24 Eylül 2017 Pazar

‘Sosyoloji buysa, hapse giricem!’ - TAYFUN ATAY

Anlamalıydım bu seneki ilk derste üniversiteye yeni başlayan öğrencimin, “Galiba hapse giricem” tepkisinin nedenini!..
Karşısına M.Ö. 2’nci yüzyılda yaşamış Romalı Terentius’un, Marx’ın da çok sevip hep kullandığı meşhur özdeyişinden bahisle çıkmıştım:
“İnsani olan hiçbir şey sana yabancı değil” diyerek…
Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun diye de ekleyerek!..

*** İnsana, topluma, kültüre ilişkin dünyanın bir ucundan öbür ucuna, geçmişten bugüne ne yapılmış, söylenmiş ve olmuşsa hepsi burada öğrenilecek, konuşulacak, tartışılacak; gizli, saklı, ayıp, yasak yok bu sınıfın içinde demiştim.
Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun diye ekleyerek…

*** Terörden töre cinayetine, ensestten ensest yasağına, tesettürden tacize, teizmden panteizm ve ateizme, aşiretten devlete, şeyhlerden satanistlere, evliliklerden boşanmalara, cinselliksiz aşklardan aşksız cinselliklere, mabetlerden medyaya, IŞİD’den Pegida’ya, Charlie Hebdo’dan Arakan’a, Sivas-Madımak’tan Srebrenistsa’ya kadar nice olay, olgu, düşünce, hareket, sorun, çatışma, katliam…
Hepsi senin ilgi alanın içinde demiştim.
Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun diye ekleyerek…

*** Nihayet, polis için suçlu, asker için düşman, yargıç için sanık olan, senin için “insan”dır demiş…
Ve eklemiştim: Çünkü sen, yolun başında bir sosyologsun!..
Söylediklerim karşısında daha fazla dayanamadığını belli eden canhıraş bir sevimlilikle patladı:
“Galiba hapse giricem!..”

*** Üniversitede hoca olarak 35’inci yılıma merdiven dayadım. Antropoloji, etnoloji, halkbilim, sosyoloji, siyaset bilimi-uluslararası ilişkiler bölümlerinde çalıştım.
1980’lerden 2000’lerin başına, hiçbir dönem kolay değildi; ama sınıfta ilk derste yukarıda özetlediğim çerçevede söylediklerime öğrenciden hiç böyle bir karşılık almadım!..
Bu, bugüne özgü ve altyapısında memlekette 15 yıldır yürürlükte olup artık tam anlamıyla otokratikleşmiş “dinbaz” iktidar söylemi ve pratiği var.

*** O söylem ve pratik doğrultusunda dün Darwin üzerinden biyolojiye ne yaptılarsa bugün Marx üzerinden sosyolojiye onu yaparak mazbut bir “majestelerinin sosyolojisi” var etme arzusundalar.
O yüzden 2016-2017’de sırasıyla Comte, Marx, Durkheim ve Weber’in anlatıldığı lise sosyoloji kitaplarından bu sene Marx’ı çıkartıp atmışlar, yerine Saint Simon ve Le Play’i koymuşlar.
E, elbette bundan sonra üniversitede sosyoloji okumaya gelen öğrenciye benim gibi, yukarıdaki şekilde konuşunca paniğe kapılacak, belki de okulu bırakacaktır.

*** Oysaki Marx olmadan ne sosyolojide, ne antropolojide, ne felsefede, ne tarihte, ne siyaset biliminde, ne iktisatta adım dahi atamazsınız!..
Bırakın Comte’u, Saint Simon’u, Le Play’i bir kenara! AKP’li Cumhurbaşkanı “ajanlık” desin dursun, onu da geçin! Batı’da sosyoloji, antropoloji eğitimi almış ve şimdi bu iktidar bünyesinde milletvekili, bakan, danışman olarak yetki sahibi bazıları da gayet iyi bilir ki sosyolojinin öncü kuramsal sacayağı “Marx, Weber, Durkheim”dir.
Marx’ı çekerseniz sosyoloji devrilir.

*** Elbette Marx tartışılmaz, eleştirilmez, sorgulanamaz değil. Ne de Darwin öyle…
Ama nasıl doğa bilimlerinde Darwin yok sayılması imkânsız isimlerden biri, hatta birincisi ise sosyal bilimlerde de Marx öyledir.
Söz gelimi, “yabancılaşma” ve “meta fetişizmi”…
Geçin 19’uncu yüzyıl Batı dünyasının modern, burjuva-kapitalist toplum yapısını; bugünün küresel, postmodern, elektro-dijital, tüketim kapitalizmi dünyasında da, onun “dinbaz” bileşeni Türkiye’de de ne olup bittiğini anlama yolunda Marx’ın bu kavramlarına başvurmadan yapamazsınız.

*** İnsan denen “özel tür”ün doğa bilimi “tarih”tir tespitinde bulunmuş;
Dini, “ezilmiş yaratığın iniltisi”, “insani özün düşsel dışavurumu” olarak tanımlamış;
Kültürü, “doğanın yarattıklarına karşılık insanın yarattığı her şey” olarak içeriklendirmiş;
Ve günümüzde “piyasa”nın bir dinsel sistem, yani “market”in “mabet” hâline geldiğini düşünmüş Marx olmadan…
İnsan toplumsallığı üzerine bırakın konuşmayı nefes dahi alınamaz!..
Onsuz, sosyoloji hapistir.
O yüzden öğrencim haklı, sosyolojiye girmek de bu durumda hapse girmektir!..

*** Ama işte, eğer Marx’ın dediği gibi insanın doğa bilimi “tarih”se, esas mesele de hapse değil, tarihe kimin gireceğidir!..
Özdemir Asaf’ın güzel dizelerini hatırlayalım:
“Bir leke, silmeye-gör
Leke kalır, sen çıkarsın.”
Ve uyarlayalım:
Marx’ı sosyolojiden silmeye-gör!
Tarih söz konusu olduğunda…
O kalır, sen çıkarsın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Barzani: ‘Kurucu Baba’... IŞİD bahane, ABD, PKK’yi Şam’a karşı hazırlıyor - ORHAN BURSALI

Barzani, Kuzey Irak’ta referandumu yapacak gibi. Son anda vazgeçer mi bilmiyoruz. Bu kadar kararlılık vurguladıktan sonra vazgeçerse epey bir itibar kaybına da uğrar.
Referandum yapması demek, bağımsızlığını ilan etmek anlamına gelmiyor. Evet çıkarsa, Kuzey Irak’ta yaşayanların bağımsızlık isteğini ve bağımsızlık ilan edilmesini desteklediğini gösteriyor olacak. Barzani ilk aşamada bu desteği cebine koymak istiyor. Bu onun için “tarihsel bir başarı ve ön alma” olacak: Kurucu Baba!
 
Kuzey Irak’ta Barzani’nin devlet aşamasına gelmesi şüphesiz ki bir Amerikan projesidir. Irak’a saldırı ile ülkeyi parçalanma aşamasına getirdi ve Barzani’nin devlet kurma sürecini hızlandırdı.
ABD yarım ağızla “Referandumu ertele” dese de yalan. Barzani’nin kararlılığının ardında Washington’un bu “yalanı” var.
ABD ancak belki şunu ister: “Hele dur kardeşim, şu Suriye’de Kürt bölgesi meselesini de tamamlayayım, sonra bakarız...”
ABD, IŞİD’le savaş bahanesiyle her türlü ağır silahla donattığı PKKPYD ordusunu, Suriye’deki Kürt bölgesinin temel savunma gücü olarak hazırlıyor.
IŞİD bitmiştir. PKK-PYD’nin hazırlığı Suriye’ye, Şam’a karşıdır.
ABD, Esad’ın ülkenin birliğini bir daha asla kuramayacak koşulları yaratıyor. 

‘Dünya lideri payesi’ mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen Trump’ın “İki ülke hiç olmadığı kadar yakın!” sözleri ne anlatıyor?
1) Çocuk mu kandırıyor?!
2) Biz dostuz, diyerek Erdoğan’ın sırtını sıvazlıyor ve Türkiye’nin gazını alıyor.
3) Erdoğan’ın kendisine “Dostum Donald” demesine fırsat veriyor ve “Erdoğan dünyanın çok zor bir bölümünü yönetiyor, güçlü inisiyatif kullanıyor” sözleriyle de Cumhurbaşkanı’na bir “dünya lideri payesi” sunuyor. 

Yalanın bini bir para
Oysa Rus S-400 füzelerinin neredeyse satın alınma noktasına geldiği, Amerikan Savunma Bakanlığı’nın, ordusunun ve Amerikalı analistlerin “kabul edilemez” ilan ettikleri bu sürecin içinde iki lider arasındaki bu sözde dostluk gösterilerinin başka anlamı ne olabilir?
Düşünün;
* Erdoğan’ın korumalarına tutuklama kararının bulunduğu,
* Korumalarına yarı otomatik özel silah satışının bile yapılmadığı,
* ABD’de bankacı adamlarının ve vatandaşım diye sahip çıktığı Sarraf’ın tutuklandığı,
* Dahası eski Bakanı için yakalama kararının çıkartıldığı ve
* Yanı başında ağır silahlı bir PKK ordusu ve PKK özerk bölgesi yarattığı bir süreçte, “iki ülke hiç olmadığı kadar yakın”! 

İktidar bağımsızlığa karşı mı?
Ankara gerçekten Barzani’nin bağımsızlık referandumuna karşı mı? Önemli bir nokta bu. Biliyorsunuz Barzani, Saray’da bayraklarıyla devlet başkanı gibi karşılandı. Yakın zamana kadar Barzani’nin bağımsızlığını ilan etme girişimlerine karşı adeta sessizce onay vardı Ankara’da. Medyasında ve ekran adamlarında da.
Fakat ne zaman ki en büyük müttefiki Bahçeli, Barzani’ye gerçek anlamda adeta savaş açtı, hemen askeri müdahale ve Kerkük’ü istedi, üstelik Binali Yıldırım ile ciddi bir polemiğe girdi, işte o andan itibaren işin rengi değişti.
Cumhurbaşkanı, Bahçeli’nin önemli müttefikleri olduğunu anımsattı. Önce susuldu, sonra da Cumhurbaşkanı ile aynı tehditvari sözler sarf edilmeye başlandı.
Ordunun düşüncesini merak bile etmiyorum. Bahçeli, iktidarı en uç milliyetçi çizgide tutacak bir araca sahip şu anda.
İktidarın Irak Kürdistanı’na karşı bir askeri müdahalesi, iktidarın korktuğu “Kürdistan” meselesini hızla ve ‘İskender kılıcı’ ile hemen çözecek bir durum yaratma olasılığı çok yüksektir.
Sanki herkes bunu bekliyor!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

23 Eylül 2017 Cumartesi

Çok azlar - AYDEMİR GÜLER

Herhangi bir organizasyonda merkezi “komuta” ile uygulama noktaları arasındaki mesafenin kısalması iki farklı olgunun göstergesi olabilir. Birincisi; ilgili topluluk çok az kişiden oluşmaktadır. İkinci seçenek ise söz konusu topluluğun son derece militan bir örgüt psikolojisine ve çalışma tarzına sahip olmasıdır.
İkincisi yerine göre güç kadar. Birincisi zaafın açık edilmesidir.

*    *    *

Birkaç ay önce damadın emaillerinden Boğaziçi Üniversitesinde bir “karşıt gruplar” vakasına dair mesaj çıkmıştı. Kampüste boy gösteren ve öğrencilerin isyan ettiği gerici çetenin başındaki şahıs doğrudan damada mesaj gönderip durumu anlatıyor, şikayetlerini dile getiriyordu.
Geçen gün cenazeye saldıranları bizzat gidip yerinde korumaya almak, resim çektirip moral vermek, hatta argüman üretmek doğrudan doğruya İçişleri Bakanına düştü.
Daha önceleri Erdoğan, vur emrini bizzat verdiğini bir miting meydanında gaza gelip abartarak ifade etmiş değildir. Hakikaten o emretmiştir.
Bir genel müdür bizzat kendi elleriyle ayakkabı kutularını doldurmuş olmalıdır, vs. vs.

*    *    *

AKP militan, kararlı ve çok çalışkan bir yapı mıdır?
Bir zamanlar solda bir geyik vardı. “Hocam adamlar acayip çalışıyorlar, kapı kapı geziyorlar…” Geyikçiler farkında mıydı, bilmiyorum; ama AKP’nin başarısının sırrını militanlıkla açıklamak bir hayranlık beslemek anlamına geliyordu.
Bu dil AKP’nin bir CIA projesi olduğunu, “laik” tekelci sermayenin de desteğini aldığını, bütün gerici birikimi kovuklarından çıkarttığını, inanılmaz bir rant dağıtım mekanizmasının üstüne oturduğunu gizliyordu.
Bu kadar destekle militanlık yapmak kolaydır, demeliydi sol duyuya sahip olanlar. Doğrudur, sıkı çalıştılar. Ücretlerini de bol keseden aldılar.

*    *    *

“Militan bir düzen partisi” eşyanın tabiatına aykırıdır aslında. Ancak Türkiye’nin son on beş yılında yaşandığı gibi, düzenin kendisini olduğu gibi muhafaza etmeye değil de, radikal biçimde dönüştürmeye gereksinim duyduğu dönemeçlerde klasik düzen partileri işe yaramaz.
CHP, AP, öncelerden DP, AKP’nin öncülü milli görüş partileri, -hatta alabildiğine hareketli ve saldırgan olsa bile, kendisine stepne veya taşeron rolünden fazlası düşmeyeceğini gayet iyi bilen- MHP… o tür radikal işlere uymaz. Düzen genel olarak radikalliğin serbestleşmesinden endişe duyar ve öyle bir ihtiyaç hasıl olduğunda paşalar boşluğu doldurur. Uymazlardı… doldururlardı…
AKP, iç ve dış bütünlüğü içinde sermayenin bayağı köklü bir kararının sonucunda oluşmuştur. Böyle bir kararın çıkması ve onaylanması için AKP’yi oluşturan kadrolar dengeleri çok da zorlamışlardır. Ama düzen partisinin militanlığı bu kadardır. Daha fazla efsane üretmeye gerek yok.
Öyle ki, orayı burayı basan, cenazeyi topraktan çıkaran, sağda solda kadınlara ideolojik taciz uygulayan, vali atamasından okul açılışına her yeri zikir alemine çevirmeye çalışan yobaz sürüsü “bu iş bitti”yi sezdiğinde kaçacak yer aramaya hep hazırdır.

*    *    *

Eksik kalmasın; bir de “can havliyle militanlık” diye bir şey var. Durduğu an çökeceğini ve hayatının geri kalanını itibarsız bir hapislikte geçireceğini bilenler, “elinden geleni ardına koymama zorunluluğunu” gayet iyi hissediyorlar!

Aydemir Güler / SOL

Katalonya ve İspanya’nın ‘devlet krizi’ - Nilgün Cerrahoğlu

İspanya, iç savaştan bu yana en büyük “devlet krizi”ni yaşıyor. İspanya’nın ulusal gelirinin beşte birini üreten Katalonya; ülkenin anayasa mahkemesinin engellemelerini hiçe sayarak 1 Ekim’de “bağımsızlık referandumu” düzenlemek üzerindeki ısrarını sürdürüyor.
Madrid’in uyarılarına rağmen inatla planlaması sürdürülen oylamanın gerçekleşmesi halinde… Katalanlara “Katalonya’nın (parlamenter monarşi ile yönetilen İspanya’nın aksine!) bağımsız cumhuriyet olmasını ister misiniz” sorusu sorulacak.
Meydan okumaya OHAL çareleriyle yanıt veren Madrid ise, “barışçı diyaloğu” düstur alan Avrupa demokrasilerinde rastlanmayan yöntemlerle yerel liderleri ve yöneticileri gözaltına alıyor, evlerine baskın düzenliyor, referandumda kullanılacak oy pusulaları ve sandıklara el koyarak tozu dumana katıyor.

 İki milliyetçilik karşı karşıya 
 Katalan milliyetçiliğine karşı İspanyol milliyetçiliği tam gaz, diğer deyişle karşı karşıya geliyor. İki taraf da birbirini “darbe” yapmakla suçluyor.
Katalanlar, Madrid hükümetini “zora başvurmak suretiyle” darbe yapmakla suçluyorlar, “demokratik ve de barışçı bir referandum sürecinde”, “güvenlik güçlerini” devreye sokmakla itham ediyorlar.
Madrid de Katalan yöneticilerine “Anayasa mahkemesi kararlarını” ve “bölünmez bütünlüğü esas alan demokratik 1978 anayasasını” ihlal etmek hasebiyle “darbe” suçlaması yöneltiyor.
Kılıçlar karşılıklı olarak çekiliyor.
İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, “cesedimi çiğnersiniz!” tadında bir ültimatomla “1 Ekim’de hiçbir referandum yok, olmayacak!” diyor: “Bizi yapmak istemediğimiz şeyleri yapmaya zorlamayın!
Buna yerel Katalonya özerk yönetim başkanı Carles Puigdemont, “İspanya hükümeti her türlü kırmızı çizgiyi aştı!” diyerek yanıt veriyor:
Yaşanılan durum, bir demokrasi için utanç verici. Katalan kurumları, özerk hükümeti ve Katalan halkının onuru saldırı altında. Totaliter ve antidemokratik ülkelerde görülebilecek OHAL tatbikatı ile Katalonya’nın özerkliği fiilen askıya alındı!
Siyasi, hukuki, kurumsal düzeyde Franco faşizminden bu yana görülmemiş bir şiddette karşı karşıya gelen Katalonya ve İspanya merkezi hükümeti arasındaki bu çatışmanın sonu nereye varacak?
Katalanlar, azimli olduklarını iddia ettikleri referandumu gerçekten yapacaklar mı? İspanyollar, engellemeye ölümüne kararlı oldukları oylamayı engelleyebilecekler mi?
 
Tek çıkış: Federalizm
Bu soruya net yanıt vermek zor.
İki görüş var. Bunlardan biri, Madrid de Cumhuriyet için bir süre önce görüştüğümüz ünlü İspanyol düşünürü Fernando Savater’in “Bu, gün yüzü görmeyecek bir referandumdur!” şeklindeki bakışı örneğin.
Savater çizgisindekilere göre, Katalanlar “tüccar zihniyetli bir halk olduklarından eninde sonunda makul olacak ve bir ittifak yapacaklar. O ittifak da, İspanya’daki mevcut özerklik sisteminin federalizme evrilmesi olacak”…
İspanya’nın etkili kamuoyu önderleri epeydir çarenin “federalizm” olduğuna işaret ediyor. “Devlet krizi” üzerinde kafa yoran tanınmış entelektüellerden Jose Luis Cebrian ısrarla misal, “Demokratik angajmanlar güçlendirilmezse, bu kriz, yolsuzluk ve vizyonsuzluğun tehdidi altında olan tüm sisteme yayılır” uyarısı yapıyor.
Ana muhalefette sosyalistler can havliyle şimdi bu yüzden federal yöndeki bir anayasa reformu için bir meclis çalışması başlatıyorlar.
Ne var ki okun yaydan çıktığına inanan, bundan sonra atılacak her adımın artık çok geç ve yetersiz kaldığını düşünenler de var. Deneyimli gazeteci Pablo Sebastian’ın dün köşesinde yazdıkları buna tipik bir örnek:
İspanyol politikasının temel aktörlerinin rollerini ve repliklerini hatırlamadıkları, sahnede kayboldukları bir bulut ya da kâbusun içinde yaşıyoruz. On gün sonra perde açılıp bu bulut dağıldığında… çatışma dozu artacak ve biz kaçınılmaz gerçeklerin, telafisi mümkün olmayan katı yüzüyle karşılaşacağız.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Demokrasi, mediokrasi, idiotkrasi - ALİ SİRMEN

“Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti  bütün halkın güvenliği için tehlikedir.”
James M. Buchanan


Sistemlerin en az kötüsü olduğunda çoğunluğun ittifak ettiği demokrasiler şu varsayıma dayanır:
Halk kendi oyuyla kendisi için en iyi ve doğru olanı seçme yetisine sahiptir.
Lafı uzatmamak için Jean Jacques Rousseau’nun, milli irade konusunda artık aşılmış ve aşınmış görüşlerine burada girmeyip yalnızca bu varsayımın gerçekleşmesi için bazı önkoşullar olduğunu vurgulamakla yetineceğiz.
Burada halkın yetkinliği geliyor gündeme.
Aranan yetkinliğin olabilmesi için her şeyden önce, topluluğun sorgulama yetisine sahip bulunması gerekir.
Sorgulama uygulamasının bir yana itiliverdiği biat toplumlarında salt bu nedenle seçmenin yetkinliği ve dolayısıyla da demokrasi maluldür.
***
Toplumun sorgulama yetisine ve alışkanlığına sahip olması da tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda ülkede gerçekten ne olup bittiğinden haberdar olması da zorunludur.
Burada yazılısı, sözlüsü ve görseliyle medya giriyor devreye. Çünkü demokrasilerde halkın haber alma gereksinimine medya yanıt verir.
Medyanın etkinliği, uzmanlığı, tarafsızlığı, dürüstlüğü ve yetkinliğiyle desteklenmediği takdirde işlevini yerine getirmesi imkânsızdır.
Medyanın tarafsızlığı çok yönlü bir kavramdır, ekonomik ve siyasal iktidarların her birinin baskılarından azade, onların karşısında bağımsız olmanın yanı sıra, biatı zorunlu gören dinsel baskı çevrelerinden bağımsızlık da zaruridir.
Medyanın dürüstlüğünün yanında, olayları tüm yönleriyle, çok boyutlu olarak verecek yetkinliğe de sahip olması gerekir.
Medyanın siyasal iktidarın borazanı haline geldiği ülkelerde işlevini yerine getiremeyeceği, bunun yanı sıra basın özgürlüğünün, demokrasinin onsuz olmazı olduğu da bedahattir.
Bütün buraya kadar olanlar halkın kendi yararına olanı oylarıyla saptayabilmesi için şart olmakla birlikte yine de yetersizdir.
Toplumun kendi için en iyisini bulabilmesi elindeki verileri değerlendirirken neyin ne olduğunu bilecek bir düzeye erişmesine yeterli bir eğitimden de geçmiş olmasına bağlıdır.
Ancak bütün bu koşullar bir araya gelirse, halk kendi için en doğru olanın ne olduğunu kendi özgür iradesiyle saptayacak yetkinliğe sahip olabilir.
***
Bunlardan biri veya birkaçının tam olarak gerçekleşmemesi halinde ana varsayımı gerçekleşmeyen demokrasi yaşama geçmez.
Bu durumda toplumlar, el yordamıyla, yalan yanlış, derme çatma bilgilerle üstün körü kararlar verirler ve ülkede demokrasi yerine, frenkçe “mediocre” sözcüğünden türeyen mediokrasi egemen olur.
Dilimize vasat ortalama şeklinde aktarılan “mediocre” aslında daha olumsuz bir vurguyla, iyiden çok yetersize yakın olan “eh ancak idare eder” diye ifade edebileceğimiz bir anlam taşır.
Bu durumda da mediokrasi yetersizliğin yaptırımsız kaldığı yetersiz insanlar yönetimi anlamını taşır.
Dikkat edelim! Burada söz konusu olan yalnızca, yönetimin ve yöneticilerin yetersizliği değil, daha çok yönetilenlerin, seçimleriyle yönetim katına yükselen, kendi öz yetersizlikleridir.
Türkiye,toplumsalyaşamındayıllaryılıyukarıdaki koşulların hepsini yerine getiremediği için uzun süre mediokrasiyle kör topal idare etti.
Ama artık mediokrasi de geride kaldı. Artık çağdaş dünyada serbest olan her şeyin yasak, yasak olan her şeyin serbest olduğu ve toplumun bunu özgürlük diye algıladığı “idiotkrasi” dönemini yaşamaktayız.
Zekâ geriliğiyle malul anlamına gelen idiot sözcüğünden türetilmiş idiotkrasi varlığını ve gücünü yönetilenin zekâ geriliğinden alır.
Dogmalarla, hurafelerle dolu eğitimin yerlerde sürüklendiği toplumların okullarının sıralarında, her gün, her saat genç dimağlara idiotkrasi tohumları ekilir.

ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

Okuldan medreseye, sınavdan imtihana… - ÜNAL ÖZMEN

“Ben TEOG olayını istemiyorum ve bunu da artık yanlış buluyorum.” Dikkat ederseniz yanlış buluyorum demiyor, “artık yanlış buluyorum” diyor. Neden artık yanlış bulduğunu çözmeden Erdoğan’ın niyetini anlayamayız.

Erdoğan’ın “artık”ı, geçmişin geçiş süreci olarak görüldüğü yeni bir durumu anlatmaktadır. Anladığım kadarıyla akıl hocaları Erdoğan’ın kulağına mevcut seçme sınavlarının yeni müfredatın felsefesi olan Erdoğan değerlerini dikkate almadığını, kindarlık kriterini taşıyan öğrencileri ayırt etmede işe yaramadığını fısıldadı. Haksız sayılmazlar, eğitimi soyut bir kavram olan değer üzerine inşa ediyorsanız, öğrencide aradığınız soyut ve göreceli davranışları  dört seçenek arasına yerleştirilmiş somut bir yanıtla değerlendiremezsiniz. Okulu medreseye dönüştürdüyseniz, sınavı da imtihana çevirmek zorundasınız. Medrese, talebesini yazılı sınavla değerlendirmez, hocası talebesinin sadakatini imtihanla ölçer sonra icazet verirdi! Erdoğan, medrese sistemini günümüze uyarlayarak parti organına dönüştürdüğü eğitim kurumları eliyle öğrenci ve velisinin icazet almak için partisine müracaat etmelerini sağlamak istiyor. Onun okullar için düşündüğü seçme sistemi, mülakatla icazet verme olarak uzun süredir kamu personeli alımında kullanılıyor. İnanmıyorsanız bekleyip görün.

Öğrencinin neye odaklandığını, odaklanması gerektiğini eğitim kademesi geçişlerinde ve personel seçimindeki sınavlar belirler. Devlet, eğitim sistemindeki olası sapmaları sınavlarla denetler. Demokratik eğitimciler, sınavların, eğitim sistemini değerlendirme yerine öğrencilerin seçiminde araç olarak kullanılmasına itiraz ederler. İtirazlarının önemli gerekçelerinden biri de eşit koşullarda eğitim almamış öğrencilerin sınavlarda eşitlenmeye çalışılmasıdır. Evet, merkezi sınavlara adil olmayan bir süreçten geçerek giren öğrenciler –sorular çalınmadığı sürece- yasal olarak eşitliği tartışılmayan ortak bir sınava girerler.

Galiba AKP genel başkanının canını sıkan da bu; adaletsizliğine rağmen öğrencilerin sınavlarda eşitlenmesi! Erdoğan, dinselleşen eğitimin hizmetine sunacağı ancak ortak sınavda başarı şansı bulunmayan milis adaylarına icazet vermesinin önündeki engeli kaldırmak istiyor.

TEOG, YGS ve LYS gibi sınavlar kaldırılır, yerine benzer başka bir sınav getirilmezse, öğrencilerin bir sonraki okul türlerinden birine yerleştirilmesinde öğrencilik dönemindeki okul başarısının esas alınması gerekir. Öğrencinin mezun olduğu okulu, öğretmeni ve okul yönetimini merkeze yerleştiren sınavsız geçişin eğitim kurumlarını güçlendirip saygınlık kazandıracağı düşünülür. Amacı değerlendirme olmayan sınavlara karşıysanız olması gereken bu dersiniz. Fakat sınavların kaldırılmasına karar verenin eğitime dair her pratiği modern eğitimi ortadan kaldırmaya dönükse orada bir dakika durup düşünmeniz gerekiyor. Hele bu Erdoğan ise iki kez düşünmek zorundasınız.

Erdoğan, sorumluluğunu bürokratlarına bağlayarak berbat durumdaki eğitime iyi amaçlarla müdahale ettiği izlenimi de yaratmak istiyor. Toplum, müfredata verdiği tepki ile Erdoğan iktidarının 15 yılı ile bu alanda hesaplaşacağının işaretlerini veriyor. Müfredat tartışmasının Erdoğan iktidarlarının eğitim anlayışının sorgulanmasına vesile olması ve Eğitim Bakanlığının ikna edici açıklama getirememesi Erdoğan’ı tedirgin etti. Eğitime dair her adımları, halkın yönetiminden umudunu kesmesine vesile olan Erdoğan, kötü gidişe dur diyen iyi polis rolünü üstleniyor. Hem de bir başöğretmen edasıyla!
Erdoğan’ın, Atatürk’e layık görülmüş unvanları kullanma hevesini biliyoruz. En son, sıcağına dahil edilmediği Ortadoğu’da tırmandırdığı soğuk savaşı kaybedince, kontrollü olduğu söylenen bir kalkışmanın kazanan tarafı olunca kendini başkomutan ilan etti.

Sırada başöğretmenlik var! TEOG çıkışıyla Atatürk’e ait başöğretmenlik unvanına talip olduğu anlaşılıyor. Fakat nafile... Başöğretmen olmak o kadar kolay değil. Her şeyden önce öğrenmeye meyilli  olmak, eğitimden anlamak gerek.

Erdoğan öğrenemez, eğitimden anlamaz. Hem başimamlıkla başöğretmenlik birlikte taşınabilecek unvanlar değil; İslam dininin esaslarına hâkim biri olarak kendisine en yakışan unvan başimamlık; orada kalmalı…

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

22 Eylül 2017 Cuma

Büyüme göstergelerinde kargaşa - KORKUT BORATAV

Durgunlaşma mı? Dinamizm mi?
Ocak-Haziran 2017 istatistikleri yayımlandı. Bunların bir önceki yılla karşılaştırılması, ekonominin büyüme eğilimlerine ışık tutacaktır. Çünkü 2016’nın ilk altı ayının ekonomik ortamı “olağan”dır. Temmuz darbe girişiminin yarattığı ekonomik sorunlar söz konusu değildir.
Bu karşılaştırmada temel bir soru gündemdedir: Türkiye ekonomisi kronik bir durgunlaşma sürecine mi girmiştir? Veya, “yükselen ekonomiler” grubunun ön saflarında yer alan bir dinamizm mi göstermektedir?

1998-2015 döneminin eski millî gelir (GSYH) serilerini, diğer istatistiklerle birlikte kullanan Türkiye’den ve dışarıdan çok sayıda araştırmacı, 2007’yi izleyen dönemi, kronik dış kırılganlıklar içinde durgunlaşma olarak nitelendirmekteydi. TÜİK’in yeni millî gelir istatistikleri benimsenirse, 2009 sonrasında sağlıklı bir dinamikleşme gerçekleşmiştir.
TÜİK, “dinamik ekonomi” tezini, 2016 ve 2017 millî gelir tahminleriyle de destekliyor. Buna göre, 2016’nın ilk altı ve son üç ayında ekonomi yüzde 5’e yaklaşan bir tempoyla büyümüştür. Ocak-Haziran 2017’nin büyüme hızı ise yüzde 5,1’dir.
Medyatik iktisatçıların çoğunluğu, yeni GSYH istatistiklerini sineye çekti; “dinamik ekonomi” söylemine  destek verdi.
Bana göre, ekonominin yapısal sorunlarla bağlantılı durgunlaşma eğilimi sürmektedir.
Ocak-Haziran 2017 istatistiklerini de bu çerçeve içinde tartışalım.

Üretimden Kopuk Büyüme
Millî gelir, üretim süreçleri içinde yaratılan katma değerlerin toplamından oluşur. Her faaliyet kolunun millî gelir kalemi, oradaki gayri safi üretim verilerinden türetilir. Üretim anketleri, endeksleri, bu yüzden önemlidir.
2017’nin büyüme göstergelerine ilişkin ilk karşılaştırmayı, yine TÜİK’in yayımladığı sanayi üretim endeksleriyle başlatalım: Ocak-Haziran 2017’de 12 ay öncesine göre yüzde 2,1 oranında artış belirleniyor. Geçmiş yılların ortalama katsayılarına (esnekliklerine) göre hesaplansaydı, sanayi üretim değerinde yüzde 2,1’lik artış, millî gelirde sanayi sektörü büyüme hızını yüzde 2’nin üzerine çıkaramazdı.
TÜİK ise, Ocak-Haziran 2017’deki milli gelir hesaplarında sanayi sektöründe yüzde 6,5’lik bir büyüme temposu “keşfetmiştir.”
Nasıl yaptı? Millî geliri, üretim anketlerinden hareketle hesaplamaya son vererek; “idarî” belgelerdeki şirket verilerini kullanarak…
TÜİK’in yeni hesaplarına göre, sanayi üretimi ile millî gelirdeki sanayi kalemi arasındaki büyüme makası zaman içinde açılmaktadır: 2016’da  %1,9 → %4,5;  Ocak-Haziran 2017’de ise %2,1 → %6,5…
Türkiye sanayi sektöründe üretimden bağımsız katma değer oluşmasını (üstelik giderek artan oranlarda) mümkün  kılan bir ekonomik ve teknolojik “mucize” mi gerçekleşmektedir? Mühendislerin ve iktisatçıların bir türlü yanıtlayamadığı bu bilmeceyi TÜİK, sanayi üretim endeksleri yayınına son vererek çözecekmiş.
2016’da inşaat üretim endekslerinin artış oranı %2; sektörün millî gelirdeki büyüme hızı %5,6 çıkmıştı. TÜİK, bu uyumsuzluğu da inşaat üretim verilerinin yayınını durdurarak çözdü.

İstihdam - Millî Gelir Kopukluğu
İstihdam istatistikleri, millî gelirin düzeyi, büyümesi ile doğrudan bağlantılıdır. Sektörler arasında istihdamın kayması ve üretim kollarındaki teknik ilerlemeler, ekonominin tümünde emeğin ortalama verimini yukarı çeker. “Normal” yıllarda millî gelirin istihdamdan biraz daha hızlı büyümesi beklenir.
Ocak-Haziran 2017’de bu bağlantı da “uçup gitmiştir”. İlk altı ay boyunca Türkiye ekonomisinde istihdam rölanti (yüzde 2,1’lik) bir tempoyla artmıştır. Önceki yılların istihdam ve (bizim hâlâ güvendiğimiz) eski millî gelir serilerine göre, bu istihdam artışının millî gelirde yüzde 3 civarında bir büyümeye yol açması beklenebilirdi. TÜİK’e göre ise, Ocak-Haziran 2017’de ağır-aksak artan istihdam,  millî gelirde coşkulu bir canlanmaya yol açtı: %2,1 → %5,1… Türkiye ekonomisinin ortalama emek veriminde bir yıl içinde açıklanması çok güç bir sıçrama…
Peki işsizlik? Ocak-Haziran 2017’nin ortalama işsizlik oranı, 12 ay öncesinin ortalamasına göre çarpıcı boyutta yükselmiştir: %10,4 → %11,6… İşsiz sayısında Ocak-Haziran ortalamaları,  bu yıl %17 oranında artmıştır.
Sonuç: Bu yılın ilk altı ayındaki büyüme temposu,  işgücü arzındaki artışı massedecek, emecek boyutta gerçekleşmemiştir.
TÜİK’in yüzde 5,1’lik büyüme bulgularını, “ekonomi coştu” sloganlarıyla alkışlayanlar, Ocak-Haziran ayları boyunca sayıları 3,2 ile 4 milyon arasında seyreden işsiz insanın, “bize niçin yansımıyor?” sorusunu yanıtlamalıdır.

Dış Kaynak Hareketleri
Dış kaynak hareketlerinin kısa dönemde büyüme hızını etkilediği malûmdur. 2017’nin ilk altı ayına bu açılardan da bakalım:
2016 ve 2017’nin Ocak-Haziran aylarında ekonomiye aşağı yukarı aynı miktarda  (28 milyar dolarlık) yabancı sermaye girmiştir.
Buna karşılık, bu yılın ilk altı ayında, kayıt-dışı para “net çıkış” göstermiş; Temmuz  sonrasında büyük önem taşıyan “can simidi” işlevini (şimdilik) durdurmuştur. Yerli rantiye, şirket ve bankaların dış dünyaya kaynak aktarımı da hızlanmıştır. Kayıt-dışı ve yerli sermaye hareketlerindeki bu olumsuz etkenler, Ocak-Haziran 2017’de toplam dış kaynak hareketlerinin üçte bir oranında daralmasıyla sonuçlanmıştır.
Kısacası, Ocak-Haziran 2017’nin dış kaynaklar bilançosu, iç talebi ve ekonominin kısa dönem büyüme temposunu ve yukarı çekecek bir dinamizm içermemiştir.
Karşılaştırmayı Temmuz 2016 sonrasıyla yaparsak görüntü değişmektedir. Sonraki altı ayda döviz fiyatlarındaki tırmanma, Şubat 2017’den itibaren tersine dönmüş; 10 milyar doları aşkın sıcak para girişi döviz piyasalarını rahatlatmıştır. Ocak 2017 sonunda aylık TL mevduatına yatırılan dolar, sekiz ay sonrasında yüzde 9,1 ucuzlayacak; Ağustos sonundaki getirisi, dolar cinsinden yüzde 16,7’ye ulaşacaktır. Bu boyutta bir arbitraj kazancı, yabancı spekülatörleri “her an çıkışa hazır” hale getirir.

Dış Ticaret ve Büyüme: Tuhaflıklar
Temmuz 2016’nın ekonomik şoku, maliye politikalarıyla telafiye çalışıldı. Kamu harcamaları yukarı çekilerek; istihdamı ve banka kredilerini besleyen teşviklerle, aktarımlarla ekonominin daralması frenlenebildi.
Ne var ki, iç talep genişlemesi, geçmiş yılların durgun sermaye birikiminin mirası olan kapasite sınırlarına toslamakta; enflasyonu ve/veya cari işlem açıklarını tırmandırmaktadır.
TCMB’nin yüzde 5’lik enflasyon hedefi bir kez daha “iflas” etmiş; ekonomi 2017’de iki haneli bir enflasyona yerleşmiştir.
Ödemeler dengesi verilerine göre, mal ve hizmet ithalatı ise, 2017’nin ilk altı ayında on iki ay öncesine göre yüzde 7,5 oranında artmıştır. Bu durum, iç talepteki artışın önemli bir bölümünün ithalata taştığını; dış dünyaya katma değer taşıdığını gösteriyor.
Bu olumsuz etken ihracat artışlarıyla tamı tamına telafi edilmiştir: 12 ay öncesine göre Ocak-Temmuz 2017’de dolarlı  ihracat ve ithalat artış oranları birbirine eşittir. TÜİK dolar/TL kur hareketlerini kullanarak bu bilgiyi GSYH verilerine taşıyor: Cari TL ile hesaplanan harcamalara göre GSYH tablosunda Ocak-Haziran 2017’de hem ihracat, hem de ithalat aynı tempoyla (yüzde 33,5 oranında) artmıştır.

Buna göre, hem dolarlı  ödemeler dengesi, hem de cari TL ile hesaplanan GSYH tabloları aynı sonucu veriyor: Bu yılın ilk altı ayında, dış dünyaya (ithalat yoluyla) aktarılan katma değer, dış dünyanın Türkiye’ye (ihracat yoluyla) aktardığı katma değer ile  aynı oranlarda artmıştır. Büyüme hızını yukarıya veya aşağıya çekecek bir değişme yoktur.

Ne var ki, büyüme oranları, enflasyonu da içeren cari TL üzerinden değil, sabit fiyatlı millî gelir üzerinden hesaplanır. Yeni TÜİK terminolojisinde buna hacim endeksli millî gelir deniliyor.
TÜİK’in “Ocak-Haziran 2017 hacim endeksli harcama yöntemli milli gelir” tablosunda beklenmedik bir bulgu ortaya çıkıyor: Bu dönemde ihracat yüzde 10,7; ithalat ise sadece yüzde 1,5 (bir buçuk) oranlarında artmış görünmektedir. Millî geliri yüzde 5,1’lik büyüme temposuna taşıyan ana etken de, böylece, belirlenmektedir: Dış ticaret…
Böylece, karşımıza yeni bir “bilmece” çıkıyor. Bu tablodaki “düzelme” ana istatistiklerde yer almamaktadır: Ödemeler dengesi verilerine göre dolar ve cari TL itibariyle ihracat ve ithalat eş-oranlı büyümüştür. Bu bilgiyi, “hacim verilerinde” astronomik boyutta değiştiren tek etken, dış ticaret hadlerinde bozulma olabilir. Bir yıl öncesiyle karşılaştırıyoruz. Bir dolar karşılığında ihracatçının eline geçen TL ile bir dolarlık ithalat ürünü karşılığında Türkiyeli tüketicinin ödediği TL arasındaki makas, 2017’nin ilk altı ayında açılmıştır.
Değerli meslektaşım Oktar Türel hesapladı ki, TÜİK’in verileri kabul edilirse, ihraç ve ithalat fiyatları arasındaki bu makas altı ayda Türkiye aleyhine %14,3 oranında bozulmuştur. Bu “bozulma” içinde GSYH’de gerçekleşen yüzde 5,1’lik artışı gelirlere yansımaz; ders kitaplarında yoksullaştırıcı büyüme olarak adlandırılır.

Durgunlaşma Sürmektedir
Bu yılın ilk altı ayını tartıştık. Temmuz 2016 sonrasında iç talebi destekleyen maliye politikaları, yapısal/dışsal sınırlarla karşılaştı.
İç talep genişlemesinin üretime, katma değere, millî gelir düzeylerine yansımasını sanayi üretimi, istihdam ve dış ticaret istatistiklerinden izleyebiliyoruz.
Bunlardan hareketle, Ocak-Haziran 2017’de ekonominin büyüme temposunun yüzde 3 civarında seyrettiği tahmin edilebilir: Üretim ve istihdam verilerinden tamamen kopuk, dış ticaret istatistiklerinde gözlenmeyen ve gelirlere yansımayan bir “ihracat patlaması” sayesinde gerçekleşen %5,1’lik bir büyüme bulgusu ciddiye alınamaz.

Buna karşılık, Temmuz-Eylül 2017’de yüksek bir büyüme hızı beklenmelidir. Zira, ekonominin küçüldüğü 2016’nın üçüncü çeyreği ile karşılaştırılacaktır.
  
Ancak, bu canlanmanın yıl sonuna taşınması mümkün görünmüyor. İhracat/ithalat fiyat hareketleri tersine dönecek; büyüme hızını aşağı çekecektir. Ekonominin yapısal bozuklukları, sınırları, dışsal kırılganlıkları, resmî istatistiklerde büyük boyutlu, bazıları “esrarengiz” revizyonlarla düzelemez.
Orta vadede durgunlaşma eğilimine son veren, ekonominin büyüme potansiyelini yukarı çeken bir dönüşümün habercileri, belirtileri yoktur.

Türkiye ekonomisinin karmaşık sorunlarını, gelişim doğrultusunu TÜİK’in millî gelir tablolarından değil, diğer iç ve dış kaynaklardan izlemeye; tartışmaya devam edeceğiz.

Korkut Boratav / SOL

Çalıkuşundan akbabalara - MİNE SÖĞÜT

Evler önemlidir...
Okullar kadar evlerde öğrenilenler de hayatı biçimlendirir.
O yüzden çocuklarınıza evlerinizde doğru bildiğiniz her şeyi bir bir anlatın.
Hayalleriniz kadar hayal kırıklıklarınızı da...
Geçmişe özleminizle birlikte geleceğe dair endişelerinizi de.
Bugünü her şeyiyle anlatın onlara...
Dünün ve yarının yanı sıra.
Hukuktan bahsedin, laiklikten ve çağdaşlıktan ve her geçen gün daha da uzaklaşılan uygarlıktan.
Çocuk oldukları için sakınıp saklamayın onlardan gerçeğin sertliğini.
Aksine gerçeklerin mutlak gücüyle besleyin gelişmekte olan zihinlerini.
Ki kafalarının içini korkularla doldurarak onları kendi neferleri yapmaya çalışan sisteme direnmeleri gerektiğini erkenden bilsinler.

Gitmek zorunda kaldıkları devlet okullarında kendilerini nelerden sakınacaklarını öğrensinler.
İşaret edilenin değil doğru olanın peşine düşsünler.
Okullarda onlara öğretilen 15 Temmuz safsatasının aslının ne olduğunu...
Dini bayramların milli bayramlara neden üstün tutulduğunu...
Evrim teorisinden neden bu denli korkulduğunu...
Öğretmenlerin neden sınıflara artık besmeleyle adım attığını...
Din derslerinin neden zorunlu olduğunu...
O derslerde çocukların kafalarına neler neler sokulduğunu...
İktidardakilerin yeni neslin aklıyla nasıl oynamaya çalıştığını...
Sınav sisteminin hangi hesaplarla değiştirilip durduğunu...
Baştakilerin geleceğe dair nasıl korkunç hayaller kurduğunu...
Hepsini anlatın evlerde çocuklarınıza.
Bilimden, laiklikten ve hukukun üstünlüğünden bir dinmiş, bir ahlakmış gibi bahsedin onlara.
Başlarına gelenin ne olduğunu bilerek büyüsünler.
Sahip çıkmaları gereken değerleri iş işten geçmeden öğrensinler.
Okuduklarını, duyduklarını kendi akıl ve vicdan terazilerinde ölçüp biçmelerini tembihleyin onlara.
Akılcı olmayı ve bilimsellikten şaşmamayı öğütleyin.
Gerçek ahlak nedir iyice belletin.
Devrimlerden bahsedin.
İyilerinden ve kötülerinden ve her devrimin eninde sonunda başına gelebileceklerden.
Barbarlardan bahsedin ve uygarlardan.
Nasıl bir karşıdevrimin hedefinde olduklarının bilincini aşılayın çocuklara.
Bu olağanüstü zamanda...
Çocuklarınıza ülkenin başına gelmekte olanları bu açıklıkta anlatmazsanız...
Onları sizden tek tek çalacaklar.
Ve kendi kirli çuvallarına dolduracaklar.
İktidardakiler...
Yeni nesillerin beynini yıkamayı başardıkları gün, Cumhuriyeti de ülkeyi de gerçekten yıkacaklar.

***

Bugün bu ülkede laikliğe küfredenler ve Cumhuriyetten nefret edenler ve rejimi değiştirmeye ant içenler...
Hepsi eksikliklerle, aksaklıklarla dolu olsa da laik bir sistemin ilke ve devrimlerine fazlasıyla bağlı görünen bir eğitim anlayışında okudular.
Ama evlerinde bambaşka hayallerle ve itirazlarla, dogmatik inançlarla bilendiler.
Kendilerini sistemin önerdiği o çağdaş dünyaya hiç ait hissetmediler.
Bu dirençle nihayetinde iktidara yükseldiler.
Eğer bu kaos ortamında çocuklarınızı kaybetmek istemiyorsanız...
Siz de kendi bilimsel ve tarihsel gerçeklerinizle ve akılcı bir zihinle bileyin çocuklarınızı...
Mesela şuradan başlayın anlatmaya:
Bir zamanlar çalıkuşu kimdi...
Ve kim bugün çocukların üzerinde kanat çırparak uçan şu akbaba.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Diyanet neden kurulmuştu? - TAYFUN ATAY

Kendilerini “Atatürkçü Cumhuriyetçi” olarak tanımlayan dokuz ilahiyatçının Diyanet’i laikliğe, Atatürk’e, Cumhuriyet’e sahip çıkmaya çağırması, (sayısal açıdan) yükte hafif gibi görünse de pahada gayet ağır bir yerinde çıkıştır. 

Yerindedir, çünkü Diyanet laik Cumhuriyet’in var ettiği bir kurumdur. 

İlahiyat hocalarımız, Diyanet’i İslam’ın farklı yorumlarına mensup bütün Müslümanlara ve ayrıca tüm farklı inanç sahiplerine yönelik ayrımcı tutum ve uygulamaların son bulması için de gayret göstermeye çağırmış. 

Bu da hep yazdığımız bir husus; “çoğul” bir toplumun laik devletinde resmi bir din kurumu olacaksa ancak böyle olabilir. 

Elbette bu söylenenler “naiflik” olarak görülecektir. Çünkü bugünden bakıldığında laik Cumhuriyet’i kuranların nasıl olup da dini bu kadar devletin göbeğine bağladıklarını anlamak kolay değildir.
Çünkü bugün, 100 bini aşkın çalışanıyla “laiklik düşmanı” devasa bir kurum haline geldiği izlenimini hepimize bol bol sergileyen bir Diyanet vardır. 

Peki, laikliği rejimin olmazsa olmazı kılmış bir siyasi irade, bugün onun başını yiyecek noktaya gelmiş bu kurumu neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt şekilde (3 Mart 1924) neden, ne amaçla var etmiştir?
***
Cevap arayışında en önemli ipucu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hilafetin kaldırılmasıyla aynı gün hayata geçirilmiş olmasıdır. 

Bu, “İslam enternasyonalizmi” (Panislamizm) iddiasından vazgeçip “nasyonal”, yani ulusal bir İslam arayışına yönelmeyi yansıtan en çarpıcı örnektir. 

Cumhuriyeti kuranlar, kendi bindikleri dalı kesecek kadar ne yaptığını bilmez insanlar değildi. Onlar, (ne kadar mümkün olup olmadığı tartışması bir kenara) İslam’ı ulusallaştırmak, “ulus-devlet” (Cumhuriyet) sınırları dışına taşmayan biçimde yeniden yapılandırmak istediler.

Ve tüm Müslümanlar için bağlayıcı ideal ve iddiaya sahip, İslam adına “evrenselci” halifelikten vazgeçerken nasıl modern ulus-devlet parametresiyle (kural ve ilkeleriyle) hareket ettilerse, Diyanet’i hayata geçirirken de aynı parametreden hareket ettiler. 

Modern toplumu var eden temel dönüşüm dinamiklerinden biri, dinde reformdur. Reform hareketi, Katolikliğin evrenselci anlayışına karşı dinin (Hıristiyanlığın) ulusallaşması sonucunu da doğurmuştur. 

Bu, Türk modernleşmesinin öncü siyasi kadrolarının esin kaynağını oluşturdu. 

O yüzden halifelik gibi “evrenselci” ve “enternasyonalist” bir kurum kaldırılırken dinde ulusallaşmanın arayışına gidildi. 

Kur’an’ın ve ezanın Türkçeleştirilmesi yolundaki girişimler bu arayışın sonucu olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı da aynı arayışın sonucudur!..
***
Diyanet, ulus-devlet Türkiye’nin, İslam’a da ulusal temelde yeni bir biçim ve içerik verme hedefiyle kuruldu. 

Ancak hilafetin kaldırılması dış (Müslüman) dünya ile bağın kopması açısından isteneni sağladıysa da İslam adına ülke içinde mevcut karmaşa ve darmadağınıklık, herkese hitap eden bir “ulusal İslam” var etme yolunda büyük zorluk yarattı. 

Mezhepler, tarikatlar, cemaatler, halk inançları… Diyanet bu malzemeden bir “Türkiye İslam’ı” çıkarma yolunda, modernitenin olmazsa olmazı “okuryazarlık” ilkesiyle de buluşabilecek elde mevcut tek seçenek olan “kitabî” (yazılı-basılı) Sünni birikime yöneldi. 

İşte bu, yukarıda sözünü ettiğimiz reformist hedef bakımından ciddi bir açmazdı. Çünkü Osmanlı’yla bağlaşık Sünniliğin resmî, (dolayısıyla “millî”) bir tercihe dönüşmesi, Diyanet’in zaman içerisinde Cumhuriyetin kuruluş ideallerinden çok Osmanlı-İslam anlayışını kültürel, toplumsal, siyasal çerçevede idealize eder hale gelmesine yol açtı. 

Böylece “çoğulcu” bir ulusal din arayışından, Sünni ve Hanefi kesime hitap ederek ulus-devletin kimliğini dinselmezhepsel bakımdan daralmaya uğratan, laik kimliği de yıpratan bir noktaya gelindi. 

***

Sözün özü, laik Cumhuriyet, dini tasfiye etmemiş, Diyanet’le ulusal çerçevede “tanzim” etmeye çalışmıştı. 


Ama şimdi Diyanet, laik Cumhuriyet’i tasfiye etme yolunda harıl harıl koşturuyor diyenlere hayır demek zordur. 

Hele ki sekülerizmi “hiçbir değer tanımama” sayan bir akıl, işin başındayken!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bilimsel ve kamusal eğitimden hızla uzaklaşıyoruz - ASLI AYDIN

2017-2018 eğitim öğretim yılı tüm ağır sorunlarıyla ve olumsuzluklarıyla başladı. Çocukların, gençlerin gördüğü eğitimden okuluna, okulun fiziki yapısından okula nasıl gideceğine, kırtasiye ve giyim masraflarına varana dek sorunlar her yıl biraz daha ağırlaşıyor. Okullarda gencecik zihinlerin dini dogmalarla doldurulması, evrensel ve çağdaş eğitim değerlerinden her yıl daha da uzaklaşılması, gelecek nesiller adına oldukça ürkütücü bir gelecek tehlikesini ortaya koyuyor. Dünya hızla ileri teknolojilere doğru yol alırken, Türkiye’nin büyük bir nüfusa sahip gençliği, ülkedeki politika seçimleri nedeniyle, geri vitesli arabanın içine tıkıştırılmış yokuş aşağı sürükleniyor. Bunun hiç şakası yok, bir an önce eğitimin baştan aşağı yenilenmeye, kökten değiştirilerek ilerici temellere oturtulmaya ihtiyacı var.


Eğitim Sen, bu ayın başlarında önemli bir durum raporu yayınladı. 2017-2018 Eğitim Öğretim Yılı Başında Eğitimin Durumu başlığıyla yayımlanan bu raporda eğitimdeki mevcut veriler ve eğilimler değerlendiriliyor. Raporda yer alan ve oldukça önem taşıyan veriler, eğitimdeki ‘piyasa merkezli’ ve yoğun ‘inanç sömürüsüne’ dayanan durumu bir rapor olarak bizlere sunuyor.
Eğitimdeki ağır sorunların iki temel kaynağı var, birincisi kamusal eğitimin tasfiyesi yani ticarileşme eğilimleri, diğeri ise gericileşme yani bilimsel eğitimden dinsel eğitime geçiş.

Geçen haftalarda Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan, katıldığı CNN Türk’ün ‘Ne Oluyor?’ programında çok güzel bir örnek verdi. Aydoğan, çoğunluk gibi dindar kesimden velilerin de imam hatipleşmeye karşı olduklarını, çünkü zaten çocuklarına din eğitimini ücretsiz bir şekilde aldırabildiklerini, fakat fen-matematik gibi dersleri aldıramadıklarını ve imam hatipleşmeyle (ve de eğitimde dinselleşmeyle) birlikte bu haklarının tümden ellerinden alındığı konusundaki sıkıntılarını iletiyordu. Eğitimde dinselleşme sorununu tartışırken, hangi pencereden bakılması gerektiğini Aydoğan, kendisinin de yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak oldukça doğru saptamalarla anlattı.

Özellikle 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren, 4+4+4 modelinin sisteme enjekte edilmesiyle kamusal eğitimden uzaklaşma oldukça hızlanırken, özel okulların sayısında da büyük bir artış yaşandı. Son haberlerde de yer aldığı gibi örneğin İstanbul’da özel okul sayısı devlet okulu sayısını geçti. Eğitim Sen’in raporuna göre, 4+4+4 modeli öncesinde Türkiye’de genel olarak özel okulların resmi okullara oranı yüzde 10 iken, bu oran bugünlerde yüzde 20’ye sıçramıştır. Diğer bir yandan özel lise sayısı yaklaşık 3 kat, özel liselere giren öğrenci sayısı ise yaklaşık 4 kat artış yaşamış gözüküyor. Toplamda 1472 okul, özel okula dönüştürülürken özel okul sayısı 10 kat, özel okula giden öğrenci sayısı ise toplamda 12 kat arttı.

Burada elbette bölgesel farklılıkları göz önüne almak gerekiyor. Gelir dağılımı içinde düşük sıralarda yer alan kentlerde hâlâ devlet okulları ağırlık taşıyor. Ne var ki yoksul kentlerde özel okullaşmanın düşük olmasına artık ne iyi ne de kötü diyebiliyoruz. Çünkü özel okullar, aslen birer ticarethane olsalar da, dinsel eğitimi de minimum düzeye indirebilme esnekliğine sahip. Zaten Türkiye genelinde çocuklarını krediyle, borçla harçla özel okula gönderen veliler de bu motivasyonla hareket ediyorlar.

Nitekim parası olan, borçlanabilen, bazen oturduğu evi bile satmaktan çekinmeyen bir azınlık çocuklarını özel okula gönderiyor. Ya geride kalan çoğunluk?
2002 yılında yaklaşık 71 bin olan imam hatip öğrencilerinin sayısı bugünlerde 645 bin 318’e ulaştı. İşte bu rakamla birlikte tüm veriler değerlendirildiğinde, ülkenin içine sürüklendiği girdap ortaya çıkıyor.

Eğitim gibi yaşamın en temel alanlarından birini topyekûn, antidemokratik bir şekilde değiştirmek, hatta yapboz tahtasına dönüştürmenin toplumsal bedeli oldukça ağır ve daha da ağırlaşacak. Eğitimi 
özelleştirmek, toplumu özel okullara mahkûm etmek, diğer bir yandan eğitimi evrensel değerlerinden kopararak bilimden uzaklaştırmak, bu ülkeye ve insanlarına yapılmış en büyük haksızlıktır.

Aslı Aydın / BİRGÜN

21 Eylül 2017 Perşembe

Çay keyfi… - L. DOĞAN TILIÇ

“Bugün biraz keyifsizim” diyerek işi kırdım. Evde çay keyfi yaparak dinleniyorum.

Zonguldak’tan Turan Karagöz mesaj göndermiş; yıllar önce okur toplantılarında söylediklerimi hatırlatıyor.

“Solcular hastane yapsın, beceremiyorlar mı pastane yapsın, o da olmadı meyhane yapsın… Ama yapsın ve çok iyi yapsın. İnsanlar parmakla gösterip, solcular bir pastane yaptı ama olursa böyle olur desin. Söyleme modundan eyleme moduna geçmedikçe toplumsallaşmak mümkün değil” dediğimi vurgulayıp, keyifle yudumladığım çay hakkında yazmamı istiyor.

Bunları söyledim, yazdım. Çok güzel sözler söyleyen solun başarısının, güzel eylemesinden geçtiğine inanıyorum. Toplumsallaşmanın insanların hayatına üretim tüketim ilişkileri içinde dokunmak ve o dokunuşla hayatları değiştirmekten geçtiğini biliyorum. Üretim ve tüketimden gelen gücümüzü kullanamayışımıza üzülüyorum.

Oysa hiçbir şey başarı kadar ikna edici değil. 

Küçük küçük başarı öyküleri yarattığımızda, o öykülerle hayatlara dokunup değiştirebildiğimizde çoğalacağız da!

Karadeniz’de tarımın iki ayağından biri fındıksa, diğeri de çay. Sömürü, soygun, vurgun ikisinde de var. İkisi de yerli yabancı büyük tüccarlara peşkeş çekiliyor. Üretici ağlıyor.

Çayımı keyifle yudumluyorum, çünkü çektiğim her yudumla çay üreticisine destek olduğumu biliyorum. Her yudumda fındıktaki, çaydaki, tarımın her alanındaki çaresizliklere bir çare ürettiğimi biliyorum.

Turan Karagöz’ün “yaz” dediği, benim de bir ayı aşkın bir zamandır yudumladığım çay HOPA ÇAY.

Verdiği keyif yalnızca lezzetinden gelmiyor. Hopa Çay, 4300 kadar üreticinin üye olduğu Hopa Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nin yeniden işletmeye soktuğu fabrikada üretiliyor. 1959’da kurulan, 12 Eylül’ün kıyımı sonrası batan kooperatif, yeniden yapılandırıldı ve imece usulüyle üretime başladı. Atıl durumdaki fabrikanın dumanı tütüyor artık. Üretici, kendi kooperatifi sayesinde, kendi üretip topladığı çayı, kendi fabrikasında işliyor ve satıyor.

Kadın erkek birlikte çalışıyor, gönüllüler dayanışmaya koşuyor, sonuçta “Halk üretiyor, halk işliyor, halk kazanıyor.” Dilerseniz yazının bu noktasında; www.hopacay.com adresini kısaca ziyaret edip, çaylarınızı sipariş edin. Bu yazıya yetişmese de bundan sonraki yazıları Hopa Çay’ınızı keyifle yudumlarken okursunuz.

Hopa Çay’ın bölge dışında İstanbul, Gebze, Kayseri, Bursa ve Ankara’ya da dağılmış 12 bayii var. Ülkenin neresinde olursanız olun sitesine girip sipariş verdiğinizde çayınız kargo ile size ulaştırılıyor.

Kooperatif yönetiminin aklında benim de yıllardır hayal ettiğim, hatta bazen yapabilir miyiz diye bazı arkadaşlarla heyecana kapıldığım bir fikir var: “Çukurova’dan domates, Ege’den zeytin, Ovacık’tan nohut, fasulye, Malatya’dan kayısı, Amasya’dan elma alacağız, yerine çay vereceğiz. Bizim gibi kooperatiflerin bizimle iletişim kurmasını bekliyoruz” diyorlar.

Eminim yapacaklar. Böylece öncelikle üyelerinin temel gıda gereksinimlerini en ucuza sağlarken, başka yerlerdeki üreticilere de destek olmuş olacaklar. Fındık üreticisine de, ülkenin dört bir yanındaki tarımsal üreticilere de örnek olacak bir başarı hikâyesine dönüşecek Hopa Çay.

Daha şimdiden, Çaykur’un açıkladığı fiyatların hep formalite olarak kaldığı koşullarda, özel sektörün üreticinin çayını istediği fiyattan almasının önüne geçtiler. Başarılarının büyüklüğü, dilerim olmaz, Çaykur özelleştirilirse çok daha net görülecek.

2012 yılında başlayan çabalarla yeniden ayağa kalkan kooperatif, şimdi sadece çay üretmekle de kalmıyor; üreticilerin birbirleriyle temas kurmasının, dayanışma içinde sorunlarını çözmesinin kanallarını yaratıyor. Çaya gübreyi, üyelerine temel gıda maddelerini kaliteli ve ucuza sağlıyor.

Onlar Karadeniz’in doğusunda bir güzellik yaratırken, bize düşen görev keyifle çay yudumlamak! Eşe dosta Hopa Çay hediye etmek! Hiç değilse bu!

Hopa Çay’ın bir başarı öyküsü olarak gelişip yeni başarılara koşması üretilen çaya talep olmasına bağlı.

Haydi, bir yudum da siz alın. Keyifle!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Gözyaşı renkleri - NAZIM ALPMAN

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan 19 Eylül 2017 Salı günü New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuştu. Çok güzel mesajlar verdi. Zulme uğrayan ulusların durumuna dikkat çekti. Dünyanın kayıtsızlığını eleştirdi. Sonra da son derece veciz bir cümle ile dedi ki: »Gözlerimiz, tenlerimiz farklı olsa da gözyaşlarımızın renkleri aynıdır!

Gerçekten de ayakta alkışlanacak bir vurgu bu!
Erdoğan, insan hakları savunma konuşmasını New York’ta yaptı. Güney Asya’daki dram için Arakan Müslümanlarının uğradığı insanlık dışı saldırıları gündeme getirdi.
Oradaki insanların gözleri, tenleri farklı renkteydi.
Fakat, gözyaşları tıpkı dünyanın diğer bölgelerindeki gibiydi, onlarla aynı renkteydi.
Arakan’daki gözyaşlarının rengi acaba Sur’dakilerle de aynı mıydı?
Soma’da, Nusaybin’de, Yüksekova’da,  Cizre’de, 10 Ekim Ankara’sında acaba farklı mıydı?

Dünyada artık hiçbir şey gizli kalmıyor. Herkes her şeyi görüyor, öğreniyor, biliyor.
Onun için sadece konuşmak yetmiyor.

Bir şeyler yapmak da gerekiyor.

•••

Eski Musul Başkonsolosu olan CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz önceki gün Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler temaslarını değerlendiren bir basın toplantısı yaptı. Çok önemli bir iddiada bulundu:

»Dünya’da hiçbir lider, Cumhurbaşkanı ile görüşmek istemiyor. İtibarımız eriyor.

Temasların tümü bittiğinde daha derli toplu bir bilanço çıkarılacaktır. Ancak şu var; 2004 ile 2010 arasındaki Erdoğan ile 2014 sonrası Erdoğan arasında diplomatik alanda büyük bir fark oluştuğu kabul ediliyor.

Bir devletin itibarıyla devlet başkanının itibarı arasında doğru orantı vardır.

Devletin itibarıyla insan hakları arasında da sıkı ilişkiler söz konusudur. Tıpkı basın özgürlüğü, demokrasi, bağımsız yargıda olduğu gibi.

Sorarlar sana “ülkende, hapiste gazeteci var mı?” diye, eğer sen “Ooo istemediğin kadar” dersen, itibarın yükselmez, tersine irtifa kaybeder…

İşçiler grev yapabiliyorlar mı?

OHAL ile grevleri yasaklıyoruz!

İtibarın birkaç basamak daha aşağıya iner.

Peki serbest seçimler yapılıyor, sonuçlarına da saygı gösteriyor musunuz?

Biz kazanırsak evet, onlar kazanırsa görevden alıyoruz.

Yerel yönetimler demokrasinin en temel ölçütüdür. Seçilmiş başkanları görevden alıp cezaevine atıyorsan, itibarın aynı hızla inmeye devam edecektir.

Sadece devletteki işine dönmek için açlık grevi yapan iki insanı hiçbir inandırıcılığı olmayan “güvenlik gücümüz yetersiz” gerekçesiyle duruşmaya getirmeyip, sonra da “savunma yapmadılar” diye tutuklu kalmalarına olanak sağlarsan itibarın azalmaya devam eder.

Benzeri örnekler o kadar çok ki, yazmakla bitecek gibi değil. Hepsinin yönü aynı… Olumsuzluklar zirvesi oluşturuyorlar.

İtibarınız indikçe iniyor.

Geliyorsunuz bakıyorsunuz New York’tasınız:

»Gözyaşın rengi yoktur!

                                                                             ***

Termofor cinayetleri
 
Bilindiği üzere termofor içine sıcak su konulduktan sonra vücudun sancılı bölgelerine konularak şifa veren eski, basit bir tıbbi alettir. Lastik bir su torbası.Karnı ağrıyan çocuklara, üşüyen yaşlılara, romatizma vakalarında termofor ilaç gibidir. Ama ilaç değildir. Buna karşın eczanelerde satılır.
Son yıllarda termoforlar da bozuldu.
Bozuk termofor ne yapabilir ki?
Atar yenisini alırsın değil mi?
Hayır öyle değil. Bozuk termoforlar cinayet işleyebilecek hale geldiler.

Bizim, İZTV’den Burcu Camcıoğlu’un ayağı üzerinde alt kenarından boylu boyunca yarılan termofor, ayağında üçüncü derecede yanık meydana getirdi. Bir buçuk aydır yatakta tedavi görüyor. Daha ne kadar göreceği de belli değil. Bu cinayet işleyecek kabiliyetteki aleti aldığı eczaneye gittiklerinde, üretici firmanın kendini daha en baştan sağlama aldıklarını görüyorlar:30 derecenin üzerinde sıcak su koymayın!

Bir ısıtıcıda suyun ısındığını nasıl anlarız?
Fokurdamaya başlayınca değil mi?
İşte o zaman su 100 dereceye gelmiş oluyor. Yani normalin üç katına çıkmıştır.
Üretici firma yasal olarak kendini kurtarıyor, olan da vücutlarında üçüncü derece yanıklarla hastanelere koşanlara oluyor.
Yanık tedavi merkezlerindeki doktorlar diyorlar ki, her gün iki üç termofor yanığı yaralarla hasta geliyor.
Bu kadar çok olursa kaza denilmez onların adı artık konulmuştur:
Termofor cinayetleri!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Erdoğan’ın torunları hangi okula gidiyor? - AYŞE YILDIRIM

Yıl 2014. CHP Milletvekili Gürsel Tekin bir ses kaydı dinletiyor. Milli Eğitim yöneticilerinin de katıldığı bir toplantıda dönemin Başbakanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan konuşuyor:
“Kısa sürede 1 milyon öğrenci olacak imam hatiplerde, yani şu anda bu kesin.”
Ve devam ediyor:
“Yeni planlanan okulları da ya kız ya erkek olarak planlayalım. Yani şimdi yeni planlananlarda ‘hem kız hem erkek olarak’ gelen projeler oluyor. Onları ortaokul ve lise diye çevirelim. Bu kız mı olacak, erkek mi olacak diyelim. Yani kız-erkek aynı kampus içinde düşünmeyelim.”
Hatırladınız değil mi?


Ertesi yıl Bilal Erdoğan’ın hedeflediği 1 milyona ulaşılmıştı bile. Ve o yıl yani 2015’te Bilal Erdoğan yine eğitim sahnesindeydi. İl il gezip imam hatip müdürleriyle toplantılar yapıyordu. Bunlardan en azından ikisi basına yansımıştı.
Bilal Erdoğan, Diyarbakır’da 28 imam hatip ortaokulu ile 32 imam hatip lisesi müdürüyle bir toplantı yapıyordu. Toplantıya AKP’li milletvekili ile Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç da katılmıştı. Saraç, darbe girişimi sonrası “FETÖ”den tutuklandı. Ne diyordu Bilal Erdoğan o toplantıda:
“Biliyorsunuz eğitim faaliyetlerinin önemini. Özellikle bu bölgedeki imam hatiplilerin gelecekte daha iyi bir seviyeye ulaşması ile ilgili özel çalışmalarımız var onlara devam ediyoruz. Bütün bölge için, sadece Diyarbakır için değil.”
Ardından benzer bir toplantıyı bu kez İzmir’de yapıyordu. İmam hatip lisesi müdürleri ve İzmir Valisi Mustafa Toprak’la birlikte.
Bilal Erdoğan’ın hangi sıfatla böyle bir toplantı düzenlediği, toplantılarda neler konuşulduğu, milli eğitim politikalarına onun mu karar verdiği, bu çalışmaların amacının “Erdoğan Nesli”nin inşa edilmesi projesi olup olmadığı soruları hiçbir zaman yanıt almadı.
Gelelim bu yılın şubat ayına. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Performans Programı’nda imam hatipler için ayrılan kaynaklar açıklandı. Ve şaşırtmayan bir şekilde aslan payı imam hatiplere gitti. Tabii burada dikkat çeken bir nokta da “kız Anadolu imam hatip liseleri” için ayrılan bütçe oldu.
Kız çocuklarının okula devam oranlarının artırılması için 16 milyon 759 bin TL ayrılırken açılacak kız imam hatip liseleri için 500 milyon TL’lik bütçe belirlendi. Programda da “Okullaşmanın yaygınlaştırılmasına katkı sağlayacak olan pansiyonlu kız Anadolu imam hatip liselerinin 2017’de sayısının artırılması hedeflenmekte. Türkiye genelinde olduğu gibi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki veliler kız AİHL okullarının açılması/ yaygınlaştırılması yönünde taleplerini bildirmektedir” denildi.
Ve gelelim dört gün öncesine Erdoğan, “TEOG’un kaldırılması lazım” deyiverdi: “Biz TEOG’la mı geldik ya.”
Üç gün sonra da Milli Eğitim Bakanı, TEOG’u kaldırdıklarını duyurdu. Yerine ne konulacağını bile bilmiyordu ki, “Bir ay içerisinde yeni uygulamayı Bakanlar Kurulu’na sunarız” dedi.
Daha TEOG’un yerine ne geleceği bile belli değilken üniversiteye giriş sisteminin de değişeceğini “müjdeledi” Cumhurbaşkanı.
Anlayacağınız hiçbir şey birdenbire oluvermedi. Taşlar hepimizin gözü önünde döşendi.
Oğulun modeli, Saray’ın emriyle uygulamaya konulmaya başladı. Daha yaygın demokrasi için “yerinden yönetim” hayal ederken “Saray’dan yönetim” geldi.
Aslında bu önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yönetim biçiminin de çok somut bir göstergesidir. Artık ne TBMM, ne Milli Eğitim Komisyonu, ne Milli Eğitim Bakanlığı... Her şey Saray’da kotarılacak, tek kişinin emriyle aile yakınları ya da “Evet efendim”ci bürokratlar tarafından uygulanmaya konulacak.



O zaman biz de daha sandıktan çıkmadan kendisini “başkan” ilan ediveren, oğlunu “gölge Milli Eğitim bakanı” yapan Erdoğan’ın torunlarının hangi okula gittiğini öğrensek.

Ayşe yıldırım / CUMHURİYET

‘Oyunun sonu’ ve Godot’ya dair... - ERGİN YILDIZOĞLU

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın dışında kalanlar açısından dünya adeta Beckett’in tiyatro oyunlarına benzemeye başladı. Örneğin, eğitim sistemindeki son gelişmeler ve “Oyunun sonu.Kör ve yatalak Ham, soruyor: “Ne oluyor, ne oluyor?” Uşağı Clov cevap veriyor: “Bir şey olduğu yok, şeyler kendi seyrini izliyor.” Ya da, başbakanın “Değişimi okumak, değişime göre kendimizi de gözden geçirmek zorundayız” sözlerinden esinlenirsek: “Bir şey olduğu yok! On beş yıl önce başlayan ‘değişim’ kendi seyrini izliyor”...
 

Değişim’ diyerek...
Her şey, şimdi artık ıskartaya çıkarılan Zaman gazetesinin, Taraf’tar liberallerin, “darbe geliyor” korkutmalarıyla boğazımıza tıktığı “değişim” fantezisiyle başlamadı mı?
“Değişim” ilerledikçe siyasal İslam, AKP eliyle devlet kurumlarına yerleşmeye, iktidarı kullanmaya, özgüveni artmaya başladı; “devleti yöneten sınıflar” konumundaki kadroları tasfiye ederek kendine yer açtı, ardından da bu tasfiye sürecinde kullandığı liberal entelijansiyayı ıskartaya çıkardı.
Devlet aygıtına egemen olma süreci giderek toplumda üretilen ekonomik artığı paylaşma, bilgi üretimini kontrol etme araçlarına yansıdı. Siyasal İslam içinde, kirli çamaşırların ortalığa serilmesiyle başlayan, ucu 15 Temmuz şeyine kadar uzanacak bir iç savaş patlak verdi. Bu arada, Kürt siyasi hareketinin Başkanlık rejimini, totaliter projeyi onaylamadığı ortaya çıkmış, onlar da tasfiye sürecine dahil edilmişler, AKP Türkiye’si de çoktan, gazeteci ve entelektüel tutuklama rekorunu eline geçirmişti. Ekonomik kontrol tamamlandıktan, devletin fiilen değiştirilmiş biçimine “mühürsüz” oylardan bir kılıf dikildikten sonra, değişim, kaportadan gelen kimi çatırdama seslerine rağmen hızlandı. 


TEOG ve yeni müfredat
Eğitim sistemi, siyasal İslamın elinde 15 yılda 5 kez, müfredat da giderek değişti: Evrim teorisi çıkarıldı; Cumhuriyetin kuruluş “olayı”, öyküleri, değerleri, haklar ve özgürlükler yönündeki eğilimleri ve liderleri siliniyor. Bunların yerini, Osmanlı nostaljisi, lider kültü, “dini hakikat rejiminin” değerleri, kadına, çocuğa yönelik şiddeti sıradanlaştıran cinsiyet, beden politikaları, “cihat” kavramı alıyor. Tüm bunlar, “eski rejim”in penceresinden bakanlar için tam anlamıyla bir çılgınlık! Ancak arkalarındaki mantık sağlam! 


Değişim süreci ilerliyor ama, “Dindar, kindar nesiller yetiştirme”, “kültürel egemenliği” kurma projesi arzulanan ivmeyi kazanamıyor. Diğer bir deyişle siyasal İslamın egemen sınıfının, kendisinin yeniden üretimini garantileyecek yapılanmaları istikrar kazanamıyor. 


Her ne kadar, eğitim vakıflarla el ele özelleştirilirken yaratılan alanda yetişecek olanlar varsa da bunlar piramidin yalnızca en tepesini yeniden üretebilir. Esas önemli olan imam hatipler gereken işlevi üstlenemiyor. Öğrencilerinin sayısı 10 yılda 7 kat artarak 650 bini geçmiş olsa bile, mezunlarının üniversiteye giriş oranları yerlerde sürünüyor. “Okumuşları sevmeyen bir yönetim için neden sorun olsun ki?” Ancak devlet bürokrasisinden şiddet organlarına, parti, vakıf, eğitim kadrolarına, mikro iktidar noktalarına kadar birilerinin eski rejimden boşalan yerleri doldurması, en azından verilecek talimatları anlayacak, “gücü” uygulayacak düzeyde programlanması gerekiyor.
İşte bu nedenle, AKP liderliğindeki siyasal İslam, TEOG’u kaldırarak ÖSYS’yi kaldırmaktan söz ederek, yeni müfredatı dayatarak “değişimi” toplum üzerinde, kültürel olarak “bütünsel” (totaliter) kontrol noktasına doğru hızlandırmaya çalışıyor. Toplumun, “değişimi” kabullenemeyen, direnmeye çalışan yüzde 50’si için çok sancılı bir süreç bu. 


“Otoriter mi, faşist mi” tartışmaları ne yazık ki yararlı olamıyor. Rejimin, siyasal İslamın yarattığı somut sonuçlara, gündeme getirdiği, açık ve güncel tehlikelere öncelikle odaklanmak gerekiyor.
Bu sırada, birileri, AKP Türkiye’si, uluslararası alanda yalnızlaştıkça, umutla, Godot’yu bekliyorlar. Birileri de “ya gelirse” diye korkuyorlar. İkisini de kale almamakta yarar var.


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

20 Eylül 2017 Çarşamba

AKP'deki çatlaklar büyürken herkes AKP'nin içine oynuyor - ÖZGÜR ŞEN

AKP'deki çatlaklar bitmiyor. Erdoğan'ın partisinin attığı adımlar veya bir siyasi gelişme partide ve parti çevresinde bazı görüş ayrılıklarını tetikliyor. Üstelik bu ayrılıklar halının altına da süpürülemiyor, açığa çıkıyor. Açığa çıkmasıyla birlikte çatlak doğal olarak büyüme eğilimi gösteriyor.

Erdoğan partisini şu ana kadar bir arada tutmayı başardı. Otoritesini sarsacak her türlü girişime sert yanıt verdi, güvensizlik hissettiği veya kendi liderliğini sorgulayacak bir adımdan endişe duyduğu anda da tasfiye mekanizmasını çalıştırdı. Erdoğan da iktidarda geçen uzun yıllardan sonra partinin yıprandığını ve bir sürü arıza biriktirdiğini biliyor. Teşkilatıyla bizzat ilgilenmesi, eline geçen her fırsatta AKP adına konuşanlara ayar vermesi bunun işareti.

Ama AKP liderinin işi hiç kolay değil...

Partiyi bugüne getirirken çevresini gittikçe daraltması ilk bakışta işleri kolaylaştırmış gibi görünebilir. Oysa bu büyüklükteki bir iktidar partisini böylesine dar bir ekiple yönetmenin güçlükleri var.
AKP için en önemli pozisyonlardan birisi olan Diyanet İşleri Başkanlığının Nurculukla ilişkisi açık, Abant toplantılarının müdavimi bir isme emanet edilmesi bunun göstergesi olmalı... AKP kendi içinden yetenekli bir hekim, iyi bir fizikçi veya birikimli bir iktisat uzmanı aramadı. Bunu yaparken işinin zor olduğu zaten ortada. Ancak neredeyse yarısı imam olan bir partide, bu iş Ali Erbaş'a kalmışsa Erdoğan'ın seçenekleri gerçekten azalmış olmalı. Burada mesele genel olarak işaret edildiği gibi AKP'nin aslında cemaatle mücadele etmemesi değil. AKP ve cemaat bu anlamda birbiriyle gerçekten mücadele edecek iki özne olarak zaten tanımlanamaz. Ama bir partide Diyanetten MİT'e, MİT'ten Genelkurmaya ağırlığı olan tüm makamların sahipleri hakkında soru işaretlerinin varlığı normal karşılanabilir mi? Erdoğan'ın atadığı neredeyse her isim için kendi açısından soru işaretlerinin ortaya çıkması kadro kaynaklarının kuruduğunun kanıtı olarak görülebilir.

Bütün bunlar AKP'nin 15 Temmuz'la somutlanan sürecin travmasını atlatamadığını ve işlerin kolaylaşmadığını, tam tersine zorlaştığını gösteriyor. Erdoğan için koşullar gittikçe ağırlaşırken, bu koşullarda alınan önemli kararlar parti içinde ve çevresinde gerilimi doğal olarak arttırıyor. Gerilim arttıkça da çatlakların ortaya çıkması kaçınılmaz hale geliyor.

ABD yönetiminin eski bir bakan hakkında tutuklama kararı çıkardığı, Erdoğan'ın ABD'ye korumasız gitmek zorunda kaldığı günlerde işlerin Erdoğan açısından kolay olduğu söylenebilir mi? Peki ya bu gelişmelere dair alınan tutumun partide soru işaretleri doğurmayacağı, mesela kimilerinin aklına bazı isimleri verip kendimizi kurtaralım fikrinin düşmeyeceği...

Bölgedeki en önemli müttefiklerden birisi olan Barzani'nin attığı referandum adımının AKP'de hem iktisadi hem de ideolojik nedenlerle sorun çıkarmaması mümkün mü?

Ya da toplumsal yaşantıyı, eğitim, hukuk gibi alanları gericileştirme operasyonunun yoğunlaştığı her an partide hızlanalım diyenlerle, acelecilikten endişelenenleri karşı karşıya getirmemesi olası mı?

Türkiye'nin yağmalanması sürerken önemli varlıkların toplandığı fonun yönetiminin ve dolayısıyla paylaşılmasının kabine düzeyinde gerilim yaratmaması ihtimal dahilinde mi?

Bunlar bitmeyecek. Erdoğan ve partisi hem içeride, hem dışarıda zorlandıkça çatlaklar büyüyerek devam edecek. Bu çatlaklar işleri AKP için daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getirirken, 2019 seçiminin arifesinde, partinin bölünmesinden, Erdoğan'ın devrilmesine kadar çok sayıda farklı senaryoyla AKP'ye oynayanların sayısı ve beklentisi artacak.

Türkiye'de düzen içi muhalefet uzun zamandır AKP'nin iç dengelerine oynuyor zaten. Erdoğan'ın hem bu kadar güçlü, hem de bu denli zaaflarla malul olması, büyük toplumsal desteğine rağmen bu zaaflar nedeniyle gidebilecek gibi görünmesi Türkiye siyasetini Erdoğan merkezli sınırları belli bir oyuna hapsediyor.

Üstelik bu oyun yalnızca içeride oynanmıyor. Uluslararası düzende süren krizin yarattığı boşlukları kullanmaya gayret eden Erdoğan'ın partisinin içinde bulunduğu koşullar, AKP'yi sözcüğün gerçek anlamıyla dış müdahaleye açık hale getiriyor.

Erdoğan, AKP'nin içindeki çatlaklara bu gözle baktı mı bilinmez, ama kendisine yönelik dış destekli tehdidin yalnızca muhalefet saflarında örgütlenebileceğine bu noktadan sonra artık kimse inanmaz... ABD, Almanya, Rusya... Bu liste uzar gider ama bunların AKP'nin içine dönük bir perspektifinin olmaması, AKP'nin içindeki çatlak ve dinamiklerin dışarıdan da takip edilmemesi ve hatta yönlendirilmeye çalışılmaması mümkün mü? Her taşın altında dış tehdit arayan sıkı reisçilerin kendi partilerine ve hatta aynaya bakmalarının vakti geldi de geçiyor... Hatta, delicesine bir hızla komplo senaryoları üretmelerinin bir nedeni de aynaya bakmayı erteleme çabası olsa gerek.

Türkiye'de siyasete Erdoğan başta olmak üzere tüm güçler yön vermeye çalışıyor. Bir tek halk dışarıda kalıyor. Bu oyunda halk yok, çünkü emekçileri temsil eden bir aktör yok. Geniş emekçi kesimler şimdilik olanı biteni izlemekle yetiniyor. Tüm bu güçlerin bu oyunu bu kadar rahat oynamalarının sebebi de bu zaten.

O zaman soru da belli; olanı biteni elleri kolları bağlı izleyecek ve bizim dışımızda gelişen bu senaryolara onay mı vereceğiz?

Yoksa biz de kendi yolumuz ve hedeflerimiz doğrultusunda siyasete müdahale mi edeceğiz?

Özgür Şen / SOL

Sekülerizm sana söylüyorum, laiklik sen anla! - TAYFUN ATAY

Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ilgili yapılabilecek “ortalama” tarihsel özet şudur:
Başlangıçta Cumhuriyet’in bir Diyanet’i vardı.
Şimdi Diyanet’in bir Cumhuriyet’i olma noktasına gidiyoruz.
Diyanet, laik ulus-devlet Cumhuriyet’le uyarlı bir “ulusal İslam” üretmek gibi, bugünden bakıldığında “naif” bir hedefle kuruldu.
Bugün Diyanet, kendisiyle uyarlı bir “İslami ulus” üretme yolunda “namütenahi” (sonsuz) bir hırsla Cumhuriyet’e yükleniyor. 
 
Yeni başkan Prof. Ali Erbaş da devirteslim töreninde bu doğrultuda bir konuşma yaptı. Muazzam uzun bir “set-cümle” de var bu konuşmada:
“Fethullahçı Terör Örgütü, Paralel Devlet Yapılanması’nın genç beyinleri sömürerek insanımızın hayır duygularını istismar ederek gizemli ve bulanık bir din anlayışıyla itikadi ve ameli düzlemde oluşturduğu hasarı onarmak için; 15 Temmuz şehitlerimiz başta olmak üzere kanlarıyla bu toprakları bize vatan kılan bütün şühedanın emanetine sahip çıkıp şehit ve gazilerimize milletçe sadakatimizi göstermek için; umut olan, dua alan ülkemizin örnek teşkilatı Başkanlığımızın dağınık zihinleri toplamaya, parçalanmış gönülleri birleştirmeye, fitne ateşinde yitirilen ümmetin tevhid ve vahdet pınarında dirilişine vesile olmak için; Allah ve Resul’ünün ezeli ve ebedi çağrısını sekülerizm, yani dünyevileşme ve hiçbir değer tanımama kıskacında debelenen insanlığa ulaştırmak için her zamankinden daha çok çalışmamız gerekiyor.”
Bu bir türlü bitmek bilmeyen cümlenin sırrı sanırım başıyla sonunu bağlama derdinde saklı. 
 
Çünkü FETÖ’den “sekülerizm”e bağ kurabilmek için lafı böyle uzatarak bol miktarda da kutsallık imleyen bir belagat gargarasıyla yol almaktan başka çare olmasa gerek!..
Yeni başkan özde “kahrolsun FETÖ” ve “sekülerizme hayır” diyor.
FETÖ’den bahsi anlıyoruz, o daha bismillah demeden bir dolu iddia ortalığa saçıldı.
Sekülerizm reddiyesine gelince, orada ciddi itiraz gerektiren bir terminolojik karmaşa var.
Hemen söyleyeyim, ben de sekülerizm derken kastın “laiklik” olduğu kanısındayım.
Ama eminim sözlerin hedefinin “laiklik” olduğunu söyleyenlere ben laikliği kastetmedim diyebilecektir. 
 
Burada her iki sözcüğün karşılaştırmalı tartışmasına girecek yerimiz yok. Sadece neye özellikle vurgu yaptıklarına bağlı olarak aralarında fark olduğunu, ama onları hiçbir ortak paylaşım alanları bulunmayan “apayrı” kavramlar olarak değerlendirmenin de mümkün olmadığını belirtelim. (Meraklısı için de kitabımız “Parti Cemaat Tarikat”taki [2017] “Laiklik, Sekülerlik ve Selefilik” yazısına yönlendirmede bulunalım.) 

 
Fakat yeni başkanın önce “sekülerizm” deyip ardından “yani dünyevileşme” diye ekleyip nihayet “hiçbir değer tanımama” ifadesiyle “tüy dikmesi” üzerine birkaç söz söylemeden geçemeyiz.
Bir kere “dünyevileşme”ye karşılık sekülerizm değil “sekülerleşme”dir.
Sekülerlik bir “olgu”, sekülerleşme bir “süreç”, sekülerizm de bir değer atfıdır.
Sekülerlik ve sekülerleşmenin iyi, doğru, güzel olduğunu düşünüp savunuyorsanız “sekülerist”sinizdir.
 
Ama seküler(ist) olmasanız da sekülerleşme hayatınızın bir parçası olabilir ve siz de ondan kaçamayabilirsiniz.
Tıpkı tesettür defileleri, haşema mayo, helâl şarap gibi…
Tıpkı “Jet Fadıl”ın reklamını yapıp sonra milleti dolandırdığı, Maldivler’deki “Caprice Gold” helâl tatil beldesi gibi…
Ve tıpkı Başkanlığınızın da desteği olan, kazananları “Masiva”nın, yani dünyevi (seküler) olanın nimeti altınlara boğan televizüel Kur’an okuma yarışması gibi!.. 
 
Ama daha büyük sorun, sekülerizmi hiçbir değer tanımama diye tarif etmenizde.
Sekülerizm, dini yok saymak değil, dindenbağımsızbir hayatın da mümkün olduğunu var saymaktır.
Sekülerizm, dinden insanın arayışlarına ışık ve kaynak olan değerler çıktığı gibi, dünyevi plânda da böyle değerler çıkabilir demektir.
Dolayısıyla sekülerizm, hiçbir değer tanımama değildir. 
 
Öyle olsaydı devletin milyonlarca lira akıttığı bazı vakıfların din kisvesi altında çocuk tacizi ahlaksızlık ve alçaklıklarına “yüksek sesle” tepki gösterecek hiç kimseyi de bulamazdınız bu memlekette!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Cezaevi yaptırmak kolaylaşırken - Çiğdem Toker

AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, devletin cezaevleri yaptırma sürecini mali, hukuki ve teknik açıdan kolaylaştırdı.
Tahmin edeceğiniz gibi bu “kolaylıklar seti”, OHAL KHK’siyle mümkün olabildi. 674 sayılı KHK ile cezaevleri mevzuatına eklenen madde, yerleşik süreci tamamen değiştirdi.
Şimdi Adalet Bakanlığı istediğinde Hazine arazileri kolayca tahsis edilebiliyor.
Eskiden mera alanlarına cezaevi yapılamazken şimdi yapılabiliyor.
Eskiden bütçede ödenek olması gerekirken, şimdi bu şart bulunmuyor.
Ve nihayet deprem, sel, afet olmadan, “Sen gel, sen gel” diyerek, cezaevi ihalelerini yapacağı düşünülen firmalar çağrılıp ihale bedelini pazarlıkla (yani 21/b) belirlemek de mümkün oluyor. 

***

Hal böyle olunca, Türkiye’nin dört bir yanında, yeni cezaevi projeleri hızla artıyor.
Derlediğim verilere göre Adalet Bakanlığı, mayıs ayından bu yana, toplam 20 il ve ilçede cezaevi pazarlığı yaptı. Ortalama 2-3 yıl süreceği öngörülen her bir cezaevi için müteahhitler belirlendi.
Bu ihalelerin toplam tutarı -yaptığım hesaplamalara göre- 3.5 milyar TL’yi buluyor. Derlediğim verileri, ihalenin yapıldığı yerlere göre aylık olarak paylaşayım:
- Mayıs: Elmalı, Sakarya (290 milyon TL)
- Temmuz: Gerede, Aziziye (Erzurum), Van Erciş (381.9 milyon TL)
- Ağustos: Sarıçam, Ereğli, Akdağmadeni, Tokat, Bodrum, Küpçüler, Kırşehir, Aksaray (1 milyar 839 milyon TL)
- Eylül: Foça, Elbistan, Manavgat, Silivri, İzmir, Samsun, Çorlu (930.9 milyon TL) 


***

Son dört ayda pazarlığı sonuçlanan 20 cezaevi arasında; Aksaray Ceza ve İnfaz Kurumu, 519 milyon TL ile ihale bedeli en yüksek olan cezaevi. Projeyi Varyap İnşaat-Sibar yapı ortaklığı yapacak.
Aksaray’ı, 385 milyon TL ile Sarıçam, 358.5 milyon TL ile de Çorlu cezaevleri izliyor.
Konuyu araştırırken rastladığım bir “durum”, özel bir dikkati hak ediyor. Yeni cezaevleri, yapılacakları yerdeki iktidara yakın yerel medya tarafından, istihdam ile ekonomik canlanma bakımından habere değer bulunuyor.
Hak/hukuk temelinden tamamen bağımsız biçimde “yatırım” olarak görülen cezaevleri, yüzölçümü ve kapasitesinin genişliğine göre ekonomiye olumlu yansıyacağı yaklaşımıyla ele alınıyor.
Bu yaklaşımı, AKP’li yerel politikacıların beslediğini de belirtmek gerekiyor. Misal, AKP Aksaray İl Başkanı Abdülkadir Karatay, Kapsam Haber’e “Aksaray’a çok önemli ve tarihinde tek olarak en yüksek yatırımı kazandırdık. Adalet Bakanlığı Aksaray Ceza İnfaz Kurumu ihalesinin tamamlandı” diyor. Cezaevinin, içinde 2 bin 500-3 bin kişinin çalışacak olması nedeniyle Aksaray’a çok önemli katkı sağlayacağını söylüyor.
Netice olarak, hukuk devleti ölçüleri bakımından övünç değil, mahcubiyet vesilesi olması gereken cezaevleri üzerinden, ekonomiye olumlu yansıyacak bir yatırım diye propaganda yapmak, kolay düzelir bir maraz gibi görünmüyor.
İşin kamu harcamalarındaki aşırı artışa dair bütçeyi ilgilendiren kısmını Maliye düşünüyordur nasılsa. Cezaevleriyle daha da canlanacak inşaat sektörü üzerinden tahsil edilecek vergi tahminleri yapılıyordur.
Olmasa da benzin/motorin zammı ne güne duruyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET