18 Ekim 2017 Çarşamba

Evrim, ‘Kedicikler’ ve Piltdown - TAYFUN ATAY

Her tarafım tırmık çizik içinde!
Hay, şu “Darwin ve din” yazısını yazmaz olaydım!..
Adnan Oktar'ın “Kedicikler”i “tweet-retweet” olup tırmaladı, ısırdı her yanımı…
“Allah’ı inkâr eden en büyük sistem olan Evrim’in kurucusu Darwin”in dindar olduğunu söylediğime bozuldular.
“Evrim’in ne demek olduğunu biliyor musunuz Tayfun Bey” diye sordular.
“Yaratılış”ı ispatlayan 700 milyon fosili yüzüme çarptılar.
“Darwin, Allah yok, her şey tesadüf dedi” yumurtlamasında bulunup altına “Sizce bunlar tesadüfle mi oluştu” diye güzel mi güzel, tatlı mı tatlı böğürtlen, çilek, kiraz, portakal, süt, peynir, kaymak görüntüleri serpiştirdiler.

***
 
Hâlbuki ben de aynı saatlerde Mehdiliğini şafak sayar gibi beklediğimiz Adnan Hoca’mızın Boğaz’da yat sefasında görkemlice oturduğu masanın etrafına dizilmiş, aynen güzel mi güzel, tatlı mı tatlı diğer “Kedicikler”e bakıyordum.

Ve zaten ikna oluyordum: Bunların hiçbiri “tesadüf”le oluşmadı!
Yaratılışı ispatlamak için önüme 700 milyon fosil sermeye gerek yok.
"Kedicikler" bizatihi ispatlıyor: Her tarafları, dudakları, burunları, yanakları, kaşları, kalçaları… Hepsi tam bir yaratılış, hem de “baştan yaratılış” harikası!..

***
 
Bu “yaratılışçı” heyecan ve sıcaklık karşısında evrimsel biyolojiyi savunan “serinkanlı” bilim çevrelerinin en büyük dezavantajı, ne söylediklerinin, ne de yaptıklarının “popülerleştirilebilir” olması…
Evrimin Tanrı, Allah ve de “Adnan” karşısındaki en büyük açmazı, popüler kültüre elverişli bir nitelik taşımaması...
“Tanrı” ise popüler kültürün, kültür endüstrisinin kayıtsız kalamayacağı bir “kaynak”. Düşünsenize, “GOD TV” bile var!..
Eh, Adnan Hoca’nın A9 kanalı da aynı minval üzere, hem de hurilerle, gilmanlarla bezeli bir “elektronik cennet bahçesi” değil mi zaten?!
“Harun Yahya” müstear adıyla 1980’lerden beri ABD’deki Evangelistlerin “İslami kol”u gibi evrime savaş açmış Adnan Hoca’mızın bu kanalından güzel mi güzel, diri mi diri “Kedicikler” marifetiyle yaratılışçılık propagandası yapılırken;
Yaşını-başını almış, saçı-ruhu ağarmış, gıdısı sarkmış bir adam;
Tutmuş, evrim konusunda yaygın ama yanlış bilinenlerin ötesine geçelim, söylenenlerin altına saklanmış söylenmeyenlere bakalım;
Diyormuş…
Kim takar Yalova kaymakamını!..

***
 
Böyle, ama gel de nefsine gem vur! Bir kere şeytan girmiş içimize, ha bire fiştekliyor sen devam et suyu bulandırmaya diye!..
Misal, “Kedicikler” daha “amino asit” değilken de evrim karşıtlarının ağzında sakız olmuş, şimdi ise “Kedicikler”in cak cak tweet’lediği “Piltdown sahtekârlığı” olayı…
Bilim alanında evrimi araçsallaştırarak bezirgânca tezgâhlanmış bir sahtekârlık…
Ve burada da söylenenlerin altında kurnazca saklanmış “söylenmeyenler” var.

***
 
1912-15 arasında İngiltere’nin Sussex bölgesindeki Piltdown yerleşmesinde bulunmuş bir “fosil”e inanmaya yönlendirildi bilim camiası.
Sahtekâr bir koleksiyoncu tarafından düzenlenmiş olay-buluntu, bir insan kafatasına eklenmiş orangutan alt çene ve dişlerinden müteşekkildi.

Başından itibaren önemli sayıda bilimci, kemiklerin tümünün aynı canlıya ait olduğuna ikna olmamıştı, ama “olay” yayıldı: İşte, insanla maymun irtibatını ispatlayan fosil “ara form” bulundu dendi.
Öyle olmadığını anlamak için yaklaşık 40 yıl, kimyasal tarihleme yöntemlerinin geliştirildiği 1950’leri beklemek gerekti ve sahtekârlık ortaya çıkarıldı.
 
***
 
Peki, (işte burası hiç söylenmez) bu sahtekârlığı ortaya çıkaranlar kimdi dersiniz?
Her ikisi de antropolog olup insan biyolojik evrimi alanında çalışmalar yapan Joseph Weiner ve Kenneth Oakley!..
Onlar ve “evrimsel insanbilim” için sahtekârlığın aydınlatılması, sadece insan evriminin paleontolojik kayıtlarını daha doğru şekilde düzenleme yolunda bir “temizlik”ten ibaretti.
Ama işte o zamandan beri evrime “vurmak” için yaratılışçı çevrelerin en büyük kozudur bu sahtekârlık. Hâlbuki aydınlatılmasını yine bilime, antropolojiye borçluyuz.
Vah zavallı yaratılışçılar, vah “Kedicikler”, vah “Adnanî”ler vah!
Evrime saldırırken bile evrimsel düşünenlerin emeğiyle nemalanıyorlar!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

16 Ekim 2017 Pazartesi

Bu kapitalizm, bu kriz, bu model... - ERGİN YILDIZOĞLU

Küresel kapitalizmin yapısal krizini, yönetenlerin çaresizliğini sergileyen bu kadar veri, bu kadar kısa
sürede çok ender olarak ortaya dökülür. Dünya ekonomisi 2007 krizi öncesindeki zaafları sergiliyor. IMF uzmanları, vergileme teorisine “şok” yaratan katkılar yapıyor. Başta ABD Merkez Bankası Başkanı Yellen olmak üzere, merkez bankaları başkanları, dünya ekonomisinin işleyiş dinamiklerini artık anlamadıklarını itiraf ediyorlar. 


Kısacası, bu mali kriz başladığında vurguladığım gibi, bu kapitalizm bu krizden çıkamaz. Bu krizin aşılabilmesi için kapitalizmin kendini birçok açıdan yenilemesi gerekiyor. Sorun şu ki bu kapitalizmden o kapitalizme, bir büyük savaş kavşağından geçmeden giden yolun haritasına ne hükümetler ne de merkez bankaları sahip.
 
Yeni bir mali kriz riski
Geçen hafta yayımlanan kimi veriler, dünya ekonomisini hatta siyasi sistemini yine şiddetle sarsacak yeni bir mali krizin ufukta görünmeye başladığını düşündürüyordu.
Bu bağlamda, birinci gösterge: Mali varlıkların getirileri düşmeye devam ederken fiyatları (borsa) çok yüksek düzeyde, “volatilite indeksi” (Vix) tarihsel olarak çok düşük düzeyde geziniyor.
Örneğin IMF’nin aktardığına göre, yüzde 4’ten daha yüksek getirisi olan varlıkların tüm varlıklar içindeki payı yüzde 80 ile 15.8 trilyondan, yüzde 5 ile 1.8 trilyon dolara gerilemiş. Bu sırada kaldıraçlı (borçlanarak oluşturulmuş) krediler hızla artarken G20 ülkelerinde toplam borçları 135 trilyon dolarla, ulusal hasılalarının toplamının yüzde 235’ine yükselmiş. Her iki alanda da oranlar kriz öncesi seviyeleri yakalamış durumda. 
 
Bu sırada dünya borsaları tarihsel olarak son derecede yüksek seviyelerde dolaşıyorlar. Yine bu sırada, resmi işsizlik oranları “düşerken” ne ücretlerde bir artış gözlenebiliyor ne de krizden bu yana 12+ trilyon dolar mali genişlemeye karşın enflasyonda bir artış. Bu sırada ekonomistler yine, “Philips Eğrisi”nin (işsizlik oranlarıyla enflasyon oranları arasında ters bir ilişki olduğunu iddia eder) kırıldığından söz etmeye başladılar aynı 1970’lerin başında egemen ekonomik model çökerken olduğu gibi.
 
Model çürümüş
Philips Eğrisi” kırılır, bir kenara konurken, yerine 1980’lerden bugüne kadar “Laffer Eğrisi” diye bilinen bir fantezi geçiyordu. Bu fanteziye göre, vergiler azaldıkça ekonomik büyüme ve devlet gelirleri de artar. Vergiler arttıkça da büyüme düşeceğinden devlet gelirleri de düşer. Bu fantezi sayesinde, OECD ülkelerinde, en üst gelir diliminde vergi oranları 1982’de yüzde 62’den 2015’te yüzde 35’e gerilemiş. 
 
Anlaşılan, IMF uzmanları, şimdi artık müstehcenleşen “Laffer Eğrisi” fantezisini de terk ediyorlar. Geçen hafta yayımlanan bir IMF çalışması, “vergi teorisine göre” en üst gelir dilimlerinin vergilerini, büyüme oranları olumsuz yönde etkilenmeden artırarak, gelir dağılımında iyileşme sağlanabilir diyor. 
 
İngiltere’de İşçi Partisi, IMF’nin bu saptamasıyla kendi ekonomik programı arasındaki benzerliği, haklı olarak vurgulamakta gecikmedi. The Economist her zaman olduğu gibi yine gelişmelerin gerisinde kalarak, “ama IMF onu demek istemedi” filan diye gevelerken, Başbakan Theresa May, “Bir siyasi mutabakat var sanıyorduk. Jeremy Corbyn bunu değiştirdi” deyiverdi. Financial Times’dan Philips Stephens de, “Popülizm nasıl önlenebilir” başlıklı yorumunda “bugünkü adaletsiz modeli savunmaktan vazgeçmeyi”... yeni vergilerlesosyal harcamalara kaynak yaratmak için, “dev şirketlerin üzerine gitmeyi” savunuyordu. 
 
Gelin görün ki, “bu adaletsiz model nasıl değişecek” sorusunun cevabını kimse bilmiyor. Financial Times, Washington’da toplanan Merkez Bankası başkanlarına atıfla, “ekonomik modelleri iflas ediyor, faiz ve para politikalarının ekonomi üzerindeki etkilerini anlayabildiklerine ilişkin kuşkular artıyor” diyor ve ABD Merkez Bankası Başkanı’ndan “temel teorik model çekirdeğine kadar çürümüş olabilir, orasını burasını kurcalamaya çalışmak belki de nafiledir” saptamasını aktarıyor. Evet, Yeni bir model, yeni bir uzlaşma aranıyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Darwin ve din - TAYFUN ATAY

Dan Brown’ın bu ayın başında çıkan yeni romanı “Başlangıç”, Frankfurt Kitap Fuarı’nda yazarın katıldığı basın toplantısıyla tartışmaya açılmış. Dün, Ertuğrul Özkök de Brown’la yaptığı röportajı sundu köşesinde.
Tanrı, dinler, yaratılış, evrim gibi birbiriyle hayli gerilimli titreşim içindeki kavram, kurum ve kuramlar üzerinden şekillendiği, dolayısıyla elbette “çok-satacak” romanı henüz okumadım ama ilk fırsatta okuyup değerlendirme yazmak istiyorum.
Özkök’ün röportajına bakılırsa roman, Tanrı inancını sorgularken evrim kuramını savunan bir mesaj vermekte. Brown’a romanda “Darwin’in Evrim Teorisi”ni sıkı bir şekilde savunduğunu belirtip bir soru yöneltiyor o…

Bir de “Ölüm döşeğine geldiğinizde rahip çağıracak mısınız” şeklinde, kendince “kritik” saydığı bir soru sormuş. Brown’ın cevabı, “Yanıma gelecek bir rahip bulunacağını sanmam” şeklinde…
Bu cevap beni toprağı bol olasıca Darwin’in son nefesi noktasında rahiplerle ilişkisini hatırlamaya sevk etti!..
***
Darwin’in evrimsel biyoloji çalışmalarına yapmış olduğu dönüştürücü katkı doğrultusunda, dinsiz, ateist ve materyalist olduğu ileri sürülerek dinsel bir lânetlemeye uğratıldığına hep şahit oluruz.
Bu yanlış mı yanlış bir kanaattir.
Sıkı Protestan olan Darwin’in doğa bilimci olarak sergilediği performansta dahi dinsel bir itki ve hareket noktası belirleyicidir.
HMS Beagle” gemisiyle beş yıl sürecek (1831-1836) dünya yolculuğuna gözlemci olarak katıldığında o, kendince “Kutsal Kitap”taki “Yaratılış” bahsini belgeleyip doğrulayacak bir araştırma yapma amacındaydı.
Ancak gezi boyunca yaptığı gözlemler, “Kitap”ı doğrulayan değil, onunla çelişen sonuçları önüne koyduğunda Darwin, ciddi bilişsel-varoluşsal sarsıntı geçirmiş ve bir iç-hesaplaşma yaşamıştır.
Bunun sonucudur ki araştırmadan çıkan bulguları ancak 20 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra (bazı zorlayıcı etkenler sonucu) 1859’da yayımlayabilmiştir. Hâlbuki kuramsal çerçeve 1839’da hazırdır.
***
Darwin, bilimsel bulguları ile dinsel inancı arasında sıkışıp kaldı.
Sıkışıklığı aşabildiği noktada da kendince bir “ara formül” bulmuş gibidir. “Türlerin Kökeni” ile Kutsal Kitap’taki anlatıyı sarsıntıya uğratırken bile “Tanrısal irade”yi hiçe saymama çabası sergiler. Bakın, evrim teorisinin en temel dayanağı sayılan bu kitap nasıl bir cümle ile bitiyor:
“Yaradanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçime üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve böylesi basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır” (“Türlerin Kökeni”, Çev. Ö. Ünalan, Onur Yayıncılık, 1984, s. 474).
Görüldüğü üzere Darwin, Tanrısal yaratılışla doğal türleşmeyi buluşturmuş, kendince adeta “teistik bir evrim” görüşüne işlerlik kazandırmıştır.
***
Dahası var: Biz hep dinsel öğretiyi zaafa düşürdüğü için Darwin’i lânetleyen kilise babalarının isimlerine aşinayızdır. Britanya Bilimler Akademisi’nde Darwin’i savunan bilimci Huxley’e, “Baban maymundu da anan neydi” demeye getiren Piskopos Wilberforce gibi…
Hâlbuki Darwin’i heyecan ve ilgiyle karşılayıp olumlamış rahipler de vardır. Mesela İncil’in yorumlanmasında dönemin önde gelen din adamlarından biri olan Hort, Türlerin Kökeni’ni kastederek “Darwin’i okudunuz mu?! Karşı çıkmayı hemen hemen olanaksız buluyorum. Her şey bir yana, böyle bir kitabı okumak insana çok şeyler öğretiyor” demiştir.
Demek ki Darwin inancın dışında olmadığı gibi, dönemin din adamları da topyekûn onun karşısında değildir.
***
Darwin’in bilimsel ve kuramsal katkısının materyalist temelde yorumlanması elbette söz konusu olabilir. Ama Darwin’in bir materyalist olduğunu söylemek zordur.
Ateist olduğunu söylemekse imkânsızdır.
Darwin, dindar ve “dürüst” bir bilim insanıydı. Bu yüzden ne bulgularını inancına kurban etti, ne de inancından vazgeçti.
Ve öldüğünde de Westminster başrahibinin onayıyla Londra’da Westminster Katedrali’nin bahçesinde, kurumsal ve “kurgusal” temellerini bir hayli sarsmış olduğu anlayışın bağrında toprağa verildi!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

15 Ekim 2017 Pazar

Dünya devleti, kabile devleti ve gizemli diplomasi - TANER TİMUR

Türkiye, Suriye krizinde, tüm ülkelerin baş düşman gördüğü DAEŞ’i değil, karada onunla en etkili savaşı veren PYD/YPG güçlerini gördü ve bölgede yalnız kaldı. Üstelik bu politikayla, istediğinin aksine, PYD/YPG’yi daha da güçlendirdi. Türkiye’yi uluslararası planda yalnızlığa iten ve on binlerce Suriyelinin yeniden göçüne yol açabilecek bu politika aslında iflas etmiştir.


ABD’nin vize kararının yarattığı tartışmalar dış politikamız konusunda ilginç bir gösterge oldu. Olay, büyük basın tarafından kamuoyuna daha çok iki büyük devlet arasındaki «restleşme» olarak sunuldu. Ankara’daki haddini bilmez elçi, ya da Washington’daki sorumsuz bürokratlar ağır basmış, ahmakça bir karar almışlardı. Önümüzdeki günlerde Erdoğan, dostu Donald ile bir telefon konuşması yapar ve durumu düzeltirdi.Oysa belli bir «imaj politikası»nın gizlemeye çalıştığı acı gerçek şuydu: Karar, iktidara “Make America great again!” sloganıyla yürümüş faşist bir zihniyetin izlerini taşıyordu. Ortada bir «restleşme» değil de, ABD’nin Türkiye’ye reva gördüğü bir «kabile devleti» muamelesi vardı. Nitekim Erdoğan’ın kendisi de, Ukrayna’da, karara ilk tepkisinde bu hissi dile getirmiş, «biz bir kabile devleti değiliz» demişti. Oysa sonra o da, «imaj politikası»na daha uygun bir çıkışla elini yükseltti, Amerika’yı asıl «fail» ilan etti ve «eğer Washington haberdarsa konuşulacak birşey yok!» dedi.

Sonra ?

Sonra kararın"Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’yla eşgüdümlü alındığı” açıklandı ve bu durumda da Erdoğan’ın artık Amerika ile “konuşacak bir şeyi” kalmadı!

• • •

İpler kopmuşa benziyordu. Kopmasa da, iyice gerilmiş ve iki ülke arasındaki içtenlikten uzak ilişkiler daha da zorlaşmıştı. Zaten yandaş medya çoktandır Amerika’yı düşman ilan ediyor, 17-25 Aralığın da, Gezi’nin de, 15 Temmuz’un da arkasında Washington’u görüyordu. Böylece Trump için beslenen umutlar da hızla soldu; Beyaz Saray’dan pirinç bekleyenler, “yoksa evdeki bulgurdan mı oluyoruz?” diye korkmaya başladılar. Geriye kala kala, kimilerinin “antiemperyalizm” diye yutturmaya çalıştıkları geleneksel “gâvur düşmanlığı” kalmıştı.

• • •

AKP “antiemperyalizm”i gerçekten ilginç bir “antiemperyalizm”! Emperyalist ülkelerdeki devlet-sermaye ikilemini ilginç bir şekilde kullanmaya çalışıyor ve bu bağlamda siyasetçileri karalarken, sermayedarları yanına çekmeye özen gösteriyor. Örneğin, bir yandan Merkel hükümetini “Nazi uygulamaları” ile suçluyor; öte yandan da Alman iş adamlarını topluyor ve onlara “başımızın üstünde yeriniz var” mealinde mesajlar veriyor. İdem Amerika! Orada da “İslamofob siyasetçiler” topa tutulurken, iş dünyasına garantiler veriliyor; MÜSİAD Başkanı, tam da vize krizinin ortasında, iki Amerikan eyaletindeki temsilciliklerini elli eyalete yayacaklarını ilan ediyor. Kısaca AKP iktidarı, gerçek patronlara şirin görünmeye çalışırken, onların işlerini yürüten kadrolara da durmadan hakaret ediyor.

• • •

Aslında Trump’ın başkanlık koltuğuna oturuşunu izleyen günlerde, Beştepe, hayli ihtiyatlı ve umutlu bir bekleyiş içindeydi. Trump’ın seçilmesinden sonra yaptığı konuşmada, Tayyip Bey, onun İslamofob açıklamalarına gönderme yaparak, “Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız; bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir” diyordu. Ve sonra bu “yanlış”ın düzeltilmesi için çeşitli girişimlerde de bulundu. Ne var ki durum değişmedi; aksine ipler gerildikçe gerildi ve sonunda da “Türk vatandaşları kolay kolay ABD’ye giremez!” noktasına geldi.

Öte yandan AB hükümetleri de çoktandır Türkiye’ye sağlam bir “müttefik” gözüyle bakmıyor ve Türkiye’nin tam üyelik hayalleri artık dudaklarda müstehzi bir gülümseme yaratıyor. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle başlayan dönemde Rusya giderek çarlığa, Türkiye de sultanlığa benzetilmeye başladı. Batı’nın en etkili yayın organlarında sık sık Putin, “çar”, Erdoğan da “sultan” giysileriyle sunuluyor.

• • •

Osmanlı Devleti’nin son döneminde Rus Çarı ile Osmanlı Sultanı, hep “düşman kardeşler”i oynadılar. 19. yüzyıl, “Doğu Sorunu” adı altında, Osmanlı-Rus savaşları ile geçti. Bu uzun dönemde II. Mahmut döneminde Rusya ile ilginç bir “dostluk” ilişkisi de yaşanmış, fakat hüsran ile bitmişti. Kendi valisi Mehmet Ali Paşa karşısında acze düşen, İngiltere’den de beklediği yardımı alamayan ıslahatçı Sultan II. Mahmut, “yılana sarılmış” ve Rus Çarı ile Hünkâr İskelesi Anlaşması’nı (1833) imzalamıştı. Oysa “ittifak” ne Osmanlıların ne de İstanbul’a göz koymuş Rusların arzu ettikleri bir şeydi. Dersaadet’de büyükelçiler savaşının, iktidar kavgasının bir parçası haline geldiği günler yaşanıyordu. Sonunda İngiltere ürktü; Akdeniz’deki çıkarları tehdit altındaydı; ünlü elçi Stratford Canning’i gönderdi ve işler rayına oturdu!

Osmanlı çöküşü, Sovyet Devrimi, antiemperyalizm ve Kurtuluş Savaşı’mızda kurulan gerçek dostluk ilişkileri.. Derken Sovyetler Birliği de çöktü ve Rusya’da 72 yıllık parantez kapandı. Aradan çeyrek yüzyıl daha geçti; bu son yıllarda da Türk-Rus ilişkileri arasında yepyeni bir sayfanın açıldığı söylenmeye başladı. Dostluğun simgeleri artık büyükelçiler değil, doğrudan devlet başkanları idi. “Çar” Putin ile “Sultan” Erdoğan sık sık görüşüyor; “anlaşmalar” yapıyor; Suriye’de “ortak hareket” planlıyorlardı.

• • •

Gerçekten de bir “dostluk” ilişkisi kurulmuş muydu? Sağlam bir dostluğun sosyal ve ideolojik temelleri mevcut muydu? Bu iki ülke, mevcut koşullarda, gerçekten de birbirine güvenebilir miydi? Kuşku yok ki, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, Ukrayna’da, Rusların şu sıradaki en hassas sorunlarıyla (Kırım’ın ilhakı, Ukrayna-Rus ilişkileri) ilgili sözleri, akla önce bu soruları getiriyordu. Yine de biz işe başından başlayalım ve ana hatlarıyla Türkiye ile Rusya’yı Suriye’de önce ayıran, sonra da “birleştiren” öğeleri anlamaya çalışalım.

• • •

Suriye Baharı, yabancı devletlerin müdahalesi ile uluslararası bir kriz halini alınca, başlangıçta Türkiye ile Rusya iki karşıt cephede yer almışlardı. Putin, Esad rejimine sempatisini gizlemiyor, ABD ile Türkiye ise, zalim Esad’ı bir an önce alaşağı etmeye kararlı görünüyordu. Ne var ki Türkiye patronajı altında kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bekleneni vermedi. Kısa bir süre sonra Suriye’nin önemli bir kısmı vahşet çetelerinin eline geçiyor ve Rusya’nın da savaşa katılmasıyla ortaya yepyeni bir tablo çıkıyordu. Kimyasal bombalar; düşürülen uçaklar; öldürülen elçiler.. Tünelin ucu ancak kanlı kavgalardan sonra, Aralık 2016’da, Halep’in kurtarılmasıyla göründü. DAEŞ Halep’ten kovulmuş, Putin ve Esad nihai zafere doğru büyük bir adım atmışlardı. Türkiye “ateşkes” için Rusya ile birlikte harekete geçiyor, ASTANA görüşmelerinin temeli atılıyordu. Bu yöndeki asıl gelişme, 4 Mayıs 2017’de, Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan ateşkes anlaşması ile sağlandı. Buna göre Suriye’de kan dökülmesini önlemek için “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı.

• • •

4 Mayıs anlaşması, sanıldığı gibi, Türkiye ile Rusya’yı bir cephede birleştirmiyordu. Aksine, görüşmelere iki ülke karşıt cepheleri temsil etmek üzere katılmış, “Rusya ve İran, Suriye devletinin; Türkiye de muhaliflerin garantörü” olmuştu. Türkiye, sivil halkın (ve de onların arasına karışmış cihadistlerin) İdlib’e nakledilmelerine yardımcı olacaktı. Bu demekti ki savaş bitmiyor, son perde İdlib’e erteleniyordu. BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın Halep tahliye edilirken dediği gibi «Haleb’in yerini, İdlib alıyordu». İdlib’in nüfusu iki milyonu bulmuştu ve bunun yarısı «nakledilenler»den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline gelmişti.

• • •

2017 Temmuz’unda Suriye iç savaşında aynı günlerde iki önemli gelişme daha yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, "Timber Sycamore" adlı CIA operasyonu çerçevesinde bir sürü muhalif guruba bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardım kesiliyordu. Karar, Trump’ın 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a söylediklerinin mantıki bir sonucuydu. Bu beyanatında, Trump, “Aynı zamanda hem Esad hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti. Şimdi Esad’ın elini serbest bırakıyor, ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyordu. Esad, Rus şemsiyesi altında, savaşı kazanmıştı.

• • •

Aynı günlerde gerçekleşen ikinci önemli gelişme de İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütünün Ahrar al Şam’ı alt ederek eyalete hakim olmasıydı. Böylece, Türkiye’nin yardımıyla, çoğu sivillerle beraber Halep’den İdlib’e naklonulan bu terörist grup Türk sınırlarında hegemonya kuruyordu. ABD’nin bölge özel temsilcisi McGurk da, yakınlarda, "İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide'nin en büyük barınma alanı haline geldi” derken, bu durumu kastediyordu. Şimdi, savaşın son aşamasında, Türkiye bunlarla karşı karşıyaydı ve 15 Eylül’de Astana’da Rusya ve İran’la yaptığı anlaşma çerçevesinde yaratılan “çatışmazlık bölgeleri”ne gözlemciler yerleştirecek ve barışı sağlamaya çalışacaktı. Bu arada Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını önlemenin de yollarını arayacaktı. 7 Ekim’de, sanki bir fütuhat operasyonuymuş gibi ilan edilen “İdlip Harekatı”nın amacı buydu.

• • •

Şimdi temel soru şu: Bu plan başarıya ulaşabilir mi? Gerçekten de HTŞ, müzakerelerle, çatışmadan çekilmeye razı edilebilir mi? Sabah gazetesinde (9 ekim) H. Kaplan, bu konuda, “HTŞ, ÖSO'nun (İdlib’e) girmesine karşı çıksa da, Türkiye düşmanı bir söylem gütmemeye dikkat ediyor” diyor ve bunun nedeninin de “bölge halkının Türkiye'ye yönelik hüsnü zannı” olduğunu söylüyor. Bunda bir gerçek payı olsa bile, ABD’nin, Rusya’nın ve tüm bölge devletlerinin baş hedefi haline gelmiş bir HTŞ’nin artık bir ölüm-kalım savaşından başka bir seçeneği kalmamıştır. Böylece Türkiye için en büyük tehlike de, “kirli iş”le yüklenerek HTŞ ile çatışmaya sürüklenmesi, ya da Rusya’nın yeni bir bombardıman dalgasıyla sınırımızda büyük bir göç dalgasına yol açmasıdır. Erdoğan’ın Ukrayna’daki Rusya’nın hiç de “dostça” bulmayacağı sözleri göz önünde bulundurulursa, Putin’in duyguları da kolayca tahmin edilebilir. Kaldı ki bugün Suriye krizinde Rusya’nın görüşleri, ABD’ye, Türkiye’ye olduğundan çok daha yakındır. Her ikisi de bölgede baş düşman olarak DAEŞ ve benzeri örgütleri görüyorlar. Türkiye ise, başından itibaren DAEŞ’i değil, (PKK ile aynı şey olarak gördüğü) PYD/YPG hareketini baş düşman tayin etmiş ve sonunda da bölgede yalnızlığa itilmiştir. Beştepe sözcüsü İbrahim Kalın, Haziran ayında yaptığı bir konuşmada, iki terör arasındaki tek farkın, “PKK terörünün Türkiye'yi hedef alması, DEAŞ terörünün ise diğer ülkeleri de hedef alması” olduğunu söylüyordu. Bizzat Erdoğan da, 9 Ekim’de, İdlib operasyonunu anlattığı konuşmasında daha açık oldu: “PYD-YPG denilen terör örgütü sıradan bir örgüt değil, tam aksine en doğudan Akdeniz’e oluşturulmak istenen bir terör koridorunu bozmak mecburiyetindeyiz, buna müsaade edemeyiz” diyor ve aynı önceliğin altını çiziyordu. Sonra da neden İdlib’te olduğumuzu şöyle açıkladı: “Halep’teki o insanlar, o varil bombalarının altından mecburen İdlib’e kaçmak zorunda kaldılar ve bugün yine tehdit altındalar. Öyleyse bize düşen bir görev de İdlib idi”. Daha açık olunabilir mi?

• • •

Bu panoramik gezintiden sonra diyebiliriz ki, Türkiye, Suriye krizinde, tüm ülkelerin baş düşman gördüğü DAEŞ’i değil, karada onunla en etkili savaşı veren PYD/YPG güçlerini gördü ve bölgede yalnız kaldı. Üstelik bu politikayla, istediğinin aksine, PYD/YPG’yi daha da güçlendirdi. Türkiye’yi uluslararası planda yalnızlığa iten ve on binlerce Suriyelinin yeniden göçüne yol açabilecek bu politika aslında iflas etmiştir. Bugünkü koşullarda, Çar’la Hünkâr İskelesi anlaşmasını imzaladıktan sonra, umutla İngiliz elçisini bekleyen II. Mahmut gibi, kimsenin Batı’dan bizi daha iyi anlayacak bir elçi bekleyecek hali yoktur.
Gerçek çözüm, dış politikayı yurt içindeki oligarşik çıkarlara alet eden demagojik popülizme “Hayır!” diyecek laik ve demokratik bir cephenin kurulmasına katkıda bulunmaktır.

Taner Timur / BİRGÜN

Türkiye bir kabile devleti midir? - Fatih Yaşlı

Bugünlerde sıkça bu soruyu soruyor ve bir tür inkâr psikolojisiyle, “Hayır” diye yanıtlıyorlar, “Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti değildir.”

Acaba?

Çoğu gayet eşitlikçi bir zihniyetle ve doğayla barışık olarak yaşayan kabile toplumlarını tenzih ederek ve teşbih olsun diye söyleyelim: “Evet, Türkiye nicedir bir kabile devletidir.” Anayasasızlığın, hukuksuzluğun, despotluğun, akrabalık ve kafa kol ilişkilerinin devlet yönetimine damgasını vurması ve iktidarın giderek kurumsal hüviyetini kaybedip yerini kişiselleşmiş iktidara bırakması nedeniyle böyledir bu. Türkiye hızlı bir şekilde “medeniyet yitimi”ne uğramakta, modernite rotasından çıkmış bir şekilde ve bu sefer teşbih yapmaksızın, kelimenin gerçek anlamıyla söyleyecek olursak “geri”ye doğru gitmektedir.

Artık “olağan” olarak yönetmesi mümkün olmayan bir iktidar ve yönetilmesi mümkün olmayan bir ülke vardır karşımızda, tam da bu nedenle OHAL bir kez daha ve sonra bir kez daha uzatılmak zorundadır. “Teröre karşı sonsuz savaş” mantığıdır bu ve elbette ki paradoksaldır da: Hem terörün en kısa zamanda bitirileceği vaat edilmektedir, hem de her yerde hazır ve nazır, kendisiyle ancak olağanüstü yöntemlerle baş edilebilecek bir düşmanın varlığı, iktidarın ömrünü  uzatmanın temel koşulu haline gelmektedir.

Mutlak bir şekilde dost-düşman ayrımı üzerine temellendirilmiş bu siyasetin ortaya “iki uluslu” bir ülke manzarası çıkarması elbette ki kaçınılmazdır. Biz ve onlar, dostlar ve düşmanlar, milletten olanlar ve geriye kalanlar… Türkiye toplumunun birbirine düşmanlaştırılması ve bu düşmanlığın devasa propaganda aygıtı aracılığıyla her gün yeniden ve yeniden üretilmesi iktidarın bekası adına kaçınılmaz bir zorunluktur. İktidarın ayakta kalmasının yolu, toplumsal bir aradalığın düzenli olarak maddi ve manevi tahribatından geçmekte, süreklileşmiş bir düşük yoğunluklu iç savaş ve teyakkuz hali başat yönetim teknolojisi haline gelmektedir.

Bu yıkmaksızın ayakta kalamama durumu, diğer alanlar için de geçerlidir, ülkenin saraydan yönetilmesi ve kişiselleşmiş iktidar için her türlü kurum paralize edilmeli, yıkılmalıdır. Bugün Türkiye’de yargı, ordu, üniversite yoktur; bunların hepsi gündelik politikanın hükmünü icra ettiği ve sayısız çıkar grubunun birbiriyle rant yarışına girdiği feodal beyliklere dönüşmüştür, “modern devlet” diye bir şey varsa eğer ve bu da kurumsallığa, yönetimin temel mantığını kurumsallığın oluşturmasına işaret ediyorsa, artık bu anlamıyla Türkiye’de modern bir devletten söz etmek mümkün değildir. Arpalık sahibi feodal beylikler ve tepede en büyük beylik… Manzara büyük ölçüde böyledir.

Bu manzaranın ekonomik alana yansımıyor olması elbette ki düşünülemez. Ayakta kalabilmek için Türkiye’nin bütün kamusal varlıklarını satmak kaçınılmazsa eğer, bundan kaçınılmamış ve 70 milyar dolar tutarında kamu varlığı sermayeye devredilmiştir. Yetmemiş, borçlanma olanakları dibine kadar zorlanarak toplam borç yaklaşık dört katına çıkarılmış, 400 milyar dolar bu halkın omuzlarına bindirilmiştir. Buna bir de “Devletin cebinden bir kuruş çıkmayacak” diye sunulan köprüler, tüneller, havalimanları eklenmelidir şüphesiz. “Dava komisyonu” ile verilen ihalelerle gerçekleştirilen yirmi otuz yıllık geri ödemeli bu projeler birer ekonomik yıkım ve ipotek projesidir, ekonomik rasyonalite bütünüyle çökertilmiş, eş dost sermaye grupları buradan palazlandırılmıştır.

Peki ya dış politika? Dün dost olanın bugün düşman ve düşman olanın dost olabildiği, oradan oraya savrulup duran, Kayserili halı tüccarı zihniyetiyle sürdürülen, güya denge siyaseti izleyen ama çırpındıkça daha çok bataklığa batan dış politikayla varılan yerin neresi olduğu bellidir. Tüm dünyayla kavgalı, devletten devlete ilişkileri kişisel bağlantılar ve lobiler üzerinden kurmaya çalışan, “ulusal çıkar” mefhumunu iğdiş eden, her türlü ilişkiyi kendi bekası ve ikbali adına kuran bir dış politika anlayışıdır bu karşımızdaki ve “kabile devleti” diyorsak, bunun en net gözlenebileceği alanlardan birisi burasıdır.

Tam da bu nedenle, Türkiye bugün ekonomisiyle, siyasetiyle, bir arada yaşama kültürüyle on beş yıl öncesine göre çok daha kırılgan, on beş yıl öncesine göre toplumsal fay hatları çok daha gerilmiş, on beş yıl öncesine göre emperyalizmin müdahalelerine çok daha açık ve çok daha az dayanıklı bir ülke görünümü sergilemektedir.

Bürokrasisi, kurumları, güvenlik aygıtı, ekonomisi, eğitim sistemi, dış politikası çökertilmiş ve bu süreklileşmiş çökertme sürecinin iktidarın ayakta kalabilmesinin asli koşulu haline geldiği bir ülkede, aynı iktidardan anti-emperyalist bir tavır beklemek, hele hele ülkenin gerçekten yurtsever insanlarını iktidarın arkasında hizalanmaya davet etmek ahmaklık değilse alçaklık ve alçaklık değilse ahmaklıktır.

Emperyalizm karşıtlığı mı, bağımsızlık mücadelesi mi, yurtseverlik mi, sonuna kadar ama bu tablonun sorumlularıyla hesaplaşma iradesiyle, İslamcılardan anti-emperyalizm çıkmayacağının bilinciyle, kendi ikbal mücadelesini ülkenin istiklal mücadelesi gibi sunanların tuzağına düşmeksizin, bağımsız bir sol siyaseti bu topraklarda var etme iddiasıyla öncelikle… Durduğumuz yer burasıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Baş ve dünya yuvarlaktır - Mine G. Kırıkkanat

Yahudilik, kadın kafasına yaşadığımız yüzyıldan 4000 yıl önce taktı ve “ya saçını kazıyıp görüneceksin ya da örtüneceksin” dedi.
Hıristiyanlık, aynı kuralı 2017 yıl önce benimsedi.
Mutlaka kan bağıyla edinilen Yahudilik yayılmacı bir din olmadığından; özellikle Batı toplumlarında kadının yerini en yaygın anlamda imana dayalı Hıristiyanlık belirledi.
Ancak...
Tanrı’nın oğlu kabul ettiği İsa’nın annesi Meryem’i kutsayarak, üç tektanrılı din arasında kadını en fazla yücelten inanç oldu... Denilse de, uygulamada pek de yararı görülmedi bu yüceltmenin. Örneğin İncil’de Aziz Paulus’un Efeslilere vaazında, hiç olmazsa kadına şiddet yoktu ve:
“Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı’ya itaat eder gibi itaat edin. Erkekler, karılarınızı İsa’nın Kiliseyi sevdiği gibi sevin” yazıyordu.
Peki, kadınlar pek mi sevildi, genelinde Hıristiyan, özelinde Katolik tarihte? Ne gezer... 

***

Kendisini dine adayan kadınlara, aynı Paulus, aynı İncil’de, “Mütevazı ve mutaassıp giyinsinler. Saçlarını örmesinler, altın, mücevher takmasınlar, gösterişli elbiselerden kaçınsınlar” deniyor ve ekleniyordu: “Din kadınları kendilerini hayır işlerine adamalı ve itaat görevlerini sessizce ifa etmelidirler...”
Rahibe cemaatleri böyle kuruldu ve manastır hayatı bu emirlere dayandı.
Bazı rahibe cemaatlerinde, mumya gibi bantlanan başların üstüne çarşaf örtülüyor, buna rağmen altındaki kafanın saçları da kazınıyordu.
Yani tarihte kimi rahibeler din kadınlığını, Yahudiliğin “ya kazıt, ya örtün” kuralını Katolik öğretide hem kafalarını kazıtıp hem örterek, başka bir deyişle iki kat diyet ödeyerek üstlendiler.
Yıllarca “sessizlik oruçları” tutanlar oldu. Zaten hepsi bakireydi ya da nedamet getirmiş, erkek eli tutmamaya yeminli, tamamı Hz. İsa’ya, yani cismi olmayan Tanrı oğluna önce nişanlı, sonra evli... 

***

Yemek orucunu, sessizlik orucunu kazayla bozanlar, aklından günah fikirler geçirenler, kendi kendilerini cezalandırmakla yükümlüydüler. Bu cezalar, bazen sabahtan akşama dua, aylar hatta yıllar boyunca kuru ekmek ve suya talim, bazen de kendini dövmek biçiminde uygulanıyordu.
Ve kendilerini cezalandırmak üzerine kurulu kadın yaşamları, hastaları iyileştirmek, sakatlara yardım, yetimleri eğitmeye adalıydı.
2000 yılda, aklını Tanrı’ya ve dine takarak kaçınan (kaçıran olabilir mi?) binlerce rahibe gelip geçti dünyadan. Yüzlercesi, en büyük günahı işledi ve intihar etti.
Yine de engizisyon ateşlerinden kurtulamadılar.
Ortaçağda, manastıra girmeden ve Kilise tarafından görevlendirilmeden rahibe yaşamı süren, kendisini hayır işlerine adayan “laik” kadınlara ve onlara destek veren erkek rahiplere “Beguin” ekolü denildi. 1139 Latran Konsili’nde, rahiplerle birlikte çalışmaları yasaklandı. 1233 Mayence Konsili’nde, Engizisyon Başrahibi Conrad de Marbourg tarafından yüzlercesi yakılarak ölüme mahkûm edildi ve “sahte dindarlık” suçundan yakıldılar. 

***

Peki, günümüze ne kaldı bu rahibelerden ve ekollerinden? 



Şöyle söyleyeyim: Nesli tükenen rahibeler hakkında anlatılan fıkraların, erotik ve pornografik “fantazm” metinleri ile çevrilen filmlerin sayısı, dünyadaki rahibe nüfusundan fazla. Ve kafasını saç teli görünmemecesine örten yegâne kadın türü rahibeler olan Katolik Kilisesi, giderek büyüyen din kadını açığını Siyahi Afrika’dan ithal ettiği yeni müminlere rağmen kapatamıyor.
Ve Almanya’daki ünlü Faşing karnavalında, resimde gördüğünüz rahibe kılıkları internette satılıyor, üstelik pek revaçta.
Kadın olsun, erkek olsun, insan başı dünya gibi yuvarlaktır. Önce dönmez sanılır, döner diyen yakılır, eninde sonunda döndüğü anlaşılır.
Demem o ki, 622 yıl kadar sıkacaksınız dişinizi. Çünkü Türkiye’yi yönetenlerin gizli takvimi, henüz miladın 1395’inci yılını gösteriyor.
***
Yukarıdaki yazım, ilk kez 2008 yılında yayımlanmıştır. Sadece tarihleri güncellediğim bu satırların; ülkemizi yöneten ve hicri takvimin 1439’unda takılı kalan zihniyetin, kadınlarımıza Medeni Kanun’la verilen erkeğe eşit insanlık hakkını müftülere nikâh yetkisiyle hacamata hazırlandığı günümüze, ışık tuttuğunu düşünüyorum. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

14 Ekim 2017 Cumartesi

Bir Ankara polisiyesi - Orhan Gökdemir

Malum, “t”siz Emrah S. içkili araç kullanıp bir ailenin yok oluşuna sebep olduktan sonra vicdan azabına dayanamayıp günler sonra teslim olunca karakteri Behzat Ç. de öksüz yetim kalakaldı. Düşünün, Behzat Ç.’nin yaratıcısı olan yazarımız Gezi kahramanıydı ama asıl ününü birkaç sarhoş polisi halkımıza sevdirerek yapmıştı. Yüzüne gözüne sabah akşam gaz sıkılan, coplanan, tekmelenen, tomalanan halkımız Emrah S.’nin paçoz polislerine bakıp bakıp pek eğlenmişti doğrusu. Ayyaşlıklarının yanında, küfürbaz ve cahildiler üstelik. Bir tuhaf lümpen muhabbetinden ibaretti her şey. Su testisi suyolunda kırılır yahut yazar kahramanına baka baka kararır derler. Öyle oldu, bir Ankara polisiyesi gibi nihayete erdi hepsinin macerası; karakolda bitti. Zamanımızın kahramanı anca bu kadar işte.
Hayır, edebiyat eleştirisi yazacak değilim. Onu bizim Taylan K. soL’da hakkını vererek yapıyor zaten. Ben başka bir Ankara polisiyesi anlatacağım size. Hem benim anlatacağım karakterler Behzat Ç.’yi ve yancılarını arka cebinden çıkarır.

***

İlker B… NATO’da, orada burada bir dizi görev yapıp, bir sürü madalya aldıktan sonra ülkenin çok sıkıntılı bir zamanında devletin en önemli koltuklarından birine oturdu. Bundan böyle vatanı o savunacaktı. Fakat görevi sırasında bir gün emrindeki bir aşçı patates taşırken takip edildiği polisler tarafından derdest edilince, devletin başka bir önemli koltuğunda oturan Bülent A.’ya suikast hazırlığı yapıldığı anlaşıldı. Aşçının cebinde Bülent A.’nın evinin sokağının krokisi bulunmuştu.
Hop, topladılar İlker B.’nin aşçısını ve arkadaşlarını. Belli ki pişmiş ete soğan doğrayacaklardı. Birkaç gün sonra aşçının cebinden çıktığını iddia ettikleri krokiyi gerekçe göstererek İlker B.’nin en az vatanı kadar özenle koruması gerektiği gizli kozmik odasına daldılar. Ne varsa kopyaladılar, ne buldularsa aldılar. Bir tek Bülent A.’ya suikast planını bulamadılar.
Gerçekte illegal bir tarikatın militanları olan hâkim, savcı ve polisler baktılar ki sert görünen uzun adam pamuk şeker kıvamında, gidip kışlalarını bastılar gündüz gözüyle. Kimse “siz kimsiniz, ne cesaretle silahlı kuvvetleri basmaya gelirsiniz” diyemedi haliyle. İlker B., bir asker olmasına rağmen yargı sürecini beklemeye pek meraklıydı çünkü. Alıp alıp götürdüler İlker B.’nin adamlarını. Görevi başında ilk tutuklanan kişi daha çiçeği burnunda bir asker olan Mehmet Ali Ç.’ydi. (Hayır, Behzat Ç. ile bir akrabalığı yok!) İlker B., kendisine yapılan “askerler askeri mahkemede yargılanmalı” uyarılarına kulak asmadı ve Mehmet Ali Ç.’yi tarikatın adamlarına teslim etti.
O yargı sürecini bekliyordu ama yargının süreci beklemeye hiç niyeti yoktu. Sonunda tutup yakasından İlker B.’yi de içeri tıktılar. Yattı, ağır cezalara çarptırıldı, sonra bir gün aniden bırakıldı. Hiç biri yargı sürecinin sonucu değildi. O öyle durup beklerken bütün tersanelerine girildi, bütün kaleleri zapt edildi, bütün adamları içeri tıkıldı. Ölen öldü, kalan sağlar darbeye kalkışmasın mı? Onu da beceremediler. Uzun esirlikteler şimdi. İlker B.’nin koltuğunda da Hulusi A. oturuyor üstüne üstlük. Emrindeki koca orduyu, o orduyla birlikte vatanı işte böyle tek kurşun atmadan, tek bir direniş göstermeden teslim etti İlker B. Üstelik hala yaptıklarının doğru olduğunu söylüyor.
Hücresindeki duvarına çentik atarak uzun esaretten azat edileceği günü bekliyor son günlerde. Her gün karakola gidip imza veriyor ve yargılaması hala devam ediyor!

***

Devlet B… “Devletin başına Devlet gelecek” diye karşılanıyordu yıldızının parlak olduğu zamanlarda. “Ülkücü hareketteki tek ülkücü olmayan kişidir” diyorlar arkasından şimdi. Devletin başına gelemedi ama bastonu olmayı başardı. Sistem her sendelediğinde ona yaslanıyor, o da tereddütsüz görevini yerine getiriyor. Görevli baston. İddia o ki, bu gerçekten ona verilmiş bir “görev”. Evet, Devlet’e devletin verdiği bir görevden söz ediyoruz!
Işıltısız bir öğrenci, uzatmalı bir asistandı Devlet B. Doktorasını 10 yılda zar zor verip, öğretim üyeleri arasına katıldı. Bu açıklanması güç ataleti “doktorasını solcu hocalar engelledi” diye açıklamaya kalkanlar var ama kim o solcu hocalar, onu söylemiyorlar.  İddia o ki kitap okumayı sevmez, o yüzden kitap yazmak da meşrebine uygun değildir. Kitapsız zaten. Fakat buna karşın o, sözlü kültürün yolunda ilerleyen bir ulu bilge. Doktora tezini gören bir faninin olmaması bu analizle örtüşmektedir. Partisi içindeki muhaliflerin dediğine göre doktora hocalarından Prof. Dr. Kamil T., onu kendilerine Milli Emniyet’in getirdiğini, bu sebeple yardımcı olduklarını beyan etmiştir. Ama bu genç adama iyi davranan ve yardımlarını esirgemeyen milliyetçi hocaları öğrencilerine küs göçmüşler dünyadan. Hem kitapsız, hem sevgisiz.
Ama nasıl olduğu hala bir sır, paraşütle ülkenin önemli partilerinden birinin başına geçmeyi başardı. Bu bir tür ilahi işaret gibiydi seçilmesi. Koalisyon kurdu, yarım da olsa iktidar oldu. Sonra bir gün, durup dururken ülkeyi tek başına erken seçime götürdü. O seçimde partisi baraj altında kaldı. Kendisiyle birlikte koalisyon ortağı da silindi ve böylece Tayyar E. için yol temizlenmiş oldu.
O gün bugündür baston. Mesela Abdullah G.’yi o seçtirdi. Ekmeleddin İ. adında bir zatı ana muhalefet partisine kakalamayı başararak aday gösterdi ve Tayyar E.’nin sorunsuz seçilmesini sağladı. Tayyar E. seçimde çoğunluğunu kaybedince yine koşup düştüğü yerden kaldıran o oldu.
O kadar ileri götürdü ki yandaşlığını, iktidarla akraba olan partisi bile dayanamadı buna. Oluk oluk kan kaybediyor son günlerde. Olup biteni karakola komiser atanmayı umarak ve püskevit yiyerek izliyor.

***

Kemal K., uçurumun kenarında olan ülkenin kendini kurtaracağını sandığı bir karakter. Ailenizin Ankaralısı. İlker B. orduyu, Devlet B. ülkeyi kurda kuşa yem ederken olup biteni ifadesiz izliyor fakat. Ankara Emniyeti adamlarından birini içeri tıkınca biraz sinirlenir gibi oldu ama uzun bir yürüyüş yapınca geçti. Şimdi koltuğunda oturup, kendi kapısını da çalmalarını bekliyor. Aklı hala Ekmeleddin İ. ile Mansur Y.’de. İlk seçimde yine onları aday göstermeyi planlıyor.
O sırada Levent G. ve Fidel O.  ile buluşarak Ankara’da olup bitenler hakkındaki engin analizlerinden faydalanıyor. Levent G.’nin “Tayyar E. ile birlikte halka açık bir camide Cuma namazı kılarsa ilk seçimden birinci çıkmasının garanti olduğu” yönündeki tezini bir de Binnaz T.’ye doğrulatmak istiyor. Binnaz T. ise “ben laikçi değilim” diyerek bu isteğe direniyor.
Kemal K., İlker B.’nin hayranlarından. Devlet B.’den pek hazzetmiyor, çünkü Devlet B. kimseden hazzetmiyor. Tayyar E.’ye karşı duyguları inişli çıkışlı. Çağırınca gidiyor, kovunca duruyor ama Tayyar E.’ye içten içe derin bir muhabbet beslemekten de geri durmuyor.
Olaylar Kemal K.’ya her şeye hazır olmayı öğretti. Eğer polis kapısını çalmazsa o gidip karakola teslim olacak.

***

Tayyar E. Ankara polisiyesinin en renkli karakteri. Devlet B.’yi bir odaya kapattı ve susturmayı başardı. Devlet B.’nin yokluğundan faydalanan Meral A.’nın arayışlarından kaygılansa da o cenahtan bir tehdit gelmeyeceğinin farkında. Kemal K.’dan değil ama adamlarından bazılarından hiç hazzetmiyor. İlker B.’nin kendisine tanrı tarafından gönderilmiş bir lütuf olduğuna inanıyor. Hulusi A.’ya bakıp o eski günleri hatırladıkça gözleri yaşarıyor. Ama her şey süt limanmış gibi görünse de İnterpol’ün Ankara Emniyetini aşıp kendisine bir baskın yapacağından endişeli. Macerasının karakolda bitmemesi için yatıp kalkıp dua ediyor.
Bir Ankara polisiyesi Emrah S.’ye rağmen devam ediyor!

Orhan Gökdemir/SOL

Alt emperyalizm antiemperyalizm - ALİ SİRMEN

Türkiye’yi dünyanın en yalnız ülkesi, en tepki uyandıran dikta diyarı konumuna düşüren, AKP’nin şaşkın ördek diplomasisini, bazı aklı evveller, bütün dünyaya tek başına karşı duran, yiğit antiemperyalist politika olarak göstermeye çalışıyorlar.
AKP, ABD emperyalizmi ve Türkiye’deki uzantıları tarafından, Türkiye’yi küreselleşmeye eklemlemek, İslami yönetim biçimi ile kapitalizmi bir pota içinde eritmek ve böylelikle Ankara’yı emperyalizmin bölgedeki çıkarlarıyla çelişmeyip, çakışan amaçlar doğrultusuna sokmak ve doğrudan iktidar olmak üzere dizayn edilerek hayata geçirilmiş Amerikan-Türk ortak yapımı bir projedir. Böyle bir projenin ürünü olan AKP’de, antiemperyalizm bulmaya çalışmak, şarkıcı Madonna’da “kutsal bakire” aramak kadar büyük bir şaşkınlıktır. 


Nitekim, ABD’nin, hiçbir hukuki dayanağı olmayan, Irak işgaline yardımcı olmak vaadi üzerine sisteme kısa devre yaptırılarak iktidara oturtulmuş olan AKP başta genel başkanı olmak üzere, ağır toplarıyla, 1 Mart 2003 tezkeresini TBMM’den geçirmeye canla başla çalışmıştır. 

***

ABD’nin herhangi bir Birleşmiş Milletler kararına da dayanmayan ve gerekçelerinin geçerli olmadığı zamanla açık şekilde ortaya çıkan Irak müdahalesini kolaylaştırmak üzere topraklarını işgalci güçlerin kullanımına açma konusunda, üzerine düşeni yapmakta ilk adımda başarısızlığına rağmen yılmayan AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan Amerikan emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi konusundaki tavrını şöyle açıklıyordu:
- BOP’un eşbaşkanıyım.
Washington’un bölgedeki doğalgaz, petrol kaynakları üzeindeki mutlak denetimini sağlamayı, Sam Amca’yı bölgenin tek egemeni haline getirmeyi amaçlayan BOP’un, Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar uzanan bölgede 22 ülkenin sınırlarında değişikliği öngördüğünü (Türkiye dahil) bizzat ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post gazetesinde yayımlanan makalesinde açıklıyordu.
AKP’nin diplomasisi, işte bu amaçların peşindeki ABD’nin stratejik ortaklığına talipti.
Son vize krizi sırasında, Amerikan Türk stratejik ortaklığı kavramını yine dile getiren Tayyip Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerini işleyen “Potus &Beyefendi” adlı son derecede ilginç kitabında o sırada Hürriyet’in Washington Temsilcisi olan Tolga Tanış, stratejik ortaklık bölümünde şu saptamayı yapıyordu:
Beyefendi’nin (T. Erdoğan kast ediliyor) fevri çıkışlarına bakmayın, Amerika’nın hep stratejik ortağı oldu.” (Tolga Tanış “Potus &Beyefendi” DK, İstanbul 8. baskı s. 35) 

***

Bu politikada antiemperyalist bir yön aramanın saçmalığını bu durumda bir kez daha vurgulamaya gerek olmadığı açıktır.
Peki, ne oldu da, ABD bunlara rağmen Türkiye, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ı karşısına aldı?
Bu durum, Erdoğan politikasının yapısından kaynaklanmaktadır.
Tayyip Bey’in BOP’un eşbaşkanlığı stratejik ortaklık politikası, antiemperyalist değil, bir yandan ABD’nin gerekli mekân ve zamanlardaki taşeronluğunu yaparken, taşeronun kendi çapındaki emellerini de gerçekleştirme peşinde koşan alt emperyalist damga taşır.
Bu alt emperyalizm, kendi hedefleri ile taşeronluğunu yaptığı emperyalizmin çıkarlarını bağdaştırmakta başarısız olup, istenmeyen denetim dışı girişimlere tevessül edince, ast üst ilişkilerinde bozulma ve çatışma meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Fevri çıkışlarına karşın, aslında politikasını Amerika’nın stratejik ortaklığı doğrultusuna oturtmaya özen gösteren Beyefendi’nin Washington ile arasındaki büyük çelişki ve çekişme işte buradan kaynaklanmaktadır.
Emperyalizmin taşeronluğuyla kendi alt emperyalizminin yönelişlerini uyum içinde yürütmeyi beceremeyen alt emperyalist politikayı, antiemperyalizm ile karıştırmak hatadır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Neleri kaybetmek üzereyiz? - ÖZLEM YÜZAK

Önce şunu kayda geçelim:
 Madde 1: Müftülüklere nikâh yetkisi veren tasarının geri çekilmesi için verilen mücadele sadece kadınların sorunu değil.

Madde 2: Nüfus Hizmetleri Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklik sadece kadınları değil tüm toplumu çok yakından ilgilendiriyor. Tıpkı bilimsel laik eğitim için verilen mücadelede kadın erkek ayrımı yapmadan tüm ana-babaların, konuya duyarlı tüm sivil toplum örgütlerinin yer aldığı gibi bu konuda da ortak mücadele gerekiyor.

Peki, neden bu konuya ağırlıklı olarak kadınlar sahip çıkıyor?
Erkek gazeteciler, yazarlar, erkek milletvekilleri, toplumda erk sahibi saygın erkeklerimiz neden yeterli ve gerekli mücadeleyi vermiyor?
Şunu bilelim ki, laik hukukun zedelenmesine karşı mücadelede ortak bir güç birliği sağlanmadan başarı şansı olamaz...
Şunu bilelim ki, karşımızda “toplumu dönüştürme” projesinden asla vazgeçmeyen, hazırladığı yasa tasarılarına mehter adımı gibi iki ileri bir geri ayar çekip sonunda istediğini yapan bir yapı var. Bu yüzden karşı mücadelenin örgütlü ve süreklilik halinde olması şart.
Önceki gün Dünya Kız Çocukları Gü-nü’ydü ve Türkiye’deki kız çocuklarının yaşadıkları “şiddet, tecavüz, erken yaşta evlendirilme, okula gönderilmeme gibi” devasa sorunlar bir kez daha masaya yatırıldı.
15 yıllık AKP iktidarının bu konuda başarısızlığını öncelikle, kadın erkek eşitliğine inanmayan zihniyette, referanslarını din eksenli oluşturmasında aramak zorundayız. Ve aynı zihniyet, işi, bir adım daha ilerletme çabası içinde. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bütçeden en fazla pay alan 5 kurum olduğunu da hatırlatalım bu arada...
Hatırlarsanız geçen yıl gelen tepkiler üzerine geri çekilen ve alt komisyona gönderilen bir tasarıydı bu. Orada oluşturulan “boşanmaların önlenmesi komisyonu” tarafından hazırlanan rapor ile yeniden alevlendirildi.
Şimdi TBMM Genel Kurulu’na yeniden getirilecek. Yasalaşması halinde hem kadınlar kazanılmış haklarını kaybedecekler hem de din eksenli bir toplumsal yaşam düzenlenmesinin bir adımı daha atılmış olacak.
Biraz daha açalım: Kamuoyunda, tasarı ağırlıklı olarak müftülüklere nikâh kıyma yetkisi bağlamında tartışılıyor. Evlendirme memuru olarak müftülüklere resmi nikâh yetkisinin verilmesi öncelikle laik Medeni Kanun’dan bir vazgeçiş. Ama ötesi de var. Bu konuda yıllardır mücadele veren Avukat Nazan Moroğlu ile konuşuyoruz.
Özetleyeyim: Örneğin
- Boşanmalarda arabuluculuk tayini:
İleri sürülen gerekçe; Çekişmeli boşanmanın olumsuz etkilerini azaltmak.
Türkiye’de boşanmaların önemli bir bölümü zaten şiddet kaynaklı. Ayrıca 6284 sayılı kanun ve İstanbul Sözleşmesi şiddet içeren durumlarda arabuluculuğu yasaklıyor. Kadın kendisine şiddet uygulayan bir adamdan kurtulmak istiyor. Arabulucu tayini, kadın üzerinde zaten var olan baskıyı daha da artırır.
- Nüfus kaydına sözlü doğum bildirimi:
İleri sürdükleri gerekçe; sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların olması ve bunların nüfus kaydına geçirilmesinin kolaylaştırılması.
Bu durum soy bağı ve miras hukuku açısından sorunlara yol açar, ayrıca çocuk yaşta anneliği ve zorla evlendirilmeleri, çokeşliliği kamu denetiminden mahrum bırakır.
- Çocuğun tecavüzcüsü ile evlendirilmesi: Çocuk istismarcısının tecavüz ettiği çocukla 5 yıl boyunca “sorunsuz” ve “başarılı” bir evlilik sürdürmesi halinde denetimli serbestlik öneriyor. Mevcut durumda, böyle bir evlendirilme halinde suçun düşeceğine ilişkin düzenleme yok.
- Kadınların nafaka hakkının evlilik süresi ile bağlantılandırarak kısıtlandırılması: Bu durum haliyle ekonomik özgürlüğü olmayan kadın açısından caydırıcı olacak.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

İnsan şeytanı zapt edince... - UĞUR KUTAY

2005’in Ocak ayında Maricica Irina Cornici adlı 23 yaşında bir genç kız, Romanya’nın kuzeydoğusunda bulunan Tanacu’daki manastıra yerleşerek rahibe oldu. 19 yaşındayken Almanya ve Romanya’da çocuk bakıcılığı yapmış, iş bulamadığı bir dönemde yetimhaneden tanıdığı çocukluk arkadaşı bir rahibenin önerisiyle manastıra girmişti.

Bir kaç hafta sonra bir ayin sırasında Maricica’nın kıkırdadığı duyuldu. Nisan ayına gelindiğinde genç kadının psikolojik durumu ve davranışları o kadar bozulmuştu ki, kısa süreliğine akıl hastanesinde yatmak zorunda kaldı. Doktorların teşhisi şizofreniydi ama manastırdaki diğer rahibeler ve yetkili rahip öyle düşünmüyordu: Kötü sözler söyleyen, dinsel kurallara saygı göstermeyen bu varlık Maricica değil, onu zapteden şeytandı.

Haziran ayında manastırın 29 yaşındaki rahibi Daniel Petre Corogeanu yanındaki dört rahibeyle birlikte Maricica’yı bir çarmıha bağladı, ağzına bir havlu tıkadı, üç gün boyunca yiyecek-içecek vermeden exorcism (şeytan çıkarma) ayini yaptı. Maricica öldü. Otopsi raporuna göre havasızlıktan ölmüştü ama aslında din yüzünden öldüğünü biliyoruz; Rahip Corogeanu tutuklanıp cezaevine gönderilmeden hemen önce şöyle buyurmuştu: “Şeytanı insanların içinden haplarla çıkaramazsınız.”
Bu ifadeyi geçen hafta gösterime giren The Crucifixion/Korku Kayıtları filminde aynen duyuyoruz: Cinayeti araştırmak için Romanya’ya gelen Amerikalı genç gazeteci Nicole’ün cezaevinde görüştüğü rahip inançlı bir ses tonuyla söylüyor.

Her biri pırıl pırıl İngilizce konuşan Rumen köylüleri, hayatında manastır odası görmemiş bir sanat yönetmeninin kurduğu belli olan setler, gazeteci kızın her istediğini anında verip -manastırın arşiv kayıtları, dosyalar vs.- her sorusunu hevesle yanıtlayan yetkililer gibi filmin inandırıcılığını yok eden unsurlar bir yana, Korku Kayıtları’nın en kötü tarafı tümüyle akıldışı bir inanç yüzünden gencecik kızı bile isteye ölüme gönderen rahip ve rahibeleri suçsuz gösterip temize çıkarma çabasında belirginleşiyor.

Sinema tarihinde kameranın sinematografik etiğe ve en basit insan haklarına karşı bu kadar feci bir silah olarak kullanıldığı filmlerin sayısı azdır. Korku Kayıtları da sadece bu tarihsel özelliğiyle izlenebilir bence...

Ama sorunun temeli bu konuda ve bu biçimde filmlerin yapılıyor olmasına değil, ciddi ciddi ‘insanlık suçu’ olarak tanımlanması gereken bir ritüelin 21. yüzyılın dünyasında, hem de resmi biçimde düzenlenebilmesine dayanıyor.

Bundan sadece üç ay önce, Rus Ortodoks Kilisesi’nin lideri Patrik Kiril ‘profesyonel psikiyatrik danışmanların başarısız olduğu durumlarda şeytan çıkarmanın yardımcı olabileceğini’ söyledi. “Şeytani güçler gerçektir ve kilisenin korumasında bulunmayan herkes onların kurbanı olabilir. Bir şeytan çıkarma ayinine katılan herkes, rahiplerin bu korkunç güçleri nasıl yendiğine tanıklık etmiştir.” (RIA Novosti’nin haberi: ria.ru, 09.07.2017)

Kimse de demiyor ki “Şeytandan kurtulmanın yolu inançtır diyorsunuz ama sizin bu şeytan da hep inançlı insanları ele geçiriyor, bu ne iştir yahu?!”
Haber arşivlerinde ateist Sovyetler Birliği zamanına dair ‘şeytan zaptı’ vakası bulamıyorsunuz, ama Sovyet Bloğu dağıldıktan sonra Ortodoks kilisesi hızla Doğu Avrupa’yı kaplarken ortalık şeytandan geçilmiyor! Hatta dinler bu konuda birleşip insanları birlikte öldürüyor: Temmuz 2010’da, Sibirya’nın Japon Denizi kıyısında yaşayan dört yaşındaki Dmitry Kazachuk’un annesiyle babası Koreli bir şamandan oğullarını iyileştirmesini istediler.
Şaman SSCB zamanında yasak olan eski dinsel ayinleri kullanarak Dmitry’yi öldürdü. Çocuğunu katilin kollarına bırakan anne, kadının ayin sırasında Dmitry’ye sürekli ‘Şeytan Lucifer’ diye hitap ettiğini söyledi (thehuffingtonpost.com, 15.07.2010)

Ortada çok fena bir şizofreni vakası var, doğru: Belirtileri evreni altı günde yaratan bir varlığa, o varlığın insanları cennet ya da cehennemde sonlanacak bir sınava soktuğuna, insanları saptıran şeytan diye bir kötülük kaynağı bulunduğuna vs. inanmak olan kitlesel bir şizofreni vakası; acilen tedavi edilmesi gereken devasa bir vaka...


Uğur Kutay / BİRGÜN

ABD bunu hep yapıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bunca önemli sorunun arasında önemsiz gibi görünebilir ama hiç de yabana atılacak bir olay değil bu. ABD’nin Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı’ndan (UNESCO) çekilmesi, bu kuruluşun özellikle bütçesini çok zorlayacak bir gelişme. Bilindiği gibi ABD UNESCO’ya 80 milyon dolar katkı payı veren bir üye idi.

ABD’nin çekilmesine gerekçe olarak bu kuruluşun İsrail karşıtı faaliyetler içinde olması gösteriliyor. UNESCO, siyasi bir platform değil, amaçları adından da belli olduğu gibi bilim, kültür ve eğitimle sınırlı. ABD’nin öfkesini çeken tutumu ise Filistin’i de üyeleri arasına alması. Filistin, 173 UNESCO üyesi devletin 107’sinin onayıyla üye yapılmıştı. Yani bu kararda tek başına UNESCO’nun bir tasarrufu söz konusu değildi. ABD bu kararıyla aslında o 107 ülkeye de tavır almış oluyor. Oylamada 14 ülke Filistin’in üyeliğine hayır demiş, 52 ülke çekimser kalmıştı. Görüldüğü gibi büyük bir çoğunluk Filistin’in UNESCO’nun 194’üncü üye olmasına büyük destek vermişti. ABD bu karara tepki olarak o dönem UNESCO’ya verdiği katkı payını ödemekten vazgeçmişti. Bu kurum için elbette mali açıdan zor bir durum, çünkü bütçesinin yüzde 22’si ABD’nin bu katkı payından karşılanıyordu. ABD bu payı ödemediği için oy hakkını da kaybetmişti. Yani kurum içinde uzun zamandır etkisiz bir üye idi.

ABD’ye göre Filistin’in UNESCO tarafından tanınması Ortadoğu’daki barış çabalarına darbe vurmuştu. Asıl darbeyi yiyenin Filistin konusundaki tutumu yüzünden uluslararası alanda tecrit edilme noktasına gelmiş olan İsrail olduğu belliydi. ABD’nin tutumu müttefikinin hassasiyetine uygun bir tutumdu. Bu tutumdan geri dönmek şöyle dursun, Donald Trump önceki gün ülkesinin UNESCO üyeliğini de sonlandırdı. Yani ABD kurumun üyeliğinden çekildi.


ABD’nin UNESCO ile sorunu yeni değil. Bu kurumla daha önce de çatışmaları oldu. ABD yönetimine göre UNESCO 1984 yılında Sovyetler Birliği yanlısıydı, bununla da kalmıyor, üçüncü dünyacı ne kadar tez varsa onlara destek veriyordu. Bu nedenle dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan da ABD’nin UNESCO üyeliğini sona erdirmişti. ABD’nin yeniden üyeliğe döndüğü tarih 2003’dür. Sovyetler yıkıldıktan sonra artık UNESCO’nın “Sovyetler” yanlısı olma  durumu da ortadan kalkmıştır artık.

Filistin’in UNESCO’ya üye olmaması konusunda sadece ABD değil, AB de bir hayli çabalamıştır. Üye olmaması karşılığında Filistin’e açıkça rüşvet teklif etmiştir örneğin. Beytülhalim’deki bir kilisenin yeniden onarımı için Filistin yönetimine fon sağlanacağı sözünü vermiştir. Filistin bu teklifi kabul etmemiştir tabii ki. UNESCO işte tam bu sırada çok takdire değer bir karar alarak, Filistin’in “gözlemci” olan statüsünü “tam üye devlet” olarak değiştirdi.

Bunun tanınmamış bir “devlet” olarak Filistin için ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yok. ABD gibi bir emperyal güce, hem de parasına muhtaçken meydan okuyup kararında ısrar etmesi UNESCO için övünülecek bir tutumdur. Filistin’i dışlanmak istediği büyük insanlık ailesinin bir ferdi olarak kabul ettiği anlamına gelir bu.

Bu karara tabii İsrail’in tepkisi çok büyük olmuştu. Hatta öyle ki dönemin bir İsrail yetkilisi kararı “trajik” olarak niteleyebilmişti. Oysa dediğim gibi UNESCO siyasi bir platform değil, BM’ye bağlı olsa da orada üye olmak Filistin için sadece sembolik bir anlam ifade ediyor, siyasi zafer anlamına gelmez bu. Büyük uluslararası toplumun bir parçası olma yolunda önemli bir mesafe kat edildiği doğrudur ama bu gerçekten Filistin için daha çok yolun başında olunduğu gerçeğini değiştirmez.
ABD buna bile tahammül edebilmiş değil. UNESCO üyeliğinden çekilerek bu kurumun tüm insanlık için yaptığı çalışmalardan da çekilmiş oluyor. Bilimde, eğitimde, kültürde artık yokum diyor. Siyasi amaçları olmayan bir kuruma karşı son derece siyasi bir tavır almış oluyor.

En büyük katkı payını kendisi veriyor diye UNESCO’yu kendi politikalarının uygulandığı bir kurum olarak görmeyi o kadar istiyor ki ABD bu olmadığı için daha önce de hiç ilgisi yokken UNESCO’yu Sovyetler Birliği yanlısı olarak suçlayabilmişti.

Yani ABD bunu ilk kez yapıyor değil. UNESCO’dan bu ikinci ayrılışı.

Bu kez giderken yanında İsrail’i de götürdü.

MUSTAFA K. ERDEMOL   / BİRGÜN

Bir sos olarak anti-emperyalizm - L. DOĞAN TILIÇ

Perşembe gecesi TSK İdlib’e girdi haberleriyle aynı saatte, 14 Mart’ta, Hatay’a düşen ve “Türkmenleri bombalıyor” diye tutup “sınır ihlali ve casusluk” suçlamasıyla yargıladığımız Suriyeli MIG 21 pilotu Albay Mehmet Sufhan’ın serbest bırakıldığı haberi de medyaya düştü. Sanırım sessiz sedasız Şam’a uğurlandı Albay Sufhan!

Son yıllarda dış politikayı, o çok öğündüğümüz 2 bin yıllık devlet geleneğiyle değil “ergen” refleksiyle yapıyoruz. Bazen alabildiğine bağırıyor, milliyetçi bir sarhoşluk içinde naralar atıyor, nara attıran şeyin tam tersini yaparken de suspus oluyoruz!

Bir Rus uçağını düşürürken söylenenleri hatırlayın, bir de Rusya ile arayı düzeltmeye çabalarken yapılanları.
Bir “one minute” deyişimizi, bir de aynı anda İsrail’le imzalanan anlaşmaları düşünün. AlbaySufhan da öyle; gürültüyle tutuldu, sessizce bırakıldı!
Örnek çok.
AKP iktidarı, genel başkanı Erdoğan diliyle yürüttüğü dış politikada, içeride ve dışarıda dozunu iyice yükselttiği milliyetçilikle şimdi ABD ile krizi de “anti-emperyalizm” olarak pazarlıyor. İktidarın bu “anti-emperyalizm”inin sağdan soldan alıcısı da çıkıyor!
Anti-emperyalizm Türkiye sosyalist ve devrimcilerinin mücadelelerinin belkemiğidir. Bunun için bedeller ödediler; 6. Filo’yu protesto ederken can verdiler!
Türkiye sağı, İslamcıları$ bugün anti-emperyalist bir çizgiye gelmiş olsa, neden geldiniz diye sorulmaz ancak memnun olunur.

Ne yazık ki, şimdi anti-emperyalizm diye pazarlanan, dış politikada içine düşülen açmazda günü kurtarmaya dönük olarak bir kullanılıp bir bırakılan bir tür “sos” sadece.

Son yıllarda Rusya ve Çin küresel olarak öne çıkarken, ABD’nin gerilediği gözleniyor. ABD’nin çökme hali, “tek kutuplu” dediğimiz dünyayı temellerinden sarsarken, bugün bölgede yaşanan kaos ve çatışmaların nedenlerinden de biri.

ABD hegemonyasındaki gerileme, Suriye krizinin patlamasından bu yana yaşanan gelişmelerde de görülebilir. Suriye’de Esad yönetimi gitgide kontrol alanını genişletir ve buna paralel olarak Rusya ve İran etkisi de artarken, Türkiye de Rusya, İran ve (sessizce de) Esad’a yakın durmaya başladı.
Bu, Türkiye açısından yaşadığı sıkışmışlığın kaçınılmaz bir sonucu. Rusya ve İran içinse Türkiye’yi ABD’ye karşı bir koz olarak kullanma şansı demek. Cumhuriyet’te Ceyda Karan’ın yazdığı gibi Rusya; Türkiye’ye “yıllar önce ektiği cihatçı grupları (İdlib’de) biçtirip, yaktırma” peşinde de olabilir.

Askerlerimizin girdiği İdlib, Suriye’deki bütün silahlı güçlerin toplandığı son derece karmaşık, herkesin her an hedefi olabileceğiniz bir alan. ABD de hâlâ çok şey yapabilecek bir süper güç! Alınan risk büyük yani!

İçeride hemen her alanda sıkışan iktidar, dış politikada son yılların en önemli sorunlarından biri olan ABD ile kriz çerçevesinde anti-emperyalizmi yoğun bir sos olarak kullanıyor. Bu soslu söylemde bütünlüğün sağlanamaması, dışarıda son derece riskli alanlarda askeri operasyonlar yaparken ABD gibi bir güçle dalaşmayı çok daha tehlikeli kılıyor.

Geçen gün, Cumhurbaşkanı sözcüsünden Başbakan Yardımcısı M. Şimşek’e ve Dışişleri’ne kadar herkesin “Krizi büyütmemek gerek, kısa sürede çözülür, ABD’den heyet gelecek” demekte olduğu saatlerde, Erdoğan bütün bunlara ters en sert söylemi geliştirdi.

F. Koru gibi komplo teorisi uzmanlarının, “Aslında Erdoğan da biliyor krizin Washington kaynaklı olduğunu ama onlara, suçu elçiye yükleyip sorunu çözün” diye yol gösteriyor şeklindeki analizlerine, Erdoğan’ın anti-emperyalizmi kadar rağbet yok!

Anti-emperyalizm “Trump iyi de, eski yönetim artığı çevresi kötü”ye indirgenecek bir şey değil. Bugün “güneyden bizi kuşatmaya çalışan ABD” emperyalist de, 1 Mart’ta içimize girip oradan Irak’a yürüme izni isteyen ABD enternasyonalist miydi ki bu hükümet ve Erdoğan tezkereyi destekledi?

Anti-emperyalizm samimi bir politika olduğunda onurludur da, ara sıra bir sos olarak kullanıldığında yalnızca ağızda acı tat bırakır!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

13 Ekim 2017 Cuma

Dünya emek havuzu ve robotlar - KORKUT BORATAV

Bir Bankacıdan Aykırı Sesler 
“Merkez bankalarının bankası” diye bilinen Bank of International Settlements (BIS), kredi dağıtmaz; merkez bankalarına akıl verir; bankaların izlemesi gereken standartları oluşturur; parasal, finansal konularda araştırma yapar.

Bu bankanın “baş iktisatçısı” olan Claudio Borio, bir süreden beri, ABD ve Avrupa merkez bankalarının ölçüsüz parasal genişleme politikalarını eleştirmekteydi. 22 Eylül’de Londra’daki bir konuşmasında, bu eleştirileri, burjuva  iktisadının  bazı “dokunulmaz doğruları”na da taşıdı.
İlk eleştirisi, parasal doktrinin temel dayanağı olan Milton Friedman’ın, zaman ve mekândan bağımsız (“evrensel”) iddiasıdır: “Enflasyon daima ve her yerde parasal bir olgudur.”  Borio, bu ifadeyi, 1975 sonrasına damgasını vuran ve aslında geçersiz olan  bir “moda” olarak nitelendiriyor.
Niçin geçersiz? 2008 krizi sonrasında Batı ekonomilerinde deflasyon (fiyatlarda gerileme) yaygınlaştı. Düşen fiyatlarla üretimi sürdüren borçlu şirketler zorlanır. Eski krediler zor ödenir; yenilerinden kaçınılır; kriz ortamını aşmak güçleşir.

Bu nedenle Batı merkez bankaları, enflasyonla mücadelede uyguladıkları Friedman formülünü anti-deflasyonist doğrultuda işlettiler; en azından yüzde 2’lik bir enflasyon temposunu hedeflemeye başladılar. Politika faizlerini sıfıra, eksiye indirdiler; finansal piyasalara trilyonlarca likidite pompaladılar.

Sonuç, Friedman doktrininin geçersizliğini ortaya koydu. Merkez bankalarını pompaladığı likidite ve sıfır civarında faizli krediler, mal piyasalarına değil; borsalara, hisse senedi alımlarına gitti.  Şirketlerin parasal varlıkları şişti.

New York borsasında, ortalama hisse senetlerine 2007’de yatırılan para, on yıl sonra ikiye katlandı (Financial Times, 9 Ekim). Aynı dönemde ABD milli geliri nominal olarak sadece yüzde 34 yükseldi. Abartılı şişen parasal servetlerle durgun gelir akımları arasındaki bağlantının bu derecede bozulması, (Borio’nun defalarca uyardığı gibi) ciddi finansal çalkantıların habercisidir.
Bu olguyu göremeyen Friedman’ın gözlüklerini de atmak gerekiyor.

Kritik Olgu: Dünya Emek Havuzu
Borio,  enflasyonun ön-göstergesi olarak ücret artışlarına odaklanan FED’in bu yaklaşımını da özel olarak  eleştiriyor: Eskiden ücret artışlarından ürkerlerdi; şimdi teşvik ediyorlar; halbuki parasal genişleme ile ücretler arasındaki bağ sıfırdır. İşsizlik oranları düşerken ücretler yükselmemekte; düşük fiyatların gerisinde seyretmektedir.
Niçin böyle?
Borio, yanıtı, politik iktisatta arıyor: Ürün, sermaye ve emek piyasalarının küreselleşmesi rol oynadı. Sovyet bloku, Çin ve diğer yükselen piyasa ekonomileri, fiili dünya emek gücüne 1,6 milyar insan ekledi; 2015’te gelişmiş ülke emeğinin payı dramatik boyutlarda geriledi. Artık biliyoruz ki işçiler sadece kendi ülkelerindeki işçilerle değil, dış dünyadakilerle de rekabet etmektedir. Daha düşük maliyetli üreticiler ve daha ucuz emek küresel ekonomiye girdiği sürece ve maliyetler birbirine yaklaşıncaya  kadar, gelişmiş ülkelerde enflasyon baskı altında kalacaktır.
BIS’in baş iktisatçısı, böylece, enflasyon / deflasyon  bilmecelerine yanıt ararken, parasalcı doktrinden arınıyor: Dünyanın tüm  coğrafyalarındaki işçileri aynı kadere mahkum eden, bir dünya emek havuzu keşfediyor. Sadece ücret düzeylerini değil,  fiyat hareketlerini de son tahlilde kontrol eden bir havuz…


Söyledikleri özgün değildir. Marksist politik iktisat yazını, benzer tespitleri önceden yapmıştı. Önemli olan, üst düzeyde bir uluslararası bankacının dahi, nesnel olgular karşısında parasalcı  / neoliberal saplantılardan arınmak zorunda kalmasıdır. Aynı bankacının ücretlerin belirleyici rol oynadığı bir maliyet enflasyonu anlayışına yaklaşması ayrıca ilginçtir.

Borio, dünya emek havuzunun yarattığı sorunları ağırlaştıran  teknolojik etkenlere de ayrıca dikkat çekiyor:  Emeğin pazarlık gücünü, küreselleşme gibi teknolojik ilerlemeler de tehdit edecektir. Yabancı [Çinli] işçilerin yerini robotların aldığını düşünün. İkisi de maliyetleri aşağı çekerek ürünleri ucuzlatır. Teknolojinin sonuçları incelenmemiştir; tehdidi küçümsenmiştir;  gelecekte öne çıkacaktır ve küresel [emek havuzunun] etkileriyle iç içe girecektir.” 

Claudio Borio, yanlış bir enflasyon kuramına saplanarak bir finansal kriz olasılığını besleyen Batı merkez bankacılarını uyarmaya çalışıyor. Bunu yaparken dünya çapında emek havuzu veya yedek emek ordusu olgularını keşfetmiş oluyor.
Bu olgular, bunları açıklayan kavramlar, hepimizi, Türkiye emekçilerini de yakından ilgilendiriyor. AKP iktidarının, sermaye örgütlerinin, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal reform söylemlerinde daima karşımıza çıkan, işgücü piyasaların esnekleştirilmesi önerisinin hikmet-i vücudu budur: Dünya emek havuzu ile bütünleşmemizi engelleyen her şey ortadan kaldırılmalı ki emek maliyetleri aşağılarda bir yerde eşitlenmeye yönelsin…

Robotlaşmanın Boyutları
Borio, dünya çapında emeğin pazarlık gücünü aşağıya çekecek olan robotlaşmayı ikinci ve ileriye dönük tehdit olarak değiniyor. Biraz bu olguya değinmek istiyorum. International Federation of Robotics’in 2016 tarihli Dünya Raporu’nda, UNCTAD’ın Gelişmekte Olan Ülkelerde Robotlaşma ve Sanayileşme (2016) başlıklı çalışmasında ve Batı basınında yer alan bilgileri aktaracağım. Bilgiler sanayide robotlaşmayla ilgilidir.  Daha ayrıntılı değerlendirmeleri uzmanlardan bekleyeceğiz.
Robotlaşma oranı, imalat sanayiinde 10.000 (on bin) işçiye düşen robot  sayısı olarak tanımlanıyor. Dünya ortalaması 70 civarındadır. Liste başında 530 ile Güney Kore yer alıyor. Japonya, Almanya ve ABD bu ülkeyi izliyor.


Batı ekonomilerinde son yıllarda emek veriminde durgunlaşma gözlenmektedir. ABD’de işsizlik oranı, bu nedenle tam çalışma eşiğinde seyretmektedir. Demek ki “robotlaşmadan kaynaklanan verim artışı ve işsizlik” henüz istatistiklere yansımamıştır. Bu nedenle, önümüzdeki yıllarda robotlaşma temposunun hızlanıp hızlanmayacağı önem taşıyor.

2015’te tüm dünyada 1,6 milyon sanayi robotu kullanılmaktaymış. Yıllık ortalama yüzde 16’lık bir artışla bu sayının 2019’da 2,6 milyona çıkacağı öngörülüyor.

Robotlar, yapay zekâ alanındaki gelişmelerle birleştiğinde giderek daha “akıllı” hale gelmekteymiş. On yıl içinde robot üretim maliyetinin yüzde 20 düşeceği; ortalama verimlerinin de hızlanarak artacağı; Japonya, G.Kore, Almanya, ABD ve Çin’de “daha akıllı” robot kullanım oranının yüzde 8’den 26’ya çıkacağı öngörülüyor.

Çin’in Öncü Rolü
Olası gelişmelerin ipuçları, Çin’de gözleniyor.
Çin, 2015’te “Made in China 2025”  başlıklı bir sanayi stratejisi oluşturdu; “robot devrimi” bu stratejinin önde gelen bir öğesi olarak ilan edildi.
Bu “devrim”in ilk işaretleri daha önceden ortaya çıkmıştı: 2013’ten bu yana robot kullanımını en çok artıran ülke Çin’dir.  Öngörülere göre, 2019’da dünya robot stokundaki artışın yüzde 40’ı bu ülkeden kaynaklanacaktır.  Böylece sanayide robot / işçi oranları bakımından Çin, beş yıl içinde Batı ekonomilerine yaklaşmayı planlamaktadır.
Bu hedefler, sadece “robot kullanımı”nı değil, devletçe desteklenen “yerli robot üretimini” de kapsıyor. 2016-2020 arasında yıllık robot artışlarında yerli üretimin payı yükselecekmiş: %31 →  %50…
Emek maliyetlerindeki tasarruf (düşme), robot yatırımını kaç yılda karşılar? Bu hesaptaki amortisman süresi, robotlaşmanın ortalama verim artışlarını ölçer. Bir örnek olarak Çin’de elektrik kaynağında robotlaşmanın amortisman süresi veriliyor.
2010, 2015 ve 2017 ortalamaları hızla düşmüştür: 5,3 yıl → 1,7→ 1,3 yıl… Bu tempoya yaklaşan verim artışlarının  diğer üretim süreçlerine taşınması dramatik sonuçlar yaratacaktır.

Bu İşin Sonu Nereye Gider?
Bu yüzyılda “dünya emek havuzu”nun göbeğinde, düşük ücretleri ve bir milyar civarında bir faal nüfus ile “dünyanın fabrikası” haline gelen Çin yer aldı
.
Altyapı ve ortalama eğitim düzeyleri açısından Üçüncü Dünya ortalamalarını aşan emek verimi ile ücret düzeyleri birlikte ele alındığında Çin, dünya ekonomisi için bir emek maliyeti tabanı oluşturmaktaydı. Marksist iktisadın işgücünün değeri standardı, dünya sistemi için Çin’de belirlenmekteydi. Borio’nun gözlediği Batı ücretlerini frenleyen küresel çekim gücü, Çin’den kaynaklanmaktaydı.

Çin, niçin bu konumu ile yetinmedi ve robotlaşmaya yöneldi? Başkan Şi’nin 2049 için öngördüğü  “Çin rüyası”nın teknolojik  hedefleri herhalde etkilemiştir. Ancak, bu  dönüşümü zorlayan güncel etkenler de vardır.

Olumsuz bir demografik etken söz konusudur: Geçmiş dönemlerde uygulanan “aile başına bir çocuk” kuralı,  Çin’in çalışma çağındaki nüfusunu aşağı çekmeye başlamıştır. 2030’a kadar 40 milyonluk bir daralma öngörüsü vardır.

Emek arzındaki daralma, tam çalışma ortamındaki kentsel nüfusla birleşince sonuç  ücretlerin yukarı seyretmesidir. ILO’nun belirlemesine göre, 2006-2015 arasında Çin’de reel ücret hareketleri yüzde 10’a yaklaşan bir ortalamayla yükselmiş; G20 grubundaki her ülkeyi açık farkla aşmıştır (Küresel Ücret Raporu, 2016-2017, s.12).

Çin, böylece, dış ticarette Batı’ya ve olası Güney’li rakiplerine karşı ücretlerde kaybetmeye başladığı rekabet gücünü, robotlaşmaya dayalı bir emek verimi sıçramasıyla telafiye çalışmaktadır.   
Ancak, Çin’de tarımdakilerle birlikte “yedek rezervleri” de içeren bir milyar insana yaklaşan bir  “emek havuzu” söz konusudur.
Bu “havuz”, Batı oranlarında bir robotlaşmaya yaklaştıkça, diğer coğrafyalara nasıl yansıyacaktır?
Endonezya, Vietnam gibi Çin’in olası rakipleri dahi robotlaşmaya başlamıştır. Almanya ve Japonya verim üstünlüklerini koruma çabasıyla sanayide; ABD ise niteliksiz ve (tıp, finans, hukuk gibi) nitelikli hizmet sektörlerinde robotları yaygınlaştırmaktadır.

Samir Amin 2003’te, Üçüncü Dünya tarımı ile Batı’nın kapitalist tarımı arasındaki çok büyük verim farklarına işaret ettikten sonra, “bugünün üç milyar köylüsünün pazara sunduğu gıda ürünlerinin otuz milyon modern çiftçi tarafından üretilmesi halinde bu milyarlarca insana ne olacak?” diye sormuştu. Bu milyarlarca köylünün bir bölümü, kara ve deniz engellerini aştıktan sonra ABD ve Avrupa topraklarına göçmenler olarak sızdı. Dünya emek havuzunun bir bölümünü doğrudan doğruya Batı’ya taşıdı; “beyaz” işçilerin ücretlerini frenledi.

Bununla yetinilmedi. Çin ve Üçüncü Dünya ülkelerinin ilaveten (dıştan) beslediği emek havuzu, ücretleri aşağıya çeken etkili bir ek baskı oluşturdu.

Düşük ücretlere rağmen yine de yetinilmiyor: Kapitalizm, robotlaşma yoluyla, daha da artan emek fazlaları yaratmaya çalışıyor. Kısa dönemde tek sonuç, hızla tırmanan işsizlik olacaktır.

Samir Amin’in sorusu bu koşullarda tüm dünya ekonomisi için gündeme geliyor: “Batı’da, Doğu’da ve Güney’de işgüçlerini satarak varlıklarını sürdüren yüzlerce milyon insana ne olacak?

Uzun vadeli düşünelim: Gelişkin yapay zekâ yöntemleri sayesinde robotların da robot ürettiği bir dünyada, işsizler çalışan işçileri aşarsa; emeğin metalaşması imkânsız olur. Metalaşan emeğin yok olması işçi sınıfının, dolayısıyla kapitalistlerin de yok olmasıdır.

O zaman kapitalizm hangi akla uymaktadır?
Bence, bu sistem, doğası gereği, akrep gibidir: Kendisini yaşatan işçi sınıfını yok ederek intihar etmekte; kendi sonunu da getirmektedir.

Bu “cenaze”, “kendiliğinden” mi, Enternasyonal’deki sözlerle “en sonuncu kavga” ile mi kaldırılacak?


Bugünün gençleri belki görür.

Korkut Boratav / SOL

Mutlu kız çocuğu fotoğrafları - MİNE SÖĞÜT

İki gün önce Dünya Kız Çocukları Günü’ydü.
O gün boyunca sosyal medya, kız çocuğuyla fotoğraflarını paylaşan ebeveynlerle doldu taştı.
Anne babasının kollarında huzurla gülümseyen...
Ve belli ki hayatı nispeten de olsa, çağdaş bir aile ortamında erkek çocuklarıyla eşitlikçi bir yaklaşımla şekillenen o kız çocuklarına bakarken...
Muhtemelen siz de kendi kız çocuğunuzu düşündünüz.
Ve bir kızınız olduğu için onlar gibi sevindiniz.
Hatta hemen kendi çocuğunuzla fotoğraflarınıza gitti eliniz.
Altına güzel cümleler yazarak siz de sosyal medyada benzer fotoğraflar paylaştınız.
Ama hata yaptınız.
Dünya Kız Çocukları Günü’nde... 


Özellikle bu ülkede paylaşılması gereken, yüzleşilmesi gereken durum bu değildi.
Çağdaş ortamlarda, eşitlikçi bir eğitimle büyütülen mutlu kız çocuklarının yerine...
Onlar gibi olmayan, olamayan...
Bambaşka ailelerde, kültürlerde, olumsuz ortamlarda sizin çocuğunuzunkine hiç benzemeyecek bir kadere doğru büyüyen...
Ve büyüdükçe varlığı tehlikeye giren kız çocuklarının fotoğraflarını paylaşmalıydınız.
Mesela daha anaokulu çağında okula başı bağlanarak gönderilen bir kız çocuğu fotoğrafı...
Ya da daha ergenliğe yeni girmişken evlendirilen bir kız çocuğu fotoğrafı...
Okula gönderilmeyen, eve hapsedilen, işe koşulan bir kız çocuğu fotoğrafı...
Aile içi cinsel tacize uğrayan bir kız çocuğu fotoğrafı...
Okulda istismar edilen bir kız çocuğu fotoğrafı...
Evde şiddet gören bir kız çocuğu fotoğrafı...
Kendisini dış dünyadan sakınmaya tembihlenmiş bir kız çocuğu fotoğrafı...
Kız olduğu için kendisini günahkâr sanan, bedensel ve ruhsal varlığından ölesiye utanan bir kız çocuğu fotoğrafı...
Bunları paylaşmalıydınız.
Ve biz o gün hep birlikte kendi çocuklarımızın değil o çocukların fotoğraflarına bakmalıydık.
Böyle yaralı iklimlerde kız çocuğu olmanın ne anlama geldiği üzerine düşünmek ve düşündürmek için bu günü bir fırsat olarak kodlamalıydık.
Evlerimizde üzerine titreye titreye büyüttüğümüz....
Ve güçlü bir birey olabilmesi için her türlü ayrımcılıktan sakındığımız kız çocuklarımızın bu ülkede artık hızla küçük bir azınlık olacağını, içimiz titreyerek idrak etmeliydik.
Bizimki gibi muhafazakâr coğrafyalar, sadece kız oldukları için, adaletten uzak, tehlikelere açık, gözden çıkarılmış hayatlar yaşayacak çocuklarla dolup taşıyor.
Üstelik durumları şu politik kaosta kolayca daha iyiye gidecek gibi de görünmüyor.
11 Ekim tarihi kız çocuklarıyla ilgili sorunlara farkındalık yaratmak için bundan beş yıl önce Dünya Kız Çocukları Günü ilan edilmiş.
Bu beş yıl içinde, özellikle geri kalmış ülkelerde çocuk olmak ve kadın olmak arasında bir de kız çocuğu olmanın ağır yükünü taşıyan nesillere dikkat çekmeye çalışılırken;
Biz bu ülkede kız çocuklarımızı...
Kendi uygarlığını en hassas yerlerinden bıçaklayarak kan kaybından ölmeyi devlet politikası ilan eden...
Eğitim sistemini en başından kız çocuklarının kişisel gelişimlerini engelleyecek içeriklerle tasarlayan...
Anaokullarına kadar sokulan dini eğitimle çocuklara toplumdaki yerlerini belirli bir inancın katı ve eşitliksiz yaptırımlarıyla belleten...
Kız çocuklarının kişiliklerini daha belirginleşemeden silen, silikleştiren bir devlet politikasının berbat hesaplarına kurban verdik.
O yüzden artık mutlu kız çocuğu fotoğrafının bu ülkede hükmü yok.
Ama mutsuz çocukların hükmü, tehlikeli bir şekilde çok.

Mine Söğüt/ CUMHURİYET