26 Haziran 2017 Pazartesi

“Emperyalizmin finoları”nın yuvalandığı OAS bir soğuk savaş kurumu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Venezüela ne yapabilir?
Yapacağı şey zor değil. Temeli güçlü bir biçimde atılan ALBA’yı daha da güçlendirmek.  2006’da Venezüela, Küba, Nigaragua ve Bolivya tarafından kurulan ALBA yani “Amerika için Bolivar alternatifi”, kapitalizmle mücadeleyi ilk hedef olarak belirlemiş bir örgüt.

Venezüela Dışişleri Bakanı Delcy Rodriguez’in Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) son zirve toplantısında üye ülkelere yönelik olarak “emperyalizmin finoları” benzetmesi tabii ki “diplomatik” üsluba uygun değil. Ancak OAS’nin ne menem bir kurum olduğunu bilince Rodriguez “az bile söylemiş” diyor insan. Bu kuruluş ABD eliyle hayata geçirildiğinden bu yana Latin Amerika’daki ilerici yönetimlerin hepsine düşman bir siyaset izliyor. Uzun zamandır da Venezüela’daki ABD destekli protestoları gerekçe göstererek Bolivarcı hükümete savaş açmış durumda. Bu yeni bir gelişme değil, Huga Chavez döneminde de üstelik ülkede herhangi bir çatışma ya da huzursuzluk da yokken benzerini yapmıştı. Chavez bu kurumun ülkesi aleyhinde hazırladığı raporların yanlı olduğunu belirterek reddetmişti. Örgütün Venezülea’ya kızmasının nedeni Bolivarcı Chavez hükümetinin ülkede tekellere yönelik uyguladığı sosyalist program, o program doğrultusunda da yaptığı devletleştirmeler. Çünkü OAS, üyesi ülkelerin kapitalist “kalkınma yolunu” benimsemelerine büyük önem veriyor, dolayısıyla Venezüela ya da Küba gibi, ülkelere sosyalist ya da solcu yönetimlerinden ötürü, ciddi bir karşıtlığı var. Küba’yı 1962’de üyelikten çıkardığı, halen de yeniden kabul etmediği anımsanırsa bu konuda kararlılığının uzun sürdüğü de görülebilir.


OAS’ın Venezüela’ya yönelik tutumunda bir yumuşama yok. Olmaz da uzun süre, çünkü üye ülkelerin neredeyse tamamı sağcı iktidarlara sahip. Ama bölgede solcu hükümetlerin iş naşında olduğu dönemlerde bunun etkisi OAS’a da yansıyor. 2005 yılında ABD’nin değil Venezüella, Arjantin ve Brezilya’nın desteklediği aday örgütün genel sekreterliğine seçilmişti örneğin.
Venezüela’nın OAS’ın tutumuna karşı sert tavır aldığı biliniyor ama Chavez’den bu yana ülkenin devrimci yönetiminin dış siyasette zayıf oluşu gereken etkiyi yapmıyor.

Bolivar’ın fikriydi
Büyük önder Simon Bolivar’ın daha 1826’da ortaya attığı bir fikirdi bir bölge ülkeleri birliği oluşturmak. Bu amaçla düzenlenen Panama Kongresi’nde Amerika devletlerinin ortak bir askeri birlik oluşturmalarını savunmuştur. Amerika Devletleri Uluslararası Konferansı’nın 1890’da Washington’da yapılan toplantısından Uluslararası Amerikan Cumhuriyetleri Birliği kurulması kararı çıktığını, birliğin adının 1910’da Pan-Amerikan’a dönüştüğünü biliyoruz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Latin Amerika’yı yeniden düzenleme amacıyla 1947 yılında bölgedeki ülkelerle önce Rio Paktı aracılığıyla “karşılıklı savunma anlaşması imzaladı. Bu girişimlerin devamı sayılabilecek olan OAS ise 30 Nisan 1948 tarihinde Kolombiya’nın Bogota kentinde imzalanan bir antlaşma ile kuruldu ama 1951 yılında faaliyete geçebildi.

Özünde BM’nin ilkelerini Amerikalarda hayata geçirme amaçlı bir örgüt bu. ABD’nin Almanya ve Japonya ile girdiği savaştan sonra güvenlik kaygılarıyla oluşturulmuş bir örgüt de denebilir. Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak gören ABD, bölgesel statükonun değişmemesine büyük önem veriyor. Statüko değişikliği demek bölge ülkelerinin komünizme kaymaları demek. OAS bunu önleme amacıyla faaliyet gösteren antikomünist bir kurum.


OAS’ın üye ülkelere karşı kullandığı maddelerin başında “Amerika kıtasında bir devlete karşı yapılacak her türlü saldırı tüm Amerika kıtası devletlerine yapılmış sayılacaktır” maddesi geliyor. Bu madde ABD destekli OAS tarafından her an huysuz” bir üye ülkeye karşı kullanılacak bir madde.
İlkeleri, bölgede temsil ettiği BM kadar ikiyüzlü bir örgüt OAS’ın. ABD, Maduro yönetimindeki Venezüela Bolivarcı hükümetini diktatör olarak suçluyor ama ABD 1964’te Brezilya’daki askeri darbeyi desteklemişti, şimdi Venezüela’yı diktatörlük olarak niteleyip OAS’ı devreye sokması ikiyüzlülük elbette. (Kaldı ki aynı Amerika 2016’da Brezilya’da Temer’in başa getirildiği Dilma Roussef karşıtı sağcı anayasal darbeyi de desteklemiş, OAS da aynı tutumu almıştı.) 2016 Mayıs’ında Washington’da OAS Daimi Konseyi’nin bir toplantısında ABD’nin OAS Büyükelçisi Michael Fitzpatrick Brezilya’da Başkan Dilma Rousseff’e karşı gelişen darbenin “darbe olmadığını” savunmuştu. “Herhangi bir ‘darbe’ kavramı mantıksızdır. Brezilya’da adalet sisteminin, Temsilciler Meclisi’ne ve Brezilya Senatosu’nun demokratik kurumlarına saygısının oldukça net olduğuna dair şüphe yok. Net bir güçler ayrılığı ve yasama mevcut. Çatışmaya barışçıl bir çözüm bulunabilir.”
ABD Temsilcisi “anayasal darbe”nin yapıldığı Brezilya’da “hukukun üstünlüğü”nün bulunduğunu ama halkın seçtiği Venezüela’da ise böyle bir durumun söz konusu olmadığını da söyleyecekti. Temer’in işçilerin emekli maaşlarından bile kesinti yapması, “reform” adı altında Brezilya sermayesinin istediği işçi düşmanı ne kadar “yasa” varsa hayata geçirmesi OAS’ı ilgilendirmemişti.
Örgütün amaçlarına göz atınca tadından yenmez bir kurum olduğunu düşünüyor insan ister istemez. “Batı yarıkürede barış, istikrar ve güvenliğin tesisi, sosyo-ekonomik ve toplumsal kalkınmanın sağlanması, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrensel ilke ve değerlerinin yerleşmesinin gerçekleştirilmesi”. Büyük amaçlar bunlar.

Bogota’da kurulduğu zaman OAS’ın amacı bölge ülkeleri arasındaki anlaşmaları barışçıl yöntemlerle çözmek, ekonomik geliştirmeyi sağlamaktı. Ama OAS kurulduğu ilk yıllardaki kısa bir dönem hariç hep ABD’nin etkisinde kaldı. ABD’nin bölgedeki önceliklerine uygun tutumlar aldı. 1962’de Küba’yı üyelikten çıkarması bunun en çarpıcı örneğidir.

Honduras’ta 28 Haziran 2009 tarihinde askeri bir darbe gerçekleştiüinde OAS bu ülkenin üyeliğini askıya aldı, çok değil iki yıl sonra Honduras yeniden örgüte kabul edildi. Küba hâlâ yasaklı.
Venezüela Dışişleri Bakanı Delcy Rodriguez’in OAS’ın üyesi kimi ülkelere yönelik olarak “emperyalizmin finoları” demesi tam bir “nokta vuruşu”dur. OAS’ın içinde yer alan sağcı yönetime sahip ülkelerin tutumları gerçekten de ABD çıkarları için uşaklık yapmaktır.

Venezüela ne yapabilir? Yapacağı şey zor değil. Temeli güçlü bir biçimde atılan ALBA’yı daha da güçlendirmek. 2006’da Venezüela, Küba, Nigaragua ve Bolivya tarafından kurulan ALBA yani “Amerika için Bolivar alternatifi”, kapitalizmle mücadeleyi ilk hedef olarak belirlemiş bir örgüt. Öyle ki ikili ticaretin para yerine mal veya hizmet takası yoluyla yapılmasını savunuyor.


OAS’ı “fino köpekleri”ne bırakmanın zamanı geldi Venezüela için. Şimdi her zamankinden daha fazla ALBA zamanıdır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İlber Ortaylı: Böyle bir küstahlık Avrupa'da, İran'da olmaz - BİRGÜN

İlber Ortaylı bugünkü yazısında hem İstanbul'da tarihi yıkan mimari projelere tepki gösterdi hem de Hürriyet'te kendisini eleştiren Mimar Hakan Kıran'a yanıt verdi.

Ortaylı, Kabataş projesinde Mimar Sinan'ın Molla Çebi Camisi'nin önünün kapatılmasını eleştirmiş, projenin mimarı Hakan Kıran Hürriyet'e "İlber Hoca futboldan mimariye, bilmediği konularda da konuşuyor" açıklamasında bulunmuştu. Ortaylı bugünkü yazısında Kıran'ın sözlerine "Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri" ifadeleriyle yanıt verirken, Üsküdar ve Kabataş'taki Mimar Sinan eserlerine yapılan saygısızlık için ise "siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz" ifadelerini kullandı.
Ortaylı "Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; 'Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet' diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz" ifadelerini kullandı.


İşte İlber Ortaylı'nın Kabataş projesi'nin mimarı Hakan Kıran'ın "İlber Hoca futboldan mimariye, bilmediği konularda da konuşuyor. Fikrini söyleyebilir ama bu konuda uzmanmış gibi yazı yazamaz. Daha çok şey söyleyebilirim ama İlber Hoca’ya saygımdan susuyorum" sözlerine Hürriyet'te verdiği yanıt:
Bugün Şemsipaşa Camii de Molla Çelebi Camii gibi belediyelerin acayip deniz dolduruculuğundan payını alıyor. Siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz?Gazetemize röportaj veren bir adam “İlber Hoca tarihle uğraşsın, anlamadığı işe karışmasın” diyor. Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri. Birazdan bahsedeceğimiz Üsküdar’daki Şemsipaşa Camii de öyle.
İstanbul’u Roma İmparatorluğu kurmuş sayılır. Bizim ecdadımız süslemiş, geliştirmiş. Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; “Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet” diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz.
Bugünün mimarının nesi üstün bilmiyorum; resmen statik derslerini okumadıklarını, müfredattan kaldırıldığını herkes biliyor.
Dünyayı gezip gördükleri yok. Sırf parasızlıktan değil, niyetleri de yok. Anasının babasının yanında gezip görenler de bavul misali geziyor.

BİRGÜN

 

Neden Mimar Sinan’ın eserlerinin canına okunuyor(İLBER ORTAYLI-HÜRRİYET)

Bugün Şemsipaşa Camii de Molla Çelebi Camii gibi belediyelerin acayip deniz dolduruculuğundan payını alıyor. Siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz?

GAZETEMİZE röportaj veren bir adam “İlber Hoca tarihle uğraşsın, anlamadığı işe karışmasın” diyor. Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri. Birazdan bahsedeceğimiz Üsküdar’daki Şemsipaşa Camii de öyle.
İstanbul’u Roma İmparatorluğu kurmuş sayılır. Bizim ecdadımız süslemiş, geliştirmiş. Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; “Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet” diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz. Bugünün mimarının nesi üstün bilmiyorum; resmen statik derslerini okumadıklarını, müfredattan kaldırıldığını herkes biliyor. Dünyayı gezip gördükleri yok. Sırf parasızlıktan değil, niyetleri de yok. Anasının babasının yanında gezip görenler de bavul misali geziyor.

Adam kazıkları çakmış; pandantif gibi Molla Çelebi Camii’nin ne olacağı belli. Dolmabahçe’den baktığın zaman Topkapı Sarayı’nı göremiyorsun. Karşıda da Şemsipaşa Camii’nin önüne kazık çaktılar. Duvarlarını çatlamışlar bile. Fox TV muhabirinin sorusuna oradaki mühendis “Ne olmuş” diyor.

“Her yerde okul açıp herkesi diplomayla donatacağız” dersen, verdiğin eğitimin niteliğine ve muhtevasına dikkat etmezsen beklenecek sonuçlar bunlar. Mimarbaşı övünüyor, “Bu Haliç’e köprüyü Mimar Sinan bile yapamadı” diye. Megalomaninin sonu yok. Aradan 500 sene geçmiş; birikimin bu kadarsa diyeceğim yok. Denecek yok, maşallah.

ATATÜRK’ÜN EMRİYLE RESTORE EDİLMİŞTİ
Önündeki inşaat şimdilik durdurulan Şemsipaşa Camii’nin başına gelenlerden söz edelim biraz da. Üsküdar kıyısında rüzgâr her zaman kuvvetli estiğinden bu caminin kubbesine ve minaresine kuşlar konmaz. Bu yüzden halk ‘Kuşkonmaz Camii’ adını vermiş. Caminin banisi Kastamonu Candaroğulları hanedanından gelen Kızıl Ahmed Bey’in torunu Şemsi Ahmet Paşa’dır. III. Murad devri vezirlerindendir.
Şemsi Ahmet Paşa, 1580 yılında ölmüştür ve tarihin de gösterdiği gibi bu sempatik camiyi aynı tarihte büyük mimarımıza yaptırmıştır. Koca Mimar Sinan’ın küçük bir camisidir. Ancak bu küçük minyatür caminin, mimarın keskin gözüne uygun bir yapısı vardır. Minaresiyle kubbesi, o kubbenin yanındaki çeyrek kubbeler, o çeyrek kubbelerin hemen altında uzanan duvarlar, revak, girişteki son cemaat mahalli ve etrafında yer alan ‘L’ şeklindeki medrese ve caminin hemen bitişiğinde yer alan Şemsi Ahmet Paşa’nın türbesi dikkatimizi çeker. Paşa, caminin tamamlandığını göremeden vefat etmiştir ve buraya gömülmüştür.
Kuşkonmaz Camii’nin 20’nci yüzyılda önemli yıkımlar daha doğrusu tahribat gördüğü açıktır. Bunu zaman yapmıştır. Bu nedenle ilk önce Atatürk’ün emriyle ancak 1940’larda gerçekleştirilen bir tamirat ve ardından 20’nci yüzyılın sonuna kadar uzanan restorasyonlarla cami bugüne kadar gelebilmiştir.

BÖYLE BİR KÜSTAHLIK AVRUPA’DA, İRAN’DA OLMAZ
Bugün Şemsipaşa Camii de Molla Çelebi Camii gibi belediyelerin acayip deniz dolduruculuğundan payını alıyor. Eski belediye başkanlarından biri Swissotel’i, o zamanın başbakanı Hotel Ritz’i, günümüzdeki futbol takımlarından biri de stadyumu Dolmabahçe’nin başına dert ettiler. Şimdiki projeler ise iki Sinan eserinin birden canına okuyacak. Siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz? Burada işler böyle yürüdüğüne göre epey bir noksanlığımız var.

MİNYATÜR MODELLER YAPMAYI DA SEVERDİ
- MİMAR Sinan, büyük ebatlı düşünülebilecek şeylerin minyatürünü yapmayı seven biriydi. Mesela Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya’nın minyatürü gibidir. Sinan, Ayasofya’nın restorasyonu ile övünürdü. Şemsi Ahmet Paşa Camii de diğer bir örnek. Sırası gelmişken, Üsküdar’da Şemsi Paşa Camii’yle bütünlük teşkil eden iki cami daha var. Biri, 15’nci asırdan kalma ve geç Paleologlar devrini andıran mimarisiyle Rum Mehmet Paşa Camii ki Fatih’in vezirlerinden olan Rum Mehmet Paşa da aslında bir Paleolog prensidir. Biraz ötede İstanbul’a ve bütün Üsküdar’a hâkim yapısıyla, halen yükselen binalara meydan okuyan III. Mustafa’nın eseri Ayazma Camii bir bütünlük teşkil ederler. Şemsi Ahmet Paşa külliyesinde o vakitler bir ‘Dârülhadis’ vardı. Bugün bu medrese bu nedenle bir çocuk kitaplığı olarak kullanılmaktadır.

ÜSKÜDAR’A REFAH GETİRMİŞTİ
- Üsküdar İskelesi hem denizden girişte hem de Anadolu’dan gelişte kervanların ilk anda konaklayacakları hatta alışverişe başlayacakları yerdi. Ve bu bölgedeki eserler hiç şüphesiz Osmanlı başkentine Anadolu ve Asya tarafından gelen insanları büyüleyici bir seyre davet etmiş ve onların daha ilk anda bu şehrin hayatından, zenginliğinden, eserlerinden etkilenmesini sağlamıştır. Şemsi Paşa’nın Üsküdar’a refah getirdiğine hiç şüphe yoktur. Nitekim Mihrimah Sultan Camii, daha yukarıdaki Nurbanu Sultan Camii ve Şemsi Paşa Camii’nin kendisiyle birlikte Üsküdar’ın iskele kısmı bir faaliyet ve refah kazanmıştır. Unutmayalım, uzakta kalan Nurbanu Sultan Camii’nin yani Eski Valide Camii’nin bazı vakıfları da iskeleye yakındır. Nitekim bu caminin vakfından sayılan çifte kubbeli hamam da (bugün ‘çarşı’ olarak onarılmış halde kullanılıyor)  hemen iskelenin civarında yer alır.

KLASİK MÜZİK VE SURDİBİ’NDEKİ ÇOCUKLARIMIZ
- Bugün İstanbul’un en sorunlu yerlerinden biri Edirnekapı ve civarı. Bu asil semt kontrol edilemeyen bir göç ve maalesef uyuşturucu satıcılarının bölgesi olmakta. Çocuklarımız ve gençlerimizi bu yığının elinden kurtarmak için yetersiz kalan Milli Eğitim’in haricinde müzik, spor eğitimini sağlayacak kurumlar da pek yok. Ama biz orada, Kariye Camii’nin yakınında çok umutlandırıcı, sevindirici bir performansa şahit olduk.
Bundan tam 12 yıl evvel mimar Mehmet Selim Baki ve eşi doktor Yeliz Baki gençlere klasik müzik eğitimi vermek için kolları sıvadı. Örnek aldıkları yerler Güney Amerika şehirlerinin fakir semtlerindeki müzik çalışmalarıydı. Çocuklara müziğe yeteneği olsun olmasın istedikleri enstrümanı çalabilme imkânı verdiler. Şaka değil; birtakım orkestralarımızda bastuba gibi enstrümanları çalanlar kolay bulunmuyor.
Bugün ‘Barış İçin Müzik Vakfı’ çatısı altında ‘Barış İçin Müzik Senfoni Orkestraları’ (Beethoven, Mozart, Vivaldi), ‘Barış İçin Müzik Korosu’, ‘Barış İçin Müzik Bakır Üflemeliler Topluluğu’, ‘Barış İçin Müzik Yaylı Orkestrası ve Yaylı Beşlisi’, ‘Barış İçin Müzik Caz Topluluğu’, ‘Barış İçin Müzik Flüt Orkestrası ve Tahta Nefesliler Beşlisi’ çalışmalarına devam ediyor.

ŞÜKRANLIK BİR FAALİYET
Binlerce çocuk ücretsiz eğitimden geçti. Kimi konservatuvarlara girdi, kimi üniversitede okuyor. İçlerinde müzik aletlerinin tamir ve yapımıyla uğraşanlar olacak. Unutmayın aradığınızda piyano akordu yapacak uzman bile kolay bulunmuyor. Bu hafta gazeteci yazar İsmail Küçükkaya ile oradaydık. Kariye Camii’nin civarında Çelik Gülersoy restorasyonundan geçen bir binada bu genç orkestranın konserini dinledik. Çarşamba günü de aynı gösteri Ömer Lütfi Kırdar’da oldu. Ne kadar duygulandırıcı, ne kadar şükran duyulacak bir faaliyet.
Maalesef 1930’larda şanla, irfanla girişilen musiki eğitimi uzun zamandır hızını kaybetmiştir. Hatta bu alanda bir devlet gösterisi olarak 1934 Haziran’ında İran Şahı’nın ziyareti sırasında iki ülkenin tarihinden bir efsane üzerine kurulu ‘Özsoy Operası’ temsil edilmişti.
Türkiye müzik ve müzik eğitimiyle bağını koparan bir ülke. Bu alafranga denen Batı müziği için olduğu kadar klasik Türk müziği için de geçerli hazin bir tecellidir. İş fedakârlıkla milleti eğitmeye girişen şahıslara, kurumlara, vakıflara kalıyor. Şu anda dünyanın bütün büyük sahnelerinde Türk opera sanatçıları var. Orkestralarda Türkler çalıyor, virtüözler var. Kervan yürüyor. Ama memleket onlara sahip çıkmıyor.


İlber Ortaylı / HÜRRİYET





25 Haziran 2017 Pazar

Bugün bayram, benim canım sıkılır! - TAYFUN ATAY

Can Dündar, 2000 yılı sonlarında cezaevlerindeki kötü koşulları (F-Tipi hücre uygulaması ve tecriti) protesto amacıyla ölüm orucuna yatan sol görüşlü siyasi mahkûmlarla devlet arasında arabuluculuk yapacak 5 kişilik bir ekibin parçası olarak gittiği Bayrampaşa Cezaevi’nde yaşadığı bir olayı paylaşmıştı. O tarihte NTV için “4. Nesil” adlı bir belgesel çalışmasında birlikteydik. Ankara’daki çalışma bürosunda anlattı (geçenlerde kendisi de gündeme getirmiş); o yıl Ramazan, söz konusu cezaevi krizi ve ölüm oruçlarıyla aynı zamana denk gelmişti. Can’ın da içinde yer aldığı grup, ölüm orucundaki mahkûmlarla görüşme halindeyken iftar saati yaklaşır. Ve o sol siyasi mahkûmlardan biri, beş kişilik görüşme ekibinde yer alan Fazilet Partisi milletvekili Mehmet Bekaroğlu için diğer arkadaşlarını uyarır (mealen):
“İftar yaklaşıyor. Mehmet Bey oruçtur. Onun için iftarlık bir şeyler hazırlayalım!..”
 
***

“Sol”da inanca saygı, insana saygının ve sevginin gereğidir.
İnsana saygısı-sevgisi olmayanın imanının ise ne kendisine, ne de mensup olduğu dine bir hayrı olur.
Devlet, o dönemde tüm insani ve vicdani arabuluculuk çabalarına karşın Nuh dedi peygamber demedi ve ölüm orucundakilerin üzerine adeta “ölümü ölümle yıkayacak” bir operasyonla, cezaevlerinde kendisine emanet mahkûmları diri diri yakarak gitti.
Bunun adına bir de “Hayata Dönüş” operasyonu dediler!.. 

***

“Devlet aklı” bugün de dünden çok farklı yürümüyor, yürütülmüyor.
Ve ne acı tesadüf ki o zaman olduğu gibi bu zaman da Ramazan ayının “şefaat oruçları”, ölüm oruçları ile buluşmuş, iç içe geçmiş durumda.
Allah’ın rahmetini, Peygamber’in şefaatini murat edenler için oruç dün bitti ve bugün bayram idrak ediliyor.
Devletin adaletini ve hakkaniyetini kapkara bir umutsuzluk bulutu üzerlerini kapladığı halde hâlâ inatla bekleyen iki insanın ölüm oruçları ise bayram falan dinlemeyip mahpusluk altında, insanlığımızın dehşetle açılmış gözleri önünde biteviye devam ediyor. 

***

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, Ramazan Bayramı’na açlık grevinin 109’uncu gününde cezaevinde giriyorlar.
Dün gazetede okuduk, Nuriye Gülmen, bunun ailesinden ve sevdiklerinden ayrı geçireceği ilk bayram olacağını söylemiş. “Adalete, ekmeğe, onura aç milyonların sesi olma iddiasındadır bizim açlığımız” diye de eklemiş.
Tabii “Bizim Aile”den Murat Sabuncu, Akın Atalay, Kadri Gürsel, Güray Öz, Ahmet Şık, Hakan Kara, Turhan Günay, Musa Kart, Önder Çelik, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Emre İper için de bayram, “özgürlüğe açlık”la eda edilecek!..
Ne dersiniz, bu şartlar altında “Hepimize hayırlı bayramlar” demek, bayram neşesiyle dolmak, bayram şekeri yemek mümkün mü sizce?! 

***

Hiç mi hiç mümkün olmadığını, Semih’in son durumuna ilişkin, eşi Esra Özakça’nın şu aktardıklarıyla perçinleyelim:
“Bacaklarında kas ağrısı çok yoğun. Kalça kemiklerinde ağrı var. Her iki gözünde batma hissi var. Boyun ağrısı çok fazla. Kulakları tıkandı. Kendi sesini dahi zor duyuyor.”
Kendi sesini zor duyar hale gelmiş, getirilmiş Semih Özakça adına onu ta en baştan beri hiç mi hiç duymayan iktidara, “Yeter artık, çözün bu sorunu” diye, duruma bakılırsa belki de son kez, şu bayramın hatırını da vurgulayarak çığlık çığlığa haykıralım!..
“Devlet aklı”nı vicdanla buluşmaya çağıralım!.. 

***

Bayramlar ölümün değil yaşamın;
Kavganın değil barışın;
Nefretin değil sevginin;
Zulmün değil şefkatin;
Acının değil sevincin vaat ve müjdesine vesileyse eğer...
Yukarıdaki çığlığa kayıtsız kalınmaması gerekir!..
Aksi takdirde bayramınız...
Mübarek olabiliyorsa olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Zafer havası, parçalı bulutlu! - Mine G. Kırıkkanat

Fransa’nın yeni önderi Emmanuel Macron, cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki başarısından sonra Cumhuriyetçi Yürüyüş Partisi’yle girdiği ikinci büyük bahsi, genel seçimleri de açık ara kazanarak benzersiz bir zafere imza attı.
Zafer benzersiz, çünkü Macron üç yıl önce siyaset sahnesinde bile yoktu, adı bilinmiyor, esamisi okunmuyordu.
Zafer benzersiz, çünkü partisi mayısta kuruldu, haziranda yarısı politikaya hiç bulaşmamış adaylar gösterdi ve 577 milletvekilliğinden 308’ini alarak, ezici bir çoğunluk sağladı.
Zafer benzersiz, çünkü yeni meclisteki her üç milletvekilinden biri yeni politikacı.
Zafer benzersiz, çünkü ne kadar zafer olduğu belli değil!
Geçen ay yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 47 milyon küsur Fransız seçmenden 12 milyonu sandık başına gitmedi, 3 milyonu ise boş oy verdi.
Emmanuel Macron, geçerli 31 milyon oyun 20 milyon küsurunu alarak cumhurbaşkanı seçildi ki; bu skor Fransa gibi “osuruğu cinli” bir ülke için rahat bir geleceğin işareti olmamakla birlikte pek de vahim değildi.


***

Ama vahamet bir ay sonra tecelli etti ve 27 milyon Fransızın sandığa gitmeyip sadece 20 milyon seçmenin oy kullandığı genel seçimlerde, Macron’un Cumhuriyetçi Yürüyüş Partisi 7 milyon 826 bin 245 oy alarak meclisteki çoğunluğu kazandı!
İşte bu skor sevgili okurlar, benim bildiğim Fransa’yı rahatça yönetmeye yetmez ve yeni cumhurbaşkanına da huzur vaat etmez.
Çünkü Fransız halkı Türk halkına benzemez, mutlu yarısı mutsuz yarısını yok sayamaz, ezemez, hükmedemez. Çünkü hem vefasız, hem isyankâr bir halktır, çünkü demokrasi vardır ve demokrasi, özünde nankörlük gerektiren, boyun eğmeyen, biat etmeyen, verilenle yetinmeyen nankörler sayesinde gelişen bir sistemdir, vb... 


***

Fransa, oy vereni ve vermeyeniyle uzun zamandır öfkeli. Aynı partilerin inip çıktığı iktidar tahterevallisinden, aynı politikacıları görmekten, yolsuzlukların örtbas edilmesinden, idare-i maslahatla yetinilmesinden ve siyasal ahlaksızlıktan bıktı, usandı.
Cumhurbaşkanı Macron’un halka verdiği birincil söz, zaten siyasal ahlakı yeniden kuracağı ve yolsuz hiçbir politikacıya geçit vermeyeceği yönünde oldu.
Halkın en küçük bir yolsuzluğa tahammülü kalmadığı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en güçlü adayı François Fillon’un, salt eşine ve çocuklarına uyduruk işler karşılığında sağladığı ücret kıyağı yüzünden elenmesiyle belli olmuş; Macron da bu sayede seçilmişti cumhurbaşkanlığına.
Oysa...
Macron’un kurduğu ilk hükümetin 4 önemli bakanı, seçimlerde elenen Fillon’la tıpa tıp aynı yolsuzluk, yani eşe dosta uyduruk işler karşılığında sağladıkları ücret kıyağı yüzünden geçen hafta istifa etmek zorunda kaldılar, iyi mi?


***

Buraya kadar iyi, aslında.
Le Monde gazetesi, cumhurbaşkanını haklarında yargı süreci başlayan şaibeli bakanları hükümette barındırmadığı için kutluyor. Ancak bu bakanlardan Macron’a çok yakın birine parlamentoda Cumhuriyetçi Parti grup başkanlığı, bir diğerine de koalisyon yaptığı Modem Partisi’nin grup başkanlığı teklif edilmiş bulunuyor.
Le Monde gazetesi de haklı olarak Macron’un “siyasal ahlakı” yeniden kurarken eskilerden çok da farklı bir yol izlemediğini vurguluyor.
Öte yandan parlamentoya seçilen ve politikaya yeni atılan bazı milletvekilleri de acemilikleriyle gülümsetiyorlar. İktidar partisinin Sandrine Josso adındaki hanım milletvekili, parlamentonun 22 Haziran’daki genel açılış oturumuna “Çocuklarıyla tenis oynamaya söz verdiği için” gelmeyeceğini açıklayınca, sosyal medyada kıyım kıyım kıyıldı.


***

Neyse. Yeniler de eskilere baka baka milletvekili çaktırmadan nasıl kaytarır, öğrenirler zamanla...
Çünkü Macron, yenileyerek ilerlemekte kararlı.
Örneğin, 4 şaibeli bakanın istifasından sonra yine sağ kolu Edouard Philippe’in başbakanlığında kurulan ikinci hükümetin 28 üyesinden 14’ü kadın. 




Genç cumhurbaşkanı, hükümetin resmi fotoğrafında bakanların bir erkek, bir kadın olarak sıralanmasını istedi ve kendisi ilk sırada değil, ikinci sırada yer aldı.
Bizim ülkemiz için henüz düşünülemeyecek bir imge, değil mi?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Leipzig’de ‘derin Almanya’ya yolculuk - Nilgün Cerrahoğlu

Goethe gençlik yıllarını burada yaşamış ve başyapıtı “Faust”a esin kaynağı olan yerleri burada tanımış.
Bach, çeyrek yüzyıl boyunca buradaki en büyük kilisede org çalmış, koro şefliği, öğretmenliği yapmış, onlarca ölümsüz yapıt bestelemiş. Mezarı burada.
Wagner keza burada vaftiz edilmiş.
İkinci Dünya Savaşı’nda on binlere mezar olan “Kayın Ormanı/Buchenwald Toplama Kampı”, buradan 1.5 saatlik mesafede.
Bölünmeden sonra 7/24 Doğu Almanya’yı boydan boya takibe alan ve bir korku imparatorluğu kuran Stasi’nin baş karargâhlarından biri de burada,
Leipzig’de. Leipzig özetle Almanya’nın küçük hap versiyonu gibi bir yer.
Almanya’nın tüm tezatlarını içinde barındırıyor.
Bir yanda yüksek kültür ve sanat; diğer yanda yaşanan çok büyük kötülüklerin izleri olanca çarpıcılığıyla hemen her yerde karşımıza çıkıyor. 


Yüzleşme cesareti
Almanya’yı diğer uluslardan farklı kılan bir özellik bu iki ekstrem arasında tarih boyu salınmasıysa, diğeri bu zorlu geçmişle yüzleşme cesaretini kendinde bulması.
Rusya’da St. Petersburg’a gittiğimde beni en şaşırtan şeylerden biri, bu kentte yaşanan Sovyet devriminin hemen tamamen arşivlenmiş olmasıydı.
Gerçi şehirde 20. yüzyıla damga vuran devrim dönemini anlatan bir müze vardı ama Rusların çoğu bu tozlu müzenin varlığından dahi haberdar değildi.
Bunun nedeni Rusya’nın büyük ihtimalle hâlâ eski bir KGB şefi (Putin) tarafından yönetiliyor olmasından kaynaklanıyor. Geçmişle bugün arasına yüzleşmeyi mümkün kılacak mesafe henüz kurulmamış. Öyle ki bu yıl “100. yılı”nı idrak eden Sovyet devrimini hatırlatan tek resmi anma yapılmıyor.
Almanya’da tarihle kurulan ilişki tam bunun aksi yönde. Leipzig gibi 500 bin kişilik orta boyutta bir kentte geçmişle yüzleşme yapan iki önemli müze var. Bunlardan ilki, dünkü yazımda bahsettiğim Stasi Müzesi.
Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” saptamasına vurucu bir göndermeyle “Güç ve Sıradanlık” adı altında düzenlenen kalıcı bir sergiyle Doğu Almanya-DDR döneminin devlet terörü burada tüm örgütsel yapısı ve şeytani yöntemleriyle teşhir ediliyor.
Tarihi belleği yaşatmak ve özellikle o dönemi bilmeyen gençlerin zulüm ile baskıyı anlamaları ve demokrasi nimetlerini kavramaları; siyasi-kültürel değerlendirmeler yapmaları amacıyla açılan bu müze parasız.
Turistlerden çok Almanlar tarafından ziyaret edilen müzede, baskı rejimlerinin insan haklarını sistemli şekilde nasıl birer birer ayak altına aldığı betimleniyor. 


Her taş geçmişi anlatıyor
Geçmişle yüzleşmenin Leipzig’de gene olabildiğince canlı şekilde yapıldığı diğer çok ilginç mekân, “Modern Tarih Müzesi.”
Üç bin küsur belge, fotoğraf ve eşyayla bölünmeden, birleşmeye uzanan yakın dönem Almanya tarihini tüm etaplarıyla göz önüne seren müzede sadece kuru tarih bilgileri verilmiyor.
Filmler ve eşyalarla yakın tarihin tüm atmosferi, ziyaretçilerin kendilerini doğrudan içinde hissedeceği şekilde bire bir adeta yaratılıyor. Haftanın belli geceleri holokost-DDR üzerinde klasikleşen filmler gösteriliyor ve tartışmalar düzenleniyor.
Kentin en hareketli ve canlı alışveriş caddesine açılan bu müze de keza bedava.
Müzenin modern görünümlü cephesinin önünde totaliter dönemin ezdiği insanları temsil eden Giacometti tarzı dikkat çeken bir de heykel bulunuyor.
Leipzig’de her taş adeta “Sakın geçmişi unutma!” diye bağırıyor.
Geçmiş burada hep sanki yaşıyor. 




Üniversite öğrenimini Leipzig’de tamamlayan Merkel bile, 12 yıldır elinde tuttuğu güçlü Şansölyelik konumuna rağmen DDR geçmişini unutmamış.
Geçen hafta, iki Almanya’nın birleşmesini sağlayan eski Başbakan Helmut Kohl öldüğünde kişisel öyküsündeki bu geçmişin ağırlığını, “Kohl benim hayatımı değiştirdi!” diyerek dile getirdi, ardından ekledi: “Ben DDR diktatörlüğünden özgürlüğe onun sayesinde adım attım!”
 
***

Hapisteki arkadaşlarımızın ve tüm okurlarımızın Şeker Bayramı’nı kutlarım. Silivri’deki dostların bir an önce özgürlüklerine ve sevdiklerine kavuşması dileğiyle.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Varlık Fonu’nda yine neler oluyor? - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF) memleketin bütün ekonomik varlıklarını satabilme yetkisiyle kuruldu.
Gelin görün ki, bu kadar geniş yetkiyle donatılan şirket, bir sır kutusu gibi çalışıyor. TVF’nin neler yaptığı konusunda fikir sahibi olmak ancak dolaylı yollarla mümkün. Yoksa kendilerinin, faaliyetleri konusunda kamuoyuna açıklama yapmak gibi bir sorumlulukları bulunmuyor. 

 
Geçen hafta TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülen bir kanun tasarısı da TVF ile yakında ilgiliydi. İçinde TVF geçmiyordu ama besbelli, şirketin isteğiyle kurgulanmış bir maddeydi.
Konuya geleyim. İş mahkemeleriyle ilgili yasa tasarısına eklenen bir maddeyle, KİT’lerde görev yapan ancak toplu iş sözleşmesine tabi olmadıkları için “kapsam dışı personel” olarak nitelenen personelin statüsü zayıflatılıyor.
 
Kapsam dışı personel, eğer madde Genel Kurul’da da kabul edilirse, bundan böyle idari yargıya değil, iş hukukuna tabi olacak. Yani, resen emekli edilen bir BOTAŞ çalışanı artık hakkını idare mahkemesinde değil iş mahkemesinde arayacak. Oysa bundan 21 yıl önce Uyuşmazlık Mahkemesi, bu konudaki tartışmayı noktalamış ve kapsam dışı personelin kamu görevlisi sayılması gerektiğini, bu nedenle de idari yargıya tabi olduğunu karara bağlamıştı. 
 
Bu konunun TVF ile ilgisi ise başta BOTAŞ, TPAO, kamu bankaları olmak üzere pek çok kamu şirketinin geçen şubatta çıkarılan OHAL KHK’siyle Fon’a devredilmiş olması. Dolayısıyla bu kurumlarda çalışan personelin durumu da TVF ile ilişkili. 
 
Tasarı kanunlaşırsa, BOTAŞ ve TPAO’nun yanı sıra Kıyı Emniyeti, TEMSAN, Şeker Şirketi gibi kurumlarda da çalışan personel, idari yargı kapsamından çıkarılacak. Bunun anlamı ise bir gece binlerce kişinin resen emekli edilme ihtimali. 
 
Peki binlerce personel yıllardır çalıştıkları kurumdan emekli olmalarına uzun yıllar varken neden çıkarılmak istenir? 
 
TVF’nin, enerji şirketlerine dair planları olduğu ve yüzlerce çalışanının resen emekli edilmiş bir BOTAŞ veya TPAO’yu daha rahat dizayn edeceği anlaşılıyor. 
 
Yine de bu sorunun cevabını herhalde Akmerkez’deki yeni dairelerine yıllık 1.5 milyon TL kira ödenen TVF’nin yöneticileri biliyordur. 

Rota Yemekçilik’in diğer işleri
Rota Yemekçilik, bir hafta öncesine kadar dokunulmaz bir şirketti.
Öncesinde iki toplu zehirlenme olmasına karşın, askeri birliklere yemek hizmeti vermeyi sürdürüyordu. Bu köşede “Rota Yemekçilik’i kimler, neden koruyor” sorusunu yönelttiğimiz akşam, Manisa’daki son zehirlenme, geç de olsa şirkete yönelik koruma kalkanında değişime yol açtı.
Sözleşme iptal edildi, adli soruşturma kapsamında şirket çalışan ve yöneticileri tutuklandı. Gelgelelim bu konudaki sorunlar bitmiş değil.
Zehirlenen askerlerin ailelerine hâlâ tahlil sonuçları verilmediğini Manisa milletvekili Tur Yıldız Biçer’den öğrendik.
Yanı sıra, Rota Yemekçilik’in günde 130 bin kişiye yemek verdiği bilgisini, geçen hafta okuduk. Gerçekten de şirketin web sitesinde Şişli Etfal, Zekai Tahir Burak, 75. Yıl Ağız ve Diş Sağlığı, Ulucanlar Göz Eğitim ve Araştırma Hastaneleri gibi sağlık kuruluşları da referans listesinde halen duruyor.
“Peki Rota’nın sözleşmesini yalnızca Milli Savunma Bakanlığı mı iptal etti?
Diğer kamu kurumlarına yemek tedariki devam ediyor mu, ediyorsa o yemeklerin gıda güvenliği nasıl sağlanıyor?” Bu, yanıtlanması gereken bir sorudur.
Bu konuda dikkat çeken bir başka gelişme de sınırda, Dağlıca Taburu’nda görevli askerlerin kendi yemeklerini kendilerinin yaptığına dair DHA haberiydi.
Orada, yemeklerin hazırlanma koşullarını anlatan haberi, hijyen ve nefasete dair ayrıntıları okuyunca, insanın aklına “Neden bu koşullar bütün birliklerde sağlanamıyor? Manisa’daki askerlerin günahı neydi” sorusunun gelmemesi imkânsız.

Özel güvenliğe ‘uzun namlulu’ yetkisi
Bir huzur ve barış yarımadası olan Türkiye’de özel güvenlik piyasası yıldan yıla büyüyor.
Bunu bütçe kaynaklarından izlemek mümkün. Dört yıl öncesine kadar, bütçeden 12 ay toplamında ödenen özel güvenlik harcaması, yani özel güvenlik şirketlerine ödenen hizmet alım bedeli artık birkaç ayda çıkıyor.
Resmi Gazete’de dün yayımlanan bir yönetmelik değişikliği, önümüzdeki dönem için iyimser olmayı güçleştiriyor.
Özel güvenlik şirketleri artık Genelkurmay görüşü alınmadan uzun namlulu silah kullanabilecek.
Komisyon kararı ve valilik onayı artık yeterli.
Genelkurmay’ın bu kritik konuda devre dışı bırakılması bir yana, uzun namlulu silah kullanma kararına karar verme süreçlerinin objektifliği, silahların tedariki, nerede nasıl kullanılacağı gibi bir dizi soru, hepimizi yakından ilgilendiriyor.
Yönetmelik değişikliği vesilesiyle, ülkenin önde gelen güvenlik şirketinin ticaret sicili kayıtlarına da baktım. Çağlayan Adliyesi, SGK, Sağlık Bakanlığı, DSİ, İSKİ, Telekom, havalimanları gibi kritik kurumların özel güvenliğini sağlayan Akdeniz Güvenlik geçen ay sermayesini 100 milyon TL’den 150 milyon TL’ye çıkarmış. 

‘Bayram’  olamıyor
Sadece işlerini isteyen iki eğitimci, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’dan kötü haberler gelirken, cezaevindeki meslektaşlarımızın peşin cezaya dönüşen ağırlaştırılmış tutukluluğu sürerken, seçilmiş milletvekilleri hukuksal temelden yoksun gerekçelerle cezaevinde tutulurken, bir insanlık suçu olan işkenceye susarak ortak olunurken, Güneydoğu’da kuşkulu panzer kazaları artarken, kadınlara yönelik şiddet, taciz üzerimize üzerimize gelirken, çocuklarımız istismara bunca açıkken “iyi bayramlar” dileği bencilce geliyor.
Bayram, takvimde mevcut evet. Ama ortak bir sevinç anlamına gelmiyor bu. İnsan onuruna yaraşır, yönetici kadrolardan merhamet ve insaf beklentisi koşullarının hiç oluşmayacağı daha iyi zamanların çabasını bugünden çoğaltmayı diliyorum.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

24 Haziran 2017 Cumartesi

Lümpen - Orhan Gökdemir

Nihat Hatip, çiçeği burnunda YÖK üyesi.
Neredeyse bir pop yıldızı kadar ünlü. Çıktığı TV programlarında ağlayıp duruyor. Bu ağlama karşılığında aldığı ücretler dudak uçuklatacak cinsten. Üç hadis beş ayet ile edindiği dünyalık yedi göbek sülalesini ihya edecek neredeyse. Bir izleyicisi engin bilgisine binaen sordu geçtiğimiz günlerde, "Amcakızıyla evlenmek caiz midir hocam?" dedi. Nihat Hatip, soruyu yanıtladı; "Efendim teyzekızı, amcakızı, halakızı, dayıkızı hepsi caiz olan evliliklerdir." Yanlış mı? Hayır, doğru. Arkaik Bedevi kültürü bu. Kadının alınıp satılan bir mal olduğu yitip gitmiş bir kültürün mantıki dışa vurumu. Bedevi ailesi çölde bir çadır bir deve. Pazara indiğinde devesini satacak hali yok, açlıktan ölür. Onun dışında ne varsa onu satıyor. Sattığını kendisinden esirgemiyor haliyle. Sorun Nihat Hatip’in aradan geçen zamanı hiç hesaba katmadan yorumu Bedeviye göre yapması. Sonuç; Bir insani kültürel facia…

Camilerden, yatılı tarikat okullarından, dindar muhitlerden gelen haberleri toplayıp toplu halde bir bakın. Bu facianın boyutlarını dehşet içinde fark edeceksiniz. Yeni nesil Bedeviler türedi her yanda. Uçanla kaçan kurtuluyor ellerinden. Kafayı cinsel organıyla bozmuş tuhaf, gaddar, ölçüsüz bir topluluk toplumun zaten açık olan yarısını kaşıyıp duruyor. Onlara yol gösterenler ise güya dini eğitim almış ilahiyatçılar. Evlenme yaşını neredeyse ceninlere indirdiler. Çoluk çocuk yobazın tasallutu altında inim inim inliyor. Şüyuu vukuundan beter bin türlü rezillik. Normal bir insanın yüzü kızarmadan konuşamayacağı işler…

Şort giydi, yan baktı, bacağı göründü, sokakta spor yaptı diye saldırıya uğrayan kadınları saymıyorum bile.


Hızla dindarlaşıyoruz, bunlar onun habercisi. Bir bakıma hızla çöküyoruz. Türkiye derin bir kültürel yarılmanın tam ortasında.

Bütün bunlar olurken bir belediye başkanı şehrin ortasına başparmağı yana yatık dört parmak havada bir el heykeli dikti. Diktiği yerde daha önce Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in anıtı vardı. Tepki topladı anıt. Yanlış anlaşılmasın “bu ne birader” tepkisi değil bu. Ülkü Ocakları üyeleri toplanıp heykelin bulunduğu kavşağa kadar “Bozkurt Türkün milli sembolü” sloganı atarak yürüdü. Yani tepki verenler dört parmak elin sökülüp yerine bir kurt heykeli dikilmesini istiyorlardı. “Mustafa Kemal ile ne derdiniz var” diyen olmadığı için belediye başkanı çıkıp laf dolandırdı. Dört parmak İhvan’ın değil, "tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet" ülküsünün sembolüydü. “Yana yatan başparmak ne öyleyse” diye soran olmayacağından emindi. Yalandan kim ölmüş?
Kafanızı kaldırın, artık her türlü ölçüyü aşan şu muhafazakâr İstanbul’a bir bakın. Dışarıdan gelen biri ibadethanemizin alışveriş merkezleri olduğunu sanmaz mı? Çirkin gökdelenler de olsa olsa onların minareleri. Yolları var gidilmez, köprüleri var geçilmez bir tuhaf şehir. Üsküdar meydanındaki Mimar Sinan bakiyesi camiyi dindarların elinden kurtarmak için laik kamuoyu ayaktaydı daha dün. Şehrin ciğeri Kuzey Ormanlarının yerinde bir Arap çölü var artık. Yakında nevzuhur Bedeviler çadırını kurar oturur, artık nesli tükenmekte olan mandaların yerine develer dolaşır ortalıkta. Kadıköy’e geçerken gördüm, köprünün Anadolu çıkışına bir anıt yapıyorlar. 24 saat sala okunacakmış. Böyle kente böyle anıt.

Kim bu şehre, kadına, cumhuriyete, laikliğe, çoluk çocuğa yönelen saldırganlar? İddiaya göre dini hassasiyeti yüksek müslümanlar. Ama karakola çekilince başka bir boyutu ortaya çıkıyor konunun. Bu saldırganların hepsi toplumun cürufu olan lümpenler…

***

Varlığını ezilen sınıflara armağan eden Marksizm’de en tiksindirici lafın lümpen olması şaşırtıcı değil. Toplumun tortusudur lümpen, sınıf dışı, şekilsiz bir unsurudur. Manifesto’ya göre “eski toplumun en aşağı katmanlarının pasif kokuşmuşluğu”dur. Marx diyor ki; “Çoğunluğu, tüm büyük şehirlerde sanayi proletaryasından farklı bir şekilde ortaya çıkan, toplumun atıklarıyla beslenen, belli bir mesleği olmayan, yurttaşı oldukları ülkenin kültür seviyesine göre farklılıklar arz eden, lazzaroni, serseri kimliklerini asla gizlemeyen hırsızlar, katillerden oluşan lümpene mensuplar”… Kim bunlar? 19. Yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da gececi hükumet tarafından oluşturulan seyyar muhafız taburları. Bizdeki Osmanlı Ocakları gibi bir şey yani. Engels bunlardan bir ikisini kurşuna dizen Fransız işçilerini hararetli bir biçimde kutlamıştı. Bunlar hiçbir sınıfa ait değildi ama her sınıfın ayaktakımından oluşuyordu. Yordam Yayınlarının şahane “Marksizm Sözlüğü”nden özetledim.
Bu tariften sonra lümpen, daha iyisi lümpen proletarya ile faşizm arasında ilişkisi kurulması şaşırtıcı olmasa gerek. Almanya’da Nazizm’in kitle tabanını bu lümpen proletarya oluşturuyordu. Bu taban bilinmezse, bir toplumun nasıl olup da Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich, Karl Marx ve Max Planck’tan Adolf Hitler’e ulaştığı anlaşılamaz. Çökmüş Alman kültüründen türedi Nazizm ve lümpen proletarya. Faşizm ortaya çıktığı hemen her yerde derin ve onarılmaz bir kültürel çöküşün üzerinde filizlenir. Bu kültürel çöküşün en büyük ve en kalabalık meyvesidir lümpen. Faşizm o büyük, derin ve geniş cürufu bir araya getirerek örgütlenir. Faşizmin muhtaç olduğu kudret - dincilik, milliyetçilik, tutuculuk, yobazlık, saldırganlık ve şiddet-lümpenin damarlarında mevcuttur.

Türkiye de şimdi büyük bir kültürel çöküş yaşıyor. Nihat Hatip, sarayda davul zurna, sokakta rabia, köprüde sala, metroda, minibüste şortlu, etekli kadınlara saldırı, sigara içiyor diye adam dövmeler artık ülkenin en kalabalık gurubu olan lümpenin karmaşık duygu dünyasının yansımaları. Lümpen bunlarla olumlar içindeki büyük boşluğu. Bu çöküşün ortaya çıkardığı derin çatlakları dinle, milliyetçilikle, hamasetle doldurma çabalarının hazin halleridir bunlar. Bir meydana tuhaf rabia işareti heykeli dikmekle, olur olmaz yere 24 saat sala okuyacak anıt yapmakla, Duşakabinoğulları ile, sarayda davullu karşılama ile nükseder. Gerçekte hepsi tek bir şeyin, yaygın lümpenliğin tezahürleridir.

***

Müzik yok, tiyatro yok, sanat yok, hayat bitik. Padişah kaftanı giymiş badem bıyıklı tuhaf yaratıklar dolaşıyor ortalıkta. Sokaklar kadınlar için tekinsiz. Üniversiteler cahil cühelanın elinde. Ülkenin basını sidikli koca bir havuzda boğuldu, can çekişiyor.

Bir bunlara bakın, bir de Nihat Hatip'e. Koyun üzerine az sarayda davul seremonisi, biraz dört parmak el heykeli, bol sala... Bir ülkeyi esir almış ölçüsüz lümpenliğe ulaşırsınız. Faşizm çıkar bundan, başka hiçbir şey çıkmaz!

Orhan Gökdemir /SOL

Sayigh’i dinlerken - MUSTAFA K. ERDEMOL

Geçen hafta Sabancı Üniversitesi bünyesindeki İstanbul Politikalar Merkezi’nin (IPM) düzenlediği Suriye konulu toplantıya katıldım. Profesör Fuat Keyman’ın moderatörlüğünü yaptığı toplantının konuğu, adını Ortadoğu’yla ilgilenen herkesin bildiğini tahmin ettiğim Filistin asıllı akademisyen Yezid Sayigh’di.

Carnegie Orta Doğu Merkezi Kıdemli Araştırmacısı olan Sayigh, sadece akademisyen değil, uluslararası görüşmelerde Filistin heyetlerinde görev alan bir danışman aynı zamanda,1999’dan beri. FKÖ’nün İsrail ile Gazze ve Eriha’da yaptıkları müzakerelerde Filistin heyetinde yer almıştı. Hamas’ın Gazze politikasını anlattığı bir kitabını okumuştum, uzun zaman geçti üzerinden.
Dinlemeyi gerçekten çok istediğim biriydi. Suriye konusunda, son gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini merak ediyordum. Dinledim. Pek bir karamsar. Suriye’de resmi bir çözümün olmayacağını düşünüyor örneğin. Kendi adıma “resmi çözüm” dediği durumun ne olduğunu bilmiyorum, kaldı ki o kadar çok “resmi çözüm” var ki, biri Suriye’nin üçe bölünmesini, diğeri biri Kürt biri Sünni devletçiklerin kurulup, bunlardan ayrılmış Lazkiye merkezli daha küçük bir Suriye’nin oluşturulmasını içeriyor. Sayigh’in “gerçekleşmesinden” ümidini kestiği “resmi çözüm” hangisidir anlayabildiğimi söyleyemem.

Ama “resmi çözüm”den, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasını içeren bir çözümü anladığını sanmam. Konuşmasında, akıcı İngilizcesini dinlerken atlamadıysam eğer, bir kez olsun Suriye’de farklı ülkelerden 60 bine yakın cihatçının bulunduğundan söz etmeyen Sayigh Suriye’ye dayatılan emperyal destekli “çözüm”ün gerçekleşmeyeceğine inanıyor belli ki. Kişisel olarak ben bundan Suriye Direnişi adına sevinç duyarım ancak.  Emperyal bir çullanmayla karşı karşıya kalan egemen bir ülkeye “çözüm” dayatan sorun yaratıcıların bunda başarılı olamayacaklarını Sayigh gibi batılı düşünce kuruluşlarının sözcüsü durumundaki birinden duymak bir hayli iyi geldi bana. Ama elbette ben de Suriye’nin en azından Kürt gücünün bulunduğu bölgeleri tamamen onlara bırakmaya zorlanacağını sanıyorum.

Sayigh’e göre asıl sorun IŞİD sonrası yönetimin nasıl şekil alacağı. “IŞİD sonrası”ndan kasıt herhalde bölgenin Kürt gücüne bırakılmasından sonraki evre. Haksız sayılmaz, Suriye’nin, Rusya’nın, İran’ın, Türkiye’nin buna nasıl yaklaşacakları da tahmin edilirse, “IŞİD sonrası” bir hayli karışık görünüyor.

Resmi Çözüm’ün olamayacak oluşunu iki nedene dayandırıyor Sayigh. Biri, Suriye yönetiminin muhaliflere resmi görüşmelerle meşruiyet kazandırmak istememesi. Oysa Suriye yönetimi, ülkeye dışarıdan gelen değil, “Suriye’li olan” muhaliflerle her türlü görüşmeye açık olduğunu belirtmiş, Cenevre ve Astana görüşmelerine bu şartla katılabileceğini duyurmuştu. Yani gerçek muhalefetin meşruiyet kazanmasından çekinmek gibi bir tutumu yok Suriye’nin. Ancak “vekalet savaşı”nın unsurları olagelmiş cihatçı “muhalifler”e elbette meşruiyet kazandırmasını kimse beklememeli Suriye’den.

Sayigh’in ikinci gerekçesi “Suriye’nin dış güçlerin çözüme dahil olması durumunda kendi varlığının sorgulanır hale getireceğini düşünmesi.” Bu nedenle dış müdahale ile gerçekleşecek bir “resmi çözümü” istemiyor. Herhalde yaptığına yanlış diyecek yoktur Suriye’nin.
En net olarak katıldığım sözleri ise “büyük devletlerin Suriye’de sürekli pazarlık halinde olduğunu ve hiçbirinin krizi çözmek için gerekli hamlede bulunmadığını” ifade eden sözleri oldu. Suriye’deki “dinamik durumu ifade etmek için” kullandığı “karşılıklı hamleler dengesi” (confrontational equilibrium) ifadesi vekalet savaşı kavramını yumuşatan bir ifade.
Yezid Sayigh’in “muhalefet güçlerinin Deyrizor’u IŞİD’den almak için yeterli lojistik güce ve askeri kapasiteye sahip olmadığını” belirtmesi bir hayli dikkatimi çekti. Muhalefeti bilmem ama Suriye Ordusu’nun, sadece Deyrizor’u değil Rakka’yı da alacak güce sahip olduğu görülüyor. Suriye Ordusu’nun Rakka’ya yönelik her operasyonun ABD tarafından sürekli durdurulduğu da sır değil. Sayigh bundan da söz etseydi keşke.

Sayigh’in Suriye’de bir başarı olacaksa bunun ABD güçlerinin sahada muhalefeti doğrudan desteklemesiyle mümkün olacağını söylemesi, “resmi çözüm”ün adresi olarak nereyi gösterdiğini belli etmesi açısından da çok ilginçti tabii.

İPM’nin toplantısı yararlı oldu benim açımdan. Davet sahiplerine buradan da teşekkür ediyorum. İPM tüm dünyanın “Islamic State of Iraq and the Levant” – (ISIL- Irak - Levant İslam Devleti) ya da Islamic State – (IS -İslam Devleti) ya da Iraq and Syria Islamic State (ISIS - Irak-Şam İslam Devleti) diye söz ettiği örgütten, (Sayigh de konuşmasında ISIS dedi sürekli) Recep Tayyip Erdoğan ağzıyla DEAŞ (Devlet’ül Irak ve’ş Şam) demekten vazgeçmeli. Yakışmıyor zira.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Bayan şahsın apış arası! - AYŞENUR ARSLAN

Bilim Teknoloji Dergisi’nde okudum. Bilim dünyası, bitkilerin de tüm canlılar gibi görebildiğini, duyabildiğini, hissettiğini kanıtlama peşinde. Üstelik daha şimdiden birkaç kanıt / araştırma elde etmiş bile.

Bunda şaşıracak bir şey bulamayabilirsiniz. Peki!
Ancak, İsviçre’deki gelişme gerçekten şaşırtıcı. İsviçre, BİTKİLERİN ONURUNU KORUMAK üzere bazı “esaslar” belirlemiş. Hem de Parlamento tarafından. Henüz bir kanundan söz edilemese bile, belki yakında “gerekmediği halde topraktan, yani yaşamdan kopartılan bitkiler” hakkında bir düzenlemeden söz edilebilir.

Nereye vardığımı anladınız elbette.

Bu gezegen üzerinde bir ülke, bitkilerin onurunu tartışıyor. Bir başka ülke, Türkiye,  İNSANIN ONURUNU HİÇE SAYIYOR.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, açlık grevinde 100 günü çoktan geride bıraktılar. Ama hâlâ cezaevindeler.
Şurası çok ama çok açık: Her ikisi de “bir şeylerle” suçlanıyorlar. Ancak o suçlamalar henüz sadece iddia halinde. Yargılanmış, suçları kanıtlanmış, hüküm giymiş değiller.
Peki niye tutuklular? Kaçacaklar mıydı? Hayır! Tam aksine, cezaevine gönderilinceye kadar her ikisi de neredeyse 24 saat Türkiye’nin gözleri önündeydiler. Türkiye’nin gözleri önünde derdest edilip cezaevine atıldılar.
Avrupa Birliği Komisyonu, tam da bu konuda, Nuriye ve Semih için yaptığı açıklamada aynı şeyi vurguladı: “Yargılamada masumiyet karinesi esastır” dedi.
Oysa, bizde tam aksi oluyor. Haklarında herhangi bir yargı kararı olmaksızın KHK ile mesleklerinden ihraç edilen iki eğitimci, dünyanın en pasif eylemini yaparken tutuklanabiliyor.
“İÇERDE” ne olup bittiğini de yarım yamalak öğrenebiliyoruz. En son duyduk ki, elini kaldıracak hali kalmayan, kalbi tekleyip duran Nuriye slogan atmış! Bu yüzden disiplin cezası alacakmış! Disiplin cezası da mektuplarına el konması, görüş yasağı gibi TECRİT getirecekmiş.
Amaç belli: Sadece işlerini değil, onurlarını da ellerinden almak istiyorlar Nuriye ile Semih’in.

• • •

Öte yandan, (hangi birinden bahsetmeli) onursuzluk, cehalet, baskı kol geziyor.
Sıradan gibi görünen ama çok anlamlı örneğini, minibüste şortlu genç kıza taciz / saldırı olayında gördük.
Saldırgan, “bayan şahsın apış arasını görünce tahrik oldum” diye savunmuş kendisini. Bir kere, genç kız saldırganın önündeki sırada oturuyor. Yani, saldırganın apış arasını görmesi mümkün değil. Düpedüz yalan. Ama yalanın kılıfı, tam mevsim normallerine uygun: Niyetli, yani oruçluymuş. Bir erkek olarak nefsi varmış, nefsi uyandırılmış.
Kendisini tutan, oysa o “yaratık” gibi düşünen milyonlar ile aynı ülkeyi paylaşıyoruz. Ne yazık ki, öyle! Bir kadın olarak İstanbul’da her gün biraz daha fazla hissediyorum bunu. Biz kadınlar, sözlü tacize / saldırıya uğruyoruz. Düşmanca tavırlara maruz kalıyoruz. Aşağılanıyoruz. Her fırsatta, her yerde.
Hele ekonomik özgürlüğü olmayan, okutulmamış kadınlarımız. Onların bitkiler kadar kıymeti yok. Öldürülüyorlar, öldürülmezlerse dayakla hırpalanıyorlar.
Kan revan fotoğraflardaki kadınlar...
Tek derdi işini geri almak olan güzelim Nuriye..
Düşündükçe öfkelenemeyecek kadar hüzün basıyor yüreğimi. Kolum kanadım kırılıyor.
Çok yazık bu ülkeye, çok!
Oysa…

• • •

Yurtdışına ilk kez 1971 yılında çıkmıştım. O gezide yolum İsviçre’ye de düşmüştü. Temizliğine, düzenine hayran kalmıştım. Türkiye’ye döndükten sonra haberim olmuştu. İsviçre kadınlara seçme ve seçilme hakkını o yılın başında vermişti. 1971 yılında.
Haberi okuyunca ülkemle nasıl gurur duymuştum.
Biz kadınlar, Atatürk Türkiyesi’nde yaşadığımız için ne kadar şanslı, ne kadar gurur doluyduk.
O günlerden bugünlere nasıl geldik?
Türkiye, sadece minibüsteki saldırganın değil, profesörlerin / yazarların / kamu yöneticilerinin aklının “bayan şahısların apış arasında” olduğu bir ülke mi artık?
Bu ülkeyi nasıl temizleyeceğiz bu kirden? Ne zaman?

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Diktanın kokusu - Nilgün Cerrahoğlu

Almanlar hâlâ burada “diktatörlüğün kokusunu” bulduklarını söylüyor.
“Diktatörlüğün kokusu” karanlığın, küflenmişliğin, tozlu arşiv, klasörler ve köhneliğin, çürümenin kokusu oluyor.
Almanya’da Leipzig’de, “Stasi Müzesi”ndeyim.
Stasi, 1990 yılında Almanyaların birleşmesiyle tarih olan Doğu Alman Cumhuriyeti’nin devlet güvenlik, istihbarat örgütü.
Bugün Almanya’daki biricik “Stasi Müzesi” olarak bilinen bina, Stasi ile eşanlamda kullanılan eski Devlet Güvenlik Bakanlığı’nın Leipzig birimi. Bu birim, DDR olarak bilinen Doğu Almanya’da melanetiyle nam salmış. Doğu Almanya’da ölüm cezalarının tamamı örneğin, bu birim gözetiminde Leipzig’de infaz edilmiş.
Doğu Almanya’nın çöktüğü 1989’a dek 40 yıl boyunca Stasi’nin “hizmet verdiği” “Runde Ecke” binası, şehrin en seçkin yerinde.
Eski şehir merkezini ve Bach’ın org çaldığı gotik San Thomas kilisesini, kiliseyi çevreleyen kafeleri geçtikten sonra yeşiller arasında bir bulvara bakan “Runde Ecke” binasına varıyorsunuz.
Köşeyi kaplayan ön cephenin yuvarlak şekli nedeniyle Almancada “Yuvarlak Köşe” anlamına gelen “Runde Ecke”, sabık DDR’nin en önemli Stasi başkarargâhlarından biri. 

Korku imparatorluğu sergisi
Girişte ziyaretçileri, duvarlarda DDR’nin çöküşünü anlatan fotoğraflar ve belgeler karşılıyor.
Ama giderek ağırlaşan Kafka atmosferi daha ana kapının tokmağında fark ediliyor.
Dikkatle baktığınızda, dışardan tokmağı çevirmek suretiyle kapının kolayca açıldığını ama içerden bunun mümkün olmadığını görüyorsunuz.
Çünkü içerde tokmak yok. Yalnız bir kilit var. Anahtara sahip olan yetkili kapıyı içerden sizin için açmazsa dışarıya geldiğiniz gibi çıkamıyorsunuz.
DDR çapında 91 bin üyesi olan Stasi’nin müzesinde, “Runde Ecke” binasının yalnızca bir katı ayrılmış. Müze, tavanı florasan lambalarla aydınlatılan uzun bir koridordan oluşuyor.
Ağır kasvet duygusu veren duvarları bej renkli koridorun iki yanında Stasi’nin 7’den 70’e ülke halkını dinlemek, gözetlemek, ürkütmek, korkutmak, sindirmek, pusturmak, göz dağı vermek, yıldırmak, baskılamak için kullandığı yöntemler ve enstrümanlar sergileniyor.
Psikolojik ve fiziki baskıyla herkesi teslim alan bir korku imparatorluğu yaratan Stasi, 13 yaşındaki çocukları bile muhbirler ordusuna katmış.
“Ağaç yaşken eğilir” konseptiyle küçük yaştan devşirilen çocuklar, tanınan “iyi eğitim” vs. gibi imkânlar karşılığında Stasi’nin neferleri olmuş ve ana babaları dahil en yakınlarını dahi devlete gammazlamışlar. 

Kaybolan mahremiyet
Müzede beni en etkileyen yer çocuklara ayrılan bu insanlık dışı bölüm oldu. Çok etkileyici bir diğer bölüm de, “devlet düşmanı” ya da “güvenlik tehdidi” olarak görülen muhaliflerin çürütüldükleri hücreler…
Hücrelerin aslı “Runde Ecke”ye yakın bir başka binadaymış. Ama müzenin içine her türlü insanlık onurunu çiğneyen bu korkunç hücrelerin birebir örneğini yapmışlar.
En fazla 15 metrekarelik bir alanda karşılıklı iki dar yatak, bir küçük masa, iki tahta tabure, bir lavabo ve açıkta bir tuvalet görüyorsunuz. İki kişinin başka deyişle tuvalette bile mahremiyeti olmuyor.
Mahremiyet DDR’de yalnız hücreye atılanların değil, aslında bir açık hapishane olan ülkede kimsenin sahip olmadığı bir ayrıcalık. Leipzig’deki bu müze, bir parti ve polis devletinde “Büyük Birader”in herkesi izlediğini gösteriyor. Mektuplar mesela postaneden düzenli olarak alınıp buraya taşınırmış. 2006’da Oscar alan unutulmaz “Başkalarının Hayatı” filminde izlediğimiz gibi tıpkı, telefon konuşmaları olduğu gibi kayda geçermiş. Böceklerle herkes dinlenirmiş.
Ortam dinlemelerini ve telefon konuşmalarını eski usul kayda alan Stasi’nin teyp arşivleri, tozlu yığınlar halinde burada sergileniyor.
Gördüğüm bu ilk diktatörlük müzesinde sanatçılar, aydınlar, aktörler, siyasi muhalifler başta olmak üzere tüm sivil toplum üzerinde yaratılan “devlet terörünün” portresini izliyoruz.
Geçmişle yüzleşmekte Almanların üzerine yok. Yarına devam.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’in kadınları... - Şükran Soner

Elçiye zeval olmaz. Sevgili aydınlanma bilgelerimiz İlhan-Turhan Selçuk kardeşleri anma etkinliğimizin Hacıbektaş’taki buluşmasında, söyleşideki sunumunda, Bülent Tanık, TMMOB çatısı altında, en son Çankaya Belediye Başkanlığı süreçlerindeki anıları ve değerlendirmeleriyle katkıda bulunurken Selçuk kardeşler, Cumhuriyet gazetesinin, bağımsız gazetecilik, laik Cumhuriyet değerleri, devrimleri, katkılarına doğal olarak karşıtların, darbecilerin hedef tahtası yapılmalarına örnekler verirken, İlhan Selçuk-Turhan Selçuk kardeşlerin Ziverbey işkenceleri- kaburgalarının kırılması süreçlerinden günümüze, 12 arkadaşımızın 230’lu günlere ulaşan yargısız infaz tutuklu kalışları sürecine geçerken... Dik duruşlarından ödün vermeyen kadın yazarlarımıza, özellikle ve öncelikle birçok kez yineleyerek selam çakmayı seçti. Cumhuriyet’in kadın yazarlarına duyurmak, okurla paylaşmak da bana düştü... 
 
“Adalet” arayışı yürüyüşünde, verilmek istenen şok ağırlıktaki ceza ve tutuklanması ile simge olan, gazeteci, milletvekili arkadaşımız Enis Berberoğlu dün Cumhuriyet öğretmeni emeklisi kayınpederini toprağa vermek üzere özel izinle insan içine çıktı. Eşi yine gazeteci arkadaşımız sevgili Oya Berberoğlu’nun acısını yürekten paylaşırken, kadın kimliği ile yürekli dik duruşunu sizlerle paylaşmalıyım... 

 
Çağlayan Adliyesi’ndeki, her boyutu ile adalet duygumuzu yaralayan kararın ardından dışarıdan destek adına güçlü bir dik duruşun sınavını veriyor. Cezaevi kapısı, Maçka Parkı etkinlikleri, avukatlar peşinde koşturmaca... Yüz yüze geçmiş olsun kucaklaşması olanaksız gibi. Hacıbektaş’a gidiş gece otobüs yolculuğunda, saati 01.35 olarak geçen bir önceki günlü aramama özür yanıtı atılmış. Benim fark edip Hacıbektaş dönüşü buluşma isteme yanıtım 05.37’ye sarkmış. Araya artık İstanbul’dan ayrılamayacağı gerekçesi ile hastanede yatan babasını yalnız bırakamayacağı için İstanbul’da bir hastaneye ambulansla taşıma operasyonu giriyor. Perşembe günü babası İstanbul’daki hastanede güvende iken, Baro’nun, avukatların, Maçka Parkı eylemlerine katılacaktı.
Bulamayınca arayacak oldum; “Gelemedim, aksilikler çıktı, haber de veremedim, özür dilerim” demekle yetindi. Yaşamakta olduğu sorunlardan tek söz etmediği için, kıyıp soru soramadım. Dün sabah acı kaybını haberlerden öğrendim. Bu onurlu kadın duruşuna saygıyla... 

***
Yeri geldi, 12 Eylül’ün adaletin katledildiği yıllarında, ağır işkenceli cezaevleri koşullarında, cezaevleri koşullarına karşı çıkan sesler çoğunlukla kadınlardandı... Analar, eşler, kız kardeşler, dostlar... Öylesine kadın ağırlıklı, yürekli duruşlar sergilediler ki... Ülkemizde kadın direnişinin gücü, dinamiği yeniden keşfedildi... Kadın hakları savaşımı, örgütlülüğünün de dinamiği, patlamasını getirdi. 
 
Her cepheden sesleri kısılmış, örgütlülükleri ağır darbe almış toplumsal, demokratik meslek örgütleri, sendikalar, siyasal örgütlenmeler, kadın örgütlenmeleri sorunlarından yola çıkarak hak arama yoluna çıktılar. Bu sayede kadın hakları savaşımı da güçlendi, direniş ittifakları içinde anlamlı pek çok yasal hak kazanımı gerçekleşti. 
 
Şimdi bu anlamlı örgütlülükler, yasal kazanımlar sonrasında neden sil baştan kadın haklarında dibe vurduğumuzu sorgulamayacak mıyız? Dünün haberler akışında görüntülü yayımlanan trajik saldırıyı, gelişmelerini nasıl okuyacağız? Üniversite öğrencisi kızımızın ağır saldırıya uğraması görüntüleri, almaya cesaret edebildiği sağlık raporundaki belgeleri ile sabit. Kendini İslam değerlerini de ayaklar altına alarak, yaşam tarzına, bir genç kızın şort giymesine ceza kesmeye kalkan kişinin, hukuken sabit suçu ortada, kanıtlı iken serbest bırakılabiliyor. Kızımız büyük bir yüreklilikle olayı kamuoyuna taşımasa, adil yargılama, hukuk, adalet, hak götüre. İktidarları erkinden ses soluk çıkmıyor...

Şükran Soner / CUMHURİYET

23 Haziran 2017 Cuma

Kadir Gecesi Survivor’dan hayırlı mı değil mi?! - TAYFUN ATAY

“Doğrusu, Biz, Kur’ân’ı kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir” (Kadir Sûresi).
Kur’ân, Kadir Gecesi’nin bin aydan daha hayırlı olduğunu söylerken bir bakıma bu bir tek gecenin insan ömrüne bedel olduğunu da anlatmak istiyor. (Bin ay, “83 sene 4 ay”a karşılık geliyor.) Çünkü Allah sözü, ilk olarak o gece kulla buluşmuş.
Dolayısıyla “İslami zaman”ın nirengi noktası denilebilecek gecedir Kadir Gecesi. Kendisini Müslüman addeden herkes için başka hiçbir şeyle yer değiştirtilmesi mümkün olmayan bir gece. İbadetin ve de “takva”nın, yani “yalan dünya” (“masiva”) hayhuyundan sakınmanın en fazla gözetilmesi gereken gece...
***

O yüzden her yıl hummalı bir Kadir Gecesi’ni eda ve idrak etme faaliyeti sergileniyor bu memlekette. Televizyonlar da zaten kutsal Ramazan ayıyla uyarlı şekilde “Leyle-i Kadr” üzerine özel yayınlar gerçekleştiriyorlar.
Bu yıl da Diyanet İşleri Başkanı’nın, iki eski başkanın da eşliğinde katıldığı, Ayasofya’nın “Muhammedi ibadet”e açık kısmında düzenlenen özel Kadir Gecesi programı, TRT Diyanet’ten canlı yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beştepe’deki Millet Camii’nde katıldığı özel program da Kanal D’de canlı ekrana geldi. Elhak, Nihat Hatipoğlu hocamız. ATV’de mutat iftar ve sahur programlarının arasına yine bir “Kadir Gecesi-Özel” yerleştirdi. Diğer pek çok kanal da özel yayın yaptı.
Fakat esas şu anlata anlata bitiremediğimiz “Kur’ân-ı Kerîm’i Güzel Okuma Yarışması”, son derece anlamlı şekilde İslamiyet’te gecelerin bu en güçlü, kıymetli, şerefli olanında “Final”ini gerçekleştirdi.
Kısacası, halkımızın en büyük meşgalesi televizyon, Kadir Gecesi’nin hakkını vererek ibadet, tilavet, tezekkür ve tesbihatla doldu taştı.
***

Peki, tüm bu “keyfiyet” dâhilinde gecenin en çok izleneni olarak reyting listesinde zirvede ışıl ışıl parlayarak karşımıza ne çıktı dersiniz?..
Elbette “Survivor-Ünlüler Gönüllüler”!..
“Acunsal enerji”nin kutsal ya da tinsel (manevi) enerji dinlemeyip Kadir Gecesi’ne bile galebe çaldığı yarışmanın “Yarı Final” yayınının en “dramatik” başarısı, “Final”iyle ekrana gelen Kur’ân okuma yarışmasını hayli geride bırakması oldu. Seyirci ekseriyeti, “Yahu Survivor’ın finali yarın, hiç olmazsa bu kutsal gecenin yüzü suyu hürmetine şu Kur’ân yarışmasının finalini seyredeyim” demedi.
Survivor, total izleyicide de, AB ve ABC gruplarında da birinci olurken Kur’ân yarışmasının finali totalde 15’inci olmuş. Üstelik Survivor’dan sonra yayına giren ve bir geyik muhabbeti mesabesindeki “Survivor Ekstra” bile onun üstünde 14’üncü sırada yer almış.
Dahası “Survivor Ekstra” ile eşzamanlı yayında olan Cumhurbaşkanı’nın katıldığı Millet Camii’nden Kadir Gecesi canlı yayını 47’nci sırayı ancak yakalayabilmiş!..
Kadir Gecesi’nde Survivor’ı bir tek Ramazan televaizlerimizin en popüler ve spektaküler (temaşaya açık) olanı Nihat Hatipoğlu hocamızın programı, o da sadece totalde zorlamış. AB ve ABC seyirci gruplarında ise Survivor’ın ardından diziler ve başka “lâdini” programlar geliyor.
Hatta AB’de izleyici “Kim Milyoner Olmak İster”e bile azımsanmayacak oranda meyletmiş.
Yani “masiva”nın para-pula dayalı zenginliğini, “mânâ”nın duaya, zikre, tesbihe dayalı zenginliğine tercih etmiş.
***

Hep olduğu gibi yine aynı noktaya geliyoruz: Dinbaz iktidar, sathî (yüzeysel) olarak hayatı ne kadar kutsalla dopdolu kılmaya çalışırsa çalışsın “beşer” bildiğini okuyor.
Kadir Gecesi’nde bile “realite-şov”un cazibesi, “Rahmanî cezbe”nin önüne geçebiliyor.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Onlar ölüyorlar ve biz seyrediyoruz - MİNE SÖĞÜT

Onlar iyi değiller ama biz de iyi değiliz.
Çünkü içeride zaman azalıyor çünkü dışarıda hiçbir şey değişmiyor.

Zaten kalbi olmayan bir devletten ısrarla ve ısrarla vicdani bir refleks bekleniyor.
İktidarın vicdansızlığını tescil etmek için iki insanın canı göz göre kurban ediliyor.
Onlar... Ölüyorlar...
Ve biz... Seyrediyoruz.
Reklamların, dizilerin, filmlerin, müziklerin, fotoğrafların ve haberlerin arasında arada sırada beliren iki insanın güzel ve yorgun görüntüsüyle;
Bir an irkiliyoruz, az gözümüz yaşarıyor, kalbimiz bir titriyor, aklımız azıcık gidip geliyor;
Sonra her şey normale dönüyor ve hayat devam ediyor.
Biz yaşıyoruz ve onlar ölüyor.
Böyle kumar olmaz; böyle hak aranmaz; böyle adalet istenmez.
İnsan canını her şeyden üstün tutmadan, Nuriye ile Semih’in kim olduğunu umursamadan, politik bir inatla, her ne olursa olsun diyerek, böyle bir eylemde sonuna kadar dayatılmaz.
Bu çekişmenin nihayetinde kazanan ya da kaybeden olmayacak.
Böyle giderse sonuç ölüme varacak.
İşin kötüsü devletin yaptığı her zamanki gibi yanına kalacak.
Dışarıda atılan sloganlar, kayıpların ardından yakılan ağıtlar ve ispatlanan devlet zulmü...
Hem siyasi hem de toplumsal bir ısrarın kirli lekesi olarak hepimizin alnına kazınacak.
Hiçbir şey yapmayarak her şeyi isteyenler...
Ve düzenin değişmemesinin suçunu hep başkalarına yükleyenler...
Muhalefetin yürüyüş eylemini hafif bulup ona burun kıvıranlar...
Ölüme yatmış iki insanın eylemini “onur” adına, “devrim” adına, “adalet” adına kutsayıp alkışlayanlar...
Zehirli inatlarla kutsadığı ve köksüz itirazlarla küçümsediği eylemler arasında sıkışıp kalan kalabalıklar...
Ezberlerinden vazgeçip bu eylemi bitirmek için artık ayağa kalkmalılar. 

***
Rus ruleti oynar gibi...
Eller tetikte, gözler kararmış, ölüm kapıda.
İktidar yılmazsa Nuriye ve Semih ölecek;
İktidar yılarsa Nuriye ve Semih yaşayacak.
Her iki durumda da geriye korkunç bir ahlak ve tehlikeli bir inat kalacak.
Açlık grevi yapanlar, kendileri şu noktadan sonra geri dönemeyebilirler.
Oysa hatırlayın, ikisi de ölmek değil yaşamak isteyen insanlar.
Çıktıkları yolda en zorlu yolculuğu yaptılar.
Artık yeter!
Çok geç olmadan onların sırtlarındaki yükü almak ve işin seyrini başka yöne doğru çevirmek gerekiyor.
“Nuriye ve Semih yaşasın” derken kime seslendiğiniz önemli...
Devlete söylenecek söz belli ama asıl açlık grevinin destekçilerine, o iki insanı işin sonuna kadar direnmeye teşvik edenlere haykırmak gerekiyor:
Nuriye ile Semih’i açlık grevlerini bitirmeye ne yapıp edip ikna edin;
Ve insan canından bir mürekkeple direniş metinleri yazmaktan da artık vazgeçin!


Mine Söğüt / CUMHURİYET

Bu nasıl bir ‘hukuk’tur? - Meriç Velidedeoğlu

Geçen hafta perşembe günü, “Beştepe Sarayı”nda, devlet protokolüne verdiği iftar yemeğinde, işte böyle, “Bu nasıl bir hukuktur?” diye haykırıyordu Erdoğan...
Son ABD gezisinde, Washington’da elçiliğimizin önünde bu ziyareti protesto edenlere, Erdoğan’ın korumalarının karşı çıkmasıyla ortaya dökülen çirkin görüntüler, bütün dünya TV’lerinde yayımlanmış, ABD de bu olayın sorumlusu olarak gördüğü “12 koruma” için tutuklama kararı almıştı, bu karara kızıyordu Erdoğan. 
 
Burada yine araya girip kendisinin bu haykırışının, “Hukuk etrafımızı saran, ancak ihtiyaç duyduğumuzda farkına vardığımız hava gibidir!” değerlendirmesini anımsatan bir örnek olduğunu belirtebiliriz; hele Erdoğan’ın “hukuk” anlayışı dikkate alınırsa, dört dörtlük bir örnek!
Konuyu sürdürürsek, şu soruyu sormalıyız: “Hukuk mu arıyor Erdoğan?”. Bir bakıma evet, hukuk arıyor... ABD’nin hukukunu hiç mi hiç beğenmiyor...
Peki, kendi ülkesinin hukukunu beğeniyor mu? “Bunun yanıtını daha geçen yıl verdi” diyen dostlar kuşkusuz haklılar; gazetemiz Cumhuriyet’in tutuklu görevlileri Can Dündar ve Erdem Gül hakkında, ‘Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu tahliye kararı için: “Sadece sessiz kalırım o kadar!” der; ne ki, bununla yetinmeyip sürdürür: “Ama onu kabul etmek durumunda değilim; karara uymuyor saygı da duymuyorum!” diye de bastırır... (28.2.2016) 
 
Bu sözlerine göre Erdoğan, ülkesinin hukukunu da beğenmiyor; öyle değil mi?
Dahası kendi beğenmediği gibi, ailesinin bireylerinin beğenmediğini de oğlu Bilal, bir “yolsuzluğa dair dosya çevresinde organize suç örgütleri kurmakla” ilgili ifade vermek için, “2 Ocak 2014” günü savcılığa çağrıldığında gitmeyerek ortaya koydu.
Oysa, bir “yurttaş” bu çağrıya uymazsa “gözaltı” kararı çıkarılır, yasa gereği. Bilal Erdoğan gitmeyince pekineoldu? Hiç, hiçbir şeyolmadı... Ama, Anayasa’nın onuncu maddesi, “Herkes, ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit” olduğunu bildirdiği gibi, hiçbir “aile”ye “imtiyaz” tanınmadığını da vurgular. 
 
İşte bunlardan dolayı beğenmiyor ülkesinin hukukunu Erdoğan. Peki, ne istiyor diye sorarsak, istediği hukukun öncü örneklerinden biridir diyebiliriz, “SOMA” maden kazasından sonra bu ilçeyi ziyaretinde ortaya koydukları. Madende gömülü kalan yakınları için çırpınanlara, “Madende çalışmanın fıtratında ölüm olduğunu” söylemesini, halk büyük bir tepkiyle karşılayınca, kaçıp bir markete sığınmıştı (15.5.2014). Ne var ki, markette protestosunu sürdüren bir gence bu ‘kural’dan, “fıtrat ve ölüm”den söz ettiği halde, protestosunu kesmeyince, bir güzel (!) tokatlayıp, “ceza”sını da verivermişti... 
 
Üç yıl önce yaşanan bu olay bir bakıma Erdoğan’ın nasıl bir “hukuk” istediğinin bir örneği gibi, “kuralı da kendi koyacak, cezayı da kendi verecek”, ehh artık bir de “Duçe” gerekecek; ne dersiniz?
Öte yanda bir ülkede türlü yöntemlerle yaratılan haksızlıklara, örneğin, yerli bir “Duçe”nin “Adalet”i yok edip inanılmaz uygulamalarıyla soluk alamaz duruma getirilen bir toplumun, bu düzene -yasalar çerçevesinde-direnmenin karşı gelmenin en etkili, en bilinen yollarından biridir “halkın topluca yürüyüş”e geçmesi. 
 
Bu tür “yürüyüş”ün, tarihte yer alan birçok örneği olduğu bilinir, bunlardan biri de -pek sözü edilmeyenlerden biri demek belki daha doğru olur-20. yy’ın ünlü Fransız düşünürü, yazarı J.P. Sartre’ın, ülkesindeki “De Gaulle” iktidarına karşı yaptığı yürüyüştür. 
 
“1950”li yılların en karışık dönemini yaşayan Fransa’nın başına geçmesi için çağrılan De Gaulle’ün, tam bir “tek adam” yönetimine karşı çıkan Fransız halkına dünyadaki durumu anlata anlata sabretmeleri için baskı yapan De Gaulle, J.P. Sartre’ın Paris sokaklarında, halkın katkısıyla gitgide kalabalıklaşan, büyüyen yürüyüşünün görevlilerce durdurulduğunu duyar duymaz, güvenlik güçlerinin geri çekilip yol vermesini, “Sartre Fransa’dır, yürüyen Fransa’dır!” diyerek ister De Gaulle. 
 
Kuşkusuz bu anımsatmaya, “Kılıçdaroğlu, Sartre değildir!” diyecek olan Erdoğan tutkunlarına, “bir adım ileri iki adım geri”ye dönüştürdükleri “Mehter Yürüyüşü”nü anımsatmak yeter sanırım.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

21 Haziran 2017 Çarşamba

Baba kuzuları… - L. DOĞAN TILIÇ

İnsanlar, yalnızca Ankara’dan Kılıçdaroğlu’yla birlikte değil, başka yörelerden de kalkıp İstanbul’a doğru yürüyedursunlar, bir babalar gününde yüzlerce “baba kuzu”su perişan oldu.

Vatan savunmasına, sınır boylarına, hatta bazen doğrudan ölüme gönderirken “Mehmetçik” diyoruz ya, en büyüğü yirmili yaşların başında çocuklar onlar. Sadece “ana kuzusu” değil, “baba kuzuları” aynı zamanda.

Bir aydan kısa bir süre içinde, Manisa’da, tam dördüncü kez yaşanan zehirlenme olayında binlerce “kuzu” hastanelik oldu. 23 Mayıs’taki ilk olayda hastanelik olan 1000’den fazla “kuzu”dan biri - ki anaları “kınalı kuzum” diye sever onları, asker ocağına gönderirken kına yaktıklarından ellerine - “şehit” oldu.

Şehit; bir çatışmada ya da düşmanla savaşta vurulduğu için değil, bayramda seyranda devlet büyüklerinin de kameralar karşısında onlarla birlikte kaşık sallayıp reklam yaptıkları karavanadan yedikleri için!

Adalet için yürüyor ya insanlar şimdi; yağmurda, çamurda, güneşte, 1000 kuzunun zehirlendiği, birinin de “şehit” olduğu 23 Mayıs’tan sonra ne yapmış  yetkililer adalet için?

Dünyanın herhangi bir yerinde, demokrasiden bir nebze nasiplenilmişse, böyle bir olayın ardından, aynı yerde tam dördüncü kez binlerce askerin zehirlenmesinin sorumluluğunu alan bir yönetici olurdu mutlaka.

Doğu’da, Japonya’da, birileri çoktan harakiri yapmıştı. Batı’da, herhangi bir demokraside, savunma bakanı birkaç kez istifa etmişti çoktan.

Bizde sorumsuzluk en önemli özelliği oldu sorumluluk mevkiindekilerin. İster madende yüzlerce işçi ölsün, isterse kışlada binlerce asker zehirlensin, kimsenin aklına istifa gelmiyor!

Akşam gazetesi, sorumlular adına bir sorumluya işaret etti dün: “Karavanadaki FETÖ zehiri mi?” manşetiyle. Soru işareti fazla aslında, ne varsa iktidarın sorumluluk alanında sar sırtına “FETÖ”nün, kurtul sorumluluktan.

Sorumluluktan kurtulurken “FETÖ”ye de en büyük kıyağı yap, her şeyi onun çuvalına doldurup soruşturulmasını kördüğüm ederek.

12 Eylül sonrası Mamak’ta en ağır koşullarda “uzun dönem“askerlik” yaptıktan sonra, oradan terhis olan bir grup arkadaş üstüne Burdur’da da “kısa dönem” askerlik yapmıştık, memleketin değişik yörelerinden, bizimkinden bambaşka hayatlardan gelen binlerce “bedelli” ile birlikte.

Biz “kuzu”luğu kalmamış ileri yaşta adamlardık ve aramızdan bazıları önceki hayatlarının şımarıklığı ile mutfakta patates soğan soymaya isyan edince, devreye soktukları torpille o iş de saatlerce nöbet tutan “kuzu”lara kalmıştı.

Bu kez “Mamak terhis” bizler isyan etmiştik; saatlerce nöbet tutan yoksul kuzuların bir de bizim patates soğanımızı soyması adalet değil diye!

Zamanla buna bulunan çözüm asker karavanasının da özelleştirilmesi oldu! Güya yücelterek Mehmetçiği, patates soğan soymaktan kurtararak onu, karavanayı da özel şirketlere bıraktılar!

Bir emekli komutan sormuştu dün; “Askerin yemeğini savaşta da şirket mi getirecek?” diye… Öyle bir yola girdi ki memleket, öyle iman etti ki iktidarlar Özal’dan bu yana, özelleştirerek güzelleştireceklerine memleketi, asker ve ordu da özelleşecek yavaş yavaş. Şirket gibi yönetilen memleket şirketleşirken, ordu da şirket olacak!

Babam bana hiç “kuzu” dedi mi, bilmiyorum. Torunlarına dedi ama… Coştuğu zamanlarda da “koçum” derdi. Göçtü gitti bu dünyadan. Ardında kendisiyle gurur duyan çocuklar bırakarak. Şimdi, biri Manisa’da zehirlenen kuzulardan epey büyük, biri onların yaşına gelmemiş iki oğlum var benim.Onlar “babalar günü”mü kutlarken benim, bir tek şey istedim: Tıpkı ilkokul öğretmeni Alaettin Hoca’dan bana kalan en önemli şeyin “gurur” olduğu gibi, benim de onlara bıraktığım en önemli şey gurur olsun!


Ne bir tek kuzu zehirlensin karavanadan, ne bir tek kuzu “şehit” olsun çözmeyi beceremediğimiz meselelerden ötürü, ne açlık grevini tek çare görsün işlerinden olan kuzular, ne de adalet ve özgürlük aramak için uzun yürüyüşlere mecbur kalsın çocuklarımız!

Baba kuzuları babalarının çektiklerini çekmesinler diye, dizlerimizin son dermanına kadar yürümeye değer!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Kılıçdaroğlu: Son durak Maltepe olmayacak - ÇİĞDEM TOKER

Hava kapalı, Çamlıdere’de yağmur yağdı yağacak. Ama bu durum kimselerin moralini bozmamış. Yemyeşil ufuk, çam, servi ağaçlarından yükselen orman kokusu iyimserlik ve güleryüzden başka seçenek bırakmıyor. Şüphesiz, tarihi grup toplantısı için gelmiş kitleye hâkim asıl motivasyon, “adalet” için orada olmak. 
 
Toplantının oturma düzeniyle tek tek ve en ince ayrıntısına kadar ilgilenen Grup Başkanvekili Özgür Özel, basın mensuplarına özel ihtimam gösteriyor. Dahası, partililerden de aynı özeni göstermeleri çağrısında bulunuyor. Habercilerin, “patronajları” dolayısıyla ötekileştirilmemesi gerektiğini vurguluyor. Megafondan hem de... 
 
Çamlıdere, artık Bolu’ya yakın bir güzergâh olduğu için, grup toplantısına İstanbul’dan gelen konuklar da çoktu. Altıncı günün sabahını da öğleye dek üç saate yakın yürüyen Kılıçdaroğlu, grup toplantısı öncesinde hazırlık yapmak üzere karavanda bir süre dinlendi. 
 
Kemal Bey, siyah yağmurluk içinde, çevik adımlarla kürsüye geldiğinde, ormanlık alanda geçen yıl kaybettiğimiz Vedat Türkali’nin efsane şiiri “Bekle Bizi İstanbul”un şarkısı çalıyordu. Altıncı günü dolduran yürüyüşün Kemal Bey’e iyi geldiği belli. Hareketlerindeki dinamizm konuşmasına da yansımış. Tempo daha akıcı.
***
Kılıçdaroğlu 15 Temmuz gecesi linç edilen üç genç askeri tek tek, isim isim andı. İktidar sözcülerinin takipçisi olunacağı sözü vermesine karşın soruşturma dahi açılmadığını üzerine basa basa aktardı. Anne babaları tutuklandığı için korumasız kalan çocukları, anayasa hukukçusu Prof. Kaboğlu’nun nasıl ders veremez hale geldiğini, işine geri dönme talebiyle, açlık grevi yaparken tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya selam saygı gönderdi. 
 
Burada sayamadığım Kılıçdaroğlu’nun andığı tüm haksızlıklar, o toplantıyı bir parti etkinliği olmaktan çıkardı. Tüm ezilenlerin, bu yürüyüşün ezilenlerin ve mağdurların sesi olması yolundaki adımların büyüdüğünü hissettirdi. Konuşmasının bitimine doğru açılan devasa boyutlardaki “Yalnız Yürümeyeceksin” pankartı, büyük alkış aldı. 
 
Toplantı bitiminde Kılıçdaroğlu yeniden yürüyüşe geçtiğinde, selam verdim. Kısa hal hatır sormanın ardından “Arkadaşlarımız sizin yazılarınızda değindiğiniz bir konuda gensoru hazırlığı başlattı” dedi. Yürüyüş güvenliğini aksatmamaya çabalayarak hangi yazılar olduğunu sorduğumda, Karayolları’nın davetli ihale yöntemiyle yaptırdığı projelere dair yazılarım olduğunu öğrendim. İyi bir haberdi bu... 
 
Eşi Selvi Hanım ile birlikte ritmik ve tempolu adımlarla yürürlerken Maltepe’den sonraki hedeflerini sordum. Kemal Bey, “Orada bitmeyecek. Devamı da olacak” dedi. 

***
CHP, Adalet Yürüyüşü sırasında, Ankara’daki programlı toplantılarını sürdürecek. Sözgelimi bugün MYK, daha sonra il başkanları, sonrasında da Parti Meclisi toplantıları.
 
Kılıçdaroğlu sakin, kararlı. Ne yüzünde ne de adımlarında bir yorgunluk belirtisi gözleniyor.
Yerleşim alanlarının dışında yapılan grup toplantısına, TV kanallarının ekip göndererek yayın yapması dikkate değer bir kırılmadır. Bu yürüyüşün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından artan sıklıkla yasadışı olarak nitelenmesine karşın bir terör eylemi değil, demokratik bir hak olduğunun tescili ve halkın haber alma özgürlüğüne de sahip çıkılması anlamına da geliyordu.
Bu yanıyla yürüyüşün, henüz tamamlanmadan dahi bizzat kendisinin adalet arayışına dikkatleri çekmesi bakımından bir sonuç olduğunu söylemek mümkün.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET