22 Ekim 2017 Pazar

Faşizmin sanrıları ve faşist sansür mekanizması - BİRGÜN/PAZAR

Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. 

António de Oliveira Salazar’ın sansür mekanizmasını dönemin faşist sansür pratiğinden ayıran ilgi çekici bir durumdan bahsedilebilir. Portekiz’deki sansür, esasen diğer pratiklerden farklı değildi. Hatta belirli açılardan onlara bir “örnek” teşkil ediyordu. Buna karşın Salazar, ülkede öyle ağır bir sansür bulunmadığı konusunda ısrarcıydı. Belki sadece birkaç ufak (!) müdahaleden söz edilebilirdi o kadar. Bu durum Portekiz halkı tarafından Salazar’ın sanrıları olarak değerlendiriliyordu. Salazar ise ısrarını anayasaya dayandırıyordu.
1933 yılında yürürlüğe giren Portekiz Anayasası’nın 8. maddesine göre, her birey ve topluluk, anayasa tarafından tanınan düşünce ve ifade özgürlüğünü, dilediği şekilde deneyimleyebilirdi. Anayasanın söz konusu maddesi incelendiğinde, ortada sansürü engelleyecek bir koşulun bulunduğu zannedilebilir. Ne var ki Salazar’ın Estada Novo’sunda (Yeni Devlet) siyasi ve hukuki işlerliğin başlıca düzenleyicisi yasalar değil kararnamelerdi.
 
Yasalar ancak iktidar müdahale etmediği sürece geçerliydiler ve çoğunlukla bir hareket noktası olmanın ötesinde bir işlevleri yoktu. Bahsi geçen müdahale kararnameler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu noktada Salazar’ın kararları, yasaların üstünde bir hükme sahipti. Öyle ki burada hukukun kararnameler aracılığıyla askıya alınmış olduğu ya da eşdeyişle iktidar yararına bir serbest yasalılık haline dönüştürülmüş olduğu söylenebilir. Bu durum özellikle 8. madde açısından oldukça çarpıcıdır.
Anayasanın 8. maddesi, 22469 Sayılı Kararname ile geçersiz kılınabiliyordu. Bu kararname uyarınca, devletin ilkeleri ve diğer temel konularda toplumu yanlış yönlendiren düşüncelere sansür uygulanması serbest bırakılıyordu.

Bahsi geçen doğru ve yanlış ayrımı, elbette Salazar tarafından belirleniyordu. Bu noktada 22469 Sayılı Kararname yeterli gelmemiş olacak ki, 23203 Sayılı Kararname çıkarılmıştır. Bu kararnameyle sansürün kapsamı önceden belirlenen sınırların ötesine taşınıyordu.
Örneğin basın artık isyana teşvik etmek ve isyan başlatmak gibi gerekçeler dolayısıyla suçlanabilecek ve kurumu kapatmaya kadar gidebilen sansür fiillerine maruz kalabilecekti. Ayrıca yeni kararnameyle beraber, devletin kişiliği ve ilkeleri Estada Novo’nun başkanıyla özdeş kılınıyordu. Böylece ona dair kullanılacak her yanlış sözcük suç ilan edilebilecek ve sansür kapsamına alınabilecekti.

Sansüre konu edilen başlıca alanlardan biri de kitaplardı. Sansür kurulu basılmaması gereken kitaplar için düzenli listeler yayınlıyordu. Bu listeler içinde birçok ismin yanı sıra basılmaması gereken kitaplara ilişkin belirli kategoriler ve tanımlar da bulunuyordu. Kitabın içeriğinden yazardan önce yayın yönetmeni sorumluydu.
Bu yüzden yayınevleri listelerin dışına çıkmamak için azami dikkat gösteriyorlardı. Tiyatro ve diğer sanat dalları için de durum pek farklı değildi. Sansür kurulunun sanattan beklediği, Estada Novo ve başkanı Salazar’ın övülmesinin ötesinde değildi. Bir sanat eserinde en son görmek istedikleri, eserin belirli bir eleştiri içermesiydi. Kurul sanat eserleri için de listeler ve yönergeler aracılığıyla sansürün kapsamını hâlihazırda ortaya koymuştu.

Sansürün kapsamı
Sansürün kapsamının belirlenmesi, olası suçları ve cezaları sıralamayı, özetle ceza ve yaptırıma dayalı fiilleri mümkün kılıyordu. Fakat Salazar’a göre, bunlar önleyici fiiller olmadan yeterli değillerdi. Bu yüzden mekanizmada önleme dayalı fiiller de bulunuyordu. Örneğin gazete, bülten, dergi gibi periyodik yayınlar için sansür kuruluna, baskı öncesi belirli bir depozito yatırılıyordu. Bu depozito olası bir suç halinde ceza bedeli olarak alınıyor ve sonrasında cezanın mahiyetine göre dava açılıyordu. Kurulun suç kavramı hayli belirsizdi. İçeriğin yanı sıra, iktidarın o anki yararı da gözetiliyordu.
Örneğin bir tarım bölgesine dair kuraklık haberi, olası bir memnuniyetsizlik dolayısıyla sansürlenirken, sulama kanallarının yakın zamanda tamamlanacağı bir başka bölgede, benzer haberler açılıştan hemen önce gündeme sokuluyordu. Bu sırada ulusal basın kuruluşlarının uluslararası basın kuruluşlarıyla yaptıkları tüm yazışmalar kontrol ediliyor ve telefon görüşmeleri dinleniyordu. Uluslararası haberlere dair sansür işlemleri de iktidarın yararına göre belirleniyordu. Örneğin bir başka ülkede vuku bulan antifaşist bir ayaklanma haberine, ulusal bir basın kuruluşunda rastlamak neredeyse imkânsızdı. Bu haberin daha sansür kuruluna sunulmadan otosansüre alınacağı açıktı.

Salazar’ın sansür kuruluna dönük eleştirilere yanıtı, sansürün sadece komünistlere(1) uygulandığı, onların Estada Novo’nun bir parçası olmadıklarıydı. Estada Novo’nun hiçbir üyesinin sansür kapsamı altında olmadığını öne sürüyordu. Salazar Estada Novo’nun üyesinin Tanrı’yı, ülkeyi, otoriteyi ve aileyi tartışmamasını salık veriyordu. Bunun dışında kalan her şey, onun düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı altındaydı. Peki, hakikaten öyle miydi?

1945 yılına gelindiğinde, sansür akıl almaz bir boyuta ulaşmıştı. Salazar komünistleri engelleyemediği ölçüde sansürü daha da ağırlaştırıyordu. Bunda komünistlerin adil şekilde seçimlerin yapılması, sürgünlerin ve tutsakların özgür bırakılması çağrılarıyla başlattıkları imza kampanyasının büyük etkisi vardı. Kampanyanın yaygın bir etkisi olacağı bekleniyordu. Öyle de oldu. Bunun üzerine Salazar, öncelikle kampanyanın imzacılarını, özellikle de memurları tespit ederek, imzacılara yönelik bir soruşturma süreci başlattı. Daha sonra, bu ve benzeri eylemlerin daha yayılmadan önlenmesi amacıyla yayın kuruluşlarına ve basım merkezlerine resmi birer görevli atama kararı aldı. Bu durum kısa bir şaşkınlık halinin ardından kanıksandı. Sansür kurulu tarafından atanan görevli, tıpkı diğer çalışanlar gibi yayın kuruluşuna ya da basım merkezine geliyor ve kendi üstüne düşen sansür işlemlerini yapıyordu. Yayınlanacak ya da basılacak her metin, çizim ya da fotoğraf kurul görevlisinin onayından geçiyordu. Onaydan geçmeyecek olan yayınların nitelikleri ise saymakla bitmiyordu. Devlete, iktidara, devlet içindeki kişi ve kurumlara, kamu hizmetlerine, dini inanç ve ritüellere dair eleştirilerden, mahkeme süreçlerinin anlatılmasına ve hatta astroloji yorumlarının aktarımına kadar uzanan bir çeşitlilik söz konusuydu.

Bu durum sonrası komünistler, kapalı alan yayın kuruluşlarını ve baskı merkezlerini daha da sağlamlaştırdılar. Bütün baskılara rağmen güçleniyorlardı. Böylece sansür ülkenin önemli bir kesimi için etkisini adım adım kaybediyordu. Komünistler sınırlı olanaklarına rağmen, üstüne düşünülmüş hamleler sayesinde düşmana karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yayınlar elden ele geçiyor, halk nezdinde yaygınlaşıyordu. Salazar’ın engellemeleri yayınların yaygınlaşmasını durduramıyordu. Bunların karşısında aciz kalan Salazar, siyasi polisi yeni bir isim (PIDE) altında yeniden yapılandırdı. Siyasi polis önceden de kapsamlı yetkilere sahipti. Örneğin yargıya gerek duymadan başına buyruk hareket edebiliyordu. Salazar, siyasi polisin hesap verdiği tek kişiydi. Bu yeniden yapılandırmayla ise Salazar onlara bir sınırsızlık yetkisi tanıyordu. Bu noktada gözaltı yetkisi önemli bir konu olarak beliriyordu.
Siyasi polis, hakkında herhangi bir şüphe duyduğu bir kimseyi, zaman sınırı olmaksızın gözaltına alabilme yetkisine sahipti. Bu yetki uyarınca bir kimse, komünist olduğundan şüphe duyulduğunda, yüz seksen günlük gözaltı süreleri doğrultusunda alıkonabiliyordu. Bu gözaltı süresi üç yıla kadar çıkartılabiliyor ve Salazar’ın onayıyla daimi bir tutukluluk haline çevrilebiliyordu. Anayasanın ilgili maddesine bakıldığında, gözaltında tutulan kimsenin avukat edinme ve avukat görüşü gibi hakları vardı. Ne var ki fiilen değil avukat görüşü, bir avukat edinmek dahi olanaksızdı. Öyle ki gözaltında tutulan kimsenin müebbet hapis altına alınması ya da maruz kaldığı yoğun işkence sırasında ölmesi yüksek bir ihtimaldi.(2)
Komünistlerin sansürü kırma çabaları Salazar’ın sanrılarını daha da arttırmıştı. Bir yandan sansürü ve faşist baskıları inkâr ediyor, diğer yandan saldırılarını sürdürüyordu. Siyasi polis ve muhbir sayısı sürekli arttırılıyordu. Sokağa çıkan herkes yanı başında kendisini dinleyen birini ensesinde hissediyordu. Her kafede en az bir polis ya da muhbir bulabilmek mümkündü. Saçma denebilecek gerekçeler gözaltı nedeni sayılıyordu. Ne var ki halkın içten içe büyüyen tepkisi basit dışavurumların ötesine geçmeye başlamıştı. Bu Salazar’da bir korku hali yaratmıştı. Bunun üzerine kimi geri adımlar atmaya başlamış ve belirli reformlar yaparak tepkileri azaltma yoluna girmişti. Bu yapılanları halkın mücadelesiyle elde edilen kazanımlar gibi değil de kendi bahşettiği hediyeler gibi göstermeye çalıştı. Fakat halk kazanımların farkındaydı ve Salazar geri adım attıkça daha da ilerliyordu. 1970 yılında Salazar’ın ölümünün ardından Estada Novo’nun yıkılışı başladı.

Karanfil Devrimi
1974 yılına gelindiğinde, çoğunluğu yurtsever ve komünist askerlerden oluşan askeri bir örgütlenme (MFA), Afrika sömürgelerindeki özgürlük hareketleriyle savaşmayı reddetmiş ve ülke çapında bir isyan başlatmıştır.(3)
Askerlerin isyanını destekleyen on binlerce insanın kırmızı karanfiller eşliğinde sokağa çıkmasıyla isyan siyasal bir devrime dönüşmüştür. PIDE merkezi işgal edilmiş, belgelere el koyulmuş, siyasi polisler tutuklanmıştır. Salazar’ı destekleyen herkese savaş açılmış ve faşistlerin kurumlardan tasfiyesi başlamıştır.
Bu sırada komünistler ise olası bir halk cumhuriyeti için uygun bir zemin hazırlıyorlardı. Örneğin halk meclisleri süratle örgütlenmeye çalışılıyordu. Ne var ki 1975 yılında ılımlı sağcı askerler ve sosyal demokratların ittifakıyla komünistler kısmi bir yenilgi alarak, daha fazla ileri gidemediler. Diğer yandan, örneğin Yunanistan deneyiminden farklı olarak, edinebildikleri oranda siyasi yapıda belirli bir yer edinmiş ve kazanımlarını bugüne kadar bir oranda koruyabilmişlerdir.(4)
Bütün baskı, işkence, katliam fiillerine ve dayatılan akıl dışılığa rağmen, antifaşist cephe başarılı olmuş ve Salazar’ın Estada Novo’sunun devamlılığı kendi ömrüyle sınırlanmıştır. Estada Novo’nun yıkılışıyla alınan ilk kararlardan biri sansürün mutlak suretle yasaklanması ve olası sansür kasıtları için en ağır cezalar belirlenmesi olmuştur. Karanfil Devrimi eksiklerine rağmen çokça ders çıkarılabilecek antifaşist tarihsel bir örnek olarak alınmalıdır.
Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. Bu noktada komünistler, sansürün kırılmasından kapalı alan örgütlenmelerin sürdürülmesine kadar kapsamlı, tarihsel bir birikime sahiptir. Bu bağlamda yenilmesi mümkün değilmiş gibi gözüken düşman, sansürün kırıldığı oranda teşhir edilirken, sansür uygulayanların kullandığı zora karşılık verilmesi gerektiği daha çok dilden dile, daha çok kulaktan kulağa ulaşır. Böylece faşist zora daha kararlı karşılık verilerek, faşizm geri adımlar atmaya zorlanır. Sonunda, faşizmin dayanak noktaları aşınır, zayıfladığı oranda çözülür ve halkın sokaklara akmasıyla paramparça olur.

ÖNDER KULAK / BİRGÜN PAZAR

***
1 Komünistler ifadesiyle kastedilen çoğunlukla Portekiz Komünist Partisi’dir.
2 İşkence faşistler tarafından yaygın şekilde kullanılan politik bir araçtı. Bu konuda bir çalışma için bkz. Christopher Reed, “How the CIA Taught the Portuguese to Torture”, Counterpunch, 21.05.2004.
3 MFA çoğunlukla düşük rütbeli askerlere dayanıyordu.
4 Bu konuya dair güncel bir çalışma için bkz. Mark Bergfeld, “The Next Portuguese Revolution”, Jacobin Mag, 22.05.2014.

21 Ekim 2017 Cumartesi

Dünyanın hali - ERHAN NALÇACI

Sadece Seyşel adalarındaki veba salgınından ölen onlarca insanı kast etmiyorum. Ya da Kaliforniya’nın yangına teslim oluşunu, Yemen’deki kolera salgınını, kasırgadan aylar sonra Porto Riko’nun birçok bölgesinin elektriksiz kalmaya devam etmesini da kast etmiyorum.

Bunalımın derinliği yaklaşan iktisadi çöküntü öncesi ülkelerin zengin kısımlarının yoksulları terk etme ve onların yükünden kurtulma isteğini yükseltiyor. Katalonya İspanya’dan, Kaliforniya ve bazı güney eyaletleri ABD’den, İskoçya İngiltere’den, Kuzey İtalya Güneyden, Kürt bölgesi Irak’tan ayrılmaya çabalıyor.

Avrupa’da faşist partilerin yükselişini de paralel bir süreç olarak değerlendirebiliriz. Son olarak Avusturya’da faşist parti üçüncü büyük parti olarak yerini perçinledi.

Korkut Boratav hoca daha önce yazmıştı, dün Sol Portal’daki köşe yazısında yeni veriler sundu. Dünyada sermaye reel yatırımlara yönelmiyor. Aksine uyduruk kağıtların fiyatları sürekli artıyor ve aşırı derecede şişmiş olduğu belirtiliyor. Mali sermaye patlayacak ve önümüzdeki birkaç yıl içinde aslında sürekli kriz içinde olan sistem bir kez daha ve  ağır bir şekilde çökecek.

Sermaye o güne bir yandan hazırlanıyor. Hem kimsenin yükünü çekmek istemiyor hem çöküşü yağma için bir fırsat olarak görüyorlar. Faşizmin yükselişi bugün sermaye egemenliğinden başka bir şey üretmeyen burjuva hukukunun bile fazla geleceğini gösteriyor.

Örneğin, Yunanistan borçları için çöküş yaşayınca Alman sermayesi “o zaman adalarınızı verin” demişlerdi, bu sefer Alman acil harekat birlikleri doğrudan adaları işgal edecek.

Veya emperyalist müdahaleden kaçan güneyin yoksul halklarından on binlerin denizde boğuluşunu seyretmişlerdi, şimdi “gereksiz” buldukları nüfusu kendileri “temizleyecekler”.

Çin Komünist Partisi’nin 19. Kongresi yapılıyor ve “Yeni çağda Çin karakterinde bir sosyalizm”in Anayasa ilkesi olarak benimsenmesine karar verilmiş.
Oysa bu “karakteri” yaratan yüz milyonlarca köylünün sudan ucuz sunulan emek gücüne sermayenin üşüşmesi değil miydi?
Büyüme oranları açısından daha iyi durumda gözüken Çin’in yaklaşan fırtınadan kurtulması mümkün mü? Çin sanayisi batı emperyalizminin yarattığı “orta sınıfların” tüketim standartlarının belirlediği pazara üretiyor. Bu tüketimin yarattığı cari açığı ise yine kendisi finanse ediyor. Emperyalist sistem, evet piramit tarzında dizilişi uluslardan oluşuyor ama bir bütün aslında. Biri çökerse diğeri kurtulamaz.

Çürümenin bu kadar yükseldiği günlerde Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümüne yaklaşıyoruz. Bunun bir nostalji olmadığını biliyoruz. İnsanlık çok daha büyük bir sosyalist devrimler dalgasının arifesinde bulunuyor.
Lenin’in çok ünlü ve yerinde bir tanımlaması vardır. Toplumsal hareketi bir sarmalın (spiralin) yukarıya dönerek tırmanışına benzetir. Bazı olaylar tekrarlar, fakat daha üst düzeyde bir tekrardır.
Şimdi tam da böyle, yeni çağın sosyalizmi 100 yıl önce yaşananın aynısı değil, bir üst düzeyde tekrarlananı olacaktır.

Korkut Hoca dünyada robotlaşma oranını on bin işçide 70 olarak veriyor. Sermaye robotlaşmak için kâr oranlarına bakıyor, tıkanıyor. Biz ise emeğin özgürleşmesi olarak bakıyoruz.
Yapay zekayı emperyalist savaşı kazanmanın aracı olarak görüyorlar, bizi ise bu uçsuz bucaksız evrendeki  süreçlere müdahale etmenin aracı olarak görüyoruz.
Sermaye Birleşmiş Milletler’e bir masraf kalemi olarak bakıyor, biz dünya sosyalist sisteminin kurulacak üst meclisi olarak görüyoruz.

Gerçekten bu dünyaya asalak sermaye sınıfı bir sülük gibi fazla geliyor.

Oysa görülmemiş olanaklarla dolu bir çağa hazırlanıyoruz.


Erhan Nalçacı / SOL

İnsan bir mucizedir - ORHAN GÖKDEMİR

Nicolaus Copernicus, 1473’te doğdu 1543’te öldü. Giordano Bruno, 1548’de doğdu 1600’de öldürüldü. Tommaso Campanella,1568’de doğdu 1639’da öldü. Galileo Galilei, 1564’de doğdu 1642’de öldü. Gottfried Leibniz, 1646’da doğdu 1716’da öldü. Isaac Newton sonuncusu, 1643’te doğdu 1727’de öldü. Demek ki 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir hareketten söz ediyoruz. Bu düşünürlerin çoğunun birbirini tanımasını, birbirlerinden etkilenmesini şaşırtıcı sayamayız. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak ışığa yürümeleri devrimci bir cürettir; müthiştir. Aydınlanma cüretli insanların işidir.

***

Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno zamanının en büyük filozoflarının birisi olarak kabul görüyordu. Hermetizm’in erdemlerini anlatarak ve Hermetizm prensiplerine dayalı bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Sanki gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.
1576 yılında, yirmi sekiz yaşındayken, kâfirlik şüphesiyle gözetlenmeye başlandı. Kilise kanunlarını çiğnemişti. Manastırı terk ederek Napoli’den kaçtı. Takip eden beş yıl boyunca Venedik, Padua, Milan, Cenova, Lyons ve Tulus’da görüldü. Kilise şüphelerinde haklıydı. Bu genç adama kendisinden yüz yıl önce keşfedilen Hermetika’nın halesindeydi. Sihirli Mısır dininin sadece en eski din değil, hem Museviliğin hem de Hıristiyanlığın kararttığı ve yozlaştırdığı tek gerçek din olduğunu savunuyordu. Eski Mısır dinini yeniden kurmanın görevi olduğuna ve bunun Avrupa’nın politik ve toplumsal sorunlarına bir son vereceğine tutkulu bir şekilde inanıyordu. İnancının gereğini yaptı. Katolik Kilisesi’ni ve Papa’yı iflah olmaz bir zalim olmakla suçladı. Haliyle devrimin daha gizli kapaklı yöntemler kullanarak gerçekleştirilebileceğine karar verdi. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Giordanisti, etkin bir Hermetik direniş hareketi olacaktı. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde, Bruno’nun mesajını taşıyan hoca ve öğrenci hareketliliği ortaya çıkıyordu.

Bu tehlikeli yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Sorguya çekildi ve Roma’daki Yüce Engizisyonun emriyle Roma’ya teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı. Evet, Bruno bir Hermetikti ve inançlarının kaynağı eski Mısır’dı. O inançlardan bir devrim programı çıkarmıştı. Gerçek ve yozlaşmamış din olan eski Mısır dininin kendi yaşamı içinde geri döneceğine, Vatikan’ın egemenliğine son vereceğine inanıyordu. Bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu vardı ayrıca. İsa’nın esas görevinin Museviliği Mısırlı köklerine geri döndürmek olduğunu düşünüyordu. Bu tuhaf iddia Bruno’dan sonra dilden dile dolaşacaktı. Örneğin psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Bruno’dan yüzyıllarca sonra Hıristiyanlığın kuruluşunu çok tanrıcı “Amon dini”nin büyük geri dönüşü olarak yorumlayacaktı.
“Magnum miraculum est homo”… Sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir.

***

Aydınlanma davası için dövüşmese ve düşmese bile büyük bir insandır Bruno. Sonsuz uzay fikrini ve atomları, yinelenen organizma fikrini ona borçluyuz. Bütün bunları sihirli bir metnin verdiği ilhamla yapmış olması inanılmazdır.
Lynn Picknett ve Clive Prince’ın onu ve takipçilerinin devrimini anlatan “Yasaklanmış Evren” adlı kitabını Omega Yayınları ile birlikte yayına hazırlıyoruz. Tartışması Bruno ile başlayan Aydınlanmacı gelenektir. Çalışmanın asıl çarpıcı iddiası Bruno, Campenella ve diğer aydınlıkçıların bir gizli örgütün parçaları olduğudur. “Giordanisti”, kiliseye karşı Hermetik bir cumhuriyet kurma peşindedir. Güneş Ülkesi, Civitas Solis, cumhuriyetçi devrimden sonra kurulacak şehrin bir taslağıdır aslında. Devrim girişimi başarısız olmuştur. Campenalla tövbe ederek ve deli taklidi yaparak kurtulmuş, Bruno yakılmıştır. Işıklı tarihimizin zenginlikleridir.

***

“Thrice-Great” (Üç kez büyük) Hermes Trismegistus, bilgeliği Hermetica adındaki bir kitap koleksiyonunda yer alan Mısırlı bir bilge ve öğretmen. Tanrı Hermes’in ya da Roma eşdeğeri Merkür’ün soyundan geldiğini inanılmakta. Orta Çağ’da, onun olduğuna inanılan yazıların garip parçalarından ve eski metinlerde ona ve çalışmalarına yapılan referanslarla tanınan, yarı tanrı yarı insan, tam anlamıyla bulanık ve efsanevi bir figürden söz ediyoruz. Hermetik metinler bir taraftan felsefi ve kozmolojik ilmin diğer taraftan da astroloji, simya ve büyünün bir karışımıdır. Kendisi de metinleri de felsefenin ve kozmolojinin büyülü bir dünya görüşünden ayrılamayacağının düşünüldüğü bir zaman aralığının bakiyeleridir.

***

Bruno’nun ufukta parıldayan ve yıldızlarda yazılı olan büyük sihirli dönüşüm konusundaki inancını Campanella da paylaşıyordu. Öncü Bruno, güneş merkezliliğini Hermetik devriminin merkezi olarak ilan etmiş, kilisenin düşüşünü veya yenilenmesini tetikleyecek olan bir işaret haline getirmişti. Giordanisti’lere göre, güneş merkezlilik sadece bir teori değildi: Yeni bir Hermetik ütopyaydı. Tommaso Campanella, Bruno’nun ruhani varisi ve büyük olasılıkla Giordanistiydi. Napoli Krallığı’na ve dolayısıyla İspanyol tahtına karşı, yani Katolik ülküsüne en bağlı olduğu düşünülen kişilere saldırmayı amaçlayan bir ayaklanma başlattı. Bekledikleri aydınlanma 1600 yılında kuvveden fiile çıkacaktı. Aydınlık yeni yüzyılın yaklaşıyor olması, Campanella’yı Bruno’dan çok daha cüretkâr olması için cesaretlendirdi. Napoli’den ayrılıp güneye giderek kendisini Calabria’dan başlayarak tüm Napoli krallığına yayılacak bir ayaklanma düzenlemeye adadı. Eğer başarılı olsaydı, bu ayaklanma Hermetik cumhuriyeti Papalığa ait devletlerin çok yakınına getirecekti. Bu da Papa ile yandaşları için çok endişe verici bir olasılıktı.

Ancak, ayaklanma gerçekleşmedi. Muhbirler yetkilileri haberdar etti ve Kasım 1599’da örgüt acımasızca parçalandıktan sonra Campanella ile diğer liderler tutuklandı. Bu gelişme Engizisyonun ayaklanmanın ruhani lideri Bruno’dan kurtulma konusundaki ani kararının da gerçek nedeniydi.
Zincirin Campenella’dan sonraki halkası Galileo’dur. Sonradan uydurulmuş efsaneler (ama dünya yine de dönüyor!) bir yana bırakılırsa hepsi çağlarının insanlarıydı. Çağlarının ise değişme zamanı gelmişti, aktörlerini arıyordu. Bu zeki, tuhaf, inatçı ve inançlı insanlar için hazırlanan tarihsel sahne işte budur. Aydınlanma tarihimizde, Bruno’dan başlayan, Decart’a, Leibniz’e, Newton’a uzanan bir gelenek, bir örgüt saptayabiliyoruz. Newton bu örgütün en önemli temsilcisiydi. Onun simya yazılarının koleksiyoncusu iktisatçı John Maynard Keynes şöyle demişti; O sihirbazların sonuncusuydu!

***

Böylece bir “aydınlanma çetesi”ne ulaşmış oluyoruz. Benim “Aydınlanma Tarikatı”nda ise tuhaf, gizemli bir cemaat anlatılıyor.
İkisi de doğrudur.
Aydınlanma cüretli insanların işidir.
Ne güzel… Bruno’dan miras bir davamız var; Aydınlanmaya borçluyuz ve sınıfımıza yeni bir aydınlanma borçluyuz. Muktedirlere sorun doğrulayacaklardır, Bruno’dan beri tuhaf bir “tarikat” ve “azılı” bir çeteyiz!

Yalnız artık işçi sınıfımız ve Marksizm’imiz var, yolumuz somut ve nettir.

İşte tarihimiz: Biz o karanlığı yırttık, kuşkunuz olmasın yine yırtarız!

Orhan Gökdemir / SOL

Hafıza-i beşer - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Erdoğan’ın son açıklamalarından biri hayli ilginç: “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız.”
 
Cumhurbaşkanı’nın emperyalizm karşıtı ve de yetmezmiş gibi demokrat olduğunu öğrenmiş bulunduk. Zaten bir süredir iktidar medyası bol bol Kurtuluş Savaşı ve Atatürk göndermeli yorumlarla, muhalefeti emperyalizme teslim olmakla suçlamaktaydı. 

 Sayın Erdoğan’ın yerinde sorusuna cevap vermek için ilk yapılması gereken sıkı bir hafıza temizliğine girişmek. 
 
Mesela siyasal İslamcı geleneğin bir CIA operasyonu olan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde güçlendiklerini unutalım.
 
Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden solcu yurtsever gençlere karşı düzenlenen ve Kanlı Pazar’la biten gönüllü Amerikan donanması bekçiliğinin düzenleyicilerinden birinin bugün Meclis başkanı olduğunu aklımıza getirmeyelim.
 
Siyasal İslamcılar Filistin’i bir ağlama malzemesi yapmaktan öteye geçemezken memleketin devrimcilerinin Filistinli yoldaşlarıyla beraber savaştığını hafızalarımızdan silelim. 
 
Emperyalizmin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarının teminatı Suudi Arabistan’ın petro- dolarlarıyla finanse edilen Rabıta ile ülkemizin siyasal İslamcılarının irtibatını görmeyelim. 
 
Yine o petro-dolarların hükmettiği İslamcı bankalarda semirenleri ve oralardan yetişenleri unutalım.
 
Afganistan’da bir Amerikan milis birliği gibi savaşan mücahitleri hayranlıkla diz kırıp seyreyleyenlerin fotoğraflarını yakalım.
 
Evlat Bush’un Ortadoğu’nun darmadağın olmasına yol açan savaşının halayına mendil yerine tezkere sallayarak katılmaya gayret edenleri görmezden gelelim.
 
Washington’da “Bu adamı delikten süpürmeyin, bu adamdan istifade edin” diyen özel danışmanı hiç bilmeyelim.
 
CIA referansıyla ABD’de oturma izni alan Fethullah Gülen’in başvurusunu destekleyen AKP’lileri, Gülencilerin devleti ele geçirme davalarına arka çıkanları, Pensilvanya’ya ne istedilerse verenleri zihnimizden çıkaralım. 
 
Suriye iç savaşında senelerce ABD’nin sırtını sıvazladığı unsurların kafalarının okşandığını duymamış olalım. 
 
Bunların yanında otoriter rejimlerinin kendi bekalarını korumak, servetlerini ve güçlerini arttırmak için sahte bir antiemperyalizm söylemine sarılma âdetinden bihaber olalım. 
 
Birazdan şayak kalpaklarını başlarına geçirip milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçecekmiş gibi üst perdeden antiemperyalizm dersleri vermeye çalışanlar, siyasal İslamcılığın, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’daki bağımsızlıkçı ve halkçı hareketlere karşı nasıl bir hançer gibi kullanıldığını unutmamızı istiyorlar. 
 
Sizi mi kıracağız. 

Unuttuk gitti.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Güven Krizi! - TARIK ŞENGÜL

Toplum ve toplumsal kurumlar düzenleyici mekanizmalar olmadan kendiniyeniden üretemez, dağılır. Anlamlı her toplumsal birim onu bir arada tutacak bir düzenlemeye ihtiyaç duyar.
O yüzden toplumsal sanıldığı gibi iki değil, üç sayısıyla başlar. Çünkü iki ile başlayan toplumsal ilişki, o ilişkiyi düzenleyecek bir üçüncü taraf olmadan çöker.

Bu soyut girişi bir siyasal parti olarak AKP’nin karşı karşıya olduğu kendini yeniden üretme sorununu tartışmak için yaptım. Çünkü 2001 yılında kurulup, sonrasında yerelden ulusala uzanan bir iktidar partisinin, geldiğimiz noktada giderek belirginleşen bir var olma krizi ile karşı karşıya kalışına şahit oluyoruz.

AKP’nin varoluşsal krizini anlamaya yönelik olarak, bir kez daha soyut-kuramsal düzleme dönüp, ekleyeyim; bir toplumsal birimin kendisini yeniden üretmesinde üç ana düzenleyici mekanizmadan söz edebiliriz.

Düzenlemenin birinci mekanizması emir-komuta ilişkisidir; emir yukarıdan gelir, aşağıdaki ona uyar, uymadığında yaptırımla karşılaşacağını bilir. Diyor ya Cumhurbaşkanı “başkanlar görevi bırakmazsa, neticeleri ağır olur”, işte öyle.


İkinci düzenleme mekanizması, piyasadır. Bu kez emir komuta zinciri değil, fiyat mekanizması işleyiştedir. Bir piyasaya girecekseniz, o piyasada oluşmuş fiyatları hesaba katmanız gerekir, herkesin ürettiği fiyatın üzerinde fiyata üretip satmaya kalkarsanız, iflas edersiniz. Örneğin bir belediye olarak, sunduğunuz hizmetler, başka yerlerde üretilen hizmet kalitesinin altında kalıp, fiyatlandırması üzerinde ise, normal koşullarda seçmen tarafından ilk  seçimde cezalandırılırsınız.

Emir-komuta ve piyasa-fiyatlandırma ötesinde bir üçüncü düzenleme mekanizması topluluk/cemaat temelli düzenleme biçimidir. Bu tür bir ilişki görece yatay biçimde toplumsalı oluşturan bireyler/kurumlar arasında bir güven ilişkisine yaslanır. Bu tür ilişkilerde toplumsal alanı ayakta tutacak katkıyı katılımcılar, ne emir verildiği için, ne de maddi bir beklentiyi öne çıkararak yaparlar; karşılıklı güven ve dayanışma esastır.

Bugün irili ufaklı herhangi bir toplumsal birime bakın, bu ister aile olsun, isterse bir siyasal parti, bu üç mekanizmanın bir kombinasyonun düzenleyici işleyişini görürsünüz. Bu bir ordu ise, en önde emir komuta gider, parayı basıp son model silahlarla da donatabilirsiniz, ama bir ordu, gerekli minimum güven ilişkisini tesis edememişse, savaş kazanamaz.

Lafı siyasal partilere getirirsek; birinde biraz az, diğerinde biraz fazla da olsa, günümüz siyasal partilerinde en esaslı düzenleme mekanizması liderden il, ilçe ve köylere kadar inen hiyerarşi ve emir komuta zinciridir. Bunun içine biraz da piyasa türü bir yarışmacılığı katabilirsiniz; kongreler, kurultaylar, emir komutanın yanında dikkate değer bir yarışmacılığın da arenasıdır.
Lakin, emir-komuta ve yarışmacılık bir yere kadar; bir partiyi parti yapan, belli bir minimumda da olsa, güven ve dayanışmanın varlığıdır. Nasıl bir ordu minimum bir güven ilişkisi olmadan savaş kazanamazsa, bir siyasi parti de kendi içinde belli bir düzeyde güven ilişkisi yaratmadan seçim kazanamaz.

Geldiğimiz noktada, AKP lideri ve kurmayları, kaybettikleri toplumsal desteğin nedeni olarakta kadrolarındaki “metal yorgunluğu” olarak adlandırdıkları aşınmayı görüyorlar. Bu kaygı, Fetöcülük tanısıyla başlayan parti içi tasfiyeyi, giderek yaygın ve derin bir operasyona çevirmiş bulunuyor. Son günlerde tasfiyenin hedefinde bir dizi belediye başkanı var.

AKP lideri ve kurmayları bir yenilenme olarak görüyor olsa da, bu yaygın ve giderek derinleşen tasfiye, parti içinde giderek büyüyen bir güven sorununa dönüşüyor.

Alın yıllardır Ankara’ya hükmeden Gökçek gerçekliğini; yıllar boyu yıkılmaz gördüğü bir imparatorluk kurup, Başkenti kimseye hesap vermeden “yönettikten” sonra, hiç beklemediği bir anda kendi partisi tarafından kapının önüne konuluyor. Üstelik ortada ne bir seçim yenilgisi, ne bir mahkeme kararı, ne de bir hastalık durumu var!

Kuşkusuz Gökçek ilk örnek değil. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı da boş verin. Daha düne kadar Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı yapmış AKP siyasetçileri de benzer bir kaderi paylaşmadılar mı?

Soru şu; bu noktaya gelindiğinde, hangi AKP siyasetçisi kendisini güvende hissedebilir ki? Bu derece güçlü siyasetçilerin bir kenara konduğu yerde, AKP’de siyaset yapmak nasıl olacak?

Güçlü liderlikse güçlü liderlik, kaynaksa gani gani, ama Parti içinde güven ilişkisi hızla eriyor. İronik olan, bütün bu operasyonların gerisinde de bir güven sorunu var ve bu sorunu gidermeye yönelik gelen her tasfiye emri, Parti içinde güven sorununu biraz daha büyütüyor. O nedenle, artık AKP’nin en büyük sorunu dışındaki seçmenle değil, içinde giderek büyüyen güvensizlikle!
Piyasa mekanizmasının bu çözülmedeki payına da küçük bir atıfla bitirelim. Ne diyor Marx?

“Para bir topluluk/cemaat değildir, ama topluluğu/cemaati çözer.”

Tarık Şengül / BİRGÜN

20 Ekim 2017 Cuma

IMF’den dünya bilgileri - KORKUT BORATAV

IMF, her yıl Nisan ve Ekim aylarında iki rapor yayımlar.
Biri “Ekonomik Rapor”dur (World Economic Outlook) diğeri
Finansal Rapor (Global Financial Stability Report)…
Geçen hafta bu iki rapor kamuoyuna dağıtıldı. IMF raporlarını yakından izlemeyi yararlı görenlerdenim.
Bir kere, ülkeler arası karşılaştırmalar yapmamıza imkân veren zengin sayısal bilgiler bunlarda güncellenir; haberdar oluruz.
İkinci olarak bu raporlar, emperyalizmin ekonomik ideolojisini yansıtan önemli metinlerdir.
IMF, bu özelliğini, kendine özgü bir dil ve söylem ile görünmez kılmaya çalışır; ama, fazla başarılı olamaz.
Bugün, bu raporların nicel verileri arasında bir gezinti yapalım.
Dünya ekonomisi nasıl seyretmektedir?
Yakın geleceğin beklentileri nasıldır?
Ülke konumları nasıl ayrışmaktadır?
Bunların içinde Türkiye nerededir?

 İki yıllık bir iyimserlik
Ekim 2017 tarihli Ekonomik Rapor, son yılların en iyimser IMF metinlerinden biri olarak dikkat çekiyor.
Ancak, iki yıllık bir iyimserlik…
Geçen yılın ikinci yarısında başlayan canlanmanın “tam gaz” bu yıl da süregeldiği belirleniyor. Bir önceki raporda 2017-2018 için yapılan nicel tahminler yukarı çekilmiştir.
2017 büyüme tahminlerini aktarayım:  
Dünya ekonomisinin tümü için yüzde 3,6; emperyalist sistemin merkezi (IMF terminolojisine göre “ilerlemiş ekonomiler”) için yüzde 2,2 ve çevresi (“yükselen piyasalar ve gelişmekte olan ekonomiler”) için yüzde 4,6…

2018 öngörüleri nasıl? 
Çevre ekonomilerinde büyüme bir nebze daha (%4,9’a) yükseliyor. Bu etken, metropoldeki çok ılımlı yavaşlamayı fazlasıyla telafi ediyor ve dünya ekonomisinin büyüme temposunu da yukarı (%3,7’ye) çekiyor.
Böylece, bu iki yıla ilişkin IMF öngörülerine göre, 2008-2013 arasında önce Batı ekonomilerinin tümünü, sonra da Avro Bölgesi’nin sarsan bunalım dalgasının aşılmıştır.

 Canlanmanın ardındaki temel bir etken, Çin’in büyüme temposunu sürdürmesidir. IMF’nin orkestra şefliğinde burjuva iktisatçıları uzunca bir süredir Çin’i, “reformları hızlandır; devlet işletmelerini tasfiye et; aksi halde…” söylemiyle uyarmaktaydı. Bu telkinler umursanmadı. IMF örtülü olarak itiraf etmektedir ki “malûm reformlara” itibar etmeyen Çin, hâlâ dünya ekonomisinin büyümesine en fazla katkı yapan ülkedir.

Buna karşılık IMF, her iki raporda da ısrarla, Batı merkez bankalarının gevşek para politikalarının, dünya ekonomisine “selim bir finansal  ortam” sağlayarak ekonomik canlanmaya katkı yaptığını savunmaktadır. Aynı zamanda da, “varlıklardaki aşırı tırmanmanın” finansal istikrarsızlık yaratma olasılığına da değinmektedir. Bu ifadeyi, anlaşılır dile çevirelim: “Parasal genişleme borsaları, kâğıttan varlıkları öylesine şişirmiştir ki, her şey olabilir…”

2017-2018 için öngörülen iyimser senaryoyu bozabilecek olumsuz ekonomik risklerin ön planında, IMF’ye göre, korumacılığa yönelme olasılığı vardır.
Bu tehdidin kaynağında Trump yönetiminin olduğu malûmdur. IMF, yine de, emperyalizmin  egemen ekonomik ideolojisini (“ticarette ve sermaye hareketlerinde tam serbestlik” ilkelerini) sahiplenmektedir.
Sonraki yıllar?
2022’ye kadar Batı ekonomilerinin tümünde durgunlaşma öngörülüyor (Tablo A1). IMF’nin baş iktisatçısı Maurice Obstfeld’i aktarayım: “İleri ekonomilerin çoğu, 2007-2009 krizi öncesindeki on yıla göre çok daha düşük büyüme oranlarıyla karşılaşacaktır… Belirleyici rolü, verim artışlarında yavaşlama ve emek gücünün yaşlanması oynuyor.” (s.xiv).

Verim hareketleri niçin yavaşlıyor?
İktisat bilgimize göre, sorumluluk düşük sermaye birikiminde aranmalıdır. Ekonomik Rapor, sabit sermaye birikiminde son iki yılda gözlenen gerilemeyi belirliyor (Şekil 1.2, s.16); ama bu olguyu Batı ekonomilerindeki durgunlaşmaya bağlamıyor.
Net sermaye birikiminin sıfıra yaklaştığı bir kapitalizm varlığını sürdürebilir mi?
IMF raporlarında “kapitalizm” sözcüğünü tarayın: Bir kere bile kullanılmadığını belirleyeceksiniz. Kapitalizm kavramını lügatçesinden çıkaran bir kurum, böyle bir soruyu elbette gündeme dahi getiremez.

Uluslararası gelir farkları kapanıyor mu?
IMF belirlemiştir ki, emperyalist sistemin çevresi, Batı ekonomilerinden (merkezden) daha hızlı büyümektedir. Bu sonuç, uluslararası gelir farklarının azaldığını; emperyalizmin iki kutbu arasındaki bir yakınlaşmanın gerçekleştiğini göstermekte midir?

Çevre blokunu ülkelere ayırın; aralarındaki farklılaşma bu tür bir genellemenin geçersiz olduğunu gösteriyor. Örneğin, “çevre” ekonomilerinin 2017 büyüme öngörüsü olan %4,6, bu bloktaki iki en büyük ekonomi olan Çin ve Hindistan’ın ağırlığını taşır.

Yüzde 4,6’lık büyüme ortalamasını hangi çevre ülkeleri aşmıştır?  
Ekonomik Rapor’un tüm ülkeleri kapsayan 2017 büyüme tahminlerini içeren listeye (Tablo A4’e) baktığımızda ilginç bir yanıt ortaya çıkıyor: Hemen hemen sadece Asyalılar…
Ayrıntılara boğmamak için listeyi, en büyük 11 çevre ekonomisinin yer aldığı G20 ülkeleri ile sınırlayayım: 2017’de yüzde 4,6’yı aşan büyüme temposunu (bir istisna dışında) sadece üç Asya’lı, yani Çin (%6,8), Hindistan (%6,7) ve Endonezya (%5,2) aşmaktadır.

Karşılaştırmayı genişletelim: Institute of International Finance’in, 26 ülkeden oluşan “yükselen piyasa ekonomileri” listesine bakalım. Bu listede yüzde 5’i aşan büyüme başarımı da (aynı istisna hariç) tamamen Asyalılara aittir.
Örnek: Filipinler (%6,6), Vietnam (%6,3), Malezya (%5,4)…
Latin Amerika’nın en büyük ekonomileri (Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Kolombiya) ise, 2017 büyüme hızı bakımından Batı ekonomilerinin dahi gerisindedir.

2017’nin öncesine gidelim; neoliberal dönemin tümüne bakalım: Emperyalist sistemin merkezi ile çevresi arasında ekonomik yakınlaşma görüntüsü, büyük ölçüde Asya’ya özgü bir dinamizmin istatistiklere yansımasıyla sınırlıdır. Asya olgusunu, bu nedenle yakından izlememiz gerekiyor.
Diğerleri, yani Latin Amerika, Afrika ve (petrolcüler hariç) Orta Doğu  ise, çevre ekonomilerinin malûm özelliklerini, hem bağımlılığı, hem de azgelişmişliği yaşamayı sürdürmektedir.

Raporlarda Türkiye
Hızlı büyüyen büyük çevre ekonomilerinde “Asya dışında bir istisna”dan söz ettim. Bu istisna Türkiye’dir. IMF, Türkiye milli gelirinin 2017’de 5,1’lik bir tempoyla büyüyeceğini öngörüyor ve dört aylık bir gecikmeden sonra TÜİK’in yeni (ve “arızalı”) millî gelir hesabını kullanmaya başlıyor. Aksi zaten düşünülemezdi.

Yine de, IMF raporlarında Türkiye ekonomisiyle ilgili örtülü “rezervler” yer alıyor. Bir kere, 2017 büyüme öngörüsü, hükümetçe yayımlanan Orta Vadeli Program’daki yüzde 5,5’lik hedefinin altındadır. 2018, 2022 yılları için de IMF, yüzde %3,5-3,6’lık bir büyüme temposu öngörmektedir. Geçmiş yıllarda IMF uzmanlarınca hazırlanan Türkiye raporlarında, ekonominin büyüme potansiyeli yüzde 3,8 civarında belirlenmişti. Ekim  2017 raporları da aynı öngörüde ısrar ediyor.

Dünya ekonomisinin tümünü kapsayan IMF raporları, ülkelere kısaca değinir. Ekim 2017 raporlarında Türkiye’ye değinmeler arasında, enflasyon hedefinin bir türlü tutturulamaması ve Merkez Bankası politika faizinin enflasyonun altında kalması yer alıyor. Türkiye, böylece, para, hatta maliye politikalarını “sıkılaştırması” tavsiye edilen ülkeler arasındadır: Ekonomik Rapor (ss. 30, 35, 39); Finansal Rapor (ss. 97,98).

Bu önerilerin dayanağında, Türkiye’nin 2017 enflasyonunun, IMF tarafından yüzde 10,9 olarak öngörülmesi yatıyor. Bu enflasyon oranını, G20 ülkelerinde aşan tek örnek (%26,9 ile) Arjantin’dir. Listeyi diğer büyük çevre ekonomilerine de taşırsak, sadece (%23,5 ile) Mısır’ı ekleyeceğiz (Tablo A7).

Ne var ki, IMF’nin “enflasyon doktrini” sorunludur. Emperyalist sistemin metropolünde deflasyon (“düşen fiyatlar”) tehdidine karşı  merkez bankalarının sınırsız parasal genişleme politikaları savunuluyor. Zira, kriz ortamında finans kapitalin ihya edilmesi önceliklidir.

Bizlerin (“çevre”nin) merkez bankalarına gelince, kriz ortamlarında dahi enflasyon hedeflemesi (“sıkı para, yüksek faizler, dalgalı kur”), değişmez ilke olmalıdır.
Niçin?
Metropolde aşırı parasal genişleme ile beslenen finans kapital, çevre ekonomilerinde de yüksek spekülatif getirilere ulaşabilsin diye…
Raporlar, satır aralarında TCMB’yi “gereğini tam yapmıyorsun” diye uyarıyor. Halbuki TCMB, son bir yıl boyunca bankalara dönük (%12 civarındaki) ortalama fonlama maliyetini, politika faizinin üzerinde tutmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın “faizler yüksek” yakınmalarına rağmen TCMB tarafından sürdürülen bu uygulamayı IMF göz ardı ediyor ve TCMB’ye haksızlık ediyor.

TCMB’nin gizli-saklı yüksek faiz uygulaması, Orta Vadeli Program’a (OVP’ye) açıkça giriyor: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olmaya devam edecektir.” (s,16, paragraf 211). Böylece de, dış kırılganlığı yüksek bir ülkede, son sözün Cumhurbaşkanı’na değil,  finans kapitale ait olacağı  da ortaya çıkıyor.

Dış kırılganlıklar bilançosu
“Yüksek dış kırılganlık varsa, son söz finans kapitalindir”…
Niçin böyle?
Kronik ve yüksek dış açık  verirseniz, ekonomiyi olduğu gibi (büyümeden) döndürmek için dahi yabancı sermaye girişine muhtaç olursunuz. Finans kapital için kısa dönemde en etkili çekim gücü, yüksek getiri beklentisidir: Yüksek faiz + dalgalı kur (“ucuzlayan döviz”)… Yani, IMF terminolojisinde (OVP’de de vadedilen) enflasyon hedeflemesi…

O zaman, IMF raporlarına dönerek Türkiye’nin konumunu, diğer çevre ülkeleriyle karşılaştıralım ve en yaygın dış kırılganlık ölçütü olan cari işlem dengesinin millî gelire oranlarına göz atalım (Tablo A11 ve A12).

Listeyi, önce G20 ülkelerinin Batı bloku dışındakilerle sınırlayalım ve son sekiz yılın (2010-2017’nin) ortalamalarına bakalım. Dış fazla veren dört ülke var: Rusya, S. Arabistan, Çin ve Güney Kore. Buna karşılık diğer yedi ülkenin sekiz yıl ortalaması dış açıklardan oluşuyor.
Türkiye, ortalama dış açık / millî gelir oranı bakımından zirvededir: %5,5. Diğerleri yüzde 1,7 (Meksika, Endonezya) ile 3,8 (Güney Afrika) arasında seyrediyor. Listeyi 26 “yükselen piyasa ekonomisine” genişletin. Sonuç aynıdır.

Türkiye bu kırılgan konumu yüzünden, örneğin Çin, Hindistan, G. Kore ve Arjantin gibi gerektiğinde sermaye giriş-çıkışlarını denetleme seçeneğinden yoksundur. Denetleyebilseydi faizleri düşürür; döviz fiyatlarını da rekabet gücünü koruyacak düzeylerde tutabilirdi.

Cumhurbaşkanı, bu yüzden, finans kapitale yenik düşmektedir.

Korkut  Boratav / SOL

Bu düzen... asla değişmez sen değişmezsen - MİNE SÖĞÜT

İnsan çağlardan beri hiç değişmediği...
İnançlarını, korkularını, alışkanlıklarını ve zaaflarını nesillerden nesillere aynen tekrarladığı için bu korkunç düzen hep aynı şekilde devam eder.
O yüzden her toplumun kaderi illa ki daha önce yaşamış bambaşka bir toplumun kaderine benzer.
İşin korkuncu herkes birbirine ve bir öncekine ve herkese benzemeyi güvenli beller.
Gerçekten bir şeylerin değişmesini istiyorsanız, farklı olmayı göze almanız, dışlanmaktan korkmamanız gerekir.
Dışarısı içerisinden çok daha güzel ve güvenli olabilir, hayatta ihtimaller sonsuzdur.
İşe size öğretilen ve dayatılan her şeyden kuşku duyarak başlayın.
Kendinize ait korkulara sahip çıkıp, size dayatılan korkulardan kurtulun.
Mutluluğun başarıyla ilgisi yoktur ama başarının mutlulukla ilgisi vardır.
Mutlu olmak için başarılı olmaya çalışmayın, kendinizi mutlu olduğunuz zaman başarılı sayın.
Sevmediğiniz insanlarla evlenmeyin. Vakit geçiyor korkusuyla hiç evlenmeyin. Annenizi üzmemek için evlenmeyin. Düşünmeden evlenmeyin.
Hatta hiç evlenmeyin.
Evlenirseniz gelinlik giymeyin, damatlık giymeyin, düğün yapmayın.
O“Çok özel” olduğunu sandığınız günü herkes gibi en sıradan kıyafetler ve törenlerle yaşadığınıza artık uyanın.
Tüm gelinler ve damatlar ve düğünler birbirine neden benzer, bir düşünün. 


Nasıl bir masalla neye kandırıldığınızı görün.
Evlendiniz diye eski hayatınıza veda etmeyin, kendinizi şartlara göre değiştirmeyin.
O zamana kadar kimseniz aynı kişi olmaya devam edin, kişiliğinize, alışkanlıklarınıza, felsefenize, yaşam tarzınıza sahip çıkın.
Gerçekten isteyip istemediğinizden emin olmadan çocuk yapmayın. Vakit geçiyor korkusuyla çocuk yapmayın. Annenizi üzmemek için çocuk yapmayın. Düşünmeden çocuk yapmayın.
İmkânınız varsa hiç çocuk yapmayın.
Hadi yaptınız...
Onu kendi malınız sanmayın.
Her çocuğun sizin gibi bir yetişkinin küçüklüğü olduğunu unutmayın.
Size ihtiyacı kalmadığı noktada çocuğunuzu rahat bırakın; size ihtiyacı kalmadığı noktada kendi rahatınıza bakın.
Çocuğunuzun kendi hayatını kurmasına alan açın, çocuk yüzünden kendi alanınızı daraltmayın.
Gereksiz yere hiçbir şey tüketmeyin. Gördüğünüz afişler, izlediğiniz reklamlar, yanından geçtiğiniz vitrinler, alışkanlıklar, hevesler birer tuzak gibi görünsün gözünüze. Sıkı durun düşmeyin hiçbirine.
Başkasının sevgisine, ilgisine, desteğine ihtiyacınız olacak bir hayat kurgulamayın.
Kendinize yetin.
Sevginin, ilginin ve desteğin fazlası hediye olsun, eksikliği sorun olmasın.
Yalnızlıktan korkmayın. Yalnızlığın kıymetini bilin.
Binalara bakın. Sokaklara bakın. Çevrenizde olup bitenlere bakın.
İnsanların, tanımadığınız insanların yüzlerine dikkatlice bakın.
Düşünün, kendinizden başkalarını düşünün.
Kendinizi düşünün.
Gerçekte neler olup bittiğini anlamaya çalışın.
Sevmediğiniz işlerde çalışmayın, sevmediğiniz yerlerde yaşamayın.
Ve masum gibi görünen ve toplum tarafından da onaylanan tercihlerinizin nelere mal olduğuna artık uyanın.
Çünkü bu düzen anca siz değişmeye cesaret ettiğiniz zaman değişecek.
Yoksa olacaklar belli.
Bugün müftü nikâhı, yarın kadı sopası.
Fokur fokur kaynıyor insanlığın altında çağlardır aynı cadı kazanı.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘Ağlamayan erkek, puşttur!’ - TAYFUN ATAY

Türkiye’de iletişim biliminin öncü ismi, güzel ismi, unutulmaz ismi Prof. Ünsal Oskay’ı 17 Ekim 2009’da kaybettik. Onun bir grup “tâlibi” olarak, bize yâdigârı Çınar Oskay’ın da katılımıyla dün mütevazı bir anma toplantısındaydık. Buluşmayı sağlayan dostlarım, Göksel Aymaz ve Uraz Aydın’a Aşk olsun!..

***
 
Ünsal Hoca’yı ben yüz yüze tanımadan önce “Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri” başlıklı kitabıyla tanıdım.
Kitap basıldığında (1982) Türkiye onun içindekileri anlama, daha doğrusu “alımlama” imkânı sunan bir çağdan çok uzaktı. Geçin sibernetik ve mobil “yeni medya” kültürünün varlığını, televizüel medya bile devletin elinde tek kanallı bir doktrinasyon aracından ibaretti.
Ama Türkiye’ye nereye yol tutacağının, neler yaşayacağının, ne hallere düşeceğinin haberini veren bir kitaba adeta “erken doğum” yapmıştı Ünsal Hoca...
Sonra Türkiye, “kültür endüstrisi”yle tanıştı. Özel televizyonların 1990’ların başından itibaren patladığı dönemde Ünsal Hoca’nın kitabında sözünü ettiği kuramsal düşünce erbabının, onların bir kısmının içinde yer aldığı “Frankfurt Okulu”nun, onunla özdeş “Eleştirel Kuram”ın izini sürenler için muazzam bir iletişim sosyolojisi laboratuvarı haline geldi Türkiye.
Ünsal Hoca’nın akademik çevreler dışında kamusal tanınması da bu dönemde oldu. On yıllarca “akademya”da yazdığıçevirdiği kitaplar kendi boyunu aşmış adam, medyada da boy atmaya başladı böylece.

***
 
Bununla birlikte Ünsal Hoca, bu endüstriyel işleyişin entelektüel kaygıları giderek sıfırlarken eğlence taşkınlığını sınırsızlaştırdığı yörüngesine karşı hep sorgulayıcı ve eleştirel olmayı sürdürdü.
İletişim kuramcısı ve kültür eleştirmeni Neil Postman’ın 1950’lerden itibaren Amerika’da televizyon dolayımıyla yaşananlar temelinde kaleme aldığı “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı yapıtında anlattıklarını 1990’lar ve 2000’ler Türkiye’sinde dillendirmek ona düştü.
O yüzden Ünsal Hoca, bizim “Postman”ımızdı.
Ama Neil Postman’ın Türkiye bağlamında karşılığı olmak anlamında değil sadece... Kelimenin esas anlamıyla da bir “postman”, yani “postacı”ydı.
Meşhur Hollywood klasiği filmde olduğu gibi kapıyı iki kere çalan değil, kapıyı erken çalmış bir “Postacı”…
Ekonomik, politik, toplumsal, kültürel ve ahlâkî bakımdan “MESH” (medya-eğlenceshow) endüstrisinin güdümüne girecek bir ülkenin halini erken haber vermiş bir “Postacı”!..

***
 
Hoca, kelimenin tam anlamıyla “yazılı kültür çocuğu” idi. Okumak, ona “ekmek, su, hava”ydı.
Okuduklarını sular seller gibi paylaşırken de onları yaşar, duygularını hiç esirgemez, yazıyı gözyaşlarıyla söze dönüştürmekte hiç tereddüt etmezdi.
Oğlu Çınar, değindi buna ve onun bir üniversitede konferans verirken yine gözyaşlarını tutamadığı bir anda sözü ağlamaya getirip “Ağlamayan erkek olmaz” diyerek şöyle devam ettiğini aktardı:
“Erkekler ağlar!.. Ağlamayan erkek puşttur!”
O, yaşarmayan gözden hiçbir hayır gelmeyeceğini bilen bir mübarek bilgeydi.

***
 
Hocamızı medyanın magazinelleşmekten de öte kültürel anlamda “pornografikleştiği” bir ortamda kaybettik.
Elbette böyle bir ortamda Ünsal Oskay’a tarihe mal olmak yakışırdı!..
Büyük bir zihin ve yürek emeğiyle ürettiği, Türkiye’nin dününe, bugününe, geleceğine kül yutmaz bir dirençle ışık tutan yapıtlarıyla tarihsel abide olarak aramızda o...
Bu yüzden bizim dünyamızda hâlâ son sözü hep o söylüyor:
“Pornonun kriterleri, tek yanlılık, baskınlık ilişkisi ve alt konumdaki insanın dilediği gibi yaşayamaması... Pornodaki ilişki biçimi, televizyon programlarından tutun da uluslararası ilişkilere varana kadar bütün bir hayatımızı kaplıyor aslında. Yarışma programlarında görüyoruz, gencecik insan ağlıyor, hiçbir umudu kalmadığını söylüyor, annesiyle beraber Maraş’tan gelmiş, Edirne’deki elemelere katılmaya çalışıyor. İnsanın, insan karşısında teslimiyetini iki lokma ekmek ve bir işe girmek için kabullenmesi, pornonun ta kendisidir”

Tayfun Atay / CUMHURİYET
 
(Ü. Oskay, “Hayatımız Porno”, Söyleşi: Melis Çelebi [Alphan], Milliyet Popüler Kültür, Sayı: 27, 19 Mart 2004).

‘Hesap vermek’ hedefse buyrun...- ÇİĞDEM TOKER

2018 yılı Bütçe Kanunu Tasarısı Meclis’e sunuldu. Sırasını bekliyor. Vergi zamları getiren torba kanun Plan Bütçe Komisyonu’nda tamamlanınca, görüşme sırası bütçeye gelecek.
Haber vereyim: Bakanlar Kurulu imzalarını taşıyan tasarının daha ilk sayfasında, 15 maddelik bir liste var. Bu listede, bütçenin hangi hedeflere göre hazırlandığı, maddeler halinde yer alıyor.
Ta en altta, 15. sırada da olsa “hesap verebilirliği ve mali saydamlığı güçlendirmek” bütçenin hedefleri arasına konulmuş. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım ve diğer bütün bakanların imza attığı bu bütçe tasarısına dair “hesap verebilirlik ve mali saydamlık” beklentisi haktır. Hak da çoklukla aranmayı gerektirir. 
 
Malum, kamu ihaleleri “hesap verebilirlik ve mali saydamlık” ihtiyacının en çok hissedildiği alan. Bizden toplanan, yetmeyince arttırılan vergilerin nereye nasıl harcandığını görmenin aynalarından biri olduğu için. 
 
Hal böyle olunca, uygar bir ülkede kamu ihalelerinin her aşamasının açık yapılması, kamu yararı gözeterek alınacak fiyat tekliflerinin toplumla paylaşılması beklenir.
(AB’ye “al bizi al bizi” denildiği geldi birden aklıma.) 
 
Misal, geçen pazar proje ayrıntılarını verdiğimiz Okluk’taki toplam 13 bin 166 metrekare kapalı inşaat alanına sahip “T.C. Cumhurbaşkanlığı Yazlık Konutu Yerleşkesi”.
Üçünde, 250’şer metrekarelik hobi, eğlence, SPA alanlarının bulunduğu dört ana blok, bir dinlenme evi, personel lojmanları, iki nizamiye yapısı, gül bahçesi, Savarona yatının demirleyebileceği ölçekte iskelenin bulunduğu yerleşkenin inşaat maliyetini sormuştuk o yazıda. Tabii yanıt gelmedi.
 
Okluk inşaatı ihalesiz mi?
Yeni bütçeye konulmuş “Hesap verebilirlik ve mali saydamlık” ilkesi, soruyu tekrarlama ihtiyacı doğurdu. Ama bu sorudan da öncelikli bir tereddütlü durum olduğunu duyduk.
Rönesans Holding bünyesindeki REC İnşaat’ın yapımını, Vizzion Architecs’in mimari tasarımını, NNC Mimarlık’ın mimari uygulamasını üstlendiği projeyle ilgili temel ihale yapılmamış. Yani inşaat, ihalesiz başlamış. 
 
Eğer bu bilgi doğruysa farklı sorular gündeme gelir:
Okluk Yerleşkesi projesi kamusal nitelikli bir yatırım mı, değil mi?
Proje için bir ihale süreci işletilecek mi? 
Bu süreci önce Başbakanlık Merkez Binası olarak tasarlanıp sonra Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na dönüştürülen yapıda olduğu gibi TOKİ mi yönetecek?
Yapay plaj, kıyı dolgusu,yat yanaşma yeri duyurusunu aylar önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yaptığı projenin asıl inşaatıyla da ilgili açıklamalar yapılacak mı?
Ve tabii temel mesele: Bu yapının bütçeye maliyeti nedir? 

 Bu soruların yanıtlarının, 2018 bütçe tasarısının hedefleri arasında yer alan mali saydamlık ve hesap verilebilirlik kapsamında verilmesi beklenir. 
 
Aksi halde, vergi zamları getiren “torba”ları sadece güvenlik harcamalarındaki artışla açıklamak inandırıcı olmayacaktır. 
 
Böyle bir derdin yönetici kadrolarda olmadığı söylenebilirse de, bizde var. 
 
Hesap verme ve mali saydamlık” ilkesini, Meclis’ten yetki istediğiniz bütçenin birinci sayfasına koymanın anlamı tam da budur çünkü.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Sarraf Davasının Önü Arkası - GÜRAY ÖZ

Emperyalist devlet ile bir nedenle hışmına uğramış devlet arasındaki ilişkilerde “hakikat” aranmaz. Çatışmanın gözümüze soktuğu gerçeklerin izini sürmek gerekir. Kim bu devletler, neden çatışıyorlar? İran, Türkiye ve ABD’den söz ediyoruz. Alt düzey elemanlar ise İran’da yargılanan Babek, ABD’de yargılanan Sarraf, “ötekiler” ve kuşkusuz Türkiye’de yargılanamayanlardır.

***

Bir; ABD İran’a nükleer silah üretimini önlemek gerekçesiyle kapsamı çok geniş ambargo uyguluyor, tüm dünyaya da bu ambargoyu kim delerse onu suçlu ilan edeceğini duyuruyor.
İki; İran ambargoyu doğal olarak tanımadığını açıklıyor, ticaretini sürdürmek için her yolu deniyor. Küçük bir ayrıntı; fırsattan yararlanarak rant peşine düşen yurttaşlarını affetmiyor.
Üç; Türkiye bu ambargodan rahatsızdır, ilişkiler zarar görüyor, ambargoyu by-pass etmenin yollarını arıyor. Biz de normal yöntemlerle yapılsa belki hak verilebilecek bu çabanın, büyük çaplı rüşvet çarkını harekete geçirdiğini, devlette üst kademelerde görevli kimi siyasetçilerin bu çarktan nemalandıklarını öğreniyoruz.
***

O atlatma yollarının nasıl işlediğini burada anlatmayalım, misal; altın ticaretini tahıl alım satımı olarak göstermek gibi icatlarla herkesin işletildiği biliyoruz. ABD’nin işletilemediği ise savcıların açtıkları çapı gittikçe genişleyen soruşturmadan, açılan davadan anlaşılıyor. ABD’nin İran’la çatışmasının uzun bir tarihi var. Türkiye ile ilişkileri ise ünlü 1 Mart tezkeresi günlerinden bu yana şeker renktir. İktidarlar güven tazelemek istese de ilişkiler söylendiği gibi “karmaşık”tır. 

***

Ambargonun delinmesi sırasında pek tatlı kârların, rüşvetin, rantın öyle böyle değil, devasa boyutlara ulaştığı, Türkiye’de üst makamlardan kimilerinin de bu işe boydan boya daldığı ortaya çıkınca kıyamet kopuyor. Ortaya çıkaran kim? İktidar partisinin sıkı ortağı, bir darbe ile ortağını tasfiye etmeye, kestirmeden şeriat devleti ilan etmeye niyetlenen, lideri Pensilvanya’da yaşayan çete. Ayakkabı kutuları falan ortaya çıkınca ne oluyor peki? Her zaman olan oluyor; gerçekler büyük bir gürültü ile örtülüyor, ortaklar arasındaki kavga kızışıyor, bakanlar “aklanarak” istifa ettiriliyor ve vesaire...
***

Araya kanlı darbe girişimi ve başka şeyler girdi. AKP’nin ABD ile arası bozuldu. Emperyalist ABD ile arası bozulanların sık sık başvurduğu gibi, memleketi OHAL ile yöneten hükümet de hani neredeyse kendini antiemperyalist ilan edecekti. Neyse ki “uzlaşma”nın kaçınılmaz ve güçlü olması nedeniyle bu antiemperyalistlik fazla pirim yapmadı. Ama ABD de işin peşini bırakmıyor, “nerede bu ambargoyu delenler” diye kurcaladıkça kurcalıyor. 

***

Buradan ne çıkar? Buradan ABD emperyalistlerine, aldıkları kararlara hak vermek gibi bir saçmalık çıkmaz. Buradan “haksız ambargoyu deliyoruz, memleketin çıkarlarını savunuyoruz, saatin faturası da aha işte peçetededir” diyenlere hak vermek çıkmaz. Buradan “Bu tezgâhı şunlar bunlar ortaya çıkarmış, kavga sırasında ortaya saçılmış, aman buna gözümüzü kapatalım, sonra bize şuncu buncu derler” gibi bir aymazlık çıkmaz. 

***

Buradan nesnel olarak bu iş nereye gidiyor, yargılayan kim, yargılanan kim bakmak, bu uluslararası davayı sıkı takibe almak gibi bir görev çıkar. Çünkü besbelli iş büyüktür. Emperyalistlerle iş tutanların başına bu türden işler gelir. Mesele, başlarına geleni memleket meselesi gibi tanıtmalarına izin vermemek, halkın haber alma hakkına sahip çıkmaktır.
Ne olup bitiyorsa öğrenmek halkın hakkıdır çünkü.


Güray Öz / CUMHURİYET

IŞİD’i durduran kahraman öldü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tarihin görüp görebileceği en büyük emperyal çullanmayla karşı karşıya kalan Suriye’nin kurtuluş savaşında ailesinin en az bir ferdini kaybetmeyen aile yok neredeyse. İleride daha ayrıntılı yazılacak büyük bir varoluş mücadelesi veriyor bu ülke. Altı yıldır süren savaş boyunca ölümler neredeyse yaşamın bir parçası haline gelmiş de olsa bazı kayıpların ülkede şok etkisi yarattığına tanık oluyoruz. Tuğgeneral İsam Zahreddin’in kaybı bu tür kayıplardan. 18 Ekim Çarşamba günü Deyr ez Zor’un Hevice Sukkar bölgesinde mayın patlaması sonucu hayatını kaybetti.

Yaşarken efsane olmuş bir askerdi Zahreddin. Artık ondan Tuğgeneral değil, Tümgeneral olarak söz edeceğiz. Çünkü Suriye ordusunda bir adet var. Bir subay öldüğünde bir üst rütbeye terfi edilmiş sayılıyor, adının önüne de “şeref” sözcüğü ekleniyor. Yani o artık Şerefli Tümgeneral İssam Zahreddin’dir. Bundan sonra hep böyle anılacak.


Gerçekten büyük kayıp. Çünkü Şerefli Tümgeneral, Deyr ez Zor’da IŞİD çetesine dünyayı dar etmesiyle biliniyordu. İnanılmaz bir stratejist olduğu, hız kabiliyetiyle düşman güçlerini şaşırttığı bilinen özellikleri. Böylesine yetkin bir komutanın aracıyla bir mayına çarparak yaşamını yitirmesine akıl sır ermiyor doğrusu.

Şerefli Tümgeneral’in Dürzi oluşu, bir mezhepler, milletler mozaiği olan Suriye’de çok doğal olduğundan dikkat çekmez ama bizim gibi tek mezheplilerin birçok alanda çok daha şanslı olduğu bir ülke için şaşırtıcı olabilir. Şerefli Tümgeneral ülkenin kuzeyinde bulunan Swaida kırsalındaki El-Suvra El-Kubra kasabasında 1961 yılında doğmuştu. Eski Suriye Savunma Bakanı Abdülkrim Zahraddin’in torunuydu. Ailesinin birçok ferdi Suriye ordusunda görev almıştı. 

Tümgeneral Zahraddin, Suriye Cumhuriyet Muhafızları saflarında bir subay olarak görev yaptı. Adını Suriye’de 2011 yılında patlak veren olaylar sırasında duyurdu.

Deyr ez Zor Askeri Havaalanı’nda IŞİD tarafından üç yıl boyunca kuşatılmış durumda olan kuvvetlerin komutanıydı. Daha sonra Zahraddin liderliğindeki askeri kuvvetler kuşatmayı kırmayı başarmıştı. Şerefli Tümgeneral, IŞİD unsurlarını Deyr ez Zor Havaalanının duvarlarına “yapıştıracağı” sözünü vermişti. Bu sözünü tuttuğunu tüm dünyaya kanıtladı.

Sadece emirler, talimatlar yağdıran bir komutan değildi, askerlerinin önünde savaşan bir askerdi. Çatışmalarda yaralanan askerlerini sırtında ateş hattının gerisine taşıdığını gösteren fotoğraf kareleri unutulur gibi değildir.

Yakından bilenler Şerefli Tümgeneral’in en çok Suriye dışına kaçanlara büyük öfke duyduğunu söylüyorlar. “Kaçanlar sakın geri dönmesin. Devlet affetse de biz affetmeyceğiz” dediğini söylerler.

Bu sözleriyle mültecileri değil, suç işleyenleri, cihatçı gruplara katılıp ülke dışına çıkanları kast ettiği belirtiliyor. Belki de bir zamanlar yardımcılığını yaptığı Menaf Tlass’ı da kast ediyor olabilir. Menaf Tlass, Başkan Beşar Esad’ın çocukluk arkadaşıydı, babası da ünlü mü ünlü eski Savunma Bakanı Mustafa Tlass’tı. Menaf Tlass, daha sonra saf değiştirerek yurtdışına kaçmıştı.

Deyr ez Zor’daki Vatan Hastanesi’nin doktorlarından biri Şerefli Tümgeneral İsam Zahreddin’e ilişkin bazı anılarını paylaşmış. Çok ilginç bilgiler var: “En küçük askerden en büyük subaya kadar tüm yaralıların durumunu takip ederdi. Hastanedeki hiçbir yaralıyı tek bir gün ihmal etmedi. Hatta bir defasında çok yaralı gelmişti. Yaralıların arasında oturmuş, saçı sakalı birbirine karışmış, tozla kaplı bir askerin başını okşuyordu. Yaralı ise annesinin koynundaymış gibi generalin koynunda uyuyordu. Hastanemizin üzerine bir havan mermisi düşmüş, bir arkadaşımız yaralanmıştı. Hastanenin müdürü bile daha duymamışken General İsam, hemen gelip bizi ziyaret etti. İşte o an, olmaması durumunda Suriye’nin tüm doğu bölgesi kaybedilecek olan, o olmasa IŞİD’in Şam’ın kapılarına ulaşması kolaylaşacak olan komutan bize bakıp ‘Siz olmadan biz hiçbir şey değiliz’ dedi. Daha sonra bir latife olarak, yaralanan dokturun Sünni olmasına işaret ederek, ‘Yahu burda bu kadar Nusayri, Mecusi ve Rafızi doktor varken IŞİD ne istedi bu Nasıbi’den?’ dedi.
Gülmeye çalıştı ama içinden üzgün olduğu belli oluyordu.

Devamlı soğuk kanlı, sesi devamlı derin ve içtendi. Sesinin hiçbir defa titrediğini, korktuğunu ve hatta kısıldığını duymadım. Bir sürü kez çatışmalar kendisi müdahale eder etmez ordunun lehine biterdi.”

Suriye savaşına nasıl bakarsınız bilemem. Ama bu savaşta gerçek bir destan yazılıyor. Onlarca ülkeden binlerce cihatçıya karşı çok büyük bir mücadele veriliyor. Bu mücadelede anıtlaşmış isimler, kahramanlaşmış her rütbeden askerler var. Şerefli Tümgeneral İsam Zahreddin bunların en önde gelenlerindendi.

Tabutunu, ateş hattınının gerisine sırtında taşıdığı askerleri omuzladı mezara kadar.

“Şerefli” olmayı onun kadar hak eden çok az insan var.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

19 Ekim 2017 Perşembe

ABD Zarrab'ı değil, AKP'nin tüm yöneticilerini yargılarsa... - ÖZGÜR ŞEN

ABD'de hapiste bulunan Rıza Zarrab ve Halkbank eski yöneticisi Mehmet Atilla neden tutuklu?
Bu davanın uzantısı olarak AKP'li eski bakan Zafer Çağlayan neden tutuklanmak isteniyor?
Yine bankanın eski genel müdürü Süleyman Aslan başta olmak üzere diğer yöneticiler hakkındaki suçlamalar ne için?
Türkiye'de yaygın olarak bilindiği gibi yolsuzluk ve rüşvetten dolayı mı?
Hayır...
Türkiye kamuoyu haklı olarak bu davayı 17-25 Aralık sürecinin bir uzantısı olarak görüyor. Oysa davanın 17-25 Aralık süreciyle bağlantısı olsa da, o günlerde yaşananların bir devamı olarak görülmesi doğru değil. Hatta belki de tam tersi doğru. Çünkü ABD'nin Türkiye'deki şebekeyi tam olarak ne zaman ve hangi yolla takip etmeye başladığı şimdilik bilinmiyor.


Bilinen şu; 2013 yılının Haziran ayında Obama yönetimi İran'la gaz ticaretinde altınla ödeme yapılmasını sağlayan boşluğu yasal olarak ortadan kaldırıyor. Hemen ardından Erdoğan'ın durmayın dediği de, Zarrab ve ortaklarının ABD'nin yaptırımlarını delmek için bir yol geliştirdiği de kayıtlarda var.

2013 sonbaharında bu ekibin attığı her adımın takip edildiği, konuşmaların dinlemeye takıldığı 17-25 Aralık olayları sırasında ortaya çıkmıştı zaten. Ama bu noktada yöneltilmesi gereken soru şu;
Gülen cemaatine bağlı polis ve savcıların yaptığı operasyonun zamanlamasının özel bir anlamı var mı?
Başka bir deyişle, bu takip ve dinleme operasyonunu başlatan irade kim?
Haziran 2013'te aldığı kararın delindiği haberini alan ve bunu belgeleme ihtiyacı duyan ABD mi? Yoksa bu kararın delinmesini fırsat bilerek Erdoğan'a bir darbe vurmayı hedefleyen Gülen cemaati mi?
Cemaate bağlı memurlar ABD'den gelen direktif doğrultusunda mı hareket geçtiler, ya da kendileri inisiyatif alarak belgeledikleri bu ağı sonrasında ABD'ye servis mi ettiler?
Bu sorunun yanıtı şimdilik belirsiz. Ama bu dinlemelerin bugün ABD'de görülmekte olan davanın temel kanıtlarından birisi olduğunu biliyoruz. ABD'li savcı ve FBI ajanları AKP'li yetkililerin aksine bu tapelerin fabrikasyon ya da sahte olduğunu düşünmüyorlar. Tam tersine, yapılan bu görüşmelerin ABD yaptırımlarının nasıl aşıldığını gösterdiği kanaatindeler.

Türkiye kamuoyunun kafa karışıklığı da işte tam bu noktada başlıyor. Bu operasyonun açığa çıkardığı yolsuzluk ve rüşvet ağının merkezindeki isimler ile ABD'nin suçlamalarına hedef olan kişilerin aynı olması, Sarraf ve diğerlerinin yolsuzluk ve rüşvet suçlarından yargılandığını düşündürtüyor.
Oysa durum bu değil... ABD, bu isimlerin tamamını kendi koyduğu yaptırımları delmekle, ABD finans sistemini aldatmakla, işin özünde ABD çıkarlarına aykırı hareket etmekle suçluyor. Tüm bunlar yapılırken bu isimlerin büyük, çok büyük miktarlarda rüşvet vermesi veya alması, olağanüstü boyutlarda parayı kişisel hesaplarına aktarması dava dosyasında yer alıyor elbette. Ama esas suçun nasıl işlendiğine dair detaylar şeklinde... Örneğin, eski bakan Zafer Çağlayan'ın aldığı devasa rüşvet bir suç unsuru olarak tanımlanmıyor. Çağlayan rüşveti, İran hükümetine sağladığı kolaylıklar ve bu kolaylıkları ABD yetkililerinden saklamak için alıyor. Rüşvet için değil, ABD aleyhine attığı adımlardan dolayı suçlanıyor.

ABD yolsuzluk ve rüşvetle ilgilenmiyor aslında; kendi çıkarlarına aykırı hareket edilmesini, koyduğu kuralların delinmesini yargılıyor. İlkinin, ABD'nin Türkiye'deki rüşvet skandallarını hedef almasının ne kadar saçma olduğu ortada zaten.

Tabii, davanın konusunun ABD çıkarları olması, bu dava vesilesiyle, bildiğimiz rüşvet ve yolsuzluk ağının ortaya saçılması ve belgelenmesini engellemiyor. Ortada ABD yaptırımlarını aşmak ve finans sistemini aldatmak için kurulan tezgahtan kişisel olarak faydalanan bir ağ var ve para gerçekten akla hayale sığmayacak kadar büyük. 30 küsur yaşındaki bir İranlı işadamının bu ticaretten aldığı komisyonla edindiği serveti hatırlamak ortada dönen paranın hacmi hakkında fikir veriyor.
Ancak davanın yaptırımların delinmesinin hedef almasının açığa çıkarttığı birkaç husus daha var ve bunlar dava konusunun ne olduğundan daha önemli.

Birincisi; bu ağın Türkiye'de devlet ve siyasetçi eliyle kurulmuş olması. Davanın seyrinde Erdoğan'ın nereye oturacağını belirleyen en önemli konu da bu. AKP lideri ABD'yi atlatmak üzere kurulan bu tezgahı biliyor ve hatta yönlendiriyor muydu, yoksa Erdoğan yalnızca iktisadi olarak Türkiye'yi zayıflatan bir kararın telafi edilmesi için insanları mı cesaretlendirdi? Erdoğan'ın bu davada nasıl yer alacağını bu sorulara verilecek yanıt belirleyecek.

Açığa çıkan ikinci husus ise Sarraf'ın devlet tarafından kurulan böylesi bir ağın içinde doğal olarak bir devlet görevlisi gibi davranması. Erdoğan'ın dava hakkındaki tüm beyanları da bunu doğruluyor zaten.

Her iki hususun da doğrudan Türkiye Cumhuriyeti devletini ve bu devleti yöneten insanları bağlaması bu davanın hukuki değil siyasi ve diplomatik bir kavga olarak görülmesi gerektiğini bize tekrar hatırlatıyor. Dolayısıyla, davada verilecek kararlar, açığa çıkacak hususlar da örneğin herkesin ilgilendiği kısım olarak Erdoğan'ın bu davada nasıl yer alacağı meselesi de hukuki değil siyasi saiklerle belirlenecek.

Türkiye ile ABD arasında süren krizin en temel fay hatlarından olan bu sürecin gidişatı krizden ve süren pazarlıklardan bağımsız ele alınamaz elbette. Ancak dünyanın efendisi olma iddiasındaki ABD'nin Türkiye ve Erdoğan'la ilgili meselesinde bir “davanın” merkezi yer tutmasında bir gariplik olduğu, bu garipliğin Türkiye'deki yaygın kanaatin aksine ABD'nin efendi olma iddiasındaki zayıflamayla bağlantısı ise aşikar. ABD gücü nedeniyle değil, güçsüzleşmesi sebebiyle hukuki bir aracı kullanıyor. Sistemin lider ülkesinin Erdoğan ve Türkiye için böylesi araçlara ihtiyaç duyması, sistemin ve liderin zayıflığı hakkında bayağı ipucu veriyor.

Bu dava hem dış güçlerin tavrı, hem de Türkiye'yi yönetenlerin sorumsuzluğu ve pervasızlığı nedeniyle 2019'a doğru giderken memleketi gerçekten zor günlerin beklediğini gösteriyor. Dünya düzeninin tüm rezilliğinin baş sorumlusu olarak görülmesi gereken bir ülkenin baştan aşağı rüşvet ve yolsuzluğa batmış bir şebekeyi kendi çıkarlarına aykırı hareket ettiği için yargıladığına mı yanarsınız, yoksa bu adamların hepsinin bu işi devlet görevlisi olarak yaptıklarına ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu hallere düştüğüne mi dertlenirsiniz orası size kalmış.

Ancak bu davanın tüm bu taraflar hakkında açığa çıkardığı önemli bir gerçek var. Türkiye halkı kendi kaderini ne bu ülkeyi yöneten AKP'ye ne de dış güçlere teslim edebilir. Her iki tarafın da yalnızca kendi çıkarının peşinde olduğu bu oyunda ülkemizi yakmaktan çekinmeyecek bu güçlere karşı mücadele etmek için kendi göbeğimizi kendimizin kesmesinden başka bir yol yok. 

Özgür Şen /SOL

Doğrulanan teori: ‘İstanbul’un Çöküşü’, Collapse - ORHAN BURSALI

Doğan Kuban Hoca’nın, İstanbul’un yaşanmaz bir çöküntü kente dönüştüğü konusunda ortaya attığı teorinin üzerinden 15 yıla yakın zaman geçti. O zamanki dergimiz Cumhuriyet Bilim Teknoloji’nin kapak konusuydu. Kuban çok sayıda yazı daha kaleme aldı İstanbul’un çöküşü üzerine... Ki o zamanlar henüz İstanbul’un dört bir yanı böylesine ucubelerle donatılmamıştı, ama trafik denen bela nedeniyle bir yerden bir yere gitmek yine mümkün değildi. Aradaki tek fark, trafiğin bugün kentin hemen her noktasında neredeyse geçişe izin vermiyor olmasıdır. 

 Bugünden o güne baktığımızda, büyük bir öngörünün gerçekleştiğini görüyoruz. 15 yıl önce biz “Şu metro yapılsa bu çökme gerçekleşmeyebilir” düşüncesindeydik. Metro yapıldı, yapılıyor.. daha neler neler. Avrasya Tüneli’ymiş, üçüncü köprüymüş.. yeni yollar, viyadükler... Bu iktidarın yapmakla övündüğü artık yüz milyar mertebesine ulaşan “büyük” projeler gerçekleşti, ama İstanbul bütün bunların sonucu daha da yaşanmaz hale geldi. 
 
İstanbul’un yerleşmeye açılmayan tek bir noktası yok. 
 
Tüm deprem alanlarını ve bu bağlamda da insanların yaşam alanlarını yağmaladı Büyükşehir Belediyesi ve merkezi hükümet! 
 
Binlerce insanı tek bir ucubenin içindeki hücrelere tıkan aşağılık beton yaratıklar dört bir tarafı sardı.
Ve bu insanlara “modern yaşam” olarak sunuluyor. 

Dünyada İstanbul
Bakıyorum en çok cinayet işlenen kentler arasında 10. sıraya yükselmiş bu kent.
“İstanbul en kötü trafiğe sahip 10 şehir arasında, yolda öfke (trafik canavarı) puanlarında ise St Petersburg ve Bogota’nın ardından en kötü 3. şehir oldu.” (Eylül 2017)
Hey iktidar, yaptığın bunca köprü, tünel, yol vb. ne işe yarıyor?! İnsanların sinirden birbirlerini öldürmesine mi?
Yaşanabilir kentler sıralamasındaki yerine bakın İstanbul’un: 122.
Kişi başına düşen yeşil alan, mesela Esenler’de 1 metrekareye kadar düşüyor. Ortalama İstanbul’da Büyükşehir’in verisi doğruysa 6.5 metrekare. Olması gereken ise en az 15 metrekare. New York’ta bile 27 metrekare, Viyana’da 60 metrekare. 

Peki ne olacak?
Bir okur “Köyüne gidene teşvik verilsin ve İstanbul’daki evi yeşil alan olsun. Her sokakta 100 metrekarelik parklar” öneriyor! Bu iktidar oraları da birleştirir ve ucubeler dikilmesine açar.
Bir başka okur: “Abi inan ki Beylikdüzü’nden inerkenki manzaraya bakarken dehşete kapılıyorum. Benim güzel Samatyam bile santim santim çürüyor.”
Bir başka okur, Atatürk’ün 1937’de bizzat çizdiği köy-kent ve tarım-kent projelerini anımsatıyor.
Bir diğer okur, “CHP’nin son genel seçimdeki ‘Anadolu’da Ticaret Merkezi’ projesi İstanbul’u kurtaracak olan çaredir.. Yerel yönetimle kurtarmak çok zor...” diyor.
En önemlisi, çalışma alanlarını, sanayi ve ticaret merkezlerini şüphesiz ki Anadolu’ya yaymak. İnsanların geçimlerini sağlayabilecekleri ve mutlu yaşayacakları merkezler inşa etmek. 

‘Anadolu’yu çağdaşlaştırma’
Yine Doğan Kuban’a geleceğim. Herkese Bilim Teknoloji’nin 29. sayısında Kuban Hoca, özünde İstanbul’u kurtarmak fikri olan, “Anadolu’yu sanayileştirmek ve çağdaşlaştırmak için bir program taslağı” önermişti. Diyordu ki:
Önerdiğim Anadolu sanayileşme tasarısı, Anadolu’da fabrika kurmak değil, tumel ve butun yurt yuzeyine yayılan bir sanayileşmeyi öngören ve ona paralel gelişecek uygar bir yaşamı hedef alan butuncul bir kalkınma projesi taslağıdır. Bu sanayileşme ağında bir sanayi dalına tahsis edilen kentlerin 200.000 ile 1.000.000 boyutlarında kalmaları, gelişmenin dengeli yayılması için sayısal sınırlar olarak önerilmekte. Her seçilen kentte nufus sınırları kentin var olan sanayi potansiyeli, yeni yerleşecek uretim potansiyeli ve hammadde sağlanması durumlarına bağlı olarak saptanacaktır...”
Salt sanayileşme değil mesele. Kentlerin, yörelerin sahip oldukları tüm özellikleri dikkate alan bir öneriydi Kuban Hoca’nınki.
Batan bir kentte yaşam.. Göçü durdurun ve İstanbul’u dağıtın...

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Adalar’dan bir dava gelir - ÖZGÜR MUMCU

Büyükada’da insan hakları örgütü üyelerinin, hak savunucularının kişisel ve veri güvenliği konusunda bir toplantı yaparken gözaltına alınıp tutuklanmaları tek başına çok şey anlatan bir durum.
25 Ekim’de “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve “silahlı terör örgütüne üyelik”ten yargılanacaklar. Sanıklar, insan haklarıyla ilgilenen herkesin bildiği kurumların yine bu konulara duyarlı kamuoyunun çoğunun tanıdığı kişiler.

 
Polis, iktidar medyasında çok acayip işlerin döndüğü, gizli kapaklı bir toplantı diye tasvir edilen buluşmayı, bir çevirmenin ihbarı sonucunda basmıştı. Bu çok gizli, inanılmaz işlerin çevrildiği toplantıdaki çevirmen oraya nasıl sızmıştı? İstihbarat teşkilatımızın ya da polisimizin seneler süren bir operasyonuyla mı? Hani filmlerden biliriz, her şeyini bırakıp mafyaya girip yükselerek örgütü içerden çökerten gizli polisler vardır. 
 
Başta herhalde vaziyet budur dedim. Bir yandan da emniyetimizin filmlerdekine taş çıkartacak bir “enfiltrasyon” faaliyetinde bulunacak yetkinliğe ulaşmasıyla kıvanç duydum. Fakat kıvancım çok uzun sürmedi. Söz konusu muhbir vatandaş, toplantıyı düzenleyenler tarafından Çevirmenler Birliği aracılığıyla internetten buldukları tanımadıkları bir kimseymiş. 
 
O vakit karşımızda dünyanın en geri zekâlı suç örgütü var demektir. Vatanı, milleti yıkmak için “üst akıl”la işbirliği yapacak kadar habis ve kararlı ancak gizli toplantılarına internetten tanımadıkları bir çevirmen çağıracak kadar da temyiz kudretini yitirmiş. 
 
Önümüzde iki ihtimal var. Şayet bir suç olduğuna inanılıyorsa adli tıptan sanıkların akıl sağlığının yerinde olmadığına dair bir rapor almak. Zira bırakalım yetişkin ortalama zekâsını, biz aşağı mahalle çocukları olarak yukarı mahalledekilerle yapacağımız tüftüf savaşının gizli hazırlıklarını bile aramıza tanımadığımız kimseyi almadan sürdürürdük.
İkinci ihtimal ise ortada gizli kapaklı bir toplantı olmadığı. Bir otelde, kapıları açık bir toplantı salonunda, tanımadıkları çevirmenlerle toplanan insanların suç işleme niyetlerinin bulunamayacağı açık. 
 
Delil diye iddianameye konan “şeylere” bakınca da ikinci ihtimalin geçerliliği ortaya konuyor.
Şunu niye aradın, bunu niye aradın, neden önündeki kâğıda seni üzen şeyleri temsilen harita üzerinde Ankara Gar patlamasını ve HES’leri çizdin, neden İstanbul’dan Büyükada’ya giderken kafa dinlemek için vapurda telefonlarınızı kapattınız vs. vs. 
 
Sayın savcılar neden böyle yapıyorsunuz? 
Bu dava ya da Cumhuriyet davası gibi davalarda ortaya koyduğunuz bu “hukuki” muhakemenin mesela 15 Temmuz cunta yargılamalarının ve topyekün Türk yargı sisteminin üzerine gölge düşürdüğünün farkında değil misiniz?
Bu gerekçelerle insanları aylarca tutuklayan bir yargıya sahip bir ülkeye kim, neden kimi iade etsin? Kim, neden adli işbirliğinde bulunsun?
Nedir hakikaten amacınız? 
Biz ceza hukukunun amacının maddi gerçeği bulmak olduğunu biliriz. Sizin amacınız ne? 
Umalım ki tahliye ve beraat kararıyla ülke biraz olsun nefes alsın.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Çin zamanı… - L. DOĞAN TILIÇ

Barış Adıbelli’nin BirGün’de dün yayımlanan Çin analizi; “Ne zaman ABD’de bir başkanlık seçimi olsa, dünya nefesini tutar ve bu seçimlere kilitlenir… Çünkü seçilecek olan başkanın dünya politikası, dünyanın geri kalanını yakından ilgilendirmektedir. Ancak şu günlerde Pekin’de gerçekleşen Çin Komünist Partisi’nin 19. Kongresi, ABD’deki başkanlık seçimlerine meydan okur nitelikte...” saptamasıyla başlıyordu.


Çok doğru bir saptama!

Özellikle ABD’de Trump’ın seçiminden sonra, sağ popülist liderlerin çılgınlıklarının dünyayı bir barbarlık çağına soktuğu konuşulur ve Avrupa’da da faşist partilerin yükselişi insanları ürkütürken, Çin ve lideri Xi JinpingTrumpvari bir gürültücülükten” uzak, dünya siyasetinde belirleyici olmaya doğru yürüyor.

Bölgemizdeki gelişmeler nedeniyle bizim de yakından tanık olduğumuz dünyanın “tek kutuplu” halinin sonu gelirken, Çin çok kutuplu olmaya giden dünyanın en önemli politik, ekonomik ve askeri aktörü olma yolunda.

İşte ÇKP’nin 19. Kongresi hem bu gidişin hem de bu gidişin mimarı olarak görülen Başkan Jinping’in önümüzdeki 5 yılda izleyeceği hattı netleştirecek.

Başkan Jinping’in 3 saat 23 dakikalık kongre açılış konuşması ve altını çizdiği noktalar, açıkça adını anmasa da ABD’ye, onun dünya liderliği iddiasına ve Trump’a kafa tutacağını gösteren net mesajlar içeriyordu.

Göreve geldiğinden beri pro-aktif bir dış politika izleyen, ancak bunu yaparken dengeleri iyi okuyan, Suriye’de Rusya ile hareket ederken Trump’tan endişeli AB ile ilişkileri geliştiren, en önemli destekçisi olduğu Kuzey Kore’de bile uluslararası toplumun tavrını dikkate alan, dışa açık ve dünya ile entegrasyonu önceleyen Jinping, ikinci döneminde bu doğrultuda vites yükseltecek. Çin için “yeni bir çağa” işaret eden konuşmasında, bütün parti delegelerini “sonsuz bir enerji ile büyük ulusal yenilenme amacı için çabalamaya” çağırması bunun işareti.

Jinping; “Hiçbir ülke tek başına insanlığı tehdit eden gelişmelerle baş edemez. Hiçbir ülke içine kapanarak ayakta kalamaz” derken, kendisini güçlü ve sorumlu bir “küresel devlet adamı” olarak takdim ediyor. Çin’in “iklim değişikliğine karşı küresel işbirliğinde sürücü koltuğuna oturduğunu” söyleyerek, doğrudan adını anmadığı Trump’ı da dünyanın gözünde mahkûm etmiş oluyor.

Çin uzmanları, Mao ve Deng Xiaoping dönemlerinin ardından Çin’in bir üçüncü önemli atılım dönemini, “Xi Jinping Dönemi”ni yaşadığında büyük ölçüde hemfikirler. Jinping, bir döneme adını vermeyi, ülkesini küresel bir güç, kendisini de dünyaya yön veren bir lider olarak konumlandırdığında tam olarak hak etmiş olacak.

Önemli Çin uzmanlarından Elizabeth Economy, dün Guardian’a Jinping’in “cesur siyasal vizyonu”nu bir piramit benzetmesiyle anlatmıştı: “Xi Jinping Komünist Parti’nin tepesinde oturuyor, Komünist Parti Çin’in tepesinde ve Çin de dünyanın.

19. Kongre açılış konuşmasında da vurguladığı gibi, önümüzdeki 5 yılda Jinping dünya ile entegrasyonu önceleyerek ülkesini bir dünya lideri yapmayı hedefleyecek. Ekonomiye önem verirken, içeride yoksulluğu yok etmeye ve halkın refahını artırmaya yönelecek. “Evler yaşanmak için yapılacak, spekülasyon için değil.” Partiye çeki düzen vermek ve yolsuzluğu ortadan kaldırmak bir diğer önceliği.

Tayvan ve Hong Kong duysun diye söylediği; “Hiç kimsenin hiçbir yöntemi kullanarak Çin’den bir milim toprak almasına izin vermeyeceğiz” sözleri Jinping’in önümüzdeki döneme de damga vuracak “milliyetçi yönü”nü ortaya koyuyor.

Savaşlar kazanacak güçlü bir ordu” da Jinping’in önceliklerinden ve bu da Çin’in “dünya lideri” olma iddiasının askeri yönünü ıskalamak niyetinde olmadıklarını gösteriyor.
Öte yandan, “Güzel Çin” hedefi dünyada küresel ısınmaya karşı mücadele ederken içeride de temiz bir çevre için çabalamayı vurguluyor.

Tek kutuplu dünyanın çöküş sesleri gelirken, ÇKP Kongresi ve Xi Xinping, “Çin zamanı” başlıyor mu sorularıyla yakından izleniyor!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

18 Ekim 2017 Çarşamba

Fatih Projesi GSM operatörlerine emanet - KADİR SEV

Şu günlerde Plan Bütçe Komisyonunda görüşülen 130 maddelik torba yasa tasarısında, Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesiyle ilgili bir değişiklik var.
İyi ki de var; çünkü bu vesileyle hem milletvekilleri hem de bizler, AKP’nin Projeyi GSM operatörlerine, yani teknoloji satıcılarına emanet etmek üzere hazırlandıklarını öğrenmiş olduk.

Torbanın FATİH Projesini ilgilendiren 51’inci maddesi, Plan Bütçe Komisyonunda 13 Ekim günü görüşüldü. Bu maddeyi savunmak için Komisyona MEB yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğünden bir daire başkanı gönderilmişti. Konuşmasında, “mal alımından hizmet alım modeline” geçtiklerini; her bir malzeme için ayrı ayrı ihale yapmak yerine, işlerin hepsini GSM operatörlerine verip bir bütün olarak gerçekleştirmek istediklerini söyledi.

Daire Başkanına göre işler şöyle yürüyecek: GSM Operatörleri, ağ altyapısını kurma vb işlerini yaparken bir yandan da tablet, akıllı tahta, yazıcı gibi asıl maliyeti oluşturan malzemeyi satın alacaklar, üzerine kârlarını koyup devlete satacaklar.

Aranan koşullara uygun dört GSM operatörü var. Proje öylesine büyük ki, hepsini mutlu eder.
Kurdukları pazarın paylaştırılması için gereken ortamı da hazırlamışlar: Ülkeyi 6 hizmet bölgesine; her bir bölgeyi de ikişer alt bölgeye ayırmışlar. Her birinin ihalesini ayrı ayrı yapacaklarmış.
Rantı, adaletle dağıtma konusunda çok deneyimliler: başaracaklardır.

Torbanın FATİH projesiyle ilgili olan 51’inci maddesinde
GSM Operatörlerinin vergi ve harçlardan bağışık tutulması için 9 yasada değişiklik öngörülüyor.
Maliye Bakanına Komisyonda “torba yasanın torba maddesi olur mu?” diye sordular. O da “Vergi Kanunları açısından doğru değil” dedi. Ancak bu sözleri boşta kaldı. Önerge verip GSM Operatörlerinin “projeyi yürütmek amacıyla” kuracakları şirketleri de bağışıklık kapsamına aldılar.
Bakan, vergi bağışıklığını; “…güzel işler yapıyoruz. Bir model değişikliği var, bunun gerektirdiği vergi muafiyetleri var.” sözleriyle savunuyor.

Ne diyelim?

FATİH Projesine 2010 yılında Milli Eğitim ile Ulaştırma Bakanlıkları arasında bir protokol yapılarak başlanılmıştı. Önü arkası düşünülmeden alelacele ortaya atılmış bir projeydi. Ne gerçekçi bir tanımı vardı ne de maliyeti belliydi. 2010 yılından 2017 yılına değin başıbozuk biçimde yürütüldü. Zaten son bir buçuk yılda hiç alım yapılmamıştı.


Yatırım Programına göre 2015 yılında bitirilecekti. 2011 yılında 500 bin lira öngörülmüş ancak dipnotunda; “Uygulama sonuçları ve diğer gelişmeler çerçevesinde revize edilecektir.” yazılmıştı.
Böyle bir Projeye ömür biçilebilmesi anlaşılır gibi değildi. Bileşenleri arasında akıllı tahta, tablet alınması; bakımı, onarımı; internet bağlantıları; eğitim programlarının yazılması, güncellenmesi olan karmaşık bir projeyi, 2015 yılında bitireceklerini söylüyorlardı. Bunun, işleri yüzüstü bırakmakla aynı anlama geldiğinin belki de farkında bile değillerdi.

Proje bedelini, her yıl revize ettiler. 2013 yılı yatırım programında 2 milyar lira öngörülmüştü, 2014’te 2 milyar 500 bin liraya, 2015’te 3 milyar 700 milyon liraya, 2016’da 4 milyar 600 milyon liraya yükseltildi. Bu arada projenin süresi de yukarıdaki sırayla 2015’e, 2016’ya ve 2018’e uzatıldı.
Resmi belgelerde 2015’de biteceği yazıyordu ama Yasa ve yönetmeliklerine, 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişme yetkisi veren maddeler konuluyordu. Tutarı konusunda da rivayet muhtelifti: resmi ağızlardan, 6 milyar, 10 milyar lira gibi tutarlar işitiyorduk. Hatta Ali Babacan 2012 yılında 7- 8 milyar ABD Dolarından söz etmişti.

Bu tutarlar elbette gerçekçi olamazdı: 62 bin 250 okul; 682 bin 761 derslik; 17 milyon 320 bin öğrenci; bir milyonun üzerinde öğretmenin olduğu, teknoloji ağırlıklı bir projenin, 10 milyar lirayla, 8 milyar ABD dolarıyla gerçekleştirilemeyeceği çok açıktı.

Projenin gerçek tutarını gizlemeye çalışıyorlar.
Nedeni çok basit; GSM operatörlerine sağlayacakları pazarın büyüklüğünü görmemizi istemiyorlar.
Üstelik projeyi değiştirip çok daha maliyetli ve kapsamlı bir işe girişecekleri anlaşılıyor. Daire Başkanının Komisyondaki konuşmasından öğrendiğimize göre, her tablete GSM hizmetleri kapsamında data aktarımı için sim kart takacaklar; sim kartlar aracılığıyla meb.gov.tr içeriğiyle sınırlı olmak üzere her yerde internete ücretsiz bağlanılabilecek. Bırakın malzemenin tutarını, internete bile her yıl milyarlarca lira ödenir.

Şunu da unutmayalım: Proje için bugüne değin 1 milyar 600 milyon lira harcandı. Daire Başkanının Komisyondaki sözlerine bakılırsa, yapılan işlerin büyük bir bölümü yeni sistemle pek de uyumlu değil.

Yani paralar çöpe atılacak.

Kadir Sev / SOL