17 Haziran 2017 Cumartesi

Amok koşusu, Adalet Yürüyüşü - ÖZGÜR MUMCU

Devletin jandarması, devletin savcısıyla devletin MİT’inin TIR’larını durdurmuş. Devletin savcısı eşliğinde TIR’lardan çıkan silahlar videoya çekilmiş. Mesele büyümüş herkes haberdar olmuş. Baskının görüntüleri her yerde. Aydınlık gazetesinde MİT TIR’larındaki silahların fotoğrafları yayımlanmış. 
 
Cumhuriyet’te ise aynı manzaranın videosu yayımlanmış. Sayın Erdoğan silah değil, Türkmenlere insani yardımdı demiş. AKP milletvekili Yasin Aktay, Özgür Suriye Ordusu’na gidiyordu diye başka bir açıklama yapmış. Zamanının MHP milletvekili bugünün AKP’li Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, yemin billah ederek silahlar Türkmenlere gitmiyordu, diye feryat eylemiş. Sayın Davutoğlu çıkmış o da “Allah şahit, vallahi” diye bastıra bastıra TIR’lar Türkmenlere gidiyordu, diye buyurmuş.
Dava dosyalarındaki dinleme kayıtlarına Türkmen savaşçıların yardımların kendilerine gelmediğinden ettiği şikayâtler geçmiş. 
 
İktidar yanlısı gazeteciler TIR’ların durdurulmasından CIA Başkanı’nın rahatsız olduğunu ve hükümeti azarladığını canlı yayında açıklamış.
 
Yabancı medyada Kaddafi’nin cephanesinin ABD işbirliğiyle Türkiye üzerinden Suriye’ye nasıl aktarıldığı, işlerin kontrolden nasıl çıktığı ve işleri rayına oturtmaya çalışan ABD’nin Libya Büyükelçisi’nin nasıl öldürüldüğü uzun uzun anlatılmış. 
 
Hangi devlet sırrından, hangi casusluktan bahsediyorsunuz? 
 
Gayri resmi koalisyon ortağı cemaate, taşeron usulüyle devletin yargısını ve kolluk güçlerini emanet etmişsiniz. Devleti, içindeki unsurlar birbirine operasyon çekecek sonra da darbeye girişecek kadar bitirmişsiniz. Suriye’de bir koyup üç alalım diye olmayacak işlere girip yanlış atlara oynayarak ülkenin itibarını dev bir kumarda çarçur etmişsiniz. 
 
Bunları kamuoyuna duyurmak hem basının hem de siyasetçinin asli görevidir. İktidarın besleme medyasına ve cehaleti haricinde niteliği bulunmayan yorumcularına kulak asmayın.
Dünyanın kendine demokrasi diyen her devletinde bu haberdir. Bunu haber yapana da kimse ceza vermez. Operasyonu gazeteciler ya da Enis Berberoğlu yapmadı. İçten içe çürütülen, her yerine iktidar desteğiyle sızılan, yanlış politikalarla sarsılan devlet, MİT TIR’ları baskınıyla ne hale geldiğinin işaretini verdi. 
 
Devleti bu hale getirenlerden hukuki ve siyasi hesap sorulacak yere Enis Berberoğlu müebbet hapse mahkûm ediliyor. 
 
CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü gecikmiş ancak yerinde bir hamle. Önce çürütülen devlet, bugün devletin temelini oluşturan adalet ortadan kaldırılarak sarsılmaktadır. Cumhuriyeti kuran partinin bu rejim değişikliğine karşı işlevsizleştirilmiş Meclis’te işlevsiz nutuklar atmak yerine Adalet Yürüyüşüyle direnmesi, hem demokratik hem de zorunludur.
 
Zamanında “MİT TIR’ları AKP’nin elinde patlamıştır” diyen Can Dündar’a 17- 25’te durdurduğu saatiyle şirinlik yapan Devlet Bahçeli’nin bu yürüyüşü tehdit etmesi ise tarihe hak ettiği şekilde geçecektir. 
 
Gazeteciler, milletvekilleri içeride. On binlerce insan adaletsizliğin pençesinde ya hapiste ya “medeni ölüme” mahkûm edilmiş. Bunca adaletsizliğin üzerine ne yeni bir rejim inşa edilebilir ne de devlet ayakta kalabilir. 
 
İktidarın Amok koşusunun karşısında sakin ve kararlı bir yürüyüş var. Felakete doğru koşanlar, adalet için yürüyenlere kulak vermezse bu ölümcül adaletsizlik virüsü istisnasız herkesi bitirir.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Ne aptallık!.. - ALİ SİRMEN

Tüm kavramların ve kurumların içlerinin bütünüyle boşaldığı ortamlarda, normal zamanda ileri sürülmesi doğru olan talep ve düşünceler bütün anlamlarını yitirip havada kalırlar.
Demokrasilerde ileri sürülen taleplerin, yapılan önerilerin bir anlam ifade etmesi için kavramların boşaltılmış, saptırılmış olmaması, kurumların normal biçimde işlemeleri gerekmektedir. 
 
Bir örnekle açayım:
Ceza hukukunda tutuklamanın ancak belirli şartların oluşması halinde uygulanacak bir önlem olduğunu, asıl olanın tutuksuz yargılama olması gerektiğini söyleyip aksine davranışın, tutukluluk yoluyla infaz olacağını vurgulayıp gazetecilerin tutuksuz yargılanmalarını talep etmenin ancak kuvvetler ayrılığının işlediği, bağımsız yargının varlığını koruduğu ülkelerde bir anlam ifade ettiğini görmeliyiz. 
 
Öyle ya! Eğer bir ülkede yargı bağımsız değil de iktidarı elinde tutan güce -ki bu bir tek kişi de olabilir- bağımlıysa, siyasi davaların veya gazetecilerin yargılanmalarının tutuksuz yapılmasını istemenin bir anlamı olmayacaktır. Çünkü iktidarın emrindeki bağımlı yargı, bu tip davaları tutuksuz da görse adaletsizliği, doğru dürüst hukuki dayanakları olmayan karar aşamasında gerçekleştirecektir.
Burada adaletin yerini zulmün alması sonucu gazetecinin tutuklu veya tutuksuz yargılanması halinde değişmeyecek yalnızca zulmün icra edileceği aşama değişmiş, olacaktır. 
 
Bu olguyu dikkate almadan hepimiz yırtındık: “Gazeteciler tutuksuz yargılansın!”
Ne aptallık!..
***
Yargılandılar ne oldu?
Bağımlı yargı onları karar aşamasıyla birlikte tutukladı, zulmün tatbik edilmesi zamanından başka bir şey değişmemiş oldu.
Yargılanmanın adil olmadığı ortamda, yargıç alelacele yapılmış yalap şap bir yargılamayla, adil olmayan bir kararla iktidarın istediği mahkûmiyet kararını vereceğine göre, yargılama tutuklu olsa ne olur, tutuksuz olsa ne olur?
Bizler bunu görmedik, sanki bir şey değişebilecekmiş gibi hep bir ağızdan haykırdık:
- Gazeteciler tutuksuz yargılansın!
Ne aptallık!..
Düzen biraz daha akıllı olmak ya da hiç değilse, görünüşü kurtarmak zorunluğunu duymuş olsaydı, bütün gazetecileri tutuksuz yargılatır, sonra yine adil olmayan kararlarla içeri attırır ve itiraz edenlere de dönüp sorardı:
- İşte söylediğiniz gibi tutuksuz yargılandılar daha ne istiyorsunuz?..
Buna bile gerek duyulmadı.
Ne aptallık!..
***
İktidar, ileride milletvekillerine ve dolayısıyla muhalefet partileri ile onların seçmenlerine baskı uygulamak için yasama dokunulmazlıklarını kaldırmak isterken ana muhalefetin, “Bizim korkacak bir şeyimiz yok; bütün dokunulmazlıkları kaldıralım! Hodri meydan!..” diye çıkış yapması üzerine iktidarın manevraları karşısında dikkatli olmaları hatırlatılarak, böyle bir çıkışın ancak ve ancak bağımsız adil yargının var olduğu ülkelerde bir anlam ifade edeceği, aksi halde felakete yol açacağı konusunda uyarılmışlardı.
O sırada hiç kulak asmadıkları bu uyarılardaki gerçek payını görmeleri için milletvekillerinin sıra sıra gözaltına alınıp tutuklanmaları gerekti.
O zaman da iş işten geçmişti.
Ne aptallık!..
***
21. yüzyılda, temel hak ve özgürlükleri çiğneyerek, muhalefeti ve basını sindirerek mülkiyet hakkı dahil, bütün hakları önce sallantıya, sonra da askıya alarak, kendine biat etmemiş olan herkesi ötekileştirerek, içeride ve dışarıda bu gidişin gidiş olmadığını göstermeye çalışan herkese posta koyarak, çalkantılı bir bölgede batmamanın, insanlık ailesinin eşit bir bireyi olabilmenin, sürdürülebilir bir kalkınmayı gerçekleştirmenin mümkün olmadığı, böyle bir tutumun selamete değil, felakete götüreceği konusundaki uyarılar onu dikkate alması gerekenler tarafından, yalnız sürekli kulak arkası edilmekle kalınmıyor, aynı zamanda da cezalandırılıyor.
 
Ne aptallık!..

Ali Sirmen / CUMHURİYET

16 Haziran 2017 Cuma

15-16 HAZİRAN’ın yıldönümünde işçi önderlerinden Çetin Uygur: Emek güçleri birleşmeli- BUSE ÇELEBİ.

Türkiye emek hareketi tarihinin iz bırakan isimlerinden Dev Maden Sen Onursal Başkanı ve Yeraltı Maden İş Sendikası'nın Kurucusu Çetin Uygur, gazetemize işçi sınıfının en ses getiren eylemlerinden biri olan 15-16 Haziran 1970 direnişine neden olan gelişmeleri, işçi sınıfının bugünkü durumunu ve iktidarın saldırılarına karşı mücadele yollarını anlattı.

  
15-16 Haziran dönemindeki tablo neydi ve direnişe neler yol açtı?
İşçilerin sendikalarda örgütlenmesinden siyasi iktidar ciddi rahatsızlık duyuyordu. Ardından iktidar, CHP’li vekillerin de desteğiyle “bir işçi sendikasının Türkiye çapında çalışabilmesi için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az 1/3 ünü üye yazmış olması“ gibi bir kanun getirdi. Yani bu, işçilerin sendikal haklarını kullanamaması demekti. Dolayısıyla böyle bir kanunun çıkmış olması zaten 15-16 Haziran olarak adlandırılan eylemin doğuşu... Bunun ardından bir yanıyla İzmit’ten İstanbul’a yürüyen işçilerle diğer yandan Bakırköy tarafından yürüyen işçiler bir noktada birleştiler ve 15-16 Haziran direnişi oluştu.

Böyle bir direnişin başlaması işçi sınıfında nasıl olumlu yansımalara neden oldu?
Daha başlangıç aşamasında Kavel Kablo Fabrikası, Demirdöküm fabrikalarındaki işçilerin bundan önce DİSK’in ilk kuruluşundaki eylemleri var. O eylemlerde kabul edilmiş haklar, Anayasa’da bile işçilerin sendikal haklar ve grev haklarının bulunmuş olmasına rağmen bunun iktidarın kabul etmemesi üzerine Kavel fabrikasında bile işçiler 15-16 Haziran’dan önce  fabrikadaki toplu sözleşme görüşmelerini reddetti. Grev doğrultusundaki haklarını bu kez kabul etmeyen işverenin, bunu uygulatmayan siyasi iktidarın karşısında işçiler fabrikalarına el koyuyorlardı. Ve Kavel Kablo fabrikasındaki el koyma üzerine onlara saldıran devletin güçlerine karşı işçiler aileleriyle birlikte mücadele ederek direnişi nihai anlamda başarıya ulaştırıyorlardı. Yani mücadelenin yolunu çok açık bir biçimde çizmişlerdi. Dolayısıyla 15-16 Haziran olayı da böyle bir mücadeleye ışık tutuyordu. İşyerinde işçilerin sendikalı olabilmesi ve sendikal hakkını kullanabilmesi için o sendikaya baraj engellemesi yapılması ve buna Parlamento’da CHP ve Adalet Partisi’nin ortak karar vermiş olması zaten işçilerin artık ayağa kalkmasına ve mücadele yolunun DİSK’in kuruluş aşamalarındaki girdikleri mücadele yollarını bir kez daha hayata geçirmelerinin kapılarını açtı.

O zamandan bu zamana ilişkin örneğin cam işçilerinin direnişini ve mevcut iktidarın baskılarını düşünelim. Nasıl benzerlik gösteriyor?
Bugün için çok açık ve net olarak söylemek gerekirse, sendikal harekette çok büyük bir düşüş yaşadığını söylemek mümkün. Bugün de siyasi iktidar grevleri erteleyerek, yasaklatarak ve toplu sözleşme aşamasında engeller getirerek işçilerin ekonomik ve demokratik haklarına çok ciddi bir şekilde el koymaktadır. Devlet, altına imzasını attığı uluslararası sözleşmelere bile aykırı davranmaktadır. En somut örneklemelerini son dönemlerde görüyoruz. Bir bankada yapılan toplu iş sözleşmesinin uyuşmazlık aşamasında bile işçi sendikasının almış olduğu karar akıl almaz bir şekilde devlet güvenliğiyle ilintili görülerek yasaklanıyor. Aynı olay Paşabahçe işçileri için de geçerli. Bütün grevler ‘devlet güvenliği’ denerek yasaklanıyor. Bu kararların sermayenin çıkarlarını gözeterek alındığı çok açık. Bu noktada da ciddi bir tepki beklenirken ne yazık ki devletin saldırgan politikası emekçileri sürekli yenilginin kapılarına itiyor. Yaşanan süreç aslında evrensel bir krize de işaret ediyor. İşçi sınıfı bugün ortak bir mücadele hattında yeniden bir araya gelmeli ve sınıfın çıkarları savunulmalı. Ayrıca siyasi iktidara karşı siyasi partiler, düşünce grupları ortak bir mücadele hattında bir araya gelmeli.

Sendikalar bunu yapabilir mi?
Bugünkü somut durumuyla bu görevi yapacak olan sendikal örgüt var mı sorusu sorulduğunda ise... Kemal Türkler’in de yazılı olarak belirttiği kuruluş ilkeleriyle kurulmuş olan bir konfederasyon olarak DİSK’in ve onun bağlı örgütlerinin ve çok açık ve net kamu çalışanlarının örgütü KESK’in böyle bir çağrıyı çıkarabilmesi mümkün. Böyle bir ortaklık mücadelesinin içinde yer alınabilir.
Bugün liberalizmle birlikte eğitimden sağlığa birçok alan saldırı altında ve özelleştirmeler hızla sürüyor. Ortadoğu’da toplumlar din, bölge ve ırk temelinde küçük parçalara bölünüyor ve yeni sömürge alanları açılıyor. Dolayısıyla bugün sendikal örgütlerimizin, sınıf örgütlerimizin ortak bir mücadele çağrısını dikkate alması lazım. Emeğin çıkarlarının temel alındığı bir toplum düzeninin yaratılabilmesi için ilk adımların atılabilmesi ve siyasi iktidarın  politikalarına karşı mücadele edilebilmesi lazım. Böyle bir çağrıyı yaparken yaşanan somut durumlar da gösteriyor ki; sadece pankart yazıp bir araya gelerek, kent meydanlarında toplanıp talepleri dile getirmek, mitingler düzenlemek eylem biçimleri oalrak düşünülebilir ama ne var ki saldırıların boyutları ve talepler açısından bakıldığında artık olaylar mitingle çözülemeyecek, pankartlarla yürümekle çözülemeyecek bir boyutta. İşçilerin üretimden gelen güçlerini kullanmalarının kaçınılmaz olduğu bir süreçteyiz.

Buse Çelebi- BİRGÜN

Damatlık! - L. DOĞAN TILIÇ

Damatlık şıklık, zarafet demek… Damatlık, damat olduğun yere göre, sadece bir günlük değil, ömür boyu ayrıcalık demek. Önemli bir makam damatlık; kökü Osmanlı’ya giden ve Osmanlı’dan günümüze gelen…

Hanedana damat oldun mu yaşadın! Hanedanın Osmanlı olması da şart değil; köylük yerde ağa kızıyla evlenen, şehirde servet sahibi bir aileye damat olan ve de hangi devirde olursa olsun iktidara damat olan yaşar.

Damatsan güven veriyorsun bir defa. Kaçıp göçmeyeceğine inanılıyor; evin barkın, sabit bir ikametgâhın oluyor…

Nuriye ve Semih, “damatlık” bir halleri olmadığı için işlerinden aşlarından oldular. İşlerini geri istedikleri için başlarına gelmedik kalmadı. Açlıktan ölüm sınırına dayandıkları halde, illa da sabit bir ikametgâhları olsun diye belki, tutuklanıp cezaevine kondular.





İçeride hastalıktan ölenler oldu, hastalıklarıyetmedi salıverilmelerine. Damat değildiler. Ahmet Şık, Kadri Gürsel, Musa Kart, içerideyken baba olan Mahir Kanaat… Ve daha niceleri, kimsenin damadı değiller. Kimse lafın gelişi; “devletlü” bir hanenin damadı değil!

Öyle olmayınca da olmuyor işte!

Osmanlı, hanedanın devamı için önemsemiş  damatlığı. Damat, her şeyden öne sadık olmalıymış. Öyle ya, sultanla evlenip devlete yaklaştıktan sonra, sadakat şart devletin bekâsı için.

Farsça bir sözcük damat; evlendiği sultan, sultanlığı adından sonra gelen padişah kızı, kız kardeşi ya da teyzesi olunca “Damâd-ı Şehriyarî” ya da “Damâd-ı Hazreti Şehriyarî” gibi pek havalı bir unvanı kapıveriyor.

Sultan”lık isimden önce geliyorsa padişahsın: Sultan Süleyman, Sultan Selim, misal. İsimden sonra geliyorsa da prenses; misal Mihrimah Sultan. Bu önemli; bir hata yapmayıp gözünüze “Sultan”lığı isminden sonra gelen birini kestireceksiniz ki, vezirliğe kadar yolu olan pek parlak bir geleceğiniz olsun.

Osmanlı’nın ilk yıllarında damatlar komşu beyliklerden seçilmişler ki siyaseten güçlenilsin, genişlensin. I. Murad’ın kızı Nefise Sultan’ın 1378’de Karamanoğlu Alaeddin Bey’le evlenmesi böyledir.

Anadolu’nun birliği sağlandıktan sonra bir dönem de damatlar uzak vilayetlere gönderilmişler ki, merkezi devlet işine fazla burun sokmasınlar. Başlangıçta kuzenler arası evlilikler hiç görülmezken, sonraları aile içi çatışmaların önüne geçmek adına, ki aile içi çatışma her iktidar için çok tehlikelidir, kuzen evlilikleri de yapılmaya başlanmış.

Damatlık kolay değil tabii; Osmanlı, damat seçerken adayın bazı şartları yerine getirmesine de özellikle dikkat edermiş. İlk şart, “kefâ’et”; yani damat seçilen gelinle din ve ırk açısından eşit olacak. Sonra; damadın “hâl ve mevkii” geline uygun olacak. “Münâsip”lik, daha maddi bir statü ifadesi olan “hâl ve mevkii”den farklı olarak hanedanın şan ve şöhretine uygunluk şartı. Hastalıklı olmayacak. Ve nihayet asalet…

Hastalık konusu çok önemli; Sultan Süleyman tek kızı Mihrimah Sultan’a koca olarak Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa’yı seçince, çekemeyenler Paşa’da “miskin hastalığı” olduğunu yaymışlar. Neyse ki, Padişah’ın gönderdiği hekim Paşa’nın gömleğinde pire görmüş de, miskin hastalığından mustarip olanda pire olmayacağı teşhisiyle Paşa’nın damatlığı kurtulmuş.

Şimdi devletlü ailelerin damat seçiminde bu şartlar aynen aranıyor mu emin değilim. Bazı şartları karşılamadığı halde damat olanlar var. Ancak, dünün en önemli şartı olan sadakatin (sadık damat) hâlâ arandığından eminim.

Sadakat, damadı olduğun devletlü ailenin ol dediği şeyi olmak, yap dediği şeyi yapmak olduğu kadar, zor durumlarda da ser verip sır vermemektir. Damadın sadakati o kadar önemlidir ki, ondan şüpheye düşülünce kellesi bile alınabilir. Bunun bir örneğini Muhteşem Yüzyıl’da Sultan Süleyman’ın çocukluk arkadaşı Damat İbrahim Paşa’nın idamından hatırlarsınız.

Yine de damadı fazla zor durumda bırakıp işi riske sokmamak gerekir!

Sonuç olarak, damatlık dünden bugüne ayrıcalık olagelmiş. Osmanlı evliliği ve damatlığı bir “devlet maslahatı” olarak görmüş.

Görülen o ki, durum şimdi de pek farklı değil!


 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

15-16 Haziran 1970 - NAZIM ALPMAN

Türkiye İşçi Sınıfı, kendisi için sınıf olma bilincine ulaşmasının önemli köşe taşlarından birisi de “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi” olarak tarihe geçen eylemlerdir.

O tarihte (1970) Adalet Partisi tek başına iktidardaydı. Süleyman Demirel de başbakan koltuğunda oturuyordu. Sonraki yıllarda bu döneme ilişkin anıları yazan saygın bir gazeteci ağabey, şöyle yazacaktı:

“DİSK, Süleyman Demirel’i yıkmak için 15-16 Haziran’ı düzenledi!”

Böylesi büyük kitle eylemleri hükümetleri devirebilir mi?
Evet devirebilir. Ama durup dururken Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) “can sıkıntısından” böyle bir eylem çağrısı yapmadı ki…

Tam tersine “can havliyle” sadece üyelerini değil, bütün işçileri “Anayasal Haklarını Savunmaya” çağırdı.

Çünkü Demirel hükümetinin sendikalar yasasında yapacağı bir değişiklikle  işkolunda var olan işçilerin yüzde 10’unu üye yapamamış sendikaların toplu sözleşme yapma hakları ellerinden alınacaktı.

• • •

13 Şubat 1967’de kurulmuş olan DİSK henüz 3 yaşındaydı. En fazla da DİSK etkilenecekti. Böylece Anayasa’da var olan, işçilerin grev ve toplu sözleşme yapabilmeleri fiilen kaldırılmış olacaktı.

Fabrikalarda “Anayasal Direniş Komiteleri” kuruldu.

Yani eylem Demirel’i yıkmak için değil, Demirel’in işçilerin boynuna geçirdiği yağlı urganı fırlatıp atmak için yapıldı.

Büyük kitle eylemlerin içindeki her aşama, gelişme ve sonuçlar önceden saptandığı gibi olmayabilir. Başka dinamikler ortaya çıkar, kitleler yöneticilerinin bile üstlerinden atlayabilirler.

O tarihte DİSK’in başında son derece iyi yetişmiş bir işçi lideri olan Kemal Türkler vardı. Tarih bazen insanları getirip büyük bir sorumluluk duvarının üzerine yerleştirir. Bu sorumluluğa layık olanlar, gelişip önder haline gelirler, arkasından sürükledikleri kitleleri zaferlere taşırlar.

Bazen de göze alamazlar. Hem hareket sönümlenir, hem de yenilgi kaçınılmaz hale gelir.

Kemal Türkler, tarihi anlarda sorumluluk alarak gerçek bir işçi önderi olduğunu kanıtlamıştı. 15-16 Haziran 1970’te böyle davranmıştı.

DİSK’in aldığı direniş kararıyla fabrikalarda iş bırakılacak, en fazla fabrikalar etrafında kısa yürüyüşlerle haklı direniş halka anlatılacaktı.

Zaten eylemin ilk günü Otosan işçileri (İstanbul Koşuyolu’ndaydı. Şimdi yerinde Akasya AVM var) Taksim’e değil, Gebze’ye doğru yürüdüler. Hatta fabrikanın yemekhanesinden sorumlu müdür, işçilerin öğle yemeklerini kazanlarla Ankara Asfaltı’nda (sonradan adı E-5 olacak) yürüyen Otosan işçilerine götürüp dağıttı. Bu ince ayrıntıyı o zaman Otosan işyerinde işçi temsilcisi olan Mehmet Karaca, İZTV’deki belgeselde anlatmıştı. Karaca daha sonraki yıllarda DİSK Genel Sekreteri ve Maden-İş Genel Başkanlığı’na kadar yükselmiş bir militan işçidir.

Eylemin ikinci günü (16 Haziran) işçilerin ayak sesleri İstanbul’un dört bir yanında duyulmuştu. Türk-İş’e bağlı fabrikaların işçileri de işyerlerini terk edip sokağa çıktılar. Bu sefer bir hedef de konulmuştu:
-Taksim’de buluşalım!

En büyük işçi kitlesini Gebze’den Kadıköy’e doğru yürüyen işçi kolu oluşturuyordu. Bostancı’dan Bağdat Caddesi’ne yönelen işçileri karşılamak için Maltepe Zırhlı Tugay birlikleri, Fenerbahçe Stadı’nın yanındaki Kurbağalıdere Köprüsü üzerinde zırhlı araçlarla barikat oluşturdular. Köprüdeki birliğin başında bir üsteğmen vardı. İşçiler yaklaşıyordu. Arkada “Savaş Karargahı”düzeneği kurulmuştu. İstanbul Emniyet Müdürü, Zırhlı Tugay Komutanı general ve diğer rütbeliler yer alıyordu.

Emniyet müdürü, “ateş açın paşam” dedi. Paşa emir subayıyla köprüdeki genç üsteğmene emri iletti. Üsteğmen kaygılarını iletti. Emir subayı geri döndü, aynı emri alıp geldi:

-Ateş açacaksınız Üsteğmen, komutanın emri!

Üsteğmen, “emir tekrarı” yaparak mermilerin bulunduğu zırhlı araca doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… O kadar ağır ve gönülsüz yürüyordu ki, o mermi taşıyan araca ulaşamadan işçiler zırhlı araçların üstüne çıkmışlar, “işçi-asker el ele” sloganları eşliğinde geride duran polislere doğru koşmaya başlamışlardı. Emniyet müdürü ve paşa sinirden deliye dönmüşlerdi. Üsteğmen resmen emri uygulamamış, bu şekilde büyük bir katliamı önlemişti.

• • •

Büyük eylemler böylesi gelişmelerin önceden hesaplanmasına imkân tanımaz. O sırada köprü üzerinde devrimci bir subayın görevlendirileceğini hiç kimse önceden bilemez. Hatta üsteğmenin kendisi bile…

Tıpkı daha sonra yaşayacaklarını bilemediği gibi… O üsteğmen sekiz ay sonra gelen 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrasında, tutuklanacaktı. Erenköy Zihni Paşa Köşkü’ndeki işkence tezgâhından geçecekti.

Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp 15 yıl hapis cezası alacaktı. 1974 Af Kanunu ile tahliye olacaktı. Sonra da Babıali’ye gelecekti. Çalıştığı her gazetede işçilerin, emekçilerin sosyal haklarını savunacaktı. Konu üzerine uzmanlaşacak, “Emek ve İnsan” armasını bütün büyük gazetelerin en tepesine çakacak ve Atilla Özsever olacaktı!

Ama o gün bunların hiçbirini bilmiyordu. Sadece kesin olan bir gerçek vardı. İşçi sınıfı büyük bir sınav vermiş, hakların nasıl savunulacağını görmüş, göstermiş, öğrenmiş ve öğretmişti. Tarihe de yazılmıştı:15-16 Haziran 1970

Nazım Alpman / BİRGÜN

Adalet, kalkınma, hafriyat, hurufat - TAYFUN ATAY

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu elinde sadece “Adalet” yazılı afişle Ankara’dan İstanbul Maltepe Cezaevi’ne bir “Uzun Yürüyüş” başlattı. 



Hiç kuşkusuz “Adalet” için bu uzun yürüyüşte yoluna karşıcılar çıkacaktır. Kim bilir belki de yolu, tamponunda “Kalkınma” yazan hafriyat kamyonları tarafından kesilecektir!.. 

***

Bilinmedik değil: “Adalet” ve “kalkınma” şiarlarıyla 2000’ler Türkiye’sinin hayatına damgasını vuran faşizan- dinbazlık, “adalet”i bu memlekette esamisi okunmaz kıldıkça adeta bunu dengeleme niyetine “kalkınma” diye bastırdıkça bastırır oldu.
Bununla bağlantılı olarak “Yeni Türkiye”, bir şantiye cenneti yahut inşaat cehennemidir. Tabii “cennet” ya da “cehennem” telakkisi, nereden baktığınıza, nerede olduğunuza, daha da doğrusu bu iktidarın neresinde olduğunuza bağlı…
Yeni Türkiye”, hafriyat kamyonlarının Türkiye’sidir ve bu Türkiye, hafriyat erbabı için bir cennettir.
Ama “hurufat” erbabı için, görüyoruz, yaşıyoruz, tecrübe ediyoruz ki “cehennem” o!.. 

***

Bu yüzdendir ki referandum sonrası “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” Türkiye’de ömrünü “hurufat”a, yani harflere, yani sözcüklere, cümlelere, kalem-kâğıtlara, kitap-gazetelere vermiş olanlar için “Cehenneme hoş geldiniz” demeye getiren en anlamlı ilk “jest” sayılabilir Enis Berberoğlu’ya reva görülen “adli” muamele…
Mühimmat yüklü MİT TIR’ları haberiyle yargılandığı davada casusluk suçlamasıyla 25 yıl hapis cezası verilen CHP milletvekiline henüz yargı sürecine nokta konulmamış ve hüküm kesinleşmemiş olduğu halde cezaevinin yolu tutturuldu. Aslına bakılırsa bu, bir tek adam rejimine geçişin önünü açan referandumda “Hayır” oyu vermiş ve neredeyse toplumun yarısını oluşturan kesime kesilen bir ceza olarak da simgeleştirilebilir.
Dolayısıyla Enis’in eşi Oya Berberoğlu haklıdır. Tutuklanan, maddeten Enis Berberoğlu olsa da manen CHP’dir!..
Malûm, daha önce HDP de aynı şekilde tutuklanmıştı ve halen de tutuklu.
Ondan da önce “Cumhuriyet” olarak biz tutuklanmıştık, hâlâ tutukluyuz!.. 

***

HDP Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu’ya göre de “Bütün Türkiye” gözaltında ya da tutuklu.
Tabii bu ifadeye şerh düşmek için birbiriyle yarışacaklar mutlaka olacaktır.
Özellikle de kendi arkalarındaki kitleden ibaret bir Türkiye tasavvuruna sahip iktidar mahfilleri, bu söze şiddetle itiraz edeceklerdir.
Lâkin bu iktidar nezdinde mutlak itaatin bile hiç kimse için sonsuz itimat (güven) anlamına gelemeyeceğini gösteren o kadar çok veri, örnek olay var ki!..
Kimlerin bu iktidar için neler neler yapıp şimdi okkanın altında olduklarını görüyor, biliyoruz.
O yüzden hiç kimsenin, hatta kendisini iktidarın içinde en çok “erimiş” hissedenin bile güvende olmadığı bu siyasi iklimde, evet, aslında bütün Türkiye bir “Büyük Gözaltı”nda. 

***

Kılıçdaroğlu böylesi bir “Büyük Gözaltı”na karşı başlatıyor adalet için “Uzun Yürüyüş”ü…
Biz, elbette kalemimizden dökülen harflerle onun yanındayız.
Kimileri de kamyonlara yüklenmiş hafriyatlarla uzun bir kortej yapıp karşısına çıkabilirler onun…
Demek ki harfle hafriyatın karşı karşıya geldiği bir noktada kilitlenip kalmış gibiyiz!..
Ve çözüm, kimin, kimimizin, ne kadarımızın nasıl bir Türkiye istediğinde, özlediğinde, beklediğinde saklı…
Harflerin Türkiye’si mi?..
Hafriyat Türkiye’si mi?
***

Enis Berberoğlu nezdinde hepimizin suratına çarptırılan “25 yıl” cezası ile kararan içimize Oğuz’un (Güven) tahliyesi su serpti diyebilir miyiz?!
O kadar zor ki bunu söylemek! Kendisi bile “Tahliye olduğuma sevinemiyorum” dedikten sonra!..
Yine de onu dünkü gazetemizin ön yüzünde torunu Aren’le hasret giderirken karşımıza çıkaran “Mutluluğun Resmi”ni gördüğümde sevinç gözyaşlarımı tutamadım ben!..
Kardeşim Oğuz’a geçmiş olsun!
Onunla hiç olmazsa umudun hâlâ ölmediğini düşünebiliyoruz!..

Tayfun Atay /CUMHURİYET

‘Kalbur’a döndürülüyor! - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, delik deşik edilenin ne olduğuna, nasıl delik deşik edildiğine değinmeden önce, izninizle kısa bir açıklama yapmalıyım; evdeki gazetelikte biriken bir haftalık gazeteyi, her pazartesi sabahı alıp yeni haftaya yer açıyorum; bu hafta gazeteliği boşaltmadan önce, içlerinden bir tane alıp açtım, sağlı sollu iki sayfayı serdim; şimdi birlikte okuyalım diyorum. 
 
Sağ sayfanın ortasında, “İşte PKK’ya verilen silahların dökümü” başlığı altında, “Suriye’nin kuzeyine üç haftada toplam 218 TIR silah gittiği” belirtiliyor; ayrıca bunun “Trump’ın onaylamasıyla” yapıldığı, “bir de, yasadışı yollardan, CIA üzerinden PKK’ya verilen silahların” olduğu vurgulandı. 
 
Demek ki NATO kardeşimiz ABD hem “yasal”, hem de “yasadışı” yollarla ülkemizi delik deşik yapmak için çalışıyor...
Bu sayfanın altında, bu silahları kullanacak “30.000 PKKlı terörist de eğitilip donatılacak” haberi de ara başlıkla veriliyor.
Soldaki sayfaya geçersek dört sütunluk, “Millet şehitlerin derdinde, vekiller ek maaş peşinde” başlığı sayfanın en üstüne yerleşmiş; haber “Türkiye, Şırnak-Şenoba’da, 13 komutanın şehit olduğu gün, Meclis’e gelen ‘Üretim Reformu Paketi’ görüşülüyordu” diye başlıyor. 
 
Ve şöyle sürüyor, “Zeytinlik alanlarını talan edecek maddelerin de yer aldığı bu tasarının görüşmesi sırasında, AKP milletvekillerinin önergesi ile, milletvekillikleri sona eren akademisyen milletvekillerine, göreve döndüklerinde çifte maaş hakkı getirildi...” diyerek. 
 
Anımsanacağı gibi AKP milletvekillerinin bu girişimi tepkiyle karşılanmıştı; CHP milletvekillerinin: “Türkiye şehitlerine ağlarken, gece yarısı milletvekillerinin kendilerine böyle bir kıyakçılık yapmaları acaba ne kadar ahlaki bir davranış?” sorusuyla bu haber noktalanır. 
 
Ne dersiniz, özellikle bu tasarıyı gece yarısı komisyona getiren AKP milletvekilleri, çifte maaşlarını alırken anımsarlar mı bu oturumu, bu haberleri?
Ayrıca haberde, bu çifte maaş kıyağı dışında,“Özelleştirmeler sonucu kamu zararına yol açmış Bakanlar Kurulu üyelerine ve özelleştirme bürokratlarına geri ödetilecek paraların affedilmesi kararı -yani bir delik açılması- da korsan bir yasa maddesiyle, gece yarısı oturumunda sağlandığı” yer alır. 
 
Değerli dostlar, “çifte maaş kıyağı” belki anımsanır bir süre daha; ne var ki, özelleştirmeler sonucunda doğan -sözü edilen- zararlar, bir başka deyişle, “delik deşik oluşlar”, çoktaan unutuldu gitti, sanki böyle bir konu hiç olmadı gibi... 
 
Peki yine gazeteye, sayfaya dönelim; “Erdoğan’dan Rubin hakkında suç duyurusu” başlıklı habere bakalım, “FETÖ’ye yakınlığıyla bilinen; Erdoğan’ı idamla tehdit eden, eski bir Pentagon yetkilisi M. Rubin’den şikâyetçi olmuş Tayyib Erdoğan”la başlıyordu bu haber; Rubin’in, “Neden Türkiye’deki darbe, ümit anlamına gelebilir?” sorusu ve yorumuyla sürüyordu. Ve Rubin’in, TC Devleti’nin Cumhurbaşkanı’na yaptığı “akıl ve mantık dışı” suçlamaların yanında, “hakaret içeren paylaşımlarının da olduğu” alıntılarla da ortaya konuyordu. 
 
Rubin, bütün bunları nasıl yazabiliyordu?
“Bir ülkenin, bir devletin saygınlığı, onu yönetenlerin saygınlığına bağlıdır!” görüşü, geçerliliğini yitirdi mi yoksa?
Ya da kimi ülkeler için geçerli değil mi(?) diye sormaktan da insan kendini alamıyor.
 
Öte yanda, “3 Haziran” tarihli gazeteden yapılan yoğun alıntılara gelince, iki hafta önce basında yer alıp, okuduğumuz, TV’de izleyip dinlediğimiz, topu topu “iki haftalık” bu haberlerin kaçının aklınızda kaldığını birlikte gözlemleyelim dedim. 
 
Ne ki buna başta ben kendim karşı geliyorum; 14 gün içinde ülkemizin gündeminin günden güne değil, saatle değişen haberlerle oluştuğunu, üstelik bunların çoğunun “Saray” kaynaklı olmasının dayanılmazlığı da eklenince, bu denemeyi yapmak bayağı insafsızca... 

 
Sanırım bana katılırsınız her halde?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Gandhiji’nin yürüyüşü - CEYDA KARAN

Adaletsizlik almış başını yürümüşse, insan onuru kaçınılmaz olarak tetiklenir. Tabiatı icabıdır. İnsanlar; vicdan, merhametin dibe vurduğu, zorbalık, baskı ve zulümün arşa çıktığı koşullara ancak bir süre tahammül sergiler. Ancak bir süre korkutulup susturulabilirler. Dünyada zulüm ile ancak bir süre abad olunabilir. Hep böyle olmuştur, hep de böyle olacaktır. 

***

Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun hatalı bulduğum pek çok tasarrufunun ardından kendilerince ‘bıçağın kemiğe dayandığı’ tespitiyle başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’, kaçınılmaz olarak hepimizin aklına Hindistan’ın bağımsızlık lideri ve ‘kurucu babası’ Mohandas Karamchand Gandhi’yi getiriyor. Kılıçdaroğlu; bugüne dek -biraz tuhaf bir kıyaslasırf ‘yumuşak karakteri’ sebebiyetiyle benzetilegeldiği ‘Gandhi’ tipi bir irade ile başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’nü tamamlarsa eğer, haktan, adaletten umudunu kesmiş milyonlar için umut olacağı aşikâr.
Bu vesileyle Sanskritçe ‘yüce ruhlu’, ‘saygıdeğer’ manasına gelen ‘Mahatma’ yahut ‘Bapu’ (baba) gibi isimlerle anılan Gandhiji’yi anımsamakta fayda var. Zira Gandhi, tarihe salt ‘yumuşak ve ağırbaşlılığıyla’ değil çok daha mühim sebeplerle mal olmuş bir kişilik. En başta hakikat ve adalet arayışı tükenmeyen bir direnişçi olarak. 

***

1869’da Britanya sömürgesi olan Hindistan’da doğan Gandhiji’nin suikastla öldürüldüğü 1948’e uzanan yaşamöyküsünün tartışmalı pek çok detayı var elbette. Onun salt ‘pasifizm’le sembolleştirmesini ise öteden beri yadırgarım. Kaynağını Hinduizmin dini düşünce tarihinden alan hakikat arayışı (satya) ve pasif direnişi (ahimsa) içeren ahlak felsefesi, eylemci ruhunun özünü oluşturur. Ama şiddeti kategorik olarak reddetmez. Örneğin bir kişinin şiddete başvurmama konusunda kafi düzeyde aydınlanmamış ve iç disiplin içeren cesareti sergileyemeyecek olması halinde, şiddet kullanımını dışlamaz. Zayıflığı, en düşük insan kusuru görür. Birinci Dünya Savaşı sonrası 1920’deki makalesinde “Sadece korkaklıkla şiddet arasında bir tercih gerekiyorsa, şiddeti tavsiye ederim” demiştir. Misal Hinduların zayıflıklarından kurtulmak üzere Britanya saflarında savaşmasını desteklemiştir. Çıkış noktası bu deneyimin onlara ‘azim kazandıracağı’ olmuştur. 


***

Ama daha mühimi var. Gandhi, Londra’daki hukuk eğitimi ve sonra Güney Afrika yıllarındaki sivil haklar mücadelesiyle, şahsen deneyimlediği ırk ayrımcılığı karşısında aktif ama şiddeti dışlayan direniş felsefesini, yani ‘satyagraha’yı geliştirmiştir. Bu aktif direnişi insan iradesine mal eder. Satyagraha aynı zamanda ‘hakikatte ısrarcılık’ manasına gelir. Sessiz güçtür, eylemsizlik değil ama kararlı pasif direniş ve işbirliğini reddetme yolunu önerir.
1940’larda toprak ağalarına karşı köylülerin haksız vergilere isyanını eşi görülmemiş bir sivil itaatsizlikle örgütleyip önemli tavizler kopartılmasını sağlamıştır. Mart 1930’da tuz vergisine karşı başlattığı ünlü ‘Tuz Yürüyüşü’ satyagraha’sıyla efsaneleşmiştir. Ahmedabad’dan Dandi’ye binlerce insan eşliğinde 12 Mart’tan 6 Nisan’a kadar 400 kilometre yürümüştür. Sömürgeci Britanya askerlerine aldırmayan silahsız cesur erkek ve kadınlar Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin her safhasına damgasını vurmuştur.
***

Gandhiji’nin, mütevazı hayatı, çıkrıkta dokunmuş dhotisiyle, ‘üzerinde güneşin batmadığı’ Britanya İmparatorluğu’nun diz çökmesinde payı büyüktür. Dini çoğulculukta ısrarı ve Hindularla Müslümanlar arasındaki çatışmaları dindirmek için yaptığı uzun açlık grevleri, tam istediği sonuçları vermemiş olsa bile... Felsefesini idrak edemeyenlerin katkılarıyla Britanya ülkesini ve insanlarını bölerek çekip gitmiş olsa bile... 
 
Mirası dünyada kuşaklar boyu direnişleri etkiledi. Nuriye ve Semih de onun izinden gidenlerdendir. Ona göre kişinin en mühim savaşı kendi şeytanları, korku ve güvensizliklerine karşı verdiğiydi. “Bizi yok edecek şeyler: İlkesiz politikalar; bilinçsiz haz; çalışmaksızın servet; karaktersiz bilgi; ahlaksız iş yapmak; insanlıktan yoksun bilim ve fedakârlık içermeyen ibadettir” demiştir.
Gandhiji’nin yürüdüğü yollar hep aşındı. Nitekim yollar yürüyerek aşınır.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

15 Haziran 2017 Perşembe

AKP’ye karşı nasıl mücadele edilir ? - İLKER BELEK

AKP Büyük Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi hedefleyen emperyalist bir proje çerçevesinde iktidara oturtuldu.
Arap Baharı’nın başlangıcı AKP Türkiyesi'dir.
AKP tekelci sermayenin projesidir. Burada yerli/yabancı sermaye ayrımı yapmanın anlamı da yoktur.
Türkiye’nin AB üyelik sürecinin AKP döneminde hız kazanması, bu sürece bütün sermaye çevrelerinin, ABD’nin, AB’nin gaz vermesi bununla ilişkiliydi.

                                                                           *****

AKP bölgenin yeniden şekillendirilmesine yönelik bir projeydi ama bu işin alt yapısını iktisadi dinamikler oluşturuyordu.
Kapitalist üretim ilişkilerinin krizde olduğu bir ortamda bölgedeki emekçi sınıfların kontrol altına alınması şarttı.
Bu da iktisadi, siyasi, ideolojik ve askeri zor mekanizmalarının eş zamanlı olarak devreye sokulmasını gerektiriyordu.
Arap Baharı operasyonu bölgeye ABD’nin askeri ve siyasi olarak yerleşmesini amaçlıyordu. Tamamlayıcı bileşen ise emek hareketinin hem üretimle direkt bağlantılı sömürü mekanizmaları üzerinden hem de dinle baskılanması, parçalanmasıydı.

                                                                         *****

AKP bizde (ılımlı da denilse) dini açıkça kullanan bir parti olarak işçi sınıfını dinselleştirdi, uyuşturdu aynı anda da üretim ortamı içinde neoliberal politikalarla tam bir hakimiyet kurdu.
Bu süreçte orduya yönelttiği eleştiriler kendisini demokrat olarak takdim edebilmesi bakımından gerekli takiyye niteliğindeydi. Birinci Cumhuriyet’in bütün paradigma ve kurumlarını seçkincilikle,  diktatörlükle, darbecilikle suçlaması bundandı. Etkiliydi. Öylesine ki dinselleştirme operasyonunda kimi sol çevrelerin desteğini almayı bile başardı.

                                                                         *****

Bütün bunlara rağmen iki önemli kavşakta AKP ile kendisini iktidara getiren, destekleyen emperyalist güç odakları ve tekelci sermaye arasındaki ilişki zora girdi.
Bunlardan ilki Suriye’de AKP’nin kendisine çizilen hareket alanını ihlal etmeye çalıştığı 2011-2012 dönemidir. Bu kendini bilmezlik adım adım Suriye senaryosunun dışına sürülmesiyle sonuçlandı.
İkincisi ise Haziran 2013’te patlayan halk ayaklanmasıdır. Ayaklanmanın, AKP’nin kendisine tanınmış “ılımlı” İslam rolünü ihlal eden siyaset tarzına karşı gelişmiş olması, ilk maddede Suriye meselesiyle ilgili andığımız sorunu bir kez daha gündeme getirir: AKP sınırlarını aşıyor ve tekelci sermayenin orta ve uzun vadeli hedeflerini riske atacak işlere girişiyordu.
17-25 Aralık kayıtlarının servis edilmesi ile 15 Temmuz darbe girişimi emperyalist odakların AKP’ye ilişkin rahatsızlıklarının ne boyutlara ulaştığına ilişkin somut göstergelerdir.
Ancak iktidar partisi her ikisinden de sıyrılmayı becerdi. Darbeyi savuşturmasında Rusya’nın özel bir desteğinin bulunduğu anlaşılıyor.
Kısacası emperyalist sistemdeki hegemonya krizi AKP’nin iktidarını korumasına yardım etti, ama aynı anda da çok farklı güç odaklarına mahkumiyetini artırdı. Başlangıçta AKP’nin merkezi bir siyaset stratejisi vardı, giderek bu eksen dağıldı, elinde dinden başka bir şey kalmadı.
Sonuç olarak, Suriye stratejisinden vazgeçmek ve darbe sonrasında da sermayeye tarihte benzeri görülmemiş sömürü olanaklarını sunmak zorunda kaldı. Bu iki büyük badireden sonra AKP ile tekelci sermaye arasındaki ilişki farklı bir zeminde olsa bile nikah tazelemiş oldu.
Ama hep dediğimiz gibi: Kapitalizm iktisadi, emperyalizm ise hegemonya krizi içinde. Bu karmaşada kimse için istikrar mümkün değil. Kaos şüphesiz en çok AKP’yi etkiler. AB ülkelerinin hemen tamamıyla yaşanan ve halen devam eden siyasi sorunlarda ortaya çıktığı gibi.
Ve bu ortamda AKP için halen her şey ihtimal dahilindedir.

                                                                         *****

Dolayısıyla mesele ne tek başına Erdoğan ne de tek başına AKP’dir.
Karşımızda Türkiye’yi din üzerinden daha da muhafazakarlaştıran, işçi sınıfının gardını din ile düşüren, sömürü mekanizmalarını alabildiğine derinleştiren, siyasi aktörleriyle, ordusuyla, özel kuvvetleriyle, sermayesiyle bir bütünlük arz eden ve işçi sınıfına yıpranmış olan AKP’nin yerine yedek “seçenek”ler sunmak konusunda her şeyi yapabilecek bir mülkiyet rejimi var: Kapitalist emperyalizm.
Bütün bunlar nedeniyle AKP ile mücadele sermaye sınıfıyla, burjuvaziyle, sosyalizm için mücadeleyi gerektirir. Tek başına Erdoğan’ı, Saray’ı, AKP’yi hedefe yerleştiren bir anlayış yalnızca düzenin işine yarar.

İlker Belek / SOL

‘İmamın ordusu’ size de yâr olmaz - ALİ SİRMEN

Saygı Öztürk olayların can alıcı noktasını yakalayıp çok önemli ve ilginç haberleri ulaştırmakta mahir bir usta gazeteci. Son olarak patlattığı haber de Kırşehir Hoca Ahmet Yesevi İmam Hatip Lisesi ile ilgili. Bu imam hatip lisesi yeni öğretim yılında, öğrencilerin daha büyük ölçüde kendilerine yönelmesini sağlamak üzere şu müjdeyi veriyor:
- İmam hatip liseliler askeri yüksekokullar ve polis okullarına girişte tercihen ayrıcalıklara sahip olacaklardır. 
 
Son yıllarda sayıları hızla artmış olan imam hatip okulları “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmek amacını iftiharla ilan eden AKP iktidarı tarafından kendi “arka bahçesi” olarak görülmekte ve laik eğitimi tasfiye edip hızla dinselleştirme yolunda bu okulların sıçrama tahtası olarak kullanıldığı gerçeği açıkça ilan edilmektedir.

 
Laik eğitimi Cumhuriyetin temeli olarak görenlerin imam hatip okullarının meslek lisesi işleviyle sınırlı kalmasını istemelerinin nedeni, bunların laik eğitimin tasfiyesinde kullanılacak arka bahçe konumlarına doğru tanı koymuş olmalarıydı. 
 
“Dindar ve kindar” nesiller aracılığıyla yalnız laik eğitimi tasfiye etmekle yetinmek niyetinde olmayan, buna bir de laik Cumhuriyetin laik ordusunu “imamın ordusu” haline getirmek hedefini ekleyen AKP iktidarı şimdi arka bahçe imam hatip okullarını bu hedefe ulaşmakta da bir araç olarak kullanmaya hazırlanmaktadır.
***
TSK, “imamın ordusu”na dönüştürülme tehlikesini görmüş, zamanında buna karşı tedbirler almıştı. Ama AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte yürütmenin YAŞ içindeki etkisiyle bu önlemler geçersizleştirilmiş, “imamın ordusu”na giden yolun önü açılmış, Ergenekon ve Balyoz ile benzeri davalar yoluyla yapılan tasfiyelerin de eklenmesiyle, TSK’nin, içinde Fethullahçıların at oynatmalarının önündeki bütün engelleri kaldıracak şekilde, dizginleri ellerinde tuttukları örgüt haline gelmesi sağlanmıştır. 
 
TSK mensuplarının Mustafa Kemal’in askerleri olmalarından (oysa Mustafa Kemal’in askerleri o üniformalılardan çok, Cumhuriyetin sivil irfan ordusunun neferleri öğretmenlerdi) korkanlar, Mustafa Kemal’in askerlerinin önünü tıkıyoruz derken Fethullah Gülen’in askerlerinin, dolayısıyla da “imamın ordusu”nun yolunu açmışlardır. 
 
15 Temmuz girişimini sağlayan da bu gelişme olmuştur. 
 
Kimi kaynaklara göre şu anda bunca tasfiyeye rağmen FETÖ en etkin güç konumunda olup bunların temizlenmesi bir türlü mümkün olmamakta veya olamamaktadır. 
 
Burada tek tartışma konusu olan iktidarın bu tasfiyeyi, isteyerek mi yapmadığı, yoksa elinde olmadan mı yapamadığı hususudur. 
 
Aynı durumun yargı bünyesinde de geçerli olması, olayın TSK açısından önemini ortadan kaldırmıyor.
***

Prof. Dr. Süheyl Batum’un parlamento üyesiyken yaptığı “Meğerse ordu kâğıttan kaplanmış” saptamasını sevinçle karşılayanların öngöremedikleri husus ise “imamın ordusu” konumuna sokulmuş Silahlı Kuvvetler örgütünün kendilerine de yâr olmayacağıdır. 
 
Arkasındaki tetikleyiciler kim olursa olsun, 15 Temmuz girişimi “imamın ordusu”nun bütün iktidarlar gibi AKP iktidarı için de tehlike oluşturduğunu tereddüde yer bırakmayacak açıklıkla göstermiş bulunuyor. 
 
İşbaşında hangi iktidar olursa olsun, güvenliği için, Cumhuriyetin ordusuna ihtiyaç duyacaktır.
Bu gerçeği görmemekte ısrarla direnenleri şimdiden uyaralım:
- Her türlü maceracı etkiye açık “imamın ordusu” size de yâr olmaz.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bana danışmanını söyle - ÖZGÜR MUMCU

Uganda Devlet Başkanı Yoweri Museveni’nin 98 danışmanı var. Maaşlarının senelik toplamı yaklaşık 2 milyon 300 bin dolara denk geliyor. Bunlara ek 77 bakan ve 22 daimi sekreter de başkan Museveni’nin emrinde. Uganda medyasında bu kadar çok danışmanın ne işe yaradığı sorgulanıyor. Danışmanların aldıkları parayı hak edip etmedikleri tartışılıyor. Şaşırmayın. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2017 Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Uganda, Türkiye’den 43 basamak yukarıda. Öyle olmasa bu bilgileri Uganda’nın önemli gazetelerinden Daily Monitor’dan öğrenmem mümkün olmazdı. 
 
Malawi medyasında, başkan Arthur Peter Mutharika’nın gereksiz sayıda danışmanı olduğuna ve bunların kamu kaynaklarından nemalandığına dair haberler yer aldı. Malawi hükümeti derhal bir basın açıklamasıyla vaziyete açıklık getirdi. Açıklama, başkan danışmanı sayısının da danışmanların maaşlarının da kamuya açık bilgiler olduğunun altını çiziyor. İddiaları çürütmek amacıyla danışmanların isimleri, dereceleri ve maaşları basın açıklamasına eklenmiş. Dileyen Malawi Haber Ajansı, Mana’dan konunun ayrıntısını öğrenebilir. Malawi, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’den 85 basamak yukarıda. 
 
Güney Afrika’da başkan Jacob Zuma’nın danışman sayısı ve maaşları tartışma konusu olduğunda bir milletvekilinin talebi üzerine başkanlık ofisi danışman sayısını, kim olduklarını ve maaşlarını resmen açıkladı. Güney Afrika, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’den 124 basamak yukarıda.
Güney Sudan Devlet Başkanı Salva Kiir, 2016’da 10 yeni danışman atadı. İnanır mısınız, Başkan Kiir’in eski başkan yardımcısı ve şimdiki rakibinin muhalefetteki Sudan Halk Özgürlük Hareketi’nden kimsenin danışman atanmaması eleştirildi. 2011’de bir iç savaştan sonra kurulmuş olan Güney Sudan, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’den 10 basamak yukarıda. 
 
ABD’de başkan danışmanları önemli bir konu. Danışmanlar Kongre ve Senato’nun denetimi altında.
Bütün bunları bana yazdıran Cumhuriyet gazetesi muhabirinin Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Başkanlığı’na Bilgi Edinme Kanunu kapsamında sorduğu soruya aldığı yanıt. Soru basit: “Kaç danışman var ve maaşları ne kadar.”  
Yanıt daha da basit “Sana ne”.
Haksızlık ettim yanıt şöyle: “Kurum ve kuruluşların, kamuoyunu ilgilendirmeyen ve sadece kendi personeli ile kurum içi uygulamalarına ilişkin düzenlemeler hakkındaki bilgi veya belgeler, bilgi edinme hakkının kapsamı dışındadır.”


Yani Türk kamuoyunun Uganda, Malawi, Güney Afrika hatta neredeyse Güney Sudan kamuoyu kadar değeri yok. 
 
“Milletin adamı”nın Halkla İlişkiler Başkanlığı milletten neden kaçmaktadır? Ne gizlenmektedir?
Uganda ve Malawi’de açıklanmasında sakınca olmayan bilgiler bizde neden devlet sırrı gibi saklanmaktadır? 
 
Danışmanlarınız kim ve ne kadar maaş alıyorlar? 
 
Malawili ve Ugandalı başkan danışmanlarının kimliğini ve maaşını bilip ülkemizdekini bilemememiz bir hayli tuhaf değil mi? 
 
Türkiye’nin itibarını çiğneyen bu yanıtı veren Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Başkanlığı’nın amacı milletten bilgi saklamak ve ülkemizi Üçüncü Dünya diktatörlüklerinden aşağı seviyede göstermek midir? 

Sayın cumhurbaşkanı herhalde bu konuya bir açıklık getirecektir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Artık sahnede Kaddafi var - MUSTAFA K. ERDEMOL

Uğruna uçak da kaçırılmıştı. Hava korsanlarının şartlarından biri Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin 2011’den beri gözaltında bulunan oğlu Seyfülislam Kaddafi’nin serbest bırakılmasıydı.

Otorite boşluğunun olduğu, çift başlılığın hüküm sürdüğü ülkede korsanların taleplerini dikkate alacak bir merci yoktu elbette. Eylem herhangi bir sonuç alınamadan sona erdi. Hava korsanlarının Libya’da Kaddafi yanlısı küçük bir grup olan El Fetih El Cedid üyeleri olmaları da pek konuşulmadı.

Bu hareketin Libya’daki durumu nedir, pek bilgimiz yok. Ancak Kaddafi yanlısı hareketlerin, Kaddafi’nin vahşice öldürülmesinden sonra da varlıklarını sürdürdüğünü, yok edilemediğini biliyoruz. Yok edilmek bir yana neredeyse idam edilecek olan Seyfülislam Kaddafi’nin serbest bırakılmasını sağlayacak bir güce eriştiğini anlayabiliyoruz bu hareketlerin. Kaddafi yanlıları artık gerçek bir silahlı güç durumundalar. Bir Amerikan yetiştirmesi  olan General Halife Hafter’in silahlı gücünün önemli bir bölümünü Kaddafi yanlıları oluşturuyor. Hafter ile Kaddaficiler hem İslamcılara karşıtlıkta hem de tek Libya’yı kurma konusunda ortaklar. Bunun dışında Kaddaficilerin neredeyse tamamı Hafter’den hazzetmiyor. Ancak onunla hareket etmenin belki de IŞİD’e karşı mücadelelerinde ABD desteğini sağlayacağını düşünüyorlar.

Büyük bir emperyal çullanmayla parçalanan Libya’da İslamcılar sanıldığı kadar başarı göstermiş değiller. Kaddafi sonrası yapılan seçimlerde iktidara gelen İslamcılar uzun süre yönetimde kalamadılar. Bir sonraki seçimlerde batı yanlılarının, liberallerin oluşturduğu bir hükümet kuruldu. İslamcıların muhalefetinin şiddetlenmesinin nedenlerinden biri de budur. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Trablus hükümetinde işte bu İslamcılar hakim. Ancak dünyada resmi olarak tanınan hükümet Tobruk’da kurulu olan hükümet.

Muammer Kaddafi’nin Libya’da asla küçümsenemeyecek bir etkisi var, hala. Ölümünden sonra da buna tanık olundu. Fizan’da, Kaddafi’ye karşı ayaklanan Bingazi ile Misrata’da bile azımsanmayacak bir Kaddafi taraftarı mevcut. Bu son zamanlarda ortaya çıkan bir gerçek değil. 2012’de de ciddi bir gücü vardı Kaddaficilerin. Bir ara Muammer Kaddafi yanlısı Libya Ulusal Halk Hareketi (LUHH) seçimlerde aday bile çıkardı ancak batılı güçler ile ülkedeki işbirliklerince engellendi bu girişim.

Libya Ulusal Halk Hareketi’nin kurucuları Kaddafi döneminde bile özel sermayeye karşı oluşlarıyla bilinen “millici” figürler. Kaddafi’nin öncülüğünü yaptığı 1969 Libya Devrimini’nin ilkelerine, ideallerine son derece bağlılar. Dolayısıyla Seyfülislam Kaddafi bu hareket için özel bir anlam taşıyor. Hafter güçlerinin içinde yer alan LUHH’un oğul Kaddafi’nin serbest bırakılması için çaba sarfetmesi şaşırtıcı değil.

Libya’nın doğusunda kurulu Tobruk hükümetinin kararı uyarınca oğul Kaddafi’nin serbest bırakılması Kaddaficilerin siyasette de iyice denge unusuru haline geldiğini gösteriyor. Ne tür pazarlıklar oldu kimbilir. Yakında anlarız.

Dünyanın resmi olarak tanıdığı Tobruk hükümetinin bu kararı, Türkiye’nin de desteklediği islamcı Trablus hükümetinin de yenilgisi bir anlamda. Bu karar aynı zamanda “tanınmış Libya Hükümeti”nin kararı olduğu için dünya kamuoyundan da olumsuz bir tepki görmeyecektir. Tam tersine 44 yaşındaki Seyfülislam Kaddafi, Batı tarafından toparlayıcı bir ad olarak öne sürülebilir de. Çünkü babasının zamanında bile Batı’yla ilişkilerin geliştirilmesine çaba göstermişti, hatta babasını ülkede reformlar yapma konusunda ikna ettiği de söylenir. Şimdi gittikçe derinleşen bir kaosun içine yuvarlanan Libya’da durumun ülkeyi bu hale getirenler açısından da kontrol edilemez noktaya gelmesi yeni arayışları tetikledi. Hafter’e karşı bir ABD desteğinin olduğu sır değil. Hafter’in ordusunda Kaddafi yanlıları çoğunlukta ancak Hafter Kaddafi yanlısı tüm kesimlerin bütünüyle güveninizi kazanamadı. Ancak ükede İslamcılara karşı en örgütlü güç oluşu Kaddafi yanlılarının Hafter’le birlikte olmalarını gerektiriyor. Hafter açısından ise ülkede birliği sağlayacak güç olarak görünmek önemli, o nedenle ülkenin önde gelen aşiretlerinin Kaddafi’ye hala süren bağlılıklarından yararlanmak durumunda.
Seyfülislam Kaddafi’nin, hem de hakkında uluslararası ceza yasaları uyarınca mahkumiyet kararı da varken serbest bırakılması yeni ittifakların gelişeceğinin işareti. Oğul Kaddafi, belki hemen değil ama çok yakın bir sure sonar Libya’da çok önemli bir aktör olarak karşımıza çıkabilir.

Emperyal güçlerin devirdikleri Kaddafi’nin oğluna muhtaç oldukları anlamına gelir bu.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Nuriye ve Semih açlıkla savaşırken kurulan sofra - ENVER AYSEVER

AKM’yi yıkmaya kararlılar, üstelik bunu “medeniyet” adına yapacaklar… Çok zamandır terk ettiğimiz şehrin merkezi zehirlenecek… Anımsıyorum da: Suna Kan’ı orada dinlemiştim, Güher Süher Pekinel kardeşleri, İdil Biret’i… Rumen şef Galati aileden gibi olduydu… Dünyanın en güzel eserlerini, üstelik bir cep harçlığı fiyatına dinlerdik… Verdi, Puccini orada kazındı belleğimize ilkin… Sonra… Çehov izledik, Shakespeare… Dev oyuncular en güzel tiratlarını söylediler sahnesinden… AKM’yi önce çürümeye terk ettiler, şimdi de yıkacak, yok edecekler… Niyetleri belleğimizi yok etmek, cumhuriyetten iz bırakmamak… Çoğumuz bir konser sonrası ya da oyun… Gezi’ye gidip soluk almadık mı, düşlere dalmadık mı?





Semih ve Nuriye artık Kızılay’a yakın bir yerde değil… Ayakaltından(!) kaldırıldılar… Eh vicdan kanıyor, sorgu başlıyordu onları gördükçe… Nasıl bir açlıktır ki bu, bir türlü sonlanmaz, nasıl bir suçtur ki bu mahkeme zamanı bir türlü gelmez… Ölüme terk edildiler, sosyal medyada isyan eden, inadına bu acıyı yüreğinde taşıyan üç beş kişi dışında gündemden düşmesi yakındır… Şehir meydanları sadece iktidarın dilini konuşanlara terk edilecek demek… Kim  bilir, belki artık onulmaz yaraları iyice derinleşti Nuriye ve Semih’in… Belki zaman çoktan sonlandı… Eğer yarın tabuta konurlarsa, ardından ses vermeye hakkı olmayacak çoğumuzun… Ey halk, ey bu sayıyla ölçülemez kalabalık… Bu açlık karşısında sözün yok mu?

Ramazan geldi ya… Nefsini terbiye etmek için oruca duracak ahali… Bu çağda, illa bir acıyı tanımamız, sancıyı hissetmemiz için tecrübe etmek zorundaysak eğer yandı gülüm keten helva… İbadetin görünmesi meğer asıl mesele… Bilmiyor değilim de, hiç bunca gösterişe indirgendiğine tanık olmadım. Ankara’nın göbeğinde ekmeği için direnenlere kör ol, pes doğrusu… Bir de ‘oh’ olsun diyenler var ya… İktidarın kayığında sallanmanın bedeli vardır… Günü gelir… AKP genel başkanı iftar vermiş, koşturarak gitmiş, yaldızlı koltuklarda, sanki o güne dek bir lokma ekmek yememiş gibi saldırmışlar sofraya…

Denize nazır saltanat sofrasından, kendine güç devşirmek için fotoğrafa girmeye çabalayanların çoğunu tanıyoruz… Topçu, popçu, oyuncu, manken… Yüzlerine baktım, ellerini kaldırmış Tanrıya yakarıyorlar… Suratlarda bir kova boya… Tanrı görmez mi o riyayı… Her elini açana inanır mı Tanrı… Eğer inanıyorsa sizin bu kepaze hallerinize, çoktan istifa etmeli Tanrı, çoktan… Yaradan utanmıştır bu hallerinizden de, ben mi yarattım bu alçaklığı, diye esef etmiştir… Cehennem burası… Bir lokma için saatlerce fabrikalarda canıyla kanıyla çalışanların, fetva ile kıdem tazminatının gasp edildiği sofraların kurulduğu yerdir… Göçmen çocukların ekmek dilendiği sokaklardır… Cehennem burası değil de, neresi?..

AKP genel başkanı haklı olarak isyanda: “İktidar olduk her yerde, kültür sanatta nafile, olamadık” diyor… E olamazsın… Karşındaki kalabalığa bak… Bunlardan hangisi bir tek satır yazabilir? Şiiri nerede o toplanan güruhun… Bunların söylediği şarkıdan, türküden ne olur ki… Eğer her davet ettiğinde RTE, elinde tuzla koşturan bu bol boyalı, şatafat düşkünü kimselerden bir kültür yaratırsan, sen de boğulur, düşkünleşirsin, demiyor mu danışmanlar mesela… Üstelik sarayın tüm odalarını dolduracak kadar bollar, ne işe yararlar… Eğer ki halkı açken iktidar sofrasında caka satıyorsa biri, ona sanatçı denir mi… Bak dün Dolmabahçe’ye geldilerdi, hani Kürt sorununu çözmeye… Sonra koştular Yenikapı’ya, birbirlerini ezerek… Şimdi de o sofraya iliştiler…


Eğer biri kalkıp: “AKM kimsenin babasının malı değildir, halkındır yıkamazsın!” diyemiyors eğer…

Biri: “Nuriye ve Semih açlıktan can verirken, biz bu sofrada ne yapıyoruz, adaletsizlik karşısında susan dilsiz şeytandır” diye haykıramıyorsa gözlerinin içine bakarak…

Kimden ne bekliyorum ben…

Saf değilim ya, neyse…

Sahi o gün Tanrıyı mı, kendinizi mi, halkı mı kandırdığınızı sanıyorsunuz?

Burası cehennemdir. AKM çürümeye bırakıldı sanıyorsanız, yanıldınız…

Çürüyen, pis kokan insanlığımızdır insanlığımız…

Eli kalem tutanlar sizi de yazıyor, yazacaklar …

Enver Aysever / BİRGÜN

14 Haziran 2017 Çarşamba

“Nesin Vakfı” Ensar’ların panzehiridir buna göre davran oğul Ali! - ENVER AYSEVER

Tarık Akan hayattaydı, o gece neşemiz yerindeydi, bakıyorum fotoğrafımıza… “Nesin Vakfı” gecesinden bir anı… Etrafımızda çocuklar, gençler, neşemizin sebebi onlar; kimse memnun değil memleketin halinden… Duvara Aziz Nesin’i ve vakfı anlatan bir görüntü yansıyor… İzliyoruz sevinçle… Hepimiz Aziz Dede’nin dostu değil miyiz? O gece sahnede ben de vardım, karınca kararınca katkı yaptık… Kısacık bir konuşma yapmıştım ve Ali Nesin de ardından yanıt vermişti. O gün ne dediysem aynı yerdeyim ben…
Bu yazı bir borçtur…
Büyük adamların/kadınların çocuğu olmak zordur. Kimi babasının, anasının mirasına konarak büyüyor, kimi bir yük, bir kambur olarak sırtında taşıyor bir ömür o adı! Güç, bilemeyiz nasıl bir dert, sorumluluk bu. Ne bekler insan peki bu kimselerden? Hiç değilse büyük hata yapmasın isteriz… Kolay değil herkese babalık, analık, önderlik etmiş insanların soyundan gelmek…

Anne babaların faturasını evlatlara çıkarmak aptalca kuşkusuz! Lâkin elde olmadan; “Yahu bir anana/babana bak, bir de şu haline!” dendiği oluyor… Oysa yaşam biricik ve herkes kendi öyküsünden sorumlu…
Konu Ali Nesin… Neye tekabül ediyor bu adam? Bize borcu nedir? Bunu düşündüm uzunca. İlkin öfkeyle verdiğim tepkiye, bir de serinkanlı bakayım, dedim. Aziz Nesin’in akıllı bulduğu için ayrı tuttuğu çocuğu Ali. Büyük adam olmasını bekliyor ondan. Kaldı ki oluyor da: Matematik Profesörü Ali Nesin oluyor! Bize borcu nedir peki?
Aziz Nesin gibi bir adam, yazdıklarını kenara koyun, salt yaşamıyla bile ilgi çekici. Kaldı ki Aziz Nesin eylemci biri, gözünü budaktan sakınmadan gericilikle vuruşmaya girişmiş, bedel ödemiş bir aydın. Çocukları onun gibi olmak zorunda mı? Değil. Peki, çocuklarının yükümlülüğü nerde başlar, nereye dek uzanır? İşte bu iyi ve değerli bir soru…


Aziz Nesin ödünsüz, kavgacı, sözünü esirgemeyen zor bir adamdı. Örnek bir aydınlanmacı ve sosyalistti. Kimsenin cesaret edemeyeceği konularda yazan, yeri geldiğinde şeytanın avukatlığını yapan, bedel ödemekten kaçınmayan bir aydın. Toplumcu bir yazar olmanın sorumluluğu neyse yerine getirdi. Siyasal yanılgıya düştüğüne ben rastlamadım. Keskin biçimde gericilerle, yobazlarla yollarını ayırmış bir yazardı Nesin. Ateist olduğunu gizlemedi. Üç cilt yaşamöyküsünü okuyanlar tanık olacaktır tüm bunlara…

Aziz Nesin yokluktan ama her tür yoksullukla birlikte sürülen bir yaşamdan geçerek kendini inşa etmiş biri. Bu ülkenin çocuklarına duyduğu sevgi ve sorumlulukla “Nesin Vakfı”nı kurdu. Çocukları ona: “Aziz Dede” dediler. O bahçeye gömülmek istedi ve yaşamının en büyük armağanının çıplak çocuk ayakları altında huzurla uyumak olduğunu söyledi. Gerici bir çevreden güçlükle çıkıp, askeri okula girdikten sonra; oradan da kovulup, devrimci olan bu adam, tüm memleketin yazgısını önümüze serdi. Ya çocuklar kurtulacaktı ya hepimiz bu felaket uçurumuna yuvarlanacaktık…

Oğul Ali Nesin kendi payına liberal ya da sol-liberal olma hakkına sahip. Öngörüsüz davranıp, örneğin Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi kumpas davalarının vesayetin ortadan kalkması için açıldığı yanılgısına düşebilir.
RTE gibi Cemaat’in samimi bir eğitim seferberliğine giriştiğini, demokrat olduğunu sanıp “kandırıldım” da diyebilir. 2010’da yapılan halkoylamasının nasıl büyük bir üçkâğıt olduğunu görmeyip, onca matematik birikimine karşın “yetmez ama evet” demek ahmaklığını da kendine layık görüp, bunda hâlâ ısrar da edebilir. Belki arkadaş çevresi bozuktur, o yüzden Mustafa Kemal’i yanlış tanımış da olabilir. Mustafa Kemal ortadan kalkınca boşluğu siyasal İslamcıların doldurduğunu göremiyor da olabilir (Başta Tarık abiden bilerek söz açtım, Mustafa Kemal sevdalısıdır). Ya da tercihen kördür belki… Peki, ne olmaz biliyor musunuz?..

Oğul Ali, babasından aldığı gücü kötüye kullanamaz. Kendi edinmediği bir şöhreti, siyasi etkiyi çarpıtamaz. O halde gayet basittir mesele. “Nesin Vakfı” cemaatlerin panzehridir, Ensar’lara karşı direniştir. “Kindar Nesil” isteyenlere karşı, aydınlanmacı, devrimci çocuklar yetiştirmenin yoludur. Oğul Nesin basında konu olan her sözüyle bu vakfa zarar veriyor. Aziz Nesin dostları, hayranları üzülüyor, düş kırıklığı yaşıyor. Belki farkında olmadan soğuyor vakıftan. Oğul Ali bu vakıfla bağı olmadığını açıklamalı, varsa kesmelidir. Aziz Nesin’le aynı yolda yürüyen insanlara emanet etmelidir. Hem böylece liberal safsatalarını daha rahat dile getirir hem de hakkı olmayan bir iktidarı kullanmaz!

Oğul Nesin’e sesleniyorum: Orası babanın malı değil hepimizin!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Katar gibi olmak… - L. DOĞAN TILIÇ

Dünyanın en son model otomobillerini görebilirsiniz Katar yollarında. Klimalarla soğutulan “yok yok” mağazalarını… Bu liste uzar, ama kişi başına milli geliri 130 bin dolara yaklaşan Katar’ın dünyanın en zengin ülkesi olduğunu söyleyip geçelim.

İşte o hesaba bakıp, Katar gibi olmak için can atan çok insan vardır. O Katar, yaptırımlarla karşılaşınca, klimalı muhteşem marketleri bomboş kaldı. Türkiye, İran sebze-meyve, mercimek-nohut göndererek imdadına yetişmese, açlıktan ölebilir kişi başı 130 bin dolar gelirli Katarlılar.

Bugün köşe boş da kalabilirdi; “Hafta sonunda bedenen çalışma sonucu eli kolu tutmaz hale gelen yazarınız yazısını yazamamıştır” notuyla... Küçücük bahçemin otlarını yolmaktan; domateslerin, biberlerin, patlıcanların, salatalıkların dibini çapalamaktan; alabaşları seyreltip söktüklerimi başka yerlere dikmekten; karalahanaların yapraklarını haşlayıp dondurmak için toplamaktan bedenen çalışmaya alışık olmayan bendenizin ağrımayan yeri kalmadı.

Dün CHP Milletvekili Orhan Sarıbal’ın BirGün’deki “Tarım ülkesi Türkiye nasıl dışa bağımlı hale getirildi?” yazısını okuyunca, köşeyi boş bırakmak tarlaları boş bırakmayı düşündürdü, yazdım.
“Türkiye, dünyanın kendi kendine yetebilen yedi ülkesinden biridir” diye ezberlediğimiz, yerli malı haftaları kutladığımız yılların üzerinden çok zaman geçti. O arada “Zeytin mi önemli, tesis mi?” kafalarıyla yönetilirken, bir taraftan en zor zamanlarda kurulan sanayi tesislerini satıp mirasyedi gibi savuran; öte yandan kendine yetmek şöyle dursun, aç kalmasın diye Katar’a gönderdiği bulguru, nohudu da dışarıdan alan bir ülke olduk.

Oysa Katar gibi çölün ortasında oturmuyoruz. Sarıbal’ın giriş cümlesinde dediği gibi; “Coğrafya ve iklim bakımından çok elverişli konumda bulunan ve çeşitlilik gösteren ekolojik bölgelere sahip olan Türkiye bitki çeşitliliği bakımından oldukça zengindir.”
Emperyalizme karşı savaşla kurulmuş bu “zengin” ülke, II. Dünya Savaşı sonrasında Marshall Planı ile tarımını emperyalizmin en azgın saldırısına açtı. Ege’nin zeytinyağını, Orta ve Doğu Anadolu’nun tereyağını yiyen insanlara margarinler dayatıldı. Sümerbank’ın kendi pamuğumuzdan ürettiği basma aşağılandı.

“Zeytinyağlı yiyemem aman /
basma da fistan giyemem aman. /
Senin gibi cahile, /
ben efendim diyemem aman ” türküleri eşliğinde, sağ politikalarla yağmalanan “tesisler” ve “tarım alanları” bizi “zeytin mi, tesis mi” diye sorulan bugünlere getirdi.

Tesis yapanların nasıl tesis yaptıkları belli! Memleketin 23,9 milyon tarımsal üretim yapılan arazisinden yalnızca 6,2 milyon hektarı sulanıyor!
Sulama da “tesis” gerektiriyor ama “zeytin mi tesis mi” aklı, onları tesisten saymıyor. “1991-2002 arasındaki 12 yıllık dönemde 714 bin hektar arazinin sulamaya açılmış olmasına karşılık, 2003-2014 yıllarını kapsayan AKP döneminde ancak 595 bin hektar alan sulamaya açılabilmiş”; yani “AKP döneminde yılda ortalama 50 bin hektar arazi sulamaya açılırken; AKP’den önceki dönemde yılda 60 bin hektar alan sulamaya açılmış.”

Sonuç, doyuracak boğaz sayımız artarken tarımsal üretimimiz düşüyor. 1988’de kişi başına 380 kg buğday üreten Türkiye bugün 290 kg üretebiliyor.

Pahalı girdilerle beli bükülen çiftçiyi; eti, sütü, nohudu, fasulyeyi ucuzlatmak adına ithalatla terbiye etmeye çalışan iktidarlar, sonunda tarlalarını ekmekten vazgeçen, köylerini bırakıp ne iş olsa yapmak için şehirlere göçen kitleler yaratıyorlar.

Dünyanın kendine yeten yedi ülkesinden biri, şimdi buğdayı, nohudu, fasulyeyi, mısırı dışarıdan alıyor. “2002 yılında 1,5 milyon ton olan bakliyat üretimi 2016 yılında 1,1 milyon tona düşmüş”, yani AKP iktidarında yüzde 28 oranında gerilemiş!

Şimdi, zeytin ağaçlarını hedef alan “tesis mi, zeytin mi” anlayışına karşı göğsünü siper edenleri de “dışardan komutayla memleketi karıştırmaya çalışan Geziciler” olarak damgalayan bir iktidar aklı var.

Bu akılla varılacak yer Katar gibi olmaktır; kişi başına milli gelir açısından değil, tarımsal üretim açısından!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Sadece damatlar mı vatandaş? - ÖZGÜR MUMCU

Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırıyı hele iddianamesi çıktıktan sonra iktidar medyasında dahi bir iki meczup haricinde savunabilen kalmadı. Davaya ilişkin her yeni gelişme yakın bir gelecekte bu davayı savunanların fena halde rezil olacağını gösteriyor. Cumhuriyetçileri tutuklatan savcının “FETÖ” üyeliği sebebiyle ağırlaştırılmış müebbetle yargılanmasından tutun, bilirkişi diye atanan kişinin vasıfsızlığına kadar sapır sapır dökülen bir süreç. 

Hele iddianamedeki iddialar? Parke döşetmişsin, parkecinin oğlu “FETÖ”cü şirketle iş yapmış. IMC TV’de çalışan meslektaşına 600 lira göndermişsin. Otel ayırtmak için turizm acentasını aramışsın, telefonlarında ByLock varmış. O haberi neden yaptın, şu manşeti niye attın? Böylesi bir iddianame ya buna mecbur bırakıldıkları için ağlayarak ya da yaptıklarının tuhaflığının zevkini çıkararak kahkahalarla kaleme alınmış olabilir.

İddianamedeki sözüm ona en önemli iddialardan biri ByLock bulunan telefonlarla “irtibat” halinde olmak. En dikkat çeken ise gazetecilik kariyeri Gülen cemaatine karşı uyarı ve eleştirilerle dolu olan Kadri Gürsel’in irtibatları. Az buz değil 92 ByLock kullanıcısıyla irtibatta olduğu ileri sürülüyor.
Tabii bu öyle bir iddianame ki, irtibattan ne kastedildiği belirsiz. Lehte ve aleyhte delilleri toplamak yükümlülüğü bulunan savcılık makamının söz konusu belirsizliği bilerek yarattığı ortada. Savcılığın yapması gerekeni Kadri Gürsel yaptı ve “irtibat”ın iç yüzünü açıkladı. 

Operasyon mağduru polis yakını” oldukları gerekçesiyle iki kişi Gürsel’i aramış. Gürsel aramalara cevap vermemiş. Sonrasında 27 Temmuz -1 Ağustos tarihleri arasında beş gün boyunca 79 kişi Kadri Gürsel’i sms bombardımanına tutmuş. 

Mesajların hiçbirine cevap verilmemiş. Geri kalanlar ise kamuoyunda cemaatçi oldukları bilinen ve zamanında AKP’nin el üstünde tuttuğu gazetecilerle, meslek icabı yapılan görüşmeler. 

Gülen cemaatiyle mücadele adı altında yürütülen Cumhuriyet davası gibi mesnetsiz davalar, cemaate müthiş bir imkân sağlıyor. Cemaatle uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerin hapse atılması, özellikle yurtdışında cemaatin mağduriyet kartını rahatlıkla kullanmasına yol açıyor. İşin siyasetteki önemli isimlerine dokunulmayıp cemaatin alt kademesindeki darbe girişiminden bihaber binlerce insanın hakikaten mağdur edilmesi de cabası. 

Bugün yurtdışında telefonlarında ByLock bulunan kişiler benim ya da sizin telefonunuzu aramaya başlasa, sms ’lerle bombardımana tutsa tutuklanmak işten değil. Bu kadar basit. Hukuk devleti yıkılmış, hukuki güvenlik ilkesi yerle bir. Cemaat mensuplarının hukuksuzluğu iyice pekiştirmek için ya da düşerken sizi de yanına çekmek için yapması gereken sadece bu. Telefonunuzu bulup sizi aramak. 

Onlara bu imkânı sunan ise işlemeyen adalet mekanizması. İddia olmayan iddialarla iddianame hazırlayanlar, bu anlamsız metinlere hukuki bir belge muamelesi yapanlar. İnsan, Cumhuriyet davasının ortalığı toza dumana bulayıp cemaati korumak için açılıp açılmadığını merak ediyor. Özellikle süreci başlatan savcının “FETÖ” sanığı olduğu göz önünde bulundurulursa.
Tekrar edelim. Bu iddianamede ilaç için bir adet bile iddiaya benzer bir iddia bulunmamaktadır. Siyasi kumpas davalarına alışık yargımız için dahi fantastik bir örnektir Cumhuriyet iddianamesi.
ByLock’çuların dilediğini arayarak hapse attırabildiği bir anlayış adalete değil cemaat çetesine hizmet eder. 
Tutuksuz yargılanmak için damat değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın yettiği bir ülke istemek, herhalde aşırı bir talep değil.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Rabia lapsusu - TAYFUN ATAY

Başbakan Binali Yıldırım’ın yüzünü Allah hep güldürsün!..
Çünkü o, bizim yüzümüzü hep güldürdü ve güldürmeye de devam ediyor.
Yıldırım, 2000’ler Türkiye’sinin gidişatına genelde trajik bir damga vuran siyasal dinbazlığın yer yer komedi formatında da karşımızda belirmesini mümkün kılan bir şahsiyet olarak ayırt edilebilir.
Onun “15 Temmuz” dehşetini açıklama yolunda sarf ettiği ve siyasal tarihimizin belki de en kâbus hadisesinden bile adeta mizah türettiği sözünü unutmak mümkün mü?!
Biz, darbeden öte “Dâbbe” demiştik yaşanan/ yaşatılan dehşeti açıklamak için… O ise “Yahu kasmayın bu kadar” dercesine nasıl “veciz” yorumlamıştı olan biteni, hatırlayın:
“Cuntacılar conta yakmıştır.”
***

Sayın Başbakan önceki gün de benzer şekilde temaşa sanatından bir başka eşsiz örnek verircesine yüzümüzü güldüren bir lâf etti.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin parti tüzüğüne eklenen “Rabia” işaretine yönelik eleştirisini yanıtlarken, “Dörtleme”nin sırasını “yine” tutturamaması vesile oldu buna.
Yine” diyoruz, çünkü kendisi de teslim ediyor ki sıralamayı bir türlü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sular seller gibi döktürdüğü şekilde doğru zikredemiyor.
Bu çerçevede şöyle esprili bir dille yakınmış bu beceri eksikliğinden:
“Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan… Yine sıralamayı karıştırdım! Cumhurbaşkanımız sürekli bana diyor, ‘Şunun hâlâ sıralamasını doğru yapamadın’. Kafaya, hafızaya bir kere yanlış kaydoldu. Şimdi doğrusunu söyleyelim: Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. MB, Merkez Bankası; VD, Vergi Dairesi.”
***

Müthiş değil mi?! Başbakanımız “Rabia”yı zihnine öyle bir “kodlama eğilimi” içinde ki vatan, millet, bayrak ve dahi devlet gibi “ulvî”, “manevî” ve “kutsî” addedilen değerler, “banka”, “vergi”, yani amiyane deyişle “para-pul” gibi maddi mi maddi, süfli mi süfli unsurlar üzerinden ancak yerli yerine oturtulabiliyor.
İşte tam da bu yüzden diyoruz ki bu iktidar için “dindar” değil “dinbaz” nitelemesi çok daha uygun ve yerinde.
Evet, karşımızda imanı-ameli tam, itikadıibadeti yerinde, dini bilen bir siyasi kadro var.
Gel gelelim bu “yetkinlik”, dine sahip olmak (“dindarlık”) değil, dünyaya (“masiva”) sahip olmak yolunda kullanılıyor, seferber ediliyor, işlerliğe sokuluyor.
O yüzden bilinciniz “millet-bayrak-vatan-
devlet” gibi dinen de yüceltilen değerlerin sıralamasını, belli ki bilinçaltınıza hâkim, orada aslîleşmiş maddi-dünyevi değerler ve onların hayatın içindeki kurumsal karşılıkları desteğiyle ancak yapabiliyor!..
Sözde yaygın “vatan-millet-bayrak”, özde etkin “banka-vergi-para” vasıtasıyla doğru sıralanıp dillendirilebiliyor.
Freud’ün ruhu şâd olsun!..
***

Bu fakir ve onun gibi pek çoklarına ilkokulda “Sağa dön, sola dön” komutları verilirken şaşırmayalım diye annelerimiz “Solum soğan, sağım sarımsak” şeklinde kodlamayı öğretmişti bize, onu da hatırladım bu arada…
Fakir fukaranın kodlaması öyleyse zengin egemenin kodlaması da böyle işte: “Merkez Bankası, Vergi Dairesi”!.. 

***
Ne diyelim, Allah önünüzü açık etsin, “Rabia”nız mübarek olsun!..
Olsun da…
Alimallah, ya kodlamada da devreleri karıştırıp;
“Tek Merkez, tek Banka, tek Vergi, tek Daire” derseniz;
Nice olur halimiz?!
***

(“Lapsus”, Freudyen psikolojide bir kişinin konuşmasında ya da yazdıklarında bilinçaltı motif, itki, arzu ve tutumları açığa çıkardığı düşünülen ifadeleri, ifade yanlışları ya da sapmalarını anlatmak üzere kullanılan terim.)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Uyumlu’ avukat projesi - ÇİĞDEM TOKER

İki talimat iki haber:
- TBMM, İçtüzük değiştirilmeden tatile girmeyecek.
- AKM yıkılacak.
İki haberi aynı ortak paydada birleştiren özellik ise;
OHAL rejimi altında yapılan ve yasaya aykırı sonuçlandırılmış referandumun ardından yürürlüğe giren Partili Cumhurbaşkanlığı’nın karakterini güçlü temsil etmesi.
İçtüzük, “TBMM’nin Anayasası” diye nitelenen kurallar seti.
Değişikliğin amacı, TBMM’yi referandumda oylanmış anayasaya uygun biçimde şekillendirmek. Türkiye’de toplumsal hayat sanki bahar havasında, demokrasi içinde akıyor gibi, “her partinin kendi içtüzük değişikliğini getireceği” gibi samimiyetsiz çağrılar eşliğinde iktidar kurallarının dayatılacağı ve geçirileceği bir değişiklik.
Bir başka deyişle, dokunulmazlıkların kaldırılması projesine “Anayasaya aykırı ama evet” denildiğinden bu yana hükmü zayıflayan TBMM’yi büsbütün etkisiz kılacak bir hamleden söz ediyoruz aslında.

Avukat hâkimin memuru olamaz
Gazetecilerine, akademisyenlerine, yargıçlarına, savcılarına, öğretmenlerine, on binlerce kamu görevlisine, insafsızlık ötesi haksızlık hukuksuzluk yaşatılan, hukuk devletinin kâğıt üzerinde kaldığı bu ülkede, şimdi de avukatlar “uslu” hale getirilmek isteniyor. 

 
Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”, Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğü’nün web sitesinde görüşe açıldı. 
 
Bu taslağın ilgili maddesi ile hâkime, gördüğü bir davada, davanın avukatını salondan ve bütün davadan uzaklaştırma yetkisi veriyor. Maddede sözüm ona bu yetkinin çerçevesi çizilmiş ve belli koşullar sıralanmış. Özetleyecek olursak; avukatın bir disiplin suçu işleyerek duruşmanın ertelenmesine yol açması, sonraki duruşmalarda da yeniden benzer fiili işlemesinden söz ediliyor. Böyle bir halde -ki, o hali tanımlayacak olan kişi de hâkimavukat salon dışına çıkarılacak, o dava da savunmasız devam ettirilecek. 
 
Ankara Barosu, tutumunu hemen belirledi. Zaman yitirmeden ve net biçimde. Amaçlananın “uyumlu avukatlık” olduğunu, bu düzenlemenin avukatı memurlaştıracağını bildirdi. Kimin memuru diye sormaya gerek var mı? Baro değerlendirmesinde, aynı yasanın bir başka maddesine göre avukatın duruşmadan dahi çıkarılmasının mümkün olmadığı, bu konuda açık hüküm bulunduğunu vurgulanıyor. 
 
Ankara Barosu, kurulmak istenen avukatlık modelini kesinlikle reddediyor. Diğer baroların nasıl ses vereceği, önümüzdeki günlerde izlemeye değer konulardan biri olacak.
 
Taslak maddenin bu şekliyle yasalaşması, savunma hakkının cendere altına alarak avukatsız yargılamanın önünü açacaktır. Mevcut ortamda bu ihtimalin gerçekleşmesi imkânsız değil. Taslağın TBMM’ye taşınma süreci ile TBMM’nin İçtüzük değişikliği üzerinden etkisizleşmesi sürecinin iç içe geçecek olması, konuyu daha yaşamsal kılıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET