20 Eylül 2017 Çarşamba

Pembe bir otobüs nereye gider? - Mine Söğüt

Bu ülkede başı açık kadınlar henüz sokaklarda rahat rahat dolaşabiliyorlar.
Askılı bluz, mini etek ve şort giyebiliyorlar.
Bikini ve mayoyla kadınlı - erkekli denize girebiliyorlar.
Erkeklerle aynı ulaşım araçlarını kullanabiliyorlar.
Erkeklerle aynı sınıflarda okuyabiliyorlar.
Erkek doktorlara muayene olabiliyorlar.
Araba kullanmalarına izin var.
Tek başlarına veya yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkmalarına karışılmıyor.
Aileden olmayan erkeklerle birlikte aynı çatı altında bulunmaları suç teşkil etmiyor.
İçki içmeleri yasal.
Sigara kullanmaları normal.
Eğlence mekânlarına girmeleri, dans etmeleri serbest.
Bisiklete, motosiklete, jetski’ye binmeleri mümkün.
Kimseden izin almadan okula gidebiliyorlar.
Diledikleri işte çalışabiliyorlar.
Doğum kontrol yöntemlerini kullanabiliyorlar.
Kürtaj olma hakları var.
Evlenmeden sevişme hakları var.
Evlenmeden çocuk doğurma hakları var.
Seçme ve seçilme hakları var.
Resmi nikâh hâlâ yürürlükte.
Yasalar karşısında erkeklerle eşitler.
Tecavüz bu ülkede hâlâ suç.
Taciz hâlâ suç.
Mobbing hâlâ suç.
Çocuk yaşta evlilik hâlâ suç.
Çünkü bu ülke, kâğıt üzerinde de olsa hâlâ laik bir ülke.
Devlet kendi işlerini din işleriyle iyice karıştırmış da olsa Cumhuriyet henüz yıkılmadı.
Hukuk devletine yapılan saldırılarla sınırları çoktan aştılar ama insan haklarını, kadın haklarını, çocuk haklarını önde tutan ağır yaralı çağdaş bir sistem, ayakta, direniyor.
Ve iktidar o yüzden emeline bir türlü tam olarak eremiyor.
Laiklikten despot bir babadan tiksinir gibi tiksinenler...
Ve laikliğin sopasını ellerine alıp onu laiklerin başında kırmaya yeltenenlere destek verenler...
Ülkeyi “sekülerizmin kıskacı”ndan kurtarmaya ant içenlerin küstah rüyalarını gerçekleştirmeleri için gerekli yolu törenlerle açtıkları için...
Nihayetinde duraklardan kadınlar için pembe otobüslerin kalkmaya başladığı noktaya geldik.
O otobüsler, o pembe otobüsler içindeki kadınlarla birlikte ülkeyi de korkunç bir yere taşımak üzere.
Otobüslerin şoförü belli, yakıtı malum.
Düne kadar laikliği küçümseyen ve İslami referanslarla siyaset yapanları bir insan hakları savunucusu edasıyla destekleyen o ‘kaygısız’ liberaller ‘endişeli’ laiklere “Ne olacak, iktidara geldiklerinde bir günde tüm kadınların başlarını mı kapatacaklar sanıyorsunuz!” diye sorarlardı.
Artık kimse birbirine bir şey sormuyor.
Olanlar olacakları net bir şekilde işaret ediyor.
Pembe bir otobüs tehlikeli bir rotada usul usul ilerliyor.
Anneler pembe otobüse...
Çocuklar imam hatiplere.
Ülke geriye, hep geriye...

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Referandum meselesi - ÖZGÜR MUMCU

Bir haftadan az zaman kalmasına rağmen Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumunu yapıp yapmayacağı belirsizliğini koruyor. Bu bile hem bölgenin hem de meselenin ne kadar hassas olduğunu göstermekte. 
 
Referandum konusunda, Barzani yönetimi İsrail hariç uluslararası destek bulamadı. Çeşitli seviyelerde de olsa, bölgesel aktörler de dünya güçleri de referanduma karşı bir tavır takındı.
Mesud Barzani, önceki gün Birleşik Krallık Savunma Bakanı Michael Fallon’la buluştu. Fallon, Barzani’ye referandumun ertelenmesi ve Irak yönetimiyle görüşülmesini tavsiye etti. Ondan birkaç gün önce ise ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson aynı mesajı iletmişti.
Bu gelişmeler üzerine Barzani, içeriği belirsiz ve uluslararası garantisi olmayan bir müzakere süreci uğruna referandumdan vazgeçmeyeceklerini dile getirdi. Ancak açık bir kapı da bıraktı ve şöyle dedi: Şayet Bağdat Kürdistan’ın bağımsızlığı için belirli bir süre zarfında müzakerelere başlar ve Kürdistan’ın bağımsızlığı hakkındaki anlaşmanın yerine getirilmesi için uluslararası garantiler sağlanırsa, Kürdistan’ın siyasi liderleri buluşarak nihai bir karar verebilirler.
Kürt siyasetinin de referandum konusunda hemfikir olmadığı görülüyor. Hem Kuzey Irak’ta, hem Suriye’de hem de Türkiye’de referandum kararını coşkuyla değil tepkiyle ya da eleştirel bir tavırla karşılayan önemli bir kesim var. 
 
Öte yandan, en görünen yüzü Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu olmak üzere AKP içinde, referandumdan yana olanlar da var. Cumhurbaşkanı ve başbakanın referandum karşıtı açıklamalarından sonra Barzani’nin kararına ve Kerkük’ün de referanduma dahil edilmesine desteğini açıklamaktan çekinmedi. 
 
Başkanlık seçimi için Devlet Bahçeli’ye ihtiyacı olan Erdoğan’ın hem Bahçeli’nin çevresindeki daralmış MHP seçmenini hem de Güneydoğu’daki oylarını korumak gibi bir hayli güç bir hedefi var. Referandumun ertelenmemesi bu hedefin tutturulup tutturulmayacağının da seçimlerden önce bir sınaması olacak. 
 
Bütün bunlar sürerken, Aysel Tuğluk’un annesinin cenaze törenine yapılan iğrenç saldırı gibi olayları yaratacak gergin bir siyasi ortamın sürdürülmesinin toplumsal tehlikeleri herhalde açıktır.
Ortadoğu’da bin bir çeşit aktör bin bir çeşit siyasi ajandayla kâh güreşir, kâh karşılıklı dans eder, kâh ip üzerinde karşılıklı yürürken Kürt meselesi de dahil bütün siyasi fay hatları gerilmiş ve yer yer çatlamış bir memleket olarak “milli çıkarların” korunması bir hayal. 
 
Türkiye’nin bugünkü otoriterlik tuzağından çıkıp çoğulcu bir demokratik yapıya kavuşması da öyle. Ancak “devletin bekası”nın tek bir kişinin güçlü yönetiminden geçtiğini zannedenlerin bu hayallerinden bir an önce kurtulmalarının öneminin altını defalarca çizmek gerek. 
 
Güçlü bir Türkiye’nin bir kişinin güçlü olmasına değil, bütün bir toplumun demokrasiyle güçlenmesine ihtiyacı var. 
Bunun yolu ise ilk başta siyasi davaların sona erdirilmesinden, tutuklu milletvekilleri ve gazetecilerin serbest kalmasından ve hukuk devletinin yeniden inşasından geçiyor. 
Adalet boşuna mülkün temeli değildir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

HAMAS şer’i prensiplerinden vazgeçti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Hamas bundan sonra Filistin sorununda ılımlı bir role bürünecek, öyle görünüyor. Gazze’deki idareye son vermesi, Filistin’deki çift başlığın ortadan kaldırılmasına yönelik adım atması bunun işareti. 

Bu haftanın belki de en önemli gelişmesi Filistin İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas) İsrail ablukası altındaki Gazze’de daha önce kurduğu İdari Komiteyi, Filistin’in siyasi bölünmüşlüğünü sonlandırmak için feshettiğini duyurması oldu.

Bu birdenbire olmuş bir gelişme değil. Fetih Hareketi ile Hamas heyetleri Mısır’ın başkenti Kahire’de görüşmeler yapmış, Hamas Sözcüsü Hazım Kasım 13 Eylül’de uzlaşı için Fetih Hareketi yöneticileriyle hemen masaya oturabileceklerini belirterek, “Hamas, Gazze’de kurulan İdari Komiteyi feshetmeye, uzlaşı hükümetinin görevini oradan sürdürebilmesine imkan sağlamaya ve seçimleri yapmaya hazırdır” ifadelerini kullanmıştı.

Nitekim, Hamas’tan yapılan açıklamada, Mısır’ın, Filistin’in siyasi bölünmüşlüğünün sonlandırılması çerçevesinde ortaya koyduğu çabalara uyulduğuna vurgu yapılarak, Gazze’deki İdari Komite’nin feshedildiği duyuruldu. Açıklamada, Filistin Uzlaşı Hükümeti’nin Gazze’de ‘hemen’ görevi devralması, genel seçimlerin yapılması ve Hamas’ın Fetih Hareketi ile diyaloğa hazır olduğu belirtildi. Açıklamada, 2011 Kahire anlaşmasının uygulanması, bu  çerçevede anlaşmayı imzalayan bütün Filistinli gurupların yer alacağı bir ulusal birlik hükümetinin kurulması çağrısı da yapıldı.

Hamas’ın bu kararına Fetih Hareketi de “umut verici bir gelişme” açıklamasıyla yanıt verdi. Bu elbette bölünmüş Filistin’in yeniden birleşmesi için atılmış önemli ve olumlu bir adım. Hamas, ağustos ayının başlarında da , Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında bölünmeye son vermek için İdari Komiteyi feshetmeyi de içeren yeni bir siyasi girişim sunmuştu.

Yeni Siyaset Belgesi Doğrultusunda
Hamas, bu yılın mayıs ayında siyasi çizigisinde ciddi değişkliğe gitti. Uzlaşmaz, katı çizgisinden uzaklaştı. Bunda Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin ciddi etkisi oldu. Çünkü Hamas’ın eski çizgisiyle dönüştürücü bir etkisinin olmadığı artık genel kabul gören bir gerçeklikti. Katar’ın başkenti Doha’da 1 Mayıs 2017’de Hamas’ın o zamanki lider Halid Meşal tarafından açıklanan Siyaset Belgesi’ndeki en önemli özellik örgütün 1967 sınırlarında kurulacak bir Filistin devletini destekleyeceğini açıklaması oldu. Örgüt bunu daha önce asla kabul etmiyordu.

İkincisi artık örgüt olarak hedeflerinn “tüm Yahudiler değil, Siyonistler olduğunu” açıklıyordu. Bir başka dikkat çeken taraf da yeni siyaset belgesinde Müslüman Kardeşler örgütünün bir kanadı olduğu ifadesine yer vememesiydi. Bunlar gerçekten de örgüt için çok ama çok önemli değişikliklerdi.

Şimdi, Filistin’de iki başlılığa yol açan Gazze’deki Hamas hükümetini fesh etme kararı da bu yeni siyaset belgesiynle başlayan sürecin bir parçası olarak değerlendirilmeli. Elbette Filistin için çok önemli/değerli gelişmeler bunlar, ancak Hamas açısından çok çok radikal değişiklikler.

Kökleri geçen yüzyıla dayansa da Filistin’deki ilk İntifada sonrası Aralık 1988’de kurulan Hamas’ın 36 maddeden oluşan prensiplerinin çoğu Kuran ayetlerine dayanıyordu. Örneğin Yahudilere karşı mücadele dini bir mücadele olarak değerlendiriliyordu. Müslüman Kardeşlerin bir kanadı olduğu da bu Kuran prensiplerine dayandırılıyordu.

Mayıs ayında Doha’da tüm bumlardan vazgeçtiğini açıklamış oldu Hamas. Yani “reel politika” daha ağır bastı ve Hamas çizgisini değiştirdi. Artık bu yeni politika uyarınca “İsrail’in yok edilmesinden söz etmeyecek, bir çok yerde “terör örgütü” olarak kabul edilen Müslüman Kardeşler”le bağının kalmadığını duyurmuş olacak. Bunu yapmakla Fetih Hareketi’nin dünya çapına kazanmış olduğu Filistin’in meşru temsilcisi sıfatını en azından onunla paylaşmış olacak, politik sahnede “aktör” olarak yer bulmaya çalışacak. Bunda başarılı olup olmayacağını da zaman gösterecek elbette.

Hamas, hem Filistin’in tümünde ikna edici olmamasıyla, hem Mısır, hem İsrail için sorun olmasıyla, hem de Filistin sorununun çözümünde öneri getiremeyişle “sıkışmış” bir hareketti. Yeni siyaset belgesiyle bu “sıkışmışlık”tan kurtulmaya çalışacak. Suudi Arabistan ile Katar’ın “siyasi” çizgisine girmesi durumunda giderek etkisizleşmesi de sürpriz olmayacak.

Fetih Hareketi ile aralarında derin görüş ayrılıkları var. Yaşamın gerçekliğinin farkında olmayan bir örgüt Hamas. Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki Oslo Anlaşması’nı da, karışıklı tanımaları da, İsrail devletinin ortadan yok edilmesi çağrılarının kaldırılması

Hareket, 1991 Madrid Konferansı sonrası Arapların izlediği barış sürecinin yanlış olduğunu düşünüyor ve 1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki Oslo Anlaşması ve öncesindeki FKÖ-İsrail karşılıklı tanımaları, FKÖ’nün sözleşmesinin değiştirilmesini, İsrail devletinin ortadan kaldırılması çağrısı yapan cümle ve ifadelerin çıkarılmasını İsrail’e ödün vermek olarak değerlendiriyordu.

Nasıl Kuruldu?
80’li yılların sonunda kurulduğu belirtilir ama aslında kökleri 1948 öncesine kadar gider. Müslüman Kardeşler’in bir kolu gibi görür kendini. 1988’de Hamas adıyla ortaya çıkmadan önce İslami Mücadele Hareketi adıyla çalışmalar yürüttüğü biliniyor.

Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki üyeleri Dr. Abdülaziz Rantisi, Dr. Mahmu Zehhar ve bazı üyeleriyle birlikte Şeyh Ahmed Yasin tarafından Hamas adıyhla 87’de kuruldu. İsrail istihbaratı Yasin’i 2004’de öldürünce yerine Halid Meşal getirilmişti.

Yeni siyaset belgesi uyarınca çizgi değişikliğine giden Hamas uzun yıllar ABD’nin “terör listesi”nde yer aldı. ABD, Hamas’a karşı “yok etme” operasyonlarına İsrail’e sürekli destek verdi. Ancak, Filistin’de her zaman büyük bir desteğe sahip oldu Hamas. 2006’da yapılan seçimleri büyük çoğunlukla kazandı. İsmail Haniye başkanlığına bir hükümet kurdu. İsrail, Hamas’ın askeri eylemlerini bahane ederek Gazze’yi abluka altına aldı.

Hamas bundan sonra Filistin sorununda ılımlı bir role bürünecek, öyle görünüyor. Gazze’deki idareye son vermesi, Filistin’deki çift başlığın ortadan kaldırılmasına yönelik adım atması bunun işareti. Fetih Hareketi ile birlikte hem İsrail hem de diğer aktörler tarafından dikkate alınacak bir güç haline gelmek için bundan sonra ne tür gi,rişimlerde bulunacağını göreceğiz.

Hamas’ın eylemleri:
 
»6 Temmuz 1989 Kiryat Ye’arim yakınlarında meydana gelen bir intihar saldırı sonucunda 22 kişi öldü.

»6 Nisan 1994 tarihinde Afula’da (İsrail) bir otobüste meydana gelen intihar saldırı sonucunda 8 kişi öldü.

»13 Nisan 1994 tarihinde Hadera’da bir otobüs durağında meydana gelen intihar 
saldırısının sonucunda 5 kişi öldü.

»19 Ekim 1994 tarihinde İsrail’in başkenti Tel Aviv’de meydana gelen bir intihar saldırısı sonucunda 22 kişi öldü.

»11 Kasım 1994 tarihinde Netzarim’de meydana gelen bir intihar saldırı sonucunda 3 kişi öldü.

»4 Eylül 1997 tarihinde Hamas militanlarınca gerçekleştirilen Kudüs’teki Ben Yehuda Caddesi’nde meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 8 kişi öldü. Ölen üç kişi Hamas militanıydı.

»1 Haziran 2001 tarihinde Tel Aviv Dolphinarium’un kapısında meydana gelen intihar saldırısında yaşları 14 ile 21 arasında değişen 21 kişi öldü ve 120’den fazla insan yaralandı.

»9 Ağustos 2001 tarihinde Kudüs’deki Sbarro adlı restoranda meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 7’si çocuk 15 kişi öldü ve 130 kişi yaralandı.

»2 Aralık 2001 tarihinde Kudüs ve Hayfa’da meydana gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı. Saldırıları Hamas üstlendi.

»9 Mart 2002 tarihinde Kudüs’te bir kafeteryada düzenlenen intihar saldırısının sonucunda 11 kişi öldü ve 54 kişi yaralandı.

»31 Temmuz 2002 tarihinde İbrani Üniversitesi’nde meydana gelen intihar saldırısının sonucunda çoğu ABD vatandaşı 9 kişi öldü ve 100’e yakın kişi yaralandı.

»5 Mart 2003 tarihinde Hayfa’da düzenlenen bir intihar saldırısı 7 İsraillinin ölümü ile sonuçlandı. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»11 Haziran 2003 tarihinde Kudüs’deki bir intihar saldırısında 17 kişi öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»19 Ağustos 2003 tarihinde Kudüs’de bir intihar saldırısında 6’sı çocuk 23 kişi öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»9 Eylül 2003 tarihinde Kudüs Hillel Café’de gerçekleşen intihar saldırısı sonucunda 7 kişi öldü ve 70 kişi yaralandı.

»4 Ekim 2003 tarihinde Hayfa’daki bir restoranda meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 21 kişi öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»4 Mart 2004 tarihinde Aşdod Liman’ında gerçekleşen iki intihar saldırısının sonucunda 10 kişi öldü ve 10 kişi yaralandı.

»31 Ağustos 2004 tarihinde Beerşeba’daki iki intihar saldırısı sonucunda 16 İsrailli öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»27 Aralık 2008 tarihinde İsrail’in operasyonlarının ardından Hamas’ın gerçekleştirdiği roket saldırıları sonucunda 4 İsrailli öldü.

»2007 yılında Hamas örgütü Gazze’deki tek heykel olan “Meçhul Asker Anıtı”nı, heykelin dinen yasak olduğu gerekçesiyle yıktı.(Kaynak: Wikipedia)


MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Fındık hayattır - L. DOĞAN TILIÇ

Okul zili çaldı dün. Diyarbakır’dan, Urfa’dan kalkıp; Ordu’ya Giresun’a günde 40-45 liraya fındık toplamaya gelen mevsimlik tarım işçisi çocuklardan kaçı sınıflara girebildi bilemiyorum. Karadeniz’in dere yataklarına kurdukları derme çatma çadırlar içinde, kendileriyle birlikte hayallerini de büyüten çocuklar; öğretmen, polis, asker, doktor olabilecekler mi?

Bu soruların cevabı da fındıktadır biraz. Sadece Karadeniz’de değil, denizin çok uzağındaki kimi yerlerde de hayattır fındık. Fındık üretimi yapılan 13 il ve yoksul hayatlarını sürdürebilmeleri fındığa bağlı mevsimlik tarım işçisi Kürtler, fındığın gözünü gözlerler!

“Fındık çocukları” ile okudum ben, kimi “parasız” kimi “paralı” yatılı. Samsun’da; Ordu’dan, Giresun’dan gelen çocuklarla… Şimdi “büyük adam” oldularsa, çoğu fındığa borçludur bunu.

Daha önce bu köşeye konuk ettiğim Prof. Dr. Ramazan Aşçı da fındığın okuttuğu Karadeniz çocuklarından. “Fındık Karadenizlilerin geçmişi, bugünü ve geleceğidir. Düğünler, alışverişler, okul  masrafları, diş yaptırmalar, doktora gitmeler ve ameliyatlar hep fındık zamanına bırakılır” demiş; 1970’lerde kamyon kasalarında fındık mitingleri için köylerinden Ünye’ye inişlerini anlatmıştı.

Karadeniz’in ve solun tarihinde önemli bir yeri vardır fındık mitinglerinin. Dün Ordu’da başlayan ve yarın saat 18:00’de Giresun’da Kılıçdaroğlu’nun katılacağı mitingle noktalanacak olan Fındıkta Adalet Yürüyüşü Karadeniz’in mücadele tarihinde yeni bir halka.

ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen, Ordu ve Giresun il örgütleriyle birlikte, herkesi yürüyüşe çağırırken “Milli olduğunu söyleyen iktidar”ın fındığı İtalyan Ferero’ya teslim ettiğini vurgulamış ve; “Bu şirket yalnızca fındığı değil toprağımızı da istiyor. Fındığın değersizleştirilmesi aynı zamanda fındık bahçelerinin elden çıkarılmasının da yolunu açıyor. Fındık bahçelerini, gıda tekelleri satın almaya çalışıyor. Bu satın alımlarla köylü topraksızlaştırılacak. Köylünün elinden çıkarmak zorunda kalacağı topraklarda gıda tekelleri üretimi de ele geçirmiş olacak. Bu gidişata baktığımda Türkiye’nin bağımsızlığına büyük bir pranga vurulduğu görülüyor” demişti.

Günlerdir Fındıkta Adalet Yürüyüşü’nün örgütlenmesi için çabalayan CHP Gn. Bşk. Yardımcısı ve Ordu Milletvekili Seyit Torun, dün yürüyüş başlamadan hemen önce; “Geçen yıl 12 liradan açılan fiyatlar 9’a düştü. Bu sene Bakan bile maliyeti 8,75 lira olarak açıklamışken, şu anda fındık 7 liradan satılıyor. Piyasa öldü, üretici perişan; çocuğunu okula, hastasını hastaneye götüremiyor. Bunlara dikkat çekmek, iktidarı uyarmak için 47 km.lik bir yürüyüş başlatıyoruz” dedi telefonda.

İşleyen, fındıkta çözümün taban fiyat uygulamasına dönüş olduğunu, taban fiyatın da maliyet + kar payı + insanca yaşam payı ile belirlenmesi gerektiğini söylemişti. Daha çok yol yürünmeli bunun için!

Fındık hayatsa, sağlıklı bir hayat için de “yürüyüş” şart! Cep telefonuyla video çekip; “O 2019 gelecek. Hani biz size oy verdik. Başkan oldunuz ya. O başkan değişir. Ben sana söyleyeyim. Hadi hayırlı işler” diyen üretici de, fındığı Samsun 19 Mayıs AKP ilçe binası önüne döken üretici de, sağlıklı bir hayata yürüyerek kavuşabileceklerini görecekler!

70’lerin fındık mitingleri yalnızca fındıkla ilgili isteklerin dillendirildiği eylemler değil, aynı zamanda “tüm yaşamı fındığa bağlı köylüyü, kasabalıyı, esnafı ve diğerlerini bir araya getiren toplumsal bir muhalefet odağı” olmuştu. Yürüyüş de öyle olmalı.
Fındık türküleriyle ne güzel yürünür şimdi. İşin nereye varacağını merak edenler;
“Yine yeşerdi fındık dalları
/ Acep ne olacak yârin halleri” diye sorarlar şakayla karışık. Kimileri bir başka yerden “kızım sana  söylüyorum” diye uyarır iktidarı:
“Bahçeye gel bahçeye
/ Kuru fındık bulursun
/ Alacaksan al beni
/ Sonra pişman olursun.
” Öfke galebe çaldığında da;
“Dalda fındık tekleme
/ Derdime dert ekleme
/ Gidiyorum Ordu’dan
/ Gelir diye bekleme.”

10 yıl önceki bir fındık yazısında dediğim gibi; “Öyle basit bir aganigi meselesi değil, bir yaşamdır fındık.”

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

19 Eylül 2017 Salı

Tarımda ne yapmalı? - OĞUZ OYAN

2000'li yıllarda IMF/DB programını ("Tarım Reformu Uygulama Programı"-TRUP) harfiyen uygulayan iktidarların Türkiye tarımını hangi noktaya getirdiğine geçen yazımızda değinmiştik. TRUP’un yol açtığı olumsuzlukların başında, tarımsal desteklerin çok önemli ölçülerde kısıtlanması gelmekteydi. Bu kritik çıpanın uygulandığı yer bütçeydi. 2006 sayılı Tarım Kanunu'ndaki hüküm,  bütçeye milli gelirin yüzde 1'inden az olmayan bir destek bütçesi konulmasını öngörüyordu. Bu esasen çok katı bir sınırlamaydı. Ama AKP iktidarı, kendi çıkardığı bu Kanunu dahi uygulamayarak çiftçiyi milli gelirin yüzde yarımı civarında bir toplam destekleme tutarına mahkum etti. (Batı'nın ve onun ulusötesi şirketlerinin yükselen yıldızı olmak için daha neler yapılmadı ki!).


Tarımsal desteklemedeki kısıtlamanın boyutunu daha iyi kavrayabilmek açısından, AKP döneminde tarıma yapılan yıllık toplam destek miktarının tarım kesiminin kullandığı akaryakıt üzerinden alınan KDV ve ÖTV miktarının yıllık tutarına hemen hemen eşit büyüklükte olması dikkate alınabilir.

Neler Yapılabilir?
Mevcut tarım politikalarını köklü bir biçimde değiştirmeye yönelebilmek için, ilk koşul siyasidir. Bu tür bir dönüşümün doğuracağı büyük dış tepkilere karşı kararlı bir mücadeleyi göze alacak bir iktidar yapısı gerekir. IMF, DB, DTÖ, OECD, AB, ABD gibi dıştan tarım politikası dayatan kapitalizmin merkez ülkeleri ile bunların mali/iktisadi örgütlenmelerine verilebilecek yanıtlar eğer bağımsız bir tarım politikası oluşturmak yönünde olacaksa, bunun karşılaşacağı tepkilerin şiddetinin AKP iktidarının bugün bu dünyayla yaşadığı sorunlarla kıyaslanamaz ölçeklerde olacağını öngörmek gerekir. Kaldı ki, yalnızca tarım politikalarında neoliberalizme karşı duruş oluşturulamaz, ekonomik politikalarının da buna uyumlu çizgiye çekilmesi gerekecektir.
Peki böyle bir meydan okumayı, göbeği Batı'da kesilen ve neoliberal politikalara asıl sahiplerinden daha fazla sadık bir bağımlı iktidardan nasıl bekleriz? Hatta, mevcut muhalefet yapılarından bile ne ölçüde bekleyebiliriz?

Bu soruları buradaki tartışmamızın dışında tutalım.
İleri bir faraziye yaparak böyle bir iktidar oluşumunun gerçekleştiğini düşünelim ve bu koşullarda önemli politika değişikliklerinin neler olması gerektiğine özetle değinelim. Bu arada, böyle bir meydan okumanın tek başına göğüslenmesi yerine Güney ülkelerinden müttefikler edinerek sürdürülmesi (DTÖ müzakerelerinde bunun örneklerini veren ülke grupları oluşmuştur) koşullarının da oluşturulabileceği varsayımını yapalım.

Asıl mesele, gıda güvenliği/egemenliğinin yeniden tesisi için neler yapılabileceğidir. Desteklemenin ana amacı bunu sağlamaya yönelik olmalıdır.  Arz açığı olan stratejik ürünlerde ithal bağımlılığının azaltılması gerekecektir. (Kendi üreticisini desteklemeyen ülkelerin nihayetinde ithal bağımlılığı üzerinden başka ülkelerin çiftçisini desteklemiş olacağı gerçeği unutulmamalıdır). Aynı çerçevede yerli tohumların ıslahı üzerinden yabancı tohumlara (ve ulusötesi tohum şirketlerine) olan bağımlılığın giderek azaltılması şarttır. Gübre, ilaç, yem gibi girdilerde dışa bağımlılığı azaltacak bir tarım ve sanayi politikaları bütünlüğünün, buna ilişkin kurumsal mekanizmaların de buna eşlik etmesi zorunludur.

Gıda egemenliğinin tek meselesi dış ticari ilişkiler değildir. İkinci mesele, ülke çiftçisinin yeniden üretime dönmesini ve kalıcı olmasını sağlamaktır; aksi halde tüm çabalar boşa gidecektir. Çiftçi çocuklarının tarımdan kaçmak için fırsat kolladıkları bir konjonktürde çiftçi ailesinin kırsalda ve tarımsal üretimde kalmasını sağlamak için onun emeğinin ve maliyetlerinin karşılığını alabilmesini güvenceye alabilmek gerekir. Burada birkaç konu içiçedir.

İlk olarak, çiftçinin girdi maliyetlerinin önemli ölçüde düşürülmesi gerekir. Dünyanın en pahalı mazotunu kullanan, üstelik görece düşük verimlilikle çalışan bir çiftçi kesiminin, eğer koruma sürdürülmezse dünya tarım fiyatları karşısında ezilmesi kaçınılmazdır. O halde, çiftçinin kullandığı mazot ve elekrik gibi enerji girdileri üzerindeki dolaylı vergileri sıfırlayacaksınız. Hem üretim maliyetlerini hem de verimliliği etkileyen sulamanın temel bir girdi olarak kamu yatırımları üzerinden (tarlaya getirilmesi aşamasına kadar) temin edilmesini sağlayacaksınız.

Kuşkusuz çiftçinin en çok ihtiyaç duyduğu bir girdi kalemi de tarımsal kredilerdir. Çünkü çiftçinin eli sadece hasat döneminde para görür (ki onu da peşin alamayabilir), ama ekim dönemi öncesinden başlayarak yılın bütününe yayılabilen üretim giderlerini üstlenmesi ve ailesinin geçimlik ihtiyaçlarını karşılayabilmesi gerekir. Kaldı ki, mekanizasyon ihtiyaçları da onu bankalara borçlu yapacaktır. Gelirleri ile giderleri arasındaki bu zaman kaymaları onu tarımsal kredilere muhtaç duruma getirir. İşte bunun çözülebilmesi gerekir. Tarım kredi kooperatifleri ve Ziraat Bankası’nın bu sorunu çözmek için yeterli kapasiteye getirilmeleri şarttır. Kaldı ki aynı ihtiyaç TSKB’ler için de geçerlidir. Buradaki tarımsal kredilerin faizleri enflasyon oranını aşmayacak düzeyde tutulmalıdır. Demek ki burada da önemli bir destekleme fonuna ihtiyaç olacaktır.

Çiftçinin girdi sorununu çözmek de yeterli olmayabilir. Çiftçinin ürününü gene de maliyetlerini karşılayamayan bir fiyattan satmak durumunda kalması halinde de üretim faaliyetlerinin devamlılığı sağlanamayacaktır. Demek ki kritik ürünlerde fark ödemesi sisteminin devrede olması, çiftçinin eline geçen fiyatların maliyetlerinin altında kalması durumunda aradaki fark kadar çiftçiye ödeme (prim ödemesi) yapılması gerekir. (Bu, AB ülkelerinin onyıllarca uyguladıkları ama şimdi neoliberal düzende piyasa bozucu diye rafa kaldırdıkları sistemdir. Bizde -2006 tarihli  Tarım Kanunu’nda zikredilmesine rağmen-  uygulanmasına imkan verilmeyen sistemdir).

Ama bunlara ek olarak bütün ürünleri kapsayacak bir çözüm, çiftçinin üretim, kredi, girdi ve satış aşamalarını denetleyebileceği bir kooperatif örgütlenmesi içine girmesinin teşvik edilmesi ve bu arada TSKB gibi kooperatif kurumların yeniden ayağa kaldırılması olacaktır. Fark ödeme sistemi olsun, tarımın kullandığı bazı genel girdilerin (mazot gibi) sadece tarıma özgü olarak indirimli fiyattan verilmesinin denetlenebilmesi için olsun, destekleme sistemi her zaman örgütlü bir yapı içinde daha sağlıklı işleyecektir. Buna ilişkin anlamlı bir tarımsal kalkınma modeli İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yıllardır uygulanmaktadır. Ülke çapında farklı ölçeklerde, farklı havzalara göre farklı uzmanlık alanlarında benzer tarımsal kalkınma uygulamalarının harekete geçirilmesi bakımından merkezi ve yerel yönetimlerin görev alanlarının yeniden tanımlanması gerekecektir.

Desteklemenin kurumsal yapısının bütünlüklü bir biçimde yeniden oluşturulabilmesi için yeni mekanizmalara gereksinim olacaktır. Bazı alanlarda (girdi üretimi, girdi yayımı ve destekleme alımlarında) tarımsal KİT’lerin bugünkü tarımsal yapının gereksinimleri göz önünde bulundurularak yeniden oluşturulması gerekmektedir. 2008 sonrasının küresel krizine bir gıda krizi de eşlik ederken bu krizin şoklarına karşı hazırlıklı olabilmek için koruyucu kurumsal kalkanların inşa edilmesi şarttır.
Tarımsal desteklemenin bu boyutta bir yeniden yapılanmayı gerçekleştirebilmesi için tarımın TRUP sonrasındaki destekleme bütçesinin çok ötesinde bir kaynağa ihtiyacı olacağı açıktır. Buradaki ölçütü şöyle belirleyebiliriz. Gelişmiş ülkelerde tarıma verilen destekler tarımın milli gelire katkısının kabaca yarısı ile üçte ikisi arasında bir paya sahiptir. Türkiye’de ise bu oran (destekler 0,5 bölü tarımın MG'e katkısı 7,5=) 1/15 düzeyindedir. Bu oranın 1/3’e yükseltilmesi yani tarıma milli gelirin yüzde 2,5’i oranında bir destek sağlanması durumunda, yukarıda destekleme programı uygulamaya konulabilecektir. Yukarıda sayılan girdi destekleri (mazot, gübre, tohum, elektrik, sulama, toprak ıslahı gibi) burada öngörülen yeni destekleme modelinin en ağırlıklı bölümünü oluşturacaktır. Destek miktarının arttırılmasına eğer doğru destekleme mekanizmalarının kurulması da eşlik edecekse, tarımın bugünkü bağımlı yapısı kırılabilecek ve üreticinin tarımdan kopması önlenebilecektir.

Bütün bunlar yapılabilir mi?
Siyasi koşulların oluştuğu ve yeterli bir siyasi iradenin bu yeni programın arkasında kararlılıkla durmasının sağlandığı bir ortamda, tek bir yasama döneminde bile böylesine bir dönüşümün gerçekleştirilebilmesi mümkündür. Ama gıda emperyalizmine kafa tutabilmek için asıl mesele siyasi koşulların oluşturulabilmesinde düğümlenmektedir.

Oğuz Oyan / SOL

Venseremos - ORHAN AYDIN

Dünya siyasetinde çokça örnekleri var, bazı ülkelerin politik figürleri; parti başkanları, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, belediye başkanları filan halkın içinde yalnız başlarına dolaşıyorlar.
Şimdilerde korkanları çok olsa da bu özellikleriyle anılan yüzlerce siyasetçi var. Behice Boran, M. Ali Aybar, Gandi, Olof Palme, Fidel Castro, Che Guevara ve Latin Amerika’da birçokları gibi.
Amsterdam’da, kentin merkezindeki parkta bulunan Sinema Cafe’de dostlarla sohbet ediyoruz. İnsanlar bisikletleriyle dolaşıyor, yol iki şerit halinde bir karınca akışında, onlarcası başka bir yoldan yürüyüş yapıyor, kimileri banklara oturmuş gül bahçesinden gelen bülbül seslerini dinliyor, kimileri kitaplarını okuyor. Bir sessizlik ki sormayın. Deniz seviyesinin altında kurulmuş bir kentte huzur denen şey, kökleri yukarıda ama çiçekler kuşanmış olan ağaç dallarına sinmiş.
Kareli şortu ve beyaz tişörtü ile bir adam yanaşıyor cafeye, “Belediye Başkanı” diyor yanımdaki arkadaş. Bakınıyorum. Öyle sade, gösterişsiz tıknaz bir adam. Bizim mahalle bakkalı gibi. Park ediyor bisikletini, yanımızdaki gençlerin oturduğu masaya oturup kahvesini söylüyor. Gökyüzüne bakıyorum. Güneş mavi bulutların arasından benimle alay eder gibi sırıtıyor.
Ülkemi düşünüyorum.
Yalnız CB değil, başbakan ya da bakanlardan biri sokağa çıksa, yüzlerce koruma onlardan önce her köşeyi tutuyor, trafik durduruluyor, bir araç değil onlarca son model zırhlı araç ortalığı gürültüye boğa boğa seyirtiyorlar.
Binaların tepelerine uzun menzilli silahlarla keskin nişancılar yerleştirilmiş, gökyüzünde helikopterler dolaşıyor.
Vay anasını arkadaş, bu kadar olur.
Korkuyorlar.
Bir yerlerden biri slogan filan atsa!
Düşünsenize durumu.
Hareket halindeki her canlıdan korkuyorlar.
Halkından korkan yediğinden içtiğinden korkar, karısından, kızından, oğlundan, komşusundan korkar, uykusunda bile rahat edemez, kendi hırıltısından korkar.
Böyle yaşanır mı?
Nedeni bu yazının hem konusu hem değil ancak görünen o ki, suçu olan korkar halkından.
Bülent Ecevit’i anımsıyorum. Anadol marka bir arabası vardı. Başbakanken bile kurulurdu direksiyona tiyatrolara, operaya, baleye onunla giderdi.
Davetiye kabul etmez yer ayırtır ve bilet satın alırdı.
Erdal İnönü ile Ankara’da kitapçı dükkânlarında karşılaşırdık. Mülkiyelilerin bahçesinde aldığı kitaplara göz atar, çayını yudumlardı.
Ülke mi değişti, yoksa biri şair olacakken siyasetçi olmuş ve diğeri fizikçi iken zorla parti başkanlığına getirilmiş bu iki insan mı doğrusunu yapmışlardı?
Biliyoruz ki ikisinin de siyasi günahları kabarık.
Ancak görünen o ki korkmuyorlardı.
Behice Boran, fırına gidip ekmeğini kendi alır, mahalle bakkalından alış-veriş eder, sinema ve tiyatrolara elini kolunu sallayarak halkla selamlaşarak giderdi.
M. Ali Aybar eski sporcu olmanın hazzıyla sabah yürüyüşlerini yalnız yapar, kitapçı dükkânlarını yalnız dolaşırdı.
Korkmuyorlardı. Ortalık faşist kemik yalayıcılarla doluydu oysa.
İnsan halkına, kendinden olmayan herkese küfredince, düşmanlık kusunca, yalanı büyütünce, talanı gündelik yapınca korkuya boğuluyor demek ki.
O zaman kabadayılık, yalnız kameralar karşısında ve mikrofon önünde geçerli oluyor.
Kendi kitlene bile söylev çekerken araya mesafeler koyup, koruma ordusuna, takviye polis ve asker katarak, yığınak yapmak zorunda kalıyorsan, bunun başka izahı yok.
Amsterdam kentini dolaşıyoruz. “Bu kaçıncı, bıkmadın mı?” diyor Meltem.
Bıkmadım, ne bu yosun kokusu taşan kanal boylarından, tekneler üstündeki çiçeklerden, kedilerden, ne müzelerinden, tiyatrolarından, sinemalarından, galerilerinden, kitapçı ve şekerci dükkânlarından bıkmadım.
Varsın kapitalizm höykürsün üstümüze. Değil mi ki adım başı bir yaşanmışlığın içinden geçiyoruz, umurumda değil.
Bir marş çalıyorum ıslıkla, sokaktaki dansçıyla dans ediyorum, ileride gar meydanında çello çalan bir grupla şarkı söylüyorum, mim yapan Hintliyi selamlıyorum göz ucuyla, şu ağacın altındaki ressamla aynı tuvalin içinde geziniyorum, heykellerin önünden geçiyorum saygıyla eğilerek, çiçeklerle gülüşüyorum, diniyor yüreğim.
Kentin mimari dokusunu yaşatmak için, yerel yönetim hiçbir katkı payı gözetmeden tarihi dokuyu sürekli restore ediyor, kentte toz duman ve ses kirliliği yok, iskelelerin tepelerinde ustalar, birer resim yapar, heykel yontar gibi dokunuyorlar yaşama, her gelişimde buna tanık oluyorum, tüm su kanallarında da aynı çalışma sürüyor.
Yine memleketimi düşünüyorum.
Yaşadığım kenti, Beyoğlu’nu. Kültürel varlıklara olan düşmanlığı, sokakların, caddelerin gericiliğin talan politikalarına esir edilişini.
Tadım kaçıyor.
Bu konuda yetenekliyim, başkasına gerek yok, ben kendi kendimin tadını kaçırmayı çok iyi biliyorum.
Zaten sevinç dediğin boğuldu benim ülkemde.
Beş paralık huzurumuz kalmadı.
En son yaptıklarını hiç hazmedemiyorum.
Çocuklarımızın geleceklerini çalıyorlar ve ülkem susuyor ya işte buna hiç dayanamıyorum.
Adanalı İsmail arkadaşın kahvesine oturuyoruz. Küba kahvesi kokuyor üstüm başım.
Bisikletliler geçiyor her yaştan, ne kadar çok. Kim bilir hangi öyküleri taşıyorlar evlerine ve yalnızlıklarına. Yaşlı bir palyaço geliyor karşı kahvenin önüne. Kocaman yusyuvarlak ay gibi bir burun, dilini çıkarıyor hayata ve mızıkasıyla bir Şili halk şarkısını çalarak dans ediyor.
Vensemeros.

Ayağa kalkıp alkışlıyorum, şaşırıyor bizimkiler.
Palyaço ile el sallaşıyoruz.
Bakınıyorum gri bir buluta.
“Kıralım zincirlerimizi.”

Orhan Aydın / SOL

‘Her Türk FETÖ’cülüğü tadacaktır’ - ALİ SİRMEN

Son günlerde, FETÖ’cülük suçlamasıyla gözaltına alınan alınana. 



Gün geçmiyor ki hiç umulmayanbiri FETÖ’cülükten içeri tıkılmasın. Geçen cuma bunlara, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik de eklendi.
Celal Çelik, HSYK’nin tümüyle Fethullahçıların eline geçmesi, adil yargının tarihe karışması, davaların kumpas aracı haline getirilmesi üzerine 2011’de, 12 yıldır yapmakta olduğu yargıçlıktan istifa etmişti. Aynı Celal Çelik, Akıncı Üssü davasına da Kılıçdaroğlu adına müdahil olma talebinde bulunmuştu.
Kısacası, böyle bir kişinin FETÖ’cülükle suçlanabilmesi abestir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “demokrasi adına yüz karası” olarak nitelediği bu olayı akıl tutulmasına bağlıyor.
İlk bakışta Kılıçdaroğlu haklıymış, olay akıl tutulmasından başka bir şeyle açıklanamazmış gibi görünüyor.
Gerçekten de bu davranış, somut bir tehlike olan FETÖ tehdidini soyut bir hale sokuyor ve efsaneleştiriyor.
Her köşeden, her bucaktan FETÖ çıkarma girişimleri, herkese, FETÖ’nün her su başını tutmuş, bütün mevzileri eline geçirmiş, her yere sızmış, her şeye kadir bir güç olduğunu düşündürüyor.Bu durum toplumda FETÖ’ye karşı duyulan nefretin yerini gizli bir hayranlık ve onun karşısında çaresizlik duygusunun almasıyla, FETÖ ile mücadeleyi aksatacağından, olayı akıl tutulmasıyla açıklamak makul görünüyor.
***

Ama gerçekte olayın akıl tutulmasıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Çünkü FETÖ etiketi altında yürütülen operasyonun amaçları arasında, FETÖ ile mücadele yoktur.
9 Eylül Cumartesi bu köşede “Baskı geldi cihane, FETÖ bahane” başlığı altında belirtmeye çalıştığım gibi, asıl amaç dikta yöntemlerine bahane bulmak, biat etmeyenleri hizaya sokacak baskıyı bu bahanenin şalı altına gizlemektir.
Nitekim, rejimin gerçekte en ve tek yetkili kişisi, MİT TIR’ları soruşturmasının Kılıçdaroğlu’na kadar uzayabileceğini ima ederek “Yakında bu içeride olan zat ile Kılıçdaroğlu’nun bağlantısı çıkarsa şaşırmayın” demiştir.
Olaya bu açıklamanın ışığında bakınca, görüntü netleşmekte, amacın FETÖ ile mücadele değil, bunun aslında, baskı yöntemlerinin bahanesinden başka bir şey olmadığı görülmektedir.
Saptırılmış gelişme hızı rakamlarına falan bakmayın siz! Türkiye’de işler hiçbir alanda iyi gitmiyor. Rejimin başı gittikçe sıkışıyor.
Bu durumda aslında yapılması gereken, gerginlikleri azaltmak, sosyal, siyasal ve ekonomik alanda daha olumlu bir ortam yaratmak, komşularla ve yabancı ülkeler ile ilişkilerde “şaşkın ördek diplomasisini” bir yana bırakarak demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla yürürlüğe sokmak olmalıydı.
Ama bugünkü iktidarın bunu yapmaya niyeti olmadığı artık açıkça görülüyor. Tam tersi bir yol tutularak, baskıyı artırmak ve bu şekilde biat etmeyenlere haddini bildirmek yolu yeğlenmektedir. 

***

Şu sıralarda, bütün kötülüklerin simgesi FETÖ olduğundan, baskılar da bu etiket ardına saklanmaktadır. Gerçekte FETÖ ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, FETÖ ile mücadele bahanesi altında biat etmeyenlerin hepsinin çanına ot tıkanacaktır.
Bu durumda biat etmeyen her Türk vatandaşının başına FETÖ soruşturması kurbanı olmak gelebilecektir. Gerçek FETÖ’cülerin ellerini kollarını sallayarak gezdikleri bir ortamda, FETÖ’cülerle mücadelesi herkesin malumu olan Celal Çelik veya Cumhuriyet ya da Sözcü gazeteleri mensupları FETÖ’cülükten içeri tıkılabileceklerdir.
Artık herkes FETÖ’cü olabilir. Hatta bu her özgür kalmaya çalışanın kaçınılmaz kaderidir. Bir fani için ölüm ne ise biat etmeyen, boyun eğmeyen Türk vatandaşları için de FETÖ’cülük o olmak durumundadır.
Bu durumda, “Adalet Saray!”larının kapılarının üstüne, uzaktan da kolayca okunabilecek biçimde şu ibarenin yazılması yerinde olacaktır:
“Her Türk FETÖ’cülüğü tadacaktır.”

Ali Sirmen / CUMHURİYET

15 Temmuz ABD’nin ‘stratejik hatası’ mı? - EROL MANİSALI

1990 sonrasında, ABD açısından Türkiye ve bölgede her şey yolunda gidiyordu:
- 1991’de Çekiç Güç’le birlikte Ankara ayarlanmış, Irak’ın 2003’te bölünmesi ve iç savaşa götürülmesi görünüyordu.
-BOP ve Kürdistan projeleri birbirini tamamlar bir biçimde gidiyordu. BOP’ta Ankara işbirliği mükemmeldi.
-Anti-Amerikan Erbakan 28 Şubat’ta saf dışı edilmiş yerine uyumlu (ve ılımlı) olanlar hazırlanmıştı.
-BOP’a ve Kıbrıs’a direnen Ecevit, Bahçeli’nin koalisyonu dağıtması ile halledilmiş, uyumlu siyasal İslam iktidara gelmişti.
-Kürt ve Kıbrıs açılımlarını Ankara ile ABD uyum halinde götürüyordu. Denktaş, Ankara için de istenmeyen kişi olmuştu.
- 2004’te Ankara, AB müzakere süreci (!) ile, “AB’ye kesinlikle üye yapılmadan, Batı içinde, kapitalizmin bir kuması durumuna getirilmişti”. Moskova’cı Esad’a karşı Ankara, adeta savaş haline sokulmuştu.
Bütün bu koşullar tıkır tıkır ABD lehine işlerken Türkiye’deki yeni siyasal İslam iktidarın karşısına 15 Temmuz’da, “cepte tutulan FETÖ’yü çıkarıp harekete geçmenin anlamı neydi”? Bu bir stratejik hata değil miydi?
Yoksa ABD, 15 Temmuz ile, kestirme yoldan Lozan Türkiye’sinden Sevr’e mi geçmek istemişti?
 

Rusya’ya itme hatası mı?
ABD siyasal İslam iktidarını zoraki olarak bölgede, Rusya’nın yanına itmiş olmuyor muydu? Üstelik Suriye’de PYD’ye (PKK) doğrudan destek vererek “Türkiye’ye karşı savaşır konuma gelmenin” ne anlamı vardı?
ABD Erdoğan’ı, “Erbakanlaşmaya doğru itmişti”. Benim aklıma iki neden geliyor:
-Türkiye’de Lozan’ı Sevr’e, doğrudan ve kısa yoldan sürükleyeceğini düşündü.
-İkincisi ise FETÖ’nün, dünya ve Türkiye’deki ABD kanalı ile sahip olduğu yapılanma, ABD için çok büyük önem taşıyordu. 15 Temmuz’da sonuç alsaydı küresel kazancı daha yüksek olacaktı, böyle sandı.
Ancak ABD, 15 Temmuz başarısızlığına karşın işi yine de riske sokmadı ve tekrar zamana yaymaya karar verdi. 15 Temmuz’da sonuç alamasa da Türkiye’de yarattığı iç kargaşa ortamının sonuçta kendisine yarar sağlayacağını düşünüyor.
Meclis çalışmıyor, kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, içerde kutuplaşma tavan yapmış, her şey tek kişiye bağlı hale dönüşmüş, Avrupa ile gırtlak gırtlağa gelmiş, Yunanistan’dan Körfez’e herkesle kavgalı bir Ankara.
ABD, bu da benim işime gelir, bu gidişle de Sevr’e ve Kürdistan’a ulaşabilirim diye düşünüyor olmalı. Erdoğan’ın Batı ve Avrupa ile kavgası, Türkiye’nin Afganistanlaştırılması, işine geliyor olmalı.
İşin trajikomik yanı dün ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı kızıştırarak dünya kadar silah sattı. Bugün ise Rusya, S-300 ve S-400’ler konusunda aynı şeyi yapıyor. ABD ve Rusya’nın PKK konusundaki pozisyonları da kısmen buna benziyor.
 
Ya bizim halimiz
Onlar açısından durum böyle iken bizim açımızdan ölümlerden ölüm beğen misali bir durum var.
Biz Atatürk Türkiye’si olarak Meclisimizle, siyasal partilerimizle, sivil toplum örgütlerimizle, üniversitelerimizle, medyamızla, iş ve işçi çevrelerimizle kendimiz olmak zorundayız.
Aksi halde pinpon topu gibi ABD ile Rusya; AB ile Çin arasında savrulur gideriz. İçerde ve dışarıda Atatürk düşmanları onu, işte bunun için: Sevr’e ve Kürdistan’a ulaşmak için silmek ve yok etmek istiyorlar: aynen 100 yıl öncesinde olduğu gibi. Ata’nın büyüklüğü, onun Doğu ile Batı arasında kurduğu dengede ve sentezde ortaya çıkmıştır.

Erol Manisalı/ CUMHURİYET

Bir fotoğraf, bir grev, bir ülke…- AZİZ ÇELİK

Bu fotoğraf Türkiye’de grev hakkının özetidir. Bakanlık, ekim başında Türkiye’de yapılacak olan ILO toplantısının uluslararası sendikal örgütler ve Avrupa işçi örgütleri tarafından neden boykot edildiğinin sebebini başka yerde araması.


Siz hiç sendikaya üye oldukları için işçileri işten atan işverenin fabrikaya gelen kolluk kuvvetleri tarafından gözaltına alındığını gördünüz mü? Hiç hakkını arayan çalışanını kapının önüne koyan işverenin fabrikayı basan jandarma tarafından yaka paça götürüldüğünü okudunuz mu? 

Siz hiç işçileri ölümüne çalıştıran, iş cinayetleri ve meslek hastalığı sonucu ölümlerine yol açan patronlara bu fotoğraftaki gibi muamele yapıldığını işittiniz mi? Veya siz hiç hileli iflas ve bin bir türlü mevzuat labirentini kullanarak işçi alacaklarının, işçinin alınterinin ve göz nurunun üstüne yatıp keyif çatan sahtekâr işverenin kollarında kolluk kuvvetleri marifetiyle götürüldüğüne tanık oldunuz mu? Ben görmedim, duymadım, okumadım.

Bazı fotoğraflar vardır dile gelir, konuşur, meselenin özünü fazla söze ihtiyaç duymadan anlatır. Bazı fotoğraflar vardır memleketin halini özetler. Karmaşık görünen, üstü örtülen meseleleri, saklanan ve gizlenen gerçekleri apaçık anlamamızı sağlar. Bazı fotoğraflar vardır artık minareye kılıf bulmak mümkün değildir. Bu fotoğraf da öyle!

Grev itinayla kırılır!
Düzce’de bir fabrika önü, duvarda “bu işyerinde grev vardır” pankartı, kapıda bir kamyon mal çıkarmaya çalışıyor, kamyonun önüne oturmuş grevci işçiler, onların birkaç katı tam teçhizatlı jandarma ve jandarma tarafından gözaltına alınan grev gözcüsü. Bu fotoğraf Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Düzce’de kurulu Tekno Maccaferri işyerinde yürütmeye çalıştığı grevden. Greve fabrikada çalışan 41 işçiden 37’si katılıyor. Dördü yasa gereği zorunlu olarak çalışıyor. İşçiler yekvücut, direniyor. İşveren ise 31 Temmuz 2017’de başlayan grevi sık sık jandarma müdahalesi ile kırmaya çalışıyor.

DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Tekno Maccaferri işyerinde yürüttüğü grev adeta bir çalışma ilişkileri laboratuvarı gibi.

Onlarca kitaba bedel, hızlandırılmış bir sınıf mücadelesi, devlet ve sermaye ilişkileri, iş hukuku (hukuksuzluğu) kursu gibi.

Sendikal hak ve özgürlüklerin nasıl itinayla ihlal edildiğinin, örgütlenmenin nasıl engellendiğinin, grev oylamasına nasıl hile karıştırıldığının, sermayenin valilik ve kolluk kuvvetleri üzerindeki nüfuzunun, kısaca hukuksuzluğun ve keyfiliğinin bir özeti gibi.

Grev birkaç kez kolluk kuvvetlerince kırılmaya çalışıldı. 24 Ağustos 2017’de kolluk kuvvetleri gözetiminde yasaya aykırı biçimde yarı mamul madde ile makine ekipmanları dışarıya çıkarıldı. Yasadışı mal çıkaran yükleme kamyonlara jandarma eşlik etti.

Grev gözcüsü işçilerin itirazlarına karşı, malların Valiliğin oluru ve savcılığın sözlü talimatı doğrultusunda çıkarıldığı söylendi.

Bunun yasadışı olduğunu belirten grev gözcüleri gözaltına alındı ve mallar zorla dışarıya çıkarıldıktan sonra serbest bırakıldı.

Bitmedi. Tam 12 Eylül günü, 12 Eylül’e yakışan bir uygulama ile jandarma ikinci kez grevi kırmaya kalktı. Yine yasaya aykırı bir biçimde, işyerinden yarı mamul ve makine ekipmanları dışarıya çıkarılmak istendi. Bu hukuksuzluğu bedenleri ile engellemeye çalışan grevci işçiler darp edildi. Grev kırıcılık mal çıkaran kamyonlara eşlik eden jandarmanın gözetiminde yapıldı. İşçilerin hepsi grevde olduğuna göre, içeride çalışan kimse yok. O halde içeriden çıkarılan ne? Grevden önce üretilen mallar, onları yükleyecek işçiler grevdeyse dışarı çıkarılmaz. Öte yandan fabrikadan hammadde, malzeme ve makine de dışarı çıkarılmaz.

Yapılan işlem açıkça suç ama bu suça kamu idarecileri de ortak oluyor.

Hukukmuş, yasaymış, grev anayasal hakmış kimin umurunda! Sermayenin menfaatleri söz konusu olduğunda anayasanın ve hukukun ne önemi var!

Düzce cephesinde yeni bir şey yok
Son grev kırıcılığı Tekno Maccaferri işvereninin ve Düzce’deki mülki amirlerinin, bürokrasinin ve kolluk kuvvetlerinin ilk marifeti değil. Bir Türk-İtalyan ortak şirketi olan Tekno Maccaferri işvereni grevi kırmak için grev oylamasında hileye başvurarak sendikal hakları ihlal etmeye başladı.

“Uyanık” işveren sendikanın grev kararını boşa çıkarmak için, Haziran 2017 içinde, Ankara ofisinde çalışan işçi sayısını SGK kayıtları üzerinden 37 kişi arttırdı. Üç dört kişinin çalıştığı ofise adeta bir fabrika kadar işçi alındı. Grev kararının ardından, beklendiği gibi işveren grev oylaması talebinde bulundu ve 21 Haziran 2017’de yapılan grev oylamasında greve “hayır” çıktı. Birleşik Metal muvazaalı (hileli) işçi alımına dayanan grev oylamasına itiraz etti. 25 Haziran 2017 tarihinde, Düzce İş Mahkemesi sendikanın itirazını kabul ederek, hileli oylamayı iptal etti. Hileli grev oylaması yoluyla grevi engelleyemeyen işveren şimdi de kolluk kuvvetlerini kullanarak grevi kırmaya çalışıyor.

Sendikal örgütlenmeye karşı ülkenin her yerinde aşina olduğumuz hukuksuzluklar Düzce’de sık sık yaşanıyor. 2011 yılında Düzce’de Masdaf işyerinde yine Birleşik Metal-İş örgütlenmesi sonrasında 120 işçi işten çıkarılmış, işçilerin direnişi kolluk kuvvetlerince kırılmak istenmiş, işçiler gözaltına alınmıştı. Hatta Düzce Müftülüğü de işverene arka çıkarak “işi gereğinden fazla yavaşlatmak ve işyerine zarar vermek, kârı ve kârlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır dini mesuliyet altına sokar” şeklinde hutbelerin camilerde okunmasını sağlamıştı.

Grev hakkı ayaklar altında
Anayasa bakarsanız grev işçilerin temel haklarından biri. Dolayısıyla hükümetin, valinin, savcının ve hakimin kullanılması için titizlenmesi, korunması için seferber olması gereken bir hak. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Grev Türkiye’de hükümetin ve valilerin iki dudağı arasında. Hükümet istediği grevi keyfi olarak yasaklayabilmekte ve maalesef bu konuda etkili bir hukuk yolu yok. Danıştay adeta grev ertelemelerini onaylayan bir notere dönüştü. Anayasa Mahkemesi grev hakkını koruyan kararlar veriyor ama dinleyen yok, uygulayan yok. AKP döneminde 62 bine yakın işçiyi kapsayan 13 grev ertelendi. Sadece 2017 yılında beş büyük grev ertelendi. 2017’de ertelenen grevlerden ikisi Birleşik Metal-İş’in greviydi.

Grev hakkı sadece grev ertelemesi/yasaklaması yoluyla engellenmiyor: Bir diğer yol ise grev kırıcılığı. Grev kırıcılığının da envaiçeşit yöntemi var ülkemizde. Yasak olmasına rağmen, grevci işçi yerine başka işçi çalıştırmak, fabrikadan yasadışı mal ve malzeme çıkarmak, işçileri tehdit ve şantaj ile greve katılmaktan alıkoymak, kolluk kuvvetleri yoluyla grev gözcülerine müdahale etmek en bilinenleri…

Düzce’de yaşananlar büyük resmin bir parçası. Grevin devletin en üst makamlarınca tehlikeli ilan edilmesi, grevlerin hükümet tarafından sistematik olarak yasaklanması yerel düzeyde de hukuksuzluğa ve işgüzarlığa davet çıkarıyor. Biz yine de hatırlatalım: Türk Ceza Kanunu madde 118’e göre sendikal faaliyeti engellemek, grevi kırmaya çalışmak suçtur. Olur ya, belki bir gün bir savcı mülkiyeti korumak için değil Türk Ceza Kanunu’ndaki  bu suçu işleyenler için harekete geçer.
Fotoğrafa dönerek bitirelim. Bu fotoğraf Türkiye’de grev hakkının ve sendikal hakların özetidir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Ekim ayı başında Türkiye’de yapılacak olan ILO toplantısının uluslararası sendikal örgütler ve Avrupa işçi örgütleri tarafından boykot edilme sebebini başka yerde aramasın, bu fotoğrafa baksın. Bu fotoğraf yeterince açıklayıcı.

Aziz Çelik / BİRGÜN

“Aşağılıksınız” - ERK ACARER

Mezar saldırganıyla fotoğrafı çıkan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan hakaret dolu tuhaf ifadeler, çok acıklı ‘başka’ konuşmalar. Dün dündür…


Mezarlıklar ziyaret edilir, ölülere saygı duyulur. Bunlar… Mutlak surette 16 yıllık AKP iktidarı ve Saray rejiminin yarattığı iklimin yansımasıdır. Nefretle ektikleri rüzgârın, ayrıştırma, ötekileştirme ile biçtikleri fırtınasıdır. Malum hadise. Malum hadiseden sonra çektirdikleri fotoğraflar…
‘Fotoğraflar’ demek eksik. Daha çok bir aile albümü! Çete organizasyonunun allı pullu sayfaları. Tutuklu bulunan, HDP Van Milletvekili Aysel Tuğluk’un annesi defnedilirken, cenazeye saldıran M. K. adlı kişi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile aynı kadrajda. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’la selfie’de. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Julide Sarıerolu’yla gülerken, AKP Ankara Milletvekili Ahmet Gündoğdu ile yan yana  mutlu.

Fotoğraflar flu değil net. Tetikçilerle kol kola yüründüğü, onlara yol verildiği, hepsinin bir bir yaratılıp ortalara salındığı gayet açık. Aslında örtülü bir talimat daha çok: “Böyle iyiyiz çocuklar, devam edin!”

‘Koskoca’ İçişleri Bakanı, ‘o karede’ şüphesiz Hrant Dink’in katili Ogün Samast’la ahbaplık yapan kolluk gibidir. Gar katliamında 2 canlı bombayı taşıyan araca eskortluk eden Yakup Şahin’le selfi çektiren ve gülerek, “Alt tarafı iki çocuk ölmüş, elinize sağlık” diyen polislerden farksızdır.

Doğru; bunun için istifa mı edilir?

‘Koskoca’ İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun her zamanki naifliği ile yaptığı “İstifa etmeli” açıklamasına, AKP geleneği, siyasal İslamcı ruhu ve dümdüz, buz gibi gerçekle yanıt veriyor: “Bunun için istifa mı edeceğim!”
Buz gibi gerçek! Doğru söze ne denir. AKP’nin harcında, 16 yıllık iklimde, sağcının mayasında, istifa diye bir dilekçe mi var?
İşin içinde olanlar…

Soma’da 301 madencinin diri diri gömülmesini izleyen, katledilmesine meydan veren kamu görevlileri, dönemin sorumlu Bakanları ve Başbakanı istifa mı etti?

İlk akla gelen Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Sultanahmet, Antep, İstanbul Beşiktaş gibi büyük katliamlarda, istihbaratın başında olan Hakan Fidan, “Koltuğu bırakıyorum” açıklaması mı yaptı? Ensar’da çocuklara tecavüz edilirken, dönemin, ‘Bir kereden bir şey olmaz’ Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, “Ben onurumu ayaklar altına aldıramam” deyip kenara mı çekildi?

Herkesin bildiği gerçeği dillendirmek, üzerinde uzun uzun düşünmek şart: “İşin içinde olanlar istifa etmezler, günah çıkarmazlar, af dilemezler!”

Dün dündür…

Süleyman Soylu, elbette seçilmiş bir şahıs, özel bir görevlidir; bir Bakan! Öyle ki geçmişteki konuşmaları bile bir kalemde tereddüt edilmeden silinen bir kişidir.

Fakat… Arşivin lütfu işte, hatırlatalım. Soylu, Demokrat Parti (DP) genel başkanıyken, 2009’da Erdoğan’a istinaden yaptığı konuşmasında ne diyor: “Eğer ben dürüst bir adamsam… Arkamda tek bir kare leke olmadan karşınızda duruyorum. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenden hesap sormazsam namerdim!”

Soylu’nun aynı yıl daha Erdoğan’ı hedef alan daha ilginç ifadeleri de var. Misal Erdoğan’ın attan düşmesinin ardından şunları söylüyor: “At üstünde durmayı beceremediği gibi ülkeyi yönetmeyi de beceremiyor.”

Soylu, o yıllarda, gözlüklü, biraz kilolu… Başında hafif bir saç perçemi var. Değişim işte!

Latife bir yana… Çizgi belli. Çizgi yok! “Dün dündür bugün bugündür” deyip, birbirlerinden utanıp sıkılmayacak olanlar, senden benden, halktan mı çekinecek?
Mezar saldırganıyla fotoğraf… Fakat mağdur İçişleri Bakanı… Fotoğrafı yayınlayanı, paylaşanı suçluyor. Kızıyor:

“Aşağılıksınız!”

Aşağılık kelimesinin sözlük anlamı basit…

Ad olarak; nitelikçe, düzeyce düşüklük, küçüklük, alçaklık.
Sıfat olarak; niteliği düzeyi düşük.

ERK ACARER / BİRGÜN

Sarıhan cehennemden bildiriyor! - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Milletvekili ve TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkan Vekili olan hukukçu Şenal Sarıhan, 7-15 Eylül 2017 tarihleri arasında Türkiye’deki “Hak İhlallerini” raporlaştırıp kamuoyu ile paylaştı. Sarıhan bu sonuçları her hafta yayımlıyor. Tek başına partisinden bile fazla hak ihlali alanında veri toplayıp ortaya koyuyor.

Cennet ülkede cehennem azabına uygun son durumun özeti aşağıda sıralanıyor. 

» İşlerine geri dönebilmek açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın davası, Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Ancak iki eğitimci mahkemeye getirilmedi. Jandarma Komutanlığı’nın mahkemeye gönderdiği yazıda, iki ismin “personel yetersizliği” ve “oluşabilecek sağlık sorunları” ve “güvenlik” gerekçesiyle duruşmada hazır edilemeyeceğini bildirdi. Savunma hakkı engellenen Gülmen ve Özakça’nın “savunma yapmadıkları” için  tutukluluk halinin devamına karar verildi.

» Parke döşeyen ustanın, pide getiren çalışanın FETÖ’cü olduğu suçlamalarıyla yargılanan Cumhuriyet Gazetesi yazar ve yöneticilerinin duruşmasında da tutukluluk halinin devamına karar verildi.

» HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı ve eski parlamenter Aysel Tuğluk’un 78 yaşında hayatını kaybeden annesi Hatun Tuğluk’un cenazesi defnedildiği sırada ırkçı bir grubun önce sözlü saldırısına uğradı. “Buraya Kürdü, Aleviyi, Ermeniyi gömdürtmeyiz! Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz!” sözleriyle cenazeye saldıran grup daha sonra taşlı ve sopalı 100 kişilik bir güruh halini aldı.

» İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Bizzat ilgileniyorum” diye açıklama yaptı. Dediği doğru(!) çıktı: Bakan saldırganlarla hatıra fotoğrafı çektirdi.)

» CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun avukatlığını da yapan CHP YDK üyesi Celal Çelik, FETÖ’den gözaltına alındı. Çelik’in Samanyolu TV ve Bugün TV gibi kanalların Digitürk platformundan çıkarılması üzerine, Fethullah Gülen’in talimatının ardından aboneliğini iptal ettirdiği öne sürüldü.

» Diyarbakır’da 264 öğretmen, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ‘zorunlu yer değişikliği’ gerekçesiyle başka illere gönderildi. Sivas’a gönderilen 13 öğretmenin ise oradan başka yere sürüldüğü ortaya çıktı.

» Diyarbakır’da KHK kapsamında açığa alınan yaklaşık 4 bin 400 öğretmenden 180’i meslekten ihraç edilmişti. Eğitim Sen üyesi 264 öğretmen 28 Ağustos’ta Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ‘zorunlu yer değişikliği’ ile sürgün” edilmişti.

» Adalet Bakanlığı, 2016 sonunda cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü öğrenci sayısının 69 bin 301 olduğunu açıkladı.

*Geçen yılın kasım ayında açıklanan verilere göre cezaevlerinde 197 bin 297 tutuklu ve mahkûm bulunuyordu. Yani, bunların yaklaşık 69 bini öğrenciydi.

*Yine bakanlığın verilerine göre, 2013 yılının mayıs ayında ise cezaevlerinde iki bin 776 tutuklu ve hükümlü öğrenci bulunuyordu.

*Bu sayı 2016 sonu itibariyle 25 kat arttı.

» Diyarbakır’da cami bahçesinde bir çocuğu istismar etmekten hüküm giyen adama iyi hal indirimi verildi. Mahkeme, sanığı ‘çocuğun cinsel istismarı’ndan alt sınır olan sekiz yıl hapis cezasına çarptırdı. Ardından ise sanığa ‘iyi hal’ indirimi uygulayarak ceza altı yıl sekiz aya indirdi.

» İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre geçen ağustos ayında en az 217 emekçi yaşamını yitirirken bunlardan 16’sının çocuk olduğu açıklandı.

*Bir diğer rapor da Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan geldi. Rapora göre ağustos ayında erkekler 27 kadını öldürdü, 26 çocuğa cinsel istismarda bulundu.

» Adıyaman’ın Besni ilçesinde Süleymancılar Cemaati’ne ait olduğunu belirtilen özel bir yurtta 10 yaşlarındaki iki erkek öğrenciye cinsel istismarla suçlanan yurt müdürü İ.T. gözaltına alınırken, soruşturmaya yayın yasağı getirildi. Adıyaman Valiliği yetkililerinin de yerel gazetecileri arayarak tacizi yazmamaları için uyarıldığı iddia edildi.

» Aladağ’da 11’i çocuk 12 kişinin yaşamını yitirdiği, 24 kişinin de yaralandığı yurt katliamının ardından hazırlanan raporda suçlu bulunan İlçe Milli Eğitim Müdürü’ne kınama, denetimde sahte rapor veren iki memura ise birer günlük maaş kesme cezası verildi.

» Pembe otobüs uygulamasından sonra bu kez de Pembe Kantin uygulaması başladı. İstanbul’da Kartal Cevizli Ortaokulu’nun kantini “kızlar” ve “erkekler” tabelalarıyla ikiye ayrıldı.

Nazım Alpman / BİRGÜN

18 Eylül 2017 Pazartesi

Sosyalizm: Su gibi, hava gibi, sıradan ve vazgeçilmez bir gereksinim - İLKER BELEK

Kim işsiz, aç kalmak ister?
Kim arkadaşının, komşusunun başına bu tür belaların sarılmasına duyarsız kalabilir?


Ama işte bakın tam da bu türden sorunların hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Dünya nüfusunun beşte biri sağlıklı içme suyundan bile yoksun. ABD’de tepedeki %1’lik azınlığın serveti kalanınkinden fazla. Türkiye’de en zengin %4’lük kesim ulusal gelirimizin %25’ine el koyuyor. Ve kim bilir ne kadar servetleri var? İngiltere’de hükümet patronların vergi yükünü düşürmek için kamu hastanelerini kapatıyor, koruyucu sağlık hizmetlerinden katkı payı alıyor. İsveç’te sağlıktaki katkı paylarının artış oranı 2002 sonrasında %30’u buldu ve yoksulluk sınırının altında yaşayan işsiz oranı son 20 yıl içinde %5’den %30’a çıktı.

ABD, İsveç, İngiltere. Sıradan ülkeler değil bunlar. Dünyanın en zenginleri. Emperyalist sistemin tepesindeler. İngiltere ve İsveç sosyal devletin (çöktü ama) beşiği, merkezi.
Daha da kötüsü şu: Artık herhangi bir anda herhangi bir yerde bir dünya savaşı boyutunu alabilecek yeni çatışmaların ortaya çıkabilecek olmasını herkes olağan görüyor.
Bu kapitalizmdir, bundan başka kapitalizm yoktur.
Bütün bunlar, yoksulluk, işsizlik, açlık, evsizlik… Hepsi kapitalizmin normalleri.
Nedeni çok basit. Kapitalizm sömürücü bir sistem. Emek sömürüsüne dayanıyor. Patronlar emeği sömürerek var olup, varlıklarını artırıyorlar.
Emek sömürüsü, işçinin emek gücüyle ürettiği değerin önemli kısmına patronun el koyması anlamına geliyor. Eşitsizlikler, yoksulluklar, yoksunluklar, zenginlikler bu ilişkiden kaynaklanıyor.
Daha da önemlisi şu: Kapitalizm bu özü nedeniyle son derece karmaşık bir sistem. Düşünsenize, ortada zorla el koyma söz konusu. Açıkça hırsızlık.
Peki kim elinden bir şey alınmaya kalkıldığında sessiz kalır? Kalmaz. Zaten bu nedenle kapitalizm, hırsızlığı gizlemek, gelişecek tepkileri bastırmak için karmaşık bir ideolojiler, siyaset ve polisiye önlemler dünyası yaratır.
Devlet denilen zora dayalı yönetim mekanizması bu amaçla organize edilir. Bakanlıklar, bürokrasi, polis, ordu, savaşlar… Ek olarak borsası, bonosu, faizi, borcu var. Var da var. Teferruatlı iş derken haksız mıyız?

Yetmez. İnsanı elinden alınana rıza göstermesi için “eğitmek”, dünyasını dogmalarla, korkularla doldurmak, bunun için cilt cilt kitaplar yazmak gerekir.
Görebiliyor musunuz toplumsal kaynaklarımızın ne kadar önemli kısmı boş işler için harcanıyor. Yani mesele yalnızca patronların ceplerini doldurmaları değil. Bir de bizden topladıkları vergilerle bu devasa yapıyı fonluyorlar.
İşsizlik gibi, yoksulluk gibi, karmaşa da kapitalizmin genetiğinde mevcut.
Bütün bunlardan kurtulmak ve eşit yaşamak mı istiyoruz, o zaman ilk elde patronları tepemizden atacağız.
Onların el koyduğu zenginlikleri kamulaştırıp, ortak ihtiyaçlarımıza yönlendireceğiz. Sosyalizm paylaşımın yeniden düzenlenmesi, yani matematiktir.
Patron sınıfını ortadan kaldırdıktan sonra, bir süre içinde, devlet aygıtına da, ideolojik mekanizmalara da gerek kalmayacak.
Toplumsal yaşam sadeleşecek.
Toplumun herkese yeteneğine göre iş verebildiğini ve böylece çocuklarımızı yarış atı gibi sınavlara hazırlamak zorunluluğundan kurtulduğumuzu düşünün bir kez.

%4’lük azınlığın el koyduğu kaynak miktarı yılda 200 milyar dolar ediyor. Bizim yıllık sağlık harcamamız 30, eğitim harcamamız ise 60 milyar dolar kadar. Patron sınıfını ortadan kaldırmanın sağlayacağı avantajın boyutu işte bu. Bir de AKP’nin toplumun tepesine diktiği polis ordusunun küçültüldüğünü, komşu ülkelerdeki saçma sapan askeri operasyonlara son verildiğini düşünün.
Sosyalizm basittir, sadedir, yaşamsaldır, herkes içindir.

Sosyalizmde yaşamak kolaydır. Yarın başımıza ne geleceği tedirginliğinden kurtarır bizi. Hepimize iş,  sosyal güvence, sağlık, eğitim, konut verir. İnsanın aklını özgürleştirir. Büyük bilimsel atılımların zemini budur.
Mezhep, etnik kimlik, dini inanç fark etmez. Bunların hiç birisinin birlikte yaşamamız bakımından herhangi bir önemi kalmaz.
Sosyalizm hepimizin çıkarınadır.
Atatürkçü müsünüz, öyle olsun, ama neden sosyalizm mücadelesine katkı koymayasınız, eşitlik istemiyor musunuz?
Cumhuriyetçi misiniz, tamam. Esas cumhuriyet sosyalist olanı değil mi? Neden cumhuriyetimizin temeli kamucu ekonomi olmasın?
Kürt hareketine mi sempati duyuyorsunuz? Ama inşaatlarda, fındık tarlalarında sömürülen Kürt emekçisinin hakkını teslim etmek için adalet gerekmiyor mu? Kürt emekçisinin kaderini, Kürt de olsa patronunkiyle nasıl aynı görebiliriz?
İnançlı mısınız, zaten herkesin kendine göre bir inancı yok mu, yaşayın kendi içinizde onu. Ama inancın dayatılması, çocuklara zorla din eğitimi verilmesi, kabul etmelisiniz ki olacak iş değil.
Sosyalizm insan içindir. İnsan dediğimizde milliyetlerin, inançların hükmü kalmaz. İnsan milliyetini seçemez, inancı dayatmak ise zaten insanlıkla bağdaşmaz.

Ama sosyalizm birlikte inşa edebileceğimiz tek insani düzendir.

İlker Belek /SOL

‘Otoriterlik’ ve demokrasi - ERGİN YILDIZOĞLU

Faşizmden farklı olduğu varsayılan bir “otoriterlik” Avrupa’da, ABD’den Filipinler’e, enerjisini neo-liberalizme, küreselleşmeye, düzenin seçkinlerine güvenlerini kaybeden halktan alarak (faşist hareket de öyleydi) yükseliyor. 
 
Karizmatik bir siyasetçi, bu enerjiyle, seçimleri kazandıktan sonra yasama, yürütme ve yargıyı kendi elinde toplamaya, medyayı denetimi altın almaya, muhalefeti, devletin denetleme-dengeleme organlarını etkisizleştirmeye başlıyor (faşist lider, hareket de öyle yapmıştı). Bu süreçte, “bize” yabancı bir “öteki”ni hedef alan nefret ve şiddet işlevsel oluyor (faşizmde de öyleydi).
Yeni otoriterlik” savına göre, bir kişinin (Orban, Trump, Erdoğan olabilir) otoriter eğilimlerine karşı, demokrasiyi savunmamız gerekiyor. Ancak, “bir kişinin otoriter eğilimlerine” odaklanan bakış, o kişiyi, o eğilimleri uygulama noktasına taşıyan, orada tutan özgün toplumsal hareketi, tarihsel koşulları göremiyor. Savunmamız istenen “demokrasi” de oldukça sorunlu. 


Demokrasi
Demokrasi, eşit, özgür insanların, kendi kendilerini -seçtikleri temsilciler aracılığıyla- yönetmesi demek. Ya seçilenler seçildikten sonra, seçenlerin değil de başka çıkarları, ya da kendi çıkarlarını ön plana koymaya başlarsa? Demokrasilerde, bu soruna çare olarak, devletin, seçilmemiş ama seçilenlerin verdikleri sözlere (üzerine yemin ettikleri yasalara) bağlı kalmasını sağlayacak denetleme, dengeleme organları, güçler ayrılığı modeli var. 
 
Ancak dengeleme, denetleme organları, belli tarihsel koşullarda şekillenmiş değişken bir siyasi ekonomik yapıyı (kapitalizmi) korumayı amaçlayan yasaların, ideolojik-kültürel ortamın belirleyiciliği altında işliyor. Örneğin, kapitalizmin bir kriz yönetme rejimi olarak noliberalizmle, eşitlik ve özgürlük kavramlarının içeriği, farklı kimliklerin piyasa ilişkileri içindeki eşitliği ve piyasa ilişkilerine katılma özgürlüğü olarak, yeniden tanımlanmıştı. Böylece çalışanların hakları ve özgürlükleri, bir önceki büyüme dönemine kıyasla belirgin biçime gerilemişti. 
 
Demokrasiye” kuşkuyla bakmak için başka nedenler de var. Örneğin yasalar önündeki eşitlik, ekonomik kaynaklara, servete, bilgiye ulaşma olanakları arasındaki farkların etkisiyle pratikte anlamını yitiriyor. Çoğunluk, kendisini yönetecek olanları özgür bir ortamda seçiyor olsa bile, bunları her zaman, ekonomik kaynaklara, bilgiye ulaşma, bilgiyi üretme (üniversite, dini kurumlar, medya vb...) kapasitesi yüksek, çoğu kez siyasi partilerde örgütlenmiş bir azınlık içinden seçiyor. Ekonomik kaynakların yönetimi, dağılımı söz konusu olduğunda bu azınlık, her ekonomik kriz döneminde, ekonomik kaynakları kapitalizmi ve kendisini korumakta kullanırken, krizin mali yükünü çoğunluğun üstüne, ya sosyal hizmetleri kısarak, ya da vergileri artırarak yıkmaya başlıyor. Bu çoğunluktan alıp azınlığa verme pratiğine yönelik itirazlar da, medyanın yardımıyla yaratılan, “yoksa her şey çöker” (sonra, Naziler, Hiroşima, iç savaş, terör vb.) korkusuyla, düzenin işleyişine ilişkin açıklamalara yönelik şüpheler de, düşünmeye vakit bırakmayan, eğlence endüstrisinin, tüketim kültürünün ürünleriyle, iş güvensizliği- borç kıskacı altında etkisizleştiriliyor.
Böylece, demokrasi, pratikte (Peter Sloterdijk’in kimi kavramlarını ödünç alırsak) azınlığın yönetiminin, (oligocracy), “mali çıkarların yönetiminin” (fiscocracy), “korkunun yönetiminin (phobocracy) adı oluyor. Çoğunluk da, bu duruma itiraz ederken, seçkinleri (oligocracy) ve medyayı (phobocracy) hedef alan, bilgiye değil kanaatlere dayanan kolay çözümleri öneren “yeni otoriter” liderlere yöneliyorlar. 
 
Gerçekten de otoriter liderlerin gücü halktan geliyor; peki, Brecht’in sorduğu gibi “Halktan gelen bu güç nereye gidiyor?”: Demokrasi görüntüsüyle gizlenen “oligokrasi”nin de gerisine, gittikçe ağırlaşan totaliter blr “otokrasiye” (faşizme) doğru. 
 
Öyleyse, ya “oligokrasi” (demokrasi), ya “faşizm” seçeneklerini reddedip, “oligokrasi”nin görüntüsü olmayan bir başka demokrasinin yaşayabileceği bir başka toplumu amaçlamak gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Şair ceketli çocuk: Kazım - HİLAL KÖSE

Avukat Arzu Kal Demirçi, arkadaşı Kazım Koyuncu’nun kitabını yazdı. ‘Şair Ceketli Çocuk” isimli kitap için Demirçi, “Sadece çok yakınlarının bildiği Kazım’ı anlatmaya çalıştım” diyor. Kitabın geliri Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na gidiyor.


 Avukat Paluri Arzu Kal Demirçi, Chivi Yazıları’nda çıkan yeni kitabı ‘Şair Ceketli Çocuk’ta, Karadeniz’in asi çocuğu, 25 Haziran 2005’te yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’yu anlatıyor. Kazım’la ilk karşılaşmasından son ana kadar süren dostluğunu bütün içtenliğiyle kaleme almış. “Bana kattıkları ile bendeki Kazım’ı yazdım” diyor. Kazım’ı kaybettikten 12 yıl sonra kâğıda döktüğü satırlara, acısını, kederini, özlemini, Kazım’ın neşesini ve umudunu yüklemiş. Yüzünüzde kocaman bir gülümseme, gözlerinizden yağmur gibi süzülen yaşlarla okumaya hazırlıklı olun yazılanları. Kitabın geliri de Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na gidiyor. Kazım, çok uzaklardan, çocuklara umut olmaya devam ediyor. Demirçi ile Giresun Eynesil’deki evinde bir araya geldik. Kazım’lı günlere geri döndük...

- Nasıl geçti 12 yıl?
Onu kaybettikten sonra üç yıl ilaçsız uyumadım, gezmedim, konsere gitmedim. Çığlık çığlığa uykulardan uyandım. Zor geçirdim. Sonra sonra ortak bir arkadaşımızın kızı oldu onunla ilgilenirken tekrar bir can geldi bana. Kazım bir tek damla gözyaşımı görmedi. Hiçbirimiz onun yanında ağlamadık. Bize bir gün ‘Taş mısınız niye hiç ağlamıyorsunuz?” diye sordu. Sonra da “İyi ki de öyle yapmıyorsunuz, yoksa camdan atardım sizi” dedi.

UMUDU DİRİ TUTTUK
- Dostluğunuz nasıl başlamıştı?
Bizi herkes çok eski dost zannediyor. Biz daha iki yılı doldurmamıştık onu kaybettiğimizde. 30 Temmuz 2003’te Değirmen Sanat Evi dinletisine gitmiştik. Konseri bitince tanıştık. Ayrılırken, sarıldım, ‘ne olursa olsun hep yanında olacağım’ dedim. Nasıl olduğunu anlamadan çok iyi arkadaş olduk.
- Hastalığı nasıl karşıladınız?
İki gün odaya kapandım, ağladım. Üzüldüğümü duymuş aradı, “ben çok iyiyim merak etme. Bana sen bakacaksın” diye beni sakinleştirmeye çalıştı. Hastalığı boyunca hep çevresindekileri sakinleştirmeye çalıştı. Sonrasında Cihangir’de evimizi tuttuk. Sevgilisiyle birlikte üçümüz kaldık. Son ana kadar umudu kaybetmedik. Ot da kaynattık, reiki de yaptık. Aklınıza gelebilecek bir sürü şey yaptık.

SON İSTEĞİ KARAYEMİŞTİ
- Kitapta hastanedeki günleri de var...
Hastaneye yattıktan sonra sadece sevgilisi yanında kaldı. Sabah işe gitmeden, öğle arasında ve iş çıkışında uğrardım ben de. Gece yarısına kadar kalırdım. Laz böreği isterdi. Onun o hastane yatağında zevkle Laz böreği yemesini unutamıyorum. Son zamanlarında karayemiş sormuştu. Olmamıştı daha... Onu defnettiğimizde karayemişler yeni olmaya başlamışlardı. Mezarı şimdi karayemiş ağaçlarına bakıyor.
- En son ne zaman gördünüz onu?
Artık burnunda iki tane solunum hortumu var. Bir tane kalın bir tane de eliyle tutuyor. “Odamı değiştirin” diyor, “bu çalışmıyor hava gelmiyor” diyor. Aslında çalışıyor ama nasıl diyeceksiniz ki... Çok çok zordu. Zorla nefes almaya çalışıyor. Sırtını dayayamıyor, önündeki masaya kafasını koyarak uyumaya çalışıyor. 24 Haziran’dı benim onu son gördüğüm gün. Kapıdan çıkarken geri döndüm “Seni seviyorum” dedim. Solunum hortumunu salladı ‘ben de’ demek için. Akşam yoğun bakıma almışlardı. Sevgilisine ‘beni bırakma’ demiş, normalde yanına kimseyi almıyorlardı, sevgilisinin yanında kalmasına izin verdiler. Ertesi gün de gitti... Hastalığın başında ‘acı içinde kıvranacak,’ demişlerdi o derece kötü olmadan gitti... O bile beni mutlu ediyor şimdi.

DURUŞU HATIRLANMALI
- Kitabı elinize alınca ne hissettiniz?
Çok heyecanlandım... Başucu kitabı yapacağız diye çok yazan oldu. Çok ağladıklarını söyleyen oldu. Sanki, okuyan herkes acıdan bir parça aldı yüklendi ama benimki de hiç azalmıyor. Bir tane oğluma imzaladım, kitaplığına koydum. Bir gün açıp Kazım’ı oradan tanıyacak. Kitap herkese ulaşsın, hiç tanımayan kimse kalmasın isterdim onu.
- Kazım’a dair başka bir proje var mı aklınızda?
Olması gerekiyor ama nasıl yaparız onu da bilmiyorum. Kazım, hiç birbiriyle anlaşamayan o kadar çok insanı bir arada tutmuş ki, şimdi hepimiz dağıldık.
- Kazım’ı bugün en çok nasıl hatırlamalı?
Biraz Karadenizliyim, biraz müzisyenim ama hepsinden önce devrimciyim diyen bir adamı herhalde en çok siyasi duruşuyla hatırlamak gerekir. İnsanı insan yapan değerler o duruştan geliyor. Bu adamın bu kadar güzel yürekli olması, çevreye, insana duyarlı olması, herkesin derdini dert edinmesi, hepsinin temeli zaten o. Spor taraftarlığı bile devrimciliğine dayanıyor.

O BİR MUCİZEYDİ
- Kazım’ı siz nasıl anlatırsınız onu tanımayanlara?
Kitap gibi. O kitap olabilirdi ancak... Tek kelimeyle onu anlatmak gerçekten zor. Hayvanları bile arkadaşı kabul ederdi. Kaplumbağa kanı içirilmesini önerdiler bize. Kabul etti bir tek şartla, eğer ölmeyecekse kaplumbağa... Daha fazla söze gerek yok. İstiklal’de yolunu çevirirdi çocuklar, durur sohbet ederdi. Vakti varsa oturur bir çay içerdi... Ben Kazım sayesinde yatağını bulmuş suyum diye yazdı bana üniversiteli bir genç. Ne güzel etkiler bırakmış insanlarda... Ben ona bir de mucize diyorum. Trabzon konserine geleceği zaman çok heyecanlıydı. Evde sürekli şarkı söylemeye çalışıyordu elinde gitarla. Öksürükleri çok fazlaydı, şarkı söylerken öksürmeye başlamaktan çok korkuyordu. O dönemde raporlarını Almanya’ya göndermiş, konserinden bahsetmiştik. Gelen yanıt şu oldu; nefes alıyor olması mucize... Kazım, sahneye çok aitti, oradayken hiç ölmeyecekmiş gibiydi... Orada çok mutluydu. Trabzon konserinde inanılmaz duygusal anlar yaşamış. Çünkü herkes ağlıyor. İzleyenler onu yormamak için şarkıya eşlik ediyor, oturarak söylüyor... Bir bir buçuk ay kalmıştı vefatına, çok az bir zaman. Vazgeçmiyordu, hasta olmasının onu durdurmasını istemiyordu. Bir şeyler daha üretmek istiyordu. Ama stüdyoya girecek kadar kendini iyi hissetmedi.

Hilal Köse / CUMHURİYET

Hep devrimden yana durdu: Maritza Garrido Lecca - MUSTAFA K. ERDEMOL

Maritza Garrido Lecca artık serbest. Ülkenin yarısını ele geçirmiş bir hareketin destekçisi bir burjuva kadını olarak değerlendirildi ama inançlı bir devrimciydi. Hareketin liderini sakladığı için yattığı cezaevinden 25 yıl sonra çıktı.


Gencecik bir kadın olarak 25 yıl önce nasıl girdiyse cezaevine, aynen öyle çıktı. Girdiğinde kendisinden pişmanlık sözleri duymak isteyen gazetecilere gülümsemişti, 52 yaşında çıktığında da gülümsüyordu. Yargılanması süresince de pişmanlık belirten tek bir ifade çıkmamıştı ağzından.

Oysa “kırılgan, nazik” bedenine bakıp pek de “dayanıklı” olmayacağı sanılan kadınlardan biriydi o da. Ne de olsa balerindi. Bu muhteşem sanatı öğretiyordu da aynı zamanda. Yattığı onca yıl boyunca tek bir yakınması olmadı. Tek bir yoldaşını ele vermedi.

Maritza Garrido Lecca artık serbest. 11 Eylül 2017 günü özgürlüğüne kavuştu. Peru’daki Aydınlık Yol Hareketi’nin “Başkan Gonzalo” olarak bilinen efsanevi lideri, taraftarlarının “Marksizmin Dördüncü Kılıcı” olarak da tanımladıkları Abimael Guzman’ı 90’larda apartmanında sakladığı için 25 yıla mahkûm olmuştu. Lecca’nın yaşadıkları 2002’de ünlü yönetmen/aktör John Malkovich’in “The Dancer Upstairs” filminin de ilham kaynağıydı. Bizde de benzeri olan  Peru medyasının diliyle söylersek olay ortaya çıktığında “ülke şoke olmuştu”. Lecca her şeyden önce bale yapan bir burjuva kızı olarak ilgi çekiciydi haliyle. Oysa Guzman yakalandığında yanında sadece Lecca değil, Aydınlık Yol Hareketi’nin Merkez Komitesi üyesi üç kadın daha vardı: Elena İparraguirre, Laura Zambrano, Maria Pantoja Sanchez.

Lecca, karizmatik bir lidere hayran bir burjuva kızı değildi. Örgütle bağlı olmayan ancak aynı idealleri paylaşan devrimci bir sanatçıydı. Tutuklandığında kendisini sorgulayanlara bunları söylemişti. Sonraki açıklamalarında da hep aynısını söyleyecekti.
Maritza Garrido Lecca, Peru’nun “Katolik değerlerin en yüksek olan kenti” kabul edilen başkenti Lima’da annesiyle oturacak. Zengin komşuları onun gelişini pencere ya da balkonlarına Peru bayrakları asarak protesto ediyorlar. Peru’nun eski Başbakanı Pedro Cateriano da Lecca’nın yaşayacağı sitede yaşıyor. Peru’nun eski isyancılarla birlikte yaşamaktan başka çaresinin olmadığını söylüyor. "Lecca ile komşu olmaktan memnun değilim, ama yasalar böyle çalışıyor” diyor.

Lecca, serbest bırakılan Aydınlık Yol militanlarının sonuncularından. Peru basınında serbest kalmasının huzursuzluğu artıracağı yolunda kışkırtıcı yazılar yer aldı. Adalet Bakanı Marisol Perez, “Aydınlık Yol ve terörizm bizim düşmanımız, onlara karşı gözlerimiz açık olmalı” dedi. Birden bire Aydınlık Yol’a karşı yıllar sonra yeniden bir karşı propaganda başlatılmış oldu. Hareketin “terör” suçundan tutuklu 6 bin mensubundan çoğu bugün serbest, Bunun Peru için bir güvenlik sorunu olduğunu söyleyenler var.

Aydınlık Yol ile yasal temsilcisi durumunda olan parti Peru devleti için artık bir tehdit değil ama buna rağmen halkta büyük bir karşılığı olduğu da bir gerçek. Peru İçişleri Bakanı Carlos Basombrio yakın bir zamanda gerçekleştirilen ve iki ay süren öğretmenler grevinde polislerle öğretmen çatışmasından Aydınlık Yol Hareketi’ni sorumlu tutmuştu.

Guzman nasıl popüler oldu?
Balerin Lecca’nın serbest kalmasından daha önemli bir konu var aslında. Bugün bile tartışmayı hak ediyor. Guzman, hem idealist entelektüelerden hem de İspanyolca’yı bile doğru dürüst konuşamayan yerlilere kadar yaygın bir halk desteğini nasıl elde edebildi? Bu, Lecca gibi nispeten rahat yaşam sürdüğüne inanılan insanların da nasıl “harekete” kazanıldığını da anlamamıza yarayabilir.

Guzman, 10 yıllık bir gerilla kampanyasından sonra ülkenin neredeyse üçte birini kontrol edebilecek hale gelmişti. Peru’nun toprak sahibi sınıfı ve köylülerinin dışında And Dağları’nın derinlerinde yerleşmiş izole yerli topluluklar bu hareketin seslendiği kesimlerdi. Peru’da gezilebilir yolların azlığı nedeniyle bölgeler arası yolculuk zordur. Kırsal alanlarda altyapı eksikliği bölge ekonomilerinin yaratılmasına neden olmuştur. 1960 yılında, o zamanlar bir felsefe öğrencisi olan Guzmán, batı And Dağları’nın çevresindeki Arequipa bölgesindeki deprem mağdurlarını sayım araştırması yaparken yerlilerin sefil koşullarına tanık oldu. Çürük kerpiç evlerinin hiçbirinde kapalı sıhhi tesisat yoktu, ham atıklar ailelerin içme suyunu sağladığı akarsuları kirletiyordu. Bu köylülerin çoğu yerli bir dil konuşuyor; bu, onları Peru’nun İspanyolca konuşan çoğunluğundan daha da uzaklaştırıyordu. Guzman bu durumu gördüğünde burjuvazinin “özgürlük”, “eşitlik” kavramlarına inancını yitirdi. Sınıf mücadelesinde artık Marksizm’dir yol göstericisi.

1962'de Guzman’ı Ayacucho bölgesinde görüyoruz. Nüfusun yüzde 75'inin tarımla geçindiği bir bölgedir burası. Köylülerin yüzde 20'si toprak sahiplerine hizmet ediyordu. Kendi ürünlerini yetiştirmek için de haftada üç gün toprak sahibinin tarlasında ücretsiz çalışıyorlardı. Köylü ailelerinin yetişkin kızları da toprak sahiplerinin “cinsel ihtiyaçlarını” karşılamak durumundaydılar. Bu ilişkiden doğan her çocuk toprak sahibinin ilerideki işçisi olacaktı. Ayacucho’nun köylülüğünün aşırı derecede fakirliği Marksist ideallerin gelişimi için uygundu. Peru’nun yerli halkının durumu, Guzman’ı o kadar öfkelendirdi ki, yerli halkı ezmekle yükümlü olduğuna inanılan Peru devletini yok etmek için harekete başladı. Aydınlık Yol Hareketi, Peru’nun sosyal kurumlarını yok ettikten sonra, köylüler tarafından işletilen bir Maoist rejim oluşturacaktı

Guzman’ın yaptığı önemli işlerden biri yerli halkın dilini öğrenmek oldu. Sosyalizmin öğretilerini İnkaların kültürel özellikleriyle birleştirdi. Yörede kullanılan ortak tarım sistemini Mao’nun tarımsal sosyalist modeliyle birleştirdi. Bu tüm yörenin katıldığı Aydınlık Yol Hareketi’nin doğmasına yol açtı.

Hareket, 1991'de Peru’nun neredeyse üçte birini kontrol ediyordu. Öyle ki başkent Lima’yı kırsaldan neredeyse ayıracaktı. Aynı yıl, dönemin Başkanı Alberto Fujimori’nin Terörizmle Mücadele Birimi Hareket’in liderlerinin bir toplantısının film görüntülerini aldı. Grup içindeki ikinci komutan Domingo Quintero’yu tespit ettiler. Peru istihbaratı Quintero’yu bir Lima restoranında bulup tutukladı. Sorgulamalar sonucu hareketin liderlerinin Lima’da  kaldığı birkaç evin adresi ele geçirildi. Bunlardan biri Maritza Garrido Lecca’nın dans stüdyosu idi.

Lecca, dans ederken bile aklı yerlilerde olan devrimci bir sanatçıydı. Şimdi dışarıda.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Makam bilmez cahil - ZAFER DİPER

Kırk yılın başında da görsem ve hani akrabam olmasa, kapıyı açar mıydım kendisine bilmem; çünkü bu kadın bir felaket, bastonuna dayana tutuna kapı kapı dolaşmadığı kimse kalmıyor, ülkedeki tek sorunlu, kıygın(mağdur) sanki bir tek oymuş gibi, yakınmalarının ardı arkası kesilmiyor. Şimdi belli ki sırada ben varım.

“Çıldırmak üzereyim artık!” diyor. “Hayırdır? Şöyle bir otur, soluklan önce” diyorum. “Nesi, hangisi hayır, konu tek değil!” diyor yerinde duramayarak. “Taşınıyorum, gidiyorum bu Kadıköy’den!”
“Yapma yahu,” diyorum, “sen kırk yıldır bu yakada oturuyorsun.” “Kadıköy’de yaşamak ayrıcalıktır ha? Sen mi diyordun bunu?” “Yok canım ben...” “Kim diyorsa düşsün yakamdan ya!” Yaşlı maşlı ama kafası saat gibi çalışıyor, yakadan yakayı bağlıyor. “İyi de neden geçmek istiyorsun karşıya?” “Sen haberlere de mi bakmıyorsun? Yalnızca ben değil ayol, bir sürü insan göç ediyor Avrupa yakasına. Kentsel dönüşüm adı altında her yerde her saatte inşaat ve tabii gürültü;  ama o ne kesilmez, durmaz, bitmez gürültü o öyle?!... Bir de ezan sesi. Şu zaten birbirlerine yakın neredeyse iç içe duran camilerden, biri başlayınca beş saniye sonra diğerinden, o hoparlörlerden yükselen sesler...”

“Bundan sızlanmana şaşırdım doğrusu,” diyorum.

“Haa şey demek istiyorsun, ‘sen, nasıl olur, inançlı birisin, orucunu tutar, evde namazını kılarsın’; evet öyleyim ama o hoparlörden gelen, sesi sonuna kadar açılmış kulaklarımda patlayan o bağırtılardan dinlemek istemiyorum ezanı... Bak aslında sesin kısılıp kısılmaması da değil, esas mesele...”

“Bir zamanlar Klasik Türk Müziği kurslarına da katıldığını anımsadım ya “ben pek anlamam da ama sen makamları iyi bilirsin,” diye giriyorum araya.

“Evet tam üstüne bastın,” diyor, “Bunamadım daha. Ezanlar sanat müziğimizde kullandığımız ses dizileri yani makamlarla okunurlar. Sabah ezanı, saba makamı ile okunmalı; öğle: rast; ikindi: hicaz; akşam: segâh; yatsı ezanı ise uşşak, beyâti makamları, aklımda kaldığınca. Değişik makamlarda okunmalarının nedenleri var elbette. Ama makamlarına uygun, doğru dürüst okunuyor mu sence? Ses güzel olmalı, ezan güzel okunmalı. Ah, dini müzikte hani nerede bir Kani Karaca?”
“Sen böyle deyince kiliseler geliyor aklıma” diyorum. “

Niye?” diye soruyor.

“Ses eğitimi alıyorlar. Çocukluktan başlıyorlar. Gençlik korolarında gelişiyorlar. Dini günlerinde, pazar ayinlerinde önemli bestecilerin yapıtlarını seslendiriyorlar kiliselerde. Dünyanın en yetkin sescileri, operacıların önemli bir bölümü oralardan yetişiyor. Konu konuyu açıyor da, bizde son durum inanılmaz!” “Neymiş o?” diye soruyor yine. “Yeni öğretmelikte (müfredat) Batı müziğine ve çoksesli müziğe neredeyse hiç yer verilmiyor. Yerine ilahiler ve salavatlar getiriliyor. Müzik eğitmenleri, tepki gösteriyor, ‘Müzik derslerini de din kültürü öğretmenleri versin o zaman!’ diyorlar... ” Hadi ben gideyim artık,” diyor. Ohh, atlattık diye geçiriyorum içimden. Eli kapının tokmağında, “Ne o,” diyor, “öyle pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun?” “A-a, olur mu hiç...” “Olur olur, söyle ne?” “Açıkcası,” diyorum, “başımızda ne belalar dolaşıp dururken, sen sanki bu konulara çok takmışsın bence. Örnekse ezanın okunuşuna falan diyeceğim de...”

“Deme!” diyor kapıyı vurup çıkarken. Dışarıdan duyuyorum süren öfkesini, yere vuran bastonunun sesini: “Önemsizmiş! Ben buraya dertleşmeye geldim, ders almaya değil, makam bilmez cahil!...”

Zafer Diper / BİRGÜN