Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına
rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir.
Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi
etkisiz kıldığı söylenebilir.
António de Oliveira Salazar’ın sansür mekanizmasını dönemin faşist sansür pratiğinden ayıran ilgi çekici bir durumdan bahsedilebilir. Portekiz’deki sansür, esasen diğer pratiklerden farklı değildi. Hatta belirli açılardan onlara bir “örnek” teşkil ediyordu. Buna karşın Salazar, ülkede öyle ağır bir sansür bulunmadığı konusunda ısrarcıydı. Belki sadece birkaç ufak (!) müdahaleden söz edilebilirdi o kadar. Bu durum Portekiz halkı tarafından Salazar’ın sanrıları olarak değerlendiriliyordu. Salazar ise ısrarını anayasaya dayandırıyordu.
1933 yılında yürürlüğe giren Portekiz Anayasası’nın 8. maddesine göre, her birey ve topluluk, anayasa tarafından tanınan düşünce ve ifade özgürlüğünü, dilediği şekilde deneyimleyebilirdi. Anayasanın söz konusu maddesi incelendiğinde, ortada sansürü engelleyecek bir koşulun bulunduğu zannedilebilir. Ne var ki Salazar’ın Estada Novo’sunda (Yeni Devlet) siyasi ve hukuki işlerliğin başlıca düzenleyicisi yasalar değil kararnamelerdi.
Yasalar ancak iktidar müdahale etmediği sürece geçerliydiler ve çoğunlukla bir hareket noktası olmanın ötesinde bir işlevleri yoktu. Bahsi geçen müdahale kararnameler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu noktada Salazar’ın kararları, yasaların üstünde bir hükme sahipti. Öyle ki burada hukukun kararnameler aracılığıyla askıya alınmış olduğu ya da eşdeyişle iktidar yararına bir serbest yasalılık haline dönüştürülmüş olduğu söylenebilir. Bu durum özellikle 8. madde açısından oldukça çarpıcıdır.
Anayasanın 8. maddesi, 22469 Sayılı Kararname ile geçersiz kılınabiliyordu. Bu kararname uyarınca, devletin ilkeleri ve diğer temel konularda toplumu yanlış yönlendiren düşüncelere sansür uygulanması serbest bırakılıyordu.
Bahsi geçen doğru ve yanlış ayrımı, elbette Salazar tarafından belirleniyordu. Bu noktada 22469 Sayılı Kararname yeterli gelmemiş olacak ki, 23203 Sayılı Kararname çıkarılmıştır. Bu kararnameyle sansürün kapsamı önceden belirlenen sınırların ötesine taşınıyordu.
Örneğin basın artık isyana teşvik etmek ve isyan başlatmak gibi gerekçeler dolayısıyla suçlanabilecek ve kurumu kapatmaya kadar gidebilen sansür fiillerine maruz kalabilecekti. Ayrıca yeni kararnameyle beraber, devletin kişiliği ve ilkeleri Estada Novo’nun başkanıyla özdeş kılınıyordu. Böylece ona dair kullanılacak her yanlış sözcük suç ilan edilebilecek ve sansür kapsamına alınabilecekti.
Sansüre konu edilen başlıca alanlardan biri de kitaplardı. Sansür kurulu basılmaması gereken kitaplar için düzenli listeler yayınlıyordu. Bu listeler içinde birçok ismin yanı sıra basılmaması gereken kitaplara ilişkin belirli kategoriler ve tanımlar da bulunuyordu. Kitabın içeriğinden yazardan önce yayın yönetmeni sorumluydu.
Bu yüzden yayınevleri listelerin dışına çıkmamak için azami dikkat gösteriyorlardı. Tiyatro ve diğer sanat dalları için de durum pek farklı değildi. Sansür kurulunun sanattan beklediği, Estada Novo ve başkanı Salazar’ın övülmesinin ötesinde değildi. Bir sanat eserinde en son görmek istedikleri, eserin belirli bir eleştiri içermesiydi. Kurul sanat eserleri için de listeler ve yönergeler aracılığıyla sansürün kapsamını hâlihazırda ortaya koymuştu.
Sansürün kapsamı
Sansürün kapsamının belirlenmesi, olası suçları ve cezaları sıralamayı, özetle ceza ve yaptırıma dayalı fiilleri mümkün kılıyordu. Fakat Salazar’a göre, bunlar önleyici fiiller olmadan yeterli değillerdi. Bu yüzden mekanizmada önleme dayalı fiiller de bulunuyordu. Örneğin gazete, bülten, dergi gibi periyodik yayınlar için sansür kuruluna, baskı öncesi belirli bir depozito yatırılıyordu. Bu depozito olası bir suç halinde ceza bedeli olarak alınıyor ve sonrasında cezanın mahiyetine göre dava açılıyordu. Kurulun suç kavramı hayli belirsizdi. İçeriğin yanı sıra, iktidarın o anki yararı da gözetiliyordu.
Örneğin bir tarım bölgesine dair kuraklık haberi, olası bir memnuniyetsizlik dolayısıyla sansürlenirken, sulama kanallarının yakın zamanda tamamlanacağı bir başka bölgede, benzer haberler açılıştan hemen önce gündeme sokuluyordu. Bu sırada ulusal basın kuruluşlarının uluslararası basın kuruluşlarıyla yaptıkları tüm yazışmalar kontrol ediliyor ve telefon görüşmeleri dinleniyordu. Uluslararası haberlere dair sansür işlemleri de iktidarın yararına göre belirleniyordu. Örneğin bir başka ülkede vuku bulan antifaşist bir ayaklanma haberine, ulusal bir basın kuruluşunda rastlamak neredeyse imkânsızdı. Bu haberin daha sansür kuruluna sunulmadan otosansüre alınacağı açıktı.
Salazar’ın sansür kuruluna dönük eleştirilere yanıtı, sansürün sadece komünistlere(1) uygulandığı, onların Estada Novo’nun bir parçası olmadıklarıydı. Estada Novo’nun hiçbir üyesinin sansür kapsamı altında olmadığını öne sürüyordu. Salazar Estada Novo’nun üyesinin Tanrı’yı, ülkeyi, otoriteyi ve aileyi tartışmamasını salık veriyordu. Bunun dışında kalan her şey, onun düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı altındaydı. Peki, hakikaten öyle miydi?
1945 yılına gelindiğinde, sansür akıl almaz bir boyuta ulaşmıştı. Salazar komünistleri engelleyemediği ölçüde sansürü daha da ağırlaştırıyordu. Bunda komünistlerin adil şekilde seçimlerin yapılması, sürgünlerin ve tutsakların özgür bırakılması çağrılarıyla başlattıkları imza kampanyasının büyük etkisi vardı. Kampanyanın yaygın bir etkisi olacağı bekleniyordu. Öyle de oldu. Bunun üzerine Salazar, öncelikle kampanyanın imzacılarını, özellikle de memurları tespit ederek, imzacılara yönelik bir soruşturma süreci başlattı. Daha sonra, bu ve benzeri eylemlerin daha yayılmadan önlenmesi amacıyla yayın kuruluşlarına ve basım merkezlerine resmi birer görevli atama kararı aldı. Bu durum kısa bir şaşkınlık halinin ardından kanıksandı. Sansür kurulu tarafından atanan görevli, tıpkı diğer çalışanlar gibi yayın kuruluşuna ya da basım merkezine geliyor ve kendi üstüne düşen sansür işlemlerini yapıyordu. Yayınlanacak ya da basılacak her metin, çizim ya da fotoğraf kurul görevlisinin onayından geçiyordu. Onaydan geçmeyecek olan yayınların nitelikleri ise saymakla bitmiyordu. Devlete, iktidara, devlet içindeki kişi ve kurumlara, kamu hizmetlerine, dini inanç ve ritüellere dair eleştirilerden, mahkeme süreçlerinin anlatılmasına ve hatta astroloji yorumlarının aktarımına kadar uzanan bir çeşitlilik söz konusuydu.
Bu durum sonrası komünistler, kapalı alan yayın kuruluşlarını ve baskı merkezlerini daha da sağlamlaştırdılar. Bütün baskılara rağmen güçleniyorlardı. Böylece sansür ülkenin önemli bir kesimi için etkisini adım adım kaybediyordu. Komünistler sınırlı olanaklarına rağmen, üstüne düşünülmüş hamleler sayesinde düşmana karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yayınlar elden ele geçiyor, halk nezdinde yaygınlaşıyordu. Salazar’ın engellemeleri yayınların yaygınlaşmasını durduramıyordu. Bunların karşısında aciz kalan Salazar, siyasi polisi yeni bir isim (PIDE) altında yeniden yapılandırdı. Siyasi polis önceden de kapsamlı yetkilere sahipti. Örneğin yargıya gerek duymadan başına buyruk hareket edebiliyordu. Salazar, siyasi polisin hesap verdiği tek kişiydi. Bu yeniden yapılandırmayla ise Salazar onlara bir sınırsızlık yetkisi tanıyordu. Bu noktada gözaltı yetkisi önemli bir konu olarak beliriyordu.
Siyasi polis, hakkında herhangi bir şüphe duyduğu bir kimseyi, zaman sınırı olmaksızın gözaltına alabilme yetkisine sahipti. Bu yetki uyarınca bir kimse, komünist olduğundan şüphe duyulduğunda, yüz seksen günlük gözaltı süreleri doğrultusunda alıkonabiliyordu. Bu gözaltı süresi üç yıla kadar çıkartılabiliyor ve Salazar’ın onayıyla daimi bir tutukluluk haline çevrilebiliyordu. Anayasanın ilgili maddesine bakıldığında, gözaltında tutulan kimsenin avukat edinme ve avukat görüşü gibi hakları vardı. Ne var ki fiilen değil avukat görüşü, bir avukat edinmek dahi olanaksızdı. Öyle ki gözaltında tutulan kimsenin müebbet hapis altına alınması ya da maruz kaldığı yoğun işkence sırasında ölmesi yüksek bir ihtimaldi.(2)
Komünistlerin sansürü kırma çabaları Salazar’ın sanrılarını daha da arttırmıştı. Bir yandan sansürü ve faşist baskıları inkâr ediyor, diğer yandan saldırılarını sürdürüyordu. Siyasi polis ve muhbir sayısı sürekli arttırılıyordu. Sokağa çıkan herkes yanı başında kendisini dinleyen birini ensesinde hissediyordu. Her kafede en az bir polis ya da muhbir bulabilmek mümkündü. Saçma denebilecek gerekçeler gözaltı nedeni sayılıyordu. Ne var ki halkın içten içe büyüyen tepkisi basit dışavurumların ötesine geçmeye başlamıştı. Bu Salazar’da bir korku hali yaratmıştı. Bunun üzerine kimi geri adımlar atmaya başlamış ve belirli reformlar yaparak tepkileri azaltma yoluna girmişti. Bu yapılanları halkın mücadelesiyle elde edilen kazanımlar gibi değil de kendi bahşettiği hediyeler gibi göstermeye çalıştı. Fakat halk kazanımların farkındaydı ve Salazar geri adım attıkça daha da ilerliyordu. 1970 yılında Salazar’ın ölümünün ardından Estada Novo’nun yıkılışı başladı.
Karanfil Devrimi
1974 yılına gelindiğinde, çoğunluğu yurtsever ve komünist askerlerden oluşan askeri bir örgütlenme (MFA), Afrika sömürgelerindeki özgürlük hareketleriyle savaşmayı reddetmiş ve ülke çapında bir isyan başlatmıştır.(3)
Askerlerin isyanını destekleyen on binlerce insanın kırmızı karanfiller eşliğinde sokağa çıkmasıyla isyan siyasal bir devrime dönüşmüştür. PIDE merkezi işgal edilmiş, belgelere el koyulmuş, siyasi polisler tutuklanmıştır. Salazar’ı destekleyen herkese savaş açılmış ve faşistlerin kurumlardan tasfiyesi başlamıştır.
Bu sırada komünistler ise olası bir halk cumhuriyeti için uygun bir zemin hazırlıyorlardı. Örneğin halk meclisleri süratle örgütlenmeye çalışılıyordu. Ne var ki 1975 yılında ılımlı sağcı askerler ve sosyal demokratların ittifakıyla komünistler kısmi bir yenilgi alarak, daha fazla ileri gidemediler. Diğer yandan, örneğin Yunanistan deneyiminden farklı olarak, edinebildikleri oranda siyasi yapıda belirli bir yer edinmiş ve kazanımlarını bugüne kadar bir oranda koruyabilmişlerdir.(4)
Bütün baskı, işkence, katliam fiillerine ve dayatılan akıl dışılığa rağmen, antifaşist cephe başarılı olmuş ve Salazar’ın Estada Novo’sunun devamlılığı kendi ömrüyle sınırlanmıştır. Estada Novo’nun yıkılışıyla alınan ilk kararlardan biri sansürün mutlak suretle yasaklanması ve olası sansür kasıtları için en ağır cezalar belirlenmesi olmuştur. Karanfil Devrimi eksiklerine rağmen çokça ders çıkarılabilecek antifaşist tarihsel bir örnek olarak alınmalıdır.
Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. Bu noktada komünistler, sansürün kırılmasından kapalı alan örgütlenmelerin sürdürülmesine kadar kapsamlı, tarihsel bir birikime sahiptir. Bu bağlamda yenilmesi mümkün değilmiş gibi gözüken düşman, sansürün kırıldığı oranda teşhir edilirken, sansür uygulayanların kullandığı zora karşılık verilmesi gerektiği daha çok dilden dile, daha çok kulaktan kulağa ulaşır. Böylece faşist zora daha kararlı karşılık verilerek, faşizm geri adımlar atmaya zorlanır. Sonunda, faşizmin dayanak noktaları aşınır, zayıfladığı oranda çözülür ve halkın sokaklara akmasıyla paramparça olur.
ÖNDER KULAK / BİRGÜN PAZAR
***
1 Komünistler ifadesiyle kastedilen çoğunlukla Portekiz Komünist Partisi’dir.
2 İşkence faşistler tarafından yaygın şekilde kullanılan politik bir araçtı. Bu konuda bir çalışma için bkz. Christopher Reed, “How the CIA Taught the Portuguese to Torture”, Counterpunch, 21.05.2004.
3 MFA çoğunlukla düşük rütbeli askerlere dayanıyordu.
4 Bu konuya dair güncel bir çalışma için bkz. Mark Bergfeld, “The Next Portuguese Revolution”, Jacobin Mag, 22.05.2014.
António de Oliveira Salazar’ın sansür mekanizmasını dönemin faşist sansür pratiğinden ayıran ilgi çekici bir durumdan bahsedilebilir. Portekiz’deki sansür, esasen diğer pratiklerden farklı değildi. Hatta belirli açılardan onlara bir “örnek” teşkil ediyordu. Buna karşın Salazar, ülkede öyle ağır bir sansür bulunmadığı konusunda ısrarcıydı. Belki sadece birkaç ufak (!) müdahaleden söz edilebilirdi o kadar. Bu durum Portekiz halkı tarafından Salazar’ın sanrıları olarak değerlendiriliyordu. Salazar ise ısrarını anayasaya dayandırıyordu.
1933 yılında yürürlüğe giren Portekiz Anayasası’nın 8. maddesine göre, her birey ve topluluk, anayasa tarafından tanınan düşünce ve ifade özgürlüğünü, dilediği şekilde deneyimleyebilirdi. Anayasanın söz konusu maddesi incelendiğinde, ortada sansürü engelleyecek bir koşulun bulunduğu zannedilebilir. Ne var ki Salazar’ın Estada Novo’sunda (Yeni Devlet) siyasi ve hukuki işlerliğin başlıca düzenleyicisi yasalar değil kararnamelerdi.
Yasalar ancak iktidar müdahale etmediği sürece geçerliydiler ve çoğunlukla bir hareket noktası olmanın ötesinde bir işlevleri yoktu. Bahsi geçen müdahale kararnameler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu noktada Salazar’ın kararları, yasaların üstünde bir hükme sahipti. Öyle ki burada hukukun kararnameler aracılığıyla askıya alınmış olduğu ya da eşdeyişle iktidar yararına bir serbest yasalılık haline dönüştürülmüş olduğu söylenebilir. Bu durum özellikle 8. madde açısından oldukça çarpıcıdır.
Anayasanın 8. maddesi, 22469 Sayılı Kararname ile geçersiz kılınabiliyordu. Bu kararname uyarınca, devletin ilkeleri ve diğer temel konularda toplumu yanlış yönlendiren düşüncelere sansür uygulanması serbest bırakılıyordu.
Bahsi geçen doğru ve yanlış ayrımı, elbette Salazar tarafından belirleniyordu. Bu noktada 22469 Sayılı Kararname yeterli gelmemiş olacak ki, 23203 Sayılı Kararname çıkarılmıştır. Bu kararnameyle sansürün kapsamı önceden belirlenen sınırların ötesine taşınıyordu.
Örneğin basın artık isyana teşvik etmek ve isyan başlatmak gibi gerekçeler dolayısıyla suçlanabilecek ve kurumu kapatmaya kadar gidebilen sansür fiillerine maruz kalabilecekti. Ayrıca yeni kararnameyle beraber, devletin kişiliği ve ilkeleri Estada Novo’nun başkanıyla özdeş kılınıyordu. Böylece ona dair kullanılacak her yanlış sözcük suç ilan edilebilecek ve sansür kapsamına alınabilecekti.
Sansüre konu edilen başlıca alanlardan biri de kitaplardı. Sansür kurulu basılmaması gereken kitaplar için düzenli listeler yayınlıyordu. Bu listeler içinde birçok ismin yanı sıra basılmaması gereken kitaplara ilişkin belirli kategoriler ve tanımlar da bulunuyordu. Kitabın içeriğinden yazardan önce yayın yönetmeni sorumluydu.
Bu yüzden yayınevleri listelerin dışına çıkmamak için azami dikkat gösteriyorlardı. Tiyatro ve diğer sanat dalları için de durum pek farklı değildi. Sansür kurulunun sanattan beklediği, Estada Novo ve başkanı Salazar’ın övülmesinin ötesinde değildi. Bir sanat eserinde en son görmek istedikleri, eserin belirli bir eleştiri içermesiydi. Kurul sanat eserleri için de listeler ve yönergeler aracılığıyla sansürün kapsamını hâlihazırda ortaya koymuştu.
Sansürün kapsamı
Sansürün kapsamının belirlenmesi, olası suçları ve cezaları sıralamayı, özetle ceza ve yaptırıma dayalı fiilleri mümkün kılıyordu. Fakat Salazar’a göre, bunlar önleyici fiiller olmadan yeterli değillerdi. Bu yüzden mekanizmada önleme dayalı fiiller de bulunuyordu. Örneğin gazete, bülten, dergi gibi periyodik yayınlar için sansür kuruluna, baskı öncesi belirli bir depozito yatırılıyordu. Bu depozito olası bir suç halinde ceza bedeli olarak alınıyor ve sonrasında cezanın mahiyetine göre dava açılıyordu. Kurulun suç kavramı hayli belirsizdi. İçeriğin yanı sıra, iktidarın o anki yararı da gözetiliyordu.
Örneğin bir tarım bölgesine dair kuraklık haberi, olası bir memnuniyetsizlik dolayısıyla sansürlenirken, sulama kanallarının yakın zamanda tamamlanacağı bir başka bölgede, benzer haberler açılıştan hemen önce gündeme sokuluyordu. Bu sırada ulusal basın kuruluşlarının uluslararası basın kuruluşlarıyla yaptıkları tüm yazışmalar kontrol ediliyor ve telefon görüşmeleri dinleniyordu. Uluslararası haberlere dair sansür işlemleri de iktidarın yararına göre belirleniyordu. Örneğin bir başka ülkede vuku bulan antifaşist bir ayaklanma haberine, ulusal bir basın kuruluşunda rastlamak neredeyse imkânsızdı. Bu haberin daha sansür kuruluna sunulmadan otosansüre alınacağı açıktı.
Salazar’ın sansür kuruluna dönük eleştirilere yanıtı, sansürün sadece komünistlere(1) uygulandığı, onların Estada Novo’nun bir parçası olmadıklarıydı. Estada Novo’nun hiçbir üyesinin sansür kapsamı altında olmadığını öne sürüyordu. Salazar Estada Novo’nun üyesinin Tanrı’yı, ülkeyi, otoriteyi ve aileyi tartışmamasını salık veriyordu. Bunun dışında kalan her şey, onun düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı altındaydı. Peki, hakikaten öyle miydi?
1945 yılına gelindiğinde, sansür akıl almaz bir boyuta ulaşmıştı. Salazar komünistleri engelleyemediği ölçüde sansürü daha da ağırlaştırıyordu. Bunda komünistlerin adil şekilde seçimlerin yapılması, sürgünlerin ve tutsakların özgür bırakılması çağrılarıyla başlattıkları imza kampanyasının büyük etkisi vardı. Kampanyanın yaygın bir etkisi olacağı bekleniyordu. Öyle de oldu. Bunun üzerine Salazar, öncelikle kampanyanın imzacılarını, özellikle de memurları tespit ederek, imzacılara yönelik bir soruşturma süreci başlattı. Daha sonra, bu ve benzeri eylemlerin daha yayılmadan önlenmesi amacıyla yayın kuruluşlarına ve basım merkezlerine resmi birer görevli atama kararı aldı. Bu durum kısa bir şaşkınlık halinin ardından kanıksandı. Sansür kurulu tarafından atanan görevli, tıpkı diğer çalışanlar gibi yayın kuruluşuna ya da basım merkezine geliyor ve kendi üstüne düşen sansür işlemlerini yapıyordu. Yayınlanacak ya da basılacak her metin, çizim ya da fotoğraf kurul görevlisinin onayından geçiyordu. Onaydan geçmeyecek olan yayınların nitelikleri ise saymakla bitmiyordu. Devlete, iktidara, devlet içindeki kişi ve kurumlara, kamu hizmetlerine, dini inanç ve ritüellere dair eleştirilerden, mahkeme süreçlerinin anlatılmasına ve hatta astroloji yorumlarının aktarımına kadar uzanan bir çeşitlilik söz konusuydu.
Bu durum sonrası komünistler, kapalı alan yayın kuruluşlarını ve baskı merkezlerini daha da sağlamlaştırdılar. Bütün baskılara rağmen güçleniyorlardı. Böylece sansür ülkenin önemli bir kesimi için etkisini adım adım kaybediyordu. Komünistler sınırlı olanaklarına rağmen, üstüne düşünülmüş hamleler sayesinde düşmana karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yayınlar elden ele geçiyor, halk nezdinde yaygınlaşıyordu. Salazar’ın engellemeleri yayınların yaygınlaşmasını durduramıyordu. Bunların karşısında aciz kalan Salazar, siyasi polisi yeni bir isim (PIDE) altında yeniden yapılandırdı. Siyasi polis önceden de kapsamlı yetkilere sahipti. Örneğin yargıya gerek duymadan başına buyruk hareket edebiliyordu. Salazar, siyasi polisin hesap verdiği tek kişiydi. Bu yeniden yapılandırmayla ise Salazar onlara bir sınırsızlık yetkisi tanıyordu. Bu noktada gözaltı yetkisi önemli bir konu olarak beliriyordu.
Siyasi polis, hakkında herhangi bir şüphe duyduğu bir kimseyi, zaman sınırı olmaksızın gözaltına alabilme yetkisine sahipti. Bu yetki uyarınca bir kimse, komünist olduğundan şüphe duyulduğunda, yüz seksen günlük gözaltı süreleri doğrultusunda alıkonabiliyordu. Bu gözaltı süresi üç yıla kadar çıkartılabiliyor ve Salazar’ın onayıyla daimi bir tutukluluk haline çevrilebiliyordu. Anayasanın ilgili maddesine bakıldığında, gözaltında tutulan kimsenin avukat edinme ve avukat görüşü gibi hakları vardı. Ne var ki fiilen değil avukat görüşü, bir avukat edinmek dahi olanaksızdı. Öyle ki gözaltında tutulan kimsenin müebbet hapis altına alınması ya da maruz kaldığı yoğun işkence sırasında ölmesi yüksek bir ihtimaldi.(2)
Komünistlerin sansürü kırma çabaları Salazar’ın sanrılarını daha da arttırmıştı. Bir yandan sansürü ve faşist baskıları inkâr ediyor, diğer yandan saldırılarını sürdürüyordu. Siyasi polis ve muhbir sayısı sürekli arttırılıyordu. Sokağa çıkan herkes yanı başında kendisini dinleyen birini ensesinde hissediyordu. Her kafede en az bir polis ya da muhbir bulabilmek mümkündü. Saçma denebilecek gerekçeler gözaltı nedeni sayılıyordu. Ne var ki halkın içten içe büyüyen tepkisi basit dışavurumların ötesine geçmeye başlamıştı. Bu Salazar’da bir korku hali yaratmıştı. Bunun üzerine kimi geri adımlar atmaya başlamış ve belirli reformlar yaparak tepkileri azaltma yoluna girmişti. Bu yapılanları halkın mücadelesiyle elde edilen kazanımlar gibi değil de kendi bahşettiği hediyeler gibi göstermeye çalıştı. Fakat halk kazanımların farkındaydı ve Salazar geri adım attıkça daha da ilerliyordu. 1970 yılında Salazar’ın ölümünün ardından Estada Novo’nun yıkılışı başladı.
Karanfil Devrimi
1974 yılına gelindiğinde, çoğunluğu yurtsever ve komünist askerlerden oluşan askeri bir örgütlenme (MFA), Afrika sömürgelerindeki özgürlük hareketleriyle savaşmayı reddetmiş ve ülke çapında bir isyan başlatmıştır.(3)
Askerlerin isyanını destekleyen on binlerce insanın kırmızı karanfiller eşliğinde sokağa çıkmasıyla isyan siyasal bir devrime dönüşmüştür. PIDE merkezi işgal edilmiş, belgelere el koyulmuş, siyasi polisler tutuklanmıştır. Salazar’ı destekleyen herkese savaş açılmış ve faşistlerin kurumlardan tasfiyesi başlamıştır.
Bu sırada komünistler ise olası bir halk cumhuriyeti için uygun bir zemin hazırlıyorlardı. Örneğin halk meclisleri süratle örgütlenmeye çalışılıyordu. Ne var ki 1975 yılında ılımlı sağcı askerler ve sosyal demokratların ittifakıyla komünistler kısmi bir yenilgi alarak, daha fazla ileri gidemediler. Diğer yandan, örneğin Yunanistan deneyiminden farklı olarak, edinebildikleri oranda siyasi yapıda belirli bir yer edinmiş ve kazanımlarını bugüne kadar bir oranda koruyabilmişlerdir.(4)
Bütün baskı, işkence, katliam fiillerine ve dayatılan akıl dışılığa rağmen, antifaşist cephe başarılı olmuş ve Salazar’ın Estada Novo’sunun devamlılığı kendi ömrüyle sınırlanmıştır. Estada Novo’nun yıkılışıyla alınan ilk kararlardan biri sansürün mutlak suretle yasaklanması ve olası sansür kasıtları için en ağır cezalar belirlenmesi olmuştur. Karanfil Devrimi eksiklerine rağmen çokça ders çıkarılabilecek antifaşist tarihsel bir örnek olarak alınmalıdır.
Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. Bu noktada komünistler, sansürün kırılmasından kapalı alan örgütlenmelerin sürdürülmesine kadar kapsamlı, tarihsel bir birikime sahiptir. Bu bağlamda yenilmesi mümkün değilmiş gibi gözüken düşman, sansürün kırıldığı oranda teşhir edilirken, sansür uygulayanların kullandığı zora karşılık verilmesi gerektiği daha çok dilden dile, daha çok kulaktan kulağa ulaşır. Böylece faşist zora daha kararlı karşılık verilerek, faşizm geri adımlar atmaya zorlanır. Sonunda, faşizmin dayanak noktaları aşınır, zayıfladığı oranda çözülür ve halkın sokaklara akmasıyla paramparça olur.
ÖNDER KULAK / BİRGÜN PAZAR
***
1 Komünistler ifadesiyle kastedilen çoğunlukla Portekiz Komünist Partisi’dir.
2 İşkence faşistler tarafından yaygın şekilde kullanılan politik bir araçtı. Bu konuda bir çalışma için bkz. Christopher Reed, “How the CIA Taught the Portuguese to Torture”, Counterpunch, 21.05.2004.
3 MFA çoğunlukla düşük rütbeli askerlere dayanıyordu.
4 Bu konuya dair güncel bir çalışma için bkz. Mark Bergfeld, “The Next Portuguese Revolution”, Jacobin Mag, 22.05.2014.