2 Ekim 2017 Pazartesi

AKP'nin ÇÖKEN SAĞLIKSIZ SAĞLIK POLİTİKALARI HAKKINDA(Cumhuriyet)

Sağlıksız dönüşüm çöküyor(I)-Şeyma Paşayiğit/CUMHURİYET  

Sağlıkta Dönüşüm Programı ile 2002’den beri sağlık politikalarıyla övünüp oy toplayan AKP, son KHK ile 15 yıl boyunca sürdürdüğü uygulamalarda başa dönüş sinyali verdi.


Türkiye’nin sağlığı, AKP’nin 2003 yılından itibaren “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adını verdiği ‘reform’ ile yeniden yapılandırıldı. 15 yılda kurumlar, yöneticiler, aile hekimliği, hastaneler ve Genel Sağlık Sigortası dönüşümden nasibini alırken muayene ücreti, ilaç farkı gibi terimler de litaratüre girdi. Sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği ve hastaların müşteri olarak görüldüğü Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın faturası ağır oldu.

2003 yılında AKP Hükümeti’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı altında sunduğu reform paketi sonrasında sağlık alanında özelleştirmelerin ilk adımı atıldı. Bu paketle başlayan dönüşüm, birinci basamakta topluma yönelik sağlık hizmeti yerine başvurana hizmet verme anlayışını egemen kıldı.
Hastane hizmetlerinin özelleştirilmeye başlanmasıyla kamu hastane birlikleri oluşturuldu. Döner sermaye ve performansa dayalı ödeme sistemi ile sağlık çalışanları kamu kurumları içinde rekabete dayalı bir ücretlendirme mekanizması içine çekildi. Hastaların da ödedikleri vergilere ek olarak katkı payı ödemesi zorunlu kılındı.


İflas sinyali
Parası olmayana sağlık güvencesi denilerek oluşturulan Genel Sağlık Sigortası kapsamında faydalanılacak hizmetler, SGK tarafından yeniden belirlendi. Ancak yıllar içinde çok daha fazla sağlık hizmeti Genel Sağlık Sigortası temel teminat paketi dışında kaldı. Sigorta yalnızca “temel teminat paketi” kapsamındaki sağlık giderlerini karşılarken pakete dahil olmayan sağlık giderleri “özel sağlık sigortası” ya da “kişisel ek ödeme” ile karşılanmaya başlanması AKP politikalarının özelleştirme vurgusunu ve halka sağlık götürme propagandasının da iflas etmeye başladığını gözler önüne serdi.

Yıl 2004: Dönüşüm başladı
Sağlık hizmetinin özelleştirilmesindeki en önemli adım olan ‘Aile Hekimliği’ için AKP hükümeti 2004 yılında 40 milyon Avro kredi aldı. Aşılama, gebe ve bebek takiplerini yürüten, salgın hastalıklarla mücadele yürüten sağlık ocaklarının Aile Hekimlikleri modeliyle kapatılması amacıyla 2005 yılında Düzce’de başlatılan pilot uygulama 2006 yılında 10 ile yayıldı ve çok sayıda olumsuzluk yaşandı ancak görmezden gelindi. Herkese parası kadar sağlık hizmeti sunan Aile Hekimliği uygulamasında iş güvencesi içermeyen sözleşmeli çalışma şekline dönüştürüldü.

Yıl 2006: Sağlıkta ihale ile satım
SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ile hastanelerde verilen sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve hastanelerin işletmeleştirilmesinin yolu açıldı. SSK’nin ilaç ve sağlık hizmetlerini artık üretmeyip satın alma yoluna gitmesi ile masraflar giderek ağırlaştı. Hastaneler ve İl Sağlık Müdürlükleri’nin tamamında temizlik ve bakım-onarım hizmetleri, büyük olan hastanelerde yemek ve güvenlik hizmetleri ihale ile satıldı.

Yıl 2007: Borçlar yetmedi
Özlük hakları elinden alınan sağlık çalışanları sözleşmeli statüye geçirilerek ekip hizmeti anlayışı terk edildi. Sağlık Bakanlığı, birinci basamak sağlık hizmetlerini özelleştirmek amacıyla Dünya Bankası’ndan kredi aldı. Hastanelerin radyoloji, görüntüleme merkezleri, labaratuvar, yoğun bakım hizmet birimleri özel sektöre ihale edildi. TBMM komisyonlarında görüşülen “Kamu Hastane Birlikleri Pilot Uygulaması Hakkında Kanun Tasarısı”na sağlık emekçilerinin iş güvencelerinin ortadan kaldırılması, hastanelerin kendi kendine yeten işletmeler olması, daha az personelle daha çok iş yaptırılması, genel bütçeden hastanelere ödenek verilmemesi, herkesin ihtiyacı kadar değil ancak parası kadar sağlık hizmeti alması, hastanelerin zaman içinde kârlılık ve verimlilik ilkesi uyarınca özel sektöre devredilmesi hedeflendi. 2005 yılına kadar haftalık 40 saat çalışma süresi torba yasa ve genelgelerle 45 saate çıkarıldı. Radyoloji çalışanlarının haftalık 25 saatlik çalışma süreleri de 45 saate çıkarıldı. 2007 yılında genel seçimlerin de etkisiyle personel alımı yapan Sağlık Bakanlığı tercihini sözleşmeli istihdamdan yana kullandı.

Yıl 2008: Sağlık cepten yedi
Yeni bir vergi yükü getiren Genel Sağlık Sigortası 2008 yılında uygulamaya kondu. Bu uygulamada, sağlıkta özelleştirmelerin devam edeceği, bunun hükümetin temel başlıklarından biri olduğu belirtildi. Kamu ve özel sağlık sigortalarına rağmen ihtiyaç duyulan sağlık hizmetine ulaşmadaki engellerden biri olan katkı payı ile devletin belirlemiş olduğu fiyatların üzerinde kalan kısmını kişinin doğrudan kendi cebinden finanse etmesi gerekti.

Yıl 2009: ‘Katılana’ pay
Ekim 2009 tarihinden itibaren devlet hastanesine başvuranlardan 8 TL, özel hastaneye başvuranlardan ise 12 TL katılım payı alınmasına başlandı. Muayene sonrasında doktor reçete yazmış ise 3 TL katılım payı da eczaneler tarafından alınmaya başlandı. Muayene parası en düşük özel hastanede 100 TL civarına, kamuda ise son tebliğ ile 15 TL’den 30 TL’ye çıktı.

Yıl 2011: Şirketleşen bölünme
KHK ile “Sağlık Bakanlığı Teşkilat Yapısı” düzenlendi. İcracı olmaktan çıkan Bakanlık, denetleyici, düzenleyici konuma geldi. Sağlık Bakanlığı’nın temel görevi olan sağlık hizmeti sunumu, bağlı kuruluşları olan Halk Sağlığı ve Kamu Hastane Kurumu’na devredildi. Devlet hastaneleri “şirket hastanelerine” dönüştürülürken sisteme sahip çıkıp yönetecek CEO olarak nitelendirilen ‘genel sekreter’ler göreve getirildi. Hazine arazileri üstüne “şehir hastanelerinin” kurulmasıyla Kamu - Özel Ortaklığı hayata geçirildi. Özel hastane veya sağlık kurumlarının lisanslarının açık arttırmayla satılması düzenlendi. Muayene açma ruhsatının ihaleyle satılabileceği düzenlemelerin önü açıldı. Sağlık Bakanlığı’na, sağlık çalışanlarını meslekten men etme yetkisi verilirken diğer yandan mevcut klinik şef ve şef yardımcılarının unvanları ile başhemşirelik unvanı iptal edildi. Gönüllü Sağlık Denetmeni kavramıyla hasta ile sağlık çalışanı arasına üçüncü kişilerin girmesine izin verildi.

Yıl 2012: Tepkiler büyüdü
Temmuz 2012’de yayımlanan torba yasayla ‘Aile Hekimliği Kanunu’nda değişiklik yapılarak Aile Sağlığı Merkezi’nde çalışan hekim ve diğer sağlık çalışanlarına başta kamu hastane acil birimleri ve 112 ambulans birimlerinin normal mesaisine ek olarak acil nöbet tutulmasının önü açıldı. Sağlık emekçilerinin tepkisi üzerine daha sonra yürürlüğe giren Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği ile nöbet uygulaması yumuşatılarak uygulanamadı.

Yıl 2013: Çalışanlar çok yönlü
Yıl 2013’e geldiğinde hükümet, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı sürdürmeye devam etti. Acil birimlerinin önü hastalarla dolup taştı ve sağlık çalışanlarına şiddetin en sık yaşandığı yerlere dönüşen acillerde çalışmak oldukça zorlu hale geldi. Hükümet, bu problemleri gidermenin yolunu Aile Sağlığı Merkezleri’nde sözleşmeli çalışan sağlık çalışanlarını bu birimlerde çok yönlü çalıştırmayı öngörerek buldu. Bu sözleşme Aile Hekimliği Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliği’ne, Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği’ne, anayasanın çalışanın dinlenme hakkı maddesine ve Avrupa Birliği mevzuatlarına aykırı olması yayınlanmasına engel olmadı.

Yıl 2014: Niteliklere göre ayrıştırma yok
Fazla çalışma ve nöbetler konusu 2014’te yasalaştı. Aile Hekimliği Kanunu’na getirilen düzenleme sonucu aile hekimlerine ve aile sağlığı çalışanlarına haftalık çalışma süresi ve mesai saatleri dışında ayda asgari 8 saat nöbet görevi verileceği düzenlendi. Zorunlu nöbetin öncelikle hastane acil servislerinde tutulması ile ilgili genelge çıkarıldı. Hekim dışındaki farklı meslekleri yani hemşire, ebe, acil tıp teknisyenini bir meslek olarak kabul edip onlara topluca eleman deyip, hepsine niteliği çok zayıf olan aynı görevleri verdi. Aile Hekimliği düzeni, çalışanları normal mesai saatlerinin dışında daha fazla sürelerle çalışmayı ve acil nöbetleri tutmayı zorunlu kıldı. Bu yeni düzen ile koruyucu sağlık hizmetleri değil muayenehanecilik ön plana çıktı.

Yıl 2015: Devir bitmedi
2015 yılının başında SSK sağlık kurumları Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Özelleştirmek için devredilen SSK sağlık kurumları ile dönüşüm devam etti.

Yıl 2017: GATA tarih oldu
Darbe girişiminin ardından OHAL ile yönetilen Türkiye’de çıkan KHK ile GATA ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Hükümet, yayımladığı KHK’de GATA’ya bağlı yükseköğretim birimlerinin Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne; Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne bağlı eğitim hastaneleri, TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi ile asker hastaneleri, dispanser ve benzeri sağlık birimleri ile Jandarma Genel Komutanlığı’na ait sağlık kuruluşlarının Sağlık Bakanlığı’na devrine ve personelin geçişine ilişkin usul ve esaslar düzenlendi.

Yıl 2017: Eskiye dönüşüm
Tüm bu yaşanılanların ardından 2003 yılından beri hükümet kanadı tarafından övülerek anlatılan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın başarısızlığı, yayımlanan son KHK ile ilan edildi. Yap boz tahtasına dönen sağlık sisteminde artan bürokrasi ve kadrolaşma gerekçe gösterilerek tekrardan tek çatı haline dönülmeye çalışılıyor. İllerde sağlıkla ilgili üç başlı yönetimde koordinasyon sorunu yaşandı ve yetki karmaşası ortaya çıktı. Yaratılan bürokrasi, sağlık hizmetlerinde gecikme oluşturdu. Ayrıca, yeni oluşturulan kadroların, Menzil Cemaati tarafından kadrolaştığı söylendi. Yaşanan bu sorunların ardından eskisine benzer bir yapıya dönüştürmek üzere durum Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a iletildi ve Erdoğan’ın talimatı ile yeni düzenleme geldi. KHK ile Sağlık Bakanlığı’ndaki üst düzey yöneticilerin görevleri sona erdirildi. İl ve ilçe sağlık müdürlükleri yeniden yapılandırıldı, 9 bin 831 adet yeni kadro ihdas eden bakanlıkta bir gecede boş bırakılan makamlara yeniden kadrolaşmanın önü açıldı.(Şeyma Paşayiğit)

Piyasacı sağlık politikaları sürüyor(II)-Sibel Bahçetepe /Cumhuriyet

694 sayılı KHK ile Kamu Hastane Birlikleri Kurumu ve Halk Sağlığı Kurumu kaldırıldı.

Son çıkarılan 694 sayılı KHK ile Sağlık Bakanlığı teşkilat yapılanmasında birtakım değişikliğe gidildi. Bunlardan biri de Kamu Hastaneler Kurumu ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ve bağlı kuruluşların kaldırılması, genel müdürlüklerin getirilmesi, başhekimler ile il sağlık müdürlerinin yetkilerinin eskiden olduğu gibi yeniden artırılması oldu. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile İstanbul Tabip Odası yetkilileri, hükümetin 2011’de hayata geçirdiği bu modelden vazgeçerek yetkiyi yine Bakanlık’ta topladıklarını belirterek “Özerk sağlık işletmesi modelinde yöneticilere paralar saçarak, verimlilik, maliyet, etkinlik, kalite yönetimi gibi neoliberal yaklaşımları benimseyerek oluşturdukları, sağlık alanında ciddi bir tahribata neden olan bir sistemi yürütememişler; özünü, değiştirmeden yetkileri tekrar Bakanlıkta toplamayı seçmişlerdir.

Başarısızlık göstergesi
Gelinen bu nokta Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın başarısızlığının açık bir göstergesidir. Çözüm için atılacak adımlar öncelikle kamu hastanelerinde performans sisteminin ve döner sermaye bütçesi uygulamasının kaldırılmasını içermelidir. Nitelikli, ücretsiz ulaşılabilir sağlık hizmetinin tüm kullanıcılara eşit olarak sunulduğu düzenlemeler yapılmalıdır” dediler. 6 yıl önce çıkarılan bir KHK sonucu “Sağlık Bakanlığı Teşkilat Yapılanması” değiştirilmişti. Söz konusu değişiklik, geçen günlerde, 25 Ağustos’ta çıkarılan yeni bir KHK ile bir kez daha değiştirildi. Çıkarılan KHK Halk Sağlığı Kurumu Başkanlığı “Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü”, Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanlığı da “Kamu Hastaneleri Genel Müdürlüğü” oldu.

TTB Konsey Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel: İl sağlık müdürlerine tam yetki
TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel, “Türkiye Kamu Hastane Kurumu yarı özerk bir kurum gibiydi. Ayrı bütçeleri, ayrı idari yapısı ve altında geniş bir bürokratik yapılanması vardı. İllerde CEO olarak adlandırılan genel sekreterler tarafından yönetilen Kamu Hastane Birlikleri oluşturulmuştu. Birliğe bağlı her bir hastane, hastane yöneticisi tarafından yönetilirken, başhekimler hastane yöneticisine bağlı olarak çalışıyorlardı. Bu kurumun sözleşmeli olarak çalışan 10 binin üzerinde yöneticisi vardı ve döner sermayeden karşılanan yüksek ücretlerle göreve getirilmişlerdi. Böyle bir yapılanmadan yeniden sağlık müdürlüğüne bağlanmaya geçildi. Yani bağlı kuruluş statüsü kaldırılmış oldu” dedi. Sağlık Bakanlığı taşra teşkilatının il sağlık müdürlüğü çatısı altında toplandığını anımsatan Tükel “Hastaneler yeniden başhekimlerin yönetimine bırakıldı” diye konuştu.

Nereden nereye gelindi?
AKP’nin iktidara geldikten sonra kamu reformu diye adlandırdıkları sağlıkta bir dizi yasa tasarısı içeren paketler hazırladığını anımsatan Tükel, şöyle devam etti: “İlk sağlık işletmesi modeli de bu süreçte meydana geldi. Sağlık sistemi ‘daha çok tetkik iste, daha çok hasta bak’ denilen, hastaların müşteri olarak görüldüğü, hastanelerin ise ticarethane olduğu bir sistem biçimene dönüştürüldü. 25 Ağustos’‘ta çıkarılan KHK ile bu yapıda değişiklik yapıldı. Kamu hastanelerine bağlı tüm yapı bir anda kaldırıldı, tüm sorumluluk il sağlık müdürlüğü ve hastanelerde başhekimlere verildi. Niye işlemedi? Kamu sektöründe esneklilik, verimlilik, maliyet, etkinlik, kârlılık gibi kavramları öne çıkardılar, gelirleri arttırma çabasına girdiler. Ancak 2016 yılında yayımlanan Sayıştay raporunda da belirtildiği gibi birkaç yılın sonunda kamu hastanelerinin döner sermayeleri iflas etme noktasına geldi. Piyasacı sağlık politikalarının geldiği noktaydı bu.
Sistemi yürütemeyince yetkiyi tekrar Bakanlık’ta toplamayı seçtiler. Bu yönüyle bir geri adımdır. Ancak piyasacı, rekabete dayalı sağlık politikalarını sürdüren, Genel Sağlık Sigortası’nı yürürlükte tutan, bir özelleştirme modeli olarak şehir hastanelerini hayata geçiren bir sağlık sisteminde, öze dokunmayan düzenlemelerden olumlu bir etki beklemiyoruz. Performans sisteminin ve döner sermaye bütçesinin kaldırılması ilk adım olabilir. Toplum ve hekimlerin ihtiyacı olan nitelikli, ücretsiz, ulaşılabilir sağlık hizmetlerinin tüm kullanıcılara eşit olarak sunulması, adil, genel bütçeden finanse edilen ve bu nedenle de maliyet olarak ucuz ve kolay yönetilebilen bir sistemin oluşturulmasına yönelik düzenlemeler yapılmalı.”
TTB: Bu düzenlemeler, piyasacı sağlık politikalarından geri adım olarak değerlendirilemez. Sağlık alanında ciddi bir tahribata neden olan bir sistemin özünü değiştirmeden, yetkileri tekrar Bakanlık’ta toplamaya yöneldiler. Çözüm için atılacak adımlar, kamu hastanelerinde performans sisteminin ve döner sermaye bütçesi uygulamasının kaldırılmasını içermelidir.

İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç: Başarısız olacağını
söylemiştik
İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç ise özetle şunları söyledi: “Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın uygulamaya geçtiği dönemde biz TTB ve İstanbul Tabip Odası olarak buna karşı çıktık. Çünkü bu projenin daha önce dünyanın birçok ülkesinde denendiğini ve başarısız olduğunu biliyorduk. Bu nedenle sürdürülebilir olmadığını dile getirmiştik. Bunu dile getirirken bu programın Dünya Bankası ve IMF’nin ortaklaşa bir projesi olup 1980’li yıllardan bu yana farklı ülkelerde yaşama geçirmeyi başardıklarını, uygulayan hemen hemen tüm ülkelerin ciddi bir sağlık hizmet eksikliği ve ciddi maddi kayıplar yaşayarak sonuçta bu projeden vazgeçtiklerini de biliyorduk.

‘Evet biz yanlış yaptık’ demenin pratik bir ifadesi
Peki, biz biliyorduk da AKP hükümeti bilmiyor muydu? Şüphesiz en az bizim kadar onlar da biliyordu. AKP iktidarı gibi geçmişte ülke yönetme deneyimi olmayan iktidarlara zaman ve geçici itibar kazandırma açısından önemli bir projeydi. Bu projenin son halkası olan şehir hastaneleri artık sonun başlangıcına gelindiğinin göstergesidir. Süreci değerlendirecek olursak 2011 yılında çıkarılan 663 sayılı KHK ile Sağlık Bakanlığı teşkilatında değişiklik yapıldığında TTB ve İstanbul Tabip Odası olarak yine karşı çıkarak hatta işyerlerimizde ve alanlarda bunu görünür kılmaya çalıştık. Ancak sonuçta bir meslek örgütünün siyasi bir kararı engelleme şansı ne yazık ki antidemokratik bir ülkede hiç de kolay değildir. Bu projenin son aşaması olan şehir hastanelerinden sonra, AKP sistemin sürdürebilir olmadığını görünce bir nevi kendi içinde bir geriye dönüş yaşamaya başladı. Sağlık Bakanlığı teşkilatında 6 yıl sonunda gidilen değişiklik ‘evet biz yanlış yaptık’ demenin pratik bir ifadesidir.”

Yıllar sürecek büyük tahribat
Dr. Samet Mengüç, “Asker hekimler konusunda aldığımız kararlar yanlıştı deyip yeniden asker hekim yapılanması konusun da arayışlara başlamak ‘evet biz yanlış yaptık’ demenin bir diğer ifadesidir. Ancak bu zorunlu geriye dönüşlerle Sağlıkta Dönüşüm Programı terk edilmiyor, programın ana hedefi olan piyasalaştırılmaya, güvencesiz çalıştırılmaya, ucuz işgücü sağlamaya devam ediliyor. Bu proje belki de yıllarımızı alacak şekilde yarattığı tahribatlarla tarihin raflarına kaldırılma sürecine girmiştir diyebilirim” diye konuştu.(Şeyma Bahçetepe)

Paran kadar sağlık(III)-Sibel Bahçetepe/Cumhuriyet) 

AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm programı hastaları olduğu kadar hekimleri de isyan ettiriyor. Kamu hastanelerindeki bitmek bilmeyen kuyruklar, hastalardan alınan katkı-katılım paylarına her geçen gün bir yenisinin eklenmesi, performansa dayalı ödemelerin nitelikli sağlık hizmetini ortadan kaldırması gibi pek çok faktör sağlıkta gelinen noktayı da gözler önüne seriyor.

AKP hükümetinin Sağlıkta Dönüşüm programı ile sağlığın ücretsiz olduğu, sıra beklemeden muayenelerin yapıldığı söylemleri de gerçeği yansıtmıyor. Yurttaşlara kamu hastanelerinde aylar sonrasına randevular verilirken, uzun kuyruklar ve alınan katkıkatılım payları, muayene ücretleri de hastaları çileden çıkarıyor. İstanbul’da sağlık hizmetini yerinde gözlemlediğimiz hastanelerde yaşananlar, gelinen noktayı aslında gözler önüne seriyor. Hasta ve hasta yakınları “Randevular aylar sonrasına veriliyor. O da yetmezmiş gibi muayene vaktinde de içeri almıyorlar, saatlerce sıra beklemek zorunda kalıyoruz. Hastaneler bakımsızlıktan kaderine terk edilmiş durumda. Hizmet alabilmek için ya adamın, ya paran olacak” diyerek sistemini eleştiriyor.

Uzayıp duran kuyruklar
Sağlıkta yaşanan sorunlar her geçen gün katlanıyor. Parası olan özel hastanelere giderken, olmayan hastane kuyruklarında beklemek zorunda kalıyor. Sağlık hizmetlerinde niteliğin her geçen gün düştüğünü söyleyen hekimler ve hastalar, “Hani sağlıkta reform” diye soruyor.
Biz de sağlıkta yurttaşların yaşadıklarını görmek için Çapa’daki İstanbul Üniversitesi (İÜ) İstanbul Tıp Fakültesi, Haseki, Şişli ile Okmeydanı eğitim ve araştırma hastanelerine gidiyoruz. Hastane polikliniklerine randevu alamayan yurttaşların acil servislere yönelmesiyle, bu servislerde yoğunlukların yaşandığını görüyoruz. Hastanelerde göze çarpan bir başka durum hastanelerin fiziki özellikleri oluyor.

‘Saatlerce sıra bekliyoruz’
İÜ Tıp Fakültesi’nde bir hasta ile başlıyoruz konuşmaya. Adını vermek istemeyen A.Y., şunları söylüyor: “Randevular geç tarihlere veriyorlar, o da yetmezmiş gibi muayene vaktinde hastaları içeri almıyorlar, saatlerce sıra beklemek zorunda kalıyoruz.”

‘Ya adamın, ya hatırın olacak’
Okmeyd anı Eğitim Araştırma Hastanesi’ndeki bir hasta Halil Hafızoğlu, “Sağlık hizmetleri abarttıkları kadar mükemmel değil. Ya adamın, ya paran ya da hatrın olacak. ‘Sağlık düzeldi’ diyorlar. Hiçbir şeyin düzeldiği yok. Vatandaşı kandırıyorlar. Eskiden ilaç kuyruğunda duruyordun diyorlar. Şimdi de randevu almak için bekliyoruz. Eczaneye gidiyorsun yok katkı payı, yok reçete payı, yok muayene parası derken bir dünya ödeme yapıyorsun” diyor.

‘3 ay sonrasına randevu’
Hastanelerin yoğunluğundan yakınan D.A. adlı hasta ise Eskişehir’de Ağız ve Diş Sağlığı Hastanesi’nde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “20’lik diş ağrısıyla apar topar hastaneye gittiğimde, iki dakikalık bir muayene sonrası antibiyotik verdiler ve üç ay sonraya ameliyat tarihi verildi. Daha sonra dişimin ağrısını bir süre tarif ettikten sonra, iki ay sonraya yer verebileceklerini söylediler.”

‘Yataklar Nuh Nebi’den kalma’
Okmeyd anı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedavi gören Fevzi Arslan adlı hasta ise “Gastroenteroloji bölümüne saat 09.30’da geldim. Bölüm sadece pazartesi ve çarşamba günleri öğlene kadar randevu veriyor, bu nedenle sıra gelmiyor. Çok zaman kaybediyoruz, dolayısıyla tedavilerimizin uzun sürmesine neden oluyor” diyor. Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne tedavi için gelen eczacı Kemal K. ise şunları anlatıyor:
“Hastanenin imkânları kısıtlı. En doğru olanı hastaların tekli odalarda kalması. Bir eczacı olarak söylüyorum, sağlık açısından özellikle enfeksiyon riski açısından en doğru olan hastanelerde hastaların tek kişilik odalarda kalması. Tek kişilik odalar da var, dört kişilik odalar da... Hastaların durumuna göre tek kişilik odalarda kalınabiliyor. Ama her hasta özeldir. Örneğin Cerrahpaşa, Çapa, Şişli Etfal gibi hastanelere yeterli destek verilmiyor. Geçmişten bugüne iyi doktorları olan yerler yeterli desteği almıyorlar. Biz buraya gelmeden önce dört ay boyunca Cerrahpaşa’daydık. Oranın imkânları daha kötüydü. Doktorları iyi olmasına rağmen imkânları yetersizdi. Yataklar Nuh Nebî’den kalma. Sağlığa yapılan yatırım her zaman eksikti. Bunu da özel hastaneler furyasıyla gidermeye çalıştılar ama yeterli olup olmadığı tartışılır. Tek sıkıntı özel hastanelerde ciddi farklar söz konusu. Kızım burada değil de özel hastanede yatsaydı, bu işlemler 30- 40 bin lira tutacaktı. Bu hastanede bir de asansör sıkıntısı var o da biraz bizim insanımızın sorunu, altı kişilik asansöre sekiz kişi binince bozuluyor ve kavga oluyor.”

Asansör arızaları bitmiyor
Hastaneleri gezerken, hasta ve hasta yakınları, odaların küçük ve kalabalık olmasından şikâyet etmeye başlıyor. Hasta ve hasta yakınları, muayane kuyruğuna bir de sık sık yaşanan asansör arızaları nedeniyle asansör kuyruklarının eklendiğini de söylüyor.

‘Kaçınılmaz sonun başlangıcı’
İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç, AKP hükümetinin Sağlıkta Dönüşüm programında sona doğru gelindiğini belirterek “Bizler 13- 14 yıldır aslında aynı şeyleri söylüyoruz. Sağlıkta Dönüşüm programı nitelikli sağlık sistemini amaçlamıyor. Bu sistem daha çok sağlık alanında rant sağlamak ve sağlığı ticaret şeklinde değerlendiriyor. Hastalara müşteri, hastanelere ticarethane olarak bakılıyor. Ne kadar hasta artarsa, sistem o kadar amacına ulaşmış oluyor” diyor.
 ‘Hastalar mâğdur’
Nitelikli sağlık hizmetinden uzaklaşıldığını anlatan Mengüç, özellikle uzun süre tedavi gerektiren, kronik hastalıkları olan hastalar ile kanser gibi hastalarının mağdur olduğunu söylüyor. Mengüç, “Çünkü uzun tedavi gerektiren hastalar sisteme rant sağlamıyor. Bir hekimin 15-20 gün bu hastalara bakması ile bir günde poliklinik hizmeti vermesindeki performans ücreti eşdeğer gibi. Böyle olunca hekimlerde de isteksizlikler ortaya çıkıyor” değerlendirmesini yapıyor. “Gereksiz tahlil ve tetkikler arttı” diyen Mengüç, ülkemizde bir yılda 120 milyona yakın kişinin acil servislere başvurduğunu anımsatarak şöyle devam ediyor:
‘İflas kaçınılmaz’
“80 milyona yakın nüfusumuz var. Bu da demek oluyor ki her insan ortalama 1.5 kez acile gitmiş. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok kişi acile başvurmuyor. 100 milyonluk ülkede 30 milyon kişi acile giderken, 80 milyonluk ülkede 120 milyon kişi acile gidiyor. Bu bile Sağlıkta Dönüşümü ortaya koyuyor. Sağlıkta dönüşüm programı yavaş yavaş iflas ediyor. Bunun karşılığının olmadığı görülmeye başlandı.” (Sibel Bahçetepe)

(Cumhuriyet)


 


1 Ekim 2017 Pazar

AKP kaybederse Türkiye kazanacak - ORHAN BURSALI

7 Haziran 2015 AKP’nin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Yüzde 41’in altına düşmüş ve seçimleri kaybetmiştir. İktidarı, 12-13 yıllık iktidarı aslında o tarihte sona ermişti. Kaç seçim kazandığının önemi yok, topu topu 13 yıl iktidarda kalabilmişti. AKP liderliğinin tarihinde 7 Haziran kara bir sayfadır, korku doludur, asla anımsamak istenmez. Ama lider dün bu tarihi gündeme getirmek zorunda kaldı. 
 
7 Haziran’ı, 1 Kasım ile aştılar. Ama iki tarih arasında olanlar Türkiye tarihinin çok özel yazılması gereken bir bölümüdür. 
 
Anımsayın, önce Cumhurbaşkanı, AKP dışında bir hükümet seçeneğinin denenmesine asla fırsat vermedi. Davutoğlu ile lider arasında, daha önceki olaylarla gerilmiş olan ipler asıl o zaman koptu. Davutoğlu, CHP ile bir koalisyona bile sıcak bakabilirdi. Bunun işaretlerini vermişti. Ancak Cumhurbaşkanı için böyle bir olasılık en büyük kâbusu olabilirdi. 

Büyük kargaşa / güvensizlik
RTE ile Bahçeli arasında bugüne uzanan ilk büyük ittifak o zaman atıldı. Bahçeli bir başka iktidar seçeneği defterini hiç açmadı.
7 Haziran – 1 Kasım arasında yaşadığımız ve tüm Türkiye için önemli olan ise, büyük kaostu. Al gülüm ver gülüm halinde AKP ile PKK arasında masalar devrilmiş ve PKK, iktidarın gözleri önünde ve bilgisi dahilinde tüm hendek savaşı hazırlıklarını tamamlamış olarak, “kurtarılmış bölge” savaşını başlatmıştı.
28 Şubat’ta hükümet- PKK arasında 10 maddelik Dolmabahçe açıklandıktan sonra nisandan itibaren savaş yeniden başladı... Cumhurbaşkanı anlaşma masasını devirdi. PKK zaten hazırdı. Güneydoğu ve tüm Türkiye alevler içinde kaldı. Sadece PKK değil IŞİD gibi terör örgütleri de büyük kentleri ateşe verdi. Büyük kargaşa, korku ve güvensizlik içinde tekrarlanan seçimde AKP, 49.5 ile iktidar oldu. Bilimin saptamasıdır: Büyük güvensizlik ve savaş ortamı iktidara yarar. 

İki büyük sapma veya destek
1 Kasım seçimleri AKP ve Türkiye tarihinde bir anomalidir, normal olandan sapma!
Doğal ve normal olan 7 Haziran seçim sonuçları ve baş aşağı gidiştir. Çünkü AKP büyük bir doygunluğa ulaşmış, pek çok şeyi başaramamış ve seçmen yeni arayışlara yönelmeye başlamıştı.
PKK iktidarın en büyük destekçisi ve Türkiye’nin şimdiki duruma gelmesinde ana etkendir.
İkinci anomali, yani normalden büyük sapma, 15 Temmuz Fethullah terör örgütünün darbe girişimi oldu. Bu iktidara ikinci büyük cansuyu oldu.
Bu ikinci süreç de -seçim kurulunun tüm hukuksal rezaletleri eşliğinde- Türkiye’ye başkanlık rejimine evet demeyi dayattı. 
Burada ayrıntıyı kaçırmayalım. AKP ancak Bahçeli ile büyük ittifakla zar zor bu sonuca ulaşabilmişti.
Yani Başkanlık seçimi, MHP’yi çıkardığınızda, AKP oyunu 7 Haziran seçimlerine yaklaştırmıştır. Yani AKP’de normale iniştir. Bugün Hayır Cephesi’nin oyları, AKP+MHP’yi aşmıştır. Sonar’a göre AKP yüzde 38’de. Bunu doğrulayacak başka ciddi anketler bekliyorum. 

Kaybederiz korkusu
Cumhurbaşkanı, iki kez partisini ikaz etti: İlkinde İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder, dedi. AKP başkanlık seçimlerinde İstanbul’u kaybetti. Sadece İstanbul’u değil, Ankara ve daha 15 büyükşehiri de kaybetti.
İkincisinde bu kez, seçimi kaybedersek Türkiye kaybeder dedi. İkisi de aslında reel durum saptamasıdır, yani hem İstanbul’u hem de seçimleri kaybederiz!
Partisinde ve belediyelerinde, metal yorgunluğu diyerek operasyon başlattı. Bu, seçmen nezdinde kaybedilen oyları, bu kez vitrin makyajı ile geri alma operasyonudur.
Metal yorgunu esas AKP liderliğidir. Projelerdir. Sorunları çözemeyişidir. Keyfi ve anayasasız, yasasız yönetim tarzıdır, Meclis’i devre dışı bırakmasıdır, hukuksuzluktur, demokrasi – insan hak ve ifade özgürlüklerini askıya almasıdır. 
 
AKP kaybederse, Türkiye bütün bunları geri kazanma şansını yakalayacak.
 
Yani Türkiye kazanacak.

Orhan Bursalı /CUMHURİYET

Katalan referandumu, Barzani ve Alibaba - Nilgün Cerrahoğlu

Katalan referandumunda günlerdir hırsız- polis oynanıyor.
Merkezi hükümet sandıklara el koyuyor. Sonra bir bakıyorsunuz yerel yöneticiler, dünya TV’lerinde birtakım yeni sandıklar sergiliyor...
Bunlar nereden çıkmış? Acaba nereden temin edilmiş?
“El Pais”deki bir haber, tanesi 4-5 Avro’ya satılan sandıkların “Çin”de yapıldığını söylüyor.
Katalan referandumunda devreye giren plastik sandıkların aynıları meğer Kuzey Irak referandumunda da kullanılmış. Kenya, Çad, Papua, Gana, Nijerya gibi “ileri demokrasilere” ihraç edilen Çin yapımı bu sandıklar, “Smart Dragon Ballot Expert/ Oy Uzmanı Akıllı Ejderha” adındaki bir şirket tarafından üretilmekteymiş. “Akıllı Ejderha”, bu ürünlerini, gene bir başka Çin şirketi olan “Alibaba” isimli e-ticaret sitesinde pazarlıyormuş.
Ülkelerin kaderlerini ilgilendiren bu uluslararası satranca böylelikle “Alibaba” da dahil olmuş oluyor. 

Kedi-fare oyunu
İspanya halen kaosta. Yurtdışı programlarını iptal eden Kral VI. Felipe, ortalıkta görünmüyor.
“Yasadışı oylamaya izin vermeyeceklerini” söylemekten öte bir şey yapmayan Başbakan Rajoy da keza sessizlik içinde.
Madrid’in uyarılarına ve oylamayı yasaklayan Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen referandum ısrarını sürdüren Katalan yöneticiler ise “demokrasi şöleni” için halkı sokaklara dökmüş, konuyu siyasi gösteriye dönüştürmüş halde.
Sandıklara el koymak çabası yanında, İspanya, okulların da referandum için kullanılmasına karşı çıkıyor.
Ama Katalanlar bu yasağı da deliyor. Öğrencilerle okulları işgal eden seçmenler, bu vesileyle hem vakit geçirmek, hem olası polis baskınlarına ön almak amacıyla işgal ettikleri sınıflarda biçki-dikiş kursları ve şan dersleri düzenliyorlar.
Madrid’i çileden çıkaran referandum, Katalan “La Vanguardia” gazetesinde yer alan bir köşe yazısında ifade edildiği gibi, isyan bayrağını çeken özerk yönetim ile Madrid arasında “kedi-fare oyununa” dönüştü.
Bu kedi-fare oyununda Katalanlar ne pahasına olursa olsun, merkeze meydan okuyarak “oy hakkına” sahip çıktıklarını gösteriyor.
Madrid de buna karşın, ne pahasına olursa olsun; referandumun legal olmadığını ve meşruiyet taşımadığını, döne döne “yok hükmünde olduğunu” belirtiyor.
Anayasa Mahkemesi kararları ötesinde; sandıklara el koymak ve okulların kullanımını yasaklamak falan hep aynı stratejinin parçası. Karambol altında yapılan bir oylamanın demokratik geçerliliği olmayacağı vurgulanıyor. “El Pais” gazetesi başyazısında bu yüzden “Bu oylama bir şakadır” diyor. 

Müzakere yolu açık
Bu kötü şakanın arkası ne olacak?
Taraflar “müzakere” ve “diyalog” faslına geçecek.
Sandığa kan/şiddet bulaşmazsa; Madrid ile Barselona müzakere masasında bir araya gelecek.
Katalonya’nın “tek taraflı bağımsızlık” ilan etmesi kolay değil.
Katalonya yerel hükümetinin, Madrid’e 75 milyar Avro borcu var.
Hiçbir Avrupa hükümeti ilaveten “Katalonya Cumhuriyeti”ni tanımayacak. Tallinn’de AB zirvesinde buluşan liderler, desteklerini Madrid’den yana koydular.
Bu durumda tek çıkış yolu “pazarlık”.
Zaten baştan Katalanların amacı, ölümü gösterip İspanya’yı sıtmaya razı etmekti. Ellerini yüksekten “referandumla” açarak, merkezi hükümeti başka şekilde yanaşmayacaklarını bildikleri federal reformlara zorlamak istediler.
Katalan özerk yönetim başkanı Carles Puigdemont ve yardımcıları, “anayasayı ihlal” gerekçesiyle büyük olasılıkla yasal sürece takılacak olsa da, Katalanlar şimdiden Madrid’i “masaya zorlamak” konusundaki bahislerini kazandı.
Gerek muhafazakâr hükümeti yöneten Rajoy, gerek muhalefette sosyalistler; İspanya’nın bu büyük devlet krizini son kertede “reformlarla” aşmayı düşünüyor.
Bu bilek güreşinden alınacak çok ders var. Onlar da başka yazıya.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Barzani’nin nesi, İsrail ile ABD’nin sesi! - Mine G. Kırıkkanat

Paris’e Cumhuriyet muhabiri olarak yerleştiğim 90’lı yılların başında, iktisatçı ve antikacı dostum Ahmet Benli önemli bir belge armağan etmişti: Osmanlı borçlarını düzenlemek için 1881’de kurulan Düyunu Umumiye İdare Meclisi’nin 1890’dan sonraki Fransız başkanı ve tabii ki Fransa’nın casusu Ernest Grenier’nin Türkiye anıları... Ernest Grenier, görev yaptığı yıllarda Ermenilerle Kürtlerin yaşadığı doğu vilayetleri ve Arap yarımadasına özellikle meraklıdır. Aynı coğrafyada 1870’ten beri cirit atan Amerikan misyonerlerinin yöre halkı üzerindeki etkisine dair aktardığı bir olay ise hem şaşırtıcı hem de gülünçtür:
***
“1895-96 Ermeni katliamından hemen sonraydı. (Osmanlı döneminde) bir kaymakamlık olan Muş’a, çok sayıda Hıristiyanın Siirt yakınlarındaki Melefan köyünde, Kürtler tarafından öldürüldüğü ihbarı geldi. Bölgedeki konsoloslukların (yabancı ülke temsilcilikleri) ısrarlı baskısı üzerine Muş kaymakamı tarafından görevlendirilen bir müfettiş, Melefan’a gitti.
Köye girişte, müfettişi tepeden tırnağa silahlı otuz kadar Kürt bekliyordu. Ellerinde tüfek, bellerinde hem piştov, hem hançer vardı; göğüslerinde çapraz fişeklik asılıydı, silah adına yok yoktu üzerlerinde... Bu türden savaşçılara her gün rastlamaya alışık müfettiş için manzara, ürkütücü olmaktan çok maskaralık sayılırdı. Ancak asıl maskaralık, müfettişi karşılamaya gelen Kürt beyleri, kendilerini tanıtınca başladı: Americk Bey, Ahmed Cheko, Boston Bey, vb.
Özetle tüm Kürt beyleri asıl adlarını, tıpkı bir küfe üzüme karşılık alınıp satılan Kürt kadınları gibi, Amerikalılardan öğrendikleri ve hatta insan ismi bile olmayan sözcüklerle değiştirmişlerdi.
Bu durum, bölgeye Amerika’dan gelen masalcı Hıristiyanların ne kadar etkili olduğunu gösteriyordu...”
***
Düyunu Umumiye İdare Meclisi başkanı ve Fransız casusu Ernest Grenier, Kürdistan’da “İngiltere tarafından da madden ve manen desteklenen” Amerika’nın etkin varlığını, “ABD’nin bölgeye ilgisi, sayısız misyonerleri ve Osmanlı hükümetinin içindeki adamları aracılığıyla aslında Ermenilerin katliamından önce başlamıştı” diye açıklıyor. “Amerikan gazeteleri, dergileri ilk Hıristiyan toplumların yaşadığı bu toprakların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini öve öve bitiremiyorlardı. Kurumsal tepki gecikmedi. Yardımları arttıran ABD hükümeti Asya’nın bu parçasına el attı. Bölgede Avrupa’nın bırakın adam göndermeyi, gidip görmeyi bile aklına getirmediği uzaklarda, en ücra köşelere kadar Amerikan konsoloslukları kuruldu; tespih taneleri gibi konsoloslar, konsolos yardımcıları atandı, Kürdistan’ın en küçük köylerinde bile Amerikan bayrakları dalgalanmaya başladı. En büyük yardımcıları, Amerika’ya yollanıp eğitildikten sonra bölgeye geri gönderilen Ermenilerdi. Bölgeyi karış karış parselleyen bütün bu ABD ajanlarının kimi yüzde yüz Amerikalı, kimi yerel halk arasından, hatta Asya yollarında derlenmiş kişiler olup dersini üniversitelerde değil; dünyayı geze geze öğrenmiş, pratik ve birkaç dil konuşabilen ‘vatanseverler’di. Yaptıkları hiçbir işte, vatanları ABD’nin çıkarlarını unutmuyorlardı...”

***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, IKBY’de yapılan referandumun ardından hem Barzani’ye güvenmekle yanıldıklarını itiraf etti; hem de “Dünya İsrail’den ibaret değil ki. Sen, bir İsrail’le neyi elde edeceksin?” yorumuyla bağımsız Kürt devleti ülküsü sadece İsrail tarafından destekleniyormuş sanısı yarattı. Oysa günümüzde, İsrail’in olduğu yerde ABD’nin olmaması düşünülemez. ABD’nin 1870’lerde başlayan Kürdistan aşkı da emeline ulaşmadan bitmez. 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET 

*New York (Kırmızı Kedi, 2017) kitabımdaki “Kürt Ateşi Amerikan Közü” başlıklı makale dizisinden alıntıdır.

30 Eylül 2017 Cumartesi

Sana selam olsun büyük tahammül! - ORHAN GÖKDEMİR

Süleyman Soylu 1969’lu. İşletme eğitimi almış. Kariyerine Borsa’da başlamış, sonra şirket kurmuş, ver elini ticaret hayatı. Ülkenin kendine biçilen deli gömleğini yırtmaya çalıştığı 1980’li yılların sonunda Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisinin kapısını çalmış. Az zamanda yükselmiş, il başkanı olmuş. Tansu Çiller başa geçince, Çiller’in yanında. Bu hızlı yükselişinin önünü merkez sağın hızlı çöküşü kesmiş yalnız. İyice küçülen DYP ve ANAP birleşip seçimlere Demokrat Parti çatısı altında girmiş ama buna rağmen varlık gösteremeyince parti genel başkanı Mehmet Ağar’ın istifasıyla boşalan koltuğa oturmayı başarmış. Düşüşe engel olamayınca başladığı yere geri dönmüş nihayetinde. Merkez sağ kariyerinin o son yıllarında AKP muhalifi ve sert bir Tayyip Erdoğan eleştirmeni olarak hatırlanıyor. Sağda iyi bir kariyer için gerekli başarısızlıklara fazlasıyla sahip özetle.

Bu ölü doğmuş siyasi hayat 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” kampanyasına gönüllü katılmasıyla tersine dönmüş. Partisine rağmen yürüttüğü “evet” kampanyasındaki arzulu hali etkilemiş olacak ki Tayyip Erdoğan tarafından AKP’ye davet edilmiş ve davete icabet ederek AKP’ye katılmış. Önce MKYK üyesi, sonra genel başkan yardımcısı. 64. hükümette Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı. 2016 yılından bu yana İçişleri Bakanı.
12 Eylül’den bu yana şahidiyiz, devletin en zalim bakanlığıdır içişleri. Kendi halkına karşı örgütlenmiş devletin hassas sinir ucudur çünkü. Hakkını verelim, Süleyman Soylu bayrağı devraldığı Mehmet Ağar’la aynı kararlılıkla yürütmektedir görevini. Ama kör talih, dönemi büyük bir tasfiyeye denk geldi. On binlerce memuru kapı dışına koydu, on binlercesini tutup içeri tıktı. Mağdurlara yasal itiraz yolu da kapalı üstelik. Ucunda devletin ali menfaatleri olunca olağan karşılanıyor bunlar biliyoruz. Süleyman Beyin partisinin il başkanlarından biri atılanlarla ilgili fikri sorulunca, “Ne yer ne içerler beni ilgilendirmez. Ağaç kökü yesinler" diyerek özetledi durumu zaten.

***

Semih Özakça 1989’lu. SS’dan 20 yaş daha genç. Sınıf öğretmeni.  Erzurum Horasan’ın bir köyünde çalışmış, ulaşım olmayan köydeki okulun müdürü, hademesi ve öğretmeni olmuş. Erzurum’daki bir yılın ardından ver elini Mardin. Eşi Esra Özakça, “Öğrencileriyle çok vakit geçirirdi, hava güzelken eve geç gelir, öğrencileriyle piknik yaparlardı” diye anlatıyor o yılları. Bu sade hayat 2016'da OHAL uyarınca çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerden biri ile görevden ihraç edilmesi ile değişti. Yani AKP’lilerin “ağaç kökü yesinler” dediği o mağdurlardan biri Semih. Ama gelin görün ki ne cemaatle bağı var, ne Fethullah’ın fistanına yüz sürmüşlüğü. AKP’nin, DYP’nin kapısından geçmemiş; Sağcı değil yani. Borsa falan bilmediğinden eminim. İşten atılınca çoğunluğun yaptığı gibi boyun eğip ağaç kökü ile yetinmeyi kabul etmedi haliyle. Nuriye Gülmen’in yanına ilişip direndi. Olmayınca açlık grevine yattı. Defalarca gözaltına alındı Süleyman Soylu’nun polislerince, defalarca tartaklandı, itilip kakıldı. Her defasında dönüp aynı yerde aynı inatla oturmaya devam etti. Sonunda alıp götürüldüler; Tutuklayıp bir köşeye attılar. Ama direnmeyi sürdürüyor Semih. Süleyman Beyin sinirlerini bozmaya devam ediyor Nuriye ile birlikte.
Bir yıl oldu direnişte, 200 gün oldu açlıkta. Tutuklu olduğu günlerde gardiyanlar kapısını çalıp, “uyan ölümüsün değil misin bakacağız” diye uyandırıyorlardı. Haliyle duruşmaya tekerlekli sandalyeyle getirildi hafta başında. Kaçmasın diye de bir ordu seferber edilmişti.
Tarih böyledir, aynı zaman diliminde birbirine hiç benzemeyen insanları karşı karşıya getirir. Kimini yüceltir, kimini utanç içinde kaderiyle baş başa bırakır. Kişisel değildir, sınıf mücadelesinin tezahürleridir.

***

Bu hafta başında mahkeme çıkarıldı Nuriye’den ayrı. Savunmasını yaptı. Onca güvenliğin, onca karanlığın, onca zulmün arasından sıyrılıp birkaç saatliğine firar etmeyi başardı bir anlamda…
Dedi ki;
Emeğimle onurumla ekmeğimi kazanan bir öğretmendim. AKP ekmeğimle beni terbiye etmek istedi. Tarih, ekmek kavgasının tarihidir. Sömürü var olduğu sürece direniş de sürecek.
Dedi ki;
Ben işinden atılmış bir sınıf öğretmeniyim, köleliğe karşı mücadele eden Spartaküs’üm, firavuna karşı Musa’yım, ‘Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan’ diyen Pir Sultan Abdal’ım, ‘Yârin yanağından gayri her şey ortaktır’ diyen Şeyh Bedrettin’im, İsrail zulmüne karşı dövüşen Filistinliyim, dünyanın her köşesinde haksızlığa uğrayan ve mücadele eden kim varsa oyum.
Dedi ki;
Halkın aydını en güzel türkünün koro ile söylenen olduğunu bilen, tek başına kalsa da mücadele eden, hem halktan öğrenen hem halka öğretendir. Bu direniş iki kişinin direnişi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu direniş ezilen halkların direnişidir.
Dedi ki;
Direnişi başlatan da bastırmaya çalışan da iktidardır. ‘İhraç edilenler ağaç kökü yesin’ diyen bakana sesleniyorum, onu da yemiyoruz. Ömrümüzden yiyoruz.
Dedi ki;
Süleyman Soylu bizi hedef gösterdi, terörist ilan etti. Peki, bu mahkeme niye kuruldu? Asıl suç olan budur. Zorla müdahale için götüreceklerini düşünüp annemle vedalaştım.
Dedi ki;
Zulüm artarsa direniş olacaktır.
Dedi ki;
Verin kararınızı perde kapansın…

***

“Sana selam olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selam olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selam olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,

Sana selam olsun
Zincirin zulmün kar etmediği,
Kırbacın kar etmediği
Büyük tahammül!”
Direniş olur da şiir olmaz mı? Semih giderayak okudu, paylaşmasak bu yazı eksik kalırdı; Ömrü Semih gibi yoksulluk ve direniş içinde geçmiş Enver Gökçe’nindir. Yoksuldur yoksul olmasına ama sonsuz zenginlikte sihirli sözcükler bırakmıştır arkasında. Bir yıldır direnişte, 200 gündür açlıkta olan Semih’i ayakta tutacak kadar hem de. Zincirin kar etmediği, kırbacın aciz kaldığı o büyük tahammülü görmüş, not düşmüştür tarihin şiirine.
Semih işte o büyük tahammülün ta kendisidir. Ülkesine “senin emekçin olaydım” diyen Enver Gökçe’nin bayrağı artık emeğin hatırı için kırbacın kar etmediği bir tahammülle direnen Semih’in ellerindedir.

***

İki insanın hikâyesini anlattım size, iki insanın karanlıkta karşılaşmasını. Borsa ile emeğin sonsuz karşı karşıya gelişlerinden biridir desek abartmış olur muyuz?
Oysa diyorlar ki bize, “Süleyman milletin adamı Semih terörist!” Ne diyebiliriz? İşte hayat, işte direniş, işte inanç, işte söz, işte zulmün karşısında dimdik duran o büyük tahammül. Gayrı gerisini siz bilirsiniz.

***

Ey şiir, senden geldik yine sana döneriz; “Ah len ah. Onlar yoksul eti yerler ve içtikleri kandır.”

Orhan Gökdemir / SOL

29 Eylül 2017 Cuma

Dünya ekonomisinde değişen dengeler, tedirginlikler - KORKUT BORATAV

DIŞ DENGELERDE GELİŞİMLER
21’nci yüzyılın ilk çeyreği dolmadan dünya ekonomisi iki büyük krizden geçti. Ülkeler-arası güç dengeleri; ekonomik ilişkilerin boyutu, niteliği hangi yönde gelişti?
Bu soruya, ikinci krizin arifesini, sonrasını kapsayan son on yıl üzerinde odaklanarak eğilmek istiyorum. Bir boyutu, büyük ülkeler ve ana bloklar arasındaki ticaret ve gelir akımlarının  bilançosunu veren dünya cari işlem dengelerine bakarak incelenebilir.
Tabloda bu yapılıyor. Yakın geçmişin üç tipik yılına ait IMF verileri kullanıldı. Ülke gruplarında Doğu Asya’nın dört ülkesini (G.Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong’u) “merkez”den “diğer çevre” blokuna taşıyarak IMF sınıflamasını değiştirdim.
Aslında, cari açık ve fazlaların denkleşmesi, toplamların “sıfır” olması gerekir. Dünya ekonomisinin “karanlık, esrarengiz” alanları ve IMF kayıtlarındaki eksikler, her yıl astronomik boyutta “kayıt dışı akım” ile sonuçlanmaktadır.
Son on yılın ana gelişmelerini, tablodan hareketle özetleyebiliyoruz.

2007, uluslararası krizin arife yılıdır.
Yıl sonunda patlak verecek olan bunalım, istatistiklere henüz  yansımamıştır.    Finans kapital çılgınlaşmıştır; balon patlamak üzeredir. ABD ekonomisinde kaynak kullanımı üretimi aşmaktadır. Sonuç 710 milyar dolarlık cari açıktır. ABD dış açığının finansmanını, Japonya, petrol ihracatçıları ve Çin üstlenecektir.
Nasıl? New York borsasında hisse senetlerine, ABD tahvillerine, Florida’da, New York’ta gayrimenkullere para bağlayarak…  
Benzer bir senaryo Avrupa’da da yaşanmaktadır. AB’deki zayıf halkaların (“diğer Batı”nın)  cari açıklarının finansmanı Almanya tarafından üstlenilmiştir. Dört yıl sonra Avro Bölgesi’nde patlak verecek olan krizin ön-koşulları oluşmuştur.
Diğer çevre ekonomilerinin büyük bölümü (başta Doğu Asyalılar) dış fazla vermektedir. Meksika gibi Latin Amerika ülkeleri, Doğu Avrupa ve Türkiye    ise cari açık vermektedir. Türkiye’nin dış açığı millî gelirin yüzde 5,5’ine ulaşmıştır: 37 milyar dolar…
Uluslararası krizden en ağır etkilenecek çevre ülkeleri bu sonuncular olacaktır.
2011’de ABD’de bunalımın dip noktası aşılmıştır; Avro Bölgesi krizdedir.
Amerikan ekonomisinde küçülme ve yavaşlama bu ülkenin dış açığını üçte bir oranında azaltmıştır. Almanya, Avro Bölgesi’nin beş “gariban” ülkesini   (“diğer Batı’yı”) kemer sıkma politikalarına zorlamış; bunların ekonomileri küçülmüş, dış açıkları daralmıştır.
Öte yandan, Batı merkez bankalarından taşan likidite, çevre ekonomilerine akmış; ucuzlayan döviz, dış ticaret açıklarını pompalamıştır. Sonuçta, Çin ve Doğu Asya dışındaki büyük çevre ekonomileri, yüksek dış açıklara sürüklenmiştir. Türkiye o yıl 74 milyar doları aşkın  (millî gelirin yüzde 9’una ulaşan) cari açık vermiştir.  
Petrol ihracatçılarının dış fazlaları tarihsel rekor kırmıştır. Dünya sisteminin cari açıklarının finansmanına petrolcülerin katkısı, Çin, Almanya, Japonya toplamını aşmıştır.
2016’da ortaya çıkan çarpıcı değişim, petrol ihracatçılarının cari açıklarıdır.
Bir önceki yıl ham petrol fiyatlarındaki  %50’lik  gerileme belirleyici olmuştur.
Diğer bloklarda tek belirgin sonuç, “diğer Batı” ve  “diğer çevre” ekonomilerindeki toplam dış açıkların ortadan kalkması olmuştur. Türkiye’nin cari açığı sürmektedir; ama  aynı nedenle iki yılda 11 milyar dolar (dörtte bir oranında)  düşmüştür. Bu düzelme 2017’de son bulmuştur; dış açık  artış eğilimine girmiştir.
Petrol fiyatlarındaki düşme, dünya ekonomisinde canlanmaya yol açmadı. Tam aksine, 2014-2016 arasında merkez ve çevre ekonomilerinin ortalama büyüme hızları düştü. Petrol ihracatçıları, astronomik yatırım fonlarını daralttılar; içe döndüler; ithalatı kıstılar; dünya ekonomisini frenlediler.
EMPERYALİZMİN ZİRVESİNDE KİMLER VAR?
ABD gibi kronik ve yüksek cari açık veren bir ülke, emperyalist sistemin başat gücü olarak kalabilir mi? Sürekli dış fazla veren iki klasik emperyalist ülke (Almanya ve Japonya) ile Çin ise ABD ile karşıt konumdadır.
McKinsey Global Institute, The New Dynamics of Financial Globalization başlıklı (Ağustos 2017) bir rapor yayımladı. Başlıca ülkelerin 2016’daki uluslararası yatırım pozisyonunu veriyor. Bu kavram,  her ülkenin dış dünyadaki varlıkları ile yabancıların o ülkedeki varlıkları karşılaştırılarak hesaplanır.
Bu hesap, emperyalist sistemdeki egemen ve bağımlı konumları ayrıştıran bir ölçüt olarak kullanılabilir. Örneğin Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonunu hatırlatayım: Daima “eksi”dir; hem düzey, hem de milli gelire oranla sürekli artmaktadır ve ülkenin artan dış bağımlılığının bir göstergesi olarak yorumlanması doğrudur.
Tabloda kapsadığımız ülkelerin konumlarına bu açıdan göz atalım.
Örneğin Çin’in dış dünyadaki varlıklarının toplamını 6,6 trilyon dolar olarak belirliyor. Yabancı sermayenin bu ülkedeki varlıkları ise 4,7 triyon dolardır. Çin’in net pozisyonu, artı 1,9 trilyon (1900 milyar) dolar ile fazla göstermektedir. ABD ise, eksi 8,3 trilyon dolarlık bir açık pozisyon içermektedir.
McKinsey raporu gösteriyor ki,  Almanya, Japonya, Britanya gibi emperyalist sistemin kıdemlileri de yatırım pozisyonu fazlası veren ülkelerdir. Çin, onlarla aynı konumda, dolayısıyla aynı safta yer almaktadır.
Çin’in dış varlıklarının bir bölümü, uluslararası rezervlerinden (örneğin 1,2 trilyon dolarlık ABD Hazine bonolarından) oluşmaktadır. Ancak, ek bir olgunluk göstergesi olan doğrudan yatırım bilançosunda da, Çin net sermaye ihracatçısıdır.
Emperyalist sistemin egemen güçleri, devlet politikaları, askerî güç ve bu yazıda yer alan ekonomik ölçütler içinde oluşmakta, değişmekte, belirlenmektedir. Ekonomik ölçütlere göre ABD, egemen konumunu kaybetmiştir; ama farkında değildir.
Çin ise, tablomuzda aktarılan cari dengelere ve dış varlık / yükümlülük hesabına göre dünya sisteminin zirvesine yerleşmektedir.
FİNANSAL SİSTEMDE TEDİRGİNLİKLER
Günümüze odaklanalım. Uyarılar sıklaşıyor: Uluslararası finansal sistemdeki coşku ne zaman son bulacak? Sert bir çöküntü söz konusu mudur?  
Yakın geçmişte Nobel İktisat Ödülü verilen iktisatçıların (bana göre) en sağduyulusu olan Robert Shiller, önceki 13 dalgalanmayı inceliyor ve yüzde 20’lik bir “iniş aşaması”nın eşiğine ulaşıldığını düşünüyor (Project Syndicate, 21 Eylül 2017).
Son “çıkış” iki yıllıktır. Emperyalist sistemin çevresine de yansıdı. Boyutlarını, Institute of International Financial (IIF), Haziran 2017 tarihli raporunda gösteriyor: Türkiye dahil, 25 “yükselen piyasa ekonomisi”ne dönük sermaye hareketleri 2014-2015 arasında  1234 milyar (1,234  trilyon) dolardan 391 milyara düşmüş; 2016’da yüzde 84’lük bir artışla 718 milyar dolara çıkmıştır. 2017 boyunca üçte bir oranında bir artışın süreceği öngörülüyor.
Türkiye ise, bu dalgalanmanın 2015’teki “iniş” aşamasından payını aldı;  yabancı sermaye girişleri önceki yıla göre yüzde 29 düştü. 2016’daki canlanma Temmuz şoku sonrasında kesintiye uğradı. Dış kaynak girişlerinde Şubat 2017’de başlayan hızlanma ise şimdilik sürmektedir.
Aynı soru gündemdedir: Nereye kadar?
FED VE DİĞERLERİNİN EK MARİFETLERİ    
Batı merkez bankaları da, tedirginliğe ek katkı yapmaktadır.
ABD, AB, İngiltere ve Japonya merkez bankaları 2007 krizi sonrasında finansal piyasalardan, sürekli “kâğıt varlık” topladı; likidite pompaladı. McKinsey Raporu’na göre, 2008-2016 arasında  bu dört merkez bankasının menkul değer portföyleri 9700 milyar (9,7 trilyon) dolar genişledi.
Finansal piyasalara astronomik likidite akıyor; bankalar da sıfıra yakın faiz oranlarıyla merkez bankalarından borçlanabiliyor… Finans kapital için şahane bir durum…
Likidite genişlemesi ve çok ucuza borçlanma, Batı ekonomilerinde yatırımları, üretimi beslemedi; büyük ölçüde borsalara, hisse senedi alımlarına kaydı. Menkul değerlerin (finansal servetlerin) milli gelire oranları yükseldi.
Artan likiditenin bir bölümü de çevre ekonomilerine aktı. “Taşıma suyla spekülasyon” anlamına gelen “carry trade” beslendi.
2015’te FED finansal piyasalardan tahvil, senet alımını durdurdu. Yükselen piyasalara fon akımlarında o yıl gerçekleşen daralmayı tetiklemiş oldu.
Avrupa Merkez Bankası (AMB) ise aylık 60 milyar avro’luk alımlarını sürdürüyor; ama, yavaşlatması, giderek durdurması bekleniyor.
FED piyasalardan alımları iki yıl önce durdurdu, ama  elindeki tahvil ve senet stokunu boşaltmadı. Vadesi gelen kâğıtları, aynı miktarda yeni senetle değiştirmekteydi. Geçen hafta bu konuda yeni bir karar aldı: Aylık 10 milyar dolar tutarında tahvil, senet stokunu boşaltmaya başlayacaktır ve bu tempoyu zamanla yükseltecektir.
Bu, vadesi gelen tahvilleri (örneğin ABD Hazinesi’nden) tahsil etme anlamına gelir. Aynı miktarda parasal daralma gerçekleşir; piyasa tahvil faizleri yukarı çekilir. Bir yıl içinde aylık 50 milyar dolara ulaşacağı planlanan bir finansal daralma gündemdedir. AMB de bu yıl bitmeden benzer bir “portföy daraltma” başlatacakmış. Sonuçlardan biri, çevre ülkelerinden sermaye çıkışıdır.
Türkiye’yi yönetenlere (haddim olmayarak) akıl vereyim: Sıcak para girişlerinin sürüklediği bugünkü canlanmanın tadını çıkarın; galiba fazla sürmeyecek. Shiller’in öngörüsü tutarsa, Batı’da başlayacak “iniş" aşaması, 2018-2019’da bize de yansıyacak; “yükselen piyasa ekonomilerinin kırılganları” listesinin demirbaş üyesi olan Türkiye, iki güç yıl yaşayacaktır. 

Korkut Boratav / SOL

Nuriye ve Semih ve kalbimiz - MİNE SÖĞÜT

İşlerini geri isteyen KHK mağduru iki genç insan... Dünyanın bedeli en ağır direnişini sergiliyorlar.
Kendi ölüşlerinde devletin katilliğini ispatlamak için yemek yemiyorlar.
Günlerdir.
Aylardır.
Artık gözümüzün önünde bile değiller. 



Ama her an aklımızın bir köşesinde kendilerini usul usul öldürmekteler.
Biliyoruz...
Devlet onları işlerine iade edene kadar bu eylemlerini sürdürecekler.
Ve biliyoruz...
En baştan beri biliyoruz, devlet onları işlerine hiçbir zaman iade etmeyecek.
Genelde zaten lanet olan...
Ama şu an özelde lanetten de beter olan bu devlet...
Hepimiz biliyoruz, dünya yıkılsa onların isteklerine olumlu yanıt vermeyecek.
O devlete baskı yapabilecek hiçbir güç, hiçbir irade yok ortada.
Bu kıskacın içinden o iki insanı çekip çıkarabilecek tüm dinamikler çoktan dağıldı gitti.
Onları işlerine iade edin” diye haykıran sesler işitilmedikleri bir koridorda uğulduyorlar.
Hukuk, devletten başka kimsenin lehine işlemeyen hukuk, her şeye sağır.
Ne uluslararası bir diplomasi, ne toplum baskısı, ne vicdan, ne akıl...
Yasaları hiçe sayan...
Akılsızlığı tavan yapan...
Vicdanı alafranga bir züppelik sanan...
Ülkeyi her yerinden aşağıya çeke çeke batıran bir iktidarın sağduyusu, bu iki insanın direnişini kendine bir koz olarak kullanacak kadar sığ.
Onlar artık bir hukuk garabetinin haklı ve en baştan yenik iki güçlü ikonu.
Onların yaşamları ve ölüme yatmaları ve mahkemede yaptıkları savunmaları evet, ülke tarihine büyük ve güçlü bir cümle olarak geçecek.
Ve biz tarihe geçecek “cümleler” için kendi hayatlarını feda edilmeye değer gören insanlar üzerine daha çok düşünüp tartışacağız.
Onlar girdikleri yolun geri dönüşü olmadığını bize en baştan söylediler.
Bu geri dönüşsüzlük çok yakıcı ve yıkıcı. Mahkemedeki Semih ve hastanedeki Nuriye...
Ülkede yaşanan korkunçluğun altını kendi hayatlarından vazgeçme eylemiyle çizerken biz bedeller ve inançlar ve ideolojiler ve ilkeler üzerine uzun uzun tartışacağız..
Sıkıştığımız noktada susup kalacağız.
Onlar...
Ölmeye devam edecekler.
Çünkü yaşamak için önce bir ölmek gerektiğine inanıyorlar.
Gerçeğin terazisiyle tartıldığında ağır basmayacak bedeller, yanında durulması ve desteklenmesi zor meseleler.
O yüzden gelinen nokta şaşırtıcı değil.
Tabii ki hapiste olacaklar, tabii ki korkunç bir iddianameyle yargılanacaklar, tabii ki gözlerden uzak tutulmaya çalışılacaklar...
Tabii ki hikâyelerine insani açıdan asla bakılmayacak...
Tabii ki haklılıkları ideolojik bir kaosun derinliklerinde kaybolacak...
Onların iki genç insan olduğu...
Sizin benim gibi olduğu...
Hem düşmanları hem de dostları tarafından zamanla unutulacak.
Birileri onlara illa terörist gözüyle bakacak; birileri kahraman.
Bense gözümü ve kalbimi bir türlü alamıyorum onlardaki o sıradan ve kıymetli insanlıktan.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Zamların suçlusu bulundu... - ÖZLEM YÜZAK

Evet, yanlış duymadınız. Önceki gün açıklanan zamların, ÖTV’lerin, motorlu taşıtlar vergisinin, diğer vergilerin yükseltilmesinin, kamu arazilerinin, kamu mülklerinin, lojmanlarının satılacak olmasının, 3 yılda 30 milyar liralık özelleştirme yapılacak olmasının arkasındaki suçlular bulundu. Dedektif gibi iz sürdüm ve şimdi suçluları açıklıyorum. Suçlu: Saman ve yoksullar.

 
Yanlış duymadınız. Yakamıza yeniden zamk gibi yapışan zamların nedeni ilk 7 ayın sonunda 21 milyar TL’ye çıkan bütçe açığı. Hükümetin derdi bu açığı kapatma ve hedefleri tutturmaya çabalamak. Zaten bu bakış açısı ile fazla yapabileceği bir şey de yok. Üretmeyen ekonomilerin ellerinde sadece bir yol vardır. Halkı kaz gibi görüp, yolabildiğince yolmak. 


Gelelim suçlulara. Samanı ilk kez 2012 yılında ithal etmeye başladık. Kilosu 25 kuruş olan saman önce 50-60 kuruşa, ardından 1 liraya çıkınca ve tüccar samanı stoklamaya başlayınca komşu Bulgaristan’dan saman ithal etmeye başladık. Komşunun gözü açık. Tonunu 40 dolardan satmaya başladığı samanı talep artınca önce 60, ardından 70 dolara çıkardı. Türkiye’ye maliyeti ise gümrük vergisi olmamasına karşın taşıma, liman hizmetleri, karantina, boşaltma ve benzeri maliyetlerle tonu 120 dolara kadar geliyor. Dolayısıyla ot meselesi çözülmeden et meselesi de çözülemiyor. Çiftçilerin bankalara olan borçlarının 14 yılda 14 misli arttığı bir yapı, beraberinde Türkiye’yi fasulyeden karpuza pek çok ürünü ithal eden ülke konumuna getiriyor. Tabii uluslararası derecelerimiz de var. Örneğin sığır ithalatında dünya ikincisi ve Avrupa birincisi olmuşuz. Alt alta sıralayın bütçe açığına katkılarını bulun. 


Ya yoksullar? 

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in verdiği önergeye gelen yanıt bizzat suçlulardan birini daha işaret ediyor. Yoksulları...
Türkiye’de aylık geliri 592 liranın altında olan 9 milyon insan yaşıyor. Nüfusun yüzde 10’u devletin doğrudan desteğine mecbur. Her 8 kişiden 1’i doğrudan devlet yardımı alıyor. Sadece yeşil kart sahipleri için devletin ödediği rakam yılda 7 milyar TL.
Bu iki örnekten yola çıkarak suçluların sayılarını da dilediğiniz gibi artırabilirsiniz. Geldiğimiz yapı onlarca yeni suçlu yaratabiliyor zaten. 


Üretmeyen, üretmeyi teşvik etmeyen, insanını eğitmeyen, ayakları üzerinde durabilecek koşulları yaratmayan, doğru politikalar geliştirmeyenler sonuçta varlıklarını sürdürebilmek için zamlara muhtaç olur, yolunacak kaz avına çıkarlar...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Bütçe bağı söküldü, ‘torba’yla tutmaz - ÇİĞDEM TOKER

“Bütçeyi bağlama” sonradan deyime dönüşmüş olan, hakiki bir iple bağlama işlemidir. Maliye bürokratlarının anayasal takvim yaklaştıkça sabahlayarak hazırladığı genel ve özel bütçeli kuruluşların bütçeleri üst üste konur, Maliye Bakanı da DMO menşeli iple bütçeyi bağlayarak, iyi dilekler, dua ve espriler eşliğinde üstüne düğümü atardı.
Meclis’e sunulan zalim vergi artışlarıyla dolu son “torba kanun”, 2017 bütçesini bağlayan düğümün koptuğunu gösteriyor.
Bu paket, normalde ek bütçe kanunuyla getirilmesi gereken maddeleri “torba”ya atarak, bir yandan Meclis’teki muhalefeti; diğer yandan da bir avuç müteahhit şirketin zenginleşmesi uğruna, emeğiyle geçinen milyonları ezecek. 


37 milyar ek borçlanma
2017 bütçesinde öngörülen açık 47.5 milyar TL’ydi. Bu tutar da Hazine borçlanmasıyla karşılanacaktı. Bir başka yasaya göre de borçlanma limiti ihtiyaç duyulursa, bir kere bakan, ikinci kez de Bakanlar Kurulu kararıyla iki kez yüzde 5’er artırım yapılabiliyor. Böylece toplamda gösterilen bütçe açığının, yüzde 10’u kadar daha borçlanma yapılabiliyor.
Bu hesaba göre 2017 yılı bütçesinde, Hazine’nin en fazla 52.2 milyar TL’ye kadar borçlanması gerekiyordu.
Fakat bu limitler çoktan aşılmış. 130 maddelik “torba kanun”un ortalarında bir yerine, rakamla değil yazıyla küçücük bir rakam konulmuş:
“Net borç kullanım tutarı 2017 yılı için 1 Ocak 2017 tarihinden geçerli olmak üzere, Bakan ve Bakanlar Kurulu tarafından artırılan net borç kullanım tutarına otuzyedi milyar TL ilave edilerek uygulanır.”

 
Gerçek açık 89.2 milyar TL
Böylece, yılbaşında 45.2 milyar TL olarak planlanan 2017 yılı bütçe açığı, 89.2 milyar TL’ye uzanıyor. Peki, bu tutarın tamamı bakanın açıkladığı gibi savunma harcamalarına mı gidiyor?
Bu gerekçe kısmen doğru olsa bile eksik; eksik olduğu için de yanlıştır.
Maliye’nin inandırıcı olması için bu kaynağı hangi açıkları kapatmak için kullanacağını açıklaması gerekir. Yap-İşlet- Devret ve Yap-Kirala-Devret modeliyle yaptırılan tünel, köprü ve şehir hastaneleri için imzalanan sözleşmelerden başlayabilir mesela.
AKP rejimi, bütçe dışı verdiği garantilere imza attığı sözleşmeleri “ticari sır” gerekçesiyle açıklamıyor. Çünkü açıklasa, hangi şirkete döviz kuru üzerinden ne ödeyeceği ortaya çıkacak. Böylece kendisine, rejime destek veren, birlikte iş yaptıkları şirket çıkarlarını, halkın çıkarlarının önünde tutuyor. 


TVF’ye Hazine’den kaynak
Torba Kanun’a eklenen bir başka maddeyle de tam bir şark kurnazlığı yapılmış.
Hazine’nin Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) hiç ismini filan anmadan kaynak aktarılmasının önü açılmış. 76. madde 76, Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi Kanunu’nun ek 1. maddesini değiştiriyor. “Fonlara yapılacak aktarımlar” başlıklı madde, normalde Hazine’nin fonlara kaynak aktarmasını düzenliyor. İşte yeni torba kanun, bu maddeye “sermaye şirketlerine ve/veya projelere finansman sağlayan Fonlara” ibaresini ekliyor. Bu da TVF’yi tarif ediyor.
Şimdi söyleyin:
Bu “tedbirler” savunma harcamaları arttığı için geldiyse, ticari sır gerekçesiyle açıklamadığınız garantili projelere, Hazine’den TVF aracılığıyla bizim vergilerimizi neden aktarıyorsunuz?
3. köprü, Osmangazi, Avrasya müteahhitlerine Hazine’nin TVF üzerinden aktaracağı kaynakla, ülke savunması için kullanılan savaş uçağı, tank harcamalarının ne ilgisi var?
Cevabı bilsek de soruyoruz.
Sahi siz kimi kandırıyorsunuz?


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Irak Kürdistanı: Halkın iradesi mi? Aşiret sultası mı? - TANER TİMUR

Gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor.


Bu kez korkulan oldu; Barzani geri adım atmadı; referandum yapıldı. Erbil’den yapılan açıklamaya göre Iraklı Kürtler ezici bir çoğunlukla bağımsızlığa “evet!” dediler. Şimdi biz de siyaset erbabı “referandum geçersizdir” diye nutuklar atarken, iş erbabı da “kâr-zarar” hesapları yapıyor. Son yıllarda Irak Kürdistanı Türkiye’nin dostu, Kerkük de Türk ekonomisinin bir parçası haline geldiğine göre, bu oylamaya bu ülkede kim kayıtsız kalabilir ki? “Referandum yok hükmünde!”; “Hesabını soracağız!”; “Sen kaşındın Barzani!” Bunlar 25 Eylül sabahı gazetelerde okuduğumuz bazı manşetlerdi. Ertesi sabah, sonuçlar belli olduktan sonra da gazetelerin çoğu cumhurbaşkanının şu cümlesini manşet yaptılar: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” Adeta bir “darbe”yi haber verir gibi. Aslında biz de, Kürtler de bu gibi nutuklara yıllardır alışkınız. Oysa gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun, bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor. İpler yine “Düveli Muazzama”nın elinde, sahnedeki oyuncular ise bölge insanları.
Birinciler gökleri kontrol ediyor; ikinciler yerde savaşıyor. Oyunun adı da konuldu: “Vekalet Savaşı.” Oysa “vekil”ler bu savaşta hiç de “paralı asker” sıfatını kabul etmiyorlar. Biz de varız, diyorlar; bizim de bir davamız var; başkaları için değil, kendimiz için savaşıyoruz!

2003 yılında Irak’ın işgaline tanık olan İrlandalı gazeteci Patrick Cockburn, geçenlerde Kerkük’ün o günlerde nasıl  yağmalandığını hatırlamıştı. Köşesinde (Independent, 22 Eylül, 2017), 10 Nisan 2003’te yağmacılar Kerkük’ü soyarken, Peşmergelerin “boşluğu doldurmak” üzere şehre nasıl girdiklerini anlatıyordu. O günlerde de kıyamet kopmuştu. Herkes Kürtleri tehdit ediyor, “size gösteririz!” diyordu. Hatta Cockburn’ün kendisi de “Kürtlerin zaferi Türkiye’nin işgali korkuları yaratıyor” başlıklı bir yazı yazmıştı.

Barut fıçısı bölgede devlet içinde devlet
Sonra korkulan olmadı. 2005’te bir anayasa kabul edildi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu. Barut fıçısına dönüşmüş bir bölgede giderek “devlet içinde devlet” haline gelen “federal” bir yönetim çıktı ortaya. Kendi parlamentosu ve askeri gücü olan; yabancılara vize veren; başka ülkelerle, Erbil’deki konsolosluklar aracılığıyla, doğrudan diplomatik ilişkiler kuran; gençlerine Kürtçe eğitim veren bir “özerk” yönetim.

Oysa bu yönetim bölgede örnek bir “model” oluşturmaktan uzaktı. Bir aşiret yapısını en ileri anayasa ilkeleriyle süslemiş garip bir alaşım manzarası sergiliyordu. Durum buydu ve beliren kaos ortamında Kürt yönetimi her türlü kötülüğün nedeni sayıldı: Aşiret zihniyeti, yolsuzluk, bağnazlık, Kürtleştirme politikası, kısaca kötü yönetim. Kürtlere her zaman arka çıkmış P. Cockburn bile bunların tamamen haksız olduğunu yadsıyamadı.

Ne var ki Barzani, vekilleri ve dostları da bu arada boş durmadılar. Onların da söyleyecekleri vardı; söylediler. Mealen, şuydu söyledikleri: Biz bu toprakların en ezilmiş halkıyız; Saddam yıllarca bizi ezdi; kimyasal silahları Suriye halkından önce biz tanıdık. DAEŞ’le biz savaştık; bu toprakları Ortaçağ vahşetinden biz kurtardık; bunu yaparken de her türlü kökenden yüz binlerce sığınmacıyı topraklarımızda barındırdık. Oysa biz terörle savaşırken, Irak Hükümeti, DAEŞ’in ve Şii milislerin kontrol ettiği yerlerde «devlet bütünlüğü» adına memur ve müstahdemlere maaş ödemeye devam ediyordu. Bugün herkesin karşı çıktığı referandum zaten 2005 Anayasası’nda (md. 140) yazılı bulunuyor. 2007 yılı sonuna kadar bunun uygulanmasını önleyen taraf da biz değil Irak Hükümeti oldu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulursa, varılan noktada, Kürdü, Arabı, Türkmeni, Süryanisi, Yezidisi ile tüm halkımızın bağımsızlık istemekten başka çaresinin kalmadığı anlaşılır. Kaldı ki, oylamada «evet» çıksa da, biz hemen bağımsızlık ilan edecek değiliz. Bölgedeki istikrarı bozmamak için dostça görüşmelere, barışçı yollar aramaya devam edeceğiz.

Kürtlerin feryadında haklı noktalar vardı
Kuşkusuz, durum, çizilen tablodaki gibi parlak olmaktan uzaktı ve daha ilk maddesinde «Bu Anayasa Devlet bütünlüğünün teminatıdır» diyen Irak Anayasası bir “bağımsızlık” oylamasına izin vermiyordu. Yine de teslim etmek gerek ki Kürtlerin bu feryadında haklı noktalar vardı. Fakat ortada da yanıtlanması gereken önemli bir soru kalıyordu. Irak Kürdistanı bölgede zaten «bağımsız bir devlet» özellikleri taşırken, Barzani, bu kritik dönemde neden tüm dünyayı karşısına alacak bir çıkış yapmıştı? Buna nasıl cesaret etmişti? Amerika’sı, Rusyası, İran’ı, Türkiye’si «sakın ha!» derken, Irak Hükümeti mutlaka önlem alacağını söylerken, Kürdistan Parlamentosu böyle bir kararı nasıl alabilmişti?

Şurası önemli: Aslında büyük güçlerden ABD referanduma esasta karşı çıkmıyor. Sadece onu zamansız buluyor ve -bir Beyaz Saray açıklamasına göre (15 Eylül 2017)- DAEŞ ile savaş gündemin ilk maddesi iken, böyle bir oylamanın “ihtilaflı topraklarda özellikle istikrar bozucu ve tahrik edici” sonuçlar doğuracağını düşünüyor. “İhtilaflı topraklar” da, başta Kerkük, Irak Kürdistanı’nı teşkil eden üç eyaletin (Erbil, Dohuk, Süleymaniye) dışında kalan ve hukuken Bağdat’a bağlı olsa da, fiilen Kürtlerin kontrolünde bulunan topraklardan oluşuyor.

Gelişmelerde en ilginç taraflardan biri, resmi planda referandumu destekleyen tek devlet olan İsrail’in tavrı oldu. Diplomaside her zaman dikkatli ve ihtiyatlı adımlar atan bu ülkenin hesabı acaba neydi?

İsrail’in eski ABD elçilerinden Ron Prosor, adeta ülkesinin resmi görüşünü açıklar gibi, New York Times sütunlarında (24 Eylül 2017), İsrail desteğini Kürtlerin bölgede tüm aşırılıklara karşı bir «tampon bölge» oluşturacağı teziyle savunuyor. «Demokrasi bayrağının genellikle inik olduğu bir bölgede, Kürdistan’ın liberal demokratik değerleri kucaklamayı seçtiğini» söylüyor ve Başkan Trump’ı da bu desteği paylaşmaya davet ediyor. «Eğer, diyor, ABD istikar getirici, modernleştirici ve demokratik bir gücü desteklemek isterse, seçim kolaydır: Mr. Trump kazanana oynamalı, bağımsız bir Kürt devletini desteklemelidir».

N. Y. Times’ın Kudüs büro şefi D. B. Halbfinger ise, gazetesinde (22 Eylül 2017) Netanyahu’nun bu desteği tarihi Kürt-Yahudi dostluğuna dayandırdığını iddia ediyor. Yahudilerin daha Babil esareti sırasında Kürdistan’da olduklarını, altı yüz yıl önce de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü aldıktan sonra Yahudilere insanca davrandığını, hatta Yahudi Maymonid’i özel doktoru tayin ettiğini söylüyor. Günümüzde de bu dostluğun sürdüğünü birçok örnekle anlatıyor. Yazar, Kürtlerin, başta iki yüz bin Kürt Yahudisi (Kurdish Jews) olmak üzere, tüm Yahudilerin dostu olduğunu iddia ediyor ve yıllarca Kürtlere askeri eğitim vermiş emekli bir generalin “ben bir Kürt yurtseveri oldum” diyen sözlerine de yer veriyor.

İçtenliği kuşkulu bu satırları okurken, bizim de kafamızda şu sorular beliriyor: İsrail’in kendine özgü nedenlerle Barzani kozunu oynaması, acaba başka bir şeyi daha mı ifade ediyor? Bu açık destek, yoksa İsrail ile çok özel ilişkileri olan ABD’nin gizli desteğinin de bir işareti mi? Kuşkusuz üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir hususlardan biri de bu; özellikle de yıllardır Kürt Sorunu ile başı dertte olan bu topraklarda. O halde biz de gelelim Türkiye’nin tutumuna.

Ayağına kırmızı halılar seriliyordu
Barzani son yıllarda bu ülkede AKP yönetiminin sevgili dostu olmuştu. Sık sık Ankaraya geliyor; törenlerle karşılanıyor; ayağının altına kırmızı halılar seriliyordu. Ünlü «kazan-kazan» politikası yürürlüğe konmuştu; siyaset ile ticaret el ele yürüyordu.
Kendisi de elbette bu sevgi dalgasına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı. Siyasi planda Türkiye Kürtlerini AKP’ye yönlendiriyor, iktisadi planda ise kârlı bir ticarete konan engelleri kaldırıyordu. Özellikle enerji ve inşaat burjuvazisinin sevgili ortağı haline gelmişti. Ankara, Irak Kürdistanı’na bağımsız devlet muamelesi yapıyor, Bağdad’ı hiçe sayarak, Kerkük’le doğrudan petrol ticareti yürütüyordu. Bu yüzden Irak Hükümeti Kürdistan’ın tahsisatını kesince, bir ara Erbil’deki memurların maaşı bile Ankara’dan ödendi. Alan da memnundu, satan da; bu konuda Amerika’nın ikazları, İran’ın homurdanmaları para etmedi. Bölgede binden fazla Türk şirketi iş yapıyor, Habur kapısından günde binlerce tır kamyonu geçiyordu. Pasta büyüktü; başkaları da ziyafete katılabilirdi. Öyle ki, daha geçen Ağustos ayında, Başbakan Binali Yıldırım, Ankara’yı ziyaret eden Singapur Başbakanına bile pastadan pay önermişti. Ona, “Singapur’un elindeki para kaynağını Türk müteahhitlerinin gücüyle birleştirelim” demiş, “özellikle Suriye ve Irak’ın imar edilip ayağa kaldırılmasında ortak yatırımlar yapılabileceğini” önermişti. (Yeni Şafak, 22 Ağustos, 2017).

Ne var ki son yıllarda işler iyi gitmiyordu. Irak’a, bir ara 12 milyar doların üzerine çıkan ihracat, petrol fiyatlarının düşmesiyle 2016’da 7,6 milyar dolara kadar düşmüştü. Barzani de sıkıntı içindeydi. “Devlet” hazinesi boşalmış, borçlar artmıştı.
Peşmergeler arasında da aşiret kavgaları oluyor, otoritesi sarsılıyordu. Hanedan yönetimi ve parlamentoyu hiçe sayan tutumu bölgedeki “demokratik devrim” özlemlerine tamamen tersti. Irak Başbakanı İbadi’nin, Barzani aşireti ile Saddam’ın Tikrit aşireti arasında kurduğu paralellik pek de yabana atılacak gibi değildi.

2018’de başkanlık seçimi vardı ve bu koşullarda Barzani’nin seçimi artık üçüncü kez ertelemesi zordu. Bütün bunlarla ilgili ve bunlardan daha tehlikeli olarak da, ABD tarafından terk edilmekten korkuyordu. DAEŞ’in, peşmergelerin de katkısıyla sağlanan yenilgisi, sonunda kendi yenilgisi haline dönüşebilirdi. Amerika güvenilir bir ülke değildi; Irak’ın bütünlüğünü bölgede “Pax Americana” açısından daha önemli bulup, aşiretine “Savaş bitti; sizin de işiniz bitti; toz olun!” diyebilirdi. Bunu önlemek için bir koza ihtiyacı vardı. İşte referandum bu konuda bir can kurtaran simidi olabilirdi. Bağımsızlığa yol açmasa bile, kendi gücünü ortaya koyacak, kamuoyunu etkileyecek, Kürtlerin öyle kolaylıkla harcanacak “paralı askerler” olmadığını gösterecekti.
Hesabını iyi yapmıştı. Türkiye’den kuru sıkı tehditlerden başka bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Beştepe için 2019 seçimleri hayati idi ve milyarlarca dolarlık Irak ticaretinden vazgeçemezdi. Nitekim referandumun ertesi günü Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek, “Kuzey Irak’ta ticaretle ve gümrük kapıları ile ilgili bir talimat yok” demiş ve piyasaları rahatlatmıştı. (Hürriyet, 27 Eylül 2017). Türkiye cephesinde durum buydu.

Bağdat’ı masaya oturmaya zorlayacak
Irak’a gelince, Barzani, Bağdat’ı da masaya oturmaya zorlayacak ve bir taraftan sarsılmış meşruiyetini onarmak isterken, öte yandan da federe devletinin haklarını artırmaya çalışacaktı. Zaten oylamadan sonra yaptığı ilk konuşmada da şunları söylüyordu: “Referandum, sınırların çizilmesi için değildir. Biz diyaloga hazırız. Biz komşularımızla hiçbir sorun yaşamak istemiyoruz. Erbil ile Bağdat arasındaki  sorunların çözümüne yardımcı olmalarını istiyoruz.” Olur mu? Pekala olabilir. Hatta emperyal devletler de bir ‘modus vivendi’ için aralarında anlaşabilir. O zaman zevahir kurtarılmış olur; işler şimdilik yoluna girer ve bu gibi “diplomatik” incelikleri çok iyi bilen The Economist dergisinin yazdığı gibi (23-29 Eylül, 2017) “Batılı devletler de Barzani’nin Kasım ayındaki seçimi yeniden ertelemesine göz yumarlar.” Böylece kurtuluş da gelecek baharlara ertelenmiş olur. Halklar, bin bir hesaba dayanan göstermelik referandumlarla değil de, gerçekten bilinçlenerek, kardeşlik içinde, kendi kaderlerine hakim olana kadar.

Taner Timur / BİRGÜN

Ne zaman sıkışırsa Kemalizme sığınıyor: Böyle olur İslamcı dış politika dediğin - MUSTAFA K. ERDEMOL

Yandaşların AKP hükümetinden oluşturmasını önerdiği “yeniden Sadabat Ruhu” İran’la, Irak’la, Suriye’yle Kürt konusunda ortak tutum alma çağrısıdır.

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Açıkçası biz son ana kadar Barzani’nin böyle yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk. Demek yanılmışız” diyerek IKBY Başkanı Mesud Barzani’nin Bağımsızlık Referandumu kararı karşısındaki politikasızlığı yandaş medyada yeni arayışlara yol açtı. Yıkalım, yok edelim çığlıkları arasında birileri Sadabat Paktı “ruhu”ndan söz etmeye başladı.
Malum Sadabat Paktı, Türkiye’nin “Bölge Merkezli Dış Politikası’nın önemli anlaşmalarından biriydi. 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Irak, Afganistan arasında imzalanan, anlaşmaya taraf olan devletlerin sınırlarında güvenliğin sağlanmasını içeren bir anlaşmaydı. Sadabat Paktı 1979'da İran'daki İslamî rejim, paktı feshettiğini imâ edene kadar hukukî varlığını sürdürmüştü.

Neden yapıldı?
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1926’da İran’la, iki yıl sonra Afganistan’la yaptığı anlaşmalar bu ülkelerle olan mevcut sorunları kaldırmış bulunuyordu. Irak’la Musul kaynaklı sorunların çözümü yolunda atılmış adımlar vardı. Buna rağmen 1937’de neden adı geçen ülkelerle yeni bir anlaşma yapılmak ihtiyacı duyuldu peki? Sadabat Paktı hangi gerekçeyle ortaya çıktı?
Askeri bir pakt olmadığı ilan edilmişti. Anlaşmaya imza atan ülkeler birbirlerinin içişlerine karışmayacakları yönünde birbirlerine taahhütte bulunmuş oluyorlardı. Birbirlerinin sınırlarına saygı da duyacaklardı. Taahhütlere uyulmaması durumunda taraflar birbirleriyle görüşerek sorunları çözecek, uluslararası büyük güçlere, Milletler Cemiyeti Konseyi’ (zamanın BM’si) dışında, başvurmayacaklardı,

Yandaş basının, iktidarın “think tank” işlevi gören kurumlarının yeniden bir “Sadabat Ruhu” istemelerinin nedeni anlamak için Sadabat Paktı’nın 7. maddesini anımsamamız lazım. Söz konusu maddede “taraflar kendi sınırları içinde öteki tarafın kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak ya da hükümet rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, gruplar ya da örgütlerin kurulmasını ve onların eyleme geçmelerini engellemeyi” içeriyor.

Anlaşmanın diğer maddeleri zamanla işlevsiz kaldı ama 7. Madde Pakt ortadan kalkıncaya kadar geçerliliğini sürdürdü.

Kürd’e karşı istenen “ruh”
IKBY’nin yaptığı referandum doğruydu, yanlıştı, zamanıydı, değildi, tüm bunlar tartışılabilir. Burada önemli olan AKP’nin Kürt sorunundaki geleneksel çizgiden şaşmaması. Kürt söz konusu olduğu zaman, hayatın her alanından söküp atmaya çalıştığı “Kemalist politikaları” işine geldiği zaman savunuyor olması. Şimdi yandaşların AKP hükümetinden oluşturmasını önerdiği “yeniden Sadabat Ruhu” İran’la, Irak’la, Suriye’yle Kürt konusunda ortak tutum alma çağrısıdır. Bu çağrı karşılık bulursa, bunda Irak Kürdü’nün başta İsrail olmak üzere emperyal güç odaklarından destek araması da etkili de olacak.
Sadabat Paktı’nın amacı “içerideki” sorunun halli için “dış düşmanla” anlaşmaktı. AKP’nin “yeni Sadabat Ruhu” nun tek bir farkı var ilkinden, etkisi ülke sınırlarınıda aşabilecek “içerideki “sorunun halli için bölgedeki “tüm düşmanlarla” anlaşmak.
Böyle olur İslamcı dış politika dediğin.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN 

28 Eylül 2017 Perşembe

‘Hiçbir talebim yok!’ - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet davasının üçüncü duruşması 25 Eylül 2015 Pazartesi günü yapıldı. Duruşma öncesi “Dışarıdaki Gazeteciler” inisiyatifinin olağanüstü çalışması, gazetenin çağrısı ile TBMM’nin en dayanışmacı milletvekilleri, gazeteciler, sanatçılar, avukatlar, sendikacılar, aydınlardan oluşan büyük bir nitelikli kitle Çağlayan Adliye binasının beton denizi görünümlü avlusunda toplanmışlardı.
Öğle sıcağı betona vurunca ikiye katlanıyordu. Ama kimse bir an önce buradan ayrılayım düşüncesinde değildi. Basın açıklamaları yapıldıktan sonra da bu hava değişmedi. Muzip olanlar yine pozitif bir olgu çıkarabiliyorlardı:
-Sıcak Dayanışma!
Gerçekten de sıcak bir dayanışma vardı. Yaşı yetenlerin hepsi de dayanışma birikimle sahiptiler. 12 Mart, 12 Eylül, 1990’ların Bölgesi ve 2000’lerin akepesi… Hepsinin sunduğu zehirden istifade etmişlerdi.

•••

Kimler yoktu ki?
Aslında isim saymak risklidir. Unuttukların, göremediklerin, atladıkların haliyle alınırlar. Ben konuştuklarımdan bir bölümünün adlarını bu yazının içinde geçirmek istiyorum.
İlk önce Diplomat Aydın Selcen ile sendikacı Mustafa Paçal’ı gördüm. Selcen Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu olarak 3,5 yıl görev yapmıştı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin başkentinde… O gün de referandum vardı bilindiği üzere. Basın açıklamasına kadar bölge ve liderler hakkında Selcen’in değerlendirmelerini dinledik ilgiyle… Sonra Hakan Kara ve eşi Sinem Kara ile kucaklaştık. Bir iki adım atmıştım ki, oyuncu Orhan Aydın’ın açılmış sevgi dolu kollarına düştüm.
Davanın sanıklarından Cumhuriyet Avukatı Mustafa Kemal Güngör’ü tahliye sonrasında ilk kez görüyordum, gazeteye gittiğimde sadece Bülent Utku ile hasret giderebilmiştim önce duruşma sonrasında…
AİHM’de en çok dava kazanan avukat unvanına sahip eski milletvekili Hasip Kaplan, gazeteci yazar Faik Bulut, gazeteci Tayfun Gönüllü, genç çalışma arkadaşı Simay Gözener ile birlikte derme çatma sıcak sevimli çay ocağına otururken Nur Sürer ve bir süre önce tahliye olan eşi Sarp Kuray’ı gördüm, el salladık birbirimize…
Sıcak beton üzerinde dolanırken savaş alanlarının en cesur kadın gazetecisi Nevin Sungur’u ve kameraman Gökhan Acul ile yanlarındaki yabancı gazeteci arkadaşlarıyla hasret giderdik.
Cumhuriyet’in Eski Milliyet’ten kazandığı Zeynep Oral hiçbir duruşmayı kaçırmama özeniyle oradaydı Türkiye Pen Kulüp Başkanı sıfatıyla… Hemen arkasında “özgür” gazeteci Selin Ongun binaya doğru ilerliyordu.
Tam işte orada diye işaretleyip ona doğru hareket ettiğim Musa Kart’ın karşısında yine birkaç yabancı kamera vardı. Ona değemeden geçtim.
Sevimli kafenin çıkışında ise benim sevgisine doyamadığım ağabeyim Altan Erbulak’ın eşi Füsun Erbulak ve kızı Sevinç Erbulak ile karşılaştım. Nasıl bir hasret gidermeyse her sarılmada özlememiz daha artıyordu. Çünkü Altan Ağabey bizi bırakıp yıldızlara doğru yükselişinden 30 yıl geçmişti.

•••

Duruşma salonu elbette bizleri alamazdı. Avrupa’nın en büyük yargılama binası olarak ilan edilen yapıda böylesi bir duruşma için uygun/yeterli salon yoktu!
Yüksek sesle haykırıldığında “Hepsinin tahliyesini istiyoruz” deniliyordu. Ancak küçük sesli konuşmalarda firelerin olabileceği ifade ediliyordu.
En çok da Ahmet Şık için endişe vardı. Ahmet savunmaları kadar, duruşma aralarındaki kısa mesajlarıyla da karşısındakileri sarsıyordu.
Zaten o da bunu bildiğinden olsa gerek hakim sorduğunda kalktı ve tahliyesini istemedi.
Onun bu hali akıllara Nikos Kazancakis’in kitaplarında, okurlarının yüreklerinde ve Girit’teki anıt mezarında yazılı olan şu sözleri getirdi:
“Hiçbir şey ummuyorum, hiç kimseden korkmuyorum, özgürüm!”
Ahmet Şık’ın son duruşmadaki kısa cümlesi de Kazancakis kadar görkemli bir çıkıştı:
“Hiçbir talebim yok!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Sömürge estetiğinde pamuk ve sanat üretimi* - MURAT YAYKIN

19. yüzyılın sonlarında Fas bir Fransız sömürgesiyken, şehirleri gazetecilere gösteren Fransız vali, kurulan ilk binalardan birinin, harita odası olduğunu gururla belirtiyordu. Aynı tarihlerde oryantalizmin afyonu ile hayallere dalmaya hevesli fotoğrafçılar ise Kahire’de tek dert ettikleri sorunun, şehri bir türlü yukarıdan görememek olduğunu söylemekteydiler. Bu uğurda Mısırlı gibi giyinen Avrupalılar, Kahire’nin sakinlerinden habersiz, şehrin ve şehirlilerin suretine sömürgeleştirmenin estetik çerçevesini yerleştiriyorlardı.


Modernizmin mucize icatları silahlarla şehri kuşatma altına alıp altın kaplamalı dürbünlerle şehirleri surlardan izleyerek sokakta amaçsızca yürüyenleri düzene sokma hırsı, bu düzensiz hayat sakinlerinin odalarını illaki temiz ve derli toplu görme arzusu, istatistikler çıkarma, askere gitmeyenleri köylerinden toplama, caddelerin, meydanların, ara sokakların kuşbakışlarını hiçbir detayı gözden çıkarmadan haritalara dökme çabası 19. yüzyılda Ortadoğu’yu metrekarelere böldü.
Batılıyı hasta eden Ortadoğulu dağınıklık hali ve kafasına göre takılan bu ahaliyi “nasıl kontrol altına alırız” fikri, vebalılara ve akıl hastalarına uygulanan izleme metotlarının, sömürgeleştirilen bu şehirlerin ve hatta evlerin, tarlaların en despot yollarla izlenmesiyle sonuçlandı.
Timothy Mitchell’in “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi” isimli kitabındaki ‘Gece-Gündüz İzleniyorlardı’ başlıklı bölümde köylüler için oluşturulan akıllara zarar izlenme mekanizması şöyle gerçekleşiyordu:“Kırsal nüfusun olduğu yerde sabitlenip Avrupa’nın tüketimi için pamuk ve başka emtiayı üretmesinin sağlanması için yerlerinin dikkatle tespit edilmesi, görevlerinin ya da üretmeleri gereken miktarın tam olarak belirlenmesi ve performanslarının sürekli olarak gözlenip rapor edilmesi gerekiyordu… Köylüler, kendilerine verilen işleri yaparken, ‘Program’da belirtildiği gibi gözlenecekler, tarlada piyade ve yabancıların denetiminde çalışacaklardı. Bu resmi görevliler fellahları her gün kontrol ediyor ve köylerini terk etmelerini engellemek için gece-gündüz takip ediyorlardı. İşini yapmakta kusur eden köylüler, hükümet tarafından atanan köy reisine (Şeyh-ül Beled) bildiriliyordu. Şeyh, bir fellahın tarlayı gerektiği gibi işlemediğini öğrendiğinde kırbaçla 25 kere vurarak cezalandırıyordu. Reis, köylüleri denetleme görevini savsaklarsa, ilk seferinde dövülüyor, ikinci seferinde 200 kırbaçla, üçüncü seferinde 300 kırbaçla cezalandırılıyordu.”

En ince ayrıntısına kadar sömürülen bu coğrafyalar, kendi bağımsızlıklarını ve aynı zamanda da yeni bağımlılıklarını kazanınca Avrupa’nın bu izleme pratikleri yerini daha ‘kültürel’ görünümlü çalışmalara bıraktı. 1889 senesinde Paris’te yapılan Dünya Fuarı’nda Kahire sokaklarının imitasyonu yapılırken duvarlar, gerçeğine benzetmek için ‘kirli doku’ ile örülüyordu. Sadece bu fuar için Kahire’den eşekler getiriliyor ve izleyicilere bu eşekler sırtında Kahire’nin imitasyonu gezdiriliyordu. Bu dünya fuarları 100 yıl içinde festival, sergi, bienal gibi etkinliklere dönüşse de içerikleri her etkinlikte bir öncekinin ötesinde daha farklı, daha yeni ve yaratıcı yaklaşımlarla tasarlanmış ‘şeylerin’ temsil edilmesi çabası ile farklı formlara dönüştü.

Şeylerin olması gerektiği gibi temsil edilmelerinin gerekliliği 19. yüzyıldan bugüne dek Avrupa ve Kuzey Amerika’da düzenlenen akademik, sanatsal, politik içeriğe sahip neredeyse tüm etkinliklerin bir kavramsal çerçeve ya da bir seçici kurul marifeti ile ‘bilinçli bir bütünlükte’ anlatılmasını gerekli kıldı. Mısır’da, Fas’ta ya da sömürgeleştirilmiş herhangi bir ülkede yaşanan akıllara zarar vahşi modernleştirme girişimlerinin temize çekilmiş halleri, kültürel etkinliklerde temsili dansçılarla temsili dilencilere, sempatik eşeklerden yemek kültürlerine uzanan çakma bir gizemli anlatımla ‘sanatsallaştırılıyordu.’

Sömürge ruhu ile denetlemeyi, şeylerin temsilinin temize çekilmiş hallerini ya da oryantalizmin tarihçesini anlatmak bir başka yazının konusu olabilir. Zamanda hızlı bir sıçrama yaptığımızda, pamuğun sağ salim Batı’ya ulaştırılması uğruna Mısır’da yürütülen uygulamaların, bugün de farklı yöntemlerle petrol ya da başka emtianın ticaretinin güvenle yapılması adına yürütüldüğünü, ancak uygulama metotlarının daha karmaşık ve gelişmiş olduğunu görmekteyiz.

Darwin’in Kâbusu (2004) isimli belgeselde Avrupa başkentleri ile Tanzanya arasındaki bir uçak seferinden bahsedilir. Uçak Tanzanya’dan Avrupa’ya pahalı havyar taşırken, Avrupa’dan Tanzanya’ya da ‘boş dönmemek için’ silah taşır.

Murat Yaykın / BİRGÜN

*Ahmed Tahrir’in bu yazısını artikisler.net sitesinden okudum, bütün olarak önemli bir yazı. Ülkemizle de ilgili bölümler var. Köşe olanaklarına göre yazıyı ikiye böldüm. Okur haftaya da takip eder kaçırmazsa sevinirim. BirGün okurlarına saygılarımla...

27 Eylül 2017 Çarşamba

Milliyetçiliği sizden öğrenecek değiliz - KEMAL OKUYAN

Milliyetçilik nedir?


Kimileri “yurdunu sevmek” olarak tarif edebilir, kendisini böyle bir tanımın içine yerleştirebilir ama bu son tahlilde kişisel ve pek gerçekçi olmayan fotoğrafıdır milliyetçiliğin. Milliyetçiliğe bugün “masum” bir içerik kazandırmaya çalışanların sığındığı bir limandır onu yurdunu sevmekle, hatta daha yerleşik bir kavram olan yurtseverlikle karıştırmak, hatta özdeşleştirmek…

“Ben ülkemi seviyorum, bu nedenle milliyetçiyim…” Çok iyi niyetli ama milliyetçilik bu değil!

Basitleştirecek olursak, milliyetçilik kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmaktır.

Bu iyi bir şey midir?
Hayır, bu iyi bir şey değildir.
“Ne var bunda, böyle bir dünyada kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmadan ayakta kalamazsın” denebilir.
“Böyle bir dünya”…
Neyi kastediyoruz?
Güçlünün güçsüzü ezdiği, onu sömürdüğü bir dünya!
O halde, ezdirmeyelim, güçlü olalım, biz başkasının tepesine çıkalım. Milliyetçilik budur, buna çıkar.
“Böyle bir dünya” tasvirinde yer alan dünyayı değiştirme iradesi göstermiyorsanız, kendi ülkenizin çıkarlarını öne yazmanın tek sonucu, başkalarına zarar vermektir.

“Böyle bir dünya”da herkes kazanmaz, kazanamaz. Çünkü bu dünya eşitsizlikler, adaletsizlikler üzerine kurulmuştur.

Ama bu dünyadaki eşitsizliklerin temelinde ülkeler arasındaki eşitsizlik yoktur. Bu dünyanın adaletsizliği ve eşitsizliği, insanlığın ancak çok küçük bir bölümünü oluşturan sömürücü bir sınıfın var olmasından kaynaklanmaktadır. Ülkeler arası eşitsizlik de bunun uzantısıdır. Sömürücüler ABD’de vardır, İngiltere’de vardır, Fransa’da vardır, Almanya’da vardır ama Türkiye’de de vardır. Daha yoksul bölgelere gidelim; Sudan’da, Nijerya’da, Tacikistan’da ya da Afganistan’da da aynı emek hırsızı, zorba sınıf mevcuttur ve bunlar yönetimdedir.

Bu alçak sömürücü sınıf dünyanın her ülkesinde kendi çıkarlarını “ülke çıkarı”, “ulusal çıkar” diye satabildiği için (de) iktidarını sürdürebilmektedir. Milliyetçilik halka bu zokanın yutturulması için en etkili silahlardan biridir.

Emekçi bir insanın zihninde ve yüreğinde milliyetçilik kendisini sömüren patronu bir başka ulusun yoksuluna tercih etme talihsizliğidir.

Ya da, başka ulusların sömürücülerinden nefret ederken kendi sömürücülerine iltimas geçmek…
Bu şöyle bir şey; Barzani’yi petrol zengini aşiret reisi diye aşağılayıp Koç ailesinin kasasından taşan servete “helal” damgası vurmak!

Milliyetçilikle yurtseverlik birbirine çok uzaktır; milliyetçilik kendi sömürücülerini aklamak, onları kayırmakken, yurtseverlik ülkeyi yerli ve yabancı sömürücülerden temizleme iradesidir.
İnsanlığın her yerde ihtiyacı budur.

Ülkesini gerçekten seven, yurdunu gerçekten sakınan biri o toprakların adaletsizlikle, hırsızlıkla, zorbalıkla, haksızlıkla kirletilmesine göz yummaz.

Biraz açalım mı?

Angola “zengin” bir Afrika ülkesidir. Zengin derken, halkı çoklukla yoksuldur da ülkenin doğal zenginlikleri göz kamaştırıcıdır: Altın ve petrol!
Burası asırlarca Portekiz’in sömürgesiydi, pis sömürgeciler burayı yağmaladılar, hele petrol çağında Angola iyice kıymete bindi, Angola kıymete bindikçe Angola’nın yerli halkının üstüne binen yük de arttı. Sonra isyan etmeye karar verdiler, silaha sarıldılar. Portekiz sömürgeciliğinin tükenişine damga vuran örneklerden biriydi Angola Kurtuluş Savaşı. Öne çıkan örgüt MPLA idi; Sovyetler Birliği’nin ve Küba’nın ve de Portekizli komünistlerin desteğini aldı, Portekizli sömürücüler kovuldu, bütün kritik sektörler devletleştirildi, Angola halkı eğitim, sağlık ve adaletle tanıştı, modern kentler ortaya çıktı.

1990’lar geldi ve Sovyetler Birliği yıkıldı, dünyayı kirleten piyasacı güçler altın ve petrole hükmeden Angola’nın şanlı gerilla hareketinden kalma yöneticilerini bir bir satın almaya başladı; çürüme bir anda yayıldı ve birkaç yılda ahlaksız mı ahlaksız sömürücü bir sınıf ortaya çıktı. Ülkenin devrimci kurtuluşunun simgesi olan bayrağı bile değiştirmeye tenezzül etmediler, aslında ezilenlerin simgesi olan çark ve palayı kullanmak işlerine geliyordu, bu da bir “milliyetçilik”ti. Kendileri milyarlarla oynarken, aç ve yoksul Angola halkı “aynı bayrağa” tapıyordu. Çark emekçilerin kurtuluşunu değil Angolalı zenginlerin kâr makinesini tasvir ediyordu; pala kırsaldaki yoksul siyahların silahı değil adaletsiz bir rejimin copuydu, tankıydı, topuydu gayri…

Ben bu yeni sömürücü sınıfın üyelerini Portekiz’de görmüştüm. Sekiz kapılı limuzinlerden inen semirmiş siyahlardı bunlar, boyunları eğilmişti taktıkları kalın altın kolyelerin ağırlığından. Yıllardır kendilerini sömüren beyazlardan intikam alırcasına yatırım yapıyorlardı Portekiz’de. Beyaz siyahı sömürmüyordu da, siyah kendi renginden olanlarla beraber beyazları da sömürüyordu.
İnsanlık kara derili sömürücülere anlayış göstermeyenlerin, beyaz ya da siyah bütün sömürücü alçaklara karşı duranların elinde yükselecek.

Türk ya da Kürt ya da Arap veya Yunanlı…
Bütün halkların kardeşliği…
Peki bunu sağlayacak olan ne?
Eşitlikçi bir düzen. Başkası olmuyor. Emperyalizme karşı mücadele, Türkiye artık kaynak aktarmasın, başka ülkelerin sırtına binsin kalleşliğiyle yapılıyorsa zaten emperyalizme karşı mücadele değildir.

Ya da bağımsızlık?..

21. yüzyılda sömürücü sınıflara yaslanan hiçbir bağımsızlık hareketi insanlığa hizmet etmez.
Neymiş, böyle bir ilke varmış!
Bugün devrimciliğin tek ilkesi sömürücülere karşı mücadele etmektir.
Koç ya da Sabancı’ya ve bu ülkenin sırtına binmiş bilimum sömürücülere duyduğumuz öfkeyi Barzani’den esirgemeyiz.
Zamanında sırf Kürt sorununu “çözecek” diye Erdoğan’a
“demokrat”,
“özgürlükçü”,
 “reformcu”,
hatta
“devrimci” sıfatlarını yakıştıranlardan öğrenecek değiliz milliyetçilik nedir, enternasyonalizm nedir, Marksizm nedir…

Evet, Orhan Gökdemir’in yazdığı gibi Barzanistan’a da Tayyibistan’a da karşıyız.

Kemal Okuyan / SOL