünyanın MÜSLÜMAN KARDEŞLER diye bildiği örgüte sahip çıkıyor. İktidar açısından anlam ve önemini anlatıyor:
“Amaç, Katar’ı uslandırmak. Filistin ve Mısır’a zarar verdiği için, Hamas ve İhvan politikalarının değişmesi gerekiyormuş. Bunu başka türlü anlatamadıkları için çökmüşler üstüne.
Katar’a en yakın bölgesel politikayı kim izliyor? Türkiye.
Katar’la paslaşma içinde, Hamas ve İhvan’la en sıkı dayanışmayı kim sergiliyor? Türkiye.
Suriye’de, Katar’la birlikte kim hareket ediyor? Yine Türkiye.
Bu durumda sıranın bize gelmeyeceğinden nasıl mı emin olabiliriz?
Trump; güya teröre ve radikal ideolojilere finans desteğini kurutsunlar diye Suudilere yol verirken.... Radikallikte Vahhabilikle selefiliğin eline Müslüman Kardeşler’in su bile dökemeyeceğini bilmez mi?”

•••

Hüsnü Mahalli, Halk TV’deki MANİKİ DÜNYA programında az mı anlatmıştı. Müslüman Kardeşler, önce Mısır’dan kovuldu.. Geçen yıl da Katar’dan. Kendilerine kucak açan tek ülke de Türkiye oldu. Müslüman Kardeşler karargâhı İstanbul’a taşındı. Küresel eylem planlarını tartıştıkları toplantıları İstanbul’da yaptı.
Katar, onları topraklarından göndermek zorunda kalmıştı. Ama bilindiği kadarıyla finans desteğini kesmemişti. Türkiye-Katar ikilisi, Müslüman Kardeşler (İHVAN) örgütü için el ele vermişti.
Şaşıracak bir durum yok.
İnsanlar, hatta medyamız unutsa da arşiv unutmuyor.
İşte BirGün arşivinden bir alıntı:
“AKP’nin İhvan ile yakın ilişkileri, Türkiye’de iktidara gelmelerinden çok daha önceye dayanıyor. Öyle ki, Recep Tayyip Erdoğan, 1970’li yıllarda Müslüman Kardeşler’in uluslararası gençlik örgütü olan Dünya Müslüman Gençlik Teşkilatı’nın (WAMY) üyesiydi. Erdoğan, bu örgütün Suudi Arabistan’daki zirvesine de katılmıştı. AKP’nin 2005 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla kurduğu İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’ne WAMY’nin yanı sıra Türkiye’den MÜSİAD ve İHH gibi örgütler de üye olmuştu. AKP’nin İhvan ile ilişkisi o derece yakın ki, siyaset bilimci Fikret Başkaya, AKP’yi “Müslüman Kardeşler’in Türkiye versiyonu” olarak tanımlıyor.”

Ne kadar egzotik bir durum, değil mi!

Ayşenur Aslan / BİRGÜN

‘Haddini bil Tarkan zeytin senin neyine!’ - ALİ SİRMEN

Bizim topraklarımız zeytin ve zeytinyağının anavatanıdır, ama ne yazık ki bu nimetin kıymetini, hatta kimi bölgelerde hiç kullanılmadığı da düşünülürse, tadını bile yeterince bilmeyiz. Gerçekten kişi başına yıllık zeytinyağ tüketimi, Yunanistan da 24, İspanya ve İtalya’da 14, Portekiz Lübnan ve Suriye’de 8 litre olmasına karşın bizde ancak 2 litredir.
Yüzyılın bitkisi olarak nitelenen, kutsal kitaplarda yeri olan zeytinin yeterince değerini bilmeyen Türkiye’de son yıllarda, bin yıl ömrü olan bu ağacın önemi az da olsa kavranmış, 2000’lerin başında sayıları 100 milyon olan zeytin ağacı miktarı 169 milyona yükselmiştir.
Buna rağmen, hâlâ zeytin ve zeytinyağı tüketiminde, üretiminde, üretim verimliliğinde diğer Akdeniz ülkelerinin gerisindeyiz. 2013 -14 yılında İspanya 1 milyon 537 bin, İtalya’da 450 bin, küçücük Yunanistan’da 230 bin ton zeytinyağı üretilirken, Türkiye’de bu rakam 180 bin tonda kalmıştır. 

***

Türkiye’de zeytin ve zeytinyağ üretimindeki gerilik üretimin her aşamasını kapsamaktadır. Her şeyden önce, Türkiye’deki zeytin üretim alanlarının yüzde 90’ı sulanamamaktadır.
Ağaç başına verim, İtalya ve İspanya’nın üçte biri oranındadır. Modern zeytin toplama teknikleri bu ülkelerdeki kadar yaygınlaşmamıştır.
Üretimin kalitesi de düşüktür. Marka yaratılamamış olup, paçal mal satılmakta ve katma değer kaybına uğranmaktadır.
Zeytinyağın diğer nebati yağlarla paçal edilerek satılması kayıplara, talebin düşmesine yol açmaktadır.
Kısacası zeytin ve zeytinyağı tüketiminden, üretiminin ve işlenip, pazarlanmasının bütün aşamaları süresince çözüm bekleyen büyük sorunlarla karşı karşıyayız.
Oysa zeytincilik hem ülke ekonomisi, hem üretici açısından kârlı, nispeten az mihnetli gelişme potansiyeli büyük bir üründür.
Ülkede iktidarların konunun önemini kavrama temposunun kamuoyunun bu yöndeki bilinçlenme düzeyinin gerisinde kaldığından yakınılırken, bütün tarımı hoyratça talan eden AKP iktidarı, sanayi tesisi ve madencilik bahanesiyle, zeytinliklere göz diken ve zeytin üretim alanlarını azaltan girişimlerin önünü açmış bulunmaktadır.
Son olarak, yine zeytinliklere yönelik tasallutların önünü açan bir düzenleme, içinde yaşadığımız dönemin alışkanlığına uygun olarak bir torba yasa içine sokuşturularak hayata geçirilmeye çalışıldı.
Basın ve kamuoyu bu konuda övgüye değer bir duyarlılık gösterdi. Zeytine tasalluta gelen tepkiler sonunda, AKP tasarının görüşülmesinin ertelenmesine karar verdi.
Tepki gösterenlerden biri de pop - star Tarkan’dı.
Tarkan, “Dünya Çevre Günü” başlığıyla Eken Güven isimli kullanıcının Instagram’da yazdığı fotoğraf ve yazıyı paylaşırken, “zeytin ağaçları Anadolu’nun hazinesidir, belleğidir; rant için zeytinlere kıymayın!” demiş.
***

Bilim ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, Tarkan’ın tepkisine çok kızmış ve şu sert çıkışı yapmış:
- Tarkan’ın zeytinlikleri mi varmış, ne yapacakmış zeytinlikleri?
Ardından da eklemiş:
- Tarkan’ın şarkılarını seviyoruz. Tarkan şarkılarını söylesin!
Yani Sayın Bakan özetle Tarkan’a “Ey Tarkan haddini bil, zeytin senin neyine!” diyor.
Zavallı Tarkan bir an için vatandaşlığının, kendisini ülkesinin sahibi yaptığını zannetmiş ve bir sorun hakkında görüşünü açıklama hakkı olduğunu düşünmüş ki bunun da biat rejiminde hiç yeri yoktur.
Biat rejiminde, yazar zülf-ü yare dokunmadan kitabını yazar, gazeteci iktidarın istediği algıyı yaratacak haberi üretir, yorumcu yağcılığını yapar, futbolcu futbolunu oynar, madenci toprak altında can verir, asker vatan için şehit olur, ülke sorunları hakkında ne konuşulup nasıl çözüme varılacağına ise yalnızca iktidar karar verir.
Bu ortamda Tarkan’a düşen de şarkısını söyleyip, sonrasında haddini bilmektir ve Sayın Bakan’ın fırçası üzerine verilecek de bir tek cevabı kalmaktadır:
- Oynama şıkıdım, şıkıdım!..


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Vakti gelen sol dalga - ÖZGÜR MUMCU

Sene 1988. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Kraliçe Elizabeth’in resmi davetlisi olarak Birleşik Krallık ziyaretinde. Başbakan ise Margaret Thatcher. Askeri bir darbeyle iktidara gelmiş Evren için önemli bir ziyaret. Meşruiyetini uluslararası platformda iyice pekiştirmek niyetinde.
Cumhuriyet gazetesinin 2 Temmuz 1988 tarihli sayısında bu ziyaretle ilgili küçük bir haber:
Ana muhalefet İşçi Partisi Milletvekili Jeremy Corbyn tarafından hazırlanan ve ilk siyah kadın milletvekili Diane Abbott başta olmak üzere ilk aşamada 32 kişi tarafından imzalanan önergeye, en az 60 imza daha atılacağı sanılıyor. General Evren’in İngiltere’yi ziyaretini benimsemiyoruz; ziyaretin Türkiye’de demokrasi olduğu şeklinde yanlış bir kanı yaratacağı görüşündeyiz. Kendisinin 1980 askeri müdahalesini yaptığını, binlerce sendikacının hapsedilmesine neden olduğunu, Kürt halkına karşı bir savaş yürüttüğünü hatırlatıyoruz’ denen önergede, ayrıca bütün siyasal tutukluların serbest bırakılması ve Türk halkı için sendikal ve siyasal özgürlük garantisi verilmesi isteniyor.
Parti’nin sol kanadını temsil edenlerden o genç adam bugün İngiliz İşçi Partisi’nin lideri ve önceki günkü seçimlerde beklenmedik bir başarı gösterdi. Haberde adı geçen Diane Abbot ise partinin sağ kanadına rağmen, Corbyn’i parti başkanlığına aday gösterme cesaretine sahip 36 milletvekilinden biri. Bir süre Corbyn’in gölge kabinesinde içişleri bakanıydı. 

 
Tony Blair’in bir merkez sağ parti haline getirdiği İngiliz İşçi Partisi, bu seçim sonucuyla beraber yüzünü sola çevirmesine halktan da meşruiyet kazandı. Corbyn’i belki de Muhafazakâr Parti’den daha fazla zorlayan partisi içindeki “merkezciler” ile medyadaki kanaat önderleri de partinin yeni liderine vurmaya çalıştıkları “seçimde başarı kazanamaz” damgasının boşa gittiğini gördü.
İşçi Partisi, sosyalist bir seçim programı sundu. Programda kapsamlı kamulaştırma, enerjide kamusal mülkiyet esası, sosyal haklar da büyük ilerlemeler yer alıyor. Corbyn, Avrupa Birliği’nden çıkışta da sermayeyi değil, çalışan kesimi kollayacak bir plan öngörmekte. 
 
Hükümet kuramasa da seçimin galibi sol seçim programıyla İşçi Partisi. Parlamentoda kayba uğrayan ve hükümet kurması pamuk ipliğine bağlı Theresa May ise ava giderken avlanmış ve muhtemelen siyasi kariyerinin sonuna gelmiş biri.
 
Teknokrat, 90’ların ezberiyle hareket eden neoliberal ekonomi politikalarına isyan, yeni popülist hareketlerin tekelinde değil. Söz konusu hareketlerin son 30 senede kazanılmış toplumsal değerlerdeki ilerlemeye sekte vurmasının önündeki engel de sisteme soldan isyan etmek. 
 
ABD’de Bernie Sanders’ın, Birleşik Krallık’ta Corbyn’in, İspanya’da Podemos’un her şeye rağmen Yunanistan’da SYRIZA’nın gösterdiği, otoriter popülist sağ ile neoliberal “merkez” arasında sıkışmışlığa bir çare olduğu.
 
Bu çare aynı zamanda Türkiye’ye de çaredir. 1988’de tarihin doğru tarafında duran Corbyn, kuvvetle muhtemel ki bugün de tarihin doğru tarafında. 

Bizde de kendine ve halka güvenen bir sol dalganın vakti gelmedi mi?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Teneke Lady’ye Corbyn darbesi - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Tarihçi Garton Ash, Theresa May’i “teneke lady” olarak tanımlıyor; “Kendisini yeni demir lady diye dayatmaya çalışan May, ‘teneke lady’ çıktı!” diyor.
8 Haziran’da sandıkta boy ölçüsü alan İngiltere’nin “Brexit dönemi Başbakanı” May’i bundan iyi tanımlayan bir ifade olamaz. 



Geçen yıl Cameron’ın sürpriz biçimde kaybettiği “Brexit referandumu” sonucunda Başbakanlık koltuğuna paraşütle inen ve kamuoyu tarafından fazla tanınmayan May; geldiği yeni konumda kendisini bir “modern zamanlar Thatcher’ı” olarak formatlamıştı.
Brexit müzakerelerinde çok katı davranacağını ve Brüksel’e hiç taviz vermeyeceğini yaptığı her açıklamada vurgulayan İngiltere’nin “astığı astık kestiği kestik” havalardaki ikinci kadın başbakanı, blöf çıktı.
“Açık ara zafer” beklerken seçim öncesinde sahip olduğu 331 sandalyeden 12’sini yitiren ve parlamentoda “tek başına hükümet kurma” şansını kaybeden İngiltere’nin “çakma demir lady”si; seçim gecesi “yıkılmış” bir görünüm çizdi.
Başbakanı yakından izleyen gazeteciler, May’in seçim gecesi ağlamaktan kan çanağına dönüşen gözlerini saklamak için kameraların önüne çok ağır makyajla çıktığına dikkat çektiler. Ve muhafazakâr liderin sesinin fark edilir şekilde titrediğini not ettiler. 

‘Güç ihtirası’ cezalandırıldı
“Pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” lafı tam May için söylenmiş gibi.
Üç yıl daha koltuğunda rahat rahat oturabilecekken, bundan altı hafta önce şeytan dürtmüş gibi “baskın seçim” kararı alan İngiltere Başbakanı’nı bu kumara iten güdü sınırsız “güç ihtirası” oldu.
Parlamentoda sahip olduğu milletvekillerinin sayısını arttırarak sözde “Brexit pazarlığında” elini güçlendirmek istediğini belirten May, İşçi Partisi ile arasındaki 20 puanlık farka dikkat çeken kamuoyu yoklamalarına güvenerek bu kararı almıştı. Solda İşçi Partisi’nin krizinden yararlanmak istemiş, sağda Brexit sonrası baş aşağı giden (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) UKIP’çilerin ganimetine sahip çıkmayı öngörmüştü….
Ancak ne ki İngiliz lider tam bu yüzden, kendisini rakipsiz gördüğü için kampanyada hata üzerine hata yaptı. Gerçek bir demokraside asla hoşgörülmeyecek kendini beğenmişlikle örneğin, rakipleriyle TV’de “yüz yüze tartışmaya” çıkmaktan kaçındı… 

Bunaklık vergisi
May’in antipati yaratan bu üstten tavrının yanında birikimi olan yaşlıların ayrıca “sağlık harcamalarını ceplerinden karşılamaları” doğrultusundaki program önerisi ise gerçek bir şok yarattı.
Rakibi Corbyn tarafından derhal “bunaklık vergisi” olarak damgalanan bu şuursuz girişim, yaşlı seçmenlerde bir panik yarattı ve muhafazakâr partinin ayağına sıktığı kurşun olarak yorumlandı.
“Nasılsa oylarım çantada keklik” aymazlığıyla seçmenlerine adeta meydan okuyan May’in halka bu mesafeli ve duyarsız tavırları, “kemer sıkma devrinde” toleransla karşılanmadı.
Üst üste gelen cihatçı terör eylemleri de May’in “metal yorgunluğunu” arttırdı.
Muhafazakâr liderin terörle mücadele adına üstüne üstlük “insan hakları sözleşmesinden çekilebileceğinden” söz etmesi, bu yetmezmiş gibi Paris İklim Anlaşması’ndan çıkan “nefret objesi” Trump’a kalkan olması, “teneke lady”nin gözden düşmesine yardım eden faktörler oldu.
May’in bir buçuk aylık sürede meteor hızıyla gelen süratli düşüşüne Corbyn’in hiç umulmadık çıkışı eşlik etti. 
 
Kitlelerle iletişim kuramayan May’in aksine seçmenlere umut vermeyi başaran, topluluklarla sıcak diyalog içine giren İşçi Partisi lideri Corbyn’in coşku yaratan “kampanya”sı efsane oldu.
ABD’deki Bernie Sanders gibi gençler arasında inanılmaz popülarite kazanan Corbyn; partisine oyların yüzde 40’ını temin ederek İşçi Partisi’ne Blair yıllarından bu yana görülmemiş başarı sağladı.
Corbyn dersleri üzerinde söylenecek çok şey var. Onlar da gelecek yazıya.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

9 Haziran 2017 Cuma

Ismarlama kültür - RIFAT OKÇABOL

Geçenlerde Ensar Vakfının 38. Genel Kurulu’nda konuşma yapan AKP Genel Başkanı, “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız, ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” demiş. Ne denir? AKP’nin sosyal ve kültürel iktidarı yok ki sıkıntısı olsun. Ayrıca böylesi bir iktidar beklentisi de gerçekçi değil tabii.
Beklentinin gerçekçi olmamasının da pek çok nedeni var. İlk neden, istenen kültürün tüm halkı kucaklayacak kültür olmamasıdır. O gün yapılan konuşmanın devamında, “Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum” denmesi, istenen kültürün, kendisi gibi düşünmeyenleri (ki bu kültür konusunda toplumun yarısından fazlasını) içermeyeceğini göstermektedir. İstenen kültürün, yalnız AKP’yi kucaklayacak bir kültür olmasıdır.
Konuşmanın devamında, yabancı zihniyette oldukları söylenen kişilerin yerine, “Bunları hizmete dönüştürecek adanmış kadrolar” getirilmesinin istenmesi de, beklentinin gerçekçi olmamasının ikinci nedenidir. Çünkü kültür, adanmış kadrolarla, emirle ve ısmarlamayla gelişecek bir oluşum değildir. Ayrıca bu açıklama, istenenin “biat” kültürü olduğunu gösterdiğinden, beklentinin gerçekçi olmadığının da kanıtıdır.

Esasında istenen kültürün AKP’yi kucaklaması bile zordur. Çünkü AKP, klasik anlamda bir parti değil ki, kendi siyasal kültürünü oluştursun; çeşitli alanlarda beklentileri olanların bir araya geldiği ve cemaat anlayışıyla yürütülen bir oluşum. Cemaat anlayışından kopan kurucu üyeler bile tasfiye edilmektedir ve yarın sıranın kime geleceği belli değildir. AKP’li üyelerin çoğu, yarınlarından korktuğu için itaatkar ve itaatkar olduğu kadar da korku içindedir. Dolayısıyla AKP’nin üreteceği kültür, olsa olsa, “biat” kültürü olur.

Beklentinin gerçekçi olmamasının üçüncü nedeni, AKP’nin kültür anlayışının “İslam kültürü” ile sınırlı olmasıdır. Halkının çoğunluğu Müslüman olan Katar, Libya’nın, Mısır’ın, Suriye’nin, Suudi Arabistan’ın,  Türkiye’nin, Yemen’in… aynı kültüre sahip olduklarının ve bu ülkelerde İslam kültürü dışında başka kültürlerin olmadığının sanılmasıdır.

Beklentinin gerçekçi olmamasının dördüncü nedeni, AKP’nin doğası gereği aydınlanmaya karşı olmasıdır. Son 300-400 yüzyılda oluşan ve gelişen kültürlerin aydınlanmanın  bir ürünü olduğunu yadsımasıdır. Osmanlıya ve Ortaçağ karanlığına dönerek kültür oluşturulacağını sanılmasıdır. 14 yıldır gerçekleştirilen dönüşümlerle varılacak sosyal kültür ortamın ne olacağının görülememesidir.
Çünkü dininin ve kininin davacısı olacak gençlik yetiştirilmesiyle elde edilebilecek kültür, ülkeyi düşmandan kurtaran, toplumu özgürleştiren, insanının yurttaş olmasını sağlayıp halk egemenliğini gerçekleştiren kadrolara öncülük eden kişiye her fırsatta hakaret eden bir kültür olur. Cumhuriyetle ilgili gelişimleri tu kaka ederken, padişahlara, II. Abdülhamit’e hayran bir kültür olur. Bu kültür Osmanlı kültürünün bile gerisinde kalır.

Çünkü  7’den 70’e ve anaokulundan yükseköğretime, okuldaki çocuktan sokaktaki yurttaşa kadar, Kuran kurslarını, din derslerini, din ağırlıklı değerler eğitimini ve Diyanet fetvalarını dayatırsanız; çocukları camiye gitme, Kuran okuma ve Umreye gitme yarışına sokarsanız,  elde edeceğiniz kültür, ancak aşağıda örneklenen kültürel davranışları üretir:
Eşi cehenneme gidecek kadınların, ölünce kiminle birlikte olacağı tartışılır! Allah’ın yüzükoyun yatanı sevmediği, karı ile koca pazartesi birleşirse doğacak bebeğin hafız-ı Kuran ve salı gecesi ana karnına düşen çocuğun ise, merhametli ve cömert olacağı sanılır! Parkta öpüşenler, etek-bluz giyenler, oruç tutmayanlar, camiye gitmeyenler tekmelenir! İlahiyatçı, prof da olsa, oruç tutmayanların dışarıda yemek yememesi gerektiğini söyledikten sonra, “O hayızlı (regl dönemindeki) kadınlar da biz tutmuyoruz diye sokakta bir şey yiyemezler. Dayak yerler ha bak” diyebilir; arkasından da dayak dönemi gelir.

Kendisi gibi olmayanlar dışlanır, hakaretlere ve saldırılara uğrar, suçlanır, tutuklanır! Türbansız kız/kadın kalmaz! Laikliği anlatmaya kalkışan gençler aylarca tutuklanırken,  kurucu kadrolara hakaret edenler üç günde çıkarılır!

Piyasacılığa, girişimciliğe ve rekabete- prim verirseniz, doğaya değil de, maden arayanlara ve rantiyecilere; alın teriyle kazanan emekçiye değil de, sermayedara önem verilir, insan emeğini ve doğayı yağma kültürü olur. Bu dünyaya değil, öbür dünyaya önem verilir.  Maden ocaklarındaki ve diğer iş kazalarındaki ölümler, “Kader” olur, “Şansızlık” olur, “Güzel ölümler” olur. Dindarlıkla ahlaksızlığın bağdaştırılabileceği sanılır. Hatta Diyanet bile, “Haram parayla hacca giden kişinin haccı sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü kalkmış olur” diyebilir

Kadınların 3-5 çocuk yapması istenerek, imam hatip eğitimi ve açıköğretim gibi kadını eve bağlayacak eğitim süreçleri öne çıkarılarak, toplumun en duyarlı ve en üretken kesimi saf dışı bırakılır. Üretilen kültür, ancak erkek kültürü olur. Altı yaşında kızla evlenmeye kalkışılır. Kuma üstüne kuma getirilir. Hatta Çocuk İstismarıyla Mücadele Derneği’nin, Şakran Çocuk Cezaevi raporu bile yasaklanır. Çocuk ve kadın istismarı artar, “bademleme” öne çıkar.

Böylesi davranışlar üretecek sosyal ve kültürel iktidar, kime yarar?

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

Katar, İran, IŞİD, Suud: İnancın iktidara yenilgisi - TAYFUN ATAY

1979’da gerçekleşen İran Devrimi’nin, bir parçası olduğu Ortadoğu coğrafyasına ve tüm İslam dünyasına vaadi İsrail’i haritadan silmekti.
O günleri yaşamış olanlar, birbirinden kopuşsuz kulakları çınlatan şu iki sloganı gayet iyi hatırlar: “Merg Ber Amerika, Merg Ber İsrail” (Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm).
O yıllarda İran’da Devrim Muhafızları’nın kurucusu Refik Dost, İran’ın baş ve kutsal hedefinin “İsrail’in tüm vücudunu ortadan kaldırmak ve Kudüs’ü kurtarmak” olduğunu söylüyordu (Cengiz Çandar, “Ortadoğu Çıkmazı”, Hil Yayın, 1983, s. 66).
Neredeyse 40 yıl sonra bugün, İran İslam Cumhuriyeti’nin hedef önceliği çok farklı. İsrail’in esamisi okunmuyor.
Şimdi baş düşman Suud!.. Aynı Devrim Muhafızları, IŞİD’in iki gün önce İran’daki ölümcül saldırılarının arkasında Suudi Arabistan olduğunu söyleyerek intikam yemini ettiler.
Belki yukarıdaki slogan da artık “Merg Ber Amerika, Merg Ber Suud” şekline dönüştürülür!.. 

***

Peki, tablodaki iç-karmaşayı görmemek mümkün mü, hayır.
Tamam, IŞİD için bel kemiğini İran’ın oluşturduğu Şiilik, sapkınlık, inkârcılık ya da dinden çıkma... O yüzden İslamın en kadim “iç-ötekileştirme” tabiri olan “Rafızi”, hem İran, Irak, Yemen ve Lübnan’daki Şiilere, hem Suriye’deki Nusayrilere, hem de bizim Alevi yurttaşlarımıza karşı nefretle seferber ediliyor IŞİD tarafından… Örgüt sözcüleri, dünyadaki 200 milyon Şii, eğer Sünniliğe dönmezse infaz edilecek demekten de çekinmiyor hiç.
Ama aynı IŞİD ya da El Kaide için Suudiler de çok farklı bir yerde değil. Haddizatında onlara göre ortada aslında Suudi Arabistan yok, “Suudi Amerika” var!..
Son Katar olayını tabloya dâhil edecek olursak çok daha içinden çıkılmaz bir denklem karşısında buluruz kendimizi.
Katar, onu ablukaya alanlar tarafından hem IŞİD’e, hem İran’a destek olmakla suçlandı, hatırlayın!..
Peki, şimdi İran’daki saldırıdan sonra Katar’ı nereye koyacağız? O İran’a mı yancı, IŞİD’e mi yancı bu hadisede?..
Ya Suudiler? Onlar, Katar’ı ablukaya alırken terörist dedikleri IŞİD’in neresinde acaba İran’daki saldırıda?..
Tahran’a, Devrim Muhafızları’na bakılırsa yanındalar IŞİD’in…
İran-IŞİD; IŞİD-Katar; Katar-İran; İran-Suud; Suud-IŞİD… Bulun bakalım kim kimin içinde ve dışında, kim kimin yanında ve karşısında?! 

***

İslamiyet’te “içerdeki öteki”, “dışardaki öteki”den hep çok daha “kötü” sayılmıştır.
Ben uzun yıllar önce, doktora çalışmamı sürdürürken bir Nakşibendi önde geleninden Vahhabiler için, “Onlar, Yahudilerden de kötüdür, münafıktır, ne camilerine gidin, ne de konuşun onlarla, bir sopa alın, kafalarını kırın” sözlerini duyduğumda dut yemiş bülbüle dönerek anlamıştım bu gerçeği…
İslam’da “içerdeki öteki”ne hışım, “dışardaki öteki”ne galebe çalar, çünkü “iktidar” faktörü, dışardaki değil içerdeki öteki ile bağlantılıdır.
Dışardakiler, yani Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler, Şintoistler, laikler, ateistler ve diğerleri, orada bir yerde size “İslam” olduğunuzu bildirmek üzere, kendi kimliğinizi onlardan hareketle inşa etmek üzere vardır.
Ama “içerdeki öteki”, aynı “Müslüman” kitleye hitap etme, öncülük etme ve hükmetme yolunda bir amansız rakip, dolayısıyla korkunç bir hasımdır. 

***

Bakın bizim “içerdeki öteki-dışardaki öteki” tabirlerimizle buluşurcasına bir “yakın düşman-uzak düşman” ayrımı yapan Ebu Musab ez-Zerkavi, yani IŞİD’e giden yolun Irak’ta önünü açan isim, Şiiliğe mensup herkesin kanının helâlliğini nasıl en öncelikli “amel” sayıyormuş:
“Zerkavi’ye göre ‘uzak düşman’ Amerika ortadaydı, açıktı, anlaşılırdı; ama ‘yakın düşman’ Rafıziler (Şiiler) sinsiydi, pusudaydı; yılan gibi yaklaşacak, akrep gibi sokacaktı! Zerkavi, ‘İran’dan beslenen Rafızilerin gün geçtikçe Irak’tan Suriye ve Lübnan’a kadar Rafızi devleti kurma ve Körfez ülkelerine yayılma umutları büyüyor. Amerika büyük düşman olsa da Rafıziler daha büyük bir tehlikedir ve onların zararı daha yıkıcıdır’ diyordu” (Fehim Taştekin, “Karanlık Çıktığında – IŞİD: Din Adına Şiddetin Dün ve Bugünü”, Doğan Kitap, 2016, s. 90).
O yüzden İran’ın da bugün ne Amerika, ne İsrail görecek hali var. “İçerdeki öteki” yahut “yakın düşman” Suud’u görüyor gözü onun!..
İşte böyle olduğu için “İslam birliği” hikâyedir. 



Böyle olduğu için, Diyanet Başkanı’nın da birkaç yıl önce belirttiği gibi, her yıl dünyada katledilen ortalama 1000 Müslümanın yüzde 90’ı bir başka Müslüman tarafından katledilmektedir.
Ve böyle olduğu içindir ki “Hilafet”in tarihsel gerçeğinde, “İttihad-ı İslam” değil, “İhtilaf-ı İslam” yazar.

Tyfun Atay / CUMHURİYET

‘Ümmet kültürü’ ve ‘ümmet hukuku’ mu? - Meriç Velidedeoğlu

İçte ve dışta toz dumandan göz gözü görmezken, Tayyib Erdoğan yürüyeceği yolu, izleyeceği yönü ilan ediverdi, ülkeyi, soluğunu büsbütün kesecek bir yapıya dönüştürmek için...
Mayıs ayının sonunda, “Ensar Vakfı Genel Kurulu”nun açılışına katılarak bir konuşma yaptı; konuşmasının bir yerinde, “Biz 14 yıldır, kesintisiz hamdolsun ‘siyasi iktidar’ız; ama hâlâ, ‘sosyal ve kültürel iktidar’ımız konusunda sıkıntılarımız var!” diye vurguladı.

 
“Sosyal ve kültürel iktidar”ı, bu iki bileşenine ayırarak dillendiriyor. Dilimizden tarihe, medyadan sinemaya, bilimden teknolojiye uzananı “kültürel iktidar” olarak; bize yabancı kaldığını belirttiği “hukuk”a göre düzenlenen alanı da, “sosyal iktidar” olarak.
Ve bu iki iktidarı, kendi “siyasi iktidar”larına uygun olmadığını belirterek, Osmanlı’nın “Meşrutiyet” döneminde çok tartışılan, “kültür”ü (hars) dile getirip temel (esas) olan “uygarlık” karşısına dahası “çağdaş uygarlık” karşısına dikmek üzere...
Bunun için de, “eğitim”in tümüyle “dinselleşmesi, dinselleştirilmesi”, uyulması gereken zorunlu koşul olduğunu ve bu bağlamda attıkları adımları bir bir sayıyor, Tayyib Erdoğan.
Gerçekten de, artık ilkokullar aşıldı, anaokullarda bile “Kuran-ı Kerim” okutulup, sureler ezberletiliyor. “Arapça” öğrenimi almış başını gidiyor; neredeyse anadilini yeni yeni sökmeye başlamış, “anaokul bebekleri”ne de “Arapça” öğretilecek...
Burada bir ayraç açarak, “Aydınlanma”nın, “Batı”da, “Kutsal Kitab”ın her ulusun “kendi diliyle” okunmasının ardından geldiğini anımsayalım!...
Ayracı kapatıp konuyu sürdürürsek, “namaz sureleri” ezberlettirilen bu anaokullularla, türlü gösteriler, TV izlenceleri yapılarak, aileler özendirilip yönlendiriliyor; geçenlerde sergilenen -bir bakıma içerik, “anlam” kaybına da neden olan-“Kâbe” (Hac) gösterisi gibi.
Ayrıca Erdoğan, günümüzde “din eğitimi”nin yeterli olmadığını, dolaysiyle bunun sonuncunun yarattığı “ahlak düşkünlüğü”nün, “2014”lerde okullara “uyuşturucu sokulmasının nedeni olduğunu” vurgular. 
 
“1912 Balkan Savaşı”nda, Osmanlı’nın yenilgisinin baş sorumlusunun, dönemin “ahlak düşkünlüğü” olduğu kabul edilmişti.(*)
Evet, “sosyal ve kültürel iktidar”ın, ikinci kolu olan “sosyal iktidar”da da, sıkıntıları olduğunu, bu alanı düzenleyen “hukuk”tan söz ederek, bu “hukuk”un milletine “yabancı” olduğunu, “pek çok alanda, hâlâ en ‘etkin’ yerlerde, ülkesine ve milletine ‘yabancı’, ‘yabancı zihniyet’teki kişilerin bulunduğunun” altını çizerek ortaya koyuyor Erdoğan. 
 
Bu “yabancılık”, “yabancı zihniyet”, ülkemizin “toplumsal yaşamı”nı düzenlemesi gereken (?) “dinsel hukuk” (fıkıh) yerine, “1923 Atatürk Devrimi”nin ürünü olan “çağdaş laik hukuk”un geçmesinden bunun da “anayasasında yer almasından”, kaynaklandığı açıkça vurgulanıyor. “90 yıllık”, “çağdaş laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin, bugün başında bulunan tarafından...
Yine ayrıca Tayyib Erdoğan, bu “hukuk”a “karşı oluşu”nu başka bağlamlarda da yıllardır ortaya koyuyor; konuşmalarında topluma seslenirken, “Yurttaşlarım!” ya da “Vatandaşlarım!” yerine “Kardeşlerim!” diyor her gün “TV”lerden duyuyoruz bir kez değil birçok kez; daha sıcak bir sesleniş algısı verse de, bir “ulus”a, bireylerine sesleniş değil bu, bir “ümmet”e, bu topluluğu oluşturan “din kardeşleri”ne sesleniştir... 
 
Değerli dostlar, “24 Temmuz” günü, gazetemiz “Cumhuriyet”in yöneticileri, yazarları, görevlileri olan A. Atalay, M. Sabuncu, K. Gürsel, G.Öz, H. Kara, T. Günay, M. Kart, Ö. Çelik, B. Utku, M.K. Güngör’ün duruşmasında bulunmak, A. Şık, Y.E. İper ve O. Güven’in de yanı başında olmak için “Silivri”de olalım! Eksiksiz! 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) Türkiye’de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes.

Konutta kuralsızlık çağı - ÇİĞDEM TOKER

Toplu Konut İdaresi’nin “arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı” modeli, AKP için bir yandan devasa rantların paylaşım araç ve zeminini oluştururken, diğer yandan kentlerin kimliklerini ve belleklerini çaldı. Müteahhidin devlete yüklü bir gelir ödemesi karşılığında Hazine arazisi üstüne konut yapıp satmasına dayalı bu modelde “deniz”in tam bitirilmesinin önü açıldı. 

 
Devlet eliyle başlatılan yeni kuralsızlık çağı bu.
İnanmayan dünkü Resmi Gazete’ye bakabilir.
TOKİ, arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı ihalelerinde, bundan 11 yıl önce koyduğu kuralları kendi eliyle darmadağın eden bir değişiklik yaptı.
Yönetmeliğin adı şu:
“Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, Satış, Devir, İntikal Kiraya Verme, Trampa, Sınırlı Ayni Hak Tesisi ve Arsa Satışı Karşılığı Gelir Paylaşımı İhale Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik.”
Getirilen ilk değişiklik, TOKİ’nin isteklide (yani müteahhitlerde) aradığı çok temel bir koşulu düzenleyen maddeyi metinden çıkarmak olmuş. O madde şu:
“Arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı ihalelerinde, isteklilerden ihale konusu işe ilişkin proje, maliyet cetveli finansal analiz istenir.”
Bu ifadenin yönetmelikten çıkarılmasının anlamına tersinden bakalım:
Örneğin X müteahhidi İstanbul’un göbeğindeki bir Hazine arazisine “Ben şu kadar konut yapacağım” diyecek. Ama bu konut projesinin kaça, ne kadara mal olacağını, nasıl finanse edileceğine dair, devlete hiçbir veri sunmayacak.
Bu kadar temel bir kuralın artık geçerli olmamasının anlamı şu olabilir:
Belli ki AKP rejimi “bazı” müteahhitlere, bazı Hazine arazileri için söz vermiş. İki taraf için de ihtiyaç büyük. Yapılacak ve satılacak konutların piyasaları döndürmesi lazım. Hükümetin de gelire. Devlet “Analiz filan istemem ben” diyor. Gelir için zaman kaybına tahammül yok. 

***

TOKİ’nin yönetmelikte yaptığı kural daha doğrusu kuralsızlık değişikliği bununla sınırlı değil. TOKİ artık kendisiyle iş yapacak müteahhitlerde iş deneyimi açısından aradığı belgelerin niteliklerinde de hafifleten değişikliklere gitmiş.
Düne kadar, şöyle bir kural vardı mesela:
“İsteklinin ihale konusu iş veya benzer işlerde; son on beş yıl içinde kamu veya özel sektörde o işe ait sözleşme bedelinin en az yüzde 70’i oranında gerçekleştirdiği veya yüzde 50’si oranında denetlediği veyahut yönettiği idarece kusursuz kabul edilen benzeri işlerle ilgili deneyimini gösteren belgeler.”
Yani bir müteahhit Hazine arazisine gelir paylaşımlı bir proje yapacaksa, son 15 yılda yaptığı işleri, en az yüzde 70’ini bitirdiğini, kusursuz yaptığına dair raporlarla birlikte belgelemesi gerekiyordu. Bu madde yönetmelikten uçmuş. 
 
Gelir paylaşımı için başvuracak müteahhitler ortaklık biçiminde olması halinde de bankalardan getirilecek mali durum belgeleri için bir şirketin koşulları sağlamış olması, TOKİ tarafından yeterli bulunacak. Yani falanca Hazine arazisine birlikte konut yapmaya talip olan iki ortaktan birisi kredi alabiliyorsa TOKİ onlarla anlaşma yapacak. Diğer firmanın bankalar tarafından “kara liste”de olması TOKİ için sorun yaratmayacak.
 
Getirilen yeni bir “kolaylaştırıcı” kural daha var:
Müteahhit şirketlerin TOKİ’ye vereceği iş deneyimi belgelerinde Elektronik Kamu Alımları Platformu kaydı aranmayacak.
Eskisiyle yeni türeyenleriyle, yerlisiyle Körfezlisiyle “ak” müteahhitlerin TOKİ’nin dün itibarıyla açtığı yeni kuralsız sahada oynatacağı daha çok at, yapacağı daha çok beton kule var. 

Söylenecek tek şey: Kuralların, bizatihi o kuralları var eden devlet aygıtları marifetiyle iskambil destesi gibi dağıtılmasının, bir gün hepimizi altında bırakabileceğidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

8 Haziran 2017 Perşembe

Besim Üstünel’in ardından - Prof. Dr. ERGUN TÜRKCAN

Hocayla ilk, 1958’de SBF birinci sınıf iktisat sınavında karşılaştım. Sözlü yapılan sınavlarda Dr. Attila Karaosmanoğlu ile dehşetli bir sınav ekibiydi; bizim fakülteye yeni gelmişti. Prof. Dr. Üstünel, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden 1946’da mezun olup Prof. Şükrü Baban’ın kürsüsüne girdikten sonra, doktorasını yine aynı yerde verip, Londra’da London School of Economics’de, LSE, Dış Ticaret kuramcılarından Prof. Meade’in yanında doktora-ötesi çalışmalar yapıp dönerek doçent olmuş, ancak İstanbul Darülfünun’a mahsus malum akademik çekemezlikler yüzünden, ayrılıp SBF öğretim camiasına katılmıştı. Onun gelişi ve dersleriyle modern iktisat teorilerini tüm Türkiye ve kısa süre sonra, 1960’ta kurulacak DPT yani Devlet Planlama Teşkilatı uzmanları da öğrenip uygulayacaklardı. 

Planlı yıllar
Bu cümleleri, çok sevdiğim bir hocamın ardından, ona borçlu olduğum için yazmıyorum. Benim yaşımdaki meslektaşlarımın da kabul edeceği gibi, ilk ciddi Modern Para Teorileri, Dış Ticaret Teorisi ve Kalkınma İktisadının, sosyal bilimlere, “transferi” bu derslerle gerçekleşti.
Sadece teorik dersler değil, uygulamada da bu bilgileri Türk ekonomisine katan, kendinden önceki (Dr. Karaosmanoğlu ve Dr. Attila Sönmez) İktisadi Planlama Dairesi, İPD, başkanlarından sonra üçüncü başkan olarak DPT’nin üçüncü Müsteşarı Ziya Müezzinoğlu ile çalışmaya başladı ve 1964, 1965 programlarını yapıp, İkinci Planın çatısını kurduktan sonra buradan da ayrıldı. O yıllar “Planlı Yıllardı” ve 24 Ocak 1980 kararlarına kadar da öyle kalacaktı. Özellikle İPD Başkanlığı, bir anlamda başbakanlarla eşit bir etki konumundaydı, tüm iktisatçı takımı için burası bir meslek zirvesi sayılırdı.
Ziya Bey Maliye kökenli bir bürokrattı. Maliye-DPT çatışmaları siyasi-iktisadi hayatımıza damga vurmuş, etkileri hissedilmiştir. Bu bürokratik tecrübeden sonra Besim Üstünel’in siyaseti denemesi de kaçınılmazdı. Ziya Müezzinoğlu Bonn’a Büyükelçi atanınca yerine gelen Memduh Aytür daha da fanatik bir Maliye bürokratı çıkınca, Besim Üstünel, İsmet İnönü’nün isteğiyle, 1965’te, CHP Genel Sekreter Yardımcısı oldu, ama tüm taleplere karşı Meclis’e yani aktif siyasete girmedi, tekrar üniversiteye döndü. Sadece derslerinde değil, tüm yaşamında güler yüzlü hocamıza biz Mülkiye’de Besim Mütebessim adını takmıştık. Onun kısa süren aktif siyasi hayatı 1970’lerde yaptığı senatörlüktür.


Akademik geziler
Mülkiye’de, daha sonra Mülkiye Juntası diye anılacak bir grup akademisyeni, Deniz Baykal’ı, Turan Güneş’i, Ahmet Naki Yücekök ve diğerlerini, 12 Mart 1971 yarı-darbesinden sonra örgütleyip, yeni Genel Başkan Bülent Ecevit’i destekleyen ve CHP’yi bir koalisyonla da olsa iktidara taşıyan mekanizmanın kurulmasına yardım etti. Hocamın hepsi akademik amaçlı, İsveç, Japonya ve ABD gezilerinde yazdığı, ufuk açıcı, özgün makalelerini dikkatle okurdum, o gerçek uluslararası bir iktisatçıydı. Ancak, hiçbir zaman diğer plancılar gibi, uluslararası kurumlara girmedi; kendisi bir tür bağımsız bir kurumdu. Sadece, 1975 yılında çok kısa bir süre dışarıdan Maliye Bakanlığı yapmıştı, siyasetten de çok hoşlanmamıştı. Şimdi baktığımda onun haklı olduğunu düşünüyorum. 

Medyatik olmadı
Bu kadar bilgi-teori yüklü biri neden diğerleri gibi çok ünlü, çok medyatik bir iktisatçı olmadı? Bence iki cami arasında bînamaz kalmasından da olabilir yani İktisat Fakülteliler onu Mülkiyeli, Mülkiyeliler İktisat Fakülteli saymıştır. Ama bence kendisi istememiştir. Son yıllarda, Galatasaray Üniversitesi’ndeki odasında görüşürdüm. Bu arada, sanırım, onun kısa fakat kendi ağzından tek biyografisini yazıp basmaya imkân buldum.2 Aslında kendisinin geniş, akademik bir biyografisini hazırlamamı çok istedi ama ben Ankara’da o Boğaz’da bu işi bir türlü gerçekleştiremedik. Yine de gençlere bir şeyler dikte ettiğini ve bir “hayat kitabı” hazırladığını biliyorum.
Hocamla, yollarımız sadece öğrencilikle kesişmemiş, konuşmalarından onun Gaziantep’te, şimdi yerinde betonlar yükselen, o güzelim avlusuyla, bahçeleriyle ünlü Dayı Ahmet Ağa İlkokulu’ndan mezun olduğunu öğrenmiştim. Besim Hocam, tüm dünyayı birkaç kez gezmesine rağmen her zaman Gaziantepliydi ve öyle de kaldı, Türkiye’ye hep yeni bir şeyler verme aşkı hiç sönmedi. Nurlar içinde yatsın “Tebessümler Diyarına” doğru seyretsin. 

Prof. Dr. ERGUN TÜRKCAN  / CUMHURİYET

1) Hocanın SBF’den öğrencisi, aynı kurumdan emekli öğretim üyesi.
2) Türkcan (editör), Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü, 1960-1980, Bilgi Üniversitesi; 2010, ss. 318-23