21 Haziran 2017 Çarşamba

Suriye’nin Leningrad’ı - CEYDA KARAN

Suriye’nin Stalingrad’ı Halep’ti. 

 
İhvan’dan El Kaide’ye uzanan şeriatçı gruplar önce 2011 yazında silahlı isyanlarına katılmayan Haleplileri “hain” ilan etmişti. Haleplilerin bir kısmı bir sene sonra bu grupların mahallelerine yerleştiğini gördü. Şehir yıllarca Batı medyasında “Suriye ordusunun kuşatması altında” diye sunuldu. Aksine asla tümüyle cihatçı grupların eline düşmemişti. Ve yıllar süren ağır savaşın ardından Halep, doğu mahallelerinde sıkışan gruplardan ancak altı ay kadar önce özgürleştirilebildi.
Batı’daki medyacıların El Kaidecilere dayanarak yürüttüğü, çocukları meze yaptığı kampanyaları boşa çıktı. Bugün kurtarılmış ve eski haline dönmeye çalışan Halep’ten söz açmıyorlar. En son birinci sayfalarını süsledikleri “Ümran”la ilgili yalanları serilmişken, edecek kelamları yok. 

***
Suriye’nin Leningrad’ı ise Deyr ez Zor’dur.
İkinci Dünya Savaşı’nda Eylül 1941’de Nazi Almanyası’nın kuşatması altına giren, bugünkü ismiyle St. Petersburg. Leningrad, Ocak 1944’te Sovyet güçleri yetişene dek 872 gün kuşatma altında kalmıştı. En yıkıcı ve ağır kayıpları vermiş şehirlerdendi.
Tıpkı bugün IŞİD tarafından iki seneden fazladır kuşatılmış olan 100 binden fazla sivil ve Suriye ordusu birliklerinin sadece havadan yardım aldıkları Deyr ez Zor gibi. Haritayı açıp bakın. Suriye’nin doğusunda küçük bir adacık göreceksiniz. Onları kurtarmak Suriyeliler için “onur meselesi”.
Ne ironik ki Batı’da kimse Deyr ez Zor’dan da, 100 binden fazla sivilden de söz etmiyor. Onlar için medya kampanyaları yok. BM gık demiyor. Yine misal Suriye ordusunun sıradan ailelerin evlatlarından oluşan askerleri Batı medyasının medyatik savaşçıları olamıyorlar. IŞİD’le mücadeleyi dillerinden düşürmeyen Batılılar, niçin Deyr ez Zor’dan söz etmezler? Çünkü orası, yasadışı bir savaşta bir ülkeyi etnik ve mezhep hatlarına göre bölme planının parçası. Malum “mikronlarına bölünmek” bu topraklarda trendy.
***

ABD işgal güçleri pazar günü bölgede Suriye Hava Kuvvetleri’ne ait bir SU-22’yi düşürdü. Suriye ordusu, uçağın IŞİD mevzilerine saldırırken vurulduğunu iddia etti. Suriye’de “IŞİD’le savaş” temasıyla bulunan ABD ordusu, SU-22’nin SDG’ye saldırdığını ve “nefsi müdafaa” için vurulduğunu öne sürdü. Tabii uluslararası hukukta eylemi tümüyle yasadışı. Rusya bunun “ağır saldırganlık” ve “teröristlere yardım” (yine IŞİD’e yaradığından) olduğunu duyurdu. Rivayet o ki olayda SDG’nin bazı unsurlarının provokasyonu söz konusu. Bilmek mümkün değil.
Haritaya bakınca hakikat yüze çarpıyor. Güney çıkışı hariç üç koldan sarılmış Rakka, olay yerinin kuzeydoğusunda, çok uzakta. SDG, Rakka’yı aşacak şekilde güneye sarkmış. Dolayısıyla asıl soru kimin kimi vurmaya çalıştığı değil, kimin, nerede, ne aradığı…
Suriye ordusunun hedefinde Deyr ez Zor var. Oraya Palmira’dan da yükleniyor. Ama 130 km’lik mesafede el Suknah gibi IŞİD kalesini aşmak gerek. Kuzeyden 100 km’lik mesafedeki Rusefa en mantıklısı. İşte uçağın vurulduğu yer burası. Yani ABD komutası önlerini kestirmiş oluyor. 

***
ABD bölgedeki siyasal İslamcı ortaklarının vekâletinde giriştiği rejim değişikliğini eline yüzüne bulaştırınca, geriye Suriye’nin kuzeyi ile güneydoğusundaki çöller kaldı. Ürdün’de “Yeni Suriye Ordusu” devşirildi. ABD ve Britanya özel güçleriyle birlikte Irak sınırının dibindeki El Tanaf’a yerleştiler. Lakin pek başarısızlar. En son Suriye ordusu ve müttefikleri El Tanaf’ın kuzeyinden Irak sınırına erişip Irak güçleriyle birleşiverdi. ABD güçlerinin IŞİD’le karadan savaş hattı kesildi, varolma gerekçeleri kâğıt üzerinde bitti. Olsun, kim takar.
Kuzeyde ABD korumasında heveskâr ve etkili ortaklar Kürtler var. Hem sekülerlikleriyle ABD’yi “siyasal İslamcılık” belasından kurtarıyorlar, hem iyi savaşçılar. Her yere de koşuyorlar. Üç koldan sarılmış Rakka muhakkak düşecek. Sonrası Allah kerim... 

***
Velhasıl Suriye’den emperyalistlerin komutasında pay kapma savaşı bitmedi. Umarız Deyr ez Zor birileri yetişmeden evvel düşmez de bölge ahalilerine bir başka ağır “kan davası” miras kalmaz.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

İlhan Mansız nasıl elenir?! - TAYFUN ATAY

Bu sene Survivor’da İlhan Mansız’ı gördüğümde gözlerime inanamadım. Çünkü, daha önce de yazmıştım (Acun’la da tartıştık bunu), Survivor, bir yönüyle, “düşmüş ünlüler” için rehabilitasyon ünitesidir. Yani kamuoyunda bir dönem ünlü olmuş ama artık çaptan düşmüş spor, müzik, film, şov ve eğlence dünyasının bazı isimlerine son bir nefes üfleme ameliyesi gerçekleştirilir orada.
Tabii bu genelde böyledir, istisnalar elbette olmuştur. Fakat İlhan, eşsiz bir istisnadır. O, “Survivor-Ünlüler Gönüllüler” tarihinde karşımıza çıkan en flaş isim... Çünkü şöhreti, onu ömür boyu taşıyacak kapasitede. Survivor’a da hiç ihtiyacı yoktu.
Ama Survivor’ın onun gibi bir isme ihtiyacı çoktu ve İlhan bu ihtiyacı giderdi.
Bunca yıl emek emek inşa ettiği şöhreti de bir ölçüde “giderme” pahasına üstelik!..
Beşiktaş’la özdeş, Milli Takım’ı 2002’de Seul’deki Dünya Kupası’nda yaptığı “altın vuruş”la yarı finale taşımış, dünya üçüncülüğünde de büyük pay sahibi olmuş 41 yaşındaki İlhan Mansız, Survivor’da önceki gün “Gönüllüler” takımından 24 yaşındaki Ogeday’a elendi. Halktan, Ogeday'a göre daha az oy aldığı için…
İlhan’ın elense bile şovdaki duruşu ile örnek bir kişilik sergilediğini ileri sürenler var. Bu yorumları hayli iyimser ve biraz da “plastik” buluyorum.
Efsaneleşmiş bir futbol kariyeri, büyüleyici bir “aura” ve onu hayranlıkla takip eden herkes için cezbedici bir gizemlilik; bunların hepsi İlhan Mansız’ın 5 ayı aşkın Survivor performansında bence tuzla buz oldu.
İlhan, “büyübozumu”na (“disenchantment”) uğradı.
Survivor boyunca herkes, bir “idol”ün “insan” mertebesine, yani biz zavallı ölümlülerin dünyasına inişine tanık oldu!..
Yer yer gereksiz, belki haklı da olsa yanlış (en önemlisi, herkesin kafasında oluşmuş imajına aykırı) şekilde ona buna sergilediği öfkesiyle;
Takımı içinde önce bir grupla stratejik ittifak içerisine girip bir süre sonra tekrar “Tek Adam”ı oynamak istemesindeki çelişkili, tutarsız tutumuyla;
Ve en önemlisi parkurlarda başta iyi performans sergilese de giderek yaşının da icabı olarak hayli sıkıntılı, hatta acınası durumlara düşmesiyle;
Kısacası tam bir “Kurt kocayınca…” vakasına dönüşmesiyle İlhan Mansız, bir şöhret olarak Survivor’da irtifa kaybına uğradı, gözden düştü.
Yine de onun oylamada daha “dünkü çocuk” denilebilecek bir isme elenmesini açıklamak kolay değil. Acaba neredeydi ki onu sevenler?..
Cevabın izini, aylar-haftalar boyunca onun yüz ve beden çehresine de yansıyan tokluk ve doygunluk havası üzerinden sürebiliriz miyiz dersiniz? Ve daha genel çerçevede İlhan’ın Survivor’da konumlanış altyapısı ile de bağlantısı kurulabilir mi bunun?..
İlhan Mansız, kendisi çok ama çok istediği için değil, kendisinden istenildiği, hatta davet edildiği için orada olduğu izlenimini sanırım herkese verdi.
E, öyleyse hepimiz İlhan’a müteşekkirizdir ama o, bu haliyle, hele ki sırf bundan dolayı Survivor olmayı da hak etmiyordur.
Bunun 180 derece zıddı noktadaki Ogeday ise etiyle kemiğiyle, yüz jestleri ve sözleriyle, hırçınlığıyla, “yırtma” arzusuyla tam bir hırs küpü olarak karşımızdaydı. Eğer İlhan’ı karakterize eden “tokluk” ise, Ogeday’ı karakterize eden de “açlık”tı. Ve bu, kendisini onunla özdeştiren seyircinin de onun arkasında sıkı sıkı durmasına, genel oylamada da SMS’leri belli ki sular seller gibi akıtmasına yol açtı.
Diğer taraftan İlhan’ı seven izleyiciye ise muhtemelen ondaki “klas” doygunluk ve oturmuşluk havası sirayet etti. Kim bilir, buna bağlı olarak da destekte rehavet ve edilgenlik söz konusu oldu. Pek çok “İlhan’cı”, “Ya, o zaten bir marka, ben olmasam da oyları çoktan patlatmıştır” noktasında takılmış olabilir. Yarışmada onu tutanların her biri İlhan adına sorumluluğu yek diğerine bıraktı belki de…
Sonuçta tabii büyük şaşkınlık oldu İlhan elenince... Gözlem ve kanaatim o ki kendisini de, rakibi Ogeday’ı da şaşırttı sonuç. Öyle ki Ogeday çoktan “ayrılık gözyaşları” dökmeye başlamıştı bile!..
Böylece Survivor’ın ünlüler, ama “gerçekten” ünlüler için de ne kadar riskli bir zemin olduğu ortaya çıkıyor.
Survivor “düşmüş ünlüler” için bir rehabilitasyon merkezi iken toplumun gözünde ününü hâlâ koruyanlar için de bir “şöhret-öğütme makinesi” gibi işleyebiliyor!..

Öyle ki İlhan, bundan sonra kimsenin gözünde o eski “İlhan Mansız” olmayacak.
“Survivor İlhan” oldu artık o...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Demokrasi ve özgürlüğe adanmış bir yaşam - NEVZAT HELVACI (Hukukçu)

İlhan Selçuk, Türkiye’de Aydınlanma devrimine önemli katkılar yapmış gerçek bir aydın ve yetkin bir düşün insanıydı. Zengin bir bilgi birikimi vardı ve bu sayede ülke sorunlarını doğru değerlendiriyor ve tutarlı çözüm önerileri üretiyordu. Geçen yıl İlhan Selçuk’u anmak için yazdığım yazıda şöyle demiştim: “İlhan Selçuk’u, Cumhuriyet’te açtığı ‘Pencere’den tanıdım. O Pencere aydınlığa açılıyordu. Oradan bakınca ulusal bağımsızlığın önemini, laik Cumhuriyetin toplumumuza kattığı değerleri, ulaşılması gereken hedeflerden birinin demokrasi olduğunu öğrendik. Bilimsel yaklaşımın ve düşünsel tutarlılığın ne olduğunu anlamak, yurtseverliğin erdemini görmek için o Pencere’den bakmak yol göstericiydi. O Pencere bir açıköğretim üniversitesi gibiydi. Emeğin değerini, sosyal dayanışmayı, örgütlü savaşımın önemini en yalın biçimde anlatan ve topluma bilinç taşıyan bir halk kürsüsüydü o Pencere.”

Nasıl bir Türkiye?
Şimdi düşünüyorum: İlhan Selçuk bugün yaşasa ve o pencereden baksa nasıl bir Türkiye görecekti? Sonra günümüzde yaşananlara bakarak aklıma şu geliyor: Yaşasaydı acaba ülkeye ve dünyaya Cumhuriyet’teki Pencere’sinden mi yoksa Silivri Cezaevi’nin penceresinden mi bakıyor olurdu? Salt gazetecilik etkinliklerinden ötürü 12 Cumhuriyet çalışanı içeride olunca, ister istemez insanın aklına böyle sorular geliyor. Gerçi o cezaevinde tutukluların dışarıya doğrudan bakabileceği bir pencere var mı, onu da bilemiyorum. Ama şunu biliyorum: İlhan Selçuk’un “düşünce penceresini” kapatmaları olanaksızdır. Geçmişte tüm baskılara, işkencelere, soruşturma ve davalara karşın bunu başaramadılar. O, her koşulda devrimci tutumunu ve ilkeli tavrını koruyabildi. Hatta Ziverbey Köşkü’nde, ağır işkence altında olmasına karşın el yazısıyla yazdığı savunmasında, akrostiş yoluyla işkence altında olduğunu kayda geçirmeyi başardı. Ama biz yaşı nedeniyle tutuklanmaktan kurtulduğunu varsayalım ve Cumhuriyet’teki Pencere’si açık olsun. O Pencere’den iyi şeyler görmesi olası mı?

Sıfır demokrasi
İlk göreceği şey, yıllarca savaşımını verdiği demokrasiden hiçbir izin kalmadığı olacaktır. Sonucu tartışmalı bir halkoylamasıyla kurulan, tüm denge ve denetleme düzeneklerinden yoksun totaliter bir tek adam rejiminin demokrasi diye adlandırılması elbette olanaklı değil. Demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından birisi erkler ayrılığıdır. Yeni düzenlemeyle yetkileri daraltılmış, kanun hükmünde kararnamelerle yasama etkinliği sınırlandırılmış bir Meclis, yine bu düzenleme ve uygulamalarla siyasal iktidarın güdümüne sokulmuş bir yargı organıyla erkler ayrılığı yaşama geçirilebilir mi?

Ufukta ışık yok
Ülke OHAL kararnameleriyle yönetiliyor. Yargı organı bu yönetimin işlemlerini denetlemekten kaçınıyor. “Milli irade” sözünü ağızlarından düşürmeyenler, o iradenin bir parçası olan milletvekillerinin tutuklanmasında sakınca görmüyor, yolunu açıyorlar. Dünyada en çok gazeteci tutuklayan ülkeyiz. Açığa alınan, işinden atılan akademisyen, öğretmen, yargıç ve öbür kamu görevlilerinin sayıları on binlerle ifade ediliyor. Bunların büyük bölümü açlık ve sefalete terk edilmiş durumda. Açlık grevinde olanlara çözüm olarak tutuklama öngörülüyor. Cezaevleri zindancılık anlayışıyla yönetiliyor. İnsan hakları ihlalleri ve işkence olaylarında artışlar gözlemleniyor. Dış politika çıkmazda, Avrupa Birliği ve komşularımızla ilişkiler çekişmeye dönüştü. Burada dile getiremediğimiz çok sayıda sorunla birlikte yaşıyoruz. Kimi deneyimli politikacılar ufukta ışık görünmediğinden yakınıyor.

İnsanın devrimi
İlhan Selçuk, konuşmacı olarak katıldığı kimi toplantılarda, ilkel insanın iki ayağı üstüne doğrulmuş olmasını “devrim” olarak nitelendiriyordu. Buna yazılarında da değindi. İki ayağı üstüne kalkan insanın elleri, yürüme işlevine katılmaktan kurtuluyor, başka amaçlarla kullanılmasına olanak sağlıyordu. O ellerle “alet” üretilebiliyor, üretilenler kullanılabiliyordu. Alet kullanma, uygarlaşmanın başlangıcıdır. O ilkel insan bu sayede birçok sorununa çözüm buldu. İlkellikten kurtulmuş insan da, yukarıda sözünü ettiğimiz sorunlara bir çözüm bulacaktır. Bu noktada İlhan Selçuk gibi bilge insanlara gereksinim vardır.

Saygıyla anıyoruz
Bir noktaya daha değinmekte yarar var. Demokrasi savaşımı verenler arasında bir umut kırıklığı yaşandığı görülüyor. Umudu yitirmek, yenilgiyi kabul etmek ve giderek teslim olmak gibi bir sonuca yol açar. Bu toplum, eski deyimle çok büyük badirelerle karşılaştı ve sonunda bir biçimde onu aşmayı başardı. Bugünün sorunları da er geç çözüme kavuşacak, demokrasi egemen olacaktır. Bundan hiç kuşkum yok. Yaşamını, demokrasi ve özgürlük savaşımına adamış büyük yazar İlhan Selçuk’u saygı ile anıyorum.

Nevzat Helvacı/CUMHURİYET - Olaylar ve Görüşler

20 Haziran 2017 Salı

Arda sen de bize oy verme! - ORHAN GÖKDEMİR

Sendikalardan esnaf odalarına, güreş federasyonunda futbola, camiden gazeteciler cemiyetine her şeye kendince biçim vermeye çalışan bir parti var iktidarda. Devletin bütün olanaklarını kullanarak hemen her şeyi kendi lehine göre şekillendirmeye çalışıyor. En başarılı olduğu alanlardan biri de futbol.

Futbol Federasyonu’nun başında “reis”in inayetiyle oturan bir işadamı var. İçinde İstanbul’un gizli belediye başkanı olduğu söylenen Göksel Gümüşdağ ikamet ediyor. AKP organizasyonu Başakşehir var, Kasımpaşa var, Osmanlıspor var. Emre Belözoğlu, Rıdvan Dilmen, Arda Turan, Fatih Terim gibi ayaktopu şahsiyetleri var. Adı geçenlerin hepsi AKP’ye ve saraya mesafesi oranında futbolda bir etki-yetki hiyerarşisi oluşturuyor.


Bütün bu karmaşık tablonun gelip düğümlendiği yer ise Milli Takım. Astronomik maaşlar ve uçsuz bucaksız primlerin havada uçuştuğu ama buna karşın başarının sıfır olduğu bir organizasyondan söz ediyoruz. Son günlerde yine gelenek olduğu üzere Dünya Kupası’na katılım bileti almak için çabalamakta. Ballı bir gurupta zar zor üçüncü sıraya tutundu. İlerideki maçlarına bakılırsa orada tutunmasının da öyle kolay olmadığı apaçık ortada.

Arda krizi işte böylesine nazik bir zamanda patladı. Geçmiş, birikmiş hesapları aynı uçakta yolculuk ettiği bir gazeteciye fatura etmeye kalkıştı Arda. Boğazını sıktı, küfür etti. Sebebi, gazetecinin geçmişte patlak veren bir prim davasını haberleştirmiş olması. İlginç; uçaktaki kavgayı haberleştirmek isteyen medya internette fotoğraf aramaya koyulduğunda Arda ile boğazını sıktığı gazetecinin sarmaş dolaş fotoğrafı ile karşılaştı. Mağdur gazeteci Futbol Federasyonu Başkanı’nın gazetesinde çalışıyordu. Tuhaf bir durum ortaya çıkmıştı böylece. Hem gazetecinin, hem de onun boğazına sarılan futbolcunun maaşını aynı kişi veriyordu.

Olayın duyulması üzerine bir basın toplantısı düzenlendi alelacele. Arda Turan çıkıp konuşacak, pardon falan diyecek, bir maç ortalıkta görünmeyecek durum tatlıya bağlanmış olacaktı. Fatih Terim böyle olsun istemişti. Ama Arda aşırı motive olmuştu. Çıktı. Yaptıklarının arkasında olduğunu söyledi ve milli takımdan istifa ettiğini açıkladı. Haliyle arkada ne planlandıysa tersi oldu. Biri “bıraktım”, öteki “ben gönderdim” dedi. Öyle sırlı, dolambaçlı ve tuhaf konuşmalar yapılıyor ki kimin kime ne dediği hala büyük bir soru işareti. Ne olduğunu anlamanın tek yolu perdenin gerisine bakmak.

***

Perdenin gerisinde ise sadece ayak oyunları var. Gazeteci Fatih Altaylı’ya göre Bilal Meşe'ye Arda ve diğer oyuncuların prim nedeniyle sorun çıkardığı haberini Milli Takım sorumluları uçurdu. Hesaplaşma o hesaplaşma. Demirören ve Terim’e diş geçiremeyen kaptan gazeteciden aldı hırsını. Ama Demirören olayın ardından yaptığı açıklamada neredeyse çalışanı olan gazeteciyi haksız çıkaracak ifadeler kullanmıştı. Arda, referandumda “evet” dediği için hedef seçilmiş, linç edilmeye kalkışılmıştı. Altaylı diyor ki, Yıldırım Demirören'e referandumla ilgili ilk aklı Rıdvan Dilmen verdi. Olup bitenin referandumla hiç alakası yok.

Peki, bu kavganın sebebi ne? İddialara göre Arda ve bir kısım futbolcuyu yönlendiren Rıdvan Dilmen. Dilmen’in ortağı da TV patronu Acun Ilıcalı. Futbol ayağında Emre Belözoğlu var. Arda ve arkadaşlarını Yıldırım Demirören ve Fatih Terim’e karşı kışkırtan ekip bu. Bu kamplaşmayı içeriden takip eden Altaylı’nın ifadesiyle Futbol Federasyonu 7 kocalı Hürmüz. İçinde bakanlar var, milletvekilleri var, güç odakları var, bu işten nemalanmak isteyenler var, bu işe siyaset bulaştırmak isteyenler var… Şöyle gerisi; “Orada 40 tane denge var. (Başakşehir Başkanı) Göksel Gümüşdağ mı daha yukarıda, Yıldırım Demirören mi? Medya içerisinde de güç odakları var. Yayıncı kuruluşu var, yayınlamayıcı kuruluş var. Milli Takım yayıncısı olan kuruluşun sahibi var, futbolcular var, yorumcular var, bin tane yer var. Ama bütün bunların göbeğinde de biliyoruz ki Rıdvan Dilmen var…"
Tevekkeli değil Arda krizi patlayınca Rıdvan Dilmen ekrana fırlayıp Arda’nın avukatlığını yapmaya çalışmıştı. İddialara göre ekibin amacı Fatih Terim’i yollayıp, Rıdvan Dilmen'e daha yakın olan bir teknik direktörü göreve getirmek. Rıdvan neden böyle bir şey yapmak istiyor? Belli ki Rıdvan’ın ipleri de daha tepe de, külliye civarında. Yani Rıdvan sadece bir vasal. Toplumda yeni derebeylikleri oluşmuş durumda. Örneğin Kadir Topbaş o derebeylerinden biri. Fatih Terim de öyle. Diş geçirmek zor bu insanlara. O gücü Arda ve arkadaşlarını kullanarak kırmaya çalışıyorlar.

***

Fatih Terim’in çırağı. Galatasaray’a yükseldi. Oradan Atlatico Madrid’e ve ardından Barcelona. Arda’nın bu hızlı yükselişte elbette ayaktopundaki yeteneğinin payı var. Ancak Atlatico’da biraz, Barcelona’da az buçuk oynadı. Sonra Bayrampaşalılık damarı ağır bastı. Mankenlerle nişanlanıp boşanmalar, sonu belirsiz demeçler… Rıdvan’ı arkalayıp referandum videosu hazırlamalar. Haklı olarak toplumun bir kısmının nefretini kazanmakta gecikmedi. Uçakta bir gazeteciye ağır küfürler etmesi de bu tabloyla uyumlu. “Megalomaniden pas alıp narsizme gol atan cüreti cehalet kaynaklı bir futbol fenomeni”nden söz ediyoruz.

Bu olaylar olunca basın Arda’nın Barcelona’da da hiçbir arkadaşının kalmadığını, herkesin onu gitmesini istediğini keşfetti. İkiyüzlülük sırf Arda’ya özgü değil ki. AKP müdahalesinin futbolu getirdiği yeri bir gazeteci şöyle özetledi: “Metin Oktaylardan, uçakta mafyacılık oynayan kaptanlara kadar düştük…”

Uçakta ana avrat, din iman dümdüz etmişti Arda. Sonra ne yaptı biliyor musunuz? Umreye gitti. Tuhaf, yardıma muhtaç kadınları camiye atıp tecavüz eden müezzin de olay sorulduğunda, “yorum yapmayacağım umreye gidiyorum” demişti. Belli ki toplumun bir kısmının vakıf olduğu bir şifre bu. O umredeyken İspanya’da kumarda kaybettiği büyük paralar konuşuluyordu. Yeni Türkiye’nin yeni sporcu karakteri bu. Haberi hazırladığımız sıralarda eski topçu Tanju Çolak ve aktif topçu Ozan Tufan gözaltına alındı. Suçlamalar çek senet mafyası ile ilişkilerden vergi kaçırmaya kadar çeşitleniyor. Üstelik bazılarının bu konudaki sabıkaları da oldukça kabarık.

Şike yasasının ardından futbolda kopan fırtına çoktun unutuldu. Ne şike var, ne yolsuzluk. En azından Arda Turan vakası elde patlayıncaya kadar böyle gösteriliyordu. Şimdi anlaşıldı ki, şike artık futbolun kendisi. AKP dokunduğu her şeyi çürüterek ilerlemeye devam ediyor özetle. Enkaz kaldırma faaliyetleri belli ki çok uzun sürecek…

***

TKP yıllarca önce Emreli seçim kampanyası yapmıştı. Mottosu şuydu: Emre bize oy verme… Görüldüğü gibi arada ayaktopu ayakyoluna gitti. Diyecek yeni bir şey yok. Arda sen de bize oy verme!

Orhan Gökdemir / SOL

Sıra “AK-PAK Partisi”nde! - ATTİLA AŞUT

Türkiye’de yıllar önce “AKP-AK Parti” tartışması başladığında, dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “AKP ak değil ki AK Parti diyelim” demişti.

CHP, son dönemde tutum değiştirdi. Parti yönetimi, Anayasa değişikliğine ilişkin halkoylaması sürecinde, “AKP demeyelim, AK Parti diyelim” demeye başladı. Bu keskin dönüşün gerekçesi, “AKP’li yurttaşları incitmemek, onların da gönlünü kazanmak” diye açıklandı. Konuyu son Anayasa değişikliği sürecinde gündeme getiren CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, partisinin yeni yaklaşımını şöyle dillendirmişti:“Alışılagelmiş üslubumuzu ve yöntemimizi bırakacağız. Çok açık, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren en az yüzde 20 seçmenin oyunu almaya ihtiyacımız var. Bu oyu alabilmek için başka çaremiz yok. O zaman onların önem verdiği değerleri, onları rahatsız edecek şekilde sarsmayacağız. Mesela ‘AKP’ demeyeceğiz arkadaşlar. Konuşurken ‘AK Parti’ diyeceksiniz. Halkoylamasında ‘Evet’ diyecek olan Adalet ve Kalkınma Partiliyi ‘Hayır’a ikna etmek için konuşmaya başladığında neye ihtiyacın var? Dinletmeye ihtiyacın var. ‘AKP’ dediğin anda dinlemiyor.”

Yani dilsel bir konu, halkoylaması sürecinde CHP’nin propaganda çalışmalarının taktik bir manevrasına dönüştürüldü.

Peki, bu yeni söylem ne kadar işe yaradı?

CHP “AKP” değil de “AK Parti” dedi diye, bu partinin yandaşları halkoylamasında “Evet”ten vazgeçip “Hayır”a mı yöneldiler?

•••

Ana muhalefet partisi olarak CHP’nin en büyük sorunu, özgüven ve cesaret eksikliğidir. Tüm politikalarında, “Aman böyle yaparsak ne derler?” kaygısı egemen. Doğru olanı halka kararlılıkla anlatmak yerine, demagojik suçlamalardan çekinerek savunmacı bir çizgi izliyorlar. Bu da her konuda mevzi yitirmelerine yol açıyor.

16 Nisan’da hileli bir halkoylamasına tanık oldu ülkemiz. “Hayır” oyları, sandık oyunları ve mühürsüz pusulalarla yok sayıldı. Halk o gece öfke patlaması yaşarken, CHP yönetimi sessiz kalmayı yeğledi. RTE’nin deyimiyle “Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra”, Kılıçdaroğlu’ndan, “Biz bu sonuçları tanımıyoruz, tanımayacağız!” açıklaması geldi. Gecikmiş bir çıkıştı. Üstelik arkası gelmedi. Ortalık yatıştıktan sonra, “tanımayacağız” sözü büsbütün unutuldu. Oysa hileli halkoylamasının yenilenmesi için tarihsel bir fırsat doğmuştu. CHP o gece halka doğru önderlik edebilseydi, Türkiye’de çok şey değişirdi…

•••

RTE, bir süre önce “büyük aşk”ına, yani kurucusu olduğu partinin başkanlığına yeniden kavuştu. Aslında hiç ayrılmamıştı ya, neyse… O artık resmen AKP Genel Başkanı...

(Bakın, Recep Tayyip Erdoğan’ın kısaltmasını RTE diye yazıyoruz ama kimse kızmıyor. Çünkü o, tescilli bir marka. Peki, AKP deyince neden rahatsız oluyorlar?)

Deniz Baykal, şimdi soruyordur herhalde partisine:

-Arkadaşlar, AKP “aklandı” mı ki “AK Parti” demeye başladık?

CHP, bu kıvrak dönüşüyle AKP’den teşekkür bekliyordu. Ama tersi oldu. Parti sözcüleri ve yandaş gazeteler, “CHP 15 yıl sonra doğruyu gördü, dilini değiştirdi” diye alaycı bir tutum sergilediler…

•••

Daha önce de birkaç kez yazdık: Açılımı “Adalet ve Kalkınma Partisi” olan kurumun yerleşik Türkçe dilbilgisi kuralına göre kısaltılmış adı “AKP”dir. Bunu böyle söylemek, o partiye yakınlık duyanları neden incitsin? AKP de başlangıçta aynı kısaltmayı kullanıyordu zaten. Cumhuriyet Halk Partisi’nden “CHP”, Milliyetçi Hareket Partisi’nden “MHP” diye söz etmek ne denli olağan bir kısaltma yoluysa, aynı şey AKP için de geçerlidir. Can Yücel ustamızın dediği gibi, bir şeyi adlı adınca anmak ayıp değildir. Ama ille de ayıp arıyorsanız söyleyelim: CHP’ye “Ce Ha Pe”, MHP’ye “Me Ha Pe” demek, Türkçe açısından büyük ayıptır!

Şimdi biz “AKP-AK Parti” ikilemiyle uğraşırken, Nuray Mert, yeni söylemiyle işi daha da karmaşık duruma soktu. Ünlü “Yetmez Ama Evet”çimiz, bir dönem ateşli savunucusu olduğu AKP’den bugünlerde yüz çevirse de eski gözağrısına “AK Parti” demekten vazgeçmedi. Biz tam buna alışmak üzereyken, bu kez “AK Partisi” diye bir söylem icat etti! Birkaç yazısından örnekleyelim:

-“AK Partisi’nin devraldığı miras bu idi, eski İslamcılar pragmatik nedenler ile de olsa, Türkiye reformuna talip oldukları ölçüde destek buldular, dış siyasette de önleri açıldı. (…) AK Partisi iktidarının, siyasi kalitesinin ne ölçüde düşüş içinde olduğu ortada.” (“Dişli Siyasetten İçli Siyasete”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2015)

-“Ancak benim muhalefet anlayışım ak-kara biçiminde değildir, dahası şahıslara husumet beslemem, AK Partisi ve Erdoğan’ın siyasetine, zihniyetine itirazım, öteden beri savunduğum başörtüsü başta din ve vicdan özgürlüğü konularındaki görüşlerimi hiçbir şekilde etkilemez.” (“Erdoğan’a Hayranlık, Doğan Medya’ya Yakınlık”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2016)

-“Epeyce zamandır AK Partisi destekçisi kalemler de, bu konuda pek ‘şikâyetçi’, artık kimi kime şikâyet ediyorlarsa!” (“Kültür Meselesi”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2017)

Nuray Mert, “Ben sosyalisttim!” diye caka sattığı dönemde “AKP” diyordu. RTE aşkıyla liberal koroya katılınca “AK Parti” demeye başladı. Şimdilerde yeniden “muhalif” ya, yine fark yaratmak istemiş! O yüzden de “AK Parti” yerine “AK Partisi” diye bir ad uydurmuş!

Eh, AKP’yle bir kez daha barışırsa, bundan sonraki söylemi de herhalde “AK-PAK Partisi” olur!

ATTİLA AŞUT / BİRGÜN

Yol - ALİ SİRMEN

CHP’liler, Genel Başkanları Kemal Kılıçdaroğlu’nun önderliğinde, adalet için yürüyorlar. Bu yürüyüşün toplumun geçmişten gelip yarınlarına giden yolun üzerindeki tüm birikimlerinin seferber olduğu bir yürüyüşe dönüşebilmesi, halkın katılımına bağlı. Eğer bu yürüyüş, adalet talep eden tüm siyasi, etnik ve inanç kimliklerinden olanların ayrım yapmadan katıldıkları bir eylem olursa, o zaman, orada sağdan soldan bütün zulüm karşıtlarını, adalet istemcilerini bulmak mümkün olacaktır.
O zaman o yolu, Uğur Mumcu’lar, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Muammer Aksoy’lar, Bahriye Üçok’lardan süzülüp gelen birikimle yürümek olanağı doğacak.
Toplumun geniş kesimlerini yürüyüşe katmak kolay değil.
Tayyip Bey’in Kılıçdaroğlu’na “Yarın yargı eğer sizi de bir yerlere davet ederse şaşırmayın” derken yürüyüşün yaptırımsız kalmayacağını söylemek istediğini düşünmemek elde mi?
Nitekim, CHP İstanbul milletvekili eski Savcı İlhan Cihaner olayı böyle yorumlamakta ve çıkışın “çağırın bunları haklarında işlem yapın demek” olduğunu ileri sürmektedir.
Bizatihi bu olay bile adaletin olmadığının açık kanıtıdır.
Gerçi, adalet istemiyle yürüyüş yapmak, demokratik bir haktır ve bu hakkını kullandığı için kimsenin başına hiçbir şey gelmez.
Ama bu demokrasilerde geçerli bir kuraldır, demokrasinin olmadığı diyarlarda işlemez.
Adaletin olmadığı, bağımsız yargının bulunmadığı yerlerde adaletin yokluğunu dile getirmek de yaptırımsız bırakılmadığından, adalet isteminde bulunmak kolay değildir. 

***

Yarın öbür gün, adalet yürüyüşüne katılanların saldırıya ya da takibata uğramaları ihtimal dışı değil.
Bu ihtimalin varlığı bile tek başına yürüyüşe katılımı caydırıcı bir öğe.
Ama ne olursa olsun, yürüyüşün yalnızca yapılmış olması, yola koyulunmuş bulunması bile tek başına yeterlidir.
Yürüyüşten önceki Türkiye ile yürüyüşten sonraki Türkiye aynı olmayacaktır.
Kimi zaman öyle durumlar olur ki hangi yolu yürüdüğün, nereye vardığın kadar hatta ondan da daha önemli hale gelir.
İşte bugün o gündür.
Adalet arayışı, adalet yürüyüşü saldırıyla, devlet zoruyla, yargı etiketli bir kararla da sona erse bile, bitmeyecek, sürecektir.
Toplumu susturmaya çalışmak da her zaman sindirmeye yetmeyecektir.
Kimi zaman sessizlik, toplumun baskıya karşı yükselttiği en büyük protesto haykırışından, en büyük isyan tehdidinden daha tehlikelidir.
Sessizliğin homurtusu, hiçbir desibel ölçüsüne sığmayan, hiçbir kulağın ilanihaye dayanamayacağı kadar büyük bir gürültü yaratır.
Ve sessizliğin o büyük gümbürtüsü, her türlü haykırıştan daha etkili olur.
Evet, yol artık bir kere yürünmeye başlandı. Artık hiçbir şey, önceki gibi olmayacak.
Ve de unutmayalım ki, önemli olan nereye varıldığından daha çok hangi yolun yüründüğüdür. 

***

NURİYE GÜLMEN VE SEMİH ÖZAKÇA İÇİN
Şair dostum Ahmet Kadri Elgin, açlık grevinin son aşamasında olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için kaleme aldığı dizeleri göndermiş. Yüreklerinizin onlarla birlikte attığı düşüncesiyle sizinle paylaşıyorum:
“Buraya bir pencere yapmışlar
arkasında bulutlar var gibi duruyor
say say günleri
hasret takvimleri kesmiyor
buraya bir kapı yapmışlar
arkasında sokaklar var gibi duruyor
çocukluğum koşuyor çocukluğuma
gelecek günler şimdiden geçmiş oluyor
buraya duvarlar yapmışlar
arkasında korkular var gibi duruyor bilmiyorlar ki zalimler
Pir Sultan’dan beri
canımız bedeli ezmişiz zulmü
bu sabah gözlerime ölüme inat
masmavi kocaman bir gökyüzü indirdim anne
arkasında özgürlüğümüz duruyor”

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Siyasal İslam - emperyalizm örtüşmesi altında ezildik - EROL MANİSALI

- Emperyalizm ve siyasal İslam, 1990 sonrasında tam olarak örtüşür duruma geldi.
- Ortadoğu’da BOP için, “yönetimleri siyasal İslam üzerine oturtmak emperyalizmin hedefi oldu”. Çünkü, siyasal İslam antidemokratik statükoyu daha da derinleştiriyor; öte yandan siyasal İslam Müslüman ülkeler içinde ve aralarında mezhep kavgalarını derinleştirerek çatışma ve savaşları körüklüyor. Bu da BOP’un uygulanması açısından emperyalizmin işini kolaylaştırdı.
Hem antidemokratik gidiş hem de mezhep savaşları “kral, şeyh, emir ya da diktatörün” daha da öne çıkmasına ve tamamen emperyalizmin emrine girmesine yol açıyor: Körfez ülkelerinde ve Mısır’da görüldüğü gibi.


Türkiye’nin düşürüldüğü tuzak
 
Türkiye de BOP bağlamında bu tuzağın içine çekilmeye çalışılıyor; bütün sınırdaş komşuları ile kavgalı, içerde demokratik rejimden ve kuvvetler ayrılığından uzaklaşan bir düzen, emperyalizmin yolunu açıyor:
- 1990 öncesi iki kutuplu dünyada Batı (ve ABD) Türkiye’yi, “birinci ligde değil ama ikinci ligde tutarak kendi değerlerine yakınlaşmasını” savunuyordu. NATO’dan AB gümrük birliğinin içine alınmasına kadar, “bir ikinci lig ülkesi” politikası Batı tarafından yürütüldü.
Ancak Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türkiye, Ortadoğu’da “enerji politikalarının bir aracı ve atlama tahtası olarak” rakip takım oldu. Lozan’ın reddi, ülkenin parçalanması ve Kürdistan’ın bir ayağının Türkiye’de gerçekleştirilmesi, emperyalizmin amacı haline geldi.
1991’de Kuveyt operasyonuna, 1 Mart 2003’te Irak işgaline karşı koyan ve ulusal çıkarlarını koruyan Türkiye’nin ancak siyasal İslam yapısına itilerek Körfezleştirilmesi (ve Araplaştırılması) BOP’un (ve emperyalizmin) hedefi haline geldi.
2004 ve 2005’te “200 yıldır ilk defa Batı ile taleplerimiz birleşti” diyen başdanışmanların kafasında bu mu vardı?


Siyasal İslam talebi ile Batı’nın BOP talebinin örtüştüğünü ilan ediyorlardı.
FETÖ’nün Türkiye’yi işgal ederek emperyalizm adına siyasal İslamı kurması; demokrasinin yok edilmesi, Lozan’ın ortadan kalkması için Körfez ülkelerinde ve Arap dünyasında görüldüğü gibi siyasal İslamın devlet rejimi olarak FETÖ öncülüğünde gerçekleşmesi isteniyordu.
15 Temmuz FETÖ girişimi bunun için yapıldı.
Türkiye’deki sorun “siyasal İslamın, demokrasinin yerine yerleştirilmek istenmesinden” kaynaklanmaktadır. FETÖ koçbaşlarıydı; ancak ondan sonuç alamayınca, emperyalizmin vazgeçeceğini düşünmek fazla aptalca olur.
Diğer dinci örgütlenmeleri her zaman ‘B’ ve ‘C’ planları olarak hazırda bekletirler.
Esas sorun, “biz ulusal çıkarlarımızın ve demokrasinin korunması ve geri gelmesi için” içerde, asgari müşterekleri oluşturabilecek miyiz?
Bugün saplandığımız bataklık, “emperyalizm ile siyasal İslam dayatmalarının örtüşmesinin” sonucudur; artık bunu anlayalım, yoksa hep birlikte batarız...

***

Onları andığımız şu günlerde İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’a, “Pencere”den ve Sevgili Turhan’ın kırık çizgilerinden gönül dolusu sevgiler, selamlar...
“Yolumun Kesiştiği Ünlüler”de onlara da merhaba dedim, umarım beğenirler...


Erol Manisalı / CUMHURİYET

19 Haziran 2017 Pazartesi

Trump da kimmiş, Küba boyun eğmez - İLKER BELEK

ABD Küba ablukasına (Kübalılar ambargo yerine bu kelimeyi tercih ediyorlar) sosyalist devrimle (1959) birlikte başladı.

Bunun için özel yasalar bile yayımladı: 1992’de Toricelli ve 1996’da Helms Burton yasaları.
Devrim öncesinde Küba ticaretinin %75’inin ABD ile gerçekleştiği gerçeği dikkate alınacak olursa bu kuşatmanın ne anlama geldiği net olarak anlaşılır.

Devrimin ilk yılı içinde ABD Küba ile tüm ticaretini kesmiş, uçak kalkışlarını, ABD vatandaşlarının Küba’ya seyahatlerini ve para transferlerini yasaklamıştı bile. Toricelli Yasası ile Küba’ya giriş yapmış herhangi bir deniz aracının 6 ay süreyle ABD karasularına girişi engellendi, böylece Küba’nın diğer ülkelerle ticaretine de blokaj getirilmiş oldu.

Özellikle 1990 yılında sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte Küba halkı çok ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Zira o tarihte Küba ticaretinde sosyalist bloğun payı %85’ti.

Böylece ambargonun etkileri bütün sektörlere yayıldı. Temel gıdalarda (kırmızı et de dahil olmak üzere) büyük kıtlık yaşandı. 1990’da 900 bin olan cerrahi operasyon sayısı 500 bine düştü. Nedeni tıbbi malzemelerdeki eksiklikti.

Bulaşıcı hastalıklar neredeyse patlayıcı bir hızla arttı. Sosyalist bir ülkede olacak iş değildi ama suların klorlanamaması nedeniyle tifo, dizanteri salgınları görüldü.

1991-1995 döneminde ekonomi %31 küçüldü. Yalnızca 1996 yılı içinde kişi başı ulusal gelir %16 düştü.

ABD’nin Küba sosyalizmine yönelik politikaları yalnızca abluka ile sınırlı kalmadı. Castro’ya karşı sayısız suikast, Küba tarım alanlarına ve sanayi tesislerine yönelik sabotajlar, meşhur Domuzlar Körfezi çıkarması (Nisan 1961)…

                                                                              *****

Küba sosyalizmi tercih etmesi nedeniyle bu ablukaya maruz kaldı, ama yine sosyalizm sayesinde ablukayla baş edebildi.

Küba liderliği yaşanan sorunları tüm çıplaklığıyla halka açıkladı. Ve yalnızca birlikte direnerek, sosyalizme sahip çıkarak zor günlerin aşılabileceği yönünde politik bir doğrultu belirledi. Küba devriminin ayakta kalmasını sağlayan antiemperyalist bilinçtir.

Küba sosyalizminin en önemli kazanımlarından birisi olan siyasi katılım mekanizmaları sonuna kadar açıldı, siyasette yabancılaşmanın ortaya çıkmaması için her şey yapıldı. Bu bakımdan Komünist Partisi’nin öncülüğü belirleyici işlev gördü.

                                                                               *****

Küba çok sıkıntılı olan bu süreci sosyalizm bakımından kazanıma dönüştürmeyi de bildi. Örneğin petrol yokluğuna bisikletli yaşamla yanıt verildi. Küba sağlık otoriteleri ortalama yaşam süresinin beklenenin üzerinde olmasında bunun etkisi olduğunu ısrarla söylerler.

Yeşil tarım aynı dönemde gelişti. Küba yönetimi Havana’yı ve diğer büyük kentleri aynı zamanda birer tarım merkezi haline getirdi. Bugün Havana merkezi tarım bakımından kendisine yeterli bir potansiyele sahip.

Küba tıp alanında da aynı süreç içinde atılım yaptı. Aşı ve temel ilaçlarının hemen tamamını kendisi üretir ve hatta ihraç eder kapasiteye ulaştı.

                                                                               *****

Devrimden beri neredeyse 60 yıl geçti, ama ABD emperyalizmi Küba ile uğraşmaktan vazgeçmedi.
Bunun birkaç nedeni var.

Öncelikle; ABD siyasetinde sosyalizm düşmanlığı belirleyicidir. Emperyalizm sosyalizmi, yok etmek üzere, bütün araçlarla kuşatmalıdır. Dünya emekçilerinin bilinçlenmesini istemez. Alternatif oluşmasına izin vermez. ABD’nin Küba düşmanlığı karakteri gereğidir.

Obama bile, Küba’ya yönelik ablukayı hafifletme kararını aldığında, Küba demokrasisiyle ilgili saçma sapan laflar söylemekten, Küba’yı insan haklarına saygılı olmaya davet etmekten geri durmuyordu.

Diğer bir neden, ABD ile nüfus, yüz ölçümü, ekonomik kapasite bakımından kıyaslanamayacak derecede küçük olan Küba’nın, hemen her konuda büyük başarılar sergiliyor oluşudur. Sağlık, eğitim, çevre, sürdürülebilir kalkınma, insan hakları…. Bu alanların tamamında Küba ABD’den çok çok açık ara öndedir ve tüm dünyaya örnek oluşturur.

Bir de daha devrimin beşinci ayında (Mayıs 1959) Küba hükümetinin Amerikan şirketlerinin elindeki latifundiyaları ve şeker fabrikalarını millileştirme kararı var tabi ki. Canları çok yanmıştı.
Kısacası ABD insana düşman olduğu için sosyalizme ve Küba’ya düşmandır.

Trump’ın ablukanın yeniden sıkılaştırılması yönünde aldığı karar Küba’yı zor duruma sokabilir şüphesiz.

Ancak bu yeni durum Küba’yı ve sosyalizmi dünya halkları gözünde meşrulaştırmaktan ve ABD’nin zaten çok kötü olan sicilini daha da karartmaktan başka bir işe yaramaz.

                                                                               *****

Küba başarır. Sosyalizm başarır.

Bu boş bir laf ve hamaset değildir. Zira Küba bunu defalarca kanıtladı.

Ama “Küba başarır” demek, aynı zamanda dünyanın her yerinde sosyalizm mücadelesini yükseltmeye söz vermek demektir.

Küba şimdi yeniden bütün komünistleri sorumluluğa çağırıyor.

İlker Belek / SOL

Bir dönem kapanıyor - ERGİN YILDIZOĞLU

Neo-liberalizm 2007 mali krizinde öldü. Hükümetler sınıf mücadelesinin düzeyinin düşüklüğünden
yararlanarak bu ölümü gizlemeyi başardılar. Corbyn liderliğindeki İngiltere İşçi Partisi’nin neo-liberal politikaları eleştiren programının genel seçimlerdeki beklenmedik başarısı, çoktandır çürümekte olan o cesedi gözler önüne serdi. Geçen hafta, Kensington belediyesinin sosyal konut bloku “Grenfall Tower” da yaşanan felaket, bu cesedin, bu büyük yangının küllerine gömüleceğini gösteriyor. 
 
Yangın söndürme fıskiyeleri tüm uyarılara karşın konulmadığından, alarmlar çalışmadığından, geçen yıl yapılan mantolama sisteminde maliyeti düşürmek için ABD’de, Almanya’da yasaklanmış yanıcı bir malzeme kullanıldığından, yangın inanılmaz bir hızla yayıldı. Resmi kaynaklar ölü sayısını 58 olarak açıklarken, sızan bilgiler sayının 100’e ulaşabileceğini düşündürüyor, yangınzedeler (siyah, beyaz Müslüman Hıristiyan, LGBT işçi sınıfı) öfkeyle belediye binasını işgal ediyor, muhafazakâr parti temsilcilerini yuhalıyor, Londra’nın çeşitli bölgelerinde öfke sokaklara taşıyordu.
 
İnanılmaz yorumlar
Londra’nın en zengin mahallesinde, işçi sınıfının, etnik azınlıklardan yoksul insanların yaşadığı bir sosyal konutta çıkan yangının yol açtığı felaketin boyutları, düne kadar neo-liberalizmin hegemonyası altındaki medyada “inanılmaz” yorumlara yol açtı; sınıf kimliğini tartışmaların merkezine koydu. 
 
Biri, “Grenfall Kiracılar Komitesi 2013’ten bu yana bir felaketin gelmekte olduğunu söylüyordu. Bunlar yoksul insanlar oldukları için mi kimse dinlemedi” diyordu. Bir başkası, bu yangının büyük bir felakete yol açmasının nedenlerini, son 35 yılın hükümetlerinin, sermayenin üzerindeki denetimleri kaldırmasıyla, alınması gereken yangın-güvenlik önlemlerini sermayenin kendi inisiyatifine bırakmasıyla toplumsal harcamalarda yapılan kesintilerle ilişkilendiriyor, Financial Times da, “toplumsal iflasın acı belgesi” diyordu. 
 
Ana akımdan birçok yorumcuya göre, “ekonomi yavaşlıyor, ücretler 7 yıl önceki düzeyin altında, enflasyon artmaya başladı, ‘kemer sıkmak’ zaten çalışmıyordu, şimdi artık bitti.
Bu “kemer sıkma”, özelleştirme politikaları Kensington belediyesinin konut politikasını da belirlemiş. Belediye bölgede 2-3 katlı evlerin fiyatları 4-5 milyon sterline çıkınca, kendi sosyal konut stokunu satmaya başlamış, sosyal konutların yönetimini özel şirketlere devretmiş. Ancak böylece yaratılan 300 milyon sterlinlik kaynak, yeni daha iyi sosyal konut yapımına, var olanların güvenlik koşullarını iyileştirmesine gitmemiş. 
 
Yangın yüzlerce insanı evsiz bırakınca bunları yerleştirecek yeterli sosyal konut olmadığı ortaya çıktı. O zaman da bölgede spekülatif amaçlarla satın alınmış 4 bin boş ev bulunduğu anımsandı. İşçi Partisi bu evlerin, yeni bir yer bulunana kadar yangınzedeler açılmasını önerdi. The Independent, The Guardian, bu öneriyi desteklediler, muhafazakâr The Times’da bir yazar “mülkiyet hakkına yönelik bir saldırı” derken, ülkedeki toplam boş ev sayılarını aktarıyor, bir başkası, “spekülatörler dehşete düşecek ama halkın çoğunluğu haklı bir talep olarak görüyor” diyordu. 
 
Corbyn hemen felaket bölgesine geldi. Düne kadar Corbyn düşmanı olan ana akım medya, onu halkla konuşurken, kucaklaşır, teselli etmeye çalışırken, “sorumlular mutlaka bulunacaktır” sözü verirken halkı, Corbyn’le bütünleşirken “bunun hesabını sor, üstü örtülmesin” derken gösteriyordu. Yıllar sonra belki de ilk kez, işçi sınıfı tüm renkleriyle birlikte kendi ortak diliyle konuşmaya başlıyor, bu dil ana akım medyada alerji yaratmıyordu. 
 
Aynı gün başbakan da felaket yerine geldi ama halkın içine çıkamadı, görevlilerle görüşüp gitti; medyanın eleştirileri karşısında ertesi gün yeniden bölgeye geldi, halkla görüşmeye kalkınca da yuhalandı, kaçmak zorunda kaldı. Medya bu kez, May’in kişiliğinde muhafazakâr partinin tükenmiş, halk düşmanı ideolojisini gözler önüne sermekten çekinmedi. Besbelli ki artık bir dönem kapanıyordu...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Ramazanda kahvaltı ve iftar - TAYFUN ATAY

Pazar sabahı saat 10.30 ve İstanbul’un muhafazakar semtlerinden birindeki muazzam AVM’de dünya markası olmuş bir “simitçi dükkanı” kahvaltı için gelenlerle tıklım tıklım dolu. Kasanın önünde de kuyruk uzayıp gidiyor.

Babalar Günü için ailecek tarafıma jest olarak planlanmış kahvaltının hınca hınç ortam sebebiyle eziyete dönüşeceği endişesiyle oturup oturmamakta tereddüt ediyoruz!..
Ramazandayız, ama semtin muhafazakar profilinden beklenmeyecek bir yeme-içme hareketliliği söz konusu.

Aslında görüntü, aynı AVM’nin günün işlek saatlerinde karşımıza çıkan kültürel olarak “heterojen” havasından farklı bir “homojenlik” (türdeşlik) de arz ediyor gibi. Dış görünümünden hareketle (tabii ki üstünkörü şekilde) dindar-muhafazakar çıkarsamasında bulunulabilecek vatandaşlar pek ortalıkta yok sanki. Daha ziyade “seküler” yaşam biçimi tercihine sahip kesim, Babalar Günü’nü de eda etmek üzere çoluk-çocuk ortalıkta dedirten bir tablo var karşımızda.


AVM’nin ortamına bir parça daha aşina olanlardan şu yorum geliyor: “Oruç tutanlar şu anda pek yok. Sahur sonrası, tatil sabahı dinlenmesindeler. Öğleden sonra onlar da yavaş yavaş gelmeye başlarlar.”
Dolayısıyla günün ilerleyen saatlerinde AVM’mizde kültürel açıdan tam bir iç-içe geçmişlik hali, “dindar-muhafazakar” ve “modern-seküler” Türkiye toplumsallıklarının “heterojen”, yani çeşitlilik içeren, hatta “melez” tablosu çıkıyor karşımıza.

Peki, öğlenden sonraları ve akşama kadar bir durgunluk ya da “tenhalık” söz konusu mu yemek mekanlarında? Hayır, masalar yine dolu. Hatta sık sık tesettürlü kadınları (mazeretleri olup olmadığını bilmiyoruz tabii) yakınları ya da arkadaşlarıyla bir şeyler yeyip içerken görmek de mümkün.

Sonra akşama doğru bu defa bir başka “homojenleşme” eğilimi kendini gösteriyor AVM’nin yiyecek mekanlarında. Bu defa iftarın, oruç açmanın hoş telaşı içindekiler dolduruyor masaları.
Karşımızdaki tablo, bu toplumun Ramazanda gündelik hayatın akışında gayet uzlaşmacı bir kültürel “zaman yelpazesi” açtığını düşündürücü mahiyet arz ediyor.

Yelpazenin bir ucunda sabah kahvaltısında pastaneleri, kafeleri, simitçileri, börekçileri dolduran oruçsuz toplumu homojen formda karşımızda buluyoruz.

Sonra “zaman yelpazesi”nin ortasında gün içinde dindar-muhafazakar olan ve olmayan toplum kesimleri, söz gelimi tesettürlü ve şortlu genç kızlar, yan yana, kol kola, iç-içe karşımıza çıkıyor.
Ardından giderek yelpazenin diğer ucuna bir sarkaçsal salınım oluyor ve iftara doğru dindarlığın nabzının yüksek attığı bir toplumsal homojenleşme gözlemleniyor.

Türkiye bu haliyle aslında kendi kültürel çeşitliliğini, yaşam-biçimsel farklılıklarını kendince uyumlu, uzlaşmacı ve barışçıl çerçeveye oturttuğunu düşündürecek bir pratik sergiliyor.
Elbette bu görüntüyü genellemek o kadar kolay değil. Hâlâ oruç tutmayanlara saldırılar var. Hâlâ mini etek giymiş kıza “Ramazanda böyle dolaşmaya utanmıyor musun” deyip taciz ve darp etmeler var. Hâlâ memleketin pek çok yerinde Ramazanda yeme-içme servisini durdurmuş pastane, lokanta, kafeler var.

Ama işte yukarıdaki şekilde, kozmopolit İstanbul’un hem de muhafazakar bir köşesinde dindar-laik iç içe geçmişliğinin kazasız belasız sürdürülebildiği yerler de var.
Mesele, bir iktidarın bu toplumun “kültürel örüntü” açısından sunduğu verilerden hangisini dikkate alacağı ve önünü açacağıdır. “Kültür politikası” da bundan ibarettir aslında.
Ramazanda mini etek giyiyor diye dolmuştaki kızı darp eden bağnazın tavrı da bir “kültürel” performanstır.

Yukarıda mevzubahis ettiğimiz AVM’de Ramazan sabahı kahvaltı edenlerle akşam iftar açanların iç içeliği de bir kültürel performanstır.

Bunlardan hangisini “baz” aldığınıza bağlı olarak bir ülkede ya ayrışmaya, ya sarmaşmaya; ya kutuplaşmaya, ya bütünleşmeye; ya uzlaşmazlığa ya da uzlaşmaya yol açarsınız.
Ortadoğu-İslam tarihçiliğinin abide ismi, İslam’a da, Ortadoğu’ya da, Türkiye’ye de önyargılardan uzak bakmasını bilmiş Prof. Bernard Lewis’in neredeyse yarım asır öncesine tarihlenen şu öngörüsü bu topraklarda hâlâ karşılık bulmayı bekliyor:
“Türk halkı, pratik sağduyusunu ve yaratıcı gücünü seferber ederek İslam ile çağdaşlık [“sekülerlik” de denilebilir] arasında hem babalarının özgürlük ve ilerleme yolunu, hem de büyükbabalarının Allah yolunu çatışmaya düşmeksizin izleyebilecekleri pratik ve etkin bir uzlaşma var edebilir” (“The Emergence of Modern Turkey”, 1968).

Türkiye’nin sorunu aslında bu kadar basit: Dindar ile laik arasında pratik ve etkin bir uzlaşma… Üstelik toplumda da imkan olarak karşılığı yok değil bunun…

Yeter ki siz sorunu çözmek isteyin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

18 Haziran 2017 Pazar

Sağlık Bilimleri Üniversitesi arpalığı - OSMAN ÖZTÜRK

Doçentlik, profesörlük, yardımcı doçentlik…

Elde etmek için yıllarca gece gündüz dirsek çürütmek gereken son derece itibarlı akademik unvanlar.

Daha doğrusu bir zamanlar öyleydi.

Sonra ne mi oldu?..

Ben tabii ki tıp alanındaki gözlemlerime dayanarak söylüyorum…

Artık öyle değil.

İlk gediği “uçan profesörler” açtı.

Malûm; doçentlik için bir üniversitede çalışmak zorunluluğu yok, “dışardan” da olunabiliyor…

Profesörlük içinse üniversite şart.

Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerdeki devlet hastanelerinde çalışan doçentler…

Yaşadıkları şehirlerin üniversitelerinde profesör kadrosu bulamayıp…

Taşradaki üniversitelere gitmek de zahmetli gelince…

Haftada, ayda bir başta Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi olmak üzere uçakla günübirlik seyahatler

yaparak profesör olmuş, oldular!..

•••

Asıl rezillik ise her alanda olduğu gibi AKP döneminde yaşandı, ulufe dağıtır gibi doçentlik,
profesörlük dağıtıldı.

Yurtiçinde çoğu Fethullah Gülen Cemaati kökenli tıbbi dergilere gönderilen uyduruk yayınlara…

Yurtdışında çoğu adı sanı duyulmamış, ne idüğü bilinmez dergilerde, muhtemelen  para karşılığı

kabul edilmiş birkaç yayın daha eklenince…

Sınav jürisi zaten garanti…

Al sana AK-doçentler, Kara-profesörler.

Misal, adli tıp.

Hani şu meşhur Dursun Çiçek’in ıslak imza raporu vardı ya…

O sahte raporun altına imza atmanın karşılığı ıslak doçentlik kapmak oldu!..

•••

Sağlık Bilimleri Üniversitesi.

Bünyesinde sekiz fakülte, iki enstitü, bir yüksek okul, beş meslek yüksek okulu, on dört araştırma





uygulama merkezi…

Ukdesinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı mebzul sayıda eğitim ve araştırma hastanelerinin bulunduğu…

Akademik bir ucube.

Rektör Prof. Dr. Cevdet Erdöl.

Recep Tayyip Erdoğan’ın özel doktoru, 22. ve 23. dönem AKP Trabzon milletvekili.

Rektörlüğü bırak profesörlüğü bile tartışmalı.

Bugünlerde akademik unvan dağıtıyor.

Şartlar derseniz üniversitenin kendisinden bile ucube!..

Misal, Dışkapı Yıldırım Beyazıt Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi.

Ortopediye doçent arıyor.

Koşul; koksartrozda kalça eklemindeki değişikliklerle ilgili histokimyasal çalışması olmak.

Çiçeği burnunda doçentimiz müracaat edip girecek…

Meslek hayatının kalan yirmi beş yılında koksartrozda kalça eklemindeki değişikliklerle ilgili

 histokimyasal çalışma yapacak.

Yoksa başka kapıya!..

Misal, Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi.

Beyin cerrahisine doçent.

Koşul; omurilikteki lomber ve sakral segmentlerin omurga ile olan anatomik ilişkisi konusunda çalışması olmak.

Başka çalışması olsa?..

I-ıh, hayatta olmaz!..

Misal, Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi.

Kadın doğum doçent kadrosuna müracaat mı etmek istiyorsunuz?..

Bir kere robotik cerrahi konusunda eğitim almış olmanız gerekiyor…

Tamam, onu anladık da, yetmiyor…

Propranololun uterus üzerindeki olan etkilerine ait çalışmanızın da olması gerekiyor.

Propranolol, dediğiniz tansiyonda, kalp hastalığında kullanılan bir ilaç…

Yeryüzünde propranololun uterus üzerindeki olan etkilerine ait çalışması olan kaç tane kadın

doğumcu vardır, filan diye sormayın…

Belli ki bir tane var...

Kadro da onun için ısmarlanmış zaten!..

•••

Hemen hepsi adrese teslim tam iki yüz üç doçent, yardımcı doçent, profesör kadrosu.

Bilgi, beceri, yetenek filan gerekmez…

Yıllardır gecesini gündüzüne katıp çalışan meslektaşımın hakkını yemiş olmaz mıyım, diye de

düşünmeyin…

AKP, cemaat, tarikat, iktidarla bir iltisakınız varsa sakın kaçırmayın.

Kadroyu kaptıktan sonra şükür namazı kılmayı da unutmayın!..



Sağlık Bilimleri Üniversitesi Arpalığı.

OSMAN ÖZTÜRK / BİRGÜN
 

Londralı da sokakta ‘adalet’ arıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Büyüklerimizin “Sokakta adalet aranmaz! Hak aranmaz!” dediği gün, Londralılar da ellerinde “Justice/Adalet!” yazan pankartlarla sokaklara çıkmasın mı? 


Türkiye’nin yoğun gündeminde ne kadar izlediniz bilmiyorum. Hafta içinde İngiltere başkentinin en seçkin mahallelerinden biri olan Kensington’da, ailelerin yaşadığı 24 katlı bir gökdelen yandı.
Londra da İstanbul gibi... 

Seçkin refah mahalleleri ile dar gelirlilerin haneleri sırt sırta bulunabiliyor...
11 Eylül kuleleri gibi alev alev tutuşan Grenfell Tower isimli bina da böyle işte imkânları kısıtlı olan, özellikle göçmelerin yaşadığı dev bir apartman blokuydu. 

Kimliği ilk tespit edilen kurban, örneğin Muhammet adlı Suriyeli bir göçmen. Suriye ceheneminden çıkmayı başarmış. Ama “kurtuluş” diye gördüğü Londra’da yanarak can verdi...
Onlarca insanın “cehennemi” olan, 600 kişinin yaşadığı 120 daireli binada kaç kişinin öldüğü bir sır. 58 ölüden bahsediliyor ama sayının 100’ü aşması bekleniyor...
Bina Kensington Belediyesi’ne ait ve 1974’te inşa edilmiş. Yangından sonra siyah bir iskelete dönüşen yapı geçen yıl elden geçmiş. Ama tasarruf amacıyla bu yenilenmede düşük kalitede malzeme kullanılmış. “5 bin Pound’luk” fark için -misal- yangına dayanıklı olmayan bir mantolama türü seçilmiş. 

Çarşambayı perşembeye bağlayan gece sahur vaktinde çıkan yangında bu yüzden alevler üst katlara kolayca sıçramış. 

Aşağıdakiler - yukardakiler yangını
Dünya TV’lerinin İkiz Kuleler yangını gibi neredeyse günler boyu gösterdiği Grenfell Tower badiresinde konu yalnız Londra’da 40 yıldan bu yana yaşanan en büyük yangın değil.
Meselenin değişik boyutları var.
Bunlardan ilki, sanayi devrimi Londra’sının içyüzünü anlatan Dickens’ın “İki Şehrin Öyküsü” romanı ölçüsünde devasa sınıf farkları ve uçurumlarının bugün bu yangınla, hâlâ yaşadığının görülmesi. 

Dickens’dan bu yana 200 yıl geçmesine karşın, Kensington Sarayı’nın bulunduğu bir mahallenin öteki ucunda yaşam mücadelesini sürdüren “aşağıdakilerin” şartları çok değişmemiş...
Diğer konu, bir hafta önceki genel seçimde yara bere içinde kalan May’in hesapta olmayan bu gökdelen yangınıyla aldığı ikinci darbe. 

Theresa May üst üste gelen bu ikinci krizi de göğüsleyemezse; “aşağıdakileryukardakiler” ve bir “mülti külti Londra yangınına” dönüşen Grenfell Tower’ın enkazı altında kalabilir.
Grenfell Tower’ın kıvılcımları sokağı sardı bile.

Terörden fazla öfke yarattı
“Tower-zedeler” için dayanışma gösterenler, ellerinde “adalet” yazan pankartlarla Kensington Belediyesi’ni bastılar. Başbakanlığın bulunduğu “Downing Street”e yürüdüler, kentin kalbi Oxford Street’te eylem yaptılar. 

Göstericiler “5 bin Pound’luk tasarruf” için yaşamlarını yitiren yakınlarının hesabını soruyor, alınmayan güvenlik önlemlerinin sorumlularını arıyorlar. 

Hükümet ve yerel yöneticiler düzeyinde her tür ihmal/yolsuzluk ihtimali nedeniyle başlarına gelen felaketten sorumlu olanların hesap vermesini bekliyor; cevapsız kalan sorulara yanıt talep ediyorlar.
Bütün bunlar, üst üste terör olaylarının yaratmadığı dozda bir öfke patlamasına yol açıyor.
Yetkililer ise öfkenin yatışmasını bekliyor. Kraliçe ve Londra Belediye Başkanı, yangın-zedeleri ziyaret ederek onlara moral destek vermeye çalışıyor. “May istifa!” nidaları eşliğinde Başbakan da hastanede yaralıları yokluyor ve olanlar için kapsamlı bir soruşturma başlatıyor.
Henüz kimseye Soma tekmesine benzer bir tekme indirilmedi... 


Müslüman Belediye Başkanı Khan’dan “E ne yapalım? Allah’ın takdiridir” yorumu gelmedi.
“Sokakta hak arandığı görülmüş şey değildir!” buyuran devlet büyüğü ise çıkmadı.
İngilizler öyle görünüyor ki “krizin üstesinden nasıl gelinir”i hiç bilmiyor.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Yürürken büyümek! - Mine G. Kırıkkanat

İnsanı hayvandan ayıran yeteneklerin en önemlisi, kuşkusuz konuşabilmek, üstelik konuşmak için de yüzlerce farklı dil yaratmış olmaktır. Sonra gülmek, düşünmek, çalışmak gelir. Belki en önemlisi değildir ama insanı hayvandan ayıran ilk fiziksel fark ise hayvan yavrusunun dört ayak üzerinde büyümeye devam ederken, insan yavrusunun doğduktan bir yıl sonra iki ayağı üzerine kalkıp yürümesidir…

İşte bu yüzdendir ki yürümek, insanlığın ilk göstergesi, içgüdüsel olmayan ilk eylemidir!
Kavimlerin ve ulusların tarihi, savaş dışında yürüyerek yazılmıştır dersem, inanır mısınız?
İnanın, çünkü öyledir.
İşte size kavimlerin uzun yürüyüşünden ibaret büyük göçler. Dünyanın siyasal coğrafyasını ve sosyolojisini değiştirmişlerdir.
Ama yürüyerek yurt terk edilmez her zaman. Savunulur ve kazanılır da.

***
1789 Büyük Fransız Devrimi, güneyden kuzeye yürüyen Marsilya halk ordusuyla mümkün olmuştur.
1930’da Mahatma Gandhi’nin ardına takılan milyonlarca Hintlinin Tuz Yürüyüşü, devasa bir coğrafyanın İngiliz boyunduruğundan kurtuluş habercisidir.
Bir Avrupa kıtası büyüklüğündeki Çin, tarihine ve coğrafyasının devasalığına yakışır ölçüde bir yürüyüşle rejim değiştirmiştir: Çan Kay Şek’in ordularına yenilen 100 bin komünist militan, 1934’te başladıkları ve önceleri ric’attan başka bir şey olmayan Uzun Yürüyüş sırasında geçtikleri tüm bölgelerde köylüleri özgürleştirmiş, ağalardan aldıkları toprakları onlara bölüştürmüş ve yeni bir düzen kurmuşlardır. 1935’e kadar yürüdükleri 12 bin kilometrelik yolda, aralarından Mao Çe Tung lider olarak sivrilmiş ve Yuan’a vardıklarında aralarından sadece 8 bini sağ kalmış olmasına karşın; koca Çin’in komünist rejim altındaki birliği ve hatta bugünkü gücünün kurucu eylemi, hâlâ bir yıl süren o Uzun Yürüyüş sayılır.


***
1963’te Martin Luther King’in “I have a dream” söyleviyle başlayan barış yürüyüşü, ırk ayrımcılığında sonun başlangıcı olup siyah Amerikalıların seçme ve seçilme hakkına kavuşmasına yol açmıştır.
Doğu Almanya’da 70 bin kişinin komünist rejimi protesto için 9 Ekim 1989’da başlattığı yürüyüş, milyonlarca kişinin katılmasıyla 9 Kasım’da Berlin duvarını yıkmıştır…
23 Ağustos 1989’da şarkılar söyleyerek sokaklara dökülen Baltık halklarının el ele tutuşarak SSCB sınırında oluşturduğu 560 km’lik zincir, Estonya, Letonya ve Litvanya’ya savaşta yitirdiği bağımsızlığını geri vermiştir.
Daha çok örnek var, ama benim yerim yok. İnsanlar tarih boyunca öyle ya da böyle hak aramak için yürüdüler ve bazen, savaşarak yitirdiklerini ya da gasp edileni yürüyerek geri alabildiler.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu; 16 Nisan’da, çoğunluğun HAYIR oyu verdiği gayet açık referandum gecesi yapması gerekeni, iki ay sonra nihayet yaptı ve Ankara’dan İstanbul’a “Adalet Yürüyüşü”nü başlattı.


***
Pek çok kişi gibi AKP iktidarlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kolayca yıkabilmesinden, meydanı boş bulmasını, yani TBMM’de kalan biricik muhalefet partisi CHP’nin “hiçliğini” ve Baykal’dan Kılıçdaroğlu’na liderlerinin kifayetsizliğini sorumlu tutan biri olarak, Adalet için yürüyüşü geç olsun da yeter ki olsun diye, gönülden destekliyorum.
Bardağı taşıran damlanın gasp edilen gerçek referandum sonucu değil de Enis Berberoğlu’nun hiçbir gerekçeyle kabul edilemeyecek 25 yıl hapse mahkûmiyeti olması önemli değil.
Bu yürüyüş, Türkiye’de çok uzun süredir yok olan hukuk, demokrasi, hatta ahlakı arayanların; baskıya, zulme ve talana karşı yürüyüşüdür.
Dileğim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir kişi değil, tüm Türkiye yeniden adalete kavuşana kadar yarı yoldan dönmemesi, ülkenin gerçek çoğunluğuna umut veren yürüyüşün sonuna kadar gitmesidir.
Gerisi kendiliğinden gelir. 


***
Özgürlüğüne kavuşan Cumhuriyet İnternet Sitesi Yayın Yönetmeni Oğuz Güven’e geçmiş olsun. Darısı sevgili Güray Öz, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Ahmet Şık, Musa Kart, Turhan Günay, Hakan Kara, Önder Çelik, Mustafa Kemal Güngör, Bülent Utku, Emre İper, Akın Atalay ve diğer tutuklu gazetecilerin başına.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Küresel gıda baronları - ÖZLEM YÜZAK

7 milyarın üzerinde insan, 570 milyon çiftçi, Ve küresel gıda endüstrisi değer zincirini kontrolü altında bulunduran sadece bir avuç şirket...
Hadi bir bilgi daha... Bugün dünyada açlık çeken 800 milyon insanın yarısı tarım sektörüne bağlı küçük çiftçiler ve işçiler... 



Ne adil düzen değil mi?


Gelelim şu bir avuç şirketin neler neler yaptığına... Global tarımsal gıda endüstrisi devasa bir sektör. Ve giderek büyüyor. Çünkü dünyada orta sınıfın sürekli büyümesi ve kentleşmenin artması işlenmiş gıdaya ve market ürünlerine olan talebi de artırıyor. 


Oyun uzun süre büyük firmaların yerel ölçekte küçük firmaları satın alması ve böylelikle küçük rekabetçilerini ortadan kaldırması ile oynandı. Türkiye’de bundan hayli nasibini aldı. Şimdi birbirlerini satın almada... En büyük oyun da tohum ve zirai kimyasallarda oynanıyor. Dünyanın en büyük ikinci böcek ilacı üreticisi olan Bayer, en büyük tohum üreticisi Monsanto’yu 66 milyar Avro’ya satın alma sürecinde. 


ABD ve Avrupa Birliği bu evliliği onaylarsa, ki büyük olasılıkla onaylayacak 2017 sonunda, sadece üç şirket - Bayer- Monsanto, Dow-DuPont ve ChemChina-Syngenta - küresel tohum ve zirai kimyasal piyasasının yüzde 60’ını kontrol eder hale gelecek. Bu tabii aynı zamanda küresel ölçekte tüm gıda ürünlerinin fiyatlarını belirleyecekleri anlamına da geliyor. 


Aynı tekelleşme tarım araç ve ekipmanlarında da yaşanıyor. Küresel pazarın yüzde 65’i 5 büyük şirketin elinde ve pazar lideri de 29 milyar dolar satış geliri ile John Deere’de. 


Tüm bu şirketler gelecek hedeflerine bir süreden beri tarımın dijitalleşmesini de aldılar. Henüz süreç başlangıç aşamasında olmasına karşın hızla gelişiyor. Çok yakında dronlar zirai ilaçların püskürtülmesi görevini üstlenecek; hayvancılık sektörü süt miktarlarını, hareket düzenlerini ve besin oranlarını izlemek için sensörlerle donatılmış olacak; traktörler GPS ile kontrol edilecek; bilgisayar hatta cep telefonu ile kontrol edilebilen ekim makineleri, sıra ve bitkiler arasındaki optimum mesafeyi belirleyecek, toprak kalitesini değerlendirecek. İyi güzel de yoksul çiftçi bu teknolojiye sahip olabilecek mi? Sonuçta alan yine devlerin olacak. 


Gıda işleme de farklı değil, Henüz küresel ölçekte konsolide edilmemiş olmasına rağmen, hâlâ bölgesel düzeyde Unilever, Danone, Mondelez ve Nestlé gibi şirketler pazar hâkimiyetine sahip. Bu şirketler paralarını taze veya yarı işlenmiş yiyecekler yerine dondurulmuş pizza, konserve çorba ve hazır yemek gibi son derece işlenmiş gıdalardan kazanıyorlar. Üstelik kâr çift taraflı. Zira bu beslenme modeli obezite, şeker hastalığı ve diğer kronik hastalıklarla yakından ilişkili. Daha da önemlisi, bu şirketlerin, protein, vitaminler, probiyotikler, zayıflama ilaçları ve omega-3 yağ asitleri ile zenginleştirilmiş “sağlıklı” işlenmiş gıdaları da pazarlamaları.



Özlem Yüzak / CUMHURİYET



Yararlanılan kaynaklar: www.weforum. org ve www.project-syndicate.org

Rota Yemekçilik’i kimler, neden koruyor? - ÇİĞDEM TOKER

Bir değil, iki değil. 

Son 24 gün içinde Manisa’da, üçüncü toplu asker zehirlenmesi vakası yaşanıyor.
İlki: 23 Mayıs 2017 – 1. Piyade Eğitim Tugay Komutanlığı Albay Arif Seyhun Kışlası’nda 1046 asker gıda zehirlenmesiyle hastaneye kaldırıldı.



Er Hüsnü Özel yaşamını kaybetti. Evet, bu çağda gencecik bir asker, sağlık koşullarını taşımayan karavana yemekten öldü. 


İkincisi: 27 Mayıs 2017 – Kırkağaç 6. Jandarma Komando Er Hüsnü Özel Eğitim Alayı’nda 70 asker gıda zehirlenmesiyle hastaneye kaldırıldı. 


Üçüncüsü: 16 Haziran 2017 – Manisa General Seyfettin Çalbatur Kışlası 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı’nda yine gece yaklaşık 50 asker gıda zehirlenmesi belirtisiyle hastaneye gitti. 


CHP Manisa Milletvekili Tur Yıldız Biçer, bu rezilliğin yakın takipçisi.


Her seferinde hastaneye askerlerin ziyaretine gidiyor. Açıklamalar yapıyor. Elindeki bilgileri kamuoyuyla paylaşıyor. Biçer’in verdiği bilgiye göre, 23 Mayıs ve 16 Haziran’daki zehirlenme olayında askerlere yemek tedariki yapan aynı firma: Rota Yemekçilik Ticaret A.Ş.

 
Biçer, cuma gecesi hastane önünde yaptığı açıklamada, Milli Savunma Bakanlığı’ndan hâlâ bir ses çıkmayışını, hiçbir şey olmamış gibi şirketle sözleşmenin feshedilmemesini sorguladı: “Sözleşme feshedilse, böyle bir olay yaşanmayacaktı” dedi. 


Rota Yemek’e biraz baktık. 


Bundan dört yıl önce Diyarbakır’da Veysi Avşar tarafından 100 bin TL sermaye ile kurulmuş. Ancak öncesi var.
Rota; sahipliği aynı kişilerden oluşan Tatal, Avşaroğulları, Çamlıca, Ova, Mendika isimli şirketlerin devamı.
İki yıl önce HDP Milletvekili Levent Tüzel, Dicle Üniversitesi’nde bu şirketin faaliyetleriyle ilgili ciddi sorular içeren bir soru önergesi vermiş. Fakat önerge cevaplanmadığı gibi, bu önergenin haber linkleri de uçmuş...! (Tüzel’e ulaşamadım.) 


Bir yılda 20’ye katlanan sermaye
 
Rota Yemekçilik’e kuruluşundan sonra Osman Avşar da ortak olmuş. Bir yıl içinde sermayesini 2 milyon TL’ye çıkarmış. 2014’te şirket merkezini Ankara’ya taşımış.
Şirket sermayesi iki ay önce 7 milyon TL’ye yükselmiş. Şirket yönetimi, Veysi Avşar, Osman Avşar, Ahmet Türkmen isimleri arasında gidip geliyor. 


Şu anda Veyşi Avşar ile Osman Avşar eşit ortak. Şirket web sitelerinde Türkiye’nin büyük metropollerinde devlet daireleri, askeri birimler, hastaneler, okullar, üniversiteler, fabrikalar, şantiyeler, havayolu ikram hizmetleri verdiklerini gururla anlatıyorlar.
(İki yıl önce de Maliye Bakanlığı’ndan 11 milyon TL’lik iş almışlar.) 


Rota Yemekçilik’in AKP iktidarı ve bakanlıklar açısından önemli ve etkili bir ikili olduğu anlaşılıyor. Bunca ana kuzusu asker zehirlenmesine karşın neden korunduklarının cevabı ortaya çıkarsa pek çok şey aydınlanacaktır.


Fakat Rota Yemekçilik belli ki askerlerin zehirlenmesinden değil de, “yandaş şirket” haberlerinden rahatsız olmuş.


Manisa’daki asker zehirlenmelerini duyuran internet sitelerinin tamamına erişim engeli getirilmiş. Hepsine. “Manisa’da ne olmuş?” diye merak edip internete girdiğinizde haber bulmanız biraz zor. Karşınıza hemen sulh ceza hâkimliğinin erişim engelleme kararı çıkıyor.


Rota Yemekçilik bu engelleme talepleriyle, sebep oldukları zehirlenme olaylarını mı karartmaya çalışıyor, yoksa yandaş olmadığı mesajını mı vermeye çalışıyor? 

Rota Yemekçilik’e buradan bir çağrıda bulunuyorum, Kolaysa, bir erişim engeli talebini de Ticaret Sicili gazetesi için getirin. “Ciheti askeriye” bakımından ayrıcalığınızı henüz bilmiyoruz.
Fakat zenginleşme öykünüz sicil sayfalarında duruyor. 


Zeytinburnu arsasında 3 aylık şirket
 
Memleketin rant hikâyelerine geçen hafta bir yenisi eklendi.
Zeytinburnu’nda askeri lojmanların bulunduğu 97 bin metrekarelik arazi arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı yöntemiyle ihale edildi. Emlak Konut GYO’nun yaptığı ihalede “en iyi teklifi” Güney Gayrimenkul, Baş Yapı İnşaat, Esta İnşaat ve Elit Vizyon Yapı A.Ş’den oluşan dörtlü ortaklık verdi.
Satış değeri için 1 milyar 730 milyon TL. Şirket payı olarak da Emlak Konut’a 640 milyon 100 bin TL teklif edilmiş.
Tek bir şeye dikkatinizi çekeceğim:
Bu arazinin değerinin, ihalede Ağaoğlu’nun verdiği teklif nedeniyle 2 milyar TL’ye çıktığı konuşuluyor.
İşte, yakın geleceğin rant merkezlerinden birisi olacak 2 milyarlık bir araziye teklif veren bir şirkete verilen “en iyi teklifteki” şirketlerden biri fazlasıyla genç.
Ahmet Olcay’ın 200 bin TL sermaye ile kurduğu Elit Vizyon’dan bahsediyorum.
Daha Ticaret Sicili’nde kuruluşu tescil edileli ancak 3 ay olmuş.
“İhalelerde ne zamandan beri deneyim aranıyor ki?” diye sormak serbest. 


Şehir hastanelerinde ödeme sıkıntısı
 
Yozgat, Mersin, Isparta. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırılacak 30’un üzerindeki şehir hastanelerinden tamamlanıp faaliyete geçen 3 hastane bu illerde.
Her üç şehir hastanesinin de farklı finansman - ödeme sıkıntıları yaşadığını biliyoruz. Isparta ve Yozgat’ta doktorlar döner sermaye ücretlerini alamıyordu. KÖİ modelinin bir alt türü olan Yap-Kirala-Devret yöntemiyle yaptırılan bu hastanelerde müteahhit/işletmeci şirketler, otopark, güvenlik, görüntüleme, temizlik gibi gelir getiren hizmetler için devlete fatura kesiyor. Basına az da olsa yansıyan doktor ödemelerinin dışında bir diğer sorun kalemini de medikal cihaz alımları oluşturuyor. Örneğin Mersin Şehir Hastanesi’nde tıbbi cihaz üreten bir Alman firmasının, hastaneye sattığı bir cerrahi motor cihaz bedelini henüz tahsil edemediği konuşuluyor. Yanı sıra, inşaat halindeki Bilkent Şehir Hastanesi projesinde de finansman sıkıntısı yaşandığını duyuyoruz. Açılış tarihi sürekli ertelenen Bilkent Şehir Hastanesi’nin tamamlanması belirsiz hale gelmiş. 


Müteahhide bina ödeneği
 
Mayıs ayı bütçe rakamları açıklandı.
Beş aylık müteahhitlik giderleri 1 milyar 814 milyon TL’ye ulaşmış.
Mayıs ayında müteahhitlere 492 milyon TL ödenmiş. Bu tutarın 415 milyon TL’si hizmet binaları için. Bir yandan çeşitli kamusal hizmetler için yeni hizmet binaları yaptırılırken diğer yandan da bina kiralarındaki artış sürüyor. Geçen ay devlet binaları için 26 milyon TL ödendi.
Mayısla birlikte beş aylık bina kiralama harcaması 106.5 milyon TL’ye ulaştı.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

17 Haziran 2017 Cumartesi

Dünyanın ilk 'yüzen çiftliği' Hollanda'da kuruluyor - BİRGÜN

Hollanda denince ilk akla gelen görüntüler olan yel değirmenleri ve meralarda otlayan ineklere, kanal ve nehirler üzerinde yüzen çiftlikler de eklenecek.

Giderek artan nüfus ve büyük kentlerde tarım alanlarının hızla daralması nedeniyle Hollanda, su üzerinde yüzen çiftlikler kurmaya hazırlanıyor.

BBC Türkçe'nin aktardığı habere göre, dünyanın ilk yüzen süt ürünleri çiftliğinin yapımına, ülkenin ikinci büyük kenti Rotterdam'daki Merwehaven'da kısa süre içinde başlanıyor.
Beladon adlı şirket tarafından geliştirilen ve AgriFood adlı kuruluşla birlikte hayata geçirilen proje kapsamında iki ayrı yüzen çiftlik inşa edilecek.

Floating Farm adı verilen çiftliklerden birinde 40 inek yer alacak. Diğer çiftlikte ise, 6 bin adet tavuk yetiştirilecek.

Yaklaşık 2 milyon euroya malolması beklenen yüzen çiftlikler, önce Rotterdam'a ardından da Den Bosch kentinde kurulacak.

Projenin yaratıcılarından olan Peter van Wingerden, Den Bosch kentinde farklı bir şeyler deneyebileceklerini belirterek, Rotterdam'la birlikte bu kentin pilot bölgeler olacağını söylüyor.Van Wingerden'e göre yüzen çiftlik fikri bir bilim kurgu değil, geleceğe yönelik mantıklı bir adım. Beladon ve AgriFood, projeyi daha geliştirebilmek için yüz bin euroluk kaynak ayırdı.

Çok sayıda kuruluşun destek verdiği proje, su açısından zengin olan ülkede hızla artan nüfus ve giderek daralan tarım alanları konusunda önemli bir alternatif olarak değerlendiriliyor.

BİRGÜN

Fatih Terim’in Arda neması - MÜSLÜM GÜLHAN

Nema, aslında anlam olarak faiz geliri içeriğini taşır.

İnsanların sosyal nemalanması ise bilerek ve tasarlayarak gelişen olaylar üzerinden kendi çıkarı doğrultusunda fırsat yakalamaktır.

Arda’nın yaptığı hata, Terim için bulunmaz bir fırsat oldu ve hiç zaman kaybetmeden olay üzerinden faizini aldı. Bila Meşe olayı tek başına gelişen bir anlık tepkiyi kapsamıyor. Olay, Avrupa Şampiyonası’ndaki Terim-Arda gerginliğinin geldiği son noktadır.

Aslında bir nevi kişisel beklentiler üzerinden iktidar oyunudur.

Prensipleri oturmamış ve kurumsal bir kimliğe sahip olamayan ki Milli Takım öyle, bu tip kurum ya da gruplarda kişisel örgütlenme kaçınılmaz olur. Bizim de en çok sevdiğimiz modeldir!

Bu örgütlenmede de ana hatları; koltuğa ve buradan elde edilen kazancı ve nemayı koruma üzerine oturtulmuş kaygı yumağı oluşturur. Seçilen insanlar bu süreci destekleyecek ve buna katkı sağlayacak insanlar olduğu gibi, genel seçici olan Kutsal Abi’ye de biat kaçınılmaz olur.

Kaygı yumağının içeriğini sağlayan baskı ve otoriter tavırlar, mesleki kriterler olarak pazarlanır ve sanki tüm Dünya’da da  böyleymiş gibi algı yaratılır. Bu pazarlama sayesinde, yaratılan avantajların karşılığındaki maddi beklentinin çok yüksek olması sağlanır. Terim’in maaşı ve Milli Takım için ödenen primler bu kapsamdadır.

İşte tüm bunların ortalığa saçılmasının dayanakları, bu kişisel beklentilerin kaybedilmemesidir.

Tüm bunların açığa çıkmasını da, ya maddi beklentilerdeki çatışma, ya da dış faktörlerin desteği sayesinde ki, bunun tamamına yakını siyasi ilişkilerden oluşan, kısır döngü içerisindeki iktidar mücadelesi sağlar. Bu mücadelede hiyerarşi diye bir kavram yoktur.

Ve tamamı feodal tepkimelerdir.

Sporun yönetsel kısmındaki siyasi abluka, eninde sonunda beklentileri doğrultusunda ve ilişkileri çerçevesinde süreci şekillendirir. Kötü olan, buradaki açmazın tüm sorunun çözüm argümanlarının sporun dış etkisinde kaldığı koşullar altında olmasıdır.

Avrupa Şampiyonası’ndaki Arda’nın Terim’i eleştirmesi ve her zaman gizli kapaklı tartışma konusu olan primler yüzünden, süreçte karşılıklı stratejiler oluşturulmuştur.

Sonuçta, birinden biri süreçten zararlı çıkacaktı. Terim’in yıllar süren ve bu gibi olaylardaki strateji zenginliği! Arda’ya karşı sonuç alarak süreci kendi lehine çevirdi. Böylelikle de başarısızlıklarını tartışma konusu olmaktan çıkardı.

Her iki tarafın el altından basına verdikleri haberler… Karşılıklı üstü kapalı mesajlar… Kamp içindeki söylemlerin hepsi bu sürecin birer parçasıydı.

Basın mensuplarının uçağa alınması da bu stratejinin bir parçasıydı. Çünkü kamp içindeki karşılıklı söylem üzerine, Arda’nın basına karşı böyle bir tavır içine gireceğine dair emareleri eğer söylemleri içinde kullandıysa, Terim bu hamleyi kaçınılmaz olarak kullanılır.

Ve tartıştığımız tüm bu konular ne yazık ki ülkeyi temsil eden Milli Takım için de olmaktadır.

Görüldüğü üzere başarı üzerine en ufak bir kaygı belirtisi yoktur.

Tüm bu olayların uzun süreden beri gelen bir birikimin parçası olduğu, Fatih Terim’in Kosava galibiyetinin verdiği rahatlık ve özgüven sayesinde, maç sonrası yaptığı yorumların satır aralarında kendini çok belli etmektedir.

Resim bu…

Buradan ne çıkabilir? Hiçbir şey çıkmaz…

Çünkü:

Arda’nın Barcelona’ya transfer olması, ona birtakım farklılıklara açık olması gerekliğini de beraberinde getirmişti. Barcelona kurumsal futbol oynamaktadır. Buna adapte olmak için küresel futbol kültürünün yanında, takım kültürüne de adapte olması şarttı.

Ama Arda’nın donanımları ve feodal tepkimeleri maalesef buna izin vermedi ve o kimliği bir türlü içine sindiremedi. Hem oyun olarak, hem de yaşam şekli olarak. Bu koşullar Arda’ya ağır geldi.

Aynı şekilde, Fatih Terim de Fiorentina ve Milan’da teknik direktör olarak bu sorunları daha önce yaşadı ve her iki kulüpten de gönderildi.

Başkanlara karşı yöresel racon kesme, seyirciyi provoke etme stratejileri belki bizde alan bulabilir, ama kapitalizmin kuvvetli olduğu yerde, süreç, pazar içerisindeki arz-talep dengesi üzerinden gider. Ya olması gereken içinde varsındır ya da yok olursun.

Ve bu kulüplerin sahipleri küresel sermayenin parçalarıdır. Yöresel raconlara da karınları toktur.

Aslında Arda ve Terim’in ortak yanları çok var.

Her ikisinin de yaşadıkları durumları kader veya şansızlık değil, somut gerekçelerin somut sonucudur.

Her ikisi de yöresel figürdür ve ülkenin karşılığıdırlar.

Futboldaki şu baba-oğul, vatan millet yalanlarına da son vermek lazım.

Sonuçta; çıkar her şeyin üstündedir.

MÜSLÜM GÜLHAN   / BİRGÜN

Siyaset yürüyüşü ve cesaret - Nilgün Cerrahoğlu

Ünlü bir Latince özdeyiş vardır:Audaces fortuna iuvat/Talih, cesaret edenlerin ve cüret gösterenlerin yanındadır!”
Çiçeği burnunda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, meteor hızıyla kavuştuğu siyasi başarısını bu bilinen, köklü düstura borçlu.
Macron özel yaşamında olduğu kadar siyasette de cüret göstermekten kaçınmıyor ve her fırsatta da bunu açıklıyor.
Bir ay önceki ilk Cumhurbaşkanlığı konuşmasında örneğin cürete dair şunları söylemişti:
Bizi bekleyen görev çok büyük. Bu büyük görevi gözü peklik içinde sürdüreceğiz. Siz cüreti (audace!) seçtiniz. Birlikte cüret yolundan gideceğiz. Sade Fransa değil, dünya da bizden bunu bekliyor. Bizim gücümüz var, enerjimiz, irademiz var. Korkuya, bölünmeye, yalana, bozguna, bozgunculuğa asla taviz vermeyeceğiz!
 
Yedi-sekiz ay öncesine değin kimsenin tanımadığı yoktan var olan lider, halkına bu güçlü cüret duygusu ve umudu aşılayabildiği için bulunduğu yere geldi.
Anti-Avrupacı akım ve popülizmler döneminde örneğin tüm diğer rakipleri “Avrupacı” söylemlerden “cızz” sakınırken, o, akıntıya karşı kürek çeker görünmekten hiç kaçınmadı. “Hakkımda ne derler?” demedi.
 
Hiçbir komplekse kapılmadan her vesilede “Avrupa yanlısı görüşlerini” özgüven içinde açıkladı. Mitinglerinde dilediğince Avrupa bayrakları dalgalandırdı.
 
Ulusalcılığın ayyuka çıktığı konjönktürde yapmış olduğu ilk “balkon konuşmasında”da ulusal marş “Marseillaise” yerine “Avrupa Marşı”nı kullandı.
Liderlik vakası” örneği olarak Macron’a baktığınızda, tanımlayıcı olan ilk vasfın, “el âlem ne der?” korkusu ve çekincesi olmaksızın cesaretle çizgi belirlemek olduğunu görüyoruz. 

Kaybedecek bir şey kalmayınca
 
CHP dendiğinde aklıma bunun tam tersi bir iklim ve yaklaşım geliyor.
Örnekler çok. Ben moda deyimle en “beyin yakan” iki tanesini sıralayacağım...
Tabanın kendisinden tam yüreklendirici bir çıkış yapmasını beklediği anda partinin bula bula Cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu göstermesi örneğin en “yüreklilik karşıtı” olaylardan biri olarak hatırlanıyor.
Bir başka örnek geçen yıl “Aman HDP’lilerle aynı safta görülmeyelim. Sonra bize PKK’li derler!” çekincesiyle milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek sağlamaları...
Koyunun kasap bıçağını yalaması misali bir uysallık ve de maalesef büyük şuursuzlukla atılan bu adımın sonunda sıranın bir gün ana muhalefetin vekillerine geleceği ayan beyan ortadaydı.
Başbakan Binali Yıldırım nitekim bugün dünyada benzeri görülmemiş bu basiretsizlik ve öngörüsüzlüğe atıf yaparak:Dokunulmazlıkların kalkmasının sonucunun yargılama olacağını Kılıçdaroğlu biliyordu!” diyerek “kendi düşen ağlamaz hatırlatması yapıyor. 
 
69 yaşındaki ana muhalefet liderinin adalet talep etmek için kendini sonunda yollara vurduğu bu ortama böyle gelindi.
Ne pahasına olursa olsun dünyaya meydan okuyanlarınkinden çok, bu, yitirecekleri bir şey kalmayanların cesareti ne yazık ki. 

Bıçağın kemiğe dayandığı yer
 
Kılıçdaroğlu çok yazık ki ivmeyi bizzat kendi tabiriyle “bıçağın kemiğe dayandığı” bir sınırda yakaladı.
Ancak yekten etkisiz, tepkisiz kalmaktansa bu da bir şey.
Baskının bunca kesif, amansız ve de yoğun olduğu bir ülkede böyle bir “son dakika cesareti”ni bile yürekten kutlamak lazım.
Her şey bir yana 70’lik bir insanın yaz ortası onca yolu yürümeyi göze alması bile başlı başına küçümsenmeyecek bir inisiyatif işi.
Yürüyüşün ilk iki günü bitti.
Önümüzde daha 20 küsur gün ve 400 uzun kilometre var...
Umarız gerisi kazasız belasız gelir. Ve bu yürüyüş salt CHP saflarını değil, toplumun “adalet isteyen” tüm diğer paydalarını arkasında birleştiren bir büyük niceliğe kavuşur.


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET