17 Eylül 2017 Pazar

Sinyal Bebek’ten Turkcell’e intihal suçlaması - ÇİĞDEM TOKER

Turkcell’in Sinyal Bebek’ini hatırlıyor musunuz?
Kolları önde kavuşmuş, yandan gülerek bakan anten kulaklı ilk sevimli logoyu.
“Sinyal Bebek”, Mengü Ertel’in kurucusu olduğu San Grafik’in, 1993’te dönemin Turkcell yönetiminin talebiyle tasarladığı özgün tiplemenin adı.
Bugün gerek yönetilme biçimi, reklam bütçesinden AKP medyasına akan kaynak, gerekse çocuk istismarıyla gündeme gelen Ensar Vakfı’na sponsorluk desteğiyle “AKP’nin arka bahçesi” diye nitelenen Turkcell, fikri haklar alanında kritik bir hukuksal uyuşmazlığın tarafı konumunda. Sebebi
Sinyal Bebek.
 
Yıllarca sadece Turkcell mağazalarında, sokakta, faturada değil, hisseleri New York borsasında halka arz edilirken törene “katılmış”, sonrasında Hannover’deki Cebit fuarında “Selocan” adıyla Almanya Şansölyesi Merkel’i kucaklayacak kadar popülaritesi yüksek Sinyal Bebek, artık yok.
Yerine, ondan kesilip biçilerek, daire içine alınmış bir “anten” parçası var.
San Grafik, “eser sahibi” sıfatıyla yaptığı suç duyurusunda, Sinyal Bebek karakterinin bir daha geri gelmemek üzere tedavülden kaldırıldığı, Saffron adına sahiplik itibar ve menfaat sağlandığını belirtiyor. 
 
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan 2017/79541 No’lu suç duyurusu dosyasında “Turgay Adıyaman, Saffron Brand Consultant yöneticileri ve Turkcell A.Ş. yönetim kurulu başkan, üyeleri ve imza yetkilileri” sanık olarak görünüyor.
Suç duyurusu dilekçesinde, intihal işleminde, yeni logonun Sinyal Bebek logosundan nasıl alındığının, Saffron Brand Consultant adlı şirketin resmi internet sitesinde şemalı ve tarifli olarak gösterildiği anlatılıyor.
 
Meselenin daha eski boyutunu ise Turkcell’in Fatoş Bebek ile yaptığı oyuncak sözleşmesi oluşturuyor. San Grafik, logosunun oyuncağa dönüştürülmesini mümkün kılan endüstriyel tasarımın Turkcell nam ve hesabına Türk Patent Enstitüsü’ne tescil ettirildiğini de sonradan öğreniyor.
Suç duyurusunda, oyuncakların endüstriyel tasarım olarak tescilinden de Turgay Adıyaman sorumlu gösterilmiş.
San Grafik, 2011’de başlayan intihal suçunun, Turkcell yönetimince bilinçli olarak sürdürüldüğü görüşünde.
Bu vesileyle yeni öğrendiğim ilginç bir detay: Sinyal Bebek logosunu, Turkcell yıllar önce GSM lisans bedelini ödemek için yurtdışında finansörlerden kredi sağlarken de kullanmış.
Neresinden bakılsa, ilgi çekici ve çok boyutlu bir dava. 

Altı günde yedi cezaevi ihalesi
Devletin olağanüstü koşul ve istisnai durumlarda başvurduğu pazarlık yöntemli, yani “davetli ihale” (KİK madde 21/b) yöntemi bütün kamuyu kangren gibi sarıyor.
Karayolları ihalelerinde suiistimalin geldiği noktayı belli aralıklarla paylaştığımı düzenli okurlar biliyor. Bugün bu başlık altında Türkiye’nin temel insan hakları, adalet ve demokraside durduğu zeminin bir belgesini paylaşacağım.
Taze, güncel bir liste.
Adalet Bakanlığı’nın, “davetli ihale” yöntemiyle ilişkisi nerede olabilir? Tabii ki cezaevleri. Bakanlık adli yıl açılış töreninin yapıldığı 5 Eylül haftasında, yedi yeni cezaevinin yapım pazarlığını yapmış. Altı günde yedi cezaevinin toplam bedeli ise 931 milyon TL. 

Sıradaki cezaevleri:
• Foça Açık Ceza ve İnfaz Kurumu - 7 Eylül
- 61.9 milyon TL - Ensa Yapı
• Elbistan Açık Ceza ve İ. Kurumu - 8 Eylül
- 107.1 milyon TL - Mustafa Ekşi İnş.
•  Manavgat Ceza ve İnfaz K. - 11 Eylül
- 115.1 milyon TL - MEK Tek İnş.
• Silivri Ceza ve İnfaz Ek Tesis - 12 Eylül
- 11.9 milyon TL - Metro Müh. İnş.
• İzmir Ceza ve İnfaz K. - 12 Eylül - 124.4 milyon TL - Metro+Ensa
•Samsun Kavak Ceza ve İ. - 13 Eylül - 152 milyon TL - Demars İnş.
• Çorlu Ceza ve İnfaz K. - 14 Eylül - 358.5 milyon TL - Kur İnş.+SMS İnş. 
 
Son bir hafta: 930.9 milyon TL
Kimse Türkiye ekonomisinin büyüdüğü verilerine kuşkuyla yaklaşmamalı. Ülkenin üretim bakımından değilse bile davetli yol ve cezaevleri ihaleleriyle büyüdüğü kesin. 

CHP’nin 2019 hedefi
CHP Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçen perşembe Balıkesir’de izledim.
Üreticilerin sorunlarını dinledi. Yolda sohbet imkânı yakalayınca, bu dönem çok merak edilen bir soruyu sordum. Konu şaibeli 16 Nisan referandumu. YSK’nin oylama sürerken aldığı “mühürsüz oy kararı”. Bu tablo, “hayır” oyu veren yaklaşık 24 milyon kişiye aynı soruyu sorduruyor: AKP olağan hukuk yollarıyla, olağan seçimlerle gider mi? Kaybetse bile iktidarı verir mi?
Dedi ki Kılıçdaroğlu:
“Öyle bir iki puan değil. Yapacağımız çalışmalarla öyle bir fark yaratacağız ki, hangi hileyi yaparlarsa yapsınlar sonuç alamayacaklar.”
Hayli iddialı bir yanıtın ardından, Yüksek Seçim Kurulu’nun mevcut profiliyle ilgili olarak, Adalet Çalıştayı’nda da konuşulan temel kaygıyı dile getiriyorum.
“Mevcut YSK ile adil, eşit bir seçim mümkün mü?”
“Hayır” diyerek şöyle sürdürüyor CHP lideri: “Bu YSK ile olmaz. Net olarak söylüyorum. Güven vermiyor ki! Halkın yarısı tarafından YSK içine yerleştirilmiş bir çete olarak tanımlanan bir grup seçimi yönetiyor. Malum oraya seçilen hâkimler geliyor. Dolayısıyla bundan sonra seçilip gelecek hâkimlerin daha tarafsız olması lazım. Bu özen gösterilecek mi bakacağız.”
 
Ankara’da kapanacak hastaneler
Uğruna ODTÜ ormanı katledilen Şehir Hastaneleri, yapıldıkları kentin dokusunu, bütçeyi, toplumsal hayatı, trafiği daha çok değiştirecek.
Kapanacak hastanelerin arazilerinin, içindeki tıbbi cihazların akıbeti henüz bilinmiyor. Bu soruların yanıtları kamu kaynaklarından kimlerin besleneceği bakımından önemli. Ankara’da inşaatı süren Bilkent ve Etlik Şehir Hastaneleri tamamlandığında kapanacak hastanelerin büyüklüğü, tarihi, kapladığı alan, sorunun boyutlarını gösteriyor: Doktor Sami Ulus Kadın DoğumÇocuk Hastanesi, Ulus Devlet Hastanesi, Dışkapı Yıldırım Beyazıt, Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ulucanlar ek poliklinik binası, Dışkapı Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ulucanlar Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Doktor Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Doktor Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Etlik İhtisas Hastanesi, Numune Hastanesi, Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi, Yüksek İhtisas Hastanesi.
Bu tablo sadece Ankara için. Türkiye genelinde şu anda 30 şehri bekleyen bir değişim, yıkım ve rant aktarım mekanizmasından söz ediyoruz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Ganimet dediğin bugün var, yarın yok! - Mine G. Kırıkkanat

Devletlerin sağlığı ve gücü, doğa yasalarına göre işler. Bağışıklık sistemi zayıf düşen devlet de tıpkı insan gibi hem dışarıdan gelecek mikrop ya da virüs saldırılarına açıktır, hem de içeride sağlıklı hücrelerini yiyen ölümcül hastalıklara…
 
Devlete böyle bakıldığında, Türkiye’nin dış politikası yakın ya da uzak yabancı devletlerle küresel dengeleri gözeterek ülkeyi dışarıya karşı korumak üzerine kurulu olmalıdır. Keza iç politikalar da devletin bünyesi demek olan toplumsal varlığın bağışıklık sistemini güçlü tutacak uyum, birlik ve barışı koruyup gözetmek zorundadır. 

 
Oysa AKP iktidarının Türkiye’yi yönetip yönlendirdiği 16 yılda, ahı da vahı da gidip zorbalığı kalan devletin hem dış, hem de iç politikalarının iflas ettiğini görüyoruz. 
 
Herkesin herkese ticaret, sanayi, yatırım ve borçlanmayla bağlı olduğu küresel bir dünyada, kimsenin düzeni bozmasına ya da kendisini kuralların üstünde görmesine izin verilmez.

***

Dış güçlere karşı Türkiye’nin izlediği, NATO olmazsa Rusya’ya kayarım, AB olmazsa Şanghay Beşlisi’ne yamanırım, Avrupa para vermezse göçmenleri salarım tarzındaki şantaj politikaları ve daha nice hatalar; sonuçta elbette tersine döndü, ülkeyi nanik yapılan dış güçlerin oyuncağı, çok daha vahim şantajlara açık hale getirdi. 
 
İç politikada da durum farklı değil: Türkiye, artık konuşsa da anlaşamayacak, çünkü aynı mantık ve sözcüklerle düşünmeyen, üstelik birbirine hiçbir zaman olmadığı kadar düşman nüfus gruplarına bölündü. Böyle bir bölünme, devletin dış güçlere karşı direncini azaltmasına paralel olarak tarımının yabancı tohumculara teslimi, üretimin baltalanması ve tüketimin dışarıya bağımlı hale getirilmesiyle, ülkeyi aç nüfus şantajına karşı da korunmasız bıraktı.

***

Başka bir deyişle Türkiye, AKP’nin uçuk kaçık politikaları sayesinde artık “hasta bir organizma” ve içeriden ya da dışarıdan saldıracak tüm mikroplara, virüslere dayanıksız hale getirildi.
İktidar, bu derdin dermanını bulamıyor. Para açığını tüm varlıklarını satarak, hatta Türkiye’yi adeta Araplara peşkeş çekerek kapatmaya çalışıyor. Toplumsal alanda ise gelecek kuşakları Arapların dini, dili ve gelenekleriyle yetiştirerek Türkiye’yi Araplaştırmaya çalışıyor. Ekleyin bu zoraki kimlik dönüşümüne Suriyeli göçmenlere verilen yurttaşlığı; Yeni Osmanlılık yolunda Ortadoğu’yu fethe giderken, Ortadoğu tarafından fethediliyoruz! 
 
Tabii zaman kaldıysa… 
 
Çünkü yerel otoritenin ülke benim malım, istediğim kadar yağmalar, istediğimi yoktan var, istediğimi vardan yok ederim zorbalığıyla gelinen noktada, sadece T.C’nin hukuku değil, uluslararası konvansiyonlar ve yasalar da delindi. 
 
İşte buna izin verilmez ve bedeli salt yerel otoriteye değil, bütün ülkeye, nüfusa ağır ödetilir. 

***

12 Şubat 2014’te bu sütunda yayımlanan “İki zahit, bir ahit” başlıklı yazım, ABD’nin niçin Babek Zencani ile Rıza Sarraf’ın izini sürdüğüne ve hükümeti hedeflediğine ilişkin önemli bir uyarıydı.
Sarraf tutuklandıktan sonra yayımlanan 22 Ağustos 2016 tarihli ve “Türkiye kokuyor mu?” başlıklı yazım ise “Ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetenler, bilmem haklarında kanıt toplandığının farkındalar mı?” tümcesiyle bitiyordu… 
 
2011 yılında NATO’nun bombardımanıyla devrilip öldürülen Libya diktatörü Kaddafi ve şürekasının, büyük payı Asya ve Ortadoğu ülkelerinde olmak üzere tüm dünyada 200 milyar dolarlık yatırımı vardı. Öldürüldükten sonra bu paranın tek kuruşu Libya’ya geri dönmedi, zaten ailesinden de hak iddia edecek kimse kalmadı! 
 
Kaddafi’nin üstelik başkalarından bile değil, kendi halkından çaldığı bu paralara ne oldu, bilmek ister misiniz? 
 
Gelecek pazar, bu köşede.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sayın Cumhurbaşkanı, ‘Siz’ kimsiniz? - TAYFUN ATAY

Gölgesi olan surete heykel, gölgesi olmayan surete resim denir ve İslam, bunların her ikisini birlikte değerlendirir.
O yüzden Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ne “Heykel” hususunda bilgilenmek üzere müracaat ettiğinizde sizi “Resim” maddesine yönlendirecektir.
İslam, resim ve heykel, yani suret (tasvir) yasağında Yahudiliğin izinden gider. Tevrat’ta açık, seçik, kesin ve bir hayli de keskin belirtilmiştir:
“Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin; ve onlara ibadet etmeyeceksin; çünkü ben, senin Allah’ın Rab, (…) ve beni seven ve emirlerimi tutanların binlercesine inayet eden, kıskanç bir Allah’ım” (Çıkış, Bap 20: 4-6; “Kitabı Mukaddes”, İstanbul, 1993, s. 73).

Hristiyanlıkta durum farklı. Özellikle “kök” ve en yaygın mezhep Katoliklik, resim-heykel, yani tasvir ve görsellikle haşir neşirdir. Protestanlık, bunu da protesto etmiştir! Luther ve diğer reformistler, Roma paganizminin (putperestliğinin) Hristiyanlığa duhulü saydığı resim ve heykelleri kiliselerden kaldırtmış, İsa-Mesih inanlılarını görselin çekiciliğinden kitabın derinliğine sevk etmek istemiştir.

Ortodoks Hıristiyanlıkta da bir dönem “put kırıcılık” (“ikonoklazm”) hareketi görülmüşse de tasvir geleneği varlığını sürdürür.

Fark, üç semavi dinin “siyasi tarih” pratiklerinden kaynaklanmakta olsa gerektir. Yahudilik de, İslam da putperestlik, diğer deyişle çoktanrıcılıkla kıyasıya mücadelelerin kazanılmasıyla kurumsallaştı. Hristiyanlık ise çoktanrıcı Roma, daha geniş anlamda pagan Greko-Romen gelenekle uzlaşma sonucu kurumsallaşmıştır.
Malum, İslam Peygamberi zaferini Kâbe’de putların kırılmasını emredip “Hak geldi, bâtıl yok oldu” ayetini okuyarak ilan etmiştir.
                                                                             ***
 
Bu uzun girizgâh, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen haftaki heykel reddiyesinden dolayı kaleme alındı.
Erdoğan bazı belediyelerin, kendisinin heykel ve masklarını yapmasına ilişkin olarak “Bunlar bizim değerlerimize ters” dedi ve “Lütfen bu yanlışlara tevessül etmesinler” diye de ekledi.
Ancak ifadedeki bazı “örtük” noktalar tartışma yarattı. “Hangi değerler” diye soranlar, “Bizim değerlerimiz” ifadesini sorgulayanlar oldu.
Girizgâhı bu sebeple yaptım; Cumhurbaşkanı “İslami” değerleri kastederek heykeli, maskı putperestlik sayıyor.
Ayrıca kuvvetle muhtemel ki tek heykeltıraş Allah’tır diye inanıp düşünüyor.
Çünkü “suret” ve çoğulu “suver”den türeme “musavvir”, yani “biçimlendiren”, yani “tasvir eden”, Allah’ın isimlerindendir.
                                                                             ***
 
Cumhurbaşkanı’nın inanç ve düşünceleri doğrultusunda kendi heykelinin yapılmasına kişisel olarak hayır demesine kimsenin söyleyecek sözü olamaz.
Sorun, “Ben” değil “Biz” demesinde. “Bizim değerlerimiz”, "Bizim değerlerimize ters" demesinde.
Bu “Biz”, kimdir?
“Biz”, aile efradı mı, Ehli Sünnet mi, İslam ümmeti mi, Türk milleti mi, Türkiye ahalisi mi?..
Bu ülkede üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinde resim ve heykel bölümleri, ayrıca sayısız resim-heykel galerileri, müzeleri var.
Buralara rağbet eden insanlar; resim ve heykel bölümlerinde okuyan öğrenciler, resim ve heykel sanatçıları, eğitmenleri ve onların eserlerini ilgiyle, sevgiyle takip eden milyonlarca vatandaş var.
Bunlar sizin “Biz”inizin içinde mi, dışında mı?
Dışındaysa ayrı düştük demektir.
Dışındaysa yandık, zaten çoktan eline balyoz alıp heykel ve büst avcılığına çıkmışların sayısında patlama olacak demektir.
Dışındaysa mahvolduk, Taliban’ın Buddha heykellerine, IŞİD’in antik kent kalıntılarına reva gördüğüne benzer manzaraları Efes’te, Aspendos’ta, Perge’de göreceğiz demektir.

                                                                           *** Dolayısıyla, Sayın Erdoğan, “Bu, bizim değerlerimize ters” sözünüz, bir saatli bombadır.
Birey olarak siz, heykelinizin yapılmasını istemiyor olabilirsiniz.
Ama siz, birey olmaktan öte 80 milyonun Cumhurbaşkanı olarak siz, bu memlekette heykel yapımına, heykel sanatına, heykel eğitimine karşı mısınız, değil misiniz, onu söyleyin!..
Ona göre bakalım istikbalimize…
                                                                            ***
 
Tabii meselenin es geçilmemesi gereken önemli bir başka yönü daha var.
“Asr-ı Saadet”te resim ve heykelle insanları cezbetmeye çalışan görselliğin bugünkü hayatımızdaki karşılığı, fotoğraf, sinema, televizyon, billboardlar, reklamlar, kısacası hayatımıza hâkim “görsel medya”dır.
Kültür eleştirmeni Camille Paglia, tele-dijital görsel kültür çağının, “paganik” itki ve arzunun en çok kışkırtıldığı dönem olduğunu bunun için belirtiyor.
Yani “görüntü”nün her şeye galebe çaldığı “pop” bir dünyanın içindeyiz; starlar, ikonlar, ikonalar, idoller dünyasında…
Sayın Cumhurbaşkanı, siz böyle bir dünyada dini de, kendinizi de tele-dijital ortama bol bol sunuyor musunuz, sunmuyor musunuz?
Daha dün gibi! Referandum kampanyası boyunca, hepimize adeta “göklerden” muazzam bir haşmetle bakan devasa posterlerinizi binaların tüm cephesini kaplar şekilde ve yüzümüzü nereye çevirsek (Kıble dâhil!) karşımızda görmedik mi?!
E, daha ne olsun ki İslam’ın yasakladığı suret, tasvir ve temsil adına?..
Heykeliniz yapılmış, yapılmamış, ne fark eder artık!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

16 Eylül 2017 Cumartesi

Hainler mezarlığında sıradan bir gün - ORHAN GÖKDEMİR

Antik Mısır’ın dünya görüşü “yolculuk” üzerine şekillenmişti. Bakın duvar resimlerine, hemen herkes hareket halindedir, bir yerlere ulaşmak için ilerlemektedir.  Antik Yunanlılar yolculuğun yerine “madde”yi geçirdiler. Bizim modern uygarlığımız ise “uzay”ın etrafında dönüp duruyor. Tarihinin de “güneş merkezli evren” modeli etrafındaki kavgalarla başlaması rastlantı değil. Her ne hal ise, bütün bu uygarlıklar boyunca güçlü bir “öte dünya” inancı varlığını sürdürdü. O öte dünya Mısırlılar için elle tutulabilir bir yıldıza, Yunanlılar için gölgelerin arkasında saklı bir bilinmeze, zamanımızda çayırlığın ortasına yerleştirilmiş koca bir alışveriş merkezine benzese de böyle bu.

Mısırlıların güçlü ve somut bir öte dünya inancı olduğu için ölüye verilecek zarar büyük bir suç olarak kabul edilirdi. Zaman zaman arızi vakaların ortaya çıkmasına engel değildi tabii bu. “Kâfir Kral” Akhenaton’un mumyasını parçalandığı iddia ediliyor mesela. Sebebi, Amon dinini yasaklayıp tek tanrılı bir din kurmaya kalkışması. Çok sert bir kavga yani Akhenaton’un cesedine saldırılmasının sebebi. Mezar soyguncularını saymazsak yaygın bir davranış değil bunlar ama. Mısırlılar dâhil, öte dünyaya inananlar topluluklarda ölüye, gömüye saygı esas. Onun için Anadolu’nun pek çok yerinde çeşitli inançlara ait mezarlıklar yan yana, hatta bazen iç içedir.

Kaldı ki inanç ve anlayış ne olursa olsun ölüm eşitler hepimizi. Ölünün ne serveti olur, ne hırsı, ne aidiyeti, ne inancı. Haliyle kabahati veya suçu da olmaz. Yargılayamazsınız ölüyü, varsa davası düşürürsünüz. Varsa hakkı helal edersiniz. Yakınlarına saygı gösterirsiniz, baş sağlığı dilersiniz. Sevmiyorsanız gitmezsiniz cenazesine, mezarına bir tas su dökmezsiniz. Müslümansanız hele, denklem daha sadedir; Her ne günah işlediyse fani öte dünyada sigaya çekilecek, hesap verecektir. Zaten mezarlıklar da ölüler için değil, geride kalan diriler içindir. Kaybettiğimizin orada olduğunu bilmek, zaman zaman ziyaret etmek ölümü diriler için daha katlanabilir hale getirir, hepsi bu…


                                                                               ***

Fakat tuhaf bir dönüşümün içinden geçiyor dünya. Açlıktan, yoksulluktan, savaşlardan kaçmaya çalışan binlerce kişi Batının zenginliğine açılan denizlerde boğuluyor, cansız bedenleri savurup kıyılara atıyor dalgalar. Aylan bebeyi çoktan unuttuk. 1990’lı yıllardan bu yana sadece Irak’ta binlerce insanı öldürdü emperyalist saldırganlar. Suriye’de olup bitenler ortada. Libya’da, Filistin’de, Afrika’nın artık çetelesini tutmadığımız yoksul ülkelerinde insanların boğazlanmasına dayalı utanç verici bir ritüel kesintisiz sürüyor. Güya huzur ve güven içinde sanılan ülkemizde 7 Haziran seçimlerinden bu yana kaç yurttaşımızı bombalarla parçaladılar düşünün. Kanıksadık ölümü.

 Zıvanadan çıkmış bir emperyalist iştah, sonsuz hırsından beslenen ürkütücü piyasa düzeninin tasallutu altındayız. Doğrudan saldırılarının yanında her türlü karanlık ideoloji ve inancı besleyip kışkırtarak iktidarlarını yaymaya çalışıyorlar. Bu cehennemi iklimin sorumluluğunun aslan payı onlarda.

Cehalete ve dogmatizme tutunarak Ortaçağ’a geri dönmeyi hayal eden inançlar ve ideolojiler de işte bu cehennemi iklimden besleniyor, feyz alıyor. El Kaide’den IŞİD’e, İhvan’dan Hamas’a bin türlü tuhaf, karanlık örgüt dolaşıyor bu bataklıkta. Dünyanın banliyölerinin inancı artık İslam. O banliyölerdeki yoksulluk, sefalet, derin kaybetmişlik duygusu hepsi birlikte yan yana gelip bu inançla yeniden yoğruluyor, zehirli bir senteze dönüşüyor. İslam’ın hüküm sürdüğü sanılan o ülkelerde gerçekte hükmünü sürdüren sınırsız bir boğazlaşma, kin, öfke. Müslüman Müslümanın kurdu artık, yoksul yoksulun düşmanı. Onlar boğazlaşırken, tepelerinde emperyalistlerin kucağında yer bulmuş, piyasanın sonsuz güçlerine iman etmiş, tuzu kuru öteki “Müslümanlar” hüküm sürüyor.

Ve işte sonuç ortada. Cennete gitmeyi umut eden insanlar kendi elleriyle inşa ettikleri gerçek, somut, yakıcı bir cehennemde yanıp tutuşuyor. Ruhları azapta, bedenleri azapta. Ve bitiyor öte dünyaya inançları yandıkça. Dünyevileşiyor her şey.
                                                                            ***

Artık ne diriye ne ölüye saygıları var haliyle. “Şehremini” Kadir Topbaş 15 Temmuz dincinin dinciye darbe girişimi üzerine İstanbul’a hainler mezarlığı kurmaya kalkıştı hatırlayacaksınız. Hatta kapısına tabela bile diktirmişti. Diyanet İşleri mahcup, “bari tabelayı kaldırın” dedi ve böylece bu rezalete son verilmiş oldu. Fakat talihinin cilvesi, damadının da o hainlerden olduğu anlaşıldı sonra. Şimdi sesi sedası çıkmıyor.

İki yıl önceydi. Çağlayan Adliyesi baskınında öldürülen DHKP-C'li Şafak Yayla'nın cesedinin mezarlığa gömülmesine izin vermedi civar köylüler. Annesi de evinin bahçesine gömdü oğlunun cesedini. O milli histerisi gelişkin köylüler bunun üzerine annenin evine saldırdılar, taşladılar. Cesedi çıkarıp dereye atmakla tehdit ettiler. Anne, üzerine beton dökerek korumaya aldı oğlunu. Sonra da elinde fener sabahlara kadar nöbet tutu ölüsünün başında, “acımı yaşatmadılar bana” diye ağıtlar yaktı. Dedi ki soranlara; "Ne olur ne olmaz diye, mezarın yanlarını ve üstünü betonla kapattık, üzerine de toprak döktük. Gece oğlumu oradan mezardan çıkarıp alırlarsa ne yapacağız? Dinimizde mezarı yaptırmak için 6 ay geçmesi lazım. Ama korkudan, ne olur ne olmaz diye bu tedbiri aldık. Sabaha kadar balkonda el feneri ile mezara bakıp oğlumu bekliyorum. Ben bir anayım, acılıyım. İçim yanmış. Aslan gibi 24 yaşındaki oğlum gitmiş. Niye gitmiş, ne olmuş? Niye bu hale geldiler? Onun için mezara beton döktürdük?" Baba ne desin bunun üzerine…”Bu yaşta ölümü seçmişse saygı duyuyorum” diye mırıldanabildi ancak.

Bir milletvekilinin, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesini gömdürmediler geçen gün. Gömülmüş anne mezarından çıkarılıp taa Tuncelilere taşındı. Sanki Tunceli başka ülkenin ili, başka ülkenin toprağı.
                                                                            ***

Ne söylüyorlarsa yalan. Ne ölenler hain, ne kalanlar kahraman. Çürümüş bir düzenin kurbanlarıyız hep birlikte. Öyle bir koku ki üzerimize bulaşan, kendimize olan saygımızı yitirdiğimizden ölülerden çıkarmaya çalışıyoruz hıncımızı.

Hatun Tuğluk ne yapmış olabilir ki ölüsüne saldıran barbarlara? Kızı suç işlediyse öder bedelini, zaten mahpusta. Ayrıca insanlık ailesi suçu şahsileştirmeyi başaralı çok uzun zaman oluyor. Hem babasının ölüsüne saygı gösterdiği oğluna sen kimsin ki saygısızlık edeceksin? Tek açıklaması var bunun: Yeniden kabile toplumuna dönüşüyoruz. Bu barbarlığın nüksetmesi ondan.

Ortada hiçbir kışkırtıcı sebep yokken, sırf gücü var diye başkalarına zarar verenlere barbar demiş Romalılar. İlkellikle eş anlamlıdır. İlkel barbarlarız artık.

                                                                              ***

Şair Adonis, “kötülük yapmamasının tek nedeni inancı olan insanlardan korkarım” demişti bir keresinde. Bunların inancı da artık kötülük yapmalarını engellemiyor. AKP cehenneminde yanıyoruz, yarımız ölü yarımız diri. Ateşi körüklemekten başka çıkar yol kalmadı bize…

Ne ölenler hain, ne kalanlar kahraman. Ne diyorlarsa yalan. Eğer direnmezsek bu çürümeye, bu ahlaksızlığa, bu ilkelliğe, hepimizi toplayıp hainler mezarlığına defnedecekler yakında.

Orhan Gökdemir / SOL

Fransa’da kriz! - ERHAN NALÇACI

1848 Devrim’i Avrupa’yı Paris barikatlarından başlayarak sarsar ancak burjuvazinin ilkesiz, gerici ve işçi düşmanı karakterinin ortaya çıkması yenilgiye neden olur. Yenilgi sonrası Marx ve ailesi 1849 yazında Paris’e gelir ve bir ev tutarlar. Prusya burjuvazisi Fransa’dakilerle işbirliği yapmaktadır. Almanlar ihbar ederler ve kısa bir süre içinde Fransız polisi sürgün kararı ile Marx’ın kapısına dayanır.

Marx, Jenny ve çocuklar, yoksulluğu da sırtlayıp, hayatlarının sonuna kadar yaşamak zorunda kalacakları İngiltere’ye göç etmek zorunda kalırlar.


Tabi ki İngiliz burjuvazisi daha demokrat olduğu için değil, Fransa’ya göre bir işçi sınıfı ayaklanmasına karşı çok daha güçlü tamponları olduğu için Marx’ı ve diğer 1848 devrimcilerini kabul eder.

Ve hâlâ durum böyle, Fransa’nın işçi sınıfına karşı tamponları daha zayıf. Buna karşılık İngiltere’den sonra emperyalist dünyanın en deneyimli - siz bunu kirli ve karaktersizi deyin- burjuvazisi Fransa’da bulunuyor.

1871’de daha yeni savaştığı ve yenildiği Prusya ile işbirliği yapıp Paris Komünarlarını katleden bu katiller, Hitler’i işçilere tercih edip Fransa’yı Nazilere savaşmadan teslim etmişlerdi.

Her fırsat bulduğunda Afrika’nın yoksul haklarını kapı arkasında pataklayan, ama kendisinden güçlü emperyalist ülkelerin arasında denge politikası izleyen Fransız burjuvazisi bir kez daha bir krizle yüzleşti ve kendi iğrenç yöntemleri ile bunu aşmaya çalışıyor.

Avrupa Birliği emperyalizminin ikinci büyük merkez sermayesi olduğu halde ciddi bir iktisadi sorunla karşı karşıya. Yüzde 10’a varan işsizlik, %24 civarındaki genç işsizlik ve %100’e varan devlet borcu/GSMH oranları ile daha çok güney Avrupa ülkelerinin düşük profiline yaklaşıyor.
Ayrıca emperyalist ülkeler arası rekabet sorunları var. Dünyanın hemen her yerinde işçi sınıfına yapılan saldırılarla emek maliyetleri çok düşürüldü. Fransa’da ise görece örgütlü olan ve daha yüksek sosyal haklara sahip işçi sınıfının direnci buna engel oluyor.

Marx’ı Fransa’dan sürmüş olabilirler, fakat Marx’ın keşfettiği yasalar çalışıyor. Uluslararası rekabet için Fransız burjuvazisinin daha yüksek sömürü oranına gereksinimi var. Bu ise işçileri daha uzun süre, daha hızlı ve daha düşük ücretle çalıştırmayı gerektiriyor. Tabi ki işçilerin örgütlülüğüne ve birliğine saldırmayı da.

Bu nedenle uzun süredir ceplerinde beklettikleri iş yasasını 2016’da ileri sürdüler. Bize çok tanıdık gelecek bir paket yasa teklifiydi bu. Günlük çalışma saatlerini 12 saate, haftalık çalışma saatini 35’ten 60’a çıkarıyor, kıdem tazminatına göz dikiyor, iş güvencesini ortadan kaldırıyor, sendikaların gücünü bölüyor, tatil haklarına elini uzatıyor, emeklilik yaşını uzatıyor vb. Sonuçta bir burjuvanın rüyasında görebileceği birçok maddeyi kapsıyordu.

O günkü hükümet (parti isimlerine gerek yok, hepsi aynı çünkü) yasayı meclisten kaçırarak doğrudan Senato’nun onayına sunmayı denedi.

2016 baharından itibaren Fransa işçi eylemleri ile çalkalanmaya başladı. Yüz binlerce kişinin katıldığı sokak gösterileri yapıldı. Haziranda grevler bütün ülkeyi sarstı, zengin mahallelerinin elektriği kesildi, demiryolları ulaşımı durdu, nükleer santraller kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı, ülkede benzin kıtlığı başladı.

Ve 2016 Temmuz’u başında bir Tunus kökenli bir şeriatçının kullandığı kamyon Fransız Devrimi’nin yıldönümünde Nice’de kalabalığın arasına dalıp 84 kişiyi öldürdü.

O gün ilan edilen OHAL devam ediyor. OHAL gerekçesiyle grevler, sokak eylemleri ve basın özgürlüğünde çok önemli kısıtlamalar oldu. Ayrıca Fransız işçi sınıfı Fransız ve göçmen işçiler diye bölünme tehlikesi altında kaldı. Terör saldırıları zaman zaman tekrarlandı ve korkunun havada asılı kalmasına neden oldu.

Şimdi faşist parti ile emekçileri tehdit edip seçtirdikleri köksüz liberal ve işçi düşmanı Macron aynı şekilde yasayı Meclis’i atlayarak Senato’ya sunmak istiyor. OHAL’i ise daha yeni 2017 Kasım’ına kadar uzattılar.

Buna rağmen Fransa’da bu ay içinde büyük işçi eylemleri olacak.

Bilim değerlidir, kanıta dayanır ve şüphecilik önemlidir. Ama Fransız burjuvazisinin sicili pekâlâ terör eylemlerinin kendi işleri olabileceğini bize söylüyor.

Devrim coğrafyasını, Fransız işçi sınıfı siyasi öncüsünü arıyor.

Erhan Nalçacı /SOL

Mavi Balina - Nilgün Cerrahoğlu

Geçende bindiğim bir taksinin şoförü, çocuklarıyla arasına “zamanın” açtığı uçurumdan bahsetmişti.
Henüz 40 yaşlarında olan şoför, “Benim kendi çocukluğumla çocuklarımın dünyası öyle farklı ki, onlara erişmekte büyük zorluk çekiyorum” demiş ve eklemişti:
“Biz çocukken sokakta oynardık, mahalleliyle takılırdık. Anne babamız, arkadaşlarımızı bilirdi, çevremizi tanırdı. Ben çocuklarımın internette bugün kimle mesajlaştıklarını, kimle arkadaşlık ettiklerini bilmiyorum. Kızlarımdan biri 12, diğeri 14 yaşında. Anneleri küçükken onlara lalettayin TV bile seyrettirmezdi. Saatler geçirdikleri internette şimdi ne yapıyorlar bilmiyoruz. Yapabileceğimiz tek şey onlara elimizden geldiğince yanlışı, doğruyu öğretmek. Hepsi bu!”
Öyle milattan önce filan değil.
Konuştuğum şahıs 1970’lerde doğmuş. Ama çocuklarıyla artık ortak bir dünyada yaşamıyor...
Hürriyet’in manşetinde önceki gün “Mavi Balina oyunu oğlumuzu öldürdü” başlıklı haberi görünce, kısa süre önce yaptığım bu konuşmayı hatırladım.
Habere göre ana baba “Gazi Üniversitesi öğrencisi çocuklarının son zamanlarda sanal ortamda sürekli Mavi Balina oyunu oynadığı için intihar ettiğini” açıklamış.
Gazi Üniversitesi öğrencisinin ailesi, çocuklarının son zamanlarda davranışlarının tanınmayacak kadar değiştiğini söylemişler, oğullarının “oyundaki talimatlara uyarak kendini jiletlediğini, boynuna ilmek geçirdiğini, korku filmleri izlediğini ve aylarca odasından çıkmadığını” belirtmiş ve “Oyunun son direktifi intihar etmesiydi. Ve bunu yaptı” demişler. 

Bilimkurguya taş çıkarır
Bilimkurgu romanları ya da filmleri gibi.
Başka bir zaman diliminde doğan insanların hafsalasına sığmayacak şeyler bunlar.
Şimdi sanal ortamda “Mavi Balina” denen bir “oyun” var.
Oyunu “ölümcül algı yönetimi” yapan gizemli moderatörler yönetiyor.
Gizemli moderatörler, sosyal ağlardan seçtikleri kurbanlarını, psikolojik baskıyla 50 günde intiharla biten korkunç sona yönlendiriyor.
Kurbana 50 günde gerçekleştirmeleri gereken -misal, hüzünlü şarkılar dinle, korku filmleri seyret, kesici aletle vücuduna dövme yap türü- akla ziyan “talimatlar” gönderiyorlar. Kurbanın, bir asker gibi bu absürt talimatlara uyduğunu internette sonra kanıtlanması isteniyor ve özgür iradesinin sıfırlandığı noktada “kendini öldür” talimatı gönderiliyor. Seçilen kişi kendini ya yüksek bir yerden atıyor, ya şakağına tabancayı dayayıp ölüme gidiyor.
Değme bilimkurgu senaryolarında “yok bu kadarı olmaz!” diyeceğimiz bu tür olaylar bir süredir artık gazetelerin günlük haber sayfalarında yer alıyor.
Bahardan itibaren dünya çapında konuşulmaya başlanan “Mavi Balina intiharları” arkasında tam ne var... bilmiyoruz. İntiharların gerçekliği tartışılmıyor. Tartışılan ölüme giden gençlerin “oyunla” olan ilişkileri. 

Rus ruleti misali
Bu ilişkilerin belgelerini bulmak çok güç. Örneğin bu bahsedilen “moderatörler” kim? Kurbanlarını tam olarak nasıl ağlarına düşürüyorlar? Nasıl oluyor da yargıya takılmadan dünyanın dört bir yanında onca insanı intihara sürüklüyebiliyorlar? 



Bilinen biricik “Mavi Balina” mahkûmiyeti, “oyunun mucidi” Rus psikoloji öğrencisi Phillip Budeikin. “Rus ruleti” gibi Rusya’dan çıkan ölümcül oyunun fikir babası Budeikin’in, 16 genç kızı “intihara teşvik ettiği” iddia ediliyor.
Tartışmalı oyunun (ABD seçimlerine bile sanal mecrada karışan!) Rusya’dan çıkması, ayrıca “komplo teorilerini” besliyor. Putin sırf internete yeni yasaklar getirsin diye ana babalar arasında korku yayan “Mavi Balina oyununun” Rus sağı tarafından yaratıldığını söyleyenler de yok değil...
Nereden bakarsanız bakın film gibi.
Film gibi bir çağda yaşıyoruz. Ama biz her dem “Mavi Balina” misali yönetilen bir gündemle boğuştuğumuzdan, bu büyük filmi ancak ucundan izleyebiliyoruz.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Leyla Alaton’a APAÇIK mektup! - Ayşenur Arslan

Aslında Leyla Alaton’la hiç tanışmadım. Hatta galiba aynı mekânda bile bulunmadım. Bazı gazeteci kadın arkadaşlarımın arkadaşı olduğunu bilirim. Onlardan da sıcakkanlı, sevimli bir kadın olduğunu duymuşumdur. O kadar!

Peki, aşağıda “mektup” niyetine yazacaklarımın muhatabı neden Leyla Alaton? Diye soracaksınız..

Şundan:
Nuriye ve Semih’in Perşembe günkü duruşmasına dair haberleri izlediğim zaman -şu sıralarda zaten pek yerinde olmayan- aklım gidiverdi.
O anda sokağa çıkmak.. Bağırmak.. Birilerine kafa falan atmak istedim.
Elbette, kafa atılabileceklerin listesi çok ama çok sınırlı.

Örneğin, Erdoğan’dan söz bile edemem. Bir kere yanına yaklaşmam söz konusu olamaz. Üstelik boyu çok uzun. Kaldı ki, hayat boyu cezaevinde kalmaya niyetim yok.

Binali Yıldırım desek.. Belediyeleri “mezarlıklar ve cenaze işleri konusundaki başarıları” nedeniyle tebrik etmeyi “espri” zanneden biri. Kafama yazık! Saçlarımı da yeni yıkadım zaten.

Devlet deseniz, soyut bir kavram. Kafa atamazsınız.

Böyle böyle delirirken, aklıma gazeteciler de gelmedi değil. Doğrusu hiç biri içime sinmedi.
Kürt siyasi hareketinden ve soldan gelip, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kankalığına terfi eden Mahmut Övür mü! Ya da (öteki) Kabataş yalancıları mı? Değmezler!

Derken, hafızamın derinliklerinden bir yüz çıkıp geldi: Leyla Alaton.
Zihnim neden onu seçti, bilmiyorum.
Belki de, Referandum öncesi ünlü ve önemli kadınların buluştuğu bir davette Emine Erdoğan’ın elini (haberlere göre) “hararetle” sıkıp şöyle demesinden:
“Hanımefendi, var gücümle ‘evet’ çıkması için uğraşıyorum ve uğraşmaya devam edeceğim.”
Leyla Alaton, kadın / başı açık / gayrı müslim / üstelik evlilik dışı beraberliğini toplumla paylaşmaktan çekinmeyen bir isim.
Yani, Emine Erdoğan’ın ve onun temsil ettiği düşüncenin “nefret ettiği” bir kimliğe sahip.


“Neden çıkartıyorsun” diye sormayacaksınız herhalde.
Yine de bir anekdotun sırası: Emine Erdoğan, eşinin başbakanlığı sırasında bir yurt dışı gezisinde, bulunduğu ülkedeki büyükelçinin eşi tarafından ağırlanır. Sohbet sırasında Emine Erdoğan, büyükelçinin eşine “çok da iyi bir insansınız, sizin için çok üzülüyorum” der. Nedenini de hemen açıklar. Büyükelçinin eşi, ilk eşinden ayrıldıktan sonra, “evlilik dışı” beraberlik yaşamıştır. Bu yüzden de Emine Erdoğan’ın bizzat ifade ettiği üzere “cehenneme gidecek”tir.
Bu düşünceye / inanca sahip bir kişinin, Leyla Alaton’a “nereyi” uygun göreceği açık.
Ya Leyla Alaton, kendisine, çocuklarına nasıl bir ülkeyi uygun bulmakta acaba?

                                                                             • • •

Referandumda “evet” çıktığı (ya da çıkarıldığı) için, tüm yetkiler (O) tek kişide toplandığına göre.. Memleket tam da tahmin ettiğimiz gibi, bir OHAL ÜLKESİ haline geldiğine göre.. Deniz kenarında bira içti diye kadınların gözaltına alındığı bir “yere” vardığımıza göre..
Leyla Alaton, çabasının karşılığını almış olmalı.
Aferin ona.
Endişe etmesin. Kafa atmak, mecazdan ibaret. Böyle bir şeye kalkışacak değilim. Elbette “ben ne yaptım” diye kendi kafasını bir yerlere vurursa, onu bilemem.
Sadece..
Bu “apaçık” mektubu okursa veya okumuş birinden duyarsa şunu bilmesini arzu ederim.

                                                                             • • •

Hukuk tarihi adına okuduğum her şey, bana şunu -yeniden ve yeniden- göstermiştir. Hukuk, hem sınıfsal bir meseledir hem de insanlığın yolculuğundaki trajik süreçleri anlatır.
Örneğin, bir zamanlar 10-12 yaşındaki çocukları bile -mesela beyin arazisinde sülün avladı diye- idam etmişler. O zamanlar, ne herhangi bir yargıç ne de herhangi bir “bey” bunu yadırgamamış. Sonra, birilerinin yürekli mücadelesi sayesinde bu vahşet, tarihin çöplüğünü boylamış.
Geçmişe gitmeye bile gerek yok. Günümüzde, Leyla Alaton gibi başı açık, evlilik dışı ilişki konusunu “tabu” olarak görmeyen kadınlar “şeriat” gereği ölümle cezalandırılıyor. Hani şu benzemeye çalıştıkları ülkelerde.
Yok! Leyla Alaton’un başına böyle bir felaket gelecek değil elbette. En azından şimdilik.

Ama bu ülkede bazı kadınların ve erkeklerin başına çağ dışı / vicdan dışı / adalet dışı şeyler geliyor.
Nuriye ve Semih örneğin.
Perşembe günkü duruşmaya “götürülmediler”. Ankara İl Jandarma Komutanlığı, Nuriye ve Semih’in “personel yetersizliği” ve “oluşabilecek sağlık sorunları nedeniyle” duruşmada hazır edilemeyeceğini bildirdi.
Efendim, duruşma salonuna merdivenle ulaşılabiliyormuş. Nuriye ve Semih yürüyemiyormuş. Dolayısıyla tekerlekli sandalye ile çıkartmak gerekiyormuş. Zormuş. Kaldı ki, duruşma salonu, iki sanığın sağlık durumları açısından elverişli değilmiş.

Leyla Alaton, bir iş kadını olarak hukukla ilgilenmiyor olabilir. Anlatayım. İngiltere’de ta 1679 yılında çıkartılan bir yasa var: Habeas Corpus Yasası.
Habeas Corpus (latincedir) kabaca “bedeni / hakkı var” anlamına gelir.
Yasa, insanların, mahkemeye bile çıkmadan yargılanıp hapse / ölüme mahkum edildiği bir dönemde, tarihi bir adımdır.
O günlerin hukukçuları demiş ki “İnsanın mahkemeye gelmesi, duruşmaya bizzat katılması, kendisini savunup tutukluluğa itiraz etmesi HAKKIDIR”.
Sene 1679, hanımefendi.

Sizin var gücünüzle var etmeye çalıştığınız Türkiye’de, sene 2017.. Nuriye ve Semih mahkemeye götürülmedi. GÖTÜRÜLMEDİ.

Dedim ya, kafa falan atacak değilim. Ama izninizle en azından bu mektubu başınıza çalabilir miyim!!!

Sincerely yours!

Not: Eklemeye gerek var mı bilmiyorum. Nuriye ve Semih sağlık nedenleriyle mahkemeye götürülmedi, ama mahkeme onlar için “tutukluluğa devam” kararı verdi!!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

 

15 Eylül 2017 Cuma

Faşizme muhalefet potansiyeli - KORKUT BORATAV

İslamcı Rejime “Yumuşak” Geçiş
“Akıl için yol birdir…”  Bu özdeyişin güç koşullarda “sosyalist akıl” için geçerli olduğunu düşünüyorum.
Örneğin İslamcı faşizme geçiş sürecini en erken algılayanlar sosyalistler oldu. “İslamcı”  nitelendirmesinde çekinceler oluştu; ama, “otoriterleşme, tek adam yönetimi” gibi teşhislerin yetersizliğinde birleşildi.  Sermayenin ve emperyalizmin genel çıkarlarıyla tam uyum sağlayan; iktidara kalıcı olarak yerleşmeyi şiddet yöntemleriyle, anti-demokratik yasalarla güvence altına almayı hedefleyen  bir baskı rejimi faşizmdir.


Son on dört  ayın OHAL/KHK düzenlemeleri ile bu baskı rejimi, adım adım yerleşmektedir.
Bu süreç içinde  AKP’nin stratejisinde bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. İslamcı rejime, küçük, iddiasız adımlarla (adeta “çaktırmadan”) geçmek daha güvenli görülmüş olsa gerek. KHK düzenlemeleri, yönetmelik revizyonları, merkezî/yerel yönetimlerdeki (müftülere nikah yetkisi, okullara mescit, yeni eğitim müfredatı, Cuma namazına uyarlanan mesai, kadınlara ayrı otobüs gibi) kimi uygulamalar örnektir.

Bunlara resmî çevreler tarafından açıkça sahiplenilmeyen  sembolik (heykel kırma, “dekolte” kadınları taciz gibi) saldırılar eklenmelidir. İktidar ile “muteber” cemaat / tarikat çevreleri arasında örtülü-açık işbölümü, işbirliği, eşgüdüm akla geliyor.

Mevzuatta, yargı içtihadında, uygulamalarda  küçük revizyonlar, hukuk sistemini fiilen  şeriata yaklaştıracaktır. Sokaklardaki yobaz baskıları, resmî dairelerde yaygınlaşan ayrımcı uygulamalar, insanlarımızı “belâya bulaşmamak, rahat etmek” için İslâmî hayat tarzına sürükleyecektir.
Bu dönüşümler,  hukukî, toplumsal ve güncel hayatın fiilen veya kurumsal olarak kalıcı öğeleri haline geldiğinde; bunlara alışıldığında rejim de değişmiş olacaktır.
İslamcı bir anayasa metnine gerek yoktur.

Anayasa Referandumunu Hatırlayalım
Bu programın kritik bir zafiyeti var: İktidar, programın gerçek amacını açıklamaktan kaçınmaktadır. Açıklansaydı, kabul görmeyeceğinin farkındadır. Zafiyet, programın kendisidir. AKP, bu yüzden gerçek gündemini, programın kritik aşaması olan Anayasa Referandumu sırasında itinayla gizledi. Anayasa revizyonunun, “Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen karanlık güçlerin, terörün yenilgisi”; “millî birlik, beraberliğin sağlanması”; “Türkiye’nin güçlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması…” gibi yüce amaçlar için yapıldığını ileri sürdü.
Ana muhalefet ise “otoriter rejim” vurgulamasına odaklandı. “Hangi amaçla, neyi gerçekleştirmek için…” sorusunu yanıtlanmadı.

Referanduma sunulan 18 maddelik anayasa taslağı, aslında iki stratejik hedef üzerinde odaklanmıştı.
Birincisi, İslamcı bir rejime geçişin hızlandırılması; ikincisi, Türkiye’yi yönetecek olan Cumhurbaşkanı’na süresiz dokunulmazlık sağlanması… Rejim değişikliği, Cumhurbaşkanı’nın hemen hemen sınırsız yetkileri sayesinde gerçekleştirilecektir.

On dört aylık OHAL/KHK düzeni, 2019 sonrasında Cumhurbaşkanı’nın neler yapabileceğine dair  ipuçları verdi. Bunları iki yıl sonrasına taşıyın; İslamcı düzene yumuşak (“çaktırmadan”) geçiş yöntemlerini genişletin; rejim değişikliği hızla  gerçekleşmiş olacaktır.
Meclisi feshetme yetkisi, Cumhurbaşkanı’nın süresini uzatma  imkânı da sağlamaktadır. (Madde 11 ile 1982 Anayasası’nın değiştirilen 116. maddesi).  Süreleri üst üste ekleyebilen herkes farkındadır ki, bu düzenlemeler, bugünkü Cumhurbaşkanı’na (belki de) ömür-boyu dokunulmazlık sağlayabilmektedir.

Niçin süresiz dokunulmazlık? Aralık 2013’te açığa çıkan ve AKP’nin zirvesinden kaynaklanan yolsuzluk dosyaları, belgeleri, TBMM’de iktidar partisinin oylarıyla ört-bas edilmiştir; ama kapatılmamıştır. Süresiz dokunulmazlık arayışlarının bu bilançoyla ilgili olduğunu (başta AKP’liler) herkes biliyor.

“Seçilmek şartıyla…”  diye itiraz edilebilir. Ancak, 2015’te hükümete biat eden YSK örneği ve süregeleceği anlaşılan OHAL/KHK rejimi altında hesap budur.

AKP Programının Zafiyeti
Yukarıdaki kritik tespiti tekrarlayayım: Cumhurbaşkanı ve AKP kadroları, sözünü ettiğim İslamcı rejime geçiş ve süresiz dokunulmazlık hedeflerinin açığa çıkmasını istemediler.
Sonraki iki yıla da bakınız: İslamcı rejime geçişi açıkça, adını koyarak savunamıyorlar. Cumhuriyetçi tepkiler sertleştikçe ya geri çekiliyorlar; ya da “yanlış yorumluyorsunuz, önemsizdir” tevillerine geçiyorlar. “İslâmî sokak baskısı” açıkça benimsenemiyor; “bizimle ilgisi yok” diye geçiştiriliyor.  Fırsat doğduğunda, belki farklı kapsamda yeniden deniyorlar.
Niçin böyle? Çünkü, Türkiye toplumunun çoğunluğunun, hâlâ Cumhuriyet değerleri ile barışık olduğunun farkındalar. Halk Müslümanlığı’nın, siyasî İslam tarafından fethi, henüz tamamlanmadı. Referandum öncesinde CHP’nin, “Cumhuriyete, laikliğe, Atatürk’e karşısınız; İslamcı rejim istiyorsunuz …” suçlamalarından uzak durması onları rahatlattı.
Fark ettiler ki, Cumhuriyet ilkelerine dayalı bir muhalefet sürdürülseydi, Anayasa taslağının açık-ara reddedilmesi olasıydı.
“Dokunulmazlık” öğesinin yolsuzluklarla bağları ise, “17/25 Aralık FETÖ tezgâhıdır” söylemiyle bir süre gündem dışında tutulabildi. Zafer Çağlayan’ın New York Federal Mahkemesi’nde sanıklığı, iktidarı paniğe sürükledi; şamatayla geçiştirilmesi güçtür.

Anti-faşist Muhalefet Potansiyeli
AKP stratejisinin başarısı, açığa çıkarılmamasına, teşhir edilmemesine bağlıdır. Halk çoğunluğu, bu iki ayaklı programa onay veremez.

Yolsuzluklara karşı çıkmak, “yurttaşlığın icabıdır”; normaldir. Ancak, yurttaşlık bilincindeki aşınmayı ve suçlamaların “FETÖ tertibi, dış komplolar” türü söylemlerle sulandırılmasını önlemek gerekir.
Cumhuriyetçilik ise, İslamcı faşizme karşı muhalefetin doğal, birleştirici öğesidir.
Bu iki öğeden oluşan muhalefet potansiyeli güçlüdür; ama, fazlasıyla yaygındır, rengârenktir; bazıları kavgalıdır.
“Vatan bölünmez” ilkesini, anti-emperyalist konumlar ve bağımsızlık tutkularıyla birleştiren sert milliyetçi renkleri ve Kürt hareketinin demokrat, laik öğelerini içerebilir.  Aydınlanmacılar, sosyalistler, radikal, katıksız demokratlar,  İslamcılığa savrulmamış liberaller buradadır. Büyük çoğunluk, Alevîliği de kapsayan Müslüman kimlik taşımaktadır. AKP-dışındaki İslamcı siyaset çevreleri bu blokun dışındadır.
Bu kalabalıktan, karmaşık yelpazeden etkili bir muhalefet platformu çıkabilir mi? Çıkarsa, AKP programı önlenebilecektir.

CHP’nin Özgünlükleri
İdeolojik akımlardan partilere geçtiğimizde CHP ayrıca önem taşır. Bu partinin, örgüt tabanı, üyeleri, seçmenleri, milletvekillerinin çoğunluğu, aydınlanma ve Cumhuriyet değerlerine ödünsüz sahip çıkar. Bu özellikleri güncel siyasete taşıyan bir CHP, İslamcı faşizmi frenleyecek olası bir platformun önemli  bir öğesi olur.

İslamcı rejime ve yolsuzluklara karşı çıkan bir muhalefet platformu, CHP’nin doğal, geleneksel çizgisidir. Ne var ki Parti’nin üst yönetiminde sıkıntı vardır. İslamcı cephenin saldırıları karşısında  “savunma refleksleri” oluşmuştur; bir türlü aşılamamaktadır. AKP muhalifi İslamcılarla bir “demokrasi ittifakı” ısrarla aranmaktadır.
Çok sayıda örnek var. İkisine değinmekle yetineyim.
İlk örnek,
CHP’nin Eğitimin Üç Şartı: Bilimsellik, Adalet ve Laiklik başlıklı 7 Eylül çalıştayı ile ilgilidir. Çalıştay başlığı, İslamcı faşizme muhalefette doğru teşhisi içermiştir. Bildiriler, katkılar, AKP’yi savunmaya zorlayacak çizgidedir.
Ne var ki, çalıştayı uzunca (altı sayfalık) bir sunuş ile açan Genel Başkan, konuşma metninde, “laik” ve “laiklik” sözcüklerini bir  kez bile kullanmamıştır.
Beşerî sermayenin, öğretmenlerin  önemi, eğitim reformunda uzmanların rolü, özel okulların sorunları, köy enstitüleri” gibi  önemli konulara değinmiştir; ama, çalıştayın üç ana konusundan biri olarak ilan edilen laiklik kavramından, sözcük olarak dahi uzak durmuştur.  Anlaşılan Genel Başkan, birkaç yıl önceki “laiklik tehlikede değildir” görüşünü hâlâ korumaktadır.
İkinci örnek,
Adalet Yürüyüşü’nden sonra Kılıçdaroğlu tarafından okunan Maltepe Manifestosu ile ilgilidir. Burada, en azından, “eğitimde laiklik ilkesinin aşındırılmasına son verilmeli” talebi yer almaktadır. Ne var ki, bu değinme, laikliği, “din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi” olarak gösteren bir tuhaf ifadeyle birlikte yer almaktadır.  
Dahası, bugünün ortamında laiklik talebi, eğitimle sınırlı olamaz. Devletin, kamu yönetiminin, toplumsal ilişkilerin  ve günlük hayatımızın din kurallarından ve baskısından arındırılması gündemini kapsar. “Din ve vicdan özgürlüğü” çerçevesinde anlaşılan bir laiklik anlayışı ise, İslamcı doktrinin tipik bir aldatmacasıdır.

Muhalefet Potansiyeli Nereye?
AKP’nin stratejik hedefleri dikkate alınırsa, anti-faşist potansiyelden hareket eden ortak bir mücadele platformu sadece iki öğede birleşebilir: Cumhuriyetçilik ve devletin yolsuzluklardan arındırılması…
Bu türden bir platformda birleşen çeşitli akımlar, bu muhalefet gündemiyle sınırlı kalamaz. Türkiye siyasetine ayrıca, kendi programları doğrultusunda da müdahale edeceklerdir.
Örneğin sosyalistler, OHAL’i emekçilerin tarihsel kazanımlarını tasfiye için bir fırsat olarak kullanan sermaye çevrelerini teşhir edecek; AKP’nin Orta Doğu saldırganlığının emperyalizmle yakın işbirliğinden kaynaklandığını hatırlatacak; iç ve dış sermaye çevrelerinin yeni bir “ılımlı İslam” arayışına karşı çıkacaktır.

En azından ümit edelim ki bu önemli ayrışmalar, İslamcı faşizmle mücadelenin ayrı ve ortak bir platform içinde başlatılmasına engel değildir.

Korkut Boratav / SOL

Öğretmen - MÜSLÜM GÜLHAN

Mesleğiniz?” sorusuna, “öğretmen” olarak verilen cevabın içindeki onur ve kıvancın karşılığı çok üst seviyededir.


Emeğin kutsallığının ortaya koyduğu bir seviyeden bahsediyorum… Ve bir duruşun ifadesidir.
Mesleğin hammaddesi insansa ve hele hele çocuk olunca, eserlerinin tamamı ete kemiğe bürünmüş bir sanatçıdan bahsediyorum…
Bilime ve bilgiye olan inancın korunması kararlılığı nedeniyle bedel ödemenin vicdanından bahsediyorum…
Yaşam içindeki birikimler sayesinde herkes kendi heykelini yontmaktadır. Bu sürecin içerisinde, heykeli yontmak için kullanılan aletlerin ne olduğunu ve heykelin hangi maddeden yapılması gerektiğinin tüm detaylarını öğretmenin temel öğretileri ve eğitimi sağlamaktadır. Bunlar kişiden kişiye farklılık gösterir. Süreç içerisinde bunların ayrımına varmak ve şekli netleştirmek alınan bu öğretilerin yansıması olur.
Bu yüzden mesleğin gerçek tanımını yaparken: Akıl ve vicdanın ete kemiğe bürünmüş halidir, demek gerekir. Aklın temelini “bilgi”, vicdanın temelini de “meslek ahlakı” ve “etik değerler” almaktadır.
Dünyaya gelmiş olan küçük bir çocuğun en önemli talebi; yaşama tutunmak için gerekli olan boşlukları doldurmaktır. Bunlar, fiziksel anlamadaki gelişimiyle, zihinsel anlamadaki gelişimini karşılayacak ve tatmin edecek taleplerdir. Çocuğun talepleri: almaya sonuna kadar açık olduğu doğru, yeni bilgilerdir.Tüm bu ihtiyaçların formatını belirleyecek olan kişinin öğretmen olması, bir tesadüf değil bir sorumluluktur. Zaten bu sorumluluğu alma talebi, bu mesleğin kendisini oluşturur.
Ama öğretmen de bir insandır! Onun da yaşama karşı bir tepkisi vardır ve bu tepkileri belirleyen donanımlar onu da normal makul bir insan kılmaktadır. Dünyayı algılamakla ilgili düşüncelere sahiptir.
Sabah kalkıp giyinip, kahvaltısını yapıp, yola çıkıp okula gelene kadar koşullar onun içinde aynıdır ve o da aynı koşullara bir takım tepkiler vermektedir. Diğer tüm insanlar gibi…
Nereye kadar?
Ta ki o ‘kara tahta’nın önüne geçene kadar!
Mesleğin kutsallığını ortaya koyulduğu yerdir o ‘kara tahta’nın önü…
Çünkü yaşama tutunmak için talepleri olan ve boşluk içinde bulunan çocukların, bu ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğu işte bu noktada mesleği kutsal yapmaktadır.
Neden mi?
Vereceği bilgiyi saf, temiz ve objektif biçimde verme zorunluluğu kutsallığın kendisini ortaya koyar. Buradaki değer, bilginin bilimsel öz yapısının bozulmadan verilmesi için aklın ve vicdanın birlikte hareket etmesidir.
Öğretmenin dünya ile olan kişisel diyaloğu o kutsal alanda son bulmaktadır. Artık o alanda sorumluluğu başlar…
Tabii bu ortamı sağlayacak olan sistemden öğretmeninde talebi olacaktır: ‘Kara tahta’nın önünde özerkliğine sahip olma isteği bunların başında gelmektedir. Bu bilgiyi özgürce ve doğru sunmak için zorunlu taleptir.
Bunların sağlanması için sistemin, Sayın Prof. Dr. Selçuk İpek’in söylediği gibi “adil” ve “özgür” olması gerekir.
Eğitim bir süreçtir. Sonuçları sadece bir çocuğu değil, toplumu, ülkeyi ve dünyayı ilgilendirir.
Bir bebekten katil yaratma sendromunun altında yatan gerçeklerle, bir bebekten Einstein yaratma gerçekleri eğitim sistemi içindeki koşulların sağlamlığının veya sakatlığının ortaya koyduğu sonuçtur.
Öğretmen vicdanının içinde sadece kendine ait ve topluma ait ahlaki değerler yoktur. Tüm dünyada geçerli olan etik değerlerde bulunur ve bulunmak zorundadır.
Bilginin evrenselliği aynı zamanda öğretmenlik mesleğinin de evrenselliğini ortaya koyar. Bilgiyi sunma şekli ve bilimsel gerçekliğinin kaybolmaması tamamen mesleki etik değerlerin içinde bulunur. Dünyadan kopuk, dogmatik bir eğitim sistemi ve bir öğretmenin bu sistemin bir parçası olarak bunları uygulama zorunluluğu veya isteğinin ortaya koyacağı sonuçlar çok ağırdır.
Müfredatların bir geçerliliğinin kalmadığı dünyada çocuğun, keşfetme ve yetenek gelişimi üzerine kurgulanmış öğrenme çabukluğu, ister istemez öğretmenin değişim için şartlara ayak uyduracak veya kendisinin şartları değiştirme isteği entelektüel birikim ve metotların araştırılmasını zorunlu kılar.
Bu noktadaki araştırma talebinin zaman olanağı ve bilgiye ulaşma çabukluğunu sağlayacak koşul, öğretmen için özgür bir ortamın içinde üretkenliğin sağlanmasıdır.
Bu koşulun sağlanması öğretmen tarafından istenilen kişisel bir talep değildir. Dünyaya entegre olma kaygısı içinde olan ve rekabet koşullarının sağladığı avantajdan yararlanmak isteyen tüm ülkeler için zorunluluktur. İnsan yetiştirmenin sorumluluğu, kişisel veya yöresel bir talebi karşılamak için ortaya konulan bir çaba değildir. Aksine, dünyaya ait olma kararlılığının üretkenliğidir.
Tüm konuşmalar ışığında Almanya’dan, Finlandiya’dan ve İngiltere’den birer öğretmen ile Türkiye’den bir öğretmenin okula gelişini, okul içindeki özerkliği ve özgürlüğünü, araştırma çalışmalarını ve okuldan çıkıp eve gidiş zaman dilimlerini düşündüğümüzde ortaya nasıl bir tablo çıkar?
Hele günlerden de ay sonuysa!
Düşünelim…
Yeni öğretim yılında tüm öğretmen arkadaşlara başarılar diliyorum.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

Ve koca bir ülke utanca hep birlikte katlanır... - MİNE SÖĞÜT

Art niyetli iktidarlar egemenliklerini korumak için yeryüzünün en tehlikeli dilini, kini ve nefreti fütursuzca kullanırlar.
Hükmettikleri kalabalıkları birbirlerine düşman ederek, yarattıkları karmaşada hedeflerine doğru yol alırlar.
Sonra bir gün birileri cenazelere saldırmaya başlar.
Cesetler mezarlardan çıkarılır, insanlar ölülerini bile kaçırmak, saklamak zorunda kalır.
Ve koca bir ülke utanca hep birlikte katlanır. 
 
İktidardakiler diledikleri kadar durumu kınasınlar, yapılanı gayri insani bulduklarını açıklasınlar, bu konuda asla samimi olamazlar.
Çünkü bugün o mezarlıkta yaşananların müsebbibi doğrudan onlar.
Daha dün, şaibeli bir darbede hayatlarını kaybedenleri, ne olup bittiği anlaşılamadan suçlu ilan ettiler.
Onları apar topar “hainler” mezarlığına gömdüler.
Cenaze namazlarının kılınmasına bile izin vermediler.
Ölüler üzerinden inşa edilmiş bir dille yaptıkları sivil darbenin zeminine özene bezene kinden ve düşmanlıktan taşlar döşediler. 

 
Bugün yaşananlar işte o meşrulaştırılmış kirli zeminin üzerinde vuku buluyor.
Hukukuyla birlikte bağışıklık sistemi de çöken bu ülkede yaşayanlar...
Kürt ya da Türk, Müslüman ya da inançsız, kadın ya da erkek, politik ya da apolitik, ölü ya da diri...
Biliyoruz ki, artık akla gelebilecek her türlü tehlikeye ve şiddete açıklar.
Laikliğe diş bileyenlerin haklarının yendiğini, onlara da iktidar şansı vermenin demokrasi adına elzemliğini tartışa tartışa kendi kendilerini diskalifiye edenler;
Boş kalan o alanı kimlerin nelerle dolduracağını hiç düşünmedikleri ve bu ideoloji iktidara çöreklenirse, ondan sonra nasıl bir ülkede yaşayacaklarını hiç umursamadıkları için bugün bir sürü utançla baş etmeye çalışıyoruz. 
 
Kefen edebiyatıyla kendisini ifade eden bir iktidarın ahlakında ve adaletinde hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Oysa her şey en baştan belliydi.
Tabii ki tarifi doğru yapılmadan iktidara teslim edilen Kürt sorunu çözülemeyecek aksine elimizde patlayacaktı.
Tabii ki milli eğitim evrensel bir eğitime değil doğrudan dini eğitime dönüştürülecekti.
Tabii ki adaletin elindeki terazi bozulmakla kalmayacak bir de yerini iktidarın çivili sopasına terk edecekti.
Ve tabii ki nihayetinde içimizde ve dışımızda mide bulandıran çirkin savaşlar çıkacaktı.
İnsanları ölülerini kaçırmaya mecbur bırakanlar, onlara hakaret edenler, onları tehdit edenler, toplumda hızla egemen olan o korkunç zihniyet istenildiği kadar soruşturulsun, cezalandırılsın, kınasın...
İsterlerse hepsini hapse atsınlar; ülkeden atsınlar, başlarından atsınlar.
Bir anlamı yok.
 
Ülkenin bu noktaya gelmesine neden olanlar iktidarda kaldığı sürece bu tehlikeli iklim değişmeyecek.
İktidarın hedefindekiler bu coğrafyada bundan sonra ölülerini bile toprağa huzurla gömemeyecek.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Amin alayı ile yapay zekâ -ÖZLEM YÜZAK

Stanford Üniversitesi’nden bilim insanları, bir bireyin 5 farklı fotoğrafını analiz ederek cinsel yönelimini yüzde 90 oranında bilen yapay zekâ geliştirmiş... iPhone kamerasının yüz tanıma özelliği yapay zekânın geldiği noktayı özetliyor.

 
Artık yüz tanıma tekniklerinin yapay zekâ algoritmaları ile birleştiği ve bireyin fotoğrafından bile sağlığından tutun ruhsal durumunun, suç analizinin yapılacağı bir çağın içindeyiz... 
 
Aynı çağın içinde... Eyüp Belediyesi gururla açıklıyor. Okula yeni başlayan miniklere okul korkularını yenmeleri için, Osmanlı’da “amin alayı” diye bilinen bir geleneği yeniden yaşatacaklarmış. Osmanlı’da amin alayında çocuklar sabah namazının ardından pırıltılı taşlarla süslü elbiseler giydirilerek faytonlarla camiye götürülür ve dua etmeleri sağlanırmış...
Aynı çağın içinde... Ders kitaplarında “Erkeğin okumuşu kadı, kadının okumuşu cadı olur” tarzı bilgiler olabiliyor. 
 
Bu hafta peş peşe iki önemli rapor açıklandı. Biri OECD’nin her yıl yayımladığı “Bir bakışta Eğitim: 2017” raporu, diğeri Dünya Ekonomik Forumu’nun 2017 Küresel Beşeri Sermaye raporu. Vurgu her ikisinde özetle şu; geleceği inşa etmede nitelikli insan kaynağının ve eğitimin önemine dikkat çekiliyor. Hangi ülkeler ilerleme sağlamış, hangileri gerilemiş, ülke politikalarının, ayrılan kaynakların etkisi nasıl olmuş vs... 
 
Gelelim bize... İşsizlik ve eğitimsizlikte şampiyonuz. Mesleki ve örgün eğitimin dışında olan ve herhangi bir işte de çalışmayan gençlerin oranı yüzde 33. Kadınların ise neredeyse yarısı (yüzde 46) bu şekilde. Okula gitseler ne olacak diyeceksiniz... Açıklanan yeni müfredatla daha iyi olmayacağı aşikâr. 
 
Eğitim raporunda yine çağın gereği STEM (fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) eğitiminin önemine dikkat çekiliyor ve ilginin arttığı vurgulanıyor. Türkiye ise; yükseköğretime yeni başlayanlar içinde STEM alanlarını seçenlerin oranında OECD sonuncusu. 
 
15 yaş öğrenci grubunda başarı seviyeleri ve yetenekleri en düşük seviyeli ülkeler grubunda yine Türkiye sonlarda... Brezilya, Costa Rica ve Meksika ile birlikte. 
 
Beşeri sermaye raporunda önemli bir vurgu var. Dünyada küresel eşitsizlik sorunsalının özünde yetenek krizi yattığı. Doğru ve nitelikli insan kaynağı yetiştirebilen ülkelerin bu kıskaçtan daha kolay kurtulabildikleri belirtiliyor. 
 
Eğitimi hallaç pamuğuna çeviren, laik çağdaş değerlerden hızla uzaklaştıran AKP iktidarına tek bir sorum var: Çocuklarımıza dünyadaki akranlarıyla rekabet edecek becerileri kazandırabiliyor musunuz? 15 yıllık iktidarın tek övünç kaynağı bugüne kadar inşaat oldu. Ona da itiraf niteliğinde bir açıklama bizzat kendilerinden geldi. 
 
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk geçen haftaki Ar-Ge zirvesinde bakın ne dedi? “Türkiye’de proje yapma kabiliyetimiz yok. Biz mühendislik yerine, yüksek binalar dikerek hamallık yapıyoruz. Dünyada inşaat sektöründe dördüncü sıradayız, deniyor ancak bina teknolojilerimizin tamamı yabancı. Yani hamallıkta dördüncüyüz. Tartışmamız gereken asıl konu bu. Ar-Ge’nin gelişmesi için temel kritik nokta mühendis yetiştirmemiz...”
Bir yerde amin alayı, diğer yerde yapay zekâ... Yönümüzü belirleyecek olan işte tam da bu nokta...

Özlem Yüzak/CUMHURİYET

14 Eylül 2017 Perşembe

Çocuklarımızı din dersine sokmuyoruz - İLKER BELEK

Aydınlanma Hareketi uzun zamandır zorunlu din dersine karşı mücadele veriyor. Bunun için hukuksal bir algoritma hazırladı. Velilerin bu algoritmayı izleyerek dava açmaları ve hatta davalarında kendi avukatlıklarını yapmaları bile mümkün. Açılan davalar kazanılıyor da.
Ben hep din siyasettir diyorum. Çocuklara öğretilmesinin de siyasi bir faaliyet olduğunu, çocuğun doğuştan itibaren tam anlamıyla yaratıcı, bilimsel bir şekilde işleyen beynini korkularla doldurmak anlamına geldiğini düşünüyorum.

Eğer bir insanın beyni bu şekilde işleniyorsa biliniz ki o insanın aklını kullanmaması ve kul köle olması istendiği içindir.
Üstelik bütün psikolog ve psikiyatrların üzerinde uzlaştıkları gibi dini konuların içeriği şiddetle, korkularla, tehditlerle doludur ve bunun çocuk dünyasında yaratacağı tek şey travmadır. Ama zaten dinin hedefi bu travmayı yaratmak değil midir? Travma kalıcı izler bırakır. O izler korkulara, korkulması gereken öznelere ilişkindir ve dinin insan dünyasında kalıcı olması da ancak böyle sağlanır.

Çocuğunun bu tür şeylere maruz kalmasını istemeyen her anne babanın, özellikle cihat gibi konuların da artık eğitime dahil edilmiş bulunduğu günümüzde yapacağı tek şey çocuğunu din eğitiminden korumaktır.

Ama öyle olmadığı da görülüyor.

Çeşitli gerekçeler var. Açılacak davanın kazanılmasıyla çocuğun din dersine girmemesinin kendisini yalnızlaştıracağı endişesi gibi.

Diğeri ise din dersine girmeyecek çocuğun hayatı için çok önem taşıyan kimi sınavlarda din dersi sorularını ya da din dersi soruları yerine daha zor olduğu düşünülen felsefe gibi alanların sorularını yanıtlamak zorunda kalacağı ve başarısının düşeceği endişesi.

Din dersine girmeyen çocuğun yalnızlaşacağı, arkadaşlarına durumunu anlatmakta sıkıntı çekeceği, ders saatleri içinde boşalan o saatini nasıl ve nerede değerlendireceği gibi sorular gerçekten de önemli.

Ancak yalnızlığın karşısına konulan toplumsallaşma, sosyalleşme dinamiğinin hangi ortamda gerçekleştiği, o sosyalleşmenin hangi mekanizmalar, mesajlar ile şekillendirildiği gibi sorular önemsiz mi?

Dinin emirlerini yerine getirmediğinizde günah işlemiş olursunuz, gideceğiniz yer cehennemdir, orada sonsuza kadar yanarsınız mesajlarının sağlayacağı türden bir “sosyalleşme” midir istediğimiz?
İyi ve doğru olmayı sağlamanın yolunun tehdit, korku salmak olarak belirlendiği bir ortamda “sosyalleşecek” çocuklarınız sosyalleşmiş mi yoksa sinmiş, ürkekleşmiş mi olacak?
Üstelik diğer velilerle birlikte hareket etmeyi başardığımızda yalnızlaşma sorununu da aşmış olmayacak mıyız?

Eğitim insana küçüklüğünden itibaren aklını kullanmayı ve eşit bir toplumsal düzenin oluşturulmasına katkı sunmayı öğretmeli. Çocuklukta tehditle şekillendirilmiş insan benliğinin otoriteryen bir kişilik yapısına doğru evrileceği açık değil mi?

Hangisi daha önemli: Çocuğumuzun din dersi saatlerinde yalnız kalması mı, dini zorunlu tutanların oluşturacağı kişilik yapısını kazanması mı?

Aslında konu ne biliyor musunuz? AKP’nin toplumu dinselleştirme yönündeki gerici operasyonunun sınırlarının ailemizin içine girmiş olması. Bizimle çocuğumuz arasındaki ilişkiye el atmış bulunması.
Çocuğumuzla bizim aramızda artık AKP var, gericilik var. Onları aramızdan çıkaracak mıyız, yoksa top mu yuvarlayacağız? Ve daha önemlisi burada duracaklarını mı sanıyoruz?

Gericiliğin bizi artık çok somut, bizzat kendi hayatımızı ilgilendiren kararlar almaya zorluyor olduğu bir aşamadayız. Ve bu hareketlenmenin çocuğumuzla aramızdaki ilişkiyi gerilimli hale getirecek olmasından endişeleniyoruz.

Aslında esas endişelenmemiz gereken konu gericiliğin çocuğumuzu ele geçirecek olması değil mi?
Kendisine din eğitimi sırasında uygulanan şiddetle büyümüş, dini kuralları çiğnemenin yaratacağı suçun ezikliğini içinde sürekli olarak hisseden, kendisini günahkar birisi olarak algılayan bireylerin, kazandıkları bu otoriteryen kişilik yapısını başka bireyler, eşleri ve kendi çocukları üzerine şiddetle yansıtacak olmaları gerçeği yanında, bu sıkıntıların ve sınav başarı düzeyinin bir derece düşecek olmasının lafı mı edilir?
Üstelik çocuklarımız felsefe sorularını neden çözemesinler?
Ya da “kayıplar” olacaksa bile çocuğumuzu kurtarmaya değmez mi?
Hiç kimse kusura bakmasın.
Mücadele edeceksek hayatlarımız etkilenecek, mücadele hayatlarımızı değiştirecek, biz hayatlarımızı kendi inandığımız doğrular doğrultusunda değiştireceğiz, bunların neden gerekli olduğunu çocuklarımıza anlatacağız.

Çocuklarımıza başka şeyleri de yaşları uygun düştükçe yine biz anlatacağız. Artık bunları okullarda öğrenemeyecekler. Hiçbir şeyin zamanını geçirmeyeceğiz. Bizim onlara anlattıklarımızı arkadaşlarına anlatmalarını da isteyeceğiz: Evrimi, ilk canlının, ilk insanın nasıl ortaya çıktığını, kadının nasıl gebe kaldığını, kendisinin nasıl dünyaya geldiğini, cinsel ilişkiyi, gebelikten korunmayı, cinselliğin, karşı cinsten birisiyle ilişki kurmanın suç ve/veya günah olmadığını, tüm doğmaların uydurma olduğunu, inandığımız gibi yaşamaya hakkımız bulunduğunu, dinin amacını, iddia edilenin tersine doğa üstü güçlerin hiç birisinin mevcut olmadığını, iyi insan olmak için korkmaya değil meraka, bilmeye ve paylaşmaya gerek olduğunu tüm açıklığıyla anlatacağız. Anlatırken yaratıcılığımız gelişecek, kendimize kendimiz bile şaşıracağız.

Bütün bunlar çok sıradan, çok insani şeyler olduğu için çocuğumuz büyük bir hevesle öğrenecek. Bizden öğrenmeyecekse kimden öğrenecek?
Kendimizi bu kadar mı güçsüz görüyoruz?
Çocuğumuzun bize karşı bu kadar mı güvensiz olduğunu düşünüyoruz?
Sahi başka türlü bu dönemde aydınlık nesiller yetiştirmek nasıl mümkün olacak?

Ve unutmayalım her çocuk doğduğunda kendi ölçeğinde şairane bir bilim insanıdır, sadece araştırır, onun dünyasında korkuların, şiddetin yeri yoktur, bütün bunlar öğretilen şeylerdir ve öğretilmelerinde dinin yeri çok belirleyicidir.

Korkular ve sömürü olmasa her çocuk mutlaka çok yaratıcı ve çok yönlü bir yetişkin olur. Korkuyu da sömürüyü de yıkacağız.

İlker Belek / SOL

S-400 füzeleri Erdoğan'ı koruyamaz - KEMAL OKUYAN

Erdoğan’a “gitme” diyen var. "Seni orada tutuklarlar”dan “korumaları da olmayacak, belli ki suikast planlanıyor” varıncaya kadar bir dizi iddia.

Gidilecek yer ABD, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yapılacağı New York. ABD’nin özel statüsü olan bir uluslararası toplantıda Erdoğan’ı Zarraf davasıyla bağlantılı bir biçimde alıkoyması pek olası değil elbette. Ancak önemli olan bu olasılığın yaygın bir biçimde konuşulmaya başlanması. Konuşanların bir bölümü gerçekten Reisi için kaygılanıyor, bir bölümü ise bunlar konuşuldukça Erdoğan’ın işinin iyice zorlaşacağını biliyor. Düşünsenize yurt dışına çıkması sakıncalı bir lider!
“ABD böyle şeyler yapmaz” diyemeyeceğimize göre ABD’nin böyle bir adımı atma olasılığını düşük görmemizin başka nedenleri var.

Bu olasılık düşük, çünkü pazarlık sürüyor.
Önemli badireleri atlatmayı beceren, hâlâ ciddi bir toplumsal desteğe sahip olan, hiçbir ilke tanımayan, 180 derecelik dönüşler yaptığında yandaşlarınca hiç sorgulanmayan, dini son derece etkili bir enstrüman olarak kullanan ve uluslararası sistemde yaşanan dağılmanın kendisinin biricik kurtuluş şansı olduğunu bilen biri Erdoğan.

Katma değeri yüksek; kiminle işbirliğine giderse ona ciddi olanaklar sağlayabilecek kartları elinde tutuyor. Ekonomik alanda bu kadar kuralsız bir yağmalama hakkı dünyada pek az liderde var. Bu kuralsızlık uluslararası tekeller için muazzam bir nimet. Üç tane büyük ihale bile güçlü emperyalist ülkelerin Erdoğan’ın tuhaflıklarını unutmaları için yeterli olabiliyor.

Geçmişte de böyleydi, şimdi de; bugün Erdoğan’ın Almanya ile girdiği sert polemik, Rusya’dan S-400 füze sistemlerinin alımı için varılan anlaşma ve ABD ile tırmanmaya başlayan gerilimin büyük  bir pazarlığın unsurları olarak görülmesinde yarar var.

Erdoğan açısından bu pazarlığın tek ama tek bir konusu var: Kendi güvenliği! Erdoğan tasfiye edilmemenin garantisini istiyor. ABD’de ve Almanya’da bu konuda “ciddi” olanların varlığından emin, yeni bir manevra ile bunu boşa çıkarmaya çalışıyor.

İstediğini alamazsa, Putin’e daha fazla yaslanacak! Yani, pazarlık masasından Putin’in koluna girerek kalkma olasılığı var.

Kısa gelgitler dışında bu çok zor. Türkiye ekonomisinin Almanya ve diğer NATO ülkeleri ile bağı nedeniyle zor; Türkiye’de ne kadar dağılsa da devlet kurumları ve bürokrasideki NATO gölgesi nedeniyle zor; AKP’nin içindeki Amerikancılar nedeniyle zor; Türkiye’nin ABD ve NATO için önemi nedeniyle zor.

Türkiye’nin NATO’dan kopması ancak bu zorlukların tamamından kurtulmaya kararlı bir devrimci iktidarla mümkün. Erdoğan ise hep söylediğimiz gibi bir devrimci değil; tersi geçerli!
Erdoğan aslında kurtulmak için Putin’e doğru yürüdükçe sonunu da hazırlıyor diyebiliriz.
Ancak yine de Erdoğan’ın kişisel kurtuluş kaygılarının bu uluslararası ortamda Türkiye’yi gerçek bir türbülansa sokması, dahası kaçınılmazlığını görürse kendi finalini ülkeyi savaşa sürükleyerek sahnelemesi olasılık dahilindedir.

ABD ve Almanya cephesi Erdoğan’ı yeniden yönetilebilir bir aktör haline getirmek için uğraşıyor, bu muhakkak. Ancak umutlarını büyük ölçüde kaybettikleri de açık. Özellikle dış politikada “korkak” Alman devletinin bütün kurumları ve bütün siyasi aktörleriyle Erdoğan’la dövüşmeye başlaması, yeni bir anlaşmanın çok ama çok güç olacağının kanıtı olarak görülmeli.
Ve adım adım kuşatıyorlar, bir açıdan kendi yarattıkları bu gerici siyasetçiyi. Her gün Erdoğan’ın ödemesi gereken fiyat daha da artıyor.

Ya Putin?

Putin Rusyası’nın aradığı kendi çıkarlarına mümkün olduğunca az zarar veren bir Türkiye’ydi. Bugünkü dengelerde Türkiye ile Rusya arasında bir müttefiklik ilişkisinde ciddi zorluklar vardı. Ancak Erdoğan’ın “kişisel kurtuluş” arayışı Moskova’yı pek hazır olmadığı bir durumla karşı karşıya bıraktı. Ancak herkes bilsin, Rusya bütün çamaşırlarına vakıf olduğu Erdoğan’ı bir noktadan sonra himayesine alamaz. Burda İslamcılık Putin’in en son dert edeceği başlıktır. Geçmişte Putin’in “laik” bir Türkiye’yi tercih edeceğini ben de düşünüyordum çünkü Rusya’nın kendi içinde ve yanı başındaki ülkelerde hep İslamcı hareketlerle başı dertte olmuştu. Dert doğruydu ama Putin’in “benim İslamcılarım” diyebileceği bir politika geliştirmeye başladığını unutuyorduk. Çeçenistan Rusya’nın bir parçasıdır ve bu bölge Putin’in adamı Kadirov’un liderliğinde şeriatçı bir iktidar tarafından yönetilmektedir. Oradaki karanlık Putin’in umurunda değildir yeter ki, ABD ya da Almanya’nın değil onun İslamcısı olsun.

Peki Erdoğan neden Rusya’nın yeni İslamcısı olmasın?

Dediğim gibi bu teorik olarak mümkündür, Putin’in ahlakı açısından da mümkündür. Ancak Putin ülkenin dinamik toplumsal kesimleri tarafından diktatörlükle suçlanan, Suriye’deki marifetlerine ilişkin dosyaları işportaya düşen, yolsuzluklarla başı dertte olan bir liderin hamiliğini yapacak kadar güçlü bir konumda değil.

Zaten Erdoğan bu saatten sonra kimseye güven vermemektedir. En önemlisi kendi ekibi artık Erdoğan’a güvenini yitirmeye başlamıştır.

Saat çalışmaktadır.

ABD Erdoğan'ın korumalarını elinden aldığı sırada S-400'ler için kapora verildi. S-400'ler Rusya'yı korur ama Erdoğan için bu silahlar çok yetersiz, hantal ve de tehlikeli. "Korumalarımı ver S-400'ü al" bile diyebilir!

Kendi bilir.

Peki bizim bildiğimiz nedir?

Halkımız eğer bu yazıya konu olan bütün uğursuz güçlerden bağımsız bir biçimde kendi işini kendi görmez, bu deli saçması karanlığa karşı bağımsız bir seçenek oluşturmazsa dünyanın derdi haline gelen Erdoğan sorunu, olanca ağırlığıyla ülkemizin emekçi insanlarının tepesine çökecektir.

Kemal Okuyan / SOL

Adalet için onur için - NAZIM ALPMAN

Hafta başında Silivri’de Cumhuriyet Davası vardı. Yarın da Ankara’da Nuriye Gülmen- Semih Özakça Davası’nın ilk duruşması yapılacak. İki eğitimci açlık grevlerinin 189. gününde yargılanmaya başlayacaklar.
Peki “suçları” ne?
İşlerine geri dönmeyi istemek!
Cumhuriyet Davasında yargılanan, bir yıla yakın süredir tutuklu olarak Silivri Cezaevinde tutuklu bulunan gazetecilerin “suçları” var mı? İddianameler ortada; 11 Eylül’de yapılan son duruşmada iddia makamı ile yargılama heyetinin sanıklara yönelik soruları da suçlamadan ziyade okur şikâyetleri ve dilekleri olarak dikkate alınabilecek türden yakınmalardan öteye gidemeyecek şeyler…
İddianameler çöktü ama yargılamalar ve tutukluluk halleri sürüyor.


Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’da da durum farklı değil. Açlık grevlerinin 75. günlerinde tutuklandıklarında savcılığın soruları, ortada suç olmadığının açık bir kanıtıdır:
“Ölümle ne gibi bir fayda sağlamayı düşünüyorsunuz?

Ortaçağda engizisyon mahkemelerinde ancak böyle akıl fikir sınırlarını zorlayan yargılamalar yapılabiliyordu. Bu yüzden o dönem “karanlık çağ” diye anıldı.2017 Türkiye’si ilerde acaba nasıl anılacak?
Yurt dışında, başka ülkelerde insan hakları ihlalleri meydana geldiğinde AKP iktidarı büyük bir telaş ve heyecanla harekete geçiyor. Birleşmiş milletleri, insani yardım kuruluşlarını harekete geçirmek için diplomatik temaslara başlıyor.
Hepsi iyi güzel…
Ama sormazlar mı, sen kendi ülkende olan bitene bakıyor musun?
Zaten soruyorlar da…
İktidar böylesi soruları duymazdan geliyor, ya da iddianamelerde bile olmayan suçlamalar ile propaganda malzemeleri kullanıyor.
Türkiye uluslararası alanda büyük bir itibar kaybı yaşıyor.
Bir bakanı yabancı ülkede mülteci muamelesi görerek sınır dışı ediliyor. Bir başka bakanı ise sanık haline getiriliyor. Sonuç olarak Türkiye’nin itibarından yontuluyor her şey.

Neden böyle oluyor?
Sınırsız iktidar gücü kendini her türlü denetimin dışında tutunca fazla uzun olmayan zamanda hiç beklenmedik itibarsızlık sınırlarına tosluyor.
Oysa zamanında parlamento denetimi yapılıp eğer suçluları varsa sorumluların yargı önüne çıkartılmaları gerekiyordu.
Vakti zamanında üzerlerine atılı suçlamalar bulunan ne kadar siyaset adamı ve bürokrat hepsi görevlerini bırakmak zorunda kaldılar.
Madem ki hepsi “temiz” görevlerine neden devam etmiyorlar?
Onların yerine suçsuz insanlar yangılanıyorlar.

Hafta başında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 37. yılı geride kaldı.
12 Eylül’ün en temel özelliği adaletsiz yargılamalardı. Bir de sıkıyönetim komutanlarının keyfi uygulamaları vardı.
Ünlü 1402 Sayılı sıkıyönetim kanunu ile üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenlerin sayısı 120 kişi idi. Yazıyla da yazalım, yüz yirmi kişi…
Yeni Demokrasi getiriyoruz diye iktidarın sınırsızlığında yürüyenlerin döneminde üniversiteden uzaklaştırılan akademisyenlerin sayısı ne kadar?
Sekiz bin dört yüz yirmi yedi, bir de böyle yazalım: 8427!
12 Eylül 1980 ile 1990 arasındaki dokuz yılda hapishanelerde 52.000 kişi çile doldurdu.
2017’nin “özgür”, “demokratik” parlamentosu açık Türkiye’sinde 224 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların 69.301’i de öğrenci… Yani hapishanelerde onlarca üniversite kelepçelenmiş halde duruyor.

14 Eylül 2017 için tarih baba şunları yazacak:
“İnsanlar adalet ve onurları için ölümüne direniyorlardı! 

Nazım Alpman / BİRGÜN

Antifa - ERGİN YILDIZOĞLU

ABD’de, liberal medya ve entelektüelleri, beyaz üstünlüğü hareketini, Nazi selamı verip Zieg Heil sloganı atan grupların yükselişini durdurmak için “her türlü yöntemi” kullanacağını söyleyen Antifa’yı mahkûm etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Obama yönetiminden Andy Slavitt, “aptallar, hayvanlar” sözcüklerini kullanıyor. Kaliforniya temsilcisi Nancy Pelosi, Alt-right’ın medyatik sözcülerinden, Milos Papadoupouls’un Berkeley Üniversitesi’ndeki konuşmasının iptal edilmesine yol açan eyleme katılanların tutuklanmasını istiyor. 

Antifa ise, “İlk tepkimiz hiçbir zaman şiddet değildir, ama şiddet, siyaset çantamızdaki aletlerden biridir” diyor. Gerçekten de, eylemlerinin çoğu olaysız geçen Antifa’nın, eğitim tartışma grupları olduğunu, Harvey kasırgası sırasında, felaket bölgesinde halkın yardımına koştuğunu görüyoruz. 

Antifa’nın tarihsel kökleri
Trump aday olduğundan bu yana etkinliklerini artıran faşist gruplara karşı sokak eylemleriyle dikkat çekmeye başlayan Antifa’nın tarihsel kökleri, 1930’lara, Nazilere direnen, Antifaschistische Aktion hareketine kadar gidiyor. Daha yakın dönemde, 1980’lerde, ABD ve İngiltere’de, punk grupların konserlerine saldıran ırkçı “dazlak” (skinhead) gruplarına karşı, sol eğilimli “dazlak” gruplarının savunma eylemleri Antifa hareketinin başlangıcı olarak görülüyor. 


Meydan işgal hareketleri, Trump’ın yükselişi, yemin töreni sırasında eylemleri yoğunlaşan Antifa’yı, medya hemen her zaman, bu hareketin içindeki anarşist Siyah Blok grubunun merceğinden görmeye çalışıyor. Gerçekteyse, Antifa içinde solun hemen tüm renkleri var; antifaşist eylemlere, liberal kesimden de katılanlar oluyor. 

Bu yıl, Antifa hareketi aniden medyanın gündemine girdi. ABD güvenlik kuruluşları Antifa’yı “yerli terörist gruplar” listesine aldılar. The Atlantic, CNN, New York Times, Antifa üzerine araştırma yazıları yayımladılar. Genel eğilimini Chomsky’nin de paylaştığı bu yazılar, Antifa’yı, kimi zaman şiddet de içeren eylemleriyle yeni sağ yükselişe hizmet etmekle, ifade özgürlüğünü engellemekle suçluyor.

‘Öz savunma’
Bu “provokasyon” suçlamalarına karşı, CNN’e konuşan bir Antifa temsilcisi “Bize karşı şiddet uygulayan, faşizmi savunan herkese karşı şiddet uygulamaya hazırız” diyor. Otuz yıldan fazladır ırkçılara, Nazi gruplara karşı mücadeleler içinde yer alan Scott Crow, Ölüm tehditleri aldım, bana silah çekildi, ben faşistlere silah çektim, onlarla kavga ettim, toplantılarına sis bombası attım... Bunlar hep birer öz savunma hareketleriydi” diyor. 

Merkezsiz, yaygın bir örgütlenme ağı üzerine yükselen Antifa’nın bir parçası olan Los Angeles Irkçılığa Karşı Eylem grubundan Michael Novic, The Independent’le konuşurken “Çok uzun zamandır şiddet, sağın eylemlerine aitti. Aslında şiddet toplumda her yerde var: Yoksulluk şiddettir, evinden atılmak şiddettir, polis gaddarlığı şiddettir, ırkçıların cinayetleri şiddettir... Şiddet ABD’de her zamankinden çok daha yaygındır” diyor, ekliyor: “Genel olarak antifaşistler özel olarak Antifa, insan haklarını, insan yaşamını savunmak için savaşıyorlar. Bu savaş geleceğin bilimkurgularına ait değildir, kimi zaman fiziki biçimler de alarak çoktan, başlamıştır.”
 
Charlottesville’de olduğu gibi “Siyah yaşamlar değerlidir” ile Antifa hareketi örtüşebiliyor. Gerçekten de Antifa web sitesine bakınca, antikapitalizme ve ırkçılığa karşı olmak birlikte savunuluyor. The Independent’in aktardığına göre “İstatistikler aşırı sağın şiddet içeren eylemlerinin son dönemde arttığını gösteriyor.” New York Times bir yorumuna “Amerikalılar korkutucu bir soruyla karşı karşıyalar: Vatandaşlarımızın birçoğu Nazi mi?” başlığını koyuyor. 

Antifa, “Bu şiddet içeren saldırılara karşı başvuracağımız resmi bir merci yok; çoğu zaman ırkçı, cinsiyetçi şiddetin bir parçası olan polise, yargıya güvenemeyiz. Onlar bizi Nazilerden koruyamaz” diyor.

Son G20 toplantısı sırasında Hamburg sokaklarında patlak veren olayların gösterdiği gibi, Antifa, yalnızca ABD’ye ait bir olgu değil, uluslararası bir hareket.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET