14 Eylül 2017 Perşembe

Malazgirt’te ne olmuştu? - SELÇUK EREZ

Son hafta, duraklarda Cumhurbaşkanı’nı elinde okla gösteren posterlere bakarak bekledik metroları, metrobüsleri. Sonra da Malazgirt Savaşı’nın yıldönümündeki demecini okuduk: Sultan Alparslan kimlerle mücadele etmişse biz de 15 Temmuz’da onlarla mücadele ettik” diyordu; sonra, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Sultan Abdülhamit, Gazi Mustafa Kemal Atatürk kimlerle mücadele etmişse biz de onlarla mücadele ettik” de dedi. 

 
Malazgirt’te kimin kimle mücadele ettiği konu edinildiğinde aklıma eski büyükelçilerimizden rahmetli Settar İksel gelir. Eski bir yazımda bahsetmiştim: Anadolu’nun tarihini, gittiği her yerden derlediği kitap ve belgelere dayanarak yazmıştı Settar Bey; yazık, bu eseri bastıramadan vefat etti.
Yaşamının son yıllarında tanıdığım bu engin bilgili elçimizden pek çok şey öğrenmiştim: “1071’de Malazgirt’te ne olduydu” diye sorduğumda eserinden bir bölüm okuyarak cevap vermişti:
“İki ordudan biri, Maveraünnehir (Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının arasındaki bölge; bugünkü Özbekistan’ın bulunduğu yer) kökenliydi. Alparslan’ın askerine Afşin kuvvetleri, Mervani Emiri’nin Kürt askerleri de katılmışlardı. Selçuklu ordusunda Araplar, Türkmenler, İranlılar, Deylemliler de vardı.
Diğer orduda kimler vardı?
Bizans ordusunda Yunanca konuşan Anadolulu askerler vardı. Normanlar, Uzlar ve Peçenekler de vardı. Bizans ordusunda 2-3 bin kişilik bir Türk birliği de vardı. Normanların ve Uzların alandan kaçmalarına karşı Türk birliği savaşın sonuna kadar Bizans kralının yanında vuruşmuştu.
Savaşı Maveraünnehir’den gelenler kazandı. Biz kazandık diyoruz.”
Settar Bey, konuyu şöyle sürdürmüştü:
“Sonra aradan yüzyıllar geçti, 1402’ye geldik: Ankara Savaşı’nda karşılaşan ordulardan biri yine Maveraünnehir kaynaklıydı: Timur’un ordusundaki askerlerin çoğu Türkçe konuşuyorlardı. Bu orduda İskitler, Partlar ve Ruslar da vardı. Yıldırım Bayezıid’in’ın ordusundaki askerlerin çoğu Türkçe konuşan Anadolululardı. Stefan Lazareviç kumandasında Sırp birlikleri de vardı, Mısırlılar da. Bu savaşı da Maveraünnehir’den gelenler kazandı. Biz kaybettik diyoruz.”
 
Öyleyse biz kimiz? 
 
Settar Bey şöyle yanıtlamıştı: “Bu savaşların kazananı da kaybedeni de biziz!”
Hangi padişahın kimlerle savaştığını, bizim bunlardan hangisiyle cebelleştiğimizi düşünmeye yeltendiğimizde hatırlamamız gerekir: Bugün biz, bu topraklarda vaktiyle karşı karşıya gelmiş güçlerden, kazananın da, kaybedenin de hem biyolojik, hem de kültürel mirasçısıyız. Övündüğümüz harsımızda, sanatımızda savaşları o tarihlerde kaybetmiş olanların da kazanmış olanlar kadar katkıları vardır.

Selçuk Erez / CUMHURİYET

13 Eylül 2017 Çarşamba

Barzani'nin bağımsızlık referandumunda Erdoğan'ın zor tercihi - ÖZGÜR ŞEN

Barzani liderliğindeki KDP, 25 Eylül'de Irak Kürdistanı'nda bağımsızlığın oylanacağı bir referandum yapmayı planlıyor. Sandıktan ne çıkacağının kesin olduğu bir oylama bu... Ama bunun dışında belki de her şey belirsiz.

Tarih belirsiz; çünkü Barzani ve partisi her ne kadar ısrarcı olsa da, bu oylamada “evet” diyecek Irak Kürtlerinin önemlice bir bölümü ve İsrail dışında bugüne kadar Barzani'ye destek veren dış aktörlerin tamamı referandumun ertelenmesini istiyor.

Oylamanın nerelerde yapılacağı belirsiz; çünkü tartışmalı bölgeler olarak geçen onun üzerinde coğrafyada oylamanın yapılıp yapılmayacağı KDP'nin beyanlarına bakılırsa, oradaki yerel yönetimlerin inisiyatifine bırakılmış durumda.
Oylamanın sonucunun nasıl hayata geçeceği ise hepten belirsiz...
Barzani bu referandum sonucunu üç farklı düzlemde kullanmak isteyecek.

Birincisi; uzun zamandır sorun yaşadığı ve bu sorunlardan dolayı meclisi dahi kapattığı Irak Kürdistanı'nda konumunu sağlamlaştırmayı deneyecek. Şu anki liderliğinin bile resmi açıdan geçerli olmadığını söyleyenlerin olduğu bir ülkede atılan bu “tarihsel” adımla konumunu güçlendirmeye çalışacak Barzani'nin işi içeride de kolay değil.

İkincisi; dört ülkeye yayılmış Kürtlerin arasında prestijini artırmak için uğraşan KDP lideri, Kürtlerin yapacağı görüşmelerde masaya başka bir sıfatla oturmaya gayret ediyor. Hapisteki HDP lideri Demirtaş referanduma duygusal bir selam göndermiş olabilir, ama PKK çizgisi, referandumu “Kürtlerin birliğini bozacak bir ulus-devletçik girişimi” diye niteliyor ve sonucun başka coğrafyalardaki Kürtler üzerinde etkisi olmaması için uğraşıyor.

Üçüncüsü; Barzani, referandum sonucunu uluslararası platforma da sunacak ve devamlı değişen diplomatik dengelerde halk oylamasını bir koz olarak kullanmayı deneyecek. Bu oylama Barzani'nin bölgedeki en uzun süreli müttefiki olan AKP lideri Erdoğan'ı da zorlayacak nitelikte...
Barzani, bugüne gelirken ABD ve İsrail'le birlikte en çok Türkiye'den destek aldı. PKK çizgisine karşı desteklenen Irak Kürtleriyle ilişkiler Saddam'ın devrilmesinden sonraki süreçte iktisadi boyutta da hızla gelişti.

Iraklı Kürtlerin ekonomisinin en büyük ortaklarından birisi Türkiye oldu. Süren çatışmalar nedeniyle inişli çıkışlı bir grafik izlese de Türkiye ile Irak Kürdistanı arasındaki ticaret hacmi 10 milyar doları geçti. Bölgenin petrollerinin çıkışı Türkiye'den sağlandı.
İlişkiler iktisadi açıdan yalnızca Kürtlerin değil Türkiye'nin de gözden çıkaramayacağı bir büyüklüğe ulaştı. Türkiye sermayesi bölgeye yerleşti.

Tüm nesnel veriler Barzani'nin Erdoğan için vazgeçilmez bir müttefik olduğunu gösteriyor. AKP'nin bölgedeki yöneticilerinin referanduma destek açıklamaları yalnızca duygusal bir tercih değil bu nedenle. Erdoğan başta olmak üzere AKP merkezi, milliyetçi duyguları yönetmek için dikkatli davransalar da böylesi bir ortağı şimdilik gözden çıkaramaz. İddialara göre şu anda bölgede bulunan MİT müsteşarı Hakan Fidan da, aynı nedenle KDP'den referandumu iptal etmesini değil bir süre daha ertelemesini istiyor. AKP, yüksek bir tonda referandumun karşısında pozisyon almıyor, ancak yapılacak bir referandumun Türkiye siyasetinde yaratacağı etkileri düşünerek bir ara yol bulmayı deniyor.
Referandum kimsenin aslında net pozisyon almak istemediği, herkesin herkesle düşman veya müttefik olabileceği kaygan bir zeminde gerçekleşiyor. Suriye'deki Kürtler konusunda anlaşamayan ABD ve AKP, Irak Kürtleri konusunda beraber hareket edebiliyor örneğin. Ya da bugün kanlı bıçaklı olan Esad ile Erdoğan'ın Kürtler konusundaki beklentileri nesnel olarak çakışabiliyor. Rusya pragmatik tercihlerle Suriye ile birlikte hareket ederken, Kürtleri de gözden çıkarmıyor.
Böylesi bir belirsizliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyada doğal olarak bölgedeki ülkelerin sınırları da belirsizleşiyor. Irak, Suriye ve Türkiye'nin gelecekteki sınırlarını bugün aslında kimse bilmiyor.
Barzani'nin zorladığı referandum bu koşullarda belirsizliği artırırken, bölgedeki tansiyonu daha da yükseltecek. Stratejik hesapların devreye girdiği bir ortamda başta Kürtler olmak üzere bölgenin tüm emekçi ve yoksullarına hiçbir faydası olmayacak bu zorlamanın kendisi dahi başka bir gerilim kaynağı olmaya aday.

Uluslararası düzenin ve onlarla ittifak halindeki aktörlerin devrede olduğu böylesi girişimlerin bölge halklarına aydınlık bir gelecek sunmayacağının en güzel kanıtı geride bıraktığımız on yıl olmalı. Hiç durmadan bu aktörlerin ne yaptığını, şu ya da bu ittifakı, uluslararası tekellerin çıkarlarının gölgesindeki adımları konuştuğumuz bu yıllar bölgedeki hakim düzenin sürekli çeşitli biçimlerde tehdit ürettiğini defalarca gösterdi aslında.

Yine bu yıllar boyunca bu düzenin efendisi olan uluslararası güçlerin hepsi kendilerini her defasında kurtarıcı olarak gösterebilmişse ve bunlara kurtarıcı olarak sarıldıkça bölge halkları daha fazla acı, baskı ve ölümle karşılaşmışsa artık herkes yüksek sesle şu soruyu sormalı: Biz nerede yanlış yapıyoruz?

Özgür Şen / SOL

Türkiye'yi yöneten Nakşibendi iktidarının yeni taşeronu: Menzilciler! - AHMET ÇINAR

Türkiye tekeller-tarikatlar koalisyonu tarafından yönetiliyor. Sermaye grupları, dev holdingler, konsorsiyumlardan oluşan tekelleri biliyoruz. Peki ya tarikatlar? Aslında Türkiye'de tek bir tarikattan söz etmek gerekiyor: Nakşibendilik... Geri kalan tüm cemaatler onun kolları. Günümüzde adı çok öne çıkan Menzil cemaati, zaten iktidarda olan Nakşibendi karanlığının sadece bir kolu. Tüm bu yasa dışı, illegal, gerici oluşumların sigortası ise kendisi de bir Nakşibendi olan Tayyip Erdoğan... 



Türkiye’nin AKP’li yıllarda bir tekeller ve tarikatlar koalisyonuyla yönetildiği su götürmez bir gerçek.
Tekelleri biliyoruz; yerli ve yabancı sermaye, çok uluslu şirketler, dev holdingler, konsorsiyumlar…
Peki ya tarikatlar?
AKP iktidarının ilk yıllarında koalisyonun fiili ortağı Fethullah Gülen cemaatiydi. Zaten kırk yılı aşkın süredir bir “devlet politikası olarak” desteklenen, önü açılan, kadrolara yerleştirilen, büyütülüp semirtilen Fethullah Gülen cemaati, AKP’li yıllarda gücünün zirvesine ulaşmıştı.
Olanlar oldu, koalisyon bozuldu, Gülen cemaati tasfiye edildi.
Son zamanlarda gazeteler, dergiler, tartışma programları, sosyal medya “Menzil cemaati”, “Menzilciler”, “Adıyaman grubu” gibi isimlerle anılan bir tarikattan söz ediyor. AKP’nin, Menzil cemaatine ön açtığı, zemin hazırladığı, kadro sağladığı söyleniyor.

TARİKATLAR YOK, TARİKAT VAR: NAKŞİBENDİ KARANLIĞI!
Önce şunu gönül rahatlığıyla vurgulamak lazım: Türkiye’de “tarikatlar” diye bir şeyden söz etmek mümkün değil. Türkiye’de tek bir tarikat var: Nakşibendilik.
Nakşibendilik onlarca kola, yüzlerce cemaate, binlerce derneğe ve vakfa bürünmüş halde, Türkiye’de iktidarını sürdürüyor. İsmailağa, İskenderpaşa, Süleymancılar, Erenköy, Menzil, Yahyalı, Zilanlılar, Tağiler, Arvasiler… Uzatmak mümkün…
Nakşibendilik, AKP döneminde iktidara gelmedi. Demokrat Parti’den bu yana pek çok siyasetçi yetiştirdi, parlamentoya soktu, partiler kurdu, koalisyonlara girdi, kadrolaştı, kök saldı.
Erbakan’dan Korkut-Turgut Özal kardeşlere, ANAP’lı bakanlara, DYP’li siyasetçilere, MHP’li ve BBP’li isimlere, Milli Görüş geleneği içindeki tüm partilere kadar hepsinde Nakşibendi damgası vardı.
Tayyip Erdoğan ve çevresindekiler de Nakşibendi tarikatı geleneğinden gelen isimler.

MENZİL AYRI BİR TARİKAT DEĞİL, ERDOĞAN'IN DA BAĞLI OLDUĞU NAKŞİLİĞİN BİR KOLU
Menzil cemaati, Türkiye’de zaten iktidarda olan Nakşibendiliğin sadece bir kolu. Nicelik ve yaygınlık olarak en büyük kollarından biri. Dolayısıyla kadrolaşmaması, kimi bakanlıklara damgasını vurmaması olanaksız.
“AKP, Gülen cemaatinin yerine Menzil’i ikame ediyor” cümlesi, yukarıda anlattığımız yönüyle çok da doğru bir cümle değil. Çünkü AKP’nin kendisi zaten Menzil’le aynı kökten yani Nakşibendilik ana kaynağından gelen bir yapı. Tekrar vurgulamak gerekirse, AKP’nin iktidarda olması, Nakşibendiliğin ve dolayısıyla Nakşibendiliğin bir kolu olan Menzil’in zaten iktidarda olması anlamına geliyor.

NAKŞİBENDİLİK PROJELERİ 
Eğitimin dinselleştirilmesi, okulların imam hatip adı altında medreseleştirilmesi, laikliğin adım adım tasfiyesi, bilimsel düşüncenin kapı dışarı edilmesi, müftülere nikah yetkisi verilmesi, türbanın parlamentoya ve tüm kamuya girmesi, cumhuriyet düşmanlığı… Tüm bu projeler, birer Nakşibendilik projesi… AKP, bu projelerin uygulayıcısı, pratik hayatta gerçekleştiricisi durumunda bir parti.
Tüm bu belirlemelerden sonra, Menzil’in bir Nakşibendi cemaati olduğu gerçeğini işaretledikten sonra Menzil konusuna gelebiliriz...

GÜNCEL VE POPÜLER TAŞERON: MENZİLCİLER... 
Son zamanlarda adını daha sık duyduğumuz bir cemaat Menzil. Gün geçmiyor ki Menzil cemaatiyle ilgili bir haber yayımlanmasın… Menzil cemaatinin bu denli yaygınlaşıp tanınır hale gelmesi, popüler dünyada da etkisini gösteriyor. Örneğin eski manken Yaşar Alptekin çıkıp “Eskiden FET’cüydüm artık Menzil cemaatindeyim” diyebiliyor. Eski Yeşilçam oyuncusu Necla Nazır’ın Menzil cemaatinin televizyon kanalında “Hanımlar Buyurun” diye bir program yaptığı ortaya çıkıyor. Mersin’de liseli öğrenciler otobüslere bindirilip Menzil şeyhini ziyarete götürülebiliyor…

TERFİLER MENZİL’DE Mİ BELİRLENİYOR?
CHP’li vekil Mahmut Tanal, üç önemli bakanlığın, içişleri, adalet ve sağlık bakanlıklarında Menzil cemaatinin etkili olduğunu iddia ediyor ve "Emniyet mensupları tayin terfi alabilmek için Menzil'den referans alıyor" iddiasını dile getiriyor. AKP’den bu iddiayı yalanlayacak tek bir açıklama gelmiyor bile…

SAĞLIK BAKANLIĞI MENZİL’DE Mİ?
TBMM’de soru önergesi veriliyor ve lafı hiç dolandırmadan yeni Sağlık Bakanı Ahmet Demircan’a adlı adınca soruluyor: Bakanlığı Menzil cemaati mi yönetiyor?

ÜNİVERSİTELERDE DE ETKİLİ
Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Bahr Şahin’in geçen yıl, Menzil cemaatine ait olduğu herkesçe bilinen Semerkand TV’ye çıkması hayli tepki toplamıştı. Bu olay, “YTÜ’yi Menzil cemaati mi yönetiyor” sorusunu akıllara getirmişti.

AKP’LİLER MENZİL GERÇEĞİNİ İTİRAF EDİYOR
Menzil cemaatinin özel olarak bakanlıklara, üniversitelere yerleştirildiğine ilişkin haberler, basının bir yakıştırması ya da vehmi değil. AKP’de milletvekilliği yapmış kimi isimler de, bu kadrolaşmayı zaman zaman itiraf ediyorlar. Örneğin AKP’li eski milletvekili Hüseyin Besli, geçen yıl köşe yazarı olduğu Akşam gazetesinde şunları yazıyordu: "Eğer, FETÖ’nün bugünkü güce erişmesinde ticaretle hemhal oluşunu, kontrolsüz para kazanmasını önemsiyorsak… Bugün aynı yöntemleri kullanan yapıların (tarikat/vakıf) gelecekte aynı sonuca varmalarının kaçınılmaz olacağını söylemek için kâhin olmak gerekmez. Dolayısıyla, misal olarak, ismini palazlandığı şehirden, Adıyaman/Menzil’den alan bir yapının özellikle bir bakanlığımızda neredeyse bütün pozisyonları kendi mensuplarıyla doldurmasına dikkat çekmek istedim…"

AKİT YAZARI MENZİL’E SİPER OLDU
AKP yandaşı, tetikçi ve gerici “gazete” Akit’in köşe yazarı Sinan Burhan, geçtiğimiz günlerde (5 Eylül 2017) Menzil cemaatine siper olan bir yazı yayımladı. Bu yazıda dikkat çeken ifadelerden biri de şuydu:
“Menzil grubunun hiçbir zaman devleti ele geçirmek istediğine inanmam. Bu insanlar gönül insanı. Bu insanlar yerli insanlar. FETÖ gibi kökü dışarıda değil. Bazıları, Menzil grubu üzerinden dine ve dindarlara savaş açıyorlar. Amaçları önce cemaat ve tarikatları tasfiye etmek, sonra da İslam dinini tasfiye etmektir. Sigortamız ise Recep Tayyip Erdoğan’dır.”
“Menzil grubunun devlet ele geçirmek istediğine inanmam” diyen Sinan Burhan bir yönüyle doğru söylüyor: Çünkü bugün iktidarda, devletin tüm kadrolarında Menzil’in de çıkış kaynağı olan Nakşibendi tarikatı var zaten. Menzil’in ayrıca yeni bir operasyonla iktidarı ele geçirmesine gerek yok. Nakşibendilik ve aynı anlama gelmek üzere Menzil cemaati günümüzde iktidarın her hücresinde yerini almış durumda.
Yazıdaki “Sigortamız ise Recep Tayyip Erdoğan’dır” ifadesi de doğru… Çünkü kendisi de bir Nakşibendi olan Erdoğan, elbette tüm yasa dışı tarikat yapılanmalarının em önemli sigortası durumunda şu anda.

PEKİ NEDİR BU MENZİL CEMAATİ?
Her şeyden önce Nakşibendiliğin bir kolu… Yani bugün Türkiye’yi yöneten tek tarikat olan Nakşibendi tarikatının bir cemaati Menzil cemaati. Nakşibendilik içerisinde en fazla mensubu olan, en yaygın cemaatlerden. 1930-1993 yılları arasında yaşamış Muhammed Raşit Erol tarafından kurulmuş bir yapı. Bugünkü şeyhi "Gavs-ı sâni / İkinci gavs" olarak anılan Abdulbaki Erol... Kamuoyunda “Adıyamancılar”, “Menzilciler” gibi isimlerle anılıyor ve tanınıyor. Orta Anadolu, Ege, Akdeniz, Marmara’da çok sayıda mensubu bulunuyor. Bahçelievler katliamının sorumlularından Muhsin Yazıcıoğlu, Maraş katliamı sanıklarından Ökkeş Kenger Şendiller gibi isimler, bu tarikatın müntesibi oldular. Çok sayıda AKP'linin de Menzil müntesibi olduğu biliniyor.

AYNI ZAMANDA BİR SERMAYE GRUBU: HER CEMAAT GİBİ...
Her cemaat gibi, Menzil cemaati de aynı zamanda büyük bir sermaye grubu. Tarikat-siyaset-ticaret denklemine denk düşen bir yapı. Çeşitli kentlerde mağazaları, okulları, yurtları ve çok sayıda ticari faaliyetleri bulunuyor. Sürekli bir sıcak para döngüsüne sahip bir cemaat. Tıpkı diğer cemaatler gibi…



Ahmet Çınar / SOL

Zalim güneş - ÖZGÜR MUMCU

Önceki gün Silivri’deki Cumhuriyet davası duruşması yine insanı şaşırtmayan, yargının artık gelenekselleşmiş bir performansı şeklinde gerçekleşti. Sabah 10 civarı başlayan duruşma gece yarısı sona erdi. Tanıklar dinlendi, sanıklar haklarındaki iddiaları yeniden çürüttü, avukatlar özenli ve detaylı savunmalarıyla iddianameyi delik deşik etti. Ancak sayın savcı sanki yaklaşık 12 saat süren bu duruşma gerçekleşmemiş, kendisi duruşma salonunda değilmiş gibi, kopyala yapıştır gerekçelerle tutukluluğun devamını talep etti. Mahkeme heyeti de bu talebe uydu. 
 
Siyasi davalar milli bir özelliğimiz. Ülkemizi ziyaret eden yabancıların doğal güzelliklerimizi, tarihi eserlerimizi, müzelerimizi gezdikleri gibi adliyelerimize de gelerek bu tecrübeye ilk elden şahit olmaları turizmimizi büyütecektir. Bir hukuk turizmi sektörü doğabilir. 
 
Bir ceza yargılamasında bir hukuk davasının konusu olan vakıf yönetimi seçimi saatlerce nasıl tartışılır, cemaat üyelerinin sms kampanyasıyla taciz edilen bir gazeteci neden bu sebeple on buçuk aydır tutukludur, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Bilgisayar Mühendisliği bölümünden mezun bir mühendis yaşı kadar mesleki geçmişi olan bir genel yayın yönetmeninin gazeteciliği konusunda nasıl bilirkişilik yapar, telefonunda ByLock bulunmayan biri nasıl ByLock kullanıcısı diye tutuklanır, Gülen’in devleti ele geçirme çabasını yazdığı için hapse atılmış bir gazeteci bugün nasıl “FETÖ”cülükle suçlanır. 
 
Bunları ve diğer türlü tuhaflığı izlemek değişik heyecanlar arayan turistler açısından yepyeni bir turizm pazarı potansiyeline işaret ediyor.
Krizi fırsata çevirmenin kapitalist girişimciliğin amentüsü olduğunu bilen biriyim. Duruşmaları takip ederek sinirimi bozacağıma, bunu paraya çevirme arzum kimilerini rahatsız etse de zannederim çoğunluk tarafından makul karşılanacaktır.
Hem işin bir kültür turizmi boyutu da var. Avukat Fikret İlkiz, Ahmet Şık’ın her dönemin sanığı olmasını Yunan mitolojisindeki Sisifos’un cezasına benzetti. Zeus’un sırlarını ortaya saçtığı için sonsuza kadar bir dağın tepesine dev bir kayayı yuvarlamak ve kaya tepeye ulaştığında tekrar dağın eteklerinden işe baştan koyulmak zorunda bırakılan Sisifos örneği yeterince yerli ve milli değildi elbette. Ancak turizmimizin, ülkemizin Doğu ile Batı’nın kavşağında olmasını sıklıkla kullandığı da bir gerçek. 
 
Hem heyet başkanı da Fikret İlkiz’in bu benzetmesine İkarus örneğiyle mukabele etti. İkarus’un bir hapishaneden balmumu kanatlarla uçarak kaçarken, uçmanın coşkusuyla güneşe fazla yaklaşıp balmumunun erimesi neticesinde denize düşerek öldüğü malum. Duruşmada bu örnek verilince benim tahliyelerle ilgili bir umudum kalmadı haliyle. Özgürlüğe kanat çırpanların kanatlarını yakan bu zalim güneş kimdir, onu çıkaramadım fakat. 
 
Öte yandan İkarya adasının İkarus’un Ege Denizi’nde düştüğü yer olduğu söylenegelir. Bu da hukuk turizmimizi deniz turizmiyle güçlendirebileceğimizi gösteriyor. 

 
Yunanistan’da faşist albaylar cuntası döneminde İkarya adasının solcular için bir hapishaneye dönüştürülmesi ve yaklaşık 13.000 solcunun sürüldüğü bir ada olması da tarihin bir cilvesi. Ancak ada halkının bu süreçte sola sempati duyduğu ve adanın “Kızıl Kaya” diye anıldığını da not etmekte fayda var. 
 
Bilmem heyet başkanının İkarus örneğini verirken aklından ne geçiyordu?
25 Eylül’deki duruşmada tahliye kararı verilirse benim turizm hayallerim biraz sekteye uğrayacak. İçerideki arkadaşlar kusura bakmasın. 
Gemisini kurtaran kahraman kaptan.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

12 Eylül 37 yıldır sürüyor - FATİH YAŞLI

12 Eylül’ün hemen ardından Salih Tuğ, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne, Ahmet Sonel Ankara Üniversitesi’ne, Ümit Akkoyunlu ise Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne dekan olarak atandı. Tarık Somer Ankara Üniversitesi rektörlüğüne, Erol Cansel Ankara Üniversitesi rektör yardımcılığına, Hikmet Tanyu Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına, Erol Güngör Konya Selçuk Üniversitesi’ne Halil Cin ise Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nin rektörlüğüne getirildi. Ayhan Songar, Leyla Elbruz ve Zeynep Korkmaz ise TRT yönetim kurulu üyesi yapıldılar.
Peki bu isimler kim, nasıl bir önemleri var? Hemen anlatmaya çalışalım. 1960’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de, Yalçın Küçük’ün deyimiyle ağaçlar bile sola doğru eğiliyordu. Sol fikirler toplumun hemen her kesiminde karşılık buluyor, işçiler, öğrenciler, subaylar, bürokratlar, sosyalizmi, anti-emperyalizmi, bağımsızlığı ve kalkınmayı keşfediyordu. Solun ideolojik, politik ve kültürel alanda kurmaya başladığı hegemonya, kaçınılmaz olarak milliyetçi-muhafazakâr isimler arasında derin bir rahatsızlık yaratmaya başlamış ve “bu hegemonyayı kırmak için ne yapmalı” sorusu sağ entelijansiyanın asıl gündemi haline gelmişti.

İşte 14 Mayıs 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı bu soruya verilmiş bir yanıt olma niteliğini taşıyordu. Milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabı, sol hegemonyanın özellikle devlet aygıtı içerisinde yaygınlaşmasına dur demek adına bu tarihte bir araya geldi ve 80’lerin sonuna kadar Türkiye siyasetinin etkili aktörlerinden biri olacak Aydınlar Ocağı böyle ortaya çıktı. Ocak 1970’li yıllar boyunca anti-komünizm adına, örneğin bir yandan sağ kalemler tarafından yazılmış  tarih ders kitaplarının müfredatta yer alması için özel bir çaba gösterirken, öte yandan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda, yani sağın birliği mevzunda da önemli roller üstlendi; etki alanının asıl genişlemesi ise Türkiye hızla 12 Eylül’e doğru ilerlerken söz konusu oldu.

12 Eylül darbesinin ekonomi-politiğini oluşturan ve Türkiye’yi liberal talan ekonomisine açan 24 Ocak Kararları’nın taslağı, darbe öncesinde ilk kez Turgut Özal tarafından Aydınlar Ocağı’nın bir etkinliğinde kamuoyu ile paylaşıldı. 1982 Anayasasının yazımında ise yine çoğunluğu Aydınlar Ocağı’na mensup olan ya da Ocak çevresinde yer alan akademisyen ve hukukçular görev aldı. Yani 12 Eylül’ün ekonomik ve hukuki ayağı büyük ölçüde Aydınlar Ocağı çevresi tarafından kotarıldı.
Ancak mesele yalnızca bu değildi, Aydınlar Ocağı’nın asıl önemi 12 Eylül’e ideolojik rengini vermesinden kaynaklanıyordu. Ocağın başkanı İbrahim Kafesoğlu tarafından 1970’lerin ortalarında formüle edilen Türk-İslam sentezi, kendilerine “Atatürkçü” diyen darbeci generallerin asli ideolojisini teşkil etti. İşçilerin, köylülerin, gençlerin “sapık ideolojiler”e kapılmamalarının yolu, dinsel ve milliyetçi bir eğitim-endoktrinasyon sürecine tabi tutulmalarından geçiyordu ve 12 Eylül esas olarak buna tekabül ediyordu. İşte yazının başında saydığım isimlerin hepsi, Aydınlar Ocağı çevresindendiler ve 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi adlı toplumsal mühendislik projesi bu isimlerin nerelere atandığında somutlaşıyordu. Yani 12 Eylül, İslamizasyon sürecinin ve bugün içinde yaşadığımız rejimin kritik uğraklarından biriydi.

Eğer bugünkü rejimi üç özelliği üzerinden, yani otoriterleşme, dinselleşme ve piyasacılık üzerinden tanımlarsak, hem Türkiye İslamcılığının 12 Eylül’ü özbeöz çocuğu olduğunu hem de 12 Eylül’ün tam 37 yıldır kesintisiz bir şekilde söylememiz de olanaklı hale gelir.

12 Eylül, 61 Anayasasının öngördüğü kuvvetler ayrılığı ve güçlü yasama-güçlü yargının karşısına yürütmenin güçlendirilmesi ve bağımlı yasama-bağımlı yargı fikriyle çıkacak ve bunun için de faşizan 12 Eylül Anayasasını hazırlayacaktı. Ayrıca yönetim mantığı, yasamadan yürütmeye kaydıkça, kanun yapmanın yerini kararnameler alacak, kararname ile yönetmek ideal kabul edilecekti. Bugün, egemenliğin mekânı Saraysa ve kuvvetlerin birliği tek adam şahsında somutlaşmışsa bu yolu 12 Eylül açtı.

12 Eylül, Türkiye işçi sınıfına ve kamucu ekonomiye karşı yapılmış bir darbeydi. Bugün sendikasızlaştırma, taşeron ve güvencesiz çalışma kural haline gelmişse, 15 yılda 60 milyar dolarlık kamu varlığı özelleştirilmişse, “olağanüstü hal işçiler grev yapmasın diye var” denilebiliyorsa, buraya patronların “bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diye selamladıkları 12 Eylül’ün açtığı yollardan gelindi.

12 Eylül bir dinselleşme projesiydi, zorunlu din derslerini anayasal güvenceye kavuşturdu, tarikat-cemaat sermayesinin önünü açtı, dinselleşmeyi sola karşı bir kontrol mekanizması olarak gündeme getirdi. Eğer bugün Türkiye’de fiili bir şeriat hukuku varsa, Türkiye’de bugün hızla dinsel bir rejim inşa ediliyorsa, buraya 12 Eylül’den, 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezci paşalarından geçilerek gelindi.
12 Eylül 2010 referandumundaki “darbeyle ve darbecilerle hesaplaşma” adlı komediyi ve “yetmez ama evet” adlı trajediyi de buraya ekleyerek söyleyelim, 12 Eylül’le, darbeyle, vesayet rejimiyle hesaplaşma adlı büyük yalandan geçerek geldiğimiz yer, bu dinci-piyasacı tek adam rejimi oldu.

Bugün Türkiye başta Kenan Evren olmak üzere bütün darbeci generallerin, tarikatların ve sermayenin 12 Eylül’den bir gün önce rüyalarında bile göremeyecekleri bir “cennet” adeta.
12 Eylül, “Türkiye bir daha 12 Eylül öncesine dönmesin” diye, yani bu “cennet”i yaratmak adına yapılmıştı. Eğer bugün 12 Eylül’den bir gün öncesi, örgütlü bir halk, örgütlü bir işçi sınıfı, örgütlü bir öğrenci hareketi, isyan eden, unutmayan, hesap soran bir toplum anlamına geliyorsa, çıkış da 12 Eylül öncesine dönmenin, yani örgütlü bir işçi sınıfının, örgütlü bir toplumun siyasetini var etmekten geçiyor demektir, meselemiz budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Ee? Ne zaman görüşüyorsunuz Recep Bey? - MUSTAFA K. ERDEMOL

AKP Genel Başkanı’nın, Kazakistan dönüşü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir görüşme yaptığı yönündeki iddiaları "Esad ile görüşmedim, görüşmeye de pek niyetim yok" sözleriyle yalanladığını okuduğumda “tamam, yakında görüşecek” dedim.

Görüştüğüne dair güçlü iddilar var, Putin’in Sözcüsü Peştov bu konuda sorulan soruyu reddetmek yerine “bunu sayın Erdoğan’a sorun” dediğine göre bu “iddia” pek de güçlü kanıtlara dayandırılabilir ama ben yine de görüşüp görüşmediğine takılmıyorum. Bildiğim şu; eğer gerçekten görüşmediyse, eli kulağında mutlaka görüşecek.

Suriye’nin gerçekten en güçlü figürlerinden Buseyna Şaban, sadece ülkesinin değil Ortadoğu’nun da güçlü kadın politikacılarından biridir. Demeçlerini ciddiye alırım. Onun daha önce de, Suriye hükümetinden üst düzey yetkililerin Erdoğan’la değilse de en yakınlarıyla dolaylı görüşmeler yaptıklarına ilişkin açıklamaları olmuştu. Şimdi dengelerin bir hayli değiştiği zamanda, Recep Bey’in Esad’la görüşmesinde şaşılacak bir taraf yok.

İşaretleri de vardı zaten. Bakmayın yandaş medyanın çok doğalmış gibi haberleştirmesine, olguyu bulanıklaştırmasına. Mayıs ayında Rusya, İran ve Türkiye arasında Suriye’nin İdlip ilçesinde “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulması konusunda bir anlaşma imzalandı. Bu bölge yararına, ama Türkiye’nin yenilgisi anlamına gelen bir anlaşmaydı. Zaten Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar bu anlaşmayı tanımayacaklarını söyleyerek çatışmaları sürdüreceklerini ilan da ettiler. Bu anlaşmaya Suriye’nin de “büyük memnuniyet duyduk” diyerek destek verdiğini de anımsatırsam AKP Genel Başkanı’nın Suriye ile, Rusya ve İran aracılığıyla “görüşüp” anlaştığını anlamak zor olmaz.
Şimdi bu “dolaylı” görüşmeler “aleni”ye dönüşecek. Çünkü AB’nin hedefinde, ABD’nin baskısıyla karşı karşıya kalan AKP Genel Başkanı, İran’la berbaer hareket etmek durumunda artık. “İran ve Rusya’yla ilişkilerimiz gayet iyi” demesinden çok değil dört bilemediniz beş ay önce “İran Pers milletçiliği yapıyor” diyen bir Erdoğan’dır bu.

ABD, PYD ile işbirliğini sürdürdüğü sürece, PYD ile dolaylı ilişki içinde olan, dolayısıyla bu yapı üzerinde etkili olduğu da bilinen Suriye’ye ihtiyacı var Türkiye’nin. Uzun zamandır “Esad”dan “Esed” diye söz etmeyen yandaş medyada “ABD ile olmaktansa komşum Esad’la olmak daha iyidir” gibi son derece faydacı yaklaşımlarla dolu “yazılar” okuyabilirsiniz. Esad elbette komşumuz, bunu ülkesi emperyal bir çullanmayla karşı karşıya kaldığı andan beri söyleyenler bizleriz. Bu emperyal çullanmada ABD ile saf tutanlar şimdi Kürt korkusundan “antiamerikan” oldular birden.

Oysa, daha bir kaç ay önce, Trump, Suriye’de bazı hedeflerı vurduğunda AKP Genel Başkanı heyecanlanmış “ Suriye’ye yapılacak bir operasyona destek veririz” demişti. Daha İdlip mutabakatına imza atalı çok zaman geçmeden. Yani İran’a, Rusya’ya, mutabakata sadık kalacağı sözünü verdiği halde.

Ama Trump’ın bütün gürlemelerine ragmen, Suriye’de ne yapacaksa bölgesel güçlerle yapacağı politikasına sadık kalarak PYD/YPG’yi güçlendirmesi üzerine AKP Genel Başkanı, Suriye sınırında bir Kürt oluşumunu özellikle İran’dan alacağı destekle durdurma beklentisi içine girmiş durumda. Rsya’nın Kürt oluşumuna kesin karşı olmamakla beraber, ABD yanlısı oluşumlara karşıt politikası çerçevesinde İran ve Türkiye’yi yanına alması, Türkiye’yi de “partner” durumuna getiriyor haliyle.
İstediği kadar “Esad’la görüşmem” desin, bugün yarın bu görüşme gerçekleşecek. Şam’da ya da Ankara’da olması şart değil.

Moskova’da olur, Tahran’da. Hazır kış da geliyor, Soçi de fena seçenek değil.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

12 Eylül 2017 Salı

Ne yazacağız?… - ORHAN AYDIN

Çocuk istismarlarını mı, kadın cinayetlerini, tecavüzlerini mi, yoksa talan edilmiş yaşam alanlarını mı, adaletsizliği, hukuksuzluğu, harami saltanatını mı yoksa düşüncenin önüne kurulan kara duvarı mı, işsizliği, yoksulluk ve yolsuzlukları mı yoksa taşeronlaşma ile tüm hakları budanmış, köleleştirilmiş, iş cinayetleriyle katledilen emekçilerin durumunu mu yazacağız?
Ne yazacağız?
Cezaevlerinde 184 gazetecinin tutuklu oluşunu mu, görülen davaların yüzde yetmişinin RTE’ye hakaret davaları olduğunu mu, yalnızca bunun için görevlendirilmiş, yargıçlar, savcılar olduğunu mu, cezaevlerinin hınca hınç doldurulduğunu mu yoksa 16 milyon 755 bin insanın bankalara kredi borçlarının olduğunu, icra mahkemelerinin işin içinden çıkamaz duruma düştüğünü mü yazacağız?
Ne yazacağız?
Eğitimin kafatasçı bir çete tarafından gasp edilmesini mi, bilimin yalnız eğitim-öğretimden değil, hayatın her alanından kovulup yerine hurafelerden oluşan bir akıl dışılığın konuluşunu mu yoksa imam hatipler adıyla zorla yaygınlaştırılan şeriat soytarılığını mı, 3-5 yaşında kız çocuklarının başlarının çaputlarla bağlanıp geleceklerinin karartılmasını mı yazacağız?
Ne yazacağız?
Ülkenin içine düşürüldüğü uluslararası rezaletleri mi, menfaat ve dini çıkar gözetilerek kavga edilmeyen üç-beş ülke dışında, tek dost ülkenin kalmadığını mı, savaş çığırtkanlığını mı, adı terör örgütleri listelerinde ilk sıralarda olan kan emici insanlık düşmanlarıyla sürdürülen ticareti mi yoksa sınır boylarımızdaki kamplarda oluşan insan pazarlarında çocukların ve kadınların birer mal gibi bir takım soysuzlara satılışlarını mı, kentlerin meydanlarını dolduran vatansız kalmış insanların aç ve açıkta olup dilenci yapıldıklarını mı yazacağız?
Ne yazacağız?
Güzelim Anadolu’nun adım adım çölleştirildiğini mi, derelerin, ırmakların, göllerin, ormanların, parkların, sahillerin betona gömülüşlerini mi, yoksa yalnız İstanbul’da 650 bin konut fazlası olmasına karşın, dolgu alanlarına bile konutlar dikildiğini mi yazacağız?
Ne yazacağız?
Opera, Bale, Senfoni, Tiyatro gâvur icadıdır, Heykel, Resim günahtır diyen soysuzluğu mu, sanatın her alanını ve sanatçıyı baş düşman belleyen beynine tükürülesi bu aklın ettiği madrabazlıkları mı yoksa teslim olup erdemini, onurunu gericiliğe peşkeş çeken “sanatçı” adlı şarlatanların halklarına olan ihanetlerini mi, televizyonlardan, gazetelerden halkın üstüne zehirler fışkırtan satılmış düzenbazlığı mı, kültürel tüm dokulara karşı talancılığın bayrak edilmesini mi yazacağız?
Ne yazacağız?
Bunca kirlenmenin, pisliğin orta yerinde durup suskunlaşan, her tür saldırıyı kabullenip pısanların hazin yalnızlığını mı yoksa gelin birlikte örgütlenip bu aşağılık düzeni alaşağı edelim diyen insanlığa kulaklarını tıkayanların ürkekliğini mi yazacağız?
Ne yazacağız, ne?
Mutsuzluğun geleceği yoktur, sevinçlerinizin boğulmasına izin verirseniz yaşayan ölüden ne farkınız kalır mı diyeceğiz?

Yeter!

“Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum.”

Orhan Aydın /SOL

Tarımda ne oldu ve ne yapmalı? - OĞUZ OYAN

1980'lerdeki programın başlarında, sanayisizleştirme sürecine sokulan ve ithalat bağımlılığı yükseltilen Türkiye'de geriye 3-T (Tarım-Ticaret-Turizm) üzerinde uzmanlaşma alanı bırakılıyor diye yazmıştım. Ama 1980 sonlarına gelmeden bu saptamaya önemli dipnotlar da düşerek: Bunların da geçici görülmesi gerektiğini, tarımda desteklemelerin azaltılmasının ve tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesinin dışa bağımlılığı pekiştireceğine, büyük perakende devlerinin iç ticaret pazarını sadece yerli sermayeye bırakmayacağına, turizmde de sonuçta tur operatörlerinin iç piyasayı denetleyeceğine dikkati çekmiştim.


1989'da dış dünyayla sermaye hareketlerine serbesti getirilirken  3-T'yi olumsuz etkileyen yukarıdaki gelişmeler 1990'larda iyice yerleşmeye başlamıştı. Ama uluslararası finans kuruluşlarının daha fazla yüklendiği alan tarımdı.  Bunların telkinleriyle tarıma yönelik neoliberal bir program ekonomi bürokrasisine aşılanmaya başlanmış, zaten neoliberalizmin savunucusu olan siyasilerin 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı'na (1996-2000) damga vurmaları da sağlanmıştı. (T. Çiller'in,  önüne getirilen ilk plan tasarısını geri çevirip, IMF patentli bir neoliberal anlayışla yeniden yazılmasını sağladığı iyi biliniyor). Bu plana göre tarımsal desteklerin yükü taşınamayacak boyutlara gelmişti ve destek biçimleri de piyasaya müdahaleleri içerdiğinden değiştirilmeliydi. Temmuz 1998'deki IMF Yakın İzleme Anlaşması'ndan sonra 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile 1 Ocak 2000'den itibaren yürürlüğe sokulan IMF İstikrar Programı da bunları söylüyordu.

Ve gereği yapıldı. Tarım, tüm sektörler içinde en büyük altüst oluşa sahne olan sektör oldu. Bu, tarımın kendi tarihine kıyasla da en büyük ikinci (birincisi 1950'lerde) dönüşümü geçirdiği dönem oluyordu.

Dönüşümün ana ekseni şunlardı:
(i) Tarımsal desteklerin miktarı köklü bir biçimde daraltılacaktı;
(ii) girdi ve ürün fiyatlarına müdahale eden destek biçimleri derhal uygulamadan kaldırılacaktı;
(iii) bu bağlamda, girdi fiyatlarını üretici lehine etkileyen tarımsal KİT'ler (örneğin TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Yem Fabrikaları gibi) özelleştirilecek veya tasfiye edilecek (bunlara kredi girdisi sağlayan TC Ziraat Bankası da dahildi kuşkusuz); ürün fiyatlarını gene üretici lehine etkileyen destekleme kuruluşu niteliğindeki KİT'ler (örneğin, TEKEL, Şeker Fabrikaları AŞ. gibi) özelleştirilir veya faaliyetleri sınırlandırılırken (TMO), kooperatif ortakları lehine fiyat ve girdi düzeylerine müdahale eden Tarım Satış Kooperatif Birlikleri-TSKB'ler de küçültülecek, işlevsizleştirilecek ve mümkün olduğunda tasfiye edilecekti; (iv) bütün bu tahribatları bir geçiş dönemi boyunca katlanılabilir kılmak üzere üreticiye üretiminden bağımsız olarak ödenecek bir doğrudan gelir desteği (DGD) sistemi getirilecekti.

Programın ana hedefi ise Türkiye tarımının dıştan gelen ekonomik saldırılara karşı kendini korumaya ayarlanmış destek ve iç pazarı koruma mekanizmalarının berhava edilmesiydi. Tarımsal KİT'lerin tasfiyesi yoluyla hem yabancı girdi (tohum, gübre, ilaç, yem) tekellerinin hem de tarımsal ürün fazlalarını akıtacak kanallar arayan tekellerin önü açılmış olacaktı. Küçük/zayıf üreticinin yükselen girdi maliyetleri, maliyetleri karşılamayan fiyat oluşumları ve oturduğu yerden DGD alınabildiğine ve bunun sürebileceğine dair illüzyonlar yaratılması yollarıyla üretimden çekilmesinin sağlanması ve böylece yabancı sermayenin tarıma doğrudan/dolaylı nüfuzunun yollarının açılması da bir diğer beklentiydi.

Bu program AKP öncesi son koalisyon döneminde (Ecevit'in 57. Hükümeti) başlatılmıştı, ama programı en uzun süre ve harfiyen uygulayan AKP hükümetleri oldu.  AKP, neoliberalizmi hem kendine özgü sermaye birikim süreçlerini oluşturmak ve böylece partileşme sürecini hızlandırmak hem kendi siyasi programını uygulamak adına, ama hem de Erbakan'ın "Adil Düzen" programının olumsuz etkilerini silecek şekilde kapitalizmin merkezi güçlerine güvenilir ve sadık bir müttefik izlenimi vermek adına büyük bir şevkle benimsemişti. Özelleştirme şampiyonluğu ile tarımdaki büyük altüst oluştaki ödünsüz uygulamaları, Batı'nın övgülerini uzun süre arkasına almasına yetecekti.

IMF/DB'nın Tarım Reformu Uygulama Programı (TRUP) adını verdikleri program, aslında hiçbir ülkede uygulanmamış radikallikte Türkiye'de sahneye konulmaktaydı. 2000'de ilk pilot projeleri uygulanan DGD sisteminin  toplam tarımsal destekler içindeki payının 2002'de yüzde 79'a, 2003'te yüzde 83'e çıkması, Türkiye'nin, çok uluslu tekellerin yol açıcısı olan uluslararası finans kuruluşları elinde nasıl bir oyuncağa (veya deneme tahtasına) dönüştürülmüş olduğunun hazin sonucuydu.
TRUP, bir dizi sahte/uydurulmuş gerekçe üzerine inşa edilmişti. (Sadece iktidarın emrindeki savcılar sahte iddianame yazmazlar, sahte/yalan gerekçe yazma yarışında kimse düzenin ekonomik tetikçilerinin ellerine su dökemez!). Yalanlardan birincisi, tarımsal destek yükünün aşırılığıydı. Öylesine ki, tarımsal destekleri MG'in yüzde 3'ünden yüzde 10'una kadar götüren resmi rakamlar üretilmekte ve IMF'ye sunulmaktaydı. Bunun en alt seviyesi bile bir abartıdan ibaretti ve abartılar tam da IMF/DB'nın talep ettiği gibiydi. İkincisi, mevcut sistemde destekleme paralarının hedefe ulaşamadığı, sistemde sızıntılar olduğu "kanısı" vardı, ama bunlar için bilimsel kanıt yoktu. Dolayısıyla bir kanıt icat edilmeliydi. Uydurulan masal, 1994'te Ziraat Bankası'ndan pamuk primi ödemeleri için 315 milyon dolar borçlanan Hazine'nin bu borcunu takla attırılan faizlerle 1998 yılında 18 milyara çıkarmış olmasıydı. Aslında Hazine'nin işlemi Ziraat Bankası'nı kurtarmak adına yapılmıştı; ama işte şimdi tarımsal desteklemeyi lanetlemek için bu örnek fırsata çevrilebilirdi.


Demek ki neymiş? Çiftçinin eline 315 milyon geçmiş ama aslında devletin cebinden 18 milyar çıkmışmış! Sızıntıya bakar mısınız? Çiftçi ise herşeyden habersiz, kendisinin parasının çalındığına inandırılıp IMF/DB programına destek vermesin de ne yapsın? Yaratılan üçüncü efsane, mevcut desteklemenin sadece zengin çiftçilere yarar sağladığıydı. İyi de zengin çiftçiler artık hakim tarımsal katmanı oluşturmuyormuş ne gam. Kaldı ki, ticarete açılmış üreticileri kapsadığınız ölçüde geçimlik kesimde kalanları fazla kollayamazsınız, ama bu bir kusur mudur? Ya ne yapılsaydı, öztüketim mi desteklenseydi? Daha ironik olanı şudur: DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit miktarlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmaktaydı. Bunu henüz işin başında, Mart 2004 tarihli DB raporu bile DGD sisteminin tarımda eşitsizlikleri arttırdığını saptayarak kabulleniyordu. Ama olan olmuş, Türkiye tarımı deney kobayı olarak piyasanın tek belirleyici olduğu bir sistem içine çekilmişti. (Bu konularda daha fazla bilgi için şu makalemize gönderiyoruz: "Tarım'da IMF Gözetiminde 2000'li Yıllar", Kriz ve Maliye Düşüncesinde Değişim: İzzettin Önder'e Armağan, 2011 içinde, s.60-88).

                                                                          ***

Bu programda sonradan zorunlu zikzaklar oldu, DGD sistemi 2007/2008 sonrasında uygulanamaz oldu. Ama tortuları sistemde kaldığı gibi, yapılabilecek tahribatın (hepsi başarılamasa bile) önemli bir bölümü de gerçekleştirildi.

Programın en önemli sonuçları özetle şunlardır:
(i) Eğitimde 8 yıllık kesintisiz eğitim programıyla 2000 yılında tarımsal istihdamın payı yüzde 45'ten bir çırpıda yüzde 35'e düşmüşken, IMF/DB programının bu defa ekonomik/toplumsal etkileriyle birkaç yıl içinde bu oranda yeniden 10 puanlık bir azalma meydana geldi. Tarımsal istihdamdaki çözülme daha sonra da sürmeye devam etti. Program amacına ulaşmış, hem tarımsal aktif iş gücü, hem de ekilen biçilen alanlarda (30 milyon dönüm gibi) ciddi gerilemeler ortaya çıkmıştı.

(ii) Tarımda işçileşme, topraksızlaşma/mülksüzleşme süreçlerine eşlik eden eğilim ise, işletmelerin ufalanması yanında belirli ellerde yoğunlaşmasıydı. Sermayenin hem yerlisi hem de yabancısı tarıma daha fazla girmişti. Sözleşmeli çiftçilik de daha önce görülmemiş bir yaygınlığa ulaşmıştı. Tohum ve damızlıklar bakımından dışa bağımlılık konusunda da amaçlara ulaşılmıştı. Diğer girdiler için zaten bu yönde işleyen süreç daha da pekişmişti. Tarımsal kredilerde Ziraat Bankası'nın hegemonyası kırılmış, Tarişbank tasfiye edilerek Denizbank'a satılmış, yabancı bankalar tarımsal kredi alanına önemli bir giriş yapmıştı. Küçük çiftçiye, özel uygulamalar ve ürünler dışında, yaşam hakkı tanımayan bir yapı oluşmuştu. Dönem boyunca iç ticaret hadleri tarım aleyhine dönmeye başlamıştı. Tarımda üretici olarak tutunmak giderek güçleşiyordu.

(iii) Tarımın dışa karşı korunmasında büyük gedikler açılmıştı. Ama bu gedikler olmaksızın dahi, tarımın dış ticaret bilançosu genel olarak negatife dönmüştü. Bir zamanların net ihracatçı sektörü, şimdi son 17 yılın bilanço toplamı olarak ithalat ağırlıklı bir sektöre dönüşmüştü. TRUP hanesine "başarı" olarak yazılabilecek bir sonuç da buydu.

(iv) Tarımsal KİT'ler özelleştirilmiş, tasfiye edilmiş veya işlevleri daraltılmıştı. TSKB'ler için de benzer bir durum söz konusuydu. TSKB'ler zaten özel kooperatif kuruluşları olmakla birlikte, bunların çoğu taşınmazlarını satarak mali sektöre ve  devletin Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu'na olan mali yükümlülüklerinden kurtulmanın çaresini aramışlardı. Dolayısıyla ciddi anlamda küçülmüşlerdi ve gelecekte kaynak sorununu çözememeleri durumunda ortaklarından ürün almayı sürdürmeleri giderek güçleşecekti.

(v) Bütün bu olumsuzluklar ortaya çıkmışken, iktidar tarımı milli gelirin yüzde yarımı civarında bir toplam destekleme tutarına mahkum ederek, üreticiyi iyice dayanaksız bırakmayı seçmişti. Bu yüzde yarımlık desteği bile yönetmekten aciz kalarak (son tarım bakanının itiraf ettiği gibi, hak etmeyenlere dahi sahte belgeyle destek aktararak) tarımı iyice gözden çıkardığını da belli etmiştir.
Peki ne yapmalı? Bu yazının sözcük sınırı esasen çok aşıldığı için bu sorunun yanıtını da izleyen yazımızda ele almaya çalışalım.


                                                                            ***

Bugün 12 Eylül, iki uğursuz tarihin yıldönümü: 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ve AKP'nin darbeler sürecini başlatan 12 Eylül 2010 Referandumunun... Hem 1980'ler hem de onun tamamlayıcısı olan 2000'ler ve 2010'lar Türkiye'nin kapitalist merkezlere ekonomik/mali bağımlılığının perçinlendiği dönemler olarak tarihe geçti. Bize düşen görev bu bağımlılık ilişkilerini tarihin çöp sepetine atana kadar mücadeleye devam etmektir.

Oğuz Oyan / SOL

Nevzuhur sultanın saray sofrası - ORHAN GÖKDEMİR

“Eğer bir gün çok zengin olduğumu duyarsanız, bilin ki haram yemişimdir” sözü ile başlayan bir siyasal hayat “kuş sütü”nün eksik olmadığı uçsuz bucaksız saray sofraları ile devam ediyor. O yüzden son günlerin en popüler sohbet mevzusu nevzuhur sultanın saray sofraları.

Son sofra “30 Ağustos Resepsiyonu” vesilesiyle kuruldu. Dolayısıyla sofrada uygun görülen bazı gazeteciler de vardı. Gazetecinin ağzı torba değil ki büzesin, yenileni içileni de yazdılar haliyle. Hoş, ortalıkta sofradan başka kayda değer bir mevzu da yoktu aslında. Sofra zenginleşmiş, zevkler incelmişti son 20-30 yılda. “Bir lokma bir hırka”dan zencefilli somonlu suşiye ulaşılmıştı gide gide. Üstelik sofrada hırka giyen bir “Allah’ın kulu” kendine yer bulamamıştı. Eee, artık burası zengin sofrasıydı.
Hırkalıların olmadığı zengin sofrasında sermaye sınıfının mensupları kendine geniş bir temsil olanağı bulmuştu o yüzden. Siyasetçiler ile bürokratlar başköşedeydi. Önceki sofralardan farklı olarak bu sofraya bir görgüsüzlük ve açgözlülük havası sinmişti gerçi ama olsun. Bu sofra bir metafordu nasılsa, orada çekilen resim ülkede gücün ve paranın kimlerin elinde olduğunu sembolize ediyordu.

***

Son sofrada yenilen içilenler listesini gazeteci Vahap Munyar’a borçluyuz. Saraya AKP’nin Hürriyet Temsilcisi Abdülkadir Selvi ile giden Munyar o müthiş deneyimini şöyle anlatıyor: “Yağmur olasılığı dikkate alınarak hazırlanmış ‘Kış Bahçesi’nden geçip, bahçeye çıktık. Bir garson içecek tepsisini uzattı. Tepsideki turkuaz renkli içecek dikkatimi çekti, görevliye sordum: Bu nedir? Ruy-i Derya.” İçeriği şöyleymiş; Ananas suyu, Hindistan cevizi ve süt. Ayrıca, turkuaz rengi için başka meyveler. Üzerinde de mini çikolata topları var. Erinmedim, sizin için Osmanlıca sözlüğe baktım; “denizin yüzü” demekmiş.
Munyar’ın aktardığı bilgilere göre “ruy-i derya içmeyeyim, başka ne var” diyenler için içecek listesi şöyleymiş: Armutlu buz küresi eşliğinde demleme çay, Hibiscus eşliğinde mineralli su, bahçe nane-limonata, Rosmerili buz küresi eşliğinde limonlu soda, orman meyveli special, kavun rüzgârı, şeftalili soğuk çay. Yemeklerin gözdesi zencefilli, somonlu suşi. Tatlılarda portakallı Adıyaman helvası. Sıkı durun, isteyene alkollü içki ikramı bile varmış. Hakikaten laiklik gibisi yok!
Evet evet, yanlış duymadınız, saray sofrasında -istemeye cesaret edebilirseniz eğer- alkollü içki de varmış. Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök bu bilginin üzerine atladı doğal olarak. Herkes masadaki Şehitler Köprüsü enstalasyonuna ve Genelkurmay Başkanı’nın eşinin başını örttüğü şala takılmıştı ama 30 Ağustos resepsiyonunda yaşanan “devrim”i görememişti. Suşi Külliye mönüsüne girmişti ki bu sadece Çin’den esinlenen “Maoist” bir “halk hareketi” sayılabilirdi zorlanırsa. Devrimi ise Cumhurbaşkanlığı Sosyal Hizmetler Müdürü Seyit Başkonak, Vahap Munyar’ın kulağına fısıldayarak haber vermişti. İsteyene alkollü içki ikramları da vardı. Fakat şu işe bakın ki konukların bundan haberi yoktu. Dolayısıyla alkollü içki isteyen olmuyor, böylece bir sorun da çıkmıyordu.

***

Artık toplumu alıştırdıklarından kimse bu sofraların maliyetini sormuyor tabii. İyi ediyor. Hâlbuki iki yıl önce öyle değildi; Daha mütevazı bir sofra büyük tartışmalara sebep olmuştu. Tartışmanın maddeleri arasında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve din adamlarına sarayda verilen iftar yemeğindeki masa bile vardı. Mimarlar Odası, 29 kişinin oturduğu masanın fiyatının 6. 5 milyon lira olduğunu öne sürmüştü. Masada verilen 29 kişilik iftar yemeğinin maliyeti 87 bin 653 kişinin fitresine eşitti. Gecekonduda iftar açan yöneticiden, sarayda lüks altın şeritli logolu tabaklarda, altın varaklı bardaklarda, tabak altı ve ekmek altı gümüş suplalarda iftar açan bir yeni sultana geçiş yapmıştı ülke.
Saray sofralarından sızan bilgilere göre saray sofrasının baş içeceği beyaz çay. Çay deyip geçmeyin, kilosu 4-5 bin liradan satılıyor. Beyaz çay üzerinde Japonya'da yapılan çalışmada kanserli hücreleri yok ettiği belirlenen “JP53” kod adlı maddeye rastlanmış. O nedenle hastalar tarafından çok tercih ediliyor. Sağlığı da yerinde sultanın anlayacağınız.
Alman dergisi Spiegel’e göre sarayda “çeşnicibaşı” da var. Sultan, yemeklerine zehir testi yaptırıyor yani. Spiegel Online’in haberine göre sarayda kurulan özel laboratuvarda yiyecek ve içeceklerin zehir ve radyoaktif maddelere karşı testten geçiriliyor. Ayrıca nevzuhur sultanın sağlığı beş doktor tarafından takip ediliyor. Zor zanaat bu sultanlık!

***

Yandaş gazeteciler devreye giriyor lüksün dozu arttıkça. Yandaşlara göre saray mutfağı oldukça mütevazı. Hatta Anadolu'nun geleneksel mutfağından farkı neredeyse yok. Hanımefendi limon ve elma kabuklarını ziyan etmiyor, onlardan sirke kurduruyor. Normalde bir kase çorba veya bir çeşit yemek ve salatayla kurulan sofralar ancak misafir olunca şenleniyor.
Ertuğrul Özkök’e bir müjde daha. Bu menüden anladığımız kadarıyla sarayda ev yapımı sirke kullanılıyor. Sirke ile şarap arasında teknik olarak bir fark yok. Ekşimiş şaraptır sirke. Hakikaten saray menüsünde alkol var. İsteğe de bağlı değil üstelik!

***

Cumhuriyet yıkıldı. “Mustafa Kemal içkiciydi, bir içkici daha bulmuş iki ayyaş olarak kurmuşlardı ondan yıkıldı” diyorlar şimdi. Dua ediyoruz sirkenin de bu tür yıkıcı etkileri olmasın diye. Afiyet olsun, yiyin efendiler. Allah sultanımıza zeval vermesin!

Orhan Gökdemir / SOL

En şaşırtan dış politika bizimki... - EROL MANİSALI

Dış politikada iki uzman, Ayşe Hiçyemez ile Ahmet Külyutmaz çok üst seviyede tartışıyorlar;
- Rus uçağını düşürdük, Moskova ile savaşın eşiğine neredeyse gelmiştik.
- Yok canım, nerden çıkardın? Başkası bizi kandırarak düşürtmüş, yani kumpas kurmuş, bu sayılmaz.
- Kabahat ABD’de mi yoksa İsrail’de mi?
- Bu tam belli değil, Kuzey Kore bile olabilir, hatta YPG bile.
- Pek anlamadım ya, bu son aylarda biz ABD’nin mi yoksa Rusya’nın mı stratejik ortağıyız?
- Valla bu iş biraz karışık, galiba biz ikisinin de stratejik ortağıyız: ABD ile NATO’da, Rusya ile domates ve gazda.
- Peki, her ikisinin de düşmanı olma olasılığımız yok mu? Suriye’de hem ABD hem de Rus askerleri karşımıza dikilmişler, onlardan izin almadan nefes alamıyoruz. Üstelik her ikisi de PKK’nin yanındalar. PKK bizim stratejik düşmanımız ise, ABD ve Rusya PKK’ye destek veriyorsa biz nasıl hem ABD hem de Rusya’nın stratejik ortağı olabiliriz? 


- Şimdi gelelim Barzani’nin Kuzey Irak’ta bağımsız Kürdistan ilanına: Ankara karşı çıkıyor, hatta ortak Bahçeli savaş nedenidir diyor. Affedersin ama bizim Barzani ile ilişkilerimiz güllük gülistanlık değil miydi? Ona her türlü yardımı yaptık, peşmergelerine göz yumduk, bayrağının Ankara ve İstanbul’da dalgalanmasına evet dedik; peki, şimdi neden işler değişti? Adamın bağımsızlık isteği belliydi.
- Canım adamlar ve bakanlar değişince olur böyle şeyler. Davutoğlu’nu gönderince “onun yanlışlarını kapattık”.
- Pek anlamadım ya, Ankara aynı Ankara, hükümet aynı hükümet değil mi? Bir adam giderse işler tersyüz mü edilir?
- Farkında değil misin, iş sadece Kuzey Irak’ta değil, Suriye’de de Esed tekrar Esad olmaya gidiyor, (e) harfi yeniden (a) olursa sakın şaşırıp “Aaaa…” demeyin, bizim dış politikamızda şaşılacak şeylerin sayısı oldukça fazladır. Şaşırtıp kafakola getireceksin ki yumruğu alnının ortasına indiresin. Yalnız onlar değil, biz bile ne yaptığımızı anlamayalım ki kafaları iyice karışsın; adamlar, “Dış politikada böyle bir şey yoktur, bunların ne yapacakları hiç belli değil” diye düşünsünler ki yumruğu rahatça vuralım.
Bak, Kuzey Koreli oğlancık Kim ne sürprizler yapıyor, yalnız Amerika değil Çin bile şaşkın, şaşırtıp indireceksin yumruğu. Önemli olan kafa karıştırmak, içerde, dışarıda hiç fark etmez. 


***

Şimdi gelelim Avrupa krizine: Kuzum nedir bu, ABD ve Rusya ile papaz olduk, Avrupa da nasibini alsın diye mi resti çektik?
- Yok valla, pek öyle değil, adamlar ve Merkel gibi kadınlar “Sizde özgürlük yok, gazetecileri içeri atıyorsunuz, Avrupa Konseyi’ni ve AB’yi takmıyorsunuz” diye bizimkilerin işine karışmazlar mı?
Bizimkiler öyle işlerine karışılmasından pek hoşlanmazlar; yok hukukmuş, basın özgürlüğü imiş deyip bizim mahallede ahkâm kesince haklı olarak resti çekmişler.
- Ama biz herkesle restleşe restleşe işi nereye kadar götürürüz? Bizim Avrupa’da 4 milyon insanımız var, onları ateşe atmış olmaz mıyız?
- Ne yapalım ateş olduğu yeri yakar, her koyun kendi bacağından asılır, bizde de 4 milyon Suriyeli var ne olmuş yani?
- Ne yani Merkel’le takas etmeyi mi düşünüyorsun?
- Ne yapalım, onları beslememiz için parayı bastırmazsa Suriyelilerle bizim Avrupalıları takas ederiz.
- Üstelik bizim Avrupa’dakiler de her bayramda, tatilde Türkiye yollarına düşmezler, eziyetten kurtulurlar.
- Bizimkilerin işbirliğine diyecek yok, Özal demişti ama becerememişti, “bir verip üç almak” buna denir. Valla herkesle papaz olup da üstüne üstlük kazanan kimse yoktur.
- Yok canım herkesle papaz olmadık, Yunanlılar 16 adamızı mangalları, topları ve papazları ile işgal ettiler gık bile demedik, iyi komşuluk böyle olur. Önce müzikleri, sonra papazları, en sonunda da askerleri geldi, hoş geldi dedik.
Bugün Atatürk’e kızan kimi tarikatçılar “Keşke Yunan kazansaydı” demiyorlar mı, işte kazanıyorlar. Ege’den başladılar. Tam da 9 Eylül’ü kutlarken değil mi?
- Ha, bir de şu Çağlayan-Sarraf kartını yeniden çıkardı Amerika.
- Ama bizimkiler de “Sen Çağlayan’ı Sarraf’ın yanına alırsan, biz de Çiller’i ithal ederiz” derler sonra...
İç politikada bu kadar şaşırtan uygulamalar olursa, dış politikanın da şaşırması çok normal değil mi?



Erol Manisalı / CUMHURİYET

Kefenli değerler eğitimi - TURAN ESER

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”
Ece Ayhan
Çocuklarımızın geleceğini dini cemaat adı altında örgütlenmiş, holdingleşmiş, vakıflaşmış, siyasallaşmış din tüccarları yazarken, “ben ne yazayım” sorusu tuhaf olabilir.
Cemaatçiler, eğitim ve bilim emekçilerinin yerine geçerken, okullar medreseleşirken, devlet dersinde cinci hocalar, kefenli, şeytanlı, ölümlü “değerler hurafesiyle” çocuklarımızı “çarparken”, “ben ne yazmalıyım” diye düşünecek vaktim de yok!

Elbette eğitimde süregelen dinci ve gerici tahribatları yazacağım.


Tüm çocuklarının haklarını savunmak, doğruları yazmak tarihsel bir sorumluluğumuz var. Elimizi taşın değil, koca bir kayanın altına koymak zorunda olduğumuzun farkındayım. Çünkü ben bir veliyim.

Eğitimdeki tehlikeli gidiş karşısında doğru olanı yazmak, laik ve bilimsel eğitimi savunmak için, ulaşabildiğimiz her insanı uyarmak, uyandırmak ve toplumsal farkındalık yaratma zamanı. Zira her sessizlik ve tepkisizlik kaybetmeye ve zayıflamaya sürükler. Seyrederek ve geç kalarak, hep birlikte ve çocuklarımızla acı çekebiliriz.

Çünkü AKP, en tehlikeli oyunu, okul bahçesine kurdu. Hem de çocuklarımızın oyunlarını bozarak. Diyanet baskısıyla İzmir, Bursa ve İstanbul’da bazı okulların kütüphaneleri mescide çevrildi. Sınıflar cemaatlerin propaganda mekânlarına dönüştürüldü.

Kefenli değerler
AKP-Milli Eğitim Bakanlığı cemaat vakıfları ile “Değerler Eğitimi” verilmesine dair imzaladığı “İşbirliği Protokolü” kapsamında kullandığı kitapçıkta “çocuklarını dini ölçülere uygun evlendirmek”, “ölüm ve ötesi”, “dua ve ibadetin hayatımızdaki yeri” ve “oruç”, gibi kavramlar bir dinin mezhepçi “değerleri” üzerinden anlatılıyor.

Soyut kavramları algılamada ve somutlaştırmada sorun yaşayacak çocuk zihinlere neler anlatıyorlar, neler aşılıyorlar diye merak edip detaylı bakınca, karşınıza; “tövbe etmek, “şeytan”, “ahiret”, “iman etmek”, “teenni”, “ebediyet”, “günah”, “nefs” ve “tevekkül” gibi soyut ve dinci hurafeler çıkıyor. İrrasyonel, akıl ve bilim dışı anlatımlarla çocukları zihin dünyası karıştırılıyor.
Çocukların bilinçaltı dünyasına, dünyevi ve insani bilgiler değil, dogmatik, hurafe ve uhrevi bilgiler şırıngalanıyor. Yaşamın güzelliği, yaşam hakkı yerine, en çok da, “ölüm”, “kefen” ve “ahiret” gibi soğuk kavramlarla çocuklarımızın ruhlarını üşütüyorlar ve körpecik zihinlerini donduruyorlar. “Ölüm nimet”, “ölüm uyku ile aynı şey” “ölüm hayatın yüklerinde kurtulmak” ve “hastalık Allahlın hediyesi” olarak anlatılıyor.

Oysa pedagojik ve çocukların yüksek çıkarları açısından değerlendirdiğimizde, okul öncesi ve ilköğretim öğrencilerine, bir dinin aşılanması, çocuk yastaki körpecik zihinlere dini olan bu soyut kavramları ve konuları algılamalarını dayatmak arızalı, asimilasyoncu ve çocuk haklarını hukuksal olarak çiğneyen bir yaklaşımdır.

Çocukların bu soyut anlatımları, zihinlerinde somutlaştırmaları sorunlu olabileceğinden, farklı düşüncelerin etkisi altına girebilirler. Üstelik bu anlatımları, “cin” ve “şeytan” dogmalar ve hurafelerle desteklenmesi, çocukların psikolojisi açısından daha da tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
Bu dinci ve cemaatçi vakıflar, öğrencilerin ve velilerin dini inançlarının çeşitliğine ya da inanmama haklarına bakmaksızın, hatta çocukların velilerinden izin dahi almadan, okulda ve devlet dersinde tarikat mensuplarınca çocuklara dini seminerler düzenliyorlar. Seminer konularının da evrensel değerlerle, uzaktan ve yakından hiç bir alakası ve ilgisi yok!

Özetle; MEB ve cemaatlerin işbirliğine dayalı “Değerler Eğitimi” bir mezhebin körpecik beyinleri yıkayan dinci ve ideolojik eğitimdir.

Oysa evrensel insani değerler bir mezhebin, bir dinin ya da bir ideolojinin dayatmalarına göre belirlenemez.

Evrensel değerler eğitimi mümkün
Siyasal İslamcılar, evrensel değerleri kapalıdır. Hatta laikliği bile, “din düşmanı” olarak anlatırlar.
Evrensel değerler, farklı ama bir arada yaşayarak, eşitlik temelinde toplumsal birliğin ve düzenin işleyişini sağlamaya yarar.

Cemaatlere teslim edilen “Değerler Eğitimi”, yurttaşlık bilinci ve yurttaşlık hakkı, sosyal, özgür ve özgüven sahibi bireyin varlığını içermiyor. Temel insan, çocuk ve doğa haklarına saygılı olmak dillerinde yok. Olursa kulluk rejimi inşası sekteye uğrayacak.

Demokrasi, laiklik, eşitlik, özgürlük, barış ve emeğin hakkı gibi evrensel değerlere, devlet ve cemaat ulemasının dersinde yer verilmiyor. Çünkü özlemleri teokrasi ve tek adamlık rejim!
MEB’in “Değerler Eğitimi” ayrımcılık, nefret söylemi ve şiddetten uzak durmak, bilimsel eğitim ile eleştirel düşünme, düşüncenin ifade edilmesi ve düşünce özgürlüğüne saygı duymak gibi, bilimsel ve evrensel değerler eğitimine mesafelidirler.

Evrensel değerleri ve laikliği savunmak, bir din ya da inanca mensup olanların, kendi dini değerlerini öğrenmelerine karşı değildir.

Her din ve inanç mensupları dini değerlerini öğrenme ve öğretme hakkına sahiptir. Kişisel tercih ve özel yaşam alanına ait olan dini “değerlerin” öğrenileceği yer ise okul dışı alandır. Bu bir devlet dersi ve kamusal din hizmeti olamaz. Bu ailenin kendi çocuklarına vermesi gereken özel dini alandır.
19. Milli Eğitim Şûrası ve “tek din, tek mezhep” üzerinden tüm topluma dayatılan zorunlu ya da seçmesi zorunlu din dersleri referans alınarak, “kindar ve dindar nesiller” yetiştirmek için, dinselleştirilmiş “Değerler Eğitimi” verildiğini biliyoruz.

AKP’nin, toplumsal fay hatlarını, etnik, dinsel, cinsiyet ve sınıfsal temelde tetikleyen kutuplaştırma stratejisini, okul bahçesine taşıması endişe vericidir. Okulda çocukların arasına ayrımcılık tohumu eken bu uygulama herkesi rahatsız ediyor.

Okul bahçesine kurulan bu dinci ve gerici oyunu, ancak öğretmenler, veliler ve öğrenciler birlikte bozabilir.

Çünkü çocuklarımızın ile ülkenin geleceği, laiklik, demokrasi, adalet ve parasız, kamucu ve bilimsel eğitim talebi, hepimizi ortaklaştıracak ve kucaklaştıracak tek zemindir.

Turan Eser / BİRGÜN

İhbarın sorgusu ambulans şoförüne kaldı - AYÇA SÖYLEMEZ

Ankara’daki 10 Ekim Katliamı davasının gelecek duruşmasına iki hafta, saldırının yıldönümüne bir ay kala hâlâ ‘emri verenler’ firari; saldırıyı engellemeyen kamu görevlileri, ‘görevinin’ başında.
İki yıldır kamu görevlilerinin sorumluluğuna dair tek gelişme, olay yerine ambulans erişimi sorunu nedeniyle, Sağlık Bakanlığı çalışanlarına soruşturma açılması oldu.

Yakınlarını kaybedenler ve avukatları, iki yıldır, katliama (en iyi ihtimalle) göz yumanların araştırılmasını isterken, tek kabul edilen taleplerinin ‘ambulans soruşturması’ olmasını beklemiyordu herhalde.

Katliamla ilgili yargıdaki hukuksuzlukları geçen hafta yazmıştım, bu hukuksuzlukların bazılarını kayda geçiren İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettiş raporundan da bahsedeceğim.
Bakanlık müfettişlerinin, Ankara Emniyet Müdürlüğü mensuplarını incelediği raporunda, kamu görevlilerinin de soruşturmaya dahil edilmesi gerektiği ifade edildi. Yargı bu raporu dikkate almadı, savcılık polisler ve amirleri hakkında takipsizlik kararı verdi.

Ancak müfettiş raporundaki belgeler ‘takip edilmeyecek gibi’ değil:
Müfettişler, incelemeye başladıklarında, Emniyet’e saldırı öncesi gelen tüm ihbar yazılarının kendilerine verilmesini istemişti. Emniyet Müdürlüğü ‘yüzlerce olduğunu’ söylediği ihbarlardan sadece 62’sini müfettişlere gönderdi (Diğer ihbarlarda ne olduğu yargıya da müfettişlere de gösterilmedi).

62 ihbar içerisinde, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı’nın, intihar saldırısı olabileceğine dair ihbar yazısı da vardı.
TEM Daire Başkanlığı, 14 Eylül 2015 tarih ve 46477 sayılı yazısı ile 47 İl Emniyet Müdürlüğü’ne, TEM Şube Müdürlüklerine; İstihbarat Daire Başkanlığı da 524167 sayılı yazısı ile 81 ilin istihbarat şube müdürlüğüne “canlı bomba eylemi olabileceğine dair ihbar yazısı” gönderdi.
İhbar yazılarında şu ifadeler yer alıyordu:
“DEAŞ’ın [IŞİD] ülkemize yönelik uluslararası ses getirecek çapta büyük bir eylem yapma kararı aldığı… Bu eylemle ilgili olarak seçtiği grubu Suriye Deyr-ez Zor’da bulunan bir kampta özel eğitime tabi tutmaya başladığı… Planlanan eylemin uçak/gemi kaçırma ya da miting/kalabalık yerde aynı anda çok sayıda canlı bomba patlatma şeklinde kompleks bir eylem olabileceği yönünde teyide muhtaç bilgiler elde edildiği… Son gelişmeler ışığında DEAŞ’ın ülkemize yönelik sansasyonel eylem arayışında olabileceğinin değerlendirildiği…”

Büyük bir mitinge saldırı olma ihtimalinden bahsedilen, hatta saldırganların hazırlandığı yerin adresine kadar verilen yazının öncesinde de IŞİD, Suruç ve Diyarbakır’da bombalı saldırı düzenlemişti.

Ancak Ankara Emniyet Müdürlüğü TEM Şubesi C Büro Amiri, yazıyı gereken yerlere iletmedi, tedbir almadı, yokmuş gibi davrandı.

Müfettişlerin, yazıyı neden hasıraltı ettiği sorusunu da “Somut olarak Ankara’yı ilgilendiren bir şey olmaması, personelin psikolojisinin bozulmaması, evrakın gereksiz yere ifşa olmasını (basında çıkması) engellemek için il geneli tamim yapmadım” diye yanıtladı.

Yani, yazının gerçek bir tehdide işaret etmediğini düşündüğünü söyledi. Ancak, madem tehdidi ciddiye almadı, neden mitingde görevli Emniyet mensuplarına, tam da miting öncesi, “bütün personelin öncelikle kendilerine yönelik olası ‘canlı bomba’ konusunda duyarlı olmaları” talimatını verdi?

İhbarı ciddiye aldı mı, almadı mı? Yoksa ciddiye alınmayan eylemcilerin hayatı mıydı?

Savcılar bu soruların cevabını, ambulans şoförlerini sorgularken bulur herhalde.

Ayça Söylemez / BİRGÜN

11 Eylül 2017 Pazartesi

Vaiz ile sosyolog ! - Mine G. Kırıkkanat

Said-i Nursi’nin izinde bir vaiz
Türkiye’de, legal siyasal İslamın yükselişe geçtiği 1990’ların sonu ile AKP’nin iktidar olduğu 2000’li yılların başından bu yana en çok tartışılan isim kuşkusuz ki Fethullah Gülen oldu. İslamcı düşünceyi toplumun geneline yayarak etkin kılınması için önemli bir çaba içerisinde olan Gülen Cemaati, kendisini dönemin sosyopolitik koşullarına uyarlayarak gelişti. Gülen Cemaati 1980’lerden bu yana ideolojik çehresini ciddi biçimde değiştirirken koruduğu en önemli özelliği AKP öncesinde de AKP iktidarında da, dönemsel iktidar dengelerini iyi okuyarak siyasi partilerden özerk kalmaya özen göstermek oldu. İdeolojik olarak kendine yakın duran partilerin iktidar ortağı ya da tek başına hükümet olmasıyla da devletin her kurumunda ciddi bir güç elde etti. Said-i Nursi’nin fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia etse de Gülen, Nursi’nin görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayarak bugünkü politik gücüne ulaştı. Said-i Nursi’nin izinden giden Nur Cemaati’nin önemli birkaç liderinin arasındayken hükmettiği para miktarının bilinemez boyutlara ulaşması ve devlet kadrolarındaki örgütlenmesiyle neredeyse tek adam pozisyonuna kadar ilerledi.

Fethullah Gülen’in cemaatle tanışması
Said-i Nursi 23 Mart 1960 tarihinde öldüğünde Fethullah Gülen 19 yaşındaydı. Fethullah Gülen, Nur Cemaati’yle tanışmasının ise 1957 yılında gerçekleştiğini çeşitli röportajlarında anlattı. Gülen o tarihte 16 yaşındaydı ve Erzurum’da Said-i Nursi’nin yanından gelen Muzaffer Arslan’ın sohbetlerine katıldı.
Fethullah Gülen, Nur Cemaati’nin içinde Said-i Nursi’nin (1960’taki) ölümünden sonra başlayan ve gittikçe keskinleşen ayrışmanın belirli ölçüde dışında kalarak kendi cemaatini yavaş yavaş oluşturuyordu. Yazıcılar grubuna sırtını yaslayan Gülen, İzmir ve Ege bölgesinde vaazlarıyla ağırlığını hissettirmeye başladı.
Fethullah Gülen, Nurculuğun içinde bir “Fethullahçılık” oluşturma çabasına girmişti. Üstelik Fethullah Hoca vasıtasıyla Cemaat’e katılanların bazıları Fethullah Hoca’ya Mehdi, Hz. İsa, Kahtani gibi manevi sıfatlar yakıştırıyorlardı.*
*AHMET ŞIK’ın İmamın Ordusu başlıklı kitabından alıntılardır. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017)

                                                                        ***
 
FETÖ lideri Fethullah Gülen’in Nur Cemaati’nin içinden devşirdiği “Işık”; camiası, evleri ve dershaneleriyle iyice parlamaya başladığında, ne tesadüf ABD’den çıkıp geldiği Türkiye’de Said Nursi’nin izini süren bir de değerli sosyolog vardı: Prof. Dr. Şerif Mardin.

Şerif Mardin 1973’ten öteye B.Ü.’de ders verirken 13 yıl süreyle gide gele, Washington’daki İslam Araştırmaları Merkez Başkanlığı da yapıyordu. Bediüzzaman Said Nursi Olayı incelemesi, ABD’de 1989’da yayımlandı. Üç yıl sonra Fethullah Gülen de ABD’ye ilk kez avdet etti ve Turgut Özal’ı Houston’daki hasta yatağında ziyaretinden sonra, devletten resmi kabul görmeye başladı!

Fethullah Gülen, 1994, ’96, ’97’de de ziyaret ettiği ABD’ye 1999’da gitti ve bir daha dönmedi. Şerif Mardin ise 1991’den öteye ikamet ettiği ABD’den 1999’da tekrar Türkiye’ye, Sabancı Üniversitesi’ne döndü. Ve 2010 yılında Ruşen Çakır ile Mirgün Cabas’a verdiği bir röportajda: “Bu Gülen Cemaati ile ilgili olarak ben Amerika’daki Türk öğrencilerin yüzde 80’inin Gülen Cemaati’ne bağlı olduğu bir yerde kaldım 4 ay kadar. İç teşkilatlanmasını hiç çözemedim. Bu iç teşkilatlanma aslında tutkal şekli bizim tanıdığımız bir tutkal şekli değil. Onun ben esrarını çözemedim” dedi.
Said Nursi’nin ilmini “bediüzzaman”, yani benzersiz olmasına rağmen çözmüş, Nur Cemaati tutkalının formülünü bulup çıkarmış sosyolog için ne kadar tuhaf bir yanıt değil mi?

Devleti FETÖ’ye teslim edenlerin Şerif Mardin’in öğrencisi ve takipçisi olmakla övündüğü bugünlerde; ben FETÖ’yü şakır şakır çözen Ahmet Şık, karşısında duran Kadri Gürsel ve Murat Sabuncu ile aynı gazetede çalışmakla övünüyorum. FETÖ’cü kumpasın Cumhuriyetçi mağdurları yönetici Av. Akın Atalay ve çalışanı Yusuf Emre İper’le de dayanışma içindeyim.

Eğer FETÖ’yle gerçekten mücadele ediliyorsa, hepsinin özgür olması gerekir!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Reza, Atilla, Çağlayan… sırada kim var? - İLKER BELEK

Reza Zarrab 19 Mart 2016’da, Halk Bank Genel Müdür yardımcısı Atilla 29 Mart 2017’de göz altına alınarak tutuklandılar. 8 Eylül 2017’de de ABD mahkemesi eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan, Halk Bank eski genel müdürü Süleyman Aslan ve genel müdür yardımcısı Levent Balkan hakkında tutuklama kararı verdi.
                                                                           *****

ABD’nin İran ambargo süreci çok eskilere, Musaddık dönemine (1951-1953) uzanıyor. Musaddık İngiliz şirketlerinin elindeki petrol yatak ve tesislerini millileştirince ambargo başlıyor ve ABD destekli bir askeri operasyonla devrilinceye kadar da devam ediyor.
Sonraki aşama ise Humeyni’nin iktidara gelmesine rastlıyor, iniş çıkışlarla günümüzü de içermek üzere hala sürüyor.
En sonuncusunun nedeni İran’ın nükleer silah üretme planları. Gerekçe buysa bütün dünya ABD’ye ambargo uygulamalı. Ama tersine, bu kez ambargo diğer ülkeleri de içerecek şekilde genişletiliyor. Yani ABD diyor ki İran’dan petrol ve doğalgaz satın alan ülkeler de gazabıma muhatap olur.
Bütün bunlar ambargonun ve ambargoyla bağlantılı yaptırımların gerekçesinin hukuki değil, siyasi olduğunu kanıtlıyor.
                                                                           *****

Amerika bir hukuk devleti değil ki, yaptıklarının hukukla alakası olsun. Özellikle dış politikası için bu tamamen geçerli. Ama daha düne kadar içeride siyahlara yaptığı zulüm ortada değil mi? Ve daha dün Trump’ın yabancı düşmanlığını körükleyen laflarını değerlendirerek ırkçılık yeniden sokaklarda vahşete dönüşmedi mi?
Amerika dünyanın en önemli terör makinesidir. Dış politika söz konusuysa bu hiç kuşkusuz doğrudur. Bir başka ülke hakkında ne düşünüyorsa kötüdür. O’nun için önemli olan tek şey tekellerin, mali oligarşinin çıkarlarıdır.
Yalnızca Hiroşima’da, Kore’de, Küba’da, Güney Amerika ve Uzak Doğu’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da , Suriye’de, 12 Eylül’de yaptıklarına bakın yeter.

                                                                            *****
Reza İran’ın ABD ambargosunu delmek için kullandığı birisiydi. Paravan şirketler kurdu, yönetti. İran’ın dış ticaretini kapalı kapılar ardında idare etti. Diğer ülkelerin siyasilerine rüşvet dağıttı. İran doğumlu, hayatının önemli kısmı Dubai’de geçti, eğitimini Türkiye’de aldı ve AKP 2007 yılında kendisine vatandaşlık verdi.
İran ile Türkiye’nin birlikte iş yapmasını sağlamak bakımından uygun bir profil.
Hizmetleri karşılığında İran devletinden çok yüklü miktarda para aldı. Hayatını böyle kazanıyor, paraya para demiyordu. Ama hırsına yenik düştü, belki başka şeyler de var, İran devletine teslim etmesi gereken paranın bir kısmını cebine atmaya başladı. Söz konusu miktar milyarlarca Dolar’dı. Dolayısıyla yalnızca ABD’nin değil, İran’ın da kara listesine girdi.
Girdi ve ortağı Zencani İran’da tutuklandıktan sonra Türkiye’de Reza ile birlikte 8.5 milyar Dolar rüşvet dağıttıklarını itiraf etti fakat, Erdoğan kendisine “suçsuz ama 6 aydır tutuklu” diye sahip çıkmaktan geri durmadı.
Kimileri diyor ki İran’ın eline düşmektense, Amerikan adaletine teslim olmayı tercih ettiği için başına gelecekleri bile bile Amerika’ya giriş yaptı. Olabilir. Para bu, hayat kaygıları, emperyalizmin olağan işleyiş halleri böyle.
                                                                          *****

Ama işin en başından itibaren ABD zaten ayrıntıları önemli derecede biliyordu. Öyle ki kimi Amerikan tekellerinin ambargoyu delmesine, kimi İran şirketlerinin kazançlarını Amerika piyasalarında değerlendirmelerine bile göz yumdu.
Hal böyle olunca Reza’nın Amerikan savcılarına konuşması kaçınılmazdı. Amerika artık Reza’yı AKP’yi köşeye sıkıştırmak için kullanma olanağı da elde etmişti.
AKP’yi mi? Aynen öyle.
En başından itibaren bu işin Reza ile sınırlı kalmayacağını, ABD’nin siyasi ve askeri keyfiyetine göre ilerletileceğini, AKP’yi köşeye sıkıştırmak için kullanılacağını, 17-25 Aralık ses kayıtlarının sızdırılmasının bir CIA operasyonu ve bu operasyonda Fethullah’ın kullanılmış olma ihtimalinin olduğunu, ama bütün bunların olayın özünü hiçbir şekilde değiştirmeyeceğini ve fakat olayın özünün büyük güçlerin hiç birisinin umurunda olmadığını yazdık.
Savcı Bharara’nın iddianamesinde Reza ve dosyaya girecek diğer kişiler ambargoyu delmekle, Amerika aleyhine faaliyet göstermekle ve bu işler için rüşvet almakla suçlanıyorlar.  Bu, üzerinden istenildiği gibi yürünecek, her tür siyasi ve askeri, legal ve illegal müdahaleye zemin sunacak bir yolu açmış oluyor. AKP’lilerin her açıklaması da bu yola taş döşüyor.

                                                                             *****
AKP’nin Trump’ın seçilmesine, sonra Reza’nın savcısı Bharara’nın görevinden istifa etmesine sevinmesi boştu. Boştu, çünkü Bharara Reza dosyasını hobi olarak hazırlamamış, istifa ettirilen AKP’li bakanların da işin içinde yer aldığını en başından itibaren boşuna vurgulamamıştı.
ABD AKP’den rahatsız. Bu rahatsızlık 2013’den beri nasıl evrildi, yalnızca buna bakılsa bile, boyutları hakkında fikir sahibi olunabilir.
ABD AKP’yi silkeliyor: Haziran halk ayaklanmasından beri, artık içeriyi kontrol edemiyor diye. Suriye’de başına buyruk işler çevirmeye başladığından beri, kendisini Rusya ile doğrudan savaşa girmek zorunda bırakacak diye. Kürt sorununun tamamen çıkmaza sürüklenmesine sebebiyet verdi diye.
Sonuç ne oldu: 17-25 Aralık kayıtlarının sızdırılması ve 15 Temmuz oldu.

                                                                        *****
Amerika’nın derdi tekellerin çıkarı.
İnsan haklarıymış, uluslar arası hukukmuş, bunların kendisi için zerre kadar önemi yok. Yok ama, Menderes’ten beri O’nunla iş tutanlar, Menderes ve Özal’ı siyasi referansları olarak sunanlar bu terör aygıtını stratejik müttefik olarak görürken ve Amerika’da onları ortağım diye okşarken bir gram utanma hissettiler mi?
Amerika şimdi diyor ki… Oyunun kuralları böyle. Severim de, döverim de. Proje benim, raconu ben keserim, sen ise taşeronumsun. Reza da böyle böyle. Seninkiler hakkında elimde kuvvetli deliller mevcut. Üstelik içlerinden şehircilik bakanı değil miydi her şeyi başbakanın bilgi ve onayı dahilinde yaptığını açıklayarak istifa eden, sonra her nasıl olduysa sus pus özürler dileyerek geri dönen. Ne yaptınız haklarında, mecburen görevlerine son vermekten ve olayla ilgili fezlekeleri, tutanakları hazırlayan polis ve adliye teşkilatını der dest edip içeri tıkmaktan başka.
Üstelik hala açık veriyorsunuz: Ben diyorum ki, bunlar bunlar ambargoyu delmişler, bunun için rüşvet almışlardır, siz diyorsunuz ki bilgimiz dahilinde ve ne yaptılarsa devletimiz için yaptılar. Bir de sızlanıyorsunuz: Ama bize İran petrolünü satın alma izni vermiştin diye. Doğru vermiştim de, ambargoyu başka ülkelerin delmesi için para karşılığı iş çevir dememiştim.
Amerika teröristtir ama, rakiplerini ve işbirlikçilerini yok etmek bakımından da dünyanın en ileri “hukuk devleti”dir.
Şimdi elindeki bütün kanıtları, rakibinin süreç içindeki tutumunu gözleyerek ortaya dökecek. Ama kesinlikte rahat bırakmayacak. Dava dosyası bile henüz tamamlanmadı.

                                                                          *****
Bu iş nereye kadar mı gider. Ben ne bileyim, bilse bilse Amerikan istihbaratı bilir. Rubini Atilla tutuklandığında üç isim vermişti, sonuncusu Bilal’di. Ama ya eğer her şey denildiği gibi devlet adına yapıldıysa …

İlker Belek / SOL