28 Ekim 2017 Cumartesi

Katalonya ‘bağımsızlığını’ ilan etti - Nilgün Cerrahoğlu

“Mario ile Beş Saat” çağdaş İspanyol edebiyatının unutulmaz romanlarından biridir.
Miguel Delibes tarafından kaleme alınan roman sürpriz şekilde dul kalan Carmen Sotillo isimli orta yaşlı bir kadının, kocasının naaşı başında geçirdiği son beş saati anlatır.
Carmen, beş saatte “örnek evliliğinin”, “iletişimsizlik” başta sorunlarla bezeli gerçek yüzünü düşünür ve “film” gibi hayatı gözlerinin önünden geçer...
Katalan yerel hükümet başkanı Puigdemont’un Madrid hükümeti ile pazarlıklarında, umulmadık biçimde önceki gün beş saatte sona sürüklenen Madrid-Barselona evliliği; aklıma Carmen’in gerçek saati hesaplaşmasını içeren “yasını” getirdi.
Carmen’in sakat evliliği gibi tıpkı; Franco sonrası demokrasiye geçişle “örnek evlilik” diye parmakla gösterilen Madrid-Barselona evliliği de önceki gün zaten “beş saate” indirgenen bir yalpalamayla sona ermişti. 

Puigdemont’un U-dönüşü
Katalonya ve İspanya’nın son raundu, perşembe günü öğle vakti başladı, aynı gün akşamüstü 17’de son buldu.
Öğlen, “Generalitat” olarak anılan Katalan yönetiminin organı parlamentoda, Madrid talepleri doğrultusunda; bir “yeni yerel seçim” yapmayı teklif etmesi beklenen Puigdemont son anda bu kararından U-dönüş yaptı.
Katalan liderin kesin gözüyle bakılan ve heyecanla beklenen bu konuşması önce 12’den 13.30’a, sonra 14.30’a ve 17’ye sarktı.
Yerel hükümet başkanının -“bölgesel özerkliğin feshedilmemesi” ödünü karşılığında- Madrid’le anlaşmalı bir “yerel seçim kararı”na meyletmesi, bağımsızlıkçıları öfkelendirmişti.
“Hain” suçlamalarıyla kuşattıkları Puigdemont’a baskı uygulayarak yerel başkanın konuşmasını erteleten bağımsızlıkçılar, giderek konuşmanın içeriğini de iğdiş etmeyi başardılar.
Puigdemont nihayet geçen akşam medya önüne çıktığında, ağzında laf gevelemekten başka bir şey yapmadı. Ne Madrid’e oksijen temin edecek “yeni seçim” kararını alabildi; ne bir aydır İspanyol hükümetinin kafasının üzerinde sallandırılan “bağımsızlık deklarasyonunu” yapabildi ve topu Katalan Parlamentosu’na attı.
Katalan lider beş saat içinde; Madrid’le anlaşma evresinden çıktı ve “Bundan sonrası özerk parlamentonun kararı!” diyerek bilinmeyene savruldu. 

 Yaşasın cumhuriyet...
Katalan Parlamentosu, Puigdemont’un bıraktığı bu muğlak noktadan dün topu teslim aldı ve “Visca la Republica/Yaşasın cumhuriyet!” çığlıkları arasında Avrupa ve İspanya kurulu düzeninde dumur yaratan “bağımsızlık” kararını ilan etti.
Katalan parlamenterleri otoritesini saymadıkları Rajoy’un “kayyım” hamlesini de tanımayacaklarını açıkladılar.
Rajoy, hafta sonuna dek Katalanlara Madrid hizasına girmelerini, “sonuçlardan” (“güç kullanımından”) aksi halde “kendilerinin sorumlu olacağını” ve Katalonya’nın özerkliğini sıfırlayan tedbirlere başvurmak zorunda kalacağını tebliğ etmişti.
Katalan hükümetinin görevden alınması ve özerk güvenlik güçlerinin de Madrid’in emrine girmesi olarak özetlenebilecek “kayyım” seçeneğine karşı; Katalan parlamentosunun cevabı meydan okuyarak “bayrak açmak” şeklinde oldu.
Katalan parlamenterler; kayyıma karşılık “paralel hükümet” ve bir “paralel parlamento” ile yollarına devam edeceklerini açıkladılar.
Şimdi gözler Madrid’in tepkisinde.
İspanya Başbakanı ilk etapta bu kâbusa; “İspanyol halkı sakin olsun! Hukuk devleti Katalonya’da yasallığı tescil eder” tweet’i ile karşılık verdi. Hemen akabinde İspanya senatosu, Katalan yerel hükümetini lağvetme kararını onayladı.
İspanya için bu muazzam bir şok ve kriz.
Avrupa, Brexit depreminin ardından şimdi bir de bu “Katalonya’nın ayrılık kararı şoku” ile baş etmek zorunda.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Osmanlı’ya dönsek ne olur? - ALİ SİRMEN

Bugün 28 Ekim 2017.
Bugün Cumhuriyetin 94. yılını tamamlıyor, 95. yılına giriyoruz.
Cumhuriyetin 94. yılını noktalarken acaba toplumca bulunduğumuz yer neresi?
Bunu saptamanın en iyi yolu 2017’den yüz yıl önce neredeydik, yüz yılda nereden nereye geldik, ona bakmak.
Yüz yıl önce, 1917’de Osmanlı’nın özde yarı sömürge, sözde imparatorluğu son yıllarını yaşıyordu.
1917’de Osmanlı saltanatı altındaki toplum, düşmanlarıyla savaş halindeydi. Karşısındaki düşmanlar “Düvel-i muazzama” denen, ABD ile birlikte Avrupa’nın güçlü devletler grubuydu. Ama yanında omuz omuza savaştığı, Batı’nın kimi güçlü devletleri de vardı.
2017’de Cumhuriyet Türkiyesi, bölgesinde, kendi toprak bütünlüğünü de tehdit eden Suriye savaşının batağının yanı sıra, birliğini tehdit eden asimetrik bir savaşın içine saplanmış durumdadır. Aynı sırada tarihinde hiç görülmemiş biçimde bütün Avrupa ve Batı içinde iyi ilişkiler sürdürdüğü gerçekten müttefik olarak niteleyebileceği bir tek devlet bile yoktur.
1917 yılında Osmanlı saltanatının yönetimindeki toplum 41 yıl önce kurulmuş olan, parlamentosunu bir yıl sonra kapatan ve 33 yıl boyunca tek adam iktidarını sürdüren kişiyi alaşağı ederek parlamentosunu yeniden açmasının 11. yılını idrak ediyordu.
2017’de OHAL altındaki Cumhuriyet Türkiyesi, KHK’lerle parlamentoyu by-pass etmiş, tek adam yönetimini 2019’da daha da yerleştirip güçlendirmenin peşindeydi. 

***
1917 yılında Osmanlı’nın padişahları ve sadrazamları Galatasaray ve Darüşşafaka ile başlayan birbiri ardına laik eğitime yönelik okullar açma girişimlerine yenilerini ekliyorlardı.
2017’de, Cumhuriyetin, arkalarında bir sürü imam hatip lisesi ve ortaokulu bırakmış olan cumhurbaşkanları ve başbakanları, öğretimi bu modelin egemenliğine sokarak, laik eğitimi dinsel eğitime çevirmeyi ilke edinmiş bulunuyorlardı.
1917’ye Türkiye 1909 tarihli 31 Mart ayaklanmasından gelmişti.
2017’ye Türkiye, Ergenekon ve Balyoz kumpasları ile bunları kotaran FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimini aşarak gelmişti.
1917’de Osmanlı saltanatındaki Türkiye’de, basın özgürlüğünden, insan haklarından, demokrasiden söz etmek mümkün değildi, gazeteciler ya hapse gönderiliyordu ya da mezara...
2017’nin çağının en büyük gazeteci hapishanesi Türkiyesi’nde de, yargı bağımsızlığından, insan haklarından, demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Bu alanda yüz yıl önceden fark yoktur.
1917’nin Osmanlı egemenliğindeki Türkiyesi gelişmiş ülkelerin eğitim düzeyinden çok gerideydi.
2017 Cumhuriyet Türkiyesi dünyanın eğitim sisteminin önde gelen ülkelerinin çok gerisindedir.
1917 yılının Osmanlı egemenliğindeki Türkiye’si en temel ihtiyaç maddelerini bile üretmekten aciz yoksul bir ülkeydi.
2017 Cumhuriyet Türkiyesi sanayi ve ekonomi alanında, yüz yıl öncesiyle kıyaslanmayacak kadar ileri gitmiş olmasına karşın, yine de en gelişmişlerin çok gerisinde kalan, henüz ürediği kadar üretme düzeyine varamamış, orta gelir kuşağında bir ülkedir. 

***
1917 Osmanlı Türkiyesi, yargıda, eğitimde, toplumsal yaşamda, laikliğe, çoğulculuğa yönelmeyi amaçlayan, bu yolda yasalar çıkaran, okullarından Mustafa Kemal’lerini yetiştirmiş olan, askeriyle, aydınıyla, paşasıyla, halifesiyle, padişahı ile sadrazamıyla çağı yakalama tutkusu içinde olan bir ülkeydi. 


1917’de Osmanlı Türkiyesi’nin pusulası Cumhuriyeti gösteriyordu.
2017 Cumhuriyetinin Türkiyesi’nin iktidarı, okulları, ortaokulları, liseleri, yüksek eğitimi ve yandaş medyası ile yüzünü Osmanlı’ya dönmüş, Osmanlı’ya dönüş hasretiyle yaşayan, yüzünü Osmanlı’ya dönmeyene hayat hakkı vermeyen bir iktidardır.
2017’de Cumhuriyet Türkiyesi’nin pusulası nereyi gösteriyor, takdirinize bırakırım.
Cumhuriyet Türkiyesi Osmanlı’ya döner mi göreceğiz, ama şimdiden söyleyebiliriz ki ne olursa olsun sonuç fark etmeyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Ahmet Şık’ın 300 günü - NAZIM ALPMAN

Türkiye’nin 28 Ekim 2017 tarihi itibariyle bütün dünyadaki yerinin tam anlamıyla bir “Gazeteciler Cehennemi” olduğu konusunda artık kuşku bulunmuyor.

Tabii ki bu cehennem sadece gazetecilerle sınırlı değil. Onlar bir “ilk hedef” olarak seçilmiş durumda…

1980’li yılların ikinci yarısında İstanbul’da çok ünlü bir çevik kuvvet şube müdürü vardı. Kısaca “Çevik Necmi” olarak bilinirdi. Toplumsal gösterilerin tümü onun sayesinde olaylı biterdi. Uyarı, ikna ve zor kullanma aşamalarını tek cümlede hallederdi. İlk talimatı ise şöyle verirdi:
-Önce gazetecilere!..
Bu komutun ucunda kırılan objektiflerle birlikte çok sayıda genç muhabirin parmakları, bilekleri ve kolları olurdu. O yıllarda polis şiddetinden nasibini fazlasıyla alanlardan biri de Ahmet Şık idi.
Çevik Necmi’nin koruması ve şoförü bir gece Fenerbahçe’de bir işadamından 100 milyar lira haraç alacak ekibin içindeyken, onlara pusu kuran Baş komiser Ali Rıza Güzel’i vurup, kaçarken yakalandılar. “Çevik Necmi” efsanesi bu olayla sona erdi!..

Ahmet Şık hiçbir zaman “oh olsun” demedi, sadece Baş Komiser Ali Rıza Güzel’in geride kalan ailesi için üzüldü.
O günler için hepimiz “zor günler” diyorduk.
Her sokak gösterisinde Ahmet Şık’ın yanında haber peşinde koşan Metin Göktepe, gözaltında katledildi. Fadime Ana o günden beri Ahmet’i “Metin’im”diye sever. Evinin duvarında Metin ile birlikte Ahmet’in fotoğrafı asılıdır yıllardan beri.Gerçekten de zor günlerdi.
Özellikle Kürt gazeteciler için hayat, atış poligonu içinden geçiyordu. Bütün katledilen, kaybedilen Kürt gazeteciler Babıali’nin “normalleri” arasında yer alıyordu.
Sesini çıkartabilenler ise “Susma” diye haykırıyorlardı:
-Sustukça sıra sana gelecek!
Zor günlerdi..!

O zor günlerin zalimleri birer ikişer tarih sahnesinden çekilip gitti. Bazıları öldü, bazıları ise nefes alıp veren ölüler olarak emekliliklerini yaşıyorlar. Yaptıklarıyla iftihar edemiyorlar. Çocuklarına kötü miras bıraktılar. Torunlarına anlatacak iyi hikâyeleri yok.
İnsanlıktan çıkmış haldeydiler. Öyle de kaldılar!

1990’ların insan hakları kasapları artık yok. Ama o dönemlerde haberleriyle, fotoğraflarıyla, araştırmalarıyla gazeteciliğin yüz akı imzaları bütün birikimleriyle duruyor.
Bunların başında da Ahmet Şık geliyor.


Ahmet’in gazetecilik coğrafyası çok geniştir ama tamamı insan hakları alanı içindedir. Mesela Ahmet Şık’ın “MAYIN” adlı çok değerli bir çalışması vardır. Mayına basarak ölümün kıyısından dönen çocukların, gençlerin fotoğraflarından oluşan başyapıttır!..


Her dönemde “hedef” haline gelmesinin temelinde onun sahici bir gazeteci olma özelliği vardır.
Ahmet Şık sadece sıcak gelişmeleri değil onların perde arkasını da görüp, kitaplaştıran çalışkan, disiplinli, fikritakip ilkesini bırakmayan yanı sayesinde de Ahmet Şık olmuştur.
Bu yüzden Ahmet Şık, sadece bir gazeteci değil başlı başına gazeteciliktir. Yaptıklarıyla, yazdıklarıyla ve YATTIKLARIYLA!..
Ahmet Şık Silivri’de ikinci 300 gününü geride bıraktı. Birincisi Cemaat-AKP ortaklığı dönemindeydi. İkincisi cemaatsiz AKP döneminde…
Ahmet’ten daha fazla hapis yatanlar var. Ancak Ahmet Şık artık bir simge, basın özgürlüğünün simgesi.
Ahmet Şık hapisteyse, hiçbir gazeteci özgür değildir.
28 Ekim 2017 Cumartesi (bugün) Dışarıdaki Gazeteciler İnisiyatifi Ahmet Şık’ın 300 Günü için bir dayanışma yürüyüşü düzenledi. Kadıköy Moda’da Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’ndan (Moda İlkokulunun bulunduğu alan) 12.00’de başlayacak yürüyüş aslında hapisteki tüm gazetecileri kapsıyor. Hatta dışarıdaki gazetecileri de…

Nazım Alpman / BİRGÜN

Gürültü ve sessizlik! - L. DOĞAN TILIÇ

Melih Gökçek bugün koltuğu bırakıyor. Attığı her adımda yeri göğü, hatta sanal ortamı inleten biriydi Gökçek. Abartıyı, şovu severdi. Sessiz sedasız iş görme onun tarzı değildi. Gelin görün ki, yukarıdan bir ses “Bırak git” dediği günden beri pek sesi çıkmıyordu.

Her adımı şaşaalı, tantanalı, gürültülü olan Gökçek’in gidişi nasıl olacak çok merak ediyorum. Ben elimden geleni yapıp, yakın çevresini uyardım: “Otobüsler mahallelerden taşıma yapsın, belediye personeli imzaları alınarak toplansın, en az 10 bin kişi gözyaşları ve ‘Güle güle Başkan’ sloganlarıyla uğurlayalım. Başkan sessiz sedasız veda ederse size oylarımı helal etmem” dedim!

Gaziantep eski Belediye Başkanı HDP Milletvekili Celal DoğanMeclis’te bu istifalar üzerine yaptığı konuşmada, veciz bir ifadeyle; “İcazetli gelirseniz, ipotekli yaşarsınız!” demiş. İpotekli hayatlar tantanalı gürültülü yaşanıyor da, gidişler sessizlik içinde oluyor nedense.
Gürültü ve sessizlik ilişkisi AKP medyasının haberciliğine de hâkim.

Osman Kavala ile ilgili yapılan yayınları düşünün. Geçen gün arabanın radyosundan haber mi kara propaganda bülteni mi olduğunu anlayamadığım tüyleri diken diken eden bir dehşet metni dinledim. Adeta yasal yayınına sızmış bir gizli örgüt, korsan bildiri okur gibiydi. Ses tonu, ileri sürülen iddialar, her şey şok ediciydi. Çizilen Osman Kavala portresiyle bir canavarın, şeytanın bile baş etmesi mümkün değildi. O yayını dinle ve Kavala’yı  as! Mahkeme, yargı falan gerekmez yani, o derece!
O radyonun dehşet yayınının benzeri, iktidarın sesi gazetelerin sayfalarında da var. Bu aşama gürültü aşaması işte… Kulakları sağır edecek, herkesi rahatsız edecek, gerçekten öyle mi diye düşünmeye olanak tanımayan bir gürültü.
Kısa bir süre sonra Kavala serbest kalırsa, ki ben de Ahmet Hakan gibi tahliye olacağını düşünüyorum, dinleyin siz o gürültücülerin sessizliğini!

Büyükada davasının nasıl haberleştirildiğini A. Hakan güzel anlatmıştı dün. Gözaltına alınanlara daha savcı bir tek soru sormamışken, iktidar medyası bir otelde toplantı yapan insanlar hakkında ajanlıkla ve 15 Temmuz darbesiyle ilişkilendirmekten, yeni darbe planlamaya kadar yazmadığını bırakmadı. Acayip gürültü çıkarıldı manşetlerden…
Büyükada davasında tüm sanıklar tahliye edilince, o gürültücüler tam bir sessizliğe gömüldü. Kimileri öyle “tarafsız” yazdılar ki tahliye haberlerini: İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi’nde gece yarısına dek süren duruşmada sanık avukatları talepleri ve savcının görüşünün alınmasının ardından ara karar açıklan(mış) ve aralarında yabancı uyrukluların bulunduğu 8 tutuklu sanığın tümünün tahliyesine karar veril(miş)!
Bu kadar…
O gürültücü, dehşetli, ürkütücü manşetlerden geriye kalanın en fazlası bu. Ve sessizlik.
I5 Temmuz’da Türkiye, devletin kılcal damarlarına kadar sızmış, sızdırılmış Fethullahçı çetenin darbe girişimine maruz kaldı. Bu ülkenin tankları, uçakları bu ülkenin insanlarını vurdu!
Darbe defedilince duvarlar, billboardlar afişlerle donatıldı. Anıtlar yapıldı 15 Temmuz’u bilinçlere kazımak için.İktidar medyası da ilk günden bugüne sürekli 15 Temmuz’u tarihimizin en önemli olaylarından biri, dünyaya örnek bir demokrasi destanı olarak sunan yayınlar yaptı, yapıyor.
Alabildiğine gürültücü ve fakat palavracı, bu yüzden de bir o kadar inandırıcılıktan yoksun iktidar medyasının toplumsal bilinç yaratmaya ne kadar katkısı olduğu 54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde, bir sinema salonundaki “sessizlik”le görüldü.
15 Temmuz Darbe Girişimi’ni anlatan, Necati Şaşmaz’ın Kurtlar Vadisi Vatan filmini, ücretsiz olmasına, görevliler izleyici olarak salona alınmasına ve salonda Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel ile eşi Ebru Türel de olmasına karşın boş koltuklar izledi! (Hakkını teslim etmek lazım; Gökçek’in olduğu bir salon boş olmazdı.)

Kuru gürültülerin sonu buruk bir sessizlik oluyor!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN


Şantiyeler, çılgın projeler, ilaçlı gazozlar falan... - UĞUR KUTAY

Etrafımızdaki dünyayla ve nesnelerle ilişkimiz çok tuhaflaştı; Marx’ın ‘meta fetişizmi’ tanımına 100 yıl önce hayal bile edilemeyecek düzeyde hastalıklı boyutlar eklendi. Cep telefonlarıyla yaşadığımız akıldışı şehvet, otomobillerle yaşadığımız aşk, evimizdeki TVlerin ekran boyutlarıyla girdiğimiz pornografik ilişki bu durumun hemen görülebilen örneklerini oluşturuyor. Ama fetişleştirmenin sınırı yoktur, basit bir fetiş rahatlıkla klinik düzeyde bir hastalığa dönüşebilir.

Mayıs 2015’te Thailand’da bir Porsche’ye ‘tecavüz’ ederken güvenlik kameralarına yakalanan kimliği belirsiz adam gibi çok sayıda vaka var.
Ama Ekim 2013’te kameralar karşısında ‘arabalarla seks’ yaptığını itiraf eden Edward Smith bunun en iyi örneklerinden biridir: Smith 1965’te komşunun tosbağasıyla -VW Beetle- başlayan bu ‘ilişki’ zincirinde, aralarında helikopter ve uçak da bulunan 1000 kadar motorlu araçla seks yaptığını söylüyordu.
 Nesnelerle kurulan bu arzu ilişkisi ‘objectum-sexuality’ olarak tanımlanıyor ve sadece tüketim kültürüyle değil, günümüz kent kültürüyle de çok derin bir bağı var. ‘Objectum-sexuality’nin isim annesi olan İsveçli Eija-Riitta Eklöf Berliner-Mauer Berlin Duvarı’na âşıktı; 1979’da Duvar ile evlendiğini ilan edip Berliner-Mauer’i (Berlin Duvarı) soyadına ekledi. Amerikan Hava Kuvvetleri Akademisi’nde eğitim görmüş Erika LaBrie Eyfel Kulesi’ne âşıktı; 
2007’de dostlarının da katıldığı bir törenle evlenip adını Erika La Tour Eiffel (Eyfel Kulesi) olarak değiştirdi. 2011’in Sevgililer Günü’nde kamyonetiyle evlenen 29 yaşındaki sekreter Maria Griffin, Closer adlı dergide yayımlanan röportajında nesnelerle ilişkisini anlatırken, 14 yaşında New York’un simge gökdelenlerinden Chrysler Binası’nın fotoğrafına bakarak mastürbasyon yaptığını söylüyordu (Closer, 2 Nisan 2011).

Böyle bir tüketim ve kent kültürü içinde ‘objectum-sexuality’nin kolayca ‘concretum-sexuality’ye (beton arzusu) dönüşebiliyor olması daha da ürkütücü Bu konunun en iyi örneklerinden biri 1993’te İngiltere’de yaşanmıştı: Worchestershire’ın Redditch kasabasında Karl Watkins adlı bir elektrikçi, kaldırımla seks yaptığı için 18 ay hapis cezasına çarpıldı.

‘Concretum-sexuality’ kavramını ben uydurdum tabii, ama her fırsatta büyük bir arzuyla kaldırım taşlarını değiştiren, ülkeyi şantiye gibi görecek kadar beton fetişiyle kıvranan bir iktidarın yönetiminde yaşıyorsanız bunun temelsiz bir uydurma olmadığı konusunda bana hak verirsiniz.

Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi’nde “Biz bu şehrin kıymetini bilemedik, bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.” itirafında bulunan Başgan’ın -ki, kendisi tam bir belediyecilik üstadıdır!- ülkesinde yaşıyorsanız, bu ‘concretum-sexuality’ kavramının ansiklopedilerin ‘İstanbul’ maddesinde mutlaka yer alması gerektiğini bile düşünebilirsiniz.

HDPli Altan Tan’ın şu ifadeleri de dipnot olarak söz konusu maddeye eklenebilir: “İstanbul'a ihanet edilmedi, İstanbul'a tecavüz edildi. Bu tecavüz yapılırken siz neredeydiniz?”

Sahiden yahu, ‘kentsel dönüşüm’ mavrasıyla İstanbul’a, “Milletin a..na koyacağız!” mottosuyla tüm Türkiye’ye tecavüz edilirken Başgan neredeydi acep?!

Uğur Kutay / BİRGÜN

27 Ekim 2017 Cuma

Şi Jinping’in 'Çin rüyası' ve sosyalizm - KORKUT BORATAV

ÇKP’nin 19. Ulusal Kongresi
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) 19’uncu Ulusal Kongresi 24 Ekim’de son buldu.
Kongre, ÇKP Genel Sekreteri Şi Jinping’in, 2012-2017 döneminin bilançosunu çıkaran ve ileriki yıllara ilişkin tasarımları, önerileri içeren konuşması ile açılmıştı.
Kongre’de ÇKP Anayasası (Parti Programı) bu öneriler doğrultusunda değiştirildi. Bir önceki Merkez Komitesi’nin ve Disiplin Kurulu’nun raporları onaylandı. Yeni Merkez Komitesi’nin 205 üyesi seçildi.
Merkez Komitesi ilk toplantısını 25 Ekim’de yaptı ve 2022’ye kadar görev yapacak olan 25 kişilik Politbüro’yu, bunun yedi kişilik “Üst Komite”sini seçti ve Şi Jinping’i ÇKP Genel Sekreteri olarak belirledi.
2002’de benimsenen bir ilkeye göre üst düzey Parti ve devlet görevlerine atanmak, seçilmek için 68 yaş sınırı uygulanmaktadır. Bu Kongre’de de bu ilke korundu ve bir önceki Üst Kurul’da yer alan beş üye, yaş sınırı nedeniyle  emekliliğe ayrıldı. Görevleri beş yıl daha uzayan iki kişi, Başbakan Li Keqiang ve (1953 doğumlu) Şi Jinping’dir. Üst Komite’nin yeni beş üyesi, bir önceki Politbüro’da yer almıştı. Bu kişilere ilişkin bir değerlendirme yapmam imkânsız ve gereksiz.
Devlet organlarının, hükümetin yenilenmesi, 2018 başlarında toplanacak olan Ulusal Halk Kongresi tarafından belirlenecektir. Şi’nin yeni dönemdeki Cumhurbaşkanlığı da kesindir.

 Şi’nin Konuşması
Şi Jinping’in, Kongre’yi açış konuşması üç buçuk saat sürdü. Konuşma, delegelere Çin Halk Cumhuriyeti için bu yüzyılın ortalarına uzanan kapsamlı bir perspektif sunuyordu. Bu belgenin bazı öğelerini tartışmak istiyorum.
Konuşmanın seçilmiş kesimlerini, Çin devlet haber ajansı Şinhua ile ÇKP organı Renmin Ribao’nun İngilizcesi olan Global Times yayımlamaktadır. Ben, Şinhua’nın “geçici” bir çevirisine ulaşan Berk Demir’in (sağ olsun) bana ilettiği metni kullanıyorum.
Şi’nin konuşmasının uzun bir başlığı var: Orta Halli Müreffeh Bir Toplumun Her Yönden Kesin Zaferi ve Yeni Bir Çağda Çin’e Özgü Sosyalizmin Büyük Başarımı İçin…

Bu başlık, üç ayrı kavram veya hedef içeriyor.

Birincisi Çin’e özgü sosyalizm”dir. Bu terim yeni değildir. 1979’da “reformlar ve açılma” dönemini başlatan Deng Şiaoping, Parti’nin liderliği ilkesinin ve sosyalizm kavramının ÇKP anayasası içinde korunmasında ısrarcı olmuştu. Reformlar zamanla kapitalistleşmeye yol açınca, geleneksel sosyalizm anlayışından uzaklaşmanın ideolojik kılıfını, Çin’e özgü sosyalizm kavramı oluşturdu.

İkincisi,orta halli müreffeh bir toplumun inşası” hedefidir ve Şi’nin Genel Sekreterlik dönemine aittir. ÇKP’nin yüzüncü yıldönümü (2021) için öngörülen bu hedefin ayrıntıları Kongre konuşmasında yer alıyor.

Üçüncüsü, Kongre konuşmasının özgün öğesidir: Yeni Bir Çağ… Bu terim ile Şi Jinping, ülkenin geleceğine ilişkin tasarımını, Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıldönümüne (2049’a) kadar uzatmaktadır. O tarihe ulaşıldığında Çin’de, Şi’nin ifadesiyle, “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli (veya “uyumlu”) bir modern sosyalist toplum inşa edilmiş olacaktır.

Şi, bu yüzyıl için, iki tasarımı (“orta halli müreffeh” ve “modern sosyalist” toplum hedeflerini), “Yeni Bir Çağ” başlığı içinde birleştiriyor.
19. Kongre, bu tasarımı, “Şi Jinping’in Yeni bir Çağ için Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi’ni, Parti’nin yeni bir eylem rehberi olarak” ÇKP Anayasası’na ekledi. Şi, bu eklenti ile, Parti Anayasası’nda adlarıyla anılan (Mao ve Deng’le birlikte) üçüncü Genel Sekreter oldu. “Şi Jinping düşüncesi” ifadesi ile, Mao ile aynı mertebeye yükseltildi.
Dahası, Şi’nin Kongre konuşmasında özellikle vurgulanan “yolsuzlukla mücadele ve Kemer ve Yol  girişiminin sürdürülme öncelikleri” de ÇKP Anayasası’na eklendi.

“Çin Rüyası” mı? Komünizm mi?
Beş yıllık Genel Sekreterlik süresi içinde ve Kongre konuşmasında, Şi Jinping, bir “Çin Rüyası” kavramını ısrarla kullanmıştır. Bu “rüya” ÇKP Anayasası’na eklenen bir modern sosyalist toplum ve Yeni Çağ fikirlerinden biraz farklıdır.

Konuşmada “Çin Rüyası”, ÇKP’nin Tarihsel Misyonu başlığı altında açıklanıyor. Bu açıklama, “Çin’i dünyanın en büyük uluslarından biri mertebesine çıkaran şahane uygarlığına ve insanlığa fevkalâde katkılar yaptığı 5000 yıllık tarihine” referans verilerek başlıyor. Bu şanlı geçmiş, 19’uncu yüzyılda dış saldırılar sonunda yok edilmiş; Çin halkı kargaşa, yoksulluk, umutsuzluk, yıkımlara mahkûm kılınmıştır.

Sonrasında, Şi’ye göre “Çin halkının en büyük rüyası yeniden gençleşme (“rejuvenation” veya “zindeleşme”) olmuştur. Kuruluşu ile birlikte ÇKP, en üst ülkü ve nihaî hedef olarak Komünizmin gerçekleşmesini belirlemiş ve ulusal yeniden gençleşmeyi tarihsel misyon olarak üstlenmiştir.

Bu ifadedeki “ÇKP’nin tarihsel misyonu”, Parti’nin 1921’deki kurucularınca benimsenebilir miydi? Bilemem. Ancak, Şi’ye göre komünizm ideali, Çin’i azgelişmişlikten, yoksulluktan, bağımlılıktan kurtaran; ülkeyi tekrar dünya uluslarının zirvesine, öncü konumuna taşıyan bir yeniden gençleşme dönüşümü ile tutarlıdır.
 Belki de aynı şeydir.

Böylece, 21’nci yüzyılın ortalarına gelindiğinde Çin, “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli” sıfatlarıyla betimlenen “modern bir sosyalist toplum” olduğunda, sözü geçen “ulusal yeniden gençleşme” de gerçekleşecektir. Şi’nin sözleriyle Çin, “ulusal güç ve uluslararası etki bakımından küresel liderliğe ulaşmış” olacaktır.

Bu, belki, “ulusal yeniden gençleşme” anlamına gelir; ancak, 1921’de Mao ve arkadaşlarının ÇKP’nin nihaî hedefi olarak belirlediği “Komünizm”, bu gelişim sürecinin neresindedir?

Kapitalizme Ne Oluyor?
Kapitalizmle iç içe geçmiş olduğu bilinen “Çin’e özgü sosyalizm”den, Şi’nin 2049 için hedeflediği “modern bir sosyalist toplum”a geçiş nasıl oluyor?
İki soru önem taşıyor:
(1) Kapitalist üretim (mülkiyet) ve bölüşüm ilişkilerinin gerilemesi, giderek tasfiyesi önerilmekte midir?
(2) Çin devletinin burjuvazi, yani yükselen kapitalizm tarafından fethedilmesine karşı güvenceler var mıdır?
Bence, ilk soruyu “hayır”, ikincisini ise (biraz ihtiyatla da olsa) “evet” diye yanıtlayabiliyoruz. Önce, kapitalizme bakalım.

Kapitalizmi besleyen genel çerçeveyi Deng’in “reformları” başlatmış ve beslemiştir. Şi, “reformların kapsamlı boyutta derinleştirilmesini, hem Çin’in, hem sosyalizmin, hem de Marksizmin gelişmesi için” yararlı görüyor.
Çin reformlarının, üretim ve bölüşüm ilişkilerini doğrudan doğruya etkilemeyen öğeleri vardır. Örneğin, devlet mülkiyetinde astronomik rezervler var oldukça, “döviz fiyatlarını piyasa mekanizmasına bağlamak”, bu anlamda “tarafsız” bir reform olarak görülebilir.

Biz de Şi’nin konuşmasındaki “reform” önerilerine takılmayalım ve doğrudan bölüşüm ilişkileriyle bağlantılı öğelerine göz atalım: Bir yandan emeğe göre bölüşüm ilkesini sürdüreceğiz; bir yandan da üretim faktörlerine (herhalde “özel sermaye” kastediliyor) göre bölüşümün kurumlarını ve mekanizmalarını düzelteceğiz… Üretim faktörlerinin piyasaya dayalı fiyatlanmasını hızlandıracağız… Ücret artışlarının emek verimini izlemesini sağlayacağız… İnsanların emeğe bağlı kazançlarını ve mülkiyet gelirlerini besleyen kanalları genişleteceğiz.

Bu ifadeler, “modern bir sosyalist topluma geçiş” süreci içinde kapitalist bölüşüm ilişkilerinin sürdürüleceği anlamındadır.

Şi Jinping, gelir eşitsizliklerini azaltmaya önem verileceğini ifade ediyor. Ama, bu hedefin boyutlarını, Şinhua’nın resmî bir yorumcusu (Global Times, 20 Ekim) betimliyor: “Ülkenin en zengin üç kişisinin serveti 30’ar milyar doları aşmaktadır; buna karşılık hâlâ milyonlarca insan yoksullukla savaşmaktadır. Şi açık konuşuyor: Çin, daha uzun bir süre boyunca sosyalizmin ilk aşamasında kalacaktır.
Bu boyutta bölüşüm karşıtlıklarını içeren “sosyalizmin ilk aşaması”, yüzyılın ortasında “modern bir sosyalist toplum”a ulaşıldığında tarihe karışacak mıdır?
Nasıl?
İp ucu yoktur.
Mülkiyet ilişkileri de olduğu gibi sürdürülmektedir: “Devlet sermayesinin güçlenmesini, iyileşmesini, büyümesini destekleyeceğiz. Karma mülkiyetli işletmeleri geliştireceğiz… Özel girişimlerin gelişimini de destekleyeceğiz.”
Emeğin metalaşma sürecinin bileşkelerini oluşturan paralı sağlık ve eğitim hizmetleri sürdürülecek; finansman Batı-türü sağlık sigortaları ile karşılanacak; dışlanan gruplara dönük sosyal transferler oluşturulacaktır.

İktidar Sorunu Ne Oluyor?
Çin Anayasası, siyasî rejimi, hâlâ, devrimci dönüşümün (Leninist / Mao’cu) formülü ile tanımlamaktadır: “İşçi sınıfının önderliğinde bir halkın demokratik diktatörlüğü…
Özgün biçiminde bu formüldeki “diktatörlük”, sömürücü sınıfları hedef alır. Çin’e özgü sosyalizm gerçeği içinde kapitalistleşme, Anayasa’nın bu öğesini ihlal etmektedir.

Buna karşılık, aynı bileşke içinde burjuva partilerine izin verilmemekte; ÇKP, devlet yönetimini üstlenmektedir.

Üretim ilişkileri (ekonomi) ile üstyapı (devlet) arasındaki bu uyumsuzluk nasıl sürdürülüyor?

Şi Jinping 2013’te reel sosyalizmlerin çöküşü üzerinde aşağıdaki teşhisi yapmıştı: “Sovyetler Birliği ve Sovyet Komünist partisi niçin çöktü? Bu büyük parti nasıl olup da sessizce, direnmeden dağıldı? Üyelerinin idealleri, inançları zayıfladığı için; siyasette çürüme, ideolojide sapkınlık nedeniyle…
ÇKP’nin aynı akıbete sürüklenmemesi için Parti’yi ve devleti alt-üst eden yolsuzlukla mücadele kampanyasını  Şi Jinping bu teşhise dayanarak başlattı; kesintisiz sürdürdü. ÇKP’nin ekonomiye egemen olan çevreler tarafından fethedilmesini önlemek önceliği Kongre konuşmasına da damgasını vuruyor. Parti’nin devlet ve toplum üzerindeki liderliğini korumak, bu nedenle, ısrarla vurgulanıyor.
Kongre konuşması bu doğrultudaki önerilerle doludur: “Parti’nin devlet ve toplum üzerindeki mutlak liderliğinin titizlikle  korunması… Marksizmi, diyalektik ve tarihsel materyalizmi çalışmak, geliştirmek, komünizm idealini daha da yükseltmek… İdeolojik çalışmanın öncü rolünü titizlikle korumak… Çalışmalarımızda öz sosyalist değerleri korumak ve yüceltmek…” Ve en önemlisi, “Parti’nin istikrarı için büyük önem taşıyan tarihsel yükseliş ve iniş aşamalarından, yolsuzlukla ödünsüz bir mücadele sayesinde kaçınmak…

“Kendiliğinden Sosyalizm” mi?
Şi Jinping, sosyalizmin değerlerini benimsemiş, Marksizmi özümsemiş, yerli ve enternasyonal burjuvazinin telkinlerine karşı ideolojik mücadele sürdüren bir ÇKP istiyor. Bu Parti, yolsuzluk eğilimlerine karşı da ödünsüz direnecektir. Temel soru şudur: Bu olumlu koşullara rağmen, ülke-içi kapitalizm açıkça tasfiye edilmeden sosyalizm gerçekleşebilir mi?

 Bilgilerimiz, üretim ilişkilerinin “son tahlilde” üstyapıya (devlete) baskın çıkacağını öğretiyor. Yani, Şi, yenilgiye mahkûm bir çaba üstleniyor. “Üstyapı”, yani ÇKP iktidarı ile uyumsuz kapitalist bir ekonomi…

Daha “hayırhah” bir yorum da mümkün. Şi, Kongre konuşmasının bir yerinde, “üretim güçlerini geliştirmek, sosyalizmin temel bir görevidir” diyor. Belki de, Marksizmin daha da “öncül” olan önermesine güvenmektedir: Üretim güçlerindeki gelişmelerin “son tahlilde” üretim ilişkilerine baskın çıkacağını ummaktadır.

ÇKP Genel Sekreteri, “modern bir sosyalizme geçiş” programında ihtiraslı, iddialı iktisadî ve teknolojik hedefler önermektedir.
Bunların sonucu olarak sosyalizme “kendiliğinden bir geçiş” mi ummaktadır? Öyle ya, Marx’a göre de üretim güçlerindeki gelişim, var olan üretim ilişkileriyle uyumsuz hale geldiği zaman toplumsal bir devrim gündeme gelmeyecek midir?

Belki de Şi, 21’nci yüzyılın ortalarında ÇKP liderliğinde üretim güçlerinin gelişim düzeyinin, temposunun kapitalizmin sürdürülmesini imkânsız kılacağını öngörmektedir ve (Lenin ve Mao’nun öğretilerine sırt çevirerek) sosyalizmin de, sırası geldiği için ve ilave bir sınıfsal müdahale gerektirmeden kendiliğinden gerçekleşeceğini düşünmektedir.

Korkut Boratav / SOL

Ankara’da gelen gideni aratır mı? - TAYFUN ATAY

Melih Gökçek kendince dizayn ettiği bir anlı şanlı törenle yarın belediye başkanlığından uğurlanacak Ankara’da. Biz de ona “Güle güle sana, yolun çok ama çok açık ve uzak olsun” diyoruz!.. 
 
Gökçek’in ardından kimin büyükşehir belediye başkanlığını devralacağına dair şayialar da hemen sökün etti ve şu ara ortalarda dolaşıyor. Bunlar arasında kanımca en “çarpıcı”sı, Ankara’nın Sincan ilçesi eski belediye başkanı Bekir Yıldız

 Yıldız’ın okkalı bir ünü var. O, 28 Şubat (1997) “postmodern darbe” sürecine açılan yolda adı unutulmazlaşmış bir isim… 
 
AKP, daha doğrusu Erdoğan, Gökçek’in yerine onu başkanlığa oturtmayı tercih eder mi? “Konjonktürel” olarak pozitif yönde karşılığı olan bir tercih midir bu?.. 
 
Önce tarihe dönelim ve olanları hatırlayalım:
1994 yılında Refah Partisi’nden belediye başkanı seçilen Yıldız, “Milli Görüş” İslamcılığı adına hem sansasyonel, hem de spektaküler (göze batan) olay ve organizasyonların sorumlusu bir isim olarak hatırlanır.
28 Şubat darbesinin fitilini ateşlediği söylenen “Kudüs Gecesi” etkinliği, onun onayı, desteği ve himayesinde gerçekleştirilmiştir.
Bu yüzden “28 Şubat”a giden yolun en açık işareti sayılan tanklar da Sincan caddelerinde yürütülmüştür.
Fakat benim aklımda “Yıldız Başkan”dan geriye en çok kalan yılbaşında hindi satışlarını Sincan genelinde yasaklamasıdır.
Elbette o, ilçe sınırları içerisinde içki satışlarını da yasaklamıştır, ama işte bu kendisini “kesmemiş”, bir de yılbaşı yaklaşırken “gâvur âdeti”, “Hıristiyan fitnesi” diye adeta “meşihat makamı” gibi hükmü kesmiş, vatandaşa yılbaşını zehir etmiştir.
Evet, vatandaşa yılbaşını zehir etmiştir; çünkü o yıl yılbaşı sönük geçse de ben 7 yıl sonra 2003’ü 2004’e bağlayan yeni yıl arifesinde ilçeye gittiğimde hindi satışlarında kelimenin tam anlamıyla patlama vardı. Demek ki vatandaş yasağa gönülsüzce uymuş, daha doğrusu boyun eğmiştir!..
Daha ilginç olan nokta şuydu ki bu “hindi patlaması”, RP’li Yıldız’ın yerini dolduran AKP’li belediye döneminde olmuştur. 
 
AKP’li Sincan’da yılbaşı manzaraları, RP’li Sincan’dan alabildiğine farklıydı. Vitrinlerde yeni yıl süslemelerinden, mağaza ve sokaklarda da büyücek Noel Baba oyuncakları, yapma çam ağaçları, biblolar, mumlar, yılbaşı şapkalarından geçilmiyordu.
Tabii AKP’nin “ılımlı İslam” lâkırdısı eşliğinde dillerde ve ortalıkta dolaştığı günlerdeydik henüz!.. Aynı doğrultuda, AKP açısından “Refah” döneminin “reddi miras” edildiği, “Milli Görüş”çülüğün ruhuna Fatiha okunduğu dönemdi o dönem…
Ve işte hindi yasağı getiren RP’li zihniyetin kararttığı yılbaşı gecesini adeta “ak”lamıştı “AK Parti” o zaman…
Sonra köprülerin altından sular aktı. İktidar zehirlenmesi, totaliterleşme, otokratikleşme ve de “selefileşme” eşliğinde “tek adam” hükmüne giren AKP, içte ve dışta köşeye sıkıştıkça bir dönem ruhuna Fatiha okuduğu “Milli Görüş”ü hortlatan siyasi manevralara gitti.
Bununla uyarlı olduğu düşünülebilecek şekilde, 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrası yine AKP’nin kazandığı Sincan’da bu partiden belediye meclis üyeliğine seçilen eski başkan Yıldız’ın “yıldız”ının yeniden parlamaya başladığı anlaşılıyor.
 
O, ayrıca Melih Gökçek’li Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin meclisinde de AKP grup başkan vekilliği görevine getirildi. 
 
Bugün artık bir faşizan-dinbazlığa savrulmuş AKP’nin şu ara (hem de “selefiliğin beşiği”) Suudiler tarafından devşirilmek istenen “ılımlı İslam” gömleğini üzerinden attığı 2013 Gezi olayları sonrası süreçte ha bire “28 Şubat”a göndermelerle iktidara tutunmaya çalıştığı ortada. 
 
Acaba aynı doğrultuda bir politik motivasyonla şimdi Gökçek’in yerine de Bekir Yıldız’ı koyarak hanidir sürdürülen “rövanşist” jestlere bir yenisini eklerler mi dersiniz?! 
 
Yoksa şu ara bir yandan da giderek “Avrasyacı” çizgiye yönelirken bazı milliyetçi ama aynı zamanda “seküler” çevrelerle zorunlu bir “zımnî” (gizlikapaklı) koalisyon esintilerinin hissedildiği ortamda böylesi “selefi” bir sembolik karardan kaçınmayı mı düşünürler?.. 
 
Bakalım, göreceğiz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Adalet - Merhamet’ - Meriç Velidedeoğlu

Geçen cumartesi günü Erdoğan iki konuşma yaptı. İlki, İbni Haldun Üniversitesi’ndeki, “Uluslararası Medeniyet Şûrası”nın açılış konuşmasıydı. Hemen ardından, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, “Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde konuştu. 
 
Böylece, tek konuşma yaptığı günler çok gerilerde kaldı; öyle ki artık günde iki konuşma da doyurmuyor, “üçlü” günler başladı, başlayacak... 
 
İbni Haldun Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, bir ara, sözü “ABD Başkanı Trump”a getirdi: “Sayın Trump, bana göre, medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir ‘typolojidir!” dedi.
Bu tümceye şöyle bir dokunsak diyorum. Ama ilkin bu söylemde yer alan “typoloji” sözcüğü gibi bir iki örneğe değinmeli; “biyoloji”den başlayalım, “yaşambilim” olduğu bilinir, “sosyoloji” de “toplumbilim”, “antropoloji” ise “insanbilim”; tıpkı bunlar gibi, “typoloji”de “tipbilim”dir, insan “tipleri” üzerinde çalışmalar yapan. 
 
Bu durumda, Erdoğan’ın “typoloji”li tümcesi de: “Sayın Trump, bana göre medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir ‘tipbilimdir!” oluyor ister istemez; doğrusu hoş (!) bir dile getiriş. Ve Erdoğan, “bana göre” uyarısıyla bu hoşluğu (!) iyice sahiplenmiş...
Sahiplensin dursun, biz biliyoruz Erdoğan’ın konuşmalarının enini boyunu; ne var ki, bunun gibi “yabancı dil” kavramlarını kullandığı sözleri, açıklamaları “bu dillere çevrildiğinde” nasıl karşılanır dersiniz? 

 Kuşkusuz bu konuşmasında dikkat çekici olan, Erdoğan’ın, “Adalet” aradığını bildirmesiydi; “Adalet arıyorum!” dedi açıkça...
 
Dahası da var, ardından: “Merhamet bunlarda hiç yok!” diye ekledi gülerek yarı şaka söylüyormuş gibi yapıp; peki kimden istedi? “ABD”den ayrıca, “bunlarda” diyerek çoğul kullandığına göre “AB”den de.
 
Açıkça Erdoğan haklı!
 
Ne var ki “merhamet”, hele “adalet” söz konusu olduğunda, bunları ülkesinde yıllarca çiğneye çiğneye yok eden birinin, bu kavramların geçerliğini silecek ölçüde davrananlara karşı, bunları korumaya kalkışmasına, “Aynaya baksın!” yanıtımızı bilseler kullanırlar mıydı?
Kullanmasalar da, bir süre önce düzenlenen, “NATO Parlamenterler Asamblesi”nde, “Raportör Ursala Schmidt’in sunduğu raporda, * Türkiye’deki gelişmelerin, hukuk devleti ilkeleriyle uyumlu olduğu konusunda çok ciddi şüphelerin bulunduğunu * Keyfi tutuklamalar olduğunu * İddianame olmaksızın cezaevlerinde tutulduklarını * Eleştirel medya kurumlarının kapatılmasının söz konusu olduğunu * Sadece mesleğini, ‘gazetecilik’ yaptıkları için cezaevinde olanlar bulunduğunu” belirtmiş. 
 
Ayrıca, rapor ile ilgili olarak bir TV’de yaptığı konuşmasında da “* NATO üyesi olan bir ülkede yaşananlar açıkça konuşulmalı, gerektiğinde eleştirilmeli * Türkiye’de hukukun üstünlüğünden yana tavır alanların söz hakkına sahip olması sağlanmalı” demiş. Eksilik var, fazlalık yok. 
 
Peki, Erdoğan aynaya baksaydı bunları mı görecekti? 
Ya da görür müydü?
Ne dersiniz? 
 
Not: Değerli dostlar, en büyük bayramımız olan, “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”nı, alanlarda, fener alayları etkinliklerinde kutlayalım!

Meriç Velidedeoğlu - CUMHURİYET

AKP düzeninden 'yeni sağ' ile kurtulamayız - ÖNDER İŞLEYEN

Üzerinde durulması gerekense bu hareketin kimi muhalif kesimler içinde de heyecanla karşılanması, bir tür umut anahtarı olarak görülebilmesi. 

MHP içinde iktidar mücadelesi olarak başlayan muhalefet, bir süredir Meral Akşener önderliğinde ayrı bir hareket olarak konumlanıyordu. MHP iç mücadelesi ardından da referandum süreci bir hazırlık dönemi olarak yaşandıktan sonra, 2019 öncesinde Partileşmiş oldu. Siyasetin olağan akışının gösterdiği bir adım atılmış oldu.
 Sağda yeni bir Partinin ortaya çıkmasının toplumsal ve siyasal koşullarının oluştuğu referandum döneminde açık biçimde gözlemlenebildi. Siyasal İslamcı rejim, 7 Haziran seçimleri öncesinden başlayarak MHP (ve devletin geleneksel milliyetçi güçleriyle) ittifakla hem bölge ve hem de içerde bir siyasal yönelim içine girdi. Tarikat-cemaat yapılarının çoğunun da içinde yer aldığı bu ittifak karşısında sağda iki karşı eğilimden söz etmek mümkün.  Saadet Partisi burada zayıf bir çizgi olarak varlığını sürdürürken, Meral Akşener ilk andan itibaren daha etkili bir özne olabilme potansiyeli ile sağdan yeni bir alternatif olarak görüldü. AKP-MHP ittifakının sıkıştırdığı krize sağdan (düzeni restore edecek) bir aktör ihtiyacının muhatabı olabilme imkanı Akşener hareketini en baştan etkin kıldı.

Referandum aynı zamanda MHP’nin büyük bir bölümüyle birlikte, AKP tabanından da belirli bir kopma eğilimi ortaya çıktı. Bir anlamda siyasetteki taşları yerinden oynatan nokta referandum oldu. Bugün AKP içinde Erdoğan eliyle sürdürülen tasfiyelerin de yeni Partinin kurulmasının da hareket noktası ortak. Siyasal İslamcı rejimin biriktirdiği sorunlar karşısında açığa çıkan toplumsal dip dalgası siyasal alandaki donukluğu ortadan kaldırdı. Erdoğan, bir anlamda Partisinin muhalefeti konumuna geçerek hem istediği tasfiyeleri gerçekleştirirken hem de yükselen eleştirileri ortadan kaldırmaya çalışıyor. İYİ Parti tam da bu dip dalgasının üzerine hareket ederek etkili olmaya çalışacak. Bu potansiyele ulaşıp ulaşamayacağı süreç içinde ortaya çıkacak olmakla birlikte, Akşener’i şimdiden özne haline getiren asıl olarak bu toplumsal potansiyel.

Kuruluş toplantısına ve öncesindeki söylemlere baktığımızda İYİ Parti’nin hareket noktasının ‘merkez’ kurma iddiası olduğu görülüyor. Dört eğilim olarak ifade edilen, siyasetin sağ ve soldaki tüm merkez kutuplarını birleştirecek, bir anlamda ANAP ve 2002 AKP modelini güncelleyecek bir kurucu kadro ve söylem öne çıkartılıyor. Akşener’in popüler liderliği ile beslenecek bu girişim bir anlamda Türkiye’yi ‘normalleştirme’ arayışının yeni aktörü olarak öne çıkartılıyor. Hem Partinin programına hem de Akşener’in söylemlerine bakıldığında milliyetçilik ve İslamcılık mızraklarının çuvala sığmayan uçlarını törpüleyecek, düzenin çürümüş olan hukuk ve siyasi yapısını toparlayacak bir merkezden söz ediliyor. Bu bakımdan Akşener’in eski marifetlerine dönmeye bile gerek olmaksızın ortaya çıkan Partinin yaşanan krize sağdan bir seçenek oluşturarak bugünkü düzenin (daha sağlıklı) sürdürülmesine aday olduğu ortada. Bunun bir yönü de toplumdaki değişim talebinin sağ bir siyasetle etkisizleştirilmesi, kontrol altına alınmasıdır.

İYİ Parti’nin niteliği ve hedefleri hakkında söylenebilecek bunun ötesinde pek bir şey de yok. Üzerinde durulması gereken ise bu hareketin kimi muhalif kesimler içinde de heyecanla karşılanması, bir tür umut anahtarı olarak görülebilmesi!. Bu tür bir kafa karışıklığının muhalefet hareketi içinde ortaya çıkmasının nedenlerinden birisi uzun zamandır siyasal İslamcı rejime karşı sağ bir siyasetle karşı koyma yönündeki yanlış politikalardır. Toplumsal alandaki hareketle (Gezi’den HAYIR’a uzanan dinamiklere) uyumsuz şekilde, siyasal alanda izlenen siyasetler ağırlıkla sağ argümanlarla ve sağı içeren bir ittifakı bir çıkış kapısı olarak işaret etmek üzerinden şekillendirildi. Hatırlanırsa referandum sonrasında HAYIR’ın üzerinden yapılan tartışmalarda yüzde 51 olarak ifade edilen AKP karşısındaki sağ ve sol uçların merkezde toplanması yönündeki görüşler ağırlık kazandı. 2019’da seçimlerde ancak böyle sonuç alınabileceğine yönelik bir matematik etrafındaki tartışmalarda CHP ve Akşener’in merkezinde olduğu yeni bir merkez arayışını ortaya koymaya başladı. HAYIR’daki ilerici-devrimci direnme potansiyelini sağ bir eksene hapsetmeye odaklanan bu siyasetler sonuçta topluma Akşener’i bir umut olarak ileri sürmekten başka bir şey söylemiyor.


Muhalefet hareketi açısından üzerinde durulması gereken temel noktalardan birisi siyasal İslamcı rejime karşı süren alternatifsizliktir. Soldan etkili bir muhalefet gücü oluşturulamadığı koşullarda sağa doğru dümen kırmanın yoğunlaştığı, siyasal İslam’ın alternatifinin başka bir sağ odak olduğu bir acayip durumla karşı karşıya kalmaya devam ediyoruz. Böyle bir muhalefet de sonunda topluma 2007 öncesine dönmenin ötesinde bir şey vaat etmiyor! Bugün siyasal İslamdan çıkışın anahtarı ancak düzenin toplumsal alanda biriktirdiği sorunları politikleştiren, her alanda birlikte direnişi ve dayanışmayı çoğaltan bir anlayışla düzenin gerçek değişim seçeneğini ortaya koymaktır. O yüzden mesele Akşener’in ne ifade ettiğinden, ne söylediği ve neler yapabileceğinin ötesinde muhalefet hareketinin bir güç olarak çıkarak önümüzdeki sürecin her uğrağında toplumu seçeneksiz bırakmayacak, düzeni kökten değiştirme iddiasıyla örgütlendirilmiş bir alternatif oluşturabilmesine bağlıdır. Türkiye’yi AKP düzeninden kurtaracak olan yeni sağ siyasetler değil devrimciliktir.
 
Önder İşleyen / BİRGÜN

Ya ihanetin bedeli? - GÖZDE BEDELOĞU

Marmaray’ın Yenikapı, Üsküdar ve Sirkeci istasyonlarında yapılan arkeolojik kazılar nedeniyle açılışının 4 yıl gecikmesi dönemin Başbakanı Erdoğan’ı kızdırmıştı. “Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile 3 sene bizi engellediler. Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz” diyerek noktayı koymuştu. Marmaray kazıları İstanbul’un bilinen 6 bin yıllık tarihini değiştirdi. Taş Devri’nden Erken Bizans’a kadar farklı dönemlere ait gün yüzüne çıkarılan 10 binlerce arkeolojik eserle İstanbul’un 8 bin 500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu anlaşıldı. Bugün, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın internet sitesinden Marmaray projesinin tarihçesini okuduğunuzda, İstanbul’un tarihini 2 bin 500 yıl ileriye çeken kazılardan bahsedildiğini göreceksiniz. Ancak hatırlatmakta fayda var; bu ancak Yenikapı’da çalışan arkeologlar ve şehrine sahip çıkan insanların çabasıyla gerçek olabilmişti. Hükümet, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın dile getirdiği gibi çanak, çömlekler yüzünden projenin gecikmesi nedeniyle sıkkındı. Yenikapı’da Neolitik döneme ait eserlerin bulunduğu yere iş makinesi sokmak için sabırsızlanıyordu. Buna karşın arkeologlar, çalışmaların devam etmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmuş ve AKP’nin kepçelerle dalmak istediği kazı alanında 8 bin 500 yıllık bir mezarın bulunmasıyla İstanbul’un tarihi değişmişti. Bakanlığın Marmaray için “İstanbul’un tarihini değiştiren proje” diye yazabilmesi ancak böyle mümkün olabilmişti.

• • •

Tarihi camilerin arkasına silueti bozan gökdelenler yapılırken; deprem sonrası toplanma alanları imara açılırken; parklar AVM’lere, ormanlar sitelere tercih edilirken; meydanlar beton dökülüp insansızlaştırılırken; mahalleler birer gettoya dönüştürülürken; Fikirtepe’yi Brooklyn’e, Okmeydanı’nı Champs-Elysees’ye dönüştürme iddiasıyla şehrin altı üstü, kültürü tarihi, kişiliği karakteri, doğası havası rant ekonomisine teslim edilirken;  İstanbul tozlu, çamurlu, gri, dev bir şantiyeye dönüştürülürken itiraz eden çevreciler, mühendisler-mimarlar, bilim insanları, mahalleliler, ülkenin gelişmesini istemeyen, şehrinin büyümesini hazmedemeyen, hatta arsızca ranta ortak olamadıkları için sorun çıkartmakla itham edilen insanlar, bugün Erdoğan’ın itiraf ettiği ihaneti en başından görmüş ve engel olmak için mücadele etmişti. Ah ama onlar büyüyen Türkiye’nin önünde duran vatan hainiydiler. Padişahını halifesini tanımayan muhafazakar Osmanlı torunları bugün “nerede lan o çıplak heykel” diyerek sergi basıyor. Dün İstanbul’un 8 bin 500 yıllık tarihine sahip çıkanlar da tabi ki Türkiye’nin milyarlarca liralık kazancına taş koyan düşmanlardı.

• • •

İstanbul, AKP’nin 15 yıllık yönetiminde toplamı 85 kilometreyi bulan yüksek binalarıyla uzay sınırına yaklaştı. Bu yılın başında dikey değil yatay mimariden yana olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Uluslararası Medeniyet Şurası’nda yaptığı konuşmada, “100 kat bina yapmak sizi medeni yapmıyor ama biz bu tuzağa düştük” deyiverdi. Aynı gün Şehir ve STK Zirvesi’nde de “biz İstanbul’un kıymetini bilemedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” diye ekledi. Memleketin şehirlerinde, kuralsız izansız top koşturulup dönüşü olmayan kayıplara neden olunduğu apaçık ortada. Kent ve tarih, kent ve çevre,

kent ve insan gibi başlıklar altında projeler tartışılmadığı gibi, insanların yaşadıkları mahalleyle ilgili karar verme süreçlerine katılmaları da engellenmişti. Peki nerden çıktı bu itiraf? Yerel seçimlere 2 yıl kaldı ve kamuoyu yoklamaları AKP’nin oy kaybettiğini gösteriyor. 15 yılda yağmur yağdığında ölünebilen bir şehir yarattılar. Allah acısın da, bize depreme hazırlanmak için bir 20 yıl daha versin, çünkü bir önceki 20 yıl deprem sonrası toplanma alanlarını imara açmakla geçirildi. Ayakta kalan üç beş ağaç için kan dökülmesi gerekti. Haydarpaşa, AKM çürümeye terk edildi. İstanbul’un tarihi ve turistik kalbi İstiklal yaşayan ölüden farksız. Tarihi yarımadada İstanbul’u dünya kültür mirasından çıkartacak yeni imar planları peşindeler. Sulukule, Tarlabaşı, Eyüp, Balat gibi kendine has kültürel özellikleri olan bölgeler kentsel dönüşüm adı altında kimliksizleştirildi. Köprü ve havaalanı inşaatları İstanbul’un son nefesi olan kuzey ormanlarını mahvetti. Hasılı ortada içine düşülen bir tuzak yok. Uyarılar kulak ardı edildi, dahası bilim insanlarına karşı savaş açıldı.
Şehirleri yapboz tahtasına çevirmenin, doğayı tahrip etmenin, kültürel yıkıma yol açmanın itirafı iyi güzel ama, bütün bu kayıplar ‘Allah affetsin’lerle, ‘ihanet ettik’lerle geri gelmez.
Sorumluluğu alınmamış bir özeleştiri de eleştiri sayılmaz.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

26 Ekim 2017 Perşembe

İyiliğin değil kötülüğün partisi - ÖZGÜR ŞEN

Bireysel düzlemde iyiliğin tanımını yapmak biraz daha zor olsa da, siyaset alanında iyiliğin bir yerlere çekiştirilebilir tarafı olamaz. Siyaseten iyiliği ve dolayısıyla kötülüğü tanımlamak mümkün.
Meral Akşener’in İyi Parti ismiyle kurduğu siyasi oluşum da, daha en başından belli oldu ki iyiliğin değil kötülüğün partisi. Akşener’in parçası olduğu sağcı gelenek bu memlekette iyiliğin değil kötülüğün tarihini yazdı. Bu tarihte istisnasız olarak hep emekçilerin ve yoksulların hakkı yendi, gericiliğe ve yobazlığa destek verildi, ülke güçlü devletlerin kuklası haline getirildi, memleketin kaynakları talan edildi ve hırsızlık alışkanlık oldu... Bunlara karşı çıkan devrimci ve solcular ise akla gelebilecek her türlü şiddet kullanılarak bastırıldı, katledildi. En sonunda solunu bu kadar ezen bir cumhuriyet ayakta duramadı, ortada bir şey kalmadı.

 Bu işleri uzaydan gelen birileri değil, Akşener’in konuşmasında atıf yaptığı isimler yaptı. Yeni partinin kurucu genel başkanının konuşmasında atıf yapılan, Menderes’ten Özal’a, Türkeş’ten Yazıcıoğlu’na uzanan liste, bu isimlerin hepsinin aslında aynı partinin üyesi olduğunun ispatı aslında. Akşener kimseyi kandırmasın, Erdoğan’ın bu listede yer almıyor olmasının tek sebebi ise şu an hâlâ yaşaması ve aktif siyasete devam etmesi...

İyi Parti’nin bugün hedef aldığı ismin yarın öncüllerin, saygı duyulanların yer aldığı böylesi bir listeye girmesinde şaşılacak bir taraf yok. Çünkü hepsi aynı taraftalar... Aşiret liderlerini, patron temsilcilerini, bakan ve siyasetçi eskilerini bir araya toplayan partinin kurucu listesi de Türkiye’nin iyi tanıdığı bir sağcılığın tezahürü.

Peki nedir Akşener’i Erdoğan’dan farkı kılan?
Çiçeği burnunda parti başkanı yaptığı kuruluş konuşmasında ne diyor mesela?
Alışık olduğumuz sağcı ve altı boş gevezelikten başka halka ne anlatıyor?
Geniş emekçi kesimlerin sorunlarına dair, yoksulluğun ve işsizliğin çözümü hakkında, içinde yaşadığımız karanlıktan çıkış yolunu gösteren tek bir anlamlı öneri getirmeyen bu konuşma Akşener’in cumhuriyeti bitiren, ülkeyi dipsiz bir karanlığa sürükleyen geleneği sahiplendiğinin ve devam ettireceğinin ispatı.

Logonun ve sloganların dahi AKP’nin daha önce kullandıklarını hatırlatması raslantı olarak görülemez. Basit bir hırsızlık veya esinlenme değil bu. Aynı biçimde düşünüyor ve üretiyorlar. Bir farkları yok, benzerlik yalnızca bu gerçeği gösteriyor.

Akşener ben de bu yolun yolcusuyum diyor ve bugünün Türkiyesi’nde, bu denli acıyı görmüş, derin bir karanlığın içinde inim inim inleyen ülkede ona umut bağlayanlar çıkabiliyor. Türkiye sağcılığının bu hanımefendide yeni bir soluk araması anlaşılır. Türkiye’de patronların AKP’ye alternatif olarak başka planları hazırda tutmasında da şaşılacak bir yan yok. Batılı devletler arasında da Akşener’e yatırım yapanlar çıkabilir, niye çıkmasın?

Peki ama kendisini solda görüp Meral Hanım’a dair bir beklentiyle hareket edenlere ne oluyor? Emin olun sayıları ortaya çıkanlardan çok daha fazla ve yine emin olun Akşener’in daha kuruluş günü sergilediği sağcılık onları da şaşırtmıyor. Onların da sağcılığın değişeceğine dair bir beklentileri yok.

Başka bir hesapla hareket ediyorlar. Sağın bölünmesinden medet umarak yapılan stratejik hesaplarla, sağcılaşarak iktidara yürümek aynı paranın iki yüzü. Bu akla ziyan siyasi yaklaşımlar soldan ve ülkeden umut kesmenin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Zaten ikisi de aynı anlama geliyor. Soldan ümitlenemeyen ülkeden de ümitlenemiyor. Umudun olmadığı her yerden de kaçınılmaz olarak sağcılık ürüyor. Çünkü sağcılık dünyanın her yerinde umutsuzluğu simgeliyor, umutsuzluktan besleniyor. Böylesi bir karanlık geçmişe rağmen sağcılık biraz da bu nedenle iktidarda tutunuyor.

İnsanlık tarihinde siyasi iyilik modern çağlara girerken aydınlanmayla birlikte tanımlandı. İyi, doğru ve güzel, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik idealleriyle anlam kazandı. Siyaseten iyilik insanlığın bu idealler için verdiği mücadelenin yanında saf tutmakla, buna destek vermek veya içinde olmakla özdeşleşti. Kötülük ise bu mücadeleye karşı durmakla...

Modern sınıfların arasındaki mücadelenin yükselmesi ve emekçi ile patronun kavgasının başlamasıyla iyiliğin tanımının evrim geçirmesi kaçınılmazdı. İktidarın gökyüzünden yeryüzüne indirilmesi ve yurttaşlık haklarının yaygınlaşması gibi hedeflerin aşılması ve insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma doğru yürüyüşünün başlaması iyinin, doğrunun ve güzelin yeniden tanımlanmasına yol açtı.

Bu mücadeleyi yürüten sol siyaseten iyiliğin tüm dünyadaki tek adresidir. İnsanın insanca koşullarda eşit ve özgür yaşaması fikri olmadan iyilik olmaz. Sömürünün olmadığı, paranın saltanatının bittiği aydınlık günler için verilen kavgadır iyilik.

Sağcılık yalancılıktır ve Akşener’in iyilik iddiası da, sağcılığın kulağa hoş gelen tüm diğer iddiaları gibi yalandır.

Zaten bir tarafta eşitlik ve özgürlük hülyalarından yola çıkan iyilik, diğer tarafta sağcı Akşener’in siyasi kimliğinde somutlanan ve iki okla yayın yan yana gelmesiyle yazılan sözde kayı boyundan kalma uyduruk bir “iyilik”. Karar sizin...

Özgür Şen / SOL

Bize sol iyi gelir - L. DOĞAN TILIÇ

Meral Akşener’in ne zamandır beklenen partisi kuruldu. İyi Parti, “Türkiye iyi olacak” sloganıyla geliyor ve gelişini de Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nden duyurdu. Kuruluşun açıklandığı yerin ismi de manidar. Parti, en sağdan gelenlerin biraz sola yanaşarak merkezdeki boşluğu doldurma iddialarının ürünü.
 Sola yanaşmak iyidir!

 Akşener ve arkadaşlarına MHP’nin kapıları kapatılmasa, oradan dışlanmasalar siyasi yaşamımıza böyle bir partinin girip girmeyeceği tartışılır. Tartışılır ama, ben “olmazdı” demem.
Merkezi doldurma iddiasıyla yola çıkan AKP’nin iyice sağa, hatta aşırı sağa kaymasından rahatsız kimileri böyle bir arayış içindeydiler. Türkiye’nin siyasal toplumsal yapısı; bu kurucularla değilse başka kurucularla, şimdi değilse bir başka zaman, bu isimle değilse bir başka isimle buna benzer bir partiyi doğururdu.

Bahçeli’nin muhaliflerini dışlaması, kimi Erdoğan muhalifleri için “umut” olan bu partinin Akşener’in liderliğinde ve bugün siyaset sahnesine çıkmasına neden oldu.

Anlaşılan, hep oldukları sağdaki yerlerinden alınarak sol ve sosyal demokrat olduğu iddiasındaki bir partinin vitrinine yerleştirilen kimi politikacıların da böyle bir umuda ihtiyacı varmış!

İyi Parti’ye “kurucu” olmak için, anlaşılan o kadar da iyi bulmadığı partisi CHP’den istifa eden Aytun Çıray işte… “Siyaset yüzde 100’ün oyuna talip olmak için yapılır. CHP olarak yüzde 25 oyumuz var. Biz çok çalışarak bunu yüzde 28’e çıkarabildik” diyerek, herhalde yüzde 100’le buluşmayı umduğu partiye geçti. Hayırlı olsun!

Yeni parti, aslında pek yeni olmayan, önce Özal’la ANAP’ın denediği, ardından yola çıkışında AKP’ye de yakıştırılan bir çizgi izliyor: Dört eğilimi birleştiriyor!

O dört eğilimden üçü, yeni partinin doğuş damarı olan milliyetçiliğe pek uzak değil ve çıkış noktasından sola doğru yanaşırken onlarla buluşup birleşmesi zor olmaz.

Aytun Çınar’ın kurucu olması da solla buluşma sayılmaz tabii. Ama Ecevit’le siyaset yapmış eski bakan kurucular var. Ödül töreninde Berkin Elvan’a selam söylemiş, hâlâ solcu olduğunu vurgulayan ve “vatanseverlik ortak paydası”nda buluştuklarını söyleyen sinema yönetmeni Onur Aydın var…

İyi Parti, epey musibetin “solda” kimilerine, özellikle de CHP’ye, anlatamadığını anlatmak açısından da iyi oldu!

Türkiye nüfusunun yüzde 70’i sağ ve muhafazakâr çizgide, iktidar olabilmek için mutlaka oradan oy alabilmek gerek, oy alabilmek için de oraya hoş görünmek gerek analizleriyle siyaset yapmanın; bu nedenle Ekmeleddin’e sarılmanın; seçimlerinde sağdan isimler transfer ederek başarı aramanın sonuçlarını daha kurulmadan gösterdi İyi Parti. İyi oldu!

Solda bir partinin sağdan oy alabilme umuduyla sağla arasındaki çizgiyi muğlaklaştırmasının sonucu, bırakın sağdan oy almayı, kendisini sağa tırtıklatmak oluyor! Sol renginizi soldurarak, bir karşı hegemonya yaratmaya çalışmak yerine kolayca sağ hegemonya içinden konuşarak kazanma hayali hep fiyaskoyla sonuçlandı, fiyaskoyla sonuçlanıyor.

Türkiye’ye sol iyi gelir!

Vatanseverliğinden, anti-emperyalistliğinden, hakka hukuka saygısından, adaletinden, ahlakından ve iyiliğinden kimsenin kuşku duyamayacağı bir sol… Sorunların bilimin yol göstericiliğinde, laikliğe sarılarak, özgürlük alanlarını genişleterek ve dayanışma içinde çözülebileceğini bilen ve gösteren bir sol…

Piyasacılığın karşısına kamuculuğu koyan, büyük balıkların küçük balıkları yemesine izin vermemek bir yana, memlekette küçük balıkların olmasına tahammül edemeyen ve izin vermeyen bir sol…
Eğitimi, sağlığı bütün vatandaşlar için hak sayan bir sol…

Kürdü Türkü, Lazı Çerkezi, Arabı Gürcüyü, Aleviyi Sünniyi sımsıcak kucaklayan ve kucaklatan bir sol…

Havasına suyuna doğasına titizlenen, çevreci ve feminist bir sol…

Sol bu zaten; her şeyden önce iyilik, ahlak…
Solu böyle anlayıp böyle anlattığınızda, boş iştir sağa yanaşarak iktidar aramak. Sağa yanaşarak sağdan oy almaya gidenlerin kaderidir bir parçalarını sağa kaptırmak!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Çelik inatlı gazeteci - NAZIM ALPMAN

İsminin başına gelen “Gazeteci”yi en fazla hak eden kişi olarak tarihe geçen Nail Güreli’yi geçen yıl bugün (26 Ekim 2016) kaybettik. Gazeteciliğin zirve isimleri sayılırken, Nail Güreli’yi öncelikle anmamız gerektiğini bu mesleğin içinde bulunan herkes kabul eder.



















Onu tanımış olmak başlı başına bir talihtir. Hele benim gibi onunla aynı odada çalışma onuruna sahip olmanın ayrıcalığı ise bambaşkadır.
Nail Ağabey ile uzun bir röportaj (nehir söyleşi) yapmak istediğimi söylediğimde bana “Sen benim kara kutumsun” diye savuşturuyordu. Benimle epeyce sırrını paylaşmıştı. Ama o anlatmadıktan sonra yazamazdım ki… Onları bana dostu olarak anlatmıştı. Ben ise gazeteci gibi sorup yanıtlarımı almak istiyordum, yazmak üzere… Olmadı.

Nail Ağabey ile sadece oda arkadaşı değil, ağabey kardeş ilişkisi içinde iyi dost, sırdaş, arkadaş, yoldaştık da… Yoldaşlık hem gerçek anlamda hem de mecazi olarak bir yol arkadaşlığını kapsıyordu.

Metin Göktepe Davaları sırasında sayısız defa birlikte Afyon’a gidip döndük. Gözaltında öldürülen Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’yi -kaba dayakla- öldüren polisleri koruma kaygısıyla devlet davayı, İstanbul’dan Aydın’a oradan da Afyon’a sürgün etmişti. Gözden ırak olan, adaletten de uzak olur düşüncesiyle böyle yapmıştı devlet… Düşünebiliyor musunuz, Adalet Bakanlığı koltuğunda, koyu karanlık ve kocaman soru işaretleri olan bir polis  şefi oturuyordu o zamanlar…
Afyon yollarında Nail Ağabey ile yoldaş olduk. Benim gibi pek çok genç gazeteci de böyle yoldaşı oldu Nail Ağabeyin.

Dava bitip de katil polisler hapis cezaları aldıktan sonra düzenlenen 1. Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri’nin ilk töreninde davayı izleyen bütün gazeteciler adına Büyük Ödül; Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli’ye verildi.

TGC’nin gelmiş geçmiş başkanları arasında Nail Ağabeyin yeri bu yüzden çok başkadır. Çünkü onun yaşıtı pek çok gazeteci, katilleri ve onları koruyan devlet yetkililerinin marifetlerini sorgulamak yerine, Metin Göktepe’nin sarı basın kartını soruyorlardı!!!

Nail Güreli, bütün bu kararmış-sararmış ihtiyar kötülük savunucularının üstünden tek adımla atlayarak kalbini koymuştu, Metin’in kapatılmak istenen dosyalarının üzerine… Bu yüzden kapatamadılar!

Aradan yıllar geçti. Artık o eski devlet yapılanması gitmiş, yerine demokrasiye inandığını söyleyen ekip iktidara gelmişti.

Biz Nail Ağabey ile yine yollardaydık. Bu sefer Ahmet Şık ile Nedim Şener’i görmeye Silivri Cezaevi’ne gidiyorduk. Nail Ağabey artık TGC Başkanı değildi. Meslek büyüğümüz, yoldaşımız, yol göstericimiz, umut aşılayanımız, mücadele azmini yükseltenimizdi. Bu yüzden, bütün “nasılsın?” sorularını kendine özgü bir iyimserlikle yanıtlardı:
-İyi olmaya mecburuz!

Nail Ağabeyimizi hep iyi yönleriyle hatırlıyoruz. Peki, hiç kötü bir yanı yok muydu? Olmaz olur mu, çelik sertliğinde bir inada sahipti. Bu özelliği mücadele alanında çok yararlıydı ama özel hayatı için de çok zararlıydı.

Son yıllarında onu evinde en fazla ziyaret edenlerin herhalde başında geliyordum. Hem evlerimiz birbirine yakındı, hem de kafalarımız. O ustamızdı, bizler de onun ardından gelmeye çalışan arkadaşları…

Sağlığı yerindeyken Fikret İlkiz ve Atilla Özsever ile birlikte onun evinde rakılı balıklı akşam yemeklerimiz neredeyse düzenli hale gelmişti.

Ben gündüzleri de uğrayıp, kahve molaları verme imkanına sahiptim. Artık yürürken dengesi bozuluyor, duvarlardan destek alarak mutfağa gidip bana kahve hazırlamaya çalışıyordu. İtirazlarımın minik bir yararı oldu. Kendi kahvemi hazırlamama izin verdi.

Çelik inadı burada biraz kırılmıştı. Ama bir adım ötesine geçemedik. Benim getirdiğim yaylı sportif yürüyüş bastonunu asla kullanmaya yanaşmadı.

Oysa parmakları güçlendiren küçük avuç içi toplarına itiraz etmemişti. Bilgisayar kullanma konusunda da tavsiyelerime açıktı.

Bastona hiç yanaşmadı.

Ve bir akşam evin içinde dengesini kaybedip, düştü. O sırada başını ayakkabılığın kenarına vurdu. Bütün gece öylece kaldı. Sabah erkenden eve gelen hayırsever kadın sayesinde bulundu. Oysa her gün öğlenleri geliyordu, o gün içinden bir şey gelmiş, “Nail Beye bir şey olmuş olabilir” kaygısıyla erkenden gelmiş onu kapının dibinde bulmuştu!

Nail Ağabey’in çelik inadı bastona karşı galip gelmişti.

Onun inadı kazandı, hepimiz kaybettik!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Rus Devrimi’ni kim hatırlıyor? - Nilgün Cerrahoğlu

Sansürcübaşı Skuratov, Marx’ın “Kapital”ine, “Canım bunu az Rus okur. Hele de anlayanı az çıkar” demiş ve de yeşil ışığı yakmış.
Gelin görün ki “Kapital”in Rusçaya çevrilmesiyle “best seller” olması bir olmuş.
Devrimin işçi sınıfı gelişmiş büyük sanayi ülkelerinden çıkmasını bekleyen Marx bile buna şaşmış. “İşe bak!” demekten kendini alıkoyamamış:
“Kimin kime yoldaş çıkacağı hayatta bilinmiyor. Genç Rusya’nın şampiyonu olacağım hiç aklıma gelmezdi!”
Çarlık sansürü tedbiri elden bırakmayıp, komünistlerin “kutsal kitabına” da karartma uygulasaydı, olaylar acaba farklı gelişir miydi?
Son Çar Nikola, cahil Rasputin’in oyuncağı olmak yerine feraset gösterebilseydi, devrimin kapısını aralayan şekilde tahtından caymak zorunda kalır mıydı?
(Sosyal demokrat) Menşevikler; Bolşeviklere üstün çıksaydı; “Ekim Devrimi” daha dayanıklı olur muydu?
Tarihte “öyle olsaydı”, “böyle olsaydı”, “keşke”, “eğer”e yer yok ama böyle çok soru var.
100. yılına giren Ekim Devrimi’ni, hele de “tarihin sonu” afra tafrasıyla ilan edilen “1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışından” sonra beliren gelişmelerle değerlendirmek, bugün yaşamsal önem taşıyor.
Bolşevik Devrimi’nin üzerinden 100, Berlin Duvarı’nın yıkılışından da 30 yıl geçmiş.
Bugün insanlık “Duvar”ın yıkılışından bu yana yeniden büyük bir geri salınıma girmiş. Aşırı sağcılık-ırkçılık yükselmiş, vahşi kapitalizm en kötü krizlerinden birine yuvarlanmış...
Şimdi bu iki tarihi bugün yan yana getirip, uzun soluklu kıyaslamalar yapmak olası.
Ama Putin Rusyası’na baktığımızda, 1917 Ekim Devrimi’nin hâlâ hiçbir nesnel değerlendirmeye olanak vermeyen kertede yakın geçmişte cereyan ettiğini görüyoruz...
 
20. yüzyılın kilidi
“Kızıl Ekim”, nesnel kriterlerle, salt Rusya’yı değil, dünyayı kalıcı biçimde değiştiren bir kilometre taşı ve dönüm noktası.
Sevgili Yakup Kepenek bu hafta başı, Rus Devrimi’nin Cumhuriyet Devrimi üzerindeki etkilerini yazdı. Kaçırdıysanız, mutlaka okumanızı öneririm.
Sovyet Devrimi, Cumhuriyet Devrimi üzerinde olduğu denli; Asya, Ortadoğu, Afrika, Güney Amerika’daki tüm devrimci, antiemperyalist hareketler üzerinde etkili olan bir referans noktası.
Yalnız bu değil...
Sosyal demokrasi hareketleri üzerinde, başta “refah devleti” kazanımları olmak üzere çok kalıcı etkileri olmuş.
Camus’nün “Ekim Devrimi”ni, “20. yüzyılın kilit olayı” diye tanımlaması bu nedenle boşa değil.
Ama gelin görün ki, bu derece belirleyici öneme sahip bir olay, anavatanı Rusya’da düşünülebilecek en alt düzeyde organizasyonlarla anılıyor.
 
Kutuplaştıran resmi tarih
Neden?
Çünkü demokratik tartışmanın olmadığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Putin Rusyası’nda da “tarih”, ancak “Reis”in işine geldiği gibi “araçsal” yazılıyor.
Bu “araçsal” bakışla Putin, devrimin sadece “birlik, beraberlik” masalı şeklinde anlatılmasından yana.
Çünkü “Reis”, “1917”de, bugünkü gücünü pekiştirmeye yarayacak “kült bir sembol” bulamıyor.
Kurşuna dizilen son Çar II. Nikola, mevcut devlet başkanı için çok zayıf bir referans; halihazırda Moskova’nın en lüks alışveriş merkezi “Gum”un karşısında yatan Lenin ise “devrimci” niteliğiyle kurulu düzene tehdit sayılan bir kimlik.
Bu seçici “resmi tarih” algısı Rusları bölüyor; kimi “Ekim”i dış güçler sponsorluğunda yapılan bir “darbe” ve de bugünkü “renkli devrimlerin anası” şeklinde yorumluyor; kimi “büyük güç” olma yolunda bir basamak olarak görüyor.
Soğuk Savaş yıllarında tartışıldığı her ortamda büyük polemiklere yol açan “Ekim Devrimi” velhasıl, anavatanı dahil, hâlâ serinkanlılıkla değerlendirilemiyor. 


“Kızıl Ekim”in gerçeğine ulaşmak için kim bilir insanlığın belki de bir yüzyıl daha beklemesi gerekiyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Vurun kahpeye!’ ya da ‘vurun kadına!’ - ALİ SİRMEN

Zamanlar mı bozuldu, yoksa bizlere mi bir haller oldu?
Hamervahlığa bulanmış, gericilikle bezenmiş yobazlık, cahillik üstüne saltanat kurmuş, olmamışları sahte bir kutsal ile bezeyerek yutturmaya çabalıyor.
Son halife Abdülmecit Efendi’nin köşkündeki sergiye “Halife Efendimizin evinde böyle bir şey yapılmaz!” narasıyla salyalarını akıtarak karşı çıkarken şömine ile mihrabı karıştıran andavaldan, halifenin “nü”ler resmeden bir ressam olduğunu bilmesini beklemek abestir.
Onların bize sunmaya çalıştıkları şekilde bir Osmanlı var olmadı.


21. asrın 17. yılında resim heykel sergisine karşı çıkan hamervah, Osmanlı’nın 20. asrın 17. yılında devlet resim heykel sergileri düzenlediğini, sanayi-i nefise mektepleri açtığını bilmez, öğrenmek de istemez.
Bu takıntılı yobaz kafanın egemenliği de garip gelişmelere yol açar. Şöyle ki, Osmanlı şeriat ve modern kanunlar ikiliğini kaldırmak üzere, vatandaşlar arasında, din farkı olmaksızın, sivil evlenmeyi getiren Hukuku Aile Kararnamesi’ni 25 Ekim 1917’de kabul ederken, aradan tam 100 yıl geçtikten sonra, müftülere nikâh kıyma yetkisi veren yasa Cumhuriyet’in Meclisi’nden geçer.

***

Girişim, “Müftü de devletin memuru o da neden nikâh kıymasın ki?” diyerek hafifsenmek istenir.
Aile hukukunu laik yapısından çıkarıp şeriat hükümlerinin ve uygulamalarının alanına sokmak isteyen girişimin gerçek anlamı, bütün boyutlarıyla ele alındığında anlaşılabilir ancak.
Nitekim, müftülere nikâh yetkisinin hemen ardından gündeme boşanma konusu getirilir ve boşanmaların da mahkemeye gidilmeden, aile arabuluculuk kurumları aracılığıyla çözülmesi önerisi ortaya atılır.
Kuşkunuz olmasın ki bu iktidar bu öneriyi de yaşama geçirecek, laik rejimi her kurum ve kuralıyla dinselleştirme girişiminin bedelini bir kez daha kadına ödetecektir.
Kadınların aile meclisi kararıyla ölüme yollanmasının sayısız örneğini yaşamış olan Türkiye’de boşanmalar konusunda, arabulucu aile meclisleri oluşturulmasının kadına ödeteceği faturanın ne kadar ağır olacağını görebilmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Bu kararın kadına ilk kez tek taraflı boşanma talebi hakkını tanıyan 25 Ekim 1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi’nin 100. yılında Cumhuriyet Türkiyesi’nde gündeme gelmesi dehşet verici bir talihsizliktir.
Devletin göz yumması, hatta iktidarın perde arkasından gizlice kışkırtıp destek vermesiyle, mahalle baskısıyla devlet baskısının aynı potada eriyerek, birleşik bir sistem baskısına dönüştüğü, kadına saldırının mahkemelerde bile bir tür hoşgörüyle karşılandığı, Türkiye’nin erkek egemen kültürünün ağır etkisinin sürdüğü bir ortamda, aile meclislerinin kadının ezilmişliğini pekiştirme doğrultusunda yeni bir kurum olacağından kimsenin en ufak şüphesi yoktur. 

***

Gerçi bu kurum 25 Ekim 1917 tarihli kararnamede de yer almaktadır. Ancak kadının bazı hallerde boşanma talep etmesini ilk kez mümkün kılan metin iyi incelendiğinde, kadınların kamu işlerinde çalışmaları, erkeğin çokeşliliğinin kadının iznine bağlanarak kısıtlanması gibi kararlarla bir arada ele alındığında, gelişmenin sivilleşme ve laiklik yönünde olduğu kolayca anlaşılır.
Bugün ise durum tam tersidir.
Bu arada meraklısı için not: 25 Ekim 1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi 1919 yılında işgalci İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliği’nin isteği üzerine ilga edilmiştir.
1917 Osmanlı Türkiyesi kadının haklarını tanımak ve genişletmek yolunda adımlar atarken, 2017 Cumhuriyet Türkiyesi’nin, kendi gerici emellerinin bedelini kadına ödetmek isteyen yobazları haykırıyorlar:
- Vurun kadına!
Gerçi bu çağrının aslı “Vurun kahpeye!”dir, ama onlar için “kadın”, “kahpe”, “iblis” hep aynı anlama geldiğinden, pek fark etmez.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

25 Ekim 2017 Çarşamba

Çürümenin tarihine bir not: IŞİD’in yaktığı askerler - FATİH YAŞLI

IŞİD kaçırdığı iki Türk askerini yakarak infaz edişinin görüntülerini bundan yaklaşık bir yıl önce, 22 Aralık 2016’da sosyal medya üzerinden paylaştı ve sonrasında yaşananlar içinden geçtiğimiz dönemin ahlaki bir çöküş dönemi olduğunu bütün çıplaklığıyla bir kez daha ortaya koydu. “Zamanın ruhu”nun yaldızının nasıl döküldüğü, düzenin içten içe nasıl çürüdüğü ve insanı nasıl çürüttüğü bu olayla bir kez daha görüldü.

 Şehit edebiyatının, vatan millet Sakarya hamasetinin, milliyetçi lafazanlığın, cenaze törenleri üzerinden prim yapmanın bu kadar geçer akçe olduğu bir toplumda, olayın üzerinden geçen yaklaşık bir yıllık zaman dilimi boyunca küçük bir azınlık dışında hiç kimse “Bu askerlere ne oldu, bu görüntüler doğru mu” diye sormadı.

Görüntülerin yayınlandığı geceki toplumsal halet-i ruhiye aynen şu şekildeydi: Kefenle  gezmekle bedelli askerlik için çırpınmanın şizofrenisinde hayatlarını devam ettirenler için her şey bir mizansenden ibaretti. Görüntüler montajdı ve hileliydi.

Fırat Kalkanı Operasyonu’nundan rahatsız olanlarca piyasaya sürülmüştü. Böyle şeylere itibar etmemek gerekirdi.
Bu deliliğin bir parçası olmasalar da, konformist dünyalarında kurdukları ve hakikatin sızmasına izin vermedikleri hayatlarında mutlu mesut yaşayanlar ise tıpkı diğerleri gibi ama o konforun bozulmaması adına olan biteni inkârı seçmişlerdi. Hayır, böyle bir şey olamazdı, olsa bile bu görüntüleri paylaşmak doğru değildi. Ellerinden gelse haber yapılmasın, konuşulmasın, unutulsun gitsin isterlerdi, çünkü gerçeği bilmek beraberinde bir şey yapmayı getirecekti ama bir şey yapmanın da bedeli olacaktı ve kimse o bedeli ödemek istemiyordu.

Sonraki günlerde her şey topluma sağcılık tarafından öğretilmiş ikiyüzlü ahlak(sızlığ)a uygun bir şekilde gelişti. Ellerini tabutların üzerine koyup nutuk atarak cenazelerden ikbal devşirenler konuya dair tek kelime etmedi, Misak-ı Milli haritalarıyla “Burası ecdadın tapulu malı” diye ortalıkta gezinenler hakikate gözlerini kapadı, “82 Musul-83 Kerkük” edebiyatı yapanlar böyle bir hadise hiç yaşanmamış gibi davrandı, manşetlerinden her gün milliyetçiliğin kitabını yazanlar meseleye dair tek bir haber yayımlamadı, omzunda apoletle gezinen anlı şanlı köşe yazarlarından bir tanesi tek bir satır bile yazmadı.

Dahası, asker cenazeleri bahane edilerek tertiplenen linç ve yakma-yıkma merasimlerine tuzluk görmüş misali höykürerek koşan, panel, sergi basmayı vatanseverlik sanan, üniversitede solcu öğrencilere satır sallayan, namus bekçiliğine soyunan güruhtan hiç kimse ağzını açmadı. Sahipleri tarafından sokağa çağrılmadıkları için olsa gerek, kuyruklarını kıstırarak “görmedim, duymadım, bilmiyorum”u oynamaya devam ettiler.

Nicedir havuzdan seslenen, üstlendiği İslamcılara koltuk değnekliği görevini tamamen uydurma bir anti-emperyalizm adına savunan Aydınlık cenahı ise en iyi bildikleri “operasyonel gazetecilik”in hakkını vererek, görüntülerin sahte olduğunu savunan bir haberi manşetten duyurdu. Haberde yakılan erlerden biri olan Sefter Taş’tan hiç bahsedilmeksizin Fethi Şahin’in aslında bir IŞİD militanı olduğu, görüntülerin de Fırat Kalkanı’na karşı yürütülen psikolojik savaşın bir parçası olarak devreye sokulduğu iddia ediliyordu.

Velhasıl ortada bu hadiseyi unutmaya, hadise hiç yaşanmamış gibi yapmaya dair neredeyse toplumsal bir mutabakat vardı: Milliyetçiliğin, sağcılığın iki yüzlü ahlak anlayışı ile “bana dokunmayan bin yaşasın”cı konformizm ortak bir noktada, hakikati inkar ve hafızasızlık noktasında buluşmuş, “yokmuş gibi yapmaya” devam etmişlerdi.

Olayın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişken ve artık askerlerin aileleri dışındaki neredeyse herkes meseleyi başarılı bir operasyonla unutmuşken, er Sefter Taş’ın babasından bir açıklama geldi, Genelkurmay uzun süren sessizliğini bozmuş ve Taş’ın “şehit” olduğunu kabul etmişti. Baba şöyle diyordu: “Taziyeye geldiler, cenaze namazı kılındı. Şehitlik belgesi verdiler, onun dışında bir açıklama yapılmadı. Şu ana kadar teyit etmek için bu kadar uzun süre beklediklerini söylediler. Bunun için bu zamana bırakmışlar. Cenazeyi bulmak için araştırma yapacak devlet. Ulaşılırsa size teslim edeceğiz dediler. Şu an, anıt yapacaklar.”

Evet, Taş’ın cenazesi ortada yoktu, çünkü IŞİD yanmış bedeni muhtemelen toplu mezarlardan birine gömmüştü ama bu kadar kolaydı işte, bir yıl sonra gayet sıradan bir durummuş gibi kapınızı çalıyor, “Oğlunuz şehit oldu, cenazesi elimizde değil, adına bir anıt yapacağız” diyor ve gıyabında bir cenaze namazı kıldıktan sonra gidiyorlardı. İnsan kalmakta ısrar eden küçük bir kısmı hariç toplum da böyle bir hadise hiç yaşanmamış gibi yapmaya devam ediyordu.

Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” adlı şiirinde şöyle der: 
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/
Bir teneffüs daha yaşasaydı/
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/
Devlet dersinde öldürülmüştür.
” Devlet dersinde öldürülen çocuklar sadece Berkin, Ethem, Ali İsmail, Ceylan değildir bu ülkede. Garibanların çocukları askerde de ölür ve eğer ölümleri bir işe yaramıyorsa, oya, güce, makama, saltanata tahvil edilemiyorsa unutulur giderler, kimi zaman cenazeleri bile ulaşmaz ailelerin ellerine, gelir bir baş sağlığı diler, bir anıt sözü verir ve giderler.
 
Hayatları yaşanmaya değer bulunmayanların, ölümleri de bir işe yaramıyorsa, öldürülmeleri de cinayetten sayılmayacaktır, onlar için kamusal yas talep edilmeyecektir, yas tutulmayacaktır. Toplumsalın yıkımı burada başlar, sağcılığın ikiyüzlü ahlak anlayışının çürüttüğü şey toplumsallıktır, kamusallıktır. Hayatı savunmakla toplumsal ve kamusalı, toplumsalın ve kamusalın siyasetini savunmak, çürümeye karşı durmakla bu  ikiyüzlü ahlak anlayışına karşı durmak artık iç içe geçmiş durumdadır. 
Siyasetin sıfır noktasına, yani ölüm siyasetine indirgendiği günümüz Türkiye’sinde başlangıç noktası tam olarak burasıdır.
 
Fatih Yaşlı / BİRGÜN