27 Eylül 2017 Çarşamba

Yanlış düşman, yanlış dost … - MUSTAFA TÜRKEŞ

Dış politikada yanlış düşman gibi, yanlış dost edinmemek de marifettir. İktidar ikisini de başardı! İlki Putin, ikincisi Barzani.

İktidar, Rusya’nın uçağını düşürmeye değmez bir durumda düşürerek yanlış düşman edinmişti. Buradan çıkış oldukça maliyetli oldu; halen de ağır bedel ödeniyor. Putin istediğini dikte ettiriyor. Hatta öyle bir duruma geldi ki, NATO silahlarından şüphelenen iktidar, Rusya’dan S 400 füze savunma sistemi alıp, kendini NATO silahlarına karşı korumaya çalıştığı izlenimi veriyor. Doğruysa eğer, S 400’ler önce Ankara’ya yerleştirilecekmiş...
Ne tuhaf değil mi?
NATO patronajı altında komünizmle mücadele derneklerinden iktidara yükselenler bugün NATO’ya karşı temkinli olma ihtiyacı duyuyorlar. Emperyalizm herkesle, her şeyle oynar. İktidar NATO’nun koruduğu kapitalist sisteme karşı değil, emperyalistlerin kendilerinden daha kullanışlı aktör bulduğu zaman at değiştireceğini bildikleri için temkinli. Ne iktidar NATO’dan, ne de NATO iktidardan henüz vazgeçmiş değil. Aralarındaki simbiyotik ilişki sürmektedir.

Son yaşananlar iktidarın yanlış dost edindiğini kanıtlar nitelikte. Hani şu “kadir bilmez”, iktidarın memur maaşlarını ödemek için kredi açtığı IKBY başkanı, çokça yazılıp söylendiği için tekrara lüzum olmayan “parti kongresine davetli”, “ticaret ortağı”, “eski dost” vd.

İktidar bir anda yanlış dost edindiğini anlamış! Referandum yapacağını bütün dünyaya söyleyip, iktidara söylemediği için mi? Yoksa söylediği halde iktidarın bunu kavrayamamasından mı? Kadirşinaslığından mı? Bilinmez! Önemi de yok zaten. Gerçek o ki, iktidar Barzani’nin yanlış dost olduğunu bütün dürüstlüğü ve açıklığı ile itiraf etti. “Kadir bilmezler” dedi, bir zamanlar Gülen cemaatine “ne istediniz de vermedik” dediğinden daha temkinli bir dille.

Yalnızca iktidar mı? Muhalefet partileri ve basının büyük çoğunluğu neye, niçin karşı olduklarını veya niçin desteklediklerini tanımlamakta zorlanıyorlar.

IKBY’nin bağımsızlık ilanı için referandum yapmasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu ağız birliği etmişçesine söyleyip durdular. Öte yandan bunun bir hak olduğunu savunlar var.
İktidar ve muhalefet birbirini gazlayıp Lozan 1923, Ankara 1926, 1946 ve 1983 anlaşmalarının Türkiye’ye müdahale hakkı verdiğini dillendirmeye çalıştılar. Kamuoyunun kafası karıştı, hangisi doğru?

Bakalım bunlara sırasıyla. Uluslararası hukuka aykırılık en çok vurgulanan nokta. Tuhaf olan, uluslararası hukukta bir topluluğun bağımsızlık ilanını önleyen bir madde söz konusu değil. Çılgınca siyasi hata yapanlara hatırlatmakta fayda var: 2008’de Kosova’da bağımsızlık ilan edildiğinde alkış tutanlar, bugün IKBY’nin yaptığını uluslararası hukuka aykırı olduğunu ileri sürüyorlar. Lafı çok uzatmadan şu kısa öyküye bakmalarını öneririm. Kosova’da bağımsızlık ilan edildikten sonra Sırbistan Cumhuriyeti konuyu Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna (BMGK) taşıdı,  burası konuyu Uluslararası Adalet Divanı’na yönlendirdi. Uluslararası Adalet Divanı ise oy çokluğu ile “uluslararası hukukta bağımsızlığı önleyen bir durum bulunmadığını, bu nedenle de Kosova’da ilan edilen bağımsızlığın hukuka aykırı bulunmadığına” karar verdi. Elbette bu tavsiye kararıdır, bağlayıcı değildir, fakat şu soru ortada. Uluslararası hukuk Kosova’da bir türlü, burada başka türlü mü yorumlanır? (Evet diyenleri sadede davet ediyorum. Saçmalığın da bir sınırı var.)

Bu durumda referandumun uluslararası hukuka aykırı olduğu tezini ileri sürüp durmanın bir anlamı yok. Referandum iç hukuk bakımından sorunludur; Irak merkezi yönetimi bunu kabul edilemez buldu. Irak Anayasa Mahkemesi IKBY’nin aldığı referandum kararını geçersiz saymıştır, bu nedenle iç hukuk bakımından Referandumun yapılması yasal değildir. İç hukuk bakımından illegal olan bir durum dış aktörlere müdahale hakkını ancak BMGK kararı olursa verir. Diğer türlü tek taraflı yapılacak müdahaleler uluslararası hukuka aykırı olur.

Bütün bunlar bilindiği için uluslararası hukuka aykırılık bahsinin kısa süre içinde bir kenara bırakılacağını tahmin etmek mümkündür.

Lozan ve Ankara anlaşmalarının sınıra ilişkin ve azınlık hakları, mal mülk meselesi konularında yaptığı göndermeler önemli olmakla birlikte müdahaleye cevaz veren bir maddesi mevcut değildir. Zorlanarak üretilen kanılar tersine de çalıştırılabilir. Kamuoyunu yanlış bilgilendirip, hamasi duruşları daha fazla şişirmeye yaramaktan başka bir işe yaramaz. Bunun tehlikesini kavramak için âlim olmaya gerek yok.

1946 ve 1983 tarihli anlaşmalar ise terörist takibi bakımından sıcak takip yapmaya cevaz vermenin ötesinde bir müdahaleye cevaz vermez.

İktidar bunları bildiği için Irak merkezi yönetimi ile ortak güç gösterisinde bulunmayı planladığı anlaşılmaktadır. Sınırdaki askeri manevralar ve Irak merkezi yönetiminden subayların yer alması bunlara işaret etmektedir.

İktidar müdahale yapmak istiyor, ancak nasıl yapacağını bilmiyor, hazırlıklı gözükmüyor. Müdahale nasıl yapılacak, sınırları, amacı gibi sorular henüz netleşmediği, hatta oluşum sürecinde olduğu için somut verilere dayalı bir analiz yapmak henüz mümkün değil.

Fakat bilinen somut durum şu: iktidar yanlış dost edinmiş, şimdi eski hasmıyla yanlış dosta karşı ortak pozisyon almaya çalışıyor. Irak merkezi yönetimi de Türkiye’ye birkaç subay gönderip, ortak müdahale görünümü ile Barzani’nin burnunu Türkiye’ye sürttürmek istiyor. Anlaşıldığı kadarı ile iktidar bir taşla iki kuş vuracağını hesaplıyor: hem Barzani’yi köşeye sıkıştırmak hem de YPG/PYD’ye gözdağı vermek istiyor. Başarılı olursa ABD yönetimine dahi gözdağı verdiğini söylemek isteyecektir.

Nasıl mı?
Habur’dan Kerkük’e uzanacak yeni koridor oluşturarak bunu yapmak istiyor. Bu güzergâhta ticareti kontrol ederek, tamamen kesmeden, Barzani’yi köşeye sıkıştırabileceğini varsayıyor. Uluslararası hukuka aykırı düşmemek için eski hasım ile dost olmak gerekti. İki tarafta hızlı çark ettiler. Uzun süre devam eder mi? Şii milis güçlerin Kerkük’te atacağı adıma bağlı. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da olasılık dâhilinde. Yine de teslim edelim hakkını, en olumsuz durumda dahi durumdan yararlanıp istediği kanıyı halka ulaştırma konusunda oldukça başarılı bir iktidar var. Bir anda en hızlı Türk milliyetçisi olabilir, eski söylemleri yok sayarak. Bir başka durumda yanlış dost ile müzakere masasına da oturabilir mi? Mümkün değildir denemez. Tahmin edilemez bir aktör değil, her şeyi istediği amaç uğruna kullanabilir. Burada bir tutarlılık var.

Amaç ne?
Barzani’yi kendine muhtaç kılmak mı?
Bununla tehdit etse de etrafta başkalarının olduğunu biliyor, İsrail bayrakları boşuna dolaşmıyor bölgede. Barzani’nin arkasında İsrail ve sahne gerisinde ABD ve Rusya olduğu biliniyor. Her biri çıkarını tanımlamış durumda. ABD ve Rusya arada bir hırlaşmakla birlikte fiili bir çatışmaya girmeden bölgede çizgiyi aşanlara hadlerini bölgenin diğer aktörleri tarafından bildirilmesini sağlamak konusunda maharetliler. Barzani’nin burnu sürtülürken Şii Sünni gerginliği yeniden ön plana çıkmayacak mı? Birilerinin burnu tam da bu tür dinsel ve etnik kimlikler üzerinden sürtülebilir, emperyalizmin elinde malzeme bol. Aktörler iktidarlarını emperyalizme bağladıkları ölçüde bu durumdan kurtulamazlar.

Barzani umudunu İsrail, ABD ve Rusya’nın müdahil olma durumuna bağlarken,  (eğer Avrupa garanti verseydi onlar da müdahil olacaktı) Irak merkezi yönetimi Türkiye ve İran’ın müdahil olmasını öngören bir politika izliyor. Buradan büyük güçler arası askeri çatışmalar çıkmaz, fakat uzun süreli yerel, bölgesel çatışmalar çıkar ve çevrelenebilir kalıcı istikrarsızlık sürdürülebilir kılınır. Emperyalizm yine dört ayağının üstüne düşer, fakat üstesinden gelemeyecek aşamaya gelmeyeceğinin garantisi yok.

İktidar kendi bekasını bölgesel istikrarsızlıkların sunacağı fırsatlara endekslediği için yaşanan gerginlikleri bulunmaz nimet olarak görüyor. Bölge dinamikleri buna imkân sunacak nitelikte. İç politika bu doğrultuda olgunlaştırıldı. Tezkere bu olgunlaşmaya yeterince hizmet etti. Kadir bilmezlere karşı kamuoyu hazırlandı. Kadir bilmezler iktidarı besledi, muhalefeti sorgulamaz kıldı. Emperyalizm bundan daha fazlasını ister mi? Evet ister; açgözlüdür emperyalizm, doymak bilmez. Artı değer aktarımının sürdürülebilir kılınması için herkesi iliğine kadar sömürüp, pestilini çıkarana kadar kullanmak ister.

Barzani’nin liberal değerlere dayalı ulusların kendi kaderini tayin hakkını emperyalizmin inayetine bırakması bu nedenle yanlıştır. Wilson’ın öngördüğü self determinasyon prensibi daha küçük parçalara ayrılmayı öngördü, böylece kendisine yeni alan açıldı, bu nedenle bu prensibi savundu.  Hâlbuki Lenin’in savunduğu self determinasyon prensibi emperyalizme karşı olmayı ilke edinir. Barzani’nin neye hizmet ettiği açık değil mi?

Unutmayalım, emperyalistler sorunları çözmez, sorunları dönüştürüp yeniden üretilmesini sağlayacak denklemler kurar. Emperyalizmden beslenen veya ona endekslenen iktidarlar da sorun çözmek yerine onu dönüştürerek emperyalizm ile bağını yeniden kurar. Böylece iktidarlar kalıcılığını sürdürülebilir kılmak isterler. Barzani dâhil, bölgedeki iktidarların hepsi bu durumda. Marifet, bu oyuna düşmemek, bu döngüyü ortadan kaldırmaktır. Emperyalistlerden çare umanlar bu döngüyü değiştiremezler. Bu durum, kişilerin donanımsız oluşu ile sınırlı bir sorun değil, sistem meselesidir. Kapitalist-emperyalist sistem içi çözüm arama denemeleri sorun üretmenin dışında ne sundular?
Yakın tarih bunu yeterince anlatıyor.
Marifet düzgün okumakta.

Mustafa Türkeş / SOL

Özlemi yenmek! - TAYFUN ATAY

İnsanın elinin kaleme, kalemin kâğıda gitmediği, gitmek istemediği anlar vardır. Dokunamazsınız kelimelere, buluşamazsınız cümlelerle...
 
Coşkuyla denize dalıp da suyun altında nefessiz kalmak gibi, vurursunuz kaleminizi beyaz yapraklara ama başka zaman kalem her kâğıda dokunduğunda açılan zihin nefesiniz, tıkanmıştır; soluk alamaz halde derya içinde kulaç atmaya benzer şekilde debelenir durursunuz.
Aynen böyle bir zihin/ruh hali içinde kalemle, kâğıtla, kelimeler ve cümlelerle boğuşuyorum şu an!..
Kadri Gürsel’in Silivri Cezaevi kapısında gece yarısından sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, hayır, “esirliği tamamına erdiğinde” sarf ettiği cümle, sanırım benim de şu an içinde bulunduğum duruma en doğru tercüme olmakta.
“Sevinecek bir şey yok ortada” dedi Kadri... 

 
330 gün dört duvar arasında kalmış bir insanın, eşine, oğluna, yakınlarına ve tüm sevdiklerine yeniden kavuştuğu anda söylediği sözler bunlar.
Ve bu sözlerin hiç de öyle lâf olsun diye söylenmediğini Kadri cezaevi kapısından ilk çıkış yaptığında yüzündeki ifadeden de hepimiz çok somut olarak fark etmiştik.
Üç duruşmadır mahkeme salonunda hasbelkader zinde, dinamik, güleç ve neşeli olduğundan çok farklı şekilde durgun, neşesiz, mutsuz ve umarsız bir görüntüdeydi Kadri.
Ne o, nihayet artık cezaevi dışında olduğuna sevinebiliyor, ne de biz ona esareti son bulduğu için ne diyeceğimizi bilebiliyorduk!.. 
 
“Gözün aydın”?.. 
“Geçmiş olsun”?..  
“Hoş geldin”?.. 
“Çok şükür”?.. 
“Kurtuldun”?..  
“Bitti artık”?..  
Hayır, ne bunları söyleyebiliyorduk, ne de ne yapacağımızı, hatta nasıl bir yüz ifadesi takınacağımızı bilebiliyorduk!..
Neşeyle gülümsemeli mi, yoksa aynen onun gibi, yüzümüzde neşeden eser olmadan, derin bir acıyı bastırmaya dönük gerginlikle yüklü bir gülücük mü sızdırmalıydık etrafa?!
Kadri Gürsel, “Ortada sevinecek bir şey yok, haksız, mesnetsiz, asılsız suçlamalarla tutuklanan Cumhuriyet çalışanları söz konusu” dedi. 
 
Bu suçlamalarla ilgili davanın üçüncü duruşması, korkunç akıl tutulması ve vicdan zehirlenmesi içinde sürüp giden bir “taht oyunu”nun figüranlarının, kendilerinden bekleneni yine yerine getirdikleri klasik ve trajik tabloya sadece “komedi” dozunu artıran bir katkıda bulundu.
İki tanık ve onların ifadeleriydi bu katkı.
Bunlardan birinin, namus ve vicdan üzerine yeminle yaptığı tanıklığın “yalan” içerdiğini Akın Atalay bir barkovizyon gösterisi eşliğinde ortaya serdi.
Kendisini Türkiye’nin en iyi köşe yazarı olarak, hem de “üstüne basa basa” takdim ve taltif eden diğerinin ise 2011’de çalıştığı gazetenin üst yönetiminin baskısıyla “En büyük milliyetçi Fethullah Hoca” başlıklı bir köşe yazısı yazdığını öğrendik!..
Buyurun size Cumhuriyet davası!.. 
 
Gerisi eski tas eski hamam: Heyet, her zamanki gibi “deliller için teknik heyet oluşturulup incelenmesine...” dedi. Savcı, her zamanki gibi “delillerin henüz toplanmadığı ve kuvvetli suç şüphesi bulunduğu...” dedi. Ve sonuç, her zamanki gibi, “tutukluluğa devam” olup 31 Ekim’e ertelemeye vardı. 
 
“Bir yılınızı aldık işte elinizden” demeye yani!..
Kadri’nin cezaevi önünde yaptığı konuşmada hayli çarpıcı, sarsıcı bir sözü daha vardı. Kendisine neleri özlediğini soran bir muhabire, “Şey’leri özlemedim! Elbette insanları, eşimi, çocuğumu özledim ama ‘içeride’ sağlam kalabilmek için özlememeyi de bilmek, öğrenmek durumundasınız” şeklinde cevap verdi. 
 
Kadri’nin söyledikleri, hepimiz için geçerli bir ilke ya da yönteme de dönüştürülebilir.
Malûm, en büyük acı ölüm ve acısını yaşayanlar çeker. Bunun sebebi de ayrılık ve özlemdir. (“Ölüm Allah’ın emri/Ayrılık olmasaydı!”)
Ve belli ki bizi baskıyla, esaretle, zulümle değil, asıl birbirimize “özlem”le çökertmek istiyorlar!..
O yüzden akla, ahlâka, vicdana ziyan şekilde sündürdükçe sündürüyorlar adına “mahkeme” dedikleri bu garabeti... Komediyi... Yüz karasını...
Bu durumda ne yapmalı, işte Kadri’den öğreniyoruz:
Zor, çok zor ama mümkün mertebe özlememeyi dahi öğreneceğiz ayakta kalmak için...
Adeta ölüm acısını bile yenercesine!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Biz ne zaman sevineceğiz... - MİNE SÖĞÜT

Biz;
Bu ülkede resmi açılışlar besmeleyle değil, merhabayla başladığı gün...
Din işleri devlet işlerine asla bulaştırılmadığı gün...
Cemaatler devlet katlarında fink atmadığı gün...
Ülkede bir tarikat batıp yerine bin tarikat çıkmadığı gün...
Sevineceğiz.
Seçimlerin üzerinden şaibeler kalktığı gün sevineceğiz.
Sandıklara kaygısızca gidebildiğimiz gün...
Çıkan sonuçlardan kuşku duymadığımız gün...
Demokrasiye hep birlikte sahip çıkabildiğimiz gün...
Sevineceğiz.
Evet biz bir gün mutlaka sevineceğiz.
O gün artık Meclis’te sorumluluklarının bilincinde insanlar olacak.
O gün iktidarda makamlarını şahsi menfaatleri için kullanmayanlar olacak.
O gün ülkenin üzerindeki diktatörlük bulutu çoktan dağılmış olacak.
Halk tüm tercihlerini kendi özgür iradesiyle yapmış olacak.
Biz;
Elbet sevineceğiz... Gerçekten sevineceğiz.
Hapislerde tek bir düşünce suçlusu kalmadığı gün sevineceğiz.
Kimsenin açlık grevine yatmadığı gün sevineceğiz.
Herkesin her şeyi rahatça yazıp söyleyebildiği gün sevineceğiz.
Kimse cinsel, dinsel ya da etnik kimliğinden dolayı damgalanmadığı gün sevineceğiz.
Ülkede yargı yeniden bağımsızlaştığı gün...
Mahkemeler iktidarın sopası olmadığı gün...
Hukukçular mesleklerine topyekûn sahip çıktığı gün sevineceğiz.
Biz... bir gün... sevineceğiz... hem de çok sevineceğiz.
Gazeteciler tetikçiliği bırakıp gerçekten gazetecilik yaptığı gün sevineceğiz.
Bağımsız basının üzerindeki tüm baskılar kalktığı gün sevineceğiz.
Muhalefete saygı duyulduğu gün sevineceğiz.
Tek bir gazetecinin bile tutuklanmadığı ve kimselerin öldürülmediği gün sevineceğiz.
O gün...
Artık okullarda çocuklara çağdaş bir eğitim veriliyor olacak.
Devlet kindar ve dindar nesiller yetiştirmeye kalkışamayacak.
İktidar, inancı bilgiye üstün tutamayacak.
Kimse kadınlar hakkında ortalara çıkıp ileri geri konuşamayacak.
Birbirinden akıldışı fetvalar havalarda uçuşamayacak.
İnsanlar sokaklarda istedikleri kıyafetlerle, istedikleri gibi dolaşacaklar.
Yönelimleri yüzünden ne ailelerinden ne de toplumdan korkacaklar.
Kadınlar erkekler tarafından her gün ama her gün bıçaklanmayacaklar.
Evet...
Biz sevineceğiz...
Çok ama çok sevineceğiz.
Bizim sevindiğimiz gün ülkenin dört bir yanında festivaller düzenleniyor olacak.
İnsanlar sokaklarda keyifle içki içip neşeyle dans edecekler.
Ve sevgililer diledikleri yerde diledikleri gibi öpüşecekler. 

***
O yüzden biz bugün hiç sevinmiyoruz.
Ne arkadaşımızın tahliyesine ne de diğerlerinin tahliye umuduna.
Biz sadece öfkeliyiz, çok öfkeliyiz.
Hem onların içeriye girmiş olmasına...
Hem de ülkenin içine düştüğü şu lanet duruma.


Mine Söğüt / CUMHURİYET

Tanık olmayan tanık - ÖZGÜR MUMCU

İddianame olmayan iddianamenin davası sürüyor. Bir seneye yakın zamandır Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticileri içerİde. Hâkim karşısına çıktıklarından beri evlerindeki parkeleri değiştiren parkecinin oğlunun yemek yediği lokanta, yaş gününde eve ısmarlanan pide, tatil için aranan seyahat acentesi gibi tuhaflıklarla boğuşarak bugüne kadar geldiler. 
 
Bilirkişi olmayan bilirkişiye başvurulmuştu. Genç bir mühendise neden gazetenin manşet ve haberleri konusunda bilirkişilik yaptırıldığı anlaşılamadı. Bu tuhaflık da unutuldu gitti. 
 
Sırada elbette tanık olmayan tanıklar vardı. Vakıf yönetimindeki oylamaya ilişkin süregiden bir hukuk davası olduğu zaten malum. O davanın taraflarından vakfın eski üyesi Alev Coşkun da tanıklığında bu hukuk davasının neden bir ceza yargılamasının konusu olduğunu anlayamadığını ifade etti. Gazetenin iki nüshasını Emniyet’e götürüp şikâyetçi olduğuna yönelik bir hayli ikna edici iddialara karşı ise pek yanıt veremedi. Ancak her durumda bu ceza yargılamasında hangi sebeple tanıklık yaptığı anlaşılamadı. 
 
Diğer tanık Rıza Zelyut ise iddia olmayan iddia, bilirkişi olmayan bilirkişi serisini tanık olmayan tanıkların simgesi sıfatıyla bitirmeye özel bir gayret göstermek istemiş belli ki. 
 
Bir defa iddianamede ya da yargılamada tanıklık yapmasını gerektirecek bir bilgisi ya da konumu yok. Cumhuriyet hakkında atıp tutan, şahsi görüşlerinden ibaret bazı yazılar yazmış. Ne somut bir bilgisi ne de bir delili var. Ancak gayretkeşliğiyle Andy Warhol’un “bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak” tespitini doğruladı. 
 
Artık ismini hayatında duymamış olanlar dahi zamanında cemaat okullarına övgüler düzdüğünü, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan ödül aldığını biliyor. Daha da fenası, Ahmet Şık cemaat kumpasıyla içeride yatarken Güneş gazetesinde Fethullah Gülen’i en büyük milliyetçi ilan ederek cemaate başını okşatmak için boynunu eğdiği yazısından herkesin haberdar olması. 
 
Sen kalk Cumhuriyet’e 2010’dan beri operasyon yapılıyor de, sonra 2011’de cemaatin avcunun içine başına sürte sürte makale döşen. Sorulunca da patronum baskı altındaydı mecbur kaldım de. Bu çelişkilerle bunalınca da “ben Türkiye’nin en iyi köşe yazarıyım” diye bağır çağır. 

 
Türk yargısının çok mu vakti vardır? 
İnsanların hayatlarının hiçbir önemi yok mudur? 
Savcı bu saçmalıkları iddia diye yargılama konusu yapmak, mahkeme heyeti bu manasızlıkları saatlerce dinlemek için mi onca sene hukuk fakültelerinde dirsek çürütüp hayatlarını hukuka adamıştır?
Bu dava uzadıkça dökülmekte. Her bir duruşma yeni bir tuhaflıkla karşılaşmamıza sebep oluyor. Öğrenciler hâlâ hukuk fakültelerini seçsin, yeni mezunlar umutlarını kaybedip başka mesleklere yönelmesin istiyorsanız artık bu tuhaflıklar komedyasını bitirin. 
 
Kadri Gürsel’in tahliyesine öfke içinde seviniyoruz. Neden tutuklandığını ilk günden beri izah edebilen olmadı. 31 Ekim’de diğer arkadaşlarımıza da kavuşmak istiyoruz. Umarım Gülen’den madalyalı, patron baskısıyla yazan bu garip âdemleri dinlemek gereği kalmamıştır. Onların uğultusundan adaleti duyamıyoruz. 

Artık uğultu kesilsin ve duruşma salonlarını adaletin sesi doldursun.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Neofaşistler Alman parlamentosuna girdi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Almanya seçimleri bize Hıristiyan birlik partilerinin sağcı politikalarının bile sağ seçmeni tatmin etmediğini gösterdi.


Almanya’da yapılan seçimlere ilişkin ilk değerlendirmeler bu ülkede yıllarca yaşamış olan Profesör Faruk Şen hocadan geldi. Şen hoca seçimin kaybedeninin Sosyal Demokratlar olduğunu belirtiyor. Eğer Martin Schulz, diyor Şen hoca, Avrupa Parlamentosu Başkanı olarak kalsaydı imajı bu kadar zedelenmezdi. Gerçekten de Almanya tarihinde Sosysal demokratlar Schulz ile en düşük oyu aldılar.
Profesör Faruk Şen hükümet olasılıklarını da belirtiyor. Bir, Alman Hristiyan Demokratlar Sosyal Demokratlarla bir koalisyon oluşturur. Angela Merkel başbakan, Martin Schulz Dışişleri bakanı olur. Alman Sosyal Demokratları iki kez üst üste Hristiyan Demokratları ile yaptığı koalisyonlarda ciddi oy kaybettiği için koalisyon düşünmüyorlar. İkinci alternatif ise 3’lü bir koalisyon olabilir. Hristiyan Demokratlar, Hür Demokratlar ve Yeşiller. Böyle bir koalisyonun ömrü pek uzun değil. Çünkü Hür Demokratlar ve Yeşiller birbirinin rakibi ve birinin ak dediğine diğeri kara diyor. Bunlar Şen hocanın tahminleri. Hangisinin gerçekleşeceğini yakında anlayacağız.

Seçimin en çarpıcı sonucu aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi’nin üçüncü parti olarak parlamentoya girmesi oldu.

AfD parti, seçimlerde yüzde 13’ün üzerinde oy alarak Hristiyan Birlik partileri ve Sosyal Demokrat Parti’nin ardından ilk kez Federal Meclis’e girdi. Bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez gerçekleşmiş oluyor. Sosyal dengeler açısından çok ama çok ciddi bir tehlike demek bu. Tüm Avrupa’da zincirleme bir etki de yapabilir. Almanya seçimleri bize Hıristiyan birlik partilerinin sağcı politikalarının bile sağ seçmeni tatmin etmediğini gösterdi. Angela Merkel 2005’te Başbakan olduğunda partisini modern muhafazakar bir çizgiye getirmek için bir takım adımlar attı, gittikçe partisini daha merkeze çekti. Zorunlu askerliğe son verdi, nükleerden çıkış politikasını hayata geçirdi. Bunlar muhafazakarların dünyasında ciddi sarsıntılar yaratan kararlardı. Bunun sağda bir boşluk yarattığı ileri sürülür. İşte bu boşluğu, 2013 yılında kurulan AfD’nin doldurduğu görülüyor.

Sağ seçmen beklediği daha radikal politikaları aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinde buldu. Bu parti lokal düzeyde savunduğu ırkçı politikalarını artık federal düzeyde dile getirilecek. Uygulama fırsatı bulup bulamayacağı meclisteki diğer partilerin tutumuna bağlı. Şimdiden ciddi protestolarla karşılandığı haberleri geliyor.

AfD’yi protesto etmek isteyen yüzlerce gösterici Berlin’de seçim sonuçlarının belli olmasının ardından bir araya geldi. AfD’nin seçim partisi düzenlediği Alexander Meydanı’ndaki bir mekanın önünde toplanan göstericiler, “Nazi propagandası hakkı yoktur” sloganları attı. Polis gösterinin düzenlendiği noktada yoğun güvenlik önlemi alarak göstericilerin AfD’lilerin bulunduğu binaya girmesine izin vermedi. Göstericilerle polis arasında zaman zaman gerginlik yaşandığı bildirildi. Bazı göstericileri olay yerinden uzaklaştıran polis, AfD’lilerin bulunduğu binanın balkonunu da göstericilerin çeşitli objeler fırlatması nedeniyle boşalttı.

AfD neden meclise girdi sorusundan çok neden bugüne kadar girmedi diye sormak gerekir. Çünkü Almanya’da yabancılara olan tahammülsüzlük muhafazakar seçmeni giderek sağcı partilere yöneltmeye başladı uzun süredir. Alman merkez partilerininin göçmenlere “hoş geldin” politikası işte bu seçmenlerin tepkisini topladı. AfD gibi bir partinin bu ortamı değerlendirmemesi beklenemezdi. Zaten yabancı düşmanlığı, göçmenlik olgusu üzerine oluşturduğu bir politikası vardı, bu politikayı yıllar boyunca titizlikle işlemişti. Almanya’da muhafazakar seçmende yükselmeye başlayan ırkçı dalganın bu partiyle buluşması an meselesiydi. Bu seçimde bu gerçekleşti. Suriye kriziyle başlayan göç dalgası ırkçı söylemleri güçlendirdi.

AfD göçmenlerin sadece Almanya için değil tüm Avrupa için tehlikeli olduğunu Avrupa değerlerini öne çıkararak vurguladı. Avrupa’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar Hareketi (Pegida) ile de bağlantı kurdu bu yüzden.

AfD politikasını sola karşı değil Hıristiyan Demokratlar’a karşı oluşturdu aslında. Hıristiyan Demokratlar’ın Avro ile AB politikalarını her zaman eleştirdiler. Bu konularda daha sağcı görüşleri vardı. Euro karşıtı bir parti olarak yola çıktı ve göç karşıtı bir partiye dönüştü. Önce pek dikkat çekmedi. Ancak 2014 seçimleride, ki ilk kez girdikleri seçimlerdi, hem AB Parlamentosu’nda hem Almanya’da yerel meclislerinde sandalye kazanmayı başardılar. Bu seçim başarılarından sonra söylemleri daha sertleşip düpedüz ırkçı bir tona dönüştü. O günden beri de oylarında bir düşüş olmadığı gibi sürekli bir artış da kaydedildi. Gündemde hangi sorun varsa ona ilişkin görüşler dile getirdiler. Bunlar çözüm içeren görüşler değildi. Sıradan vaatlerdi ama o meşhur “Alman gururu”nu okşayan vaatlerdi. Almanlar için büyük yenilgiyle sonuçlanmış olmasına rağmen AfD bu savaşın kazanımlarından gurur duyduğunu tekrarlamaktan çekinmedi örneğin. Berlin’deki Yahudi Soykırım Anıtı’na tepkilerini dile getirmekten hiç çekinmedi.
Bunlar İkinci Dünya Savaşı’nın ezikliğini hala içinde hisseden sağcı seçmen için çok etkileyici çıkışlardı. İlk kez bu parti sayesinde Almanya’nın “kendilerinin olduğunu” hissettiler.

Alman aşırı sağının avantajlı sayıldığı durum şu: Arkalarında sadece Alman sağcı seçmeni yok. Avusturya’da,Fransa’da Macaristan’da kendileriyle göçmen karşıtlığında birleşen, dolayısıyla Avrupa’nın İslamlaşmasına karşı cepheleşmiş bir “sağcı” kitle var. Almanya’da aşırı sağın bu başarısı adı geçen ülkelerde de bir “kelebek etkisi”ne yol açabilir. Fransız faşist Lider, Ulusal Cephe Başkanı Marine Le Pen, AfD’nin seçim başarısını “Bu Avrupa halklarının büyümesinin yeni bir sembolü” sözleriyle değerlendirdi örneğin.

AfD üzerinde bundan böyle herhalde çok yazacağız. Alman federal parlamentosunda neler yapacağını da izleyip göreceğiz. Yararlı olduğuna inandığımı şu alıntıyı da paylaşmış olayım:

“AfD’nin başarılarının nedenini tahmin etmek için yeni bir yaklaşım geliştirmek ve ayrıca verili güncel ampirik koşulları şimdiye kadar olduğundan daha titiz bir şekilde dikkate almak gerekmektedir. Şunları saptamış olalım:

a) Göründüğü kadarıyla bu parti kendisini taşıyan toplumsal bir tabana sahip. Toplumun orta tabakasından insanları harekete geçirebildiği çok açık – bunlar egemen partilerin etkilemediği ya da artık seslenemediği, gerektiğinde seçime gitmeye ve bir partiyle özdeşleşmeye hazır insanlardır.

b) AfD’nin savunduğu, medyaya ve yerleşik düzene yönelen görüşleri toplumun orta kesiminin düşüncelerine uygun görünüyor. Buna göre konu marjinalleşmiş olanlar değil, aksine, olsa olsa, kendini haklı gören, ama günümüz kamuoyunda yeterince temsil edilmediğini, siyaset ile ideolojik bağlantılarının koptuğunu düşünen, ancak öte yandan başarılı olan, siyasi “düş kırıklığına” uğramış gruplaşmalardır.
Yapılan bir ankette AfD yandaşlarının yüzde 79’u ekonomik durumlarının “çok iyi” ya da “iyi” olduğunu yazmışlardır [1].

c) Partinin yaptığı özel polemik yalnızca iyi karşılanmakla kalmıyor, göründüğü kadarıyla yerinde, çoktan verilmesi gereken bir tepki olarak görülüyor ve bu tepki için gerektiğinde etkin de olunuyor. Nihayet bir grup kalkıp çoktan söylenmesi gerektiği düşünülenleri söylüyor ve yapıyor.
Birçok AfD yandaşı diğer partilerden memnun değil, onlar sığınmacı politikasını protesto ediyor ya da “saf dışı” bırakıldıklarını hissettiren belirsiz bir duyguyu paylaşıyor… [2]

Her üç bileşen bir toplu görüntüde birleşiyor: Burada burjuva çevreler söz konusudur, ancak bu çevreler günümüz medyası ve kitle partileri tarafından temsil edilmediklerini, ama bireysel başarıları nedeniyle iyi konumda ve haklı olduklarını düşünüyor.

Medyaya karşı yapılan güncel polemik ve sığınmacılara karşı ırkçı saldırılar, belirleyici noktaları özetleyen ve bir çeşit ana iletileri oluşturan iki görüş olarak görülüyor, ki sığınmacı tematiği bir tür yön belirleyici konu durumundadır.

Sığınmacı tematiği,
»Temel konu olarak sunulabiliyor (yılda bir milyon sığınmacıyla tekne dolup taşıyor)
»Başlı başına temel soruna dönüştürülebiliyor (eskimiş yabancılar polemiğine birçok atıfta bulunulması olanaklı: Aşırı yük, entegrasyon beklentileri, radikal İslam şüphesi)
»Kriminalleştirmede kullanılabiliyor (maddi nedenlerle sığınanlar insan kaçakçılığından yararlanıyor ve IŞİD teröristlerine gereken gizliliği sağlıyor)
»Herşeyin kilitlendiği asıl konu olarak biçimlendirilebiliyor (Batı dünyasının ve özellikle Hristiyan değerlerin çöküşü kesin görünüyor).


MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

(Bknz) Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) Toplumsal Tabanı – Prof. Dr. Wolf D. Bukow. http://politeknik.de/p6662/

Marx hâlâ umut, hâlâ korkulu rüyadır - ALİ MURAT İRAT

Marx lise sosyoloji kitaplarından çıkarılmış. Liselerde 2016-2017 yılında okutulan sosyoloji kitabında sırasıyla Auguste Comte, Karl Marx, Emile Durkheim, Max Weber anlatılırken; bu yıl okutulacak kitapta Saint Simon, Comte, Durkheim ve Weber anlatılacakmış. Kuşkusuz, bir şeyin anlatılıyor olması onu değerli kılmadığı gibi, anlatılmıyor olması da değersiz kılmaz.
Hatta günde beş vakit küfür ederek anlatmaktansa anlatmamak yeğdir. Örneğin, “Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır, yok eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!” diyen Ebu Zerr’den bahsetmeyen bir İslam anlatılmasa daha iyidir. Ya da “Dünyayı anlamak yetmez onu değiştirmek gerekir” diyen bir Marx yerine, onun doğum ve ölüm günlerinden bahseden bir anlatı olmasa da olur.

Onun kitaplardan çıkarılmasının nedeni, kuşkusuz, bir ölünün yüzlerce yıl sonra bile dünyayı değiştirme gücünden duyulan korkudur. İşte hayalet böyle bir şeydir. Resmi de, ismi de, cismi de korkutur. Karl Marx dünyaya bir sis gibi çöken kapitalizmin üzerinde dönüp duran ürkütücü bir hayalettir ve bu yüzden kendisini bu dünyanın efendisi sananların onu kitaplardan çıkarıyor oluşu şaşırtıcı değildir. Komik olan şey bir hayaletin  herhangi bir yerden kendi isteğinin dışında çıkarılmasının mümkün olmadığı gerçeğinin görülmemesidir.

Kuşkusuz Marx’ın teorileri bugüne kadar bolca tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Hegel’in ve Engels’in onun üzerindeki “mistik” etkisi eleştirildi ve eleştirilmeye devam edilecek. Marx artık kendisine yöneltilen eleştirilere cevap verebilecek durumda değil ama Marksistler -hem de her türden ve duruştan Marksistler- kuşkusuz bu eleştirilerin cevaplarını veriyorlar ve vermeye de devam edecekler. Marx’ın ve onun sevgili arkadaşı Engels’in benim için anlamları belki de genelden biraz daha farklı olabilir. Engels’in, Marx’ı kendi yolundan Hegelci bir yan yola saptırdığını düşünenlerdenim. Kuşkusuz tersine hak verenler de çoğunluktadır. Ancak ne olursa olsun onlar benim için her şeyden önce ezilenlerin ve sömürülenlerin ahlakı, dik duruşu ve ezen ve sömürenlerin korkulu rüyasıdır. Sol ahlakın temel taşlarındandır.

Onların eserleri bugün hâlâ dünya üzerinde en çok okunan ve en fazla referans verilen eserlerdendir. Tam da bu nedenle senin o “sosyoloji kitabı”n Marx’ı çıkardığı için değer kazanmamış, aksine ederinden değer kaybetmiştir. Aklı başında hiçbir sosyolog içerisinde Marx olmayan bir kitabı sosyoloji kitabı diye evinin kütüphanesine koymayacaktır.

Onların dev eserleri hâlâ okunuyor. “Komünist Manifesto” Dünya Ekonomik Forum verilerine göre dünyada en çok okunan eserler arasında ilk onda. Marx’ın en sevdiğim kitabı “1844 El Yazmaları”. “Alman İdeolojisi” şaşkınlıkla okuduğum; “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” –konu Marx’sa- en çok referans verdiğim; “Anarşizm Üzerine” en çok kuşkuyla ve burun kıvırarak baktığım; “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” en soğuk bulduğum kitapları. Marx’a sevgiden çok daha büyük bir saygım var. Marksist olmanın kendisinin de -diğer bütün “olmalar” gibi- ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bilsem de tanımlayacak ve benim Marx anlayışımın dışında kalanları dışarıda bırakacak kadar hadsiz olduğumu sanmıyorum.

Marx, bugün, öngörüleri ve söyledikleriyle hâlâ birilerinin umudu diğerlerinin korkulu rüyasıdır. O kapitalizmin ruhunu okuyan ve tam da bu nedenle içinde yaşadığımız girdabın büyüklüğünü bize gösteren bir bilgedir. Ve yine tam da bu nedenle kapitalizme tukaka diyenlerin, eğer azıcık kendi düşüncelerine saygıları varsa, onu da minnetle selamlamaları ahlak gereğidir.
Bazı meselelerde söylediklerinin kendi çağına ilişkin ve orada kalmış olduğunu düşünmekle birlikte, dünyada sömürü var oldukça, kitaplardan çıkarılsa bile, Marx’ın, ezenlerin ve sömürenlerin tepesinde dolaşacağını da iyi biliyorum.

ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

Eğitimin Kerbela’sı - TURAN ESER

Matem ayındayız. Aleviler Kerbela’da yaşanan kayıptan kazanmayı ve acıdan umudu örgütlemeyi muhabbet ediyorlar. Akıl temelle yaklaşımlarıyla vahiy temelli dayatmalara meydan okuyorlar.

Yaşanmış ve yaşanan Kerbela’lardan dersler çıkarıyorlar.

Kerbela, karanlık ile aydınlığın, zalim ile mazlumun, iyi ile kötünün ve lanetlenmiş Yezit ile Hüseyni duruşu anlatıyor.

Kerbela bugün Ortadoğu’da oluk oluk akan kanda, Afrika’da yaşanan açlıkta sürüyor. Yüz binlerce kız çocuğunu fuhuş pazarının seks kölesi haline getirildiği Asya’da.

Kerbela, 65 milyon mültecinin dramında hissediliyor. Binlerce mültecinin cansız bedenleriyle denizlerin altında oluşan, mezarsız ve kefensiz en büyük mezarlığın adı oluyor.

Kerbela, 30 milyon kadını, seks ve fuhuş pazarının kölesi haline getirerek, 100 milyar dolarlık pazara sahip olan Yezitliğin adıdır. Kerbela, insan ve çocuk haklarının gasp edildiği yerlerin adıdır.

Kerbela okuldadır!
 
Kerbala şimdi okulda. Gerici eğitim, dinci müfredatlar barışı ve sevgiyi değil, cihadı tercih ediyor.

Yezitlik salt bir katliam ve fiziki kıyım değildir. Yeni Yezitlik, insanın aklını ve ruhunu katlediyor. Haklarından mahrum bırakıyor. Uhrevi yalanlarla çocukların akıl tarlasına gericiliği, dogmaları ekerek, bir başka zulmü örgütlüyor.

Kadınlara ve çocuklara Yezitçe zulmediyor.

Bir Diyanet müftüsü, başörtüsü kullanmayan kadınlar için, “Mağazalarda ambalajı açılmış teşhir ürünleri hep yarı fiyatına satılır. Anlayana” şeklinde paylaşım yapıyor.

Eğitimin ve Diyanetin imamları, başörtüsü taktıramadığı çocukların beynini, gerici müfredatla ve sosyal baskısı mekanizmalarıyla örtmeye çalışıyor.

Bir başka ilahiyatçı, “kızların pantolon giymesine, kaşlarını aldırmasına ve üniversiteye gitmesine” karşı camide fetva veriyor. Bir diğer şarlatan ise dini sohbette kadına yönelik aşağılık diliyle “gelen öpsün, giden yalasın” yobazlığını toplumsallaştırıyorlar.

Hükümet cephesinden ise tek GIK yok!

Yezitlik kalplerine ve dilleri uçkurlarına yerleşmiş.

Bir başka yobazlık ise, ahiret promosyonlu imam hatip reklamı yapıyor. Sokaktaki dinci şarlatan, samimi dindarın duygularını istismar edip “cennette satılık arsa” dolandırıcılığının kurbanı yaparken, okuldaki dinbaz, öğrenci çekebilmek için “İmam Hatip Ortaokulu sizleri bekliyor. Hem dünyası, hem ahireti için. Ne duruyorsunuz? Kaçmaz bu fırsat” hurafeleriyle çocukları ve aileleri kandırıyorlar.

Dünyevi okula karşı uhrevi okul pazarlıyorlar. Çocukları bu dünyaya değil, ahiret yolculuğuna hazırlamayı vaat ediyorlar.
Çocukları bu dünya yurttaşlığına değil, ahiret kulluğuna giriş vizesi için sınava tabi tutuyorlar. İmam Hatip Okulları ve dinci müfredat eşliğinde ahiret yolculuğuna hazırladıkları çocuklar, dünyevi TEOG’un dünyevi sınavından çuvallayınca, “TEOG kalksın” diyorlar. Şimdi uhrevi dünyanın sınav sorularını hazırlıyorlar.

Vahiy temelli AKP-Cemaat eğitimi, akıl temelli laik ve bilimsel eğitimin önünü kapatıyorlar. Çocukların başlarını örtüyorlar. Başlarını örtemediklerinin ise, beyinlerini örtmek için seferber olmuş durumdalar.

Ahirete değil, Batı’ya yolculuk var!
 
AKP’nin bu gerici ve yapboz tahtasında gelecek umudu olmayanlar, haklı olarak Batı’yı tercih ediyorlar.
AKP ise “en zeki öğrencilerimizi Batılı eğitim kurumlarına kaptırıyoruz” diye serzenişte bulunuyor. Zaten ulaşılmak istenen hedef bu değil miydi?

Batı değerlerini düşmanlaştıran ve laik eğitime karşı, dinci eğitimi tercih ederseniz sonuç budur. Ortadoğu’ya rol model olacaktık, fakat Ortadoğu’nun eğitim modellerine teslim oldunuz.

Bir çelişkiye işaret etmeliyim. Türkiye’de yaşayan, sağcı, solcu, Atatürkçü, dindar, laik, Türk, Kürt, Alevi, Sünni, kadın, erkek, genç hiç kimsenin kendi gençlerinin geleceğini, Ortadoğu ya da İslam ülkelerinde aradığına, çocuklarını eğitim için Ortadoğu ülkelerine gönderenlere tanık olmadım. Tanık olan varsa beri gelsin.

Hiçbir aile, kulluk rejimlerine “dindar ve kindar nesil“ yetiştirmek için Ortadoğu ve İslam ülkelerini tercih etmiyor. Aileler, hurafeli dinci eğitim yerine insan aklının ürününü konuşturan, laik ve bilimsel eğitimin olduğu Batılı ülkeleri tercih ediyorlar.
En başta AKP’nin yöneticileri, vekilleri, bakanları, müsteşarları ve İslamcı sermayedarlar, kendi çocuklarına eğitim hayatını Batı’da ya da Amerika’da hazırlıyorlar. Suudi Arabistan, Bahren, Katar, Pakistan okullarını tercih etmiyorlar.
Tam da bu nedenle kendi çocuklarına ahiret yolculuğu eğitimini reva görmeyenler, yoksulun çocuğuna dayatması, ikiyüzlülüktür.

Çağ değil, ahirete atladınız!
 
Eğitimde “çağ atladık” diyorlar. Oysa dünyevilikten, ahretliğe atladılar.

Kendi çocuklarına bu dünyayı cennetleştirenler, fakirin ve yoksulun çocuğuna ahiret ülkesinde cennet şehri pazarlıyorlar.
Vahiy temelli eğitim ile ahiret yolcusu öğrenciler cemaat yurtlarına teslim edilirken, akıl temelli eğitimin beyin göçü yurtdışına kaçmak zorunda bırakılıyor.

Aileler çocuklarını bu dünyaya hazırlıyor. Bu nedenle AKP’nin eğitimde “ahiret vaatlerine” değil, Batı’nın dünyevi vaatlerine kapılıyor. Bunda tuhaf bir şey yok. 

Özgür ve sosyal nesli sakıncalı bulan, aklın eleştirel ve sorgulayıcı düşünme hakkına saygısı olmayan ülkede, beyin de göçer, insan da!

Yapboz tahtasına dönüşen vahiy temelli dinci eğitim sistemi ile, ülke aklın gücüne dar edildi. Dogmaların zayıflığına ve cemaatlerin lehine peşkeş çekerseniz, gençler ve akıl gücü göç eder.

Hak gaspları, gerici kuşatma ve gelecek umutlarını yok ederek dar ettiğiniz ülkenin, eğitim için yurtdışına giden gençlerini “ajanlıkla” suçlamak yerine, eğitim sisteminde ve sosyal hayatta yaşanan Kerbela ile yüzleşmelisiniz.

Eğitim Kerbela’sında yaşanan gerici zulme karşı çözüm vardır. Kerbela’daki Hüseyni duruş bize şunu söyler; aydınlatıcı olan akıldır, bilimdir, laikliktir.

Eğitimde akıl, bilimsellik ve laiklik yoksa dünyevilikte yoktur. Dünyevilik yoksa, yolculuk ahirete değil, Batı’ya olur.

TURAN ESER / BİRGÜN

26 Eylül 2017 Salı

Aydınlık Ortadoğu projesi - ORHAN GÖKDEMİR

Bir yıl önce şimdi artık AKP’li cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Mesut Barzani’yi sarayında kabul etti, ağırladı, görüştü. Sarayda Barzani’ye uygulanan protokol göz yaşartıcıydı. Kürdistan yönetimi bayrağı dalgalanıyordu ilk kez Türkiye’de. Barzani ülkesine döner dönmez PKK’nın kontrolündeki Şengal’e saldırıya geçti. Belli ki sarayda bazı pazarlıklar yapılmıştı ve gereği yerine getiriliyordu. Bir bedeli daha vardı o seremoninin. Barzani, giderayak Türkiye’deki taraftarlarından 16 Nisan’daki referandumda “evet” oyu kullanmasını istemişti.  Barzani taraftarı olarak bilinen bir iki küçük çevre referandumda “evet” diyeceklerini açıkladı. Dediler. Ülkenin bugünkü halinde az çok katkıları var.
Kendi referandumunu açıklayana kadar sarayla ilişkileri oldukça iyi gidiyordu aslında. Kulağına iyi saatlerde olsunlar tarafından fısıldanmış olacak ki, bağımsızlık için vaktin geldiğine karar verdi ve referanduma gideceğini açıkladı. Gitti de. “Hayır” çıkacak hali yok, koskoca aşiret-tarikat lideri çağrıyı yapan nihayetinde. Gelen haberlere göre “evet” mührü basılı oylar dağıtılmıştı seçmenlere zaten.

***

Referandumda “evet” demesinden yola çıkarak Barzani eleştirisi falan yapacak değiliz. Eleştirecek bir şey de yok üstelik. Bu tavrı onun kişisel tarihine uygun bir girişe vesile olur olsa olsa. Anlatalım bir parça…
1961’de baba Molla Mustafa Barzani Irak yönetimine karşı ayaklandı. Sovyetler Birliği bölgede pek güçlüydü, Sovyetlere yanaştı.
1973’te Baas ile Irak Komünist Partisi’nin yakınlaşması Bağdat’ı da Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler geliştirmeye zorladı. Barzani Sovyet desteğini yitireceğini anlayınca tereddüt etmeden kendini ABD ve İsrail’in kollarına bıraktı.
Ama birkaç yıl sonra ABD Kissinger’in telkiniyle Kürt ayaklanmasından desteğini çekme kararı aldı. Molla Barzani ABD’ye sığındı, 1979 yılında orada öldü.
Yerine geçen oğlu Mesut Barzani, Saddam Hüseyin ile mücadele etmek üzere İran’la ittifak kurdu. İran-Irak savaşında karşı saflarda yer aldı. 1991’de ABD’nin Irak’a saldırınca ülkenin içinde bulunduğu durumu fırsat olarak değerlendirip, Baas rejimine karşı bir ayaklanma başlattı. Ayaklanma iç savaşa dönüştü. Saddam ayaklanmayı sert bir şekilde bastırdı.
Türkiye ile uzun süren itiş kakışın ardından 1990’lı yıllarda PKK’ya karşı Ankara’nın müttefikiydi. Birkaç yıl sonra Celal Talabani’ye karşı Saddam ile müttefik oldu. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana yine ABD’nin yanında.
Yani AKP’nin yetkilileri ile girdiği ağız dalaşının hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bir iki ay sonra onları yine Osmanlı sarayı özentisi o binada fotoğraf çektirip gülücükler dağıtırken bulabilirsiniz. “Bağımsız Kürdistan”ın kurucusu işte bu arkadaştır…

***

Evet, bir aşiret devletinden söz ediyoruz. İşin içinde bir de tarikat ayağı var üstelik. Tarikat dediğim tabii ki Nakşibendiye. Aşiretin çıkış noktası olan Barzan aslında bu bakımdan da oldukça renkli bir bölge; Yahudilerin ve Nakşibendi şeyhlerinin merkezi. Barzan aşireti ile ilgili Yahudilik iddialarının sebebi de bölgenin bu özelliği. İşin ilginç yanı bu iddianın kaynağının bizzat İsrail olması. Kürtlerle ırki akrabalığa işaret eden kan tahlilleri falan havada uçuşuyor üstelik. Yani tam bir “Siyonist komplo” ile karşı karşıyayız. Zira bir inanç aidiyetinden etnik bir aidiyet iddiası çıkarma onuru Siyonistlere ait.

Barzani aşireti Yahudi mi bilinmez ama Molla Mustafa Barzani’nin İsrail’le ilişkileri her zaman pek parlak. İsrail’in Arap dünyasına topyekûn kafa tuttuğu 6. Gün savaşlarında bile İsrail’e pek sıkı fıkıydı. Savaş öncesinde İsrail’i ziyaret etmiş, içeriğini bilmediğimiz bir takım istişarelerde bulunmuştu. Savaş sırasında Arap koalisyonuna katılma çağrılarına yanıt vermedi, ağırlığını İsrail’den yana koydu.

Nakşibendilik meselesini yabana atmayın; Neredeyse 1820’li yıllardan bu yana hem Osmanlının hem de Türkiye’nin resmi tarikatından söz ediyoruz. Osmanlı Yeniçeriliği ezip geçerken ona rengini veren Bektaşiliği de ezdi, yerine Nakşibendiliği geçirdi. Kürtlerin arasında etkin bir tarikat haline gelmesinde sanırım bu tercihin de önemli bir payı var. Bu tarikat kardeşliğine rağmen Barzani aşireti her fırsatta Osmanlı’ya isyan etti. Türkiye ile ilişkileri de inişli çıkışlı oldu ancak Türkiye’deki Nakşibendiler ile sorunsuz bir ilişki sürdürdü.

Ayrıntısını merak eden var mı bilmem; Nakşibendiyenin Halidiye ekolündenmiş aile. Şeyh Said’den Said-i Nursi’ye, Fethullah Gülen’den Mehmet Zahid Kotku’ya hepsi aynı kaynaktan geliyor. Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Tayyip Erdoğan, Cübbeli Ahmet, Menzil tarikatı, Muhsin Yazıcıoğlu, Necip Fazıl, Enver Ören, Süleymancılar, Bülent Arınç, Abdullah Gül; hepsi Nakşiliğin Halidiye kolundan. Özeti şu; Molla Mustafa'nın dedesi, Tayyip Erdoğan'ın büyük halifesi. Tarikat kardeşliği var aralarında.


Bölgeleri henüz özerk değilken ceplerine Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kırmızı pasaportları koyan da Turgut Özal’dı zaten. Sonra ABD yardıma koştu ve Bağdat’ı bombalarken Irak uçaklarına aşiretin topraklarının üzerinden uçma yasağı koydu. “Özerk” Barzanistan işte böyle kuruldu. Alan aldı, çatan çattı, Tayyip Erdoğan’ın bahtına bağımsızlığını kutlamak kaldı.

***

Ayrıca bakmayın attıkları hamasi nutuklara; Irak’ın Kuzeyini hep birlikte yağmalıyorlar. Irak halklarına ait petrol Barzani ailesi marifetiyle ve uygun fiyattan bizimkilerin gemiciklerine aktarılıyor. Güçlü ticari bağlar kurulmuş aralarında, bölgede faaliyet gösteren Türkiye kökenli şirketlerin mutlaka Barzani aşiretinden bir ortağı var. Petroldü, ticaretti falan derken dönen paralar müthiş. Sadece AKP’nin üst düzey yetkililerinden söz etmiyorum.
Mesela sarayın başdanışmanlarından İlnur Çevik yakın zamana kadar büyük işler çeviriyordu bölgede. Tarikat kardeşliğinden piyasa kardeşliğine geçiş o kadar hızlıdır işte.

Özerklikten bağımsızlığa geçince ne değişecek o da belli değil zaten. Barzani’nin başkanı olduğu özerk yönetimde ordudan istihbarata, uluslararası ilişkilerden ticari hayata her yerde mutlaka bir Barzani var. Oğul, kardeş, yeğen, kuzen ilişkileri üzerine kurulmuş bir “özerk” devletten oğul, kardeş, yeğen, kuzen ilişkileri üzerine kurulmuş bir “bağımsız” devlete geçecekler anlayacağınız. Dışarıdan baksanız Kürt devleti, içeriden baksanız bildiğin aşiret yapılanması. Tartışılmaz olan tek şey bu hokus fokus sayesinde elde edilen milyar Dolarlık kişisel servetler…

Ama güzel olan şu; Bu arada ülkemiz de hızla Barzanistan’a benziyor AKP marifetiyle. Aşiret devletine dönüştük az zamanda. Oğullar, damatlar, bacanaklar, enişteler, zevceler, torunlar devletin her yanında. Nurcuların büyük kısmı kaçtı gitti, kaçamayanlar illegale geçti ama bu sayede Nakşibendilerin yeri pek pekişti. Barzani’nin tarikat kardeşleri devleti ele geçirdi yani. E burada ölçek biraz büyük, haliyle kişisel servetlerdeki Dolarların sayısı Barzanistan’dan biraz fazla. Demem o ki “bağımsız” bir devleti var diye ne Türk emekçiler daha mutlu, ne Kürt emekçiler. İşsizlik, sefillik, itilip kakılma, sömürme her iki tarafta da aynı şekilde devam ediyor. Eğer bağımsız olmayı başarırlarsa Kürt emekçiler de bunun kendilerine mutluluk getirmeyeceğini anlayacaklar.

Yalnız bizim Nakşiler, Nakşi Barzanistan’a saldırmaya cesaret ederse ölenler kesinlikle o yoksullar olacak. Savaşları zenginler çıkarır ama kurbanları mutlaka yoksullar olur. Ne tarikata, ne aşirete, ne de kapitalizme tahammülümüz var o yüzden. Sınıf kardeşliğine ayağını basmayan bütün kardeşliklere mesafeliyiz. Bizim için hepsi bir.

Kutlu haberi şimdiden verelim öyleyse: Onlar ağır ellerini toprağa basıp bir şafak vakti karanlığın kenarından doğruldukları zaman, hepsi bir bir silinip gidecek.
Eşit bir ülke kuracağız hep birlikte, özgürlük ilan edeceğiz bütün sınırlarda.
O güne kadar yolumuz belli: Ne Tayyaristan, ne Barzanistan!

Orhan Gökdemir / SOL

İstanbul’un hesabını kim verecek… - ORHAN AYDIN

Adam apar-topar gitti, yetmedi “İstanbul halkına hakkımı helal ediyorum” bile dedi.
Pişkinliğin böylesi az görülür.
Başkanlığı döneminde; İstanbul kent olmaktan çıkarıldı betondan bir mezbelelik oldu, parkları, yeşil alanları, sahilleri, meydanları, caddeleri, deprem toplanma alanları iç edildi.
Su havzaları, ormanları, dünya insanlığının ortak mirası kültürel varlıklar, vakıflara ait tüm taşınmazlar, arsalar, mimari dokular, köşkler, saraylar, boğazın her iki yakası, adalar, yedi tepenin yedisi de talan edildi ama beyimiz “hakkımı helal ediyorum” diyerek istifa etti.
Kimse sesini çıkarmadı.
Neymiş efendim, “5 dosyaya itiraz etmiş ama AKP’li meclis üyeleri itiraza rağmen onaylamış, bunlar en büyük rant dosyalarıymış” falan filan.
Mesele bu mu, yoksa ailesinin fetö bağlantısı mı?
Biliyoruz ki rant konusunda hep anlaştılar, yine anlaşırlardı.
İstanbul dediğin kentsel üleşimin merkezidir.
Bu yüzden tüm pis tezgâhların üssü olmuştur.
Arsa ve inşaat simsarları aç doymuyorlar, onlardan beslenenler hiç doymuyorlar.
Kent bir yandan Silivri’yi aştı, diğer yandan İzmit’e dayandı, Kuzey’de Karadeniz sahili artık bu kentin yeni liman ve ticaret alanı.
Kanal İstanbul ile tüm doğal hayat yok edilmeye hazırlanılıyor.
AKP için, para gelsin de nereden gelirse gelsin.
Gelecek bitirilmiyormuş, ekolojik hayat katlediliyormuş, yaşam alanları betondan ve demirden tabutluklara dönüştürülüyormuş umurlarında değil.
Bu arada beyimiz istifa ederken “Borçsuz belediye bırakıyorum.” diye ülkeye yalan söylemişe benziyor.
Gazetelere haber oldu, “13 milyar lira borç var.”
Niye çıkıp ‘hayır’ diyemiyor?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ülkede geliri en yüksek belediyedir.
Çıkıp, gelir-gider-kâr-zarar kalemlerini niye açıklamıyor?
Veriler elinde mi değil?
Niye, yoksa belediyeyi o değil de başkaları mı yönetiyordu?
Sayfalar dolusu ve hepsi belgeli “AKP’nin İstanbul kentine karşı işlediği suçlar var” kim bunun sorumlusu?
Kadir Topbaş mı, onu istifaya zorlayanlar mı, yoksa hepsi mi, kim?
Ne olacak şimdi, “istifa ettim oldubitti” deyip siyasete devam edecek ve valilik onun yerine AKP’li belediye meclisi üyelerinden birini başkan seçecek öyle mi?
Ne kadar da adaletliymiş!
Bu yerel yönetimler kanunu bu günler için delinmiş demek ki.
İstifa gerçekleştiği günden beri “Belediyeyi aslında o yönetiyordu.” dedikleri zat başkan olacak!
Sen sağ ben selamet.
Bu mu demokrasi?
Oysa yapılması gereken açıktır.
İstanbul belediye başkanlığından istifa eden Topbaş gerekçeleriyle, dürüstçe istifa nedenini açıklar, aklayabiliyorsa kendini aklar, yoksa hakkında dava açılır ve eş zamanlı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi için, halk sandığa gider.
Var mı böyle bir yiğitlik?
Yok.
Olmayacaktır.
Topbaş’ın istifa gerekçeleri için, “Açıkla arkandayız” diyen CHP’nin bu hukuksuzluğu böyle geçiştirmesi ise çemberin dışına savrulduğunun belgesidir.
Siz açıklasanıza kardeşim, elinizde “Kent talanıyla ilgili yüzlerce belge” olduğunu söyleyen sizler değil misiniz?
Aklınız mı tutuldu?
Elinizde tuttuğunuz İlçe belediyelerine, Büyükşehir belediyesinin çektirdiği işkenceler var, bizler tanığız, onlardan da mı söz etmek işinize gelmiyor?
Şaşılacak şey.
Bu ülkenin kent bilimcileri, örgütlenmiş mimar-mühendisleri var, onlara niye sormuyorsunuz?
Önümüzdeki seçimleri bekleyeceksiniz demek ki, yani baskın olanını, baskın basanındır oysa.
Ya diğer muhalif yapılar, İstanbul Kent Savunması dışında konuşan yok, sendikalar niye susuyorlar, gözümüzün önünde ‘al gülüm-ver gülüm’ oynanmıyor mu?
2013 Haziran-Gezi direnişinde “Her yer Taksim, her yer direniş” diye haykıranlar boş yere bedenlerini siper ettiler öyle mi?
Şimdi çıkın, beton mezarlığı yapılmış Taksim meydanına; önce Atatürk Kültür Merkezine bakın, Şan tiyatrosu yerine kondurulan mezbeleliği görün, sonra Sular İdaresi’ ne dikilen camiye, olmadı şöyle göz ucunuzla bir de İstiklal caddesine bakın.
İyi gelecektir!
Sonrasını sonra konuşuruz.

Orhan Aydın / SOL

Varlık Fonu o kurumlara ‘çökmemiş!’ - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF), 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra kuruldu. TVF’yi kuran yasal düzenleme, Meclis’e bir kanun tasarısıyla değil, AKP’li vekillerin “yukarıdan” talimatlı biçimde imzaladığı kanun teklifiyle getirildi. 
 
Sayıştay denetimine kapalı ve 20’nin üzerinde yasadan muaf tutularak, ülke tarihinin gelmiş geçmiş en ayrıcalıklı şirketi olarak kurgulandı. 
 
TVF’nin Meclis’teki yasa görüşmeleri sırasında, Fon’un altyapı projelerinin finansmanına destek sağlayacağı; bu projelerin, “en ziyade müsaadeye mazhar” müteahhitlerin yaptığı/ yapacağı köprü, tünel, Kanal İstanbul projeleri olacağı ortaya çıktı. 
 
TVF’nin içi, kuruluş sürecine “yakışan” bir şekilde OHAL KHK’leri marifetiyle dolduruldu.
Gerçek amacı 15 Temmuz darbecilerini hızlı yargılamak olan OHAL, TVF’nin ülkenin kamu sermayeli mali ve finansal birikimini kapalı operasyonlarla yönetmesi için kullanıldı. İçinde ne tür faaliyetlerin yapıldığını, sözgelimi BIST’e müdahale edip etmediğini kimsenin bilmediği TVF’nin başkanı, yine bilinmeyen nedenlerde “yürümüyor” diye görevden alındı. Başbakan Binali Yıldırım’ın görevden alma yazısı, Resmi Gazete’de değil Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlandı.


‘Çökmemiş’ de bir yılda ne yapmış
 
TVF’nin bağlı olduğu Başbakan Binali Yıldırım, dün dört Tv’nin ortak canlı yayınındaydı. TVF’nin yeni başkanını belirlemek üzere çalıştıklarını; bu hafta değilse bile kısa süre içinde belirleneceğini söyledi. Fakat TVF başkanının görevden alınma gerekçesini ne o açıkladı, ne de soran oldu.
Başbakan uzun uzun genel anlamıyla varlık fonlarını anlattı. Varlık fonlarının bütün dünyada büyük yatırımlara kaynak sağladığını, cari açığın büyümesini engellediğini, TVF’nin de böyle bir çalışma yapacağını söyledi. Bir yıl önceki laflar yani.
TVF bünyesinde 40 milyar doları bulan, Türkiye’nin 12 önemli şirketi bulunduğunu da hatırlatıp “Varlık Fonu bunlara çökmüş değil” dedi.
Evet, bu argo tabiri kullandı Başbakan Yıldırım.
Peki, TVF kamu bankalarına, kamu şirketlerine “çökmediyse”, bir yılı aşkın sürede ne yapıldı, bu şirketler ile nasıl bir ilişki kuruldu, mali ilişkilerin denetimi yapıldı mı, bağımsız denetim raporu nerede, harcama tutarı nedir gibi sorular da sorulmadı. 

***
TVF, istediği kadar ayrıcalıklı bir şirket olarak kurgulansın.
Bir yıl boyunca yaptığı harcamaları, harcamaların kaynaklarını, yaptıysa finansal operasyonları, o çok şık web sayfasından kamuoyuna açıklamak durumundadır.
TVF’nin, OHAL KHK’leriyle bünyesine kattığı kamu şirketlerine “çökmediği”ne dair Başbakan beyanı, ancak bu verileri kamuoyuyla paylaşırsa inandırıcı olur.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Cemaat ve tarikatların nesi ‘sivil toplum’?! Bırakın palavrayı! - ORHAN BURSALI

Uzun zamandır yazmak istediğim bir konu... dini cemaatler, tarikatlar ve benzerleri... Şüphesiz ki yurttaşların çok çok azınlığını kendi ağlarının içine düşürebilmiş durumdalar, ama mali kaynakları muazzam... Şüphesiz içinde din felsefesi olarak tanrıyı ve ona varış yolunu ciddi olarak tartışan, anlamaya çalışan, fikir yürüten pek çok insan var.
Mesela, “taksi şoförlüğü” yapan, beni gördükçe hemen arabasına alan Rizeli “medrese tahsili” görmüş dostum onlardan biri. Bilgili, fanatik değil, görmüş geçirmiş, “el almış”, mantık üzerinden düşüncelerini kurgulama ustası. Birbirimize hep saygılı kaldık.
Sözüm onlara değil. Bu azınlığın da azınlığı insanlar, varlığın nedenini anlamak için çaba sarf ediyorlar ve kendi yollarından gidiyorlar: Mesela şoförlük yaparak... 


Cemaat: Para, iktidar ve insanları ötekileştirme
Cemaat tipi dini örgütlenmelerin bence hiçbiri bir sivil toplum örgütü değildir. Hiçbir zaman da olmadılar.
Hemen hepsinde, en azından üyeleri ve önde gelenleri arasında, güçlü bir “kadın düşmanlığı” vardır. Bu düşmanlık, kadını bizlerle eşit bir varlık olarak görmez: Kadın baştan sona cinsel bir objedir... Varlıkları adeta bu histeri üzerinde şekillenir. Cinsellik “ayıp”tır, “günah”tır. Kadın bir günah işleme aracıdır... Kadın tamamen örtünmelidir. Ama bunu savunan “kültür birikiminden” nasibi almamış ilkel yaratıklar, gece “günah aracı” karısıyla yan yana yatar.
Baktığınızda cemaatçi bu köktendinci fanatiklerin (IŞİD kafasıyla hemen ilişki kurmanızda hiç sakınca yok), iktidarlarını esas kadın üzerinden toplumsal olarak inşa etmeye çalışırlar. Kadını yok sayarak, bastırarak, aşağılayarak ve bir köle statüsüne sokarak yükseleceklerdir.
Sadece “sivil alanda” olsa... 

Güçleri devlet ve siyasetten...
En büyük gücü de etekleri altına sığındıkları devletten, siyasetten alırlar. Korurlar, beslenirler, devlet memuru yapılırlar, Cemaatlerine milletin kamusal zenginliklerinden mal ve para devşirirler. Ürettikleri bir şey yoktur, ama yedikleri çok şey vardır. Şimdi en şaşaalı günlerini yaşıyorlar.
Bunlardan biri, politik araçlarla, devlet, toplum, iş dünyası ve asker içinde darbe yapacak ve her yeri kapsayacak duruma bile geldi ve darbe girişiminde bulundu. Kimler sayesinde? Baktığınızda, tüm siyasi iktidar ve partilere şirin görünmüş, ama bu iktidar zamanında ise en büyük güce erişti. Yıllarca “Çak ortak...” havası içinde yaşadılar.
Bir diğeri, İbni Sina, İbni Rüşt gibi İslam kültüründe, bilim ve felsefesinde yüz akı insanları, “sapkın, yüz karası” diye nitelendirecek kadar düşünce çamuru içine batmıştır. Bunları büyüten bir de, durmadan ekranlara çıkartan programlardır.
Ensar Vakfı’na bakın. İktidar elinden gelse neredeyse tüm Türkiye’ye peş-keş çekecektir. Üstelik çalıştırdıkları insanlar arasından bol miktarda cinsel tacizcilerle kız ve erkek çocuklara cinsel tacizci çıkıyor.
Yumurtladıkları, nasıl bir ülke istediklerine ele veriyor: En son biri “kızlarla arkadaşlık yaparsanız kötü yola düşersiniz”, diyor.
Son bir ayda topluma verdikleri mesajlara bakın:
Gölcük Müftüsü olacak bir kişi, kendini türbanlamayan kadınlar için “Mağazalarda ambalajı açık teşhir ürünleri hep yarı fiyatına satılır, anlayana” diyecek kadar sapkınlık gösterebilmiş ve topluma hakaret edebilmiştir. 

‘Domates gibi soyulmuş’ deme utanmazlığı
Kadını türbana sokan erken köktendincilerin yarattıkları efsunlu dünyanın etkisinde kalıp “Müslüman kadının da bir tesettürü olmalıdır. Başları biraz açılmış, kabuğu soyulmuş domatesi kimse almak istemez. İşte bu anlamda tesettür de kadını mahfezin içine alır onun manasını ve suretini korur” diyen kadınlar bile çıkabilmektedir.
Artık kadınlar da kendilerini tıpkı erkek yobazlar gibi cinsel bakışla değerlendiriyorlarsa, tüm bunların “sivil toplum” ile ne ilişkisi olabilir?
Tersine, sivil toplumu, özgürlüğü ortadan kaldırmayı amaçlayan girişimlerin odaklarına dönüşmüştür bu kurum ve kuruluşlar.
Yaşadıkları şaşaa, tüm bunların nasıl parasal çamur içinde yüzdüklerinin de kanıtları. Büyük ve kirli paralar üzerinde kurulan saltanatlar... İktidarlar... Topluma hakaretler ve düşmanlıklar...
Bunlar “sivil toplum” kuruluşları öyle mi?
Sivil toplum düşmanları demek daha doğru bir tanımlama...

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Hitler, Fritz Neumark, FETÖ ve Gergedanlar - EROL MANİSALI

Prof. Fritz Neumark ile vefatından iki yıl önce 1987’de Almanya’da buluştuğumuzda kendisine sormuştum: 1933’te Atatürk Türkiye’sine kaçışınızda esas neden Yahudiler üzerindeki baskı mıydı?
Bana hiç beklemediğim bir yanıt verdi: “Yahudilikle ünsiyetim yoktur: Esas korkum Almanya’da meslektaşlarımın birçoğunun Hitler rejimine yakınlaşmalarıydı. Onlara benzemekten korktuğum için Türkiye’ye sığındım.” 
 
Ionesco’nun 1958’de yazdığı Gergedanlaşma olgusu ile Neumark 1930’ların başında karşılaşmıştı. Ve gergedanlaşmamak için Almanya’dan kaçıp Atatürk Türkiye’sine sığınmıştı.
Baskı sonucu rejimin bir parçası haline gelerek gergedanlaşma postallı ya da dinci bütün araçlarla günümüzde de geçerliliğini koruyor.
FETÖ insanları, din üzerinden kurşun askerler haline getirerek gergedanlaştırmıştır.
Kimileri küçük yaşlardan başlayarak “eğitim” üzerinden toplum mühendisliği (!) yöntemleri ile gergedanlaştırılırlar. Kimileri de daha ileri yaşlarda da olsa, “baskı ve çıkar” dişlileri içine kilitlenerek devşirilir ve satın alınırlar. Çevremize baktığımız zaman bu tür yaratıklara sıkça raslarız.
 
FETÖ yöntemi ve ‘ötekiler’
FETÖ belki de insanlık tarihinde bu kadar programlı ve sistemli olarak, insanları daha küçük yaşlardan itibaren “yavru gergedanlar” haline getirdi ve bir ilki yaptı, 15 Temmuz’da sonuç alamadı.
Emperyalizmin maşası olduğunuzda sonuç alınamazsa çöp sepetine atılırsınız. Arap felaketine dönen Arap Baharı, “liderlerin” nasıl harcandığını kanıtlamadı mı?
Asker, polis ve din baskısı ile insanların gergedanlaştırılmaları hep görüldü ve halen de yaşanıyor. Demokrasiden, çağdaş uygarlık değerlerinden, laiklikten, insanların programlı bir biçimde veya faşist yöntemlerle gergedanlaştırılmaları emperyalizmin “yerel” uzantılarının çağdışı eylemleridir.
Yerel uzantılar kendi iktidarlarını korumak için insanlarını gergedanlaştırırlar. Bu sayede, milyonlarca insanı “gütme” marifetini elde ederler. Onları gergedanlaştırınca işler kolaylaşır.
 
Avrupa’ya tersine göç
Atatürk döneminde bilim ve sanat insanlarının Avrupa’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne göçünün aksine her darbe döneminden sonra tersine göçler yaygınlaştı.
Özellikle 12 Eylül’de başlatılan süreç bugün de aksamadan devam ediyor. Aileler evlatlarını dışarıda okutmak, orada yerleştirmek istiyorlar.
Evlatlarının gergedanlaşmalarından korkuyorlar.
Atatürk Türkiye’sine 1933’te sığınan, benim fakültem İktisat Fakültesi’nin kuruluşunda yer alan Prof. Fritz Neumark’a onun için son kitabımda özel bir yer ayırdım.
Neumark’ın asistanı Prof. Sabri Ülgener, onun asistanı Prof. Gülten Kazgan ve devamında bendeniz bu sığınmanın tanıklarıydık.
Bu arada İstanbul dışında olduğum için aranızda olamayacağım, Karıncalar’a selam...
Almanya’daki son seçimler mi? Almanya’daki aşırı sağ ile bizdeki dinci yapılanma birbirlerini besliyorlar, her ikisi de memnun. Kutuplaştırmalar ikisine de yarıyor, demokrasiden uzaklaştırıyor.
Dün Almanya’dan Atatürk Türkiye’sine sığınanlar, bugün ise ters yönde bir göç. Atatürk Türkiye’sinden uzaklaşan ülkede, gergedanlaşmaktan korkarak gidenler...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

25 Eylül 2017 Pazartesi

Berlin’de öncü deprem ve İslamcı Ankara - OSMAN ÇUTSAY/SOL

Aradaki büyük bağlantıların nasıl bir kader anlamına geldiğini yakında anlar İslamcı Ankara ve onun cahil, dinci “kadroları”. Türkiye ekonomisinin dış dünyadaki bir numaralı irtibat ve denetim merkezi Almanya’da dün yapılan parlamento seçimlerinden, algılamaları kuşkulu gerçi ya, İslamcı Ankara semalarına bir mesaj geçilmiş oldu. Bundan sonra işleri çok daha zor bizdeki badem bıyıklı tüccar imamların.

Liberal veya “demokrat” bayağılıkların ağına düşen solun emekçi halklar için ne sonuçlar vereceğini göstermesi açısından da genel bir yanıt aslında Almanya’daki seçimler: Gece yarısı açıklanan geçici sonuçlara göre Hıristiyan Demokratlar (CDU ve onun Bavyera’daki kardeş partisi CSU) Angela Merkel öncülüğünde yüzde 9’a yakın bir kayıpla oyların yüzde 32,9’una ulaşabildi. SPD, daha önce soL ve Boyun Eğme’de dikkat çektiğimiz gibi yüzde 20 sınırına (20.8) gelip dayandı yüzde 5.2’lik bir kayıpla, ama henüz partide kıyamet kopmadı. Bekleyeceğiz. SPD, Merkel ile büyük koalisyondan ayrılıp muhalefete geçeceğini bildirdi hemen. Federal meclisin üçüncü büyük partisi ise faşistoid çizgileri çok belirgin, aşırı sağ ve popülist nitelikleriyle kategorileştirilen “Almanya için Alternatif” (AfD) oldu. AfD, oyların yüzde 13’ünü almış görünüyor. Liberal FDP yüzde 10.4’lük bir orana ulaşırken, Sol Parti yüzde 9.2, Yeşiller ise yüzde 8.9’da kaldı.

Geleneksel kitle partileri dönemi Almanya’da da kapanıyor; anladık. Eriyorlar yani. Hem de hızla.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Berlin dün bir öncü depreme sahne oldu. Avrupa’daki krizin büyüklüğü, bu krizden en kârlı çıkan sanayi merkezinde bile böyle sonuçlar veriyorsa, yaşlı kıtanın kenarındaki durumu siz düşünün. AB hayranları, antikomünizmle solculuk yapacağını sanan liberal döküntülerin çeşitli versiyonları elbette kabul etmek istemeyecektir, ama bu öncü depremi bir asıl deprem veya depremler, onları da artçı depremler izleyecek gibi görünüyor. Avrupa Almanyası’nı veya Almanya Avrupası’nı çok zor zamanlar bekliyor. Üç hafta sonraki Avusturya seçimlerinin nelere yol açabileceğini şu ara kimse düşünemiyor bile. Dikkat: AB’ndeki krizin kaymağını yiyen zengin mutfağında bile siyaset sahnesinin fena dağıldığına tanık oluyoruz.

Görece yeni bir kavram kullanabiliriz belki: Kriz, sosyal demokrasiyi “pasokification” ile vuruyor. Sadece kenardaki yoksullarda değil, merkezde de... Neoliberal ve sonuna kadar “demokrat”, yani antikomünist solun emperyalist demokrasilerde geldiği/geleceği yeri şimdiden görüyoruz:  Avrupa sosyal demokrasisi bugüne kalan çizgileriyle artık tam bir “pasokification”, yani komşudaki PASOK veya bizdeki DSP/CHP gibi hızla etkisizleşme ve hatta yok olma sürecindedir. İşçi sınıfının devrimcileştirilmesine ve aydınlanmanın tavizsiz savunuculuğuna odaklanmış yaratıcı KP’ler eksikse eğer, kimseye huzur yok yani. Avrupa sermayesi de dikensiz gül bahçesi saydığı “KP’sizliklere” erken sevindiğini, ortamın çok daha berbat muhaberelere gebe olduğunu anlamaya başladı. Herkes için çok geç...

Liberal virüs, solu bire kadar kıracağını ilan edeli çok olmuştu aslında. Solculukta kolay yolu, birilerinin peşinde tıpış tıpış yürüyerek bir koyup hepsini almayı seçenler, bunu bir türlü kabullenemediler. Fakat artık zengin mutfağında bile bunun bedelleri ödeniyor. Avrupa ve Almanya’yı, tüm etki alanlarıyla, çok sevimsiz zamanlar bekliyor gerçekten.
Özellikle de Ankara’yı.

Alman seçimleri, sonra da 15 Ekim Avusturya seçimleri, tabandaki İslamcı Ankara ve “Erdoğan devleti” nefretinin AB’nin zengin mutfağındaki siyaset sınıfına nasıl yansıdığını daha şimdiden göstermiş sayılabilir. İslamcı Ankara’nın bu sonuçlardan sonra Berlin’den işini kolaylaştıracak bir esinti beklemesi mümkün değil. Tam tersi.

Ankara ve onun İslamcı egemenleri, Türk ekonomisinin sahibi konumundaki Almanya’dan gelecek nefret rüzgârına direnemez. Çok zor. AfD, bu rüzgârın kaynağı olmaktan çok bir sonucu kabul edilebilir, ancak tüm siyaset sahnesini önüne katacağı kesin. Diğerleri bu nefreti ve AfD’yi görmezlikten gelerek siyaset yapamaz.

Demek ki, Berlin’deki öncü depremin Ankara üzerindeki yıkıcı etkileri olacağını şimdiden ileri sürebiliriz. Gerçekten yeni bir dönüm noktasından geçiyoruz. Berlin’de pişen, Ankara’ya mutlaka düşer. Tüm olumsuzluğuyla düşer...

“Berlin nire, Ankara nire?” diyenleri göreceğiz yakında...

Tabii emperyal demokrasiden nasiplenerek solculuk oynayabileceğini sanan densiz şımarıkları da...

Osman Çutsay / SOL

Kâinata düşer bizim ‘Yağmur’ damlalarımız! - TAYFUN ATAY

2002 yılına girerken Londra’daydım ve “Britanya’nın En Parlak Çocuğu” bilgi yarışmasını kazanan 10’lu yaşlardaki Laura Hibbert’ın ekranda “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna verdiği sürpriz cevaba bizzat tanık oldum.
Ne doktor, ne mühendis, ne mimar, ne hukukçu, ne akademisyen, ne de başka bir şey… Laura, soruya “Meşhur olmak istiyorum” diye cevap verdi.
Bu cevap, Batı’dan Doğu’ya tüm dünyada kitleselleşen meşhurluk arzu, istek, “histeri”sinin saf bir tezahürüydü. Görsel kitle kültürünün anaforuna, illüzyonuna, narkotik etkisine kendini kaptırmış bu insanlık halini hanidir “Meşhuriyet Çağı” diye tanımladığımız biliniyor; herkes, Andy Warhol’a rahmet okutacak şekilde 15 dakikalığına da olsa meşhurluğu tatma derdinde.
Tabii bu arzunun varacağı son durak belli ve onu en güzel anlatan da gösteri çağının ABD’de ilk eleştirilerinden sayılabilecek Chicago müzikalinde, şöhret peşinde koşan insana hitaben sarf edilen şu söz: “Hepimiz kızgın tavaya düşmeye can atan damlalarız.”
Büyüyünce ne olacaksın sorusuna “meşhur olmak” diye cevap veren nice parlak, zeki, hırslı çocuğun dikkatine sunulması gereken bir ifadedir bu!.. 

***

Ancak bu “çağ yangını”na direnen insanlar, insanlarımız, çocuklarımız da yok değil.
Ve o çocuklar, “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna başka cevap veriyor.
Demek istediğimi netleştirmek için dün bu gazetede beni darmadağın eden bir yazıyı, Silivri zindanından süzülüp çıkmış şu satırları ilginize sunuyorum:
“Bundan tam 12 sene evvel 24 Eylül 2005 günü ılık bir sonbahar sabahında bir YAĞMUR damlası düştü dünyamıza. Kocaman gözlerini açmış merakla bakıyordu küçücük, sakin, sevecen bir YAĞMUR damlası.
Bugün tam 12 yılı geride bıraktık sevinciyle, üzüntüsüyle. Seni ilk gördüğümde hayattan bir şey diledim. Gözbebeğim ömrünü nasıl yaşayacaksa yaşasın, yeter ki hayatının her anında iyi bir insan olsun. Çünkü iyi bir insan olmayacaksan, hayatta yanına koyduğun artıların hiçbir önemi yok güzel kızım.
En mutlu ve gurur duyduğum anlardan bir tanesi ise sana sorulan ‘Büyüyünce ne olacaksın’ sorusuna verdiğin cevap. ‘İnsan olacağım’ demiştin. Ne kadar doğru yolda olduğumuzun göstergesi bu, güzel kızım. Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.
Hep dışarıdakiler, içeridekilerin doğum gününü kutlayacak değil ya, güzel kızım.
Benim yanında olamadığıma aldırma, kalbim hep senin yanında.
Doğum günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum.
Baban…

***

Mektup, Silivri’de “esir” arkadaşımız Emre İper tarafından doğum gününde yanında olamadığı kızı Yağmur’a yazıldı.
Meşhuriyet”in çocuğu Laura, büyüyünce ne olacaksın sorusuna cevaben “Meşhur olacağım” diyor.
Cumhuriyet’in çocuğu Yağmur, büyüyünce ne olacaksın sorusuna, “İnsan olacağım” cevabı veriyor!
Olmak ya da olmamak…
İşte mesele bu!..
***

Meşhur olmak isteyen Laura’nın bu memleketteki “yoldaş damlaları”na “şöhret tavası” olan Acun, St. Tropez’de her ânını görünür kılmak için elde telefon hoplayıp zıplayan çiçeği burnunda eşiyle rüya gibi düğünde…
İnsan olmak” isteyen Yağmur’un, onunla gurur duyan babası Emre, 172 gündür kâbus bir tutsaklıkta.
İşte size bugünün Türkiye’sine ilişkin, ileride tarihin mihengine vurulacak iki kare!..
Hep söylüyoruz, popüler kültür, sadece “popüler kültür” değildir; popüler, politiktir diye…
St. Tropez’deki ile Silivri’deki arasındaki fark, onların iktidarın neresinde durdukları ile ilgili bir fark!..
***

Emre’nin yazdıklarını okurken benim de gözlerimden “Yağmur” gibi damlalar düştü, durdu.
Bir yandan onunla aynı ailenin, Cumhuriyet’in bir üyesi olmanın gururlu duygusallığıyla!..
Diğer yandan, onunki gibi bir “Yağmur Damlası”nın şu gök kubbenin altında benim de payıma düşmüş olmasının duygudaşlığıyla!..
Bizim Damlalarımız, “kızgın tava”ya düşse tava buz keser! Bizim Damlalarımız, kurak toprağa düşse bereket fışkırır!
Bizim Damlalarımız, karanlık iktidarların topluma reva gördüğü tutsaklığın üzerine düştüğünde de özgürlük filizlenir. Er ya da geç!..
***

O yüzden bugün öğleden sonra “damla damla” toplanıp çağıl çağıl Çağlayan’a akıyor olacağız!
Emre’yi Yağmur’a kavuşturmak için! Murat’ı, Akın’ı, Kadri’yi, Ahmet’i haramilerin tutsaklığından koparıp almak için!..
Ve bu memleketin “damla”larının “kızgın tava”da heba olmaması, kâinatla hem-hal olması, Nâzım’ın diliyle söylersek;
Merhaba Kâinat”…
Diyerek düşebilmesi için!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Fındıkta sömürü de mücadele de eskidir - ÖNDER İŞLEYEN / BİRGÜN

Fındıkta sömürü yeni değil. 70’li yıllarda bu sömürü ilişkisi tüccar-tefeci ilişkisi içinde gerçekleştiriyordu. Bunun karşısında ise örgütlü bir halk hareketinin yürüttüğü mücadele vardı. AKP iktidarıyla birlikte tüm tarım ürünlerinde olduğu gibi fındıkta da üreticiye koruyan birlikler ortadan kaldırıldı.

Fındıkta sömürü de sömürüye karşı mücadele de eskidir. Yakın döneme baktığımızda ise fındık mücadelesinde hatırlanacak olan ilk hareket 2006 yılında Karadeniz sahil yolunun 9 saate trafiğe kapatıldığı, 100 bin kişilik büyük eylemdir. 2006 yılında, ilk olarak ÖDP’nin çağrısıyla “Sahip Çıkalım Fındığımıza” mitingi Fatsa’da gerçekleştirilmişti. Bu mitingin ardından, Ziraat Odası inisiyatifi ele almak için Ordu Cumhuriyet Meydanı’nda bir miting gerçekleştirdi. Miting sırasında üreticiler meydandan ayrılarak Karadeniz sahil yolunu trafiğe kapatmış, hızla tüm miting alanının sahile aktığı 100 bin kişiyle 9 saatlik büyük eylem gerçekleştirilmişti. Miting büyük bir etki yaratmakla birlikte sonuçları beklendiği gibi olmadı. Tersine bu büyük bir umut doğuran bu eylem halen aşılamayan bir karamsarlık kaynağına dönüştü. 2006 sonrası dönem fındıkta sorunların arttığı ancak üreticinin sessizliğe gömüldüğü bir dönem oldu. Bugün ise bu durum değişiyor. Ordu’nun Giresun’un köylerinden ‘çaresiz bir isyan’ çığlığı yükseliyor. Çaresiz bir isyan çünkü üzerindeki bu büyük sömürü pençesini aşabileceğine ilişkin bir çözüm bir yol göremiyor! O yüzden bahçesini kırıyor, fındığını yakıyor!

‘Fındıkta Adalet Yürüyüşü’ bu isyanla umutsuzluk iklimi içinde gerçekleşti. İsyanın sese dönüşmesi, umutsuzluğun aşılması bir yürüyüşle-mitingle mümkün olmasa da bir başlangıç olarak önemliydi. Bundan sonrası için ise başlangıç yeni adımlarla ilerletilebildiği oranda karamsarlık kaynakları kurutulabilecek. O yüzden fındık sorununu tarımdaki genel tahribatla birlikte daha kapsamlı olarak ele almak ve uzun soluklu bir mücadeleyi  önümüze koymamız gerekiyor.

Fındık ve gizli işgal
Fındıkta sömürü yeni değil. 70’li yıllarda bu sömürü ilişkisi tüccar-tefeci ilişkisi içinde gerçekleştiriyordu. Bunun karşısında ise örgütlü bir halk hareketinin yürüttüğü mücadele vardı. 12 Eylül sonrasında sömürü çarkı sınırsız bir imkânla kendini geliştirdi. Ancak bu dönemde dahi taban fiyatı uygulaması ve Fiskobirliği’nin varlığı, üreticiler için bir parça da olsa güvence oluşturabiliyordu. AKP iktidarıyla birlikte tüm tarım ürünlerinde olduğu gibi fındıkta da üreticiye koruyan bu birlikler ortadan kaldırıldı. Fındık, yerli tüccarların da boyunu aşan küresel piyasaların insafına bırakıldı. Bugün yaşanan sorunlar bu anlamda küresel düzleme taşınmış bir sömürü ilişkisinin ve bunun daha bütünlüklü saldırısının sonucu olarak gündeme geliyor. Bu anlamda fındık sorunu salt fındık fiyatının düşüklüğü ile sınırlı değil. Fındık fiyatının düşük tutulması genel olarak Karadeniz’e ve özelinde de fındığa yönelik bütünlüklü bir projenin parçası. Genel bir politika olarak köyler uzun zamandır insansızlaştırılıyor.

Üreticiler topraktan kopartılıyor. Tarımsal üretim alanları sınırlandırılıyor. Ürünler değersizleştiriliyor. Fındık da bundan payına düşeni almış durumda.

Fındık artık uluslararası piyasanın ve gıda tekellerinin eline bırakıldı. Fındık denince akla artık İtalyan Ferrero şirketi geliyor.

Ferrero yalnızca fındık alımında tekel kurmakla kalmıyor, bu gücünü fındık fiyatlarını belirleme ve daha da ötesinde fındık bahçelerini satın alarak köylüyü topraksızlaştırma girişimleri ile sürdürüyor. Ekim ve dikimi sınırlayan ve zorlaştıran yasalarla birlikte, köylünün topraksızlaştırılması önümüzdeki dönemde daha da hızlanacak. Diğer yandan da pek çok emperyalist tekel toprak alım ve kiralama çalışması yapıyor. Fındığın değersizleştirilmesi, toprak kiralama ve satışının da önünü açıyor. Mesela, Fatsa’nın belli bölgelerinde İspanyol kozmetik şirketleri toprak kiralama çalışması yapıyor. Bu şirketler çeşitli özelliklere sahip verimli arazileri saptayarak, buraları 5-10 yıllığına kiralıyor. Bu kiralamanın ardından, toprağın üst tabakası kaldırılarak altındaki verimli alan ayrıştırıldıktan sonra, limandan gemilerle İspanya’ya, İsrail’e vb. yerlere götürülüyor. Verimli toprağın ayrıştırılması işlemi sonra erdikten sonra da toprak köylüye posa olarak teslim ediliyor. Fındık fiyatının düşük bırakılması aynı zamanda bu topraksızlaştırma ve topraklara el koyma sürecinin de manivelası haline getiriliyor. “Fındık’ta Sömürüye Son” mücadelesi bugün bu kapsam ve derinlikteki ‘emperyalizmin gizli işgaline’ karşı bir mücadele sorununa dönüşmüş durumda. Köylüyü topraksızlaştıracak, aynı zamanda kendi toprağında köleleştirecek bu saldırı önümüzdeki dönemde daha büyük tepkilere de kaynaklık edecektir. Mücadele de bu kapsamda sürdürülmelidir.

Halkla birlikte sürekli mücadele
Bu bütünlüklü saldırıya karşı sürekli bir mücadeleden henüz söz etmek mümkün değil. Fındık fiyatlarının açıklanma dönemlerinde ortaya çıkan tepkilere paralel kimi hareketlenmeler gerçekleşiyor ancak sonrası getirilmediği için sonuç almak da mümkün olmuyor. Bunda muhalefet hareketinin kırlara yönelik ilgisizliği ve bağının kopmasının da önemli bir payı var. Çaresiz isyanın bir direniş hareketine dönüşebilmesi ancak muhalefet hareketinin bu alandaki mevzilenmesiyle mümkün olabilecek. Yoksa, AKP iktidarının dört koldan kuşattığı insanların içine düştüğü çaresizliği kendiliğinden aşması beklemek ya da onları AKP’ye oy verdiği için mahkum etmek büyük bir kaçıştan başka bir şey olmasa gerek. Solda tam da böyle bir kaçıştan hatta halka yönelik kızgınlıkla birlikte bir sevgisizliği de görmek mümkün. Bunu fındık yürüyüşü için gittiğimiz Ordu’da da pek çok kişiden duyduk. ‘Bu halk akıllanmaz’, ‘gider yine AKP’ye oy verirler’, ‘hak ettiler’ türünden cümlelerle ifade edilen sevgisizlik bir pasifliğin-kaçışın bir gerekçesi haline getiriliyor. Bu da aslında iktidarın tam da arzuladığı gibi halkı iktidarın kör kuyusunda bırakmak dışında bir sonuç üretmediği gibi solu da kendi dünyasına hapseden bir körleşmeye işaret ediyor. Elbette bir genellemeye dönüştürmeden ancak bu tür yaklaşımın –yaşanan sert ayrışma ikliminin de etkisiyle- yaygın olduğunu da görmek gerekir. Başı öne eğdirilmiş, güçsüz-kuvvetsiz bırakılmış insanlar içinde sevgiyi ve dayanışmayı çoğaltacak devrimci bir anlayışa halkın susadığını her küçük noktada dahi görmek mümkün. Belki de önce buradan, bu devrimci anlayışı her yerde yeniden var ederek başlamalıyız.

Yeni bir başlangıç
Şimdi yeni bir başlangıca ihtiyaç var. Ülkenin dört bir yanında halkı kucaklayan, sorunlarıyla hemhal olan bir tarzla bu isyanla bütünleşme adımlarımızı sıklaştırmalıyız. Eğer bunu yapma iradesini ortaya koyarsak, yapabilecek çok şey var! Yeter ki güçsüz bırakılmış insanlarla birlikte olmayı, üreticileri birleştirecek meclisleri kurmayı deneyelim... Yok edilen imece kültürünün, dayanışmanın, sorunlarımıza  birlikte çözüm üretmenin örneklerini yaratmaya başlayalım...

Bu mücadelenin içinde halkı emperyalist tekellerin, sömürücü iktidarın insafına terk etmeyecek alternatiflerin, kooperatiflerin, birliklerin yaratılabilmesi için tüm koşullar mevcut... Halk değişim istiyor! Halk değişimin yolunu arıyor! O zaman ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız!

ÖNDER İŞLEYEN / BİRGÜN

24 Eylül 2017 Pazar

Şah mat pat - ZAFER DİPER

Her sanat dalında olduğu gibi “oyunculuk” da bir iş bir uğraş, bilindiğince; isteğe- yeteneğe-içgüdüye dayalı bir ayrıcalık.

Üzerinde biraz söz söyleyebileceğim; 1963’lerde özenci (amatör) olarak başladığım ve sonrasında uğraşman(profesyonel) olarak bunca yıldır, gerçekte hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak değiştirme-dönüştürmeye katkı sunma gücünü etkince gerçekleştiremeyen; bu ülkede hani pek bir yararını göremediğim; bolca borçlar morçlar, yasaklanmalar, davalarla az buz süründüğümüz bir konu... 50 yılı aşkın sürede eğer örneğin marangozluk ya da aşçılık yolunda ilerleseydim, öff ne durumda olurdum ama şimdi?!...

Ömer Hayyam’ın deyişi: “Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz. Kuklacı felek usta, kuklalar da biz. Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer; bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.”

Shakespeare’in de üzerine çok konuşulur o ünlü sözleri: “Bütün dünya bir sahnedir, kadın erkek bütün insanlar da oyuncular...” Yorumlar, bunlardan çıkacak anlamlar ortada bence, ne var ki ustalara dil uzatmak istemesem de, bir başka açıdan ele alasım var olguyu: Oyuncunun salt sahnede oynadığı ve yaşamda oynamadığı ki bu da olsa olsa “yaratım sunma” gerçekliği olduğu. Oysa bildik bilmez konuşulur ya özellikle kimi siyasetçiler yanınca: “artistlik yapma, tiyatro oynuyor, tiyatro çeviriyor” gibi usa gelmez uyduruk yanlış, saçma sapan örneksemeler...

Kağıt oyunları başta olmak üzere çeşitli oyunlar var kuşkusuz, ama içlerinde oyun olarak nitelendirilse de oyun olmayan tek oyun satrançtır sanırım...

Che Guevera’nın ateşli bir satranç sever olduğunu bilirsiniz mutlaka. Küba’da sönmüyor hiç bu ateş. 2004 yılının Mayıs ayında yaklaşık 13 bin kişi aynı anda satranç oynamaya başlıyor. Santa Clara kentindeki Ernesto Che Guevara meydanında toplanan satranççıların savaşımını başlatan atılımı(hamleyi), geçmiş dünya satranç yarışbaşı (şampiyonu) Rus Anatoli Karpov yapıyor. Havana’da iki yıl önce de 11 bin 320 satranççı aynı anda oyuna başlıyor...

Haber şöyle: Sosyalist Küba, sokaklarında pek çok satranç kulübü görebileceğiniz, kaldırımda satranç oynayan insanlara rastlayacağınız belki de tek ülke... 4 yaşındaki Ana henüz okuma yazma bilmiyor ve sayı saymayı yeni öğreniyor ancak iyi bir satranç oyuncusu, çünkü o bir Kübalı...1959’da devrimini yapan Küba’da satranç, devrimin eğitim ve sosyal yaşamı dönüştürme programının önemli tercihlerinden biri oldu. Devrimin liderleri Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara’nın da, iyi birer satranç oyuncusu olduğu biliniyor. Devrimden sonra satranç, okulların müfredatına eklendi, sokaklarda çok sayıda satranç kulübü kuruldu ve Latin Amerika Satranç Yüksek Enstitüsü (ISLA) turnuvalar düzenledi, bölgeye satrancı tanıttı... Ana’nın 30 yaşındaki annesi, kızının okuldan her dönüşünde dans mı edeceğini yoksa satranç mı oynayacağını sorduğunu, bundan çok mutlu olduğunu söylüyor... Ülkedeki devlet televizyonu da, satrancın öğretildiği bir program yayınlıyor. ISLA direktörü, ekranda satrancı anlatan öğretmenlerden biri ve program Kübalıların en çok izlediği yayınların başında geliyor. (SOL / Kasım 2016)

Bana satrancı sevdiren biri, sanırım Küba’daki bir turnuvada geçen konuşmada, Pachman’a yaklaşan ve şöyle diyen Che: “Biliyorsunuz yoldaş Pachman, Bakan olmaktan memnun değilim. Sizin gibi satranç oynamayı veya Venezuela’da devrim yapmayı tercih ederdim...”

Bana satrancı sevdiren bir diğeri de, Türkiye’nin gelmiş geçmiş büyük satranç ustalarından Cem Pekün. Onunla  sürdüreceğim haftaya yazımı.

Belki halkımıza, özellikle siyasilere, bu konudan yola çıkarak kimi diyeceklerimiz olabilir daha...

Şah mı deriz?
Mat mı oluruz?
Yoksa pat mı?...

Zafer Diper / BİRÜN

Ne oldum deme, ne olacağım de! - Mine G. Kırıkkanat

Bir zamanlar 1 milyon doların hiçbir şey ifade etmediği, ancak 100 milyon dolar üstü yatırımların heyecanlandırdığı bir büyük patrona, “Sülalenizin sülalesine yetecek kadar paranız var. Niçin hâlâ kazanmak için çabalıyor, daha fazlasını istiyorsunuz” diye sormuştum; yılların hâlâ, hiç rendeleyemediği cüretimle... 
 
Şöyle bir dönüp yüzüme bakmış, inançsız bir ölümlüye cenneti anlatmanın yılgınlığıyla: “Artık paranın neye yarayacağı değil, kendisi önemli. Kazanmak heyecanlandırıyor!” demişti.
Paranın hep bir karşılığı olması, bir işe harcanması, bir şeye yaraması gerektiğini düşünen benim için kolay anlaşılır bir cevap değildi. 
 
Kafamda yıllarca evirip çevirdim ve ihtiyaçtan fazla para tutkusunun, uyuşturucu gibi bağımlılık mı, yoksa doyurulamayan bir açlık mı yarattığına karar veremedim... 

***
Bu yazının devamında okuyacağınız para tutarları o kadar inanılmaz büyüklükte ki, eğer siz de benim gibi art arda sıralanan sıfırları görünce ipin ucunu kaçıranlardansanız; diktatörlerin sınırsız soygun, hayâsız ganimet tutkusunu ancak yukarıdaki yanıt açıklar, diye düşünüyorum... 
 
2011 yılında oğlu Mutassım ile birlikte linç edilerek öldürülen Muammer Kaddafi’nin mezarının nerede olduğu bilinmiyor. Libya diktatörünün yalnız mezarı değil, topladığı ganimetin akıbeti de meçhul! 
 
Geçen hafta 200 milyar dolarlık bir malvarlığından söz etmiştim. Ama daha yeni bir araştırma, Kaddafi çetesinin Libya’nın petrol gelirinden 42 yılda 350 ila 500 milyar dolar “haraç” topladığına işaret ediyor. Muammer Kaddafi ve şürekası, bu parayı 2006 yılından beri kurulan paravan şirketler, sofistike finans montajları aracılığıyla tüm dünyada banka hesapları, büyük şirket ortaklıkları, hisse senetleri ve tabii sayısız gayrimenkule yatırmış. 

***
Yalnız Avrupa bankalarındaki tutarı 170 milyar Avro olarak açıklanan bu yatırımların tamamı, Libya’ya NATO bombardımanı başlar başlamaz, BM ve AB tarafından alınan kararlarla dünya çapında donduruldu.
Asya ve Ortadoğu ülkeleri, o gün bugündür Kaddafi’nin “emanet” ettiği ganimeti sessiz sedasız iç etti. Bazı Afrika ülkeleri, daha harbi çıktı ve zulada ne varsa resmen el koyduğunu ilan etti. ABD, İsviçre, Fransa, İngiltere gibi “saydam demokrasi” devletleri ve Kaddafi’nin epeyce para yığdığı Güney Afrika Cumhuriyeti, diktatörün ortak olduğu şirketleri ve gayrimenkulleri gizleyemediler, ama bankalardaki paraları anında buharlaştırdılar. Ötekilerin de şimdilik üstüne yatıyorlar.
Libya Geçici Ulusal Konseyi’nin hiç olmazsa memur maaşlarını ödeyebilmek için uluslararası makam ve mahkemelere yaptığı başvurular, bugüne değin Libya’ya denizde damla bir para dönüşü sağladı!
***
Filipin diktatörü Ferdinand Marcos’tan beri mevta zalimlerin ganimeti daima zulaya attıkları ülkeler tarafından gasp edildi.
Örneğin ABD, Saddam Hüseyin’in tutarı kesin bilinmeyen yabancı ülkelerdeki servetini, bizzat yıktığı Irak’ı yeniden yapılandırmak için kullanmak amacıyla bir fon kurdu. Saddam’ın ABD bankalarındaki parasının 1 milyar 750 milyonluk bölümünü fona aktardı ve öteki ülkelerden de aynı şeyi istedi.
Saddam’ın Irak-İran savaşından beri gözde zulası Fransa fona ne geri verdi biliyor musunuz? Saddam’ın yatını!
Diğerleri de zırnık koklatmadı.
Diyeceksiniz ki bütün diktatörler ölmüyor. Tunuslu Bin Ali gibi kimi kaçak; Mısırlı Mübarek gibi kimi hapisti, tahliye oldu, belki onlar ganimetlerinden yararlanıyordur?
Hayır, çoğunu kaptırdılar!
Belki bir gün, onların da akıbetini yazarım.
İstisnasız tüm diktatörlerin mutlaka yaptıkları hata, ganimeti miras sanmak. Oysa arada büyük bir fark var:
Miras sende de kalayım biraz, der. Soygundan gelen ganimet ise daima soyguna uğrar, gaspçıya gider!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET