29 Ekim 2017 Pazar

Diplomasi dili, antiemperyalizm ve Trump “tipolojisi” - TANER TİMUR

Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: “Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Sizce Trump nasıl bir “tipoloji”dir?
Sizi bilmem, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ı, “medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir tipoloji” olarak tanımladı. 20 Ekim’de, İbn Haldun Üniversitesi’nde, “Medeniyetler Şurası” kongresini açış konuşmasında! Ve sonra da nedenlerini şöyle sıraladı: Müslümanlar hakkında “terörist” sıfatını kullanması; üstelik onları ülkesinden “kovmaya” kalkması; kendisini ABD’ye davet edip, sonra da korumalarına tutuklama kararı çıkartması vb.. Noktayı da yine kendisi koydu: “Kimse kusura bakmasın, ben bu ülkeye medeni demem”!
Biliyoruz, Erdoğan “ilk”lerin adamıdır ve bu da bir “ilk”ti. Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bir cumhurbaşkanı, ABD ve Başkanı hakkında bu şekilde aşağılayıcı sıfatlar kullanıyordu. Belki yeterince farkına varılmadı, ama Türkiye-ABD ilişkilerinde Rubikon çoktan aşılmış, artık kartlar açıktan oynanmaya başlamış bulunuyor. Kimse kuşku duymamalı, gerisi de gelecek..

Nitekim yakında başlayacak olan Zarrab davasının yorumu ve “kullanım kılavuzu” şimdiden hazırlandı bile!

• • •

Kazanların kaynadığı bir bölgede, çoktandır çeşitli cephelerde çeşitli “düşman”larla savaşıyoruz. Diplomasi de bir savaş ve bu savaş ateşli silahlarla değil, “dil” ile yapılıyor. Eğer konuşmasını bilmiyorsanız, düzgün bir diliniz yoksa, düzgün bir diplomasi şansınız da yok demektir. Yeni bir gerçek de değil; neredeyse üç bin yıl kadar önce, Ezop, dilin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlatmıştı. “İnsan, en iyi dostlarını da, en büyük düşmanlarını da ‘dil’i ile edinir” diyordu, Frigyalı bilge..
Oysa son yıllarda, dil, bizde hep düşmanlıklar yaratacak şekilde kullanıldı ve Beştepe’nin şefliği altında diplomasimize de damgasını vurdu. Davos bir milat olmuş, sekiz yıl önce, bir kış günü Shimon Peres’e haddi bildirilmişti. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi: Esad, Maliki, Sisi, Netanyahu, Ebadi, hepsi de sırayla ağızlarının payını aldılar.
Koro, giderek AB ülkelerini de diline doladı ve demokrat görünen kimi “dost”larımızdaki “nazi uygulamaları” teşhir edildi. Sonunda oklar Trump’a kadar uzandı ve onun da medeniyetten ne kadar uzak olduğu ilan edildi. Üstelik sadece o değil, ülkesi de kurtulamadı. “Böyle bir şey demokrasi olamaz ve bunun adı demokrasi olamaz” diyordu Erdoğan.

• • •

Trump daha seçim kampanyasını yaparken, onun nasıl Amerika’daki faşizan güçleri peşine taktığını bir yazımda anlatmıştım. Temel kaynaklarım da bizzat Amerika’da Trump’a savaş açmış demokrat odaklardı. Oysa o tarihlerde AKP çevrelerinde Trump’a bir umut ışığı olarak bakılıyordu. Üstelik umutlar Trump seçildikten sonra daha da arttı. Amerikalı demokratlar direnişe geçip gösterilere başlayınca, Erdoğan, “Şu anda ABD’de olanları görüyorsunuz”, diyordu; “istedikleri başkan olmadı diye şu anda Sayın Trump’a nasıl saldırdıkları ortada. Durun bakalım, sandıktan çıktı bir saygı duyun!” (Hürriyet, 16 Kasım 2016).

• • •

O sıralarda Obama’dan umduğunu bulamayan ve AB’den gelen “hukuk ihlali” kınamalarından da bunalan Beştepe’nin hesabı şuydu: Hak ve hukuk konularında duyarsız olan Trump ile baş başa görüşecek, ihtilaflar çözülecek, Ortadoğu politikasını birlikte dizayn edeceklerdi. Trump’ın koyu bir İslam düşmanlığına dayanan seçim kampanyasının fazla bir önemi yoktu. “Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız” diyordu Tayyip Bey, “Bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir”. (Sabah, 23 Kasım 2016).
Ne var ki “yanlış”lar bir türlü düzeltilemedi; aksine arttıkça arttı. Mayıs ayındaki “Amerika seferi” ise “koruma”ları hakkında açılan dava ve tutuklama kararlarıyla noktalandı. Yirmi dakikalık Erdoğan-Trump görüşmesini anlatan New York Times gazetesi, “bu ziyaretten akıllarda (korumalarla protestocular arasındaki) kavga kalacak” diyor ve şu yorumu yapıyordu: “Sayın Erdoğan, tavırları değişken olan Trump’ı tatlı sözle ikna edebileceğini düşünmüş olabilir. Doğrusu, Trump’ın otoriter liderlere sevgisini ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in Türkiye›yle olan şaibeli bağlarını düşünürsek, bazı üst düzey ABD'li yetkililer bunun olabileceğinden endişe etti. Fakat Sayın Trump, Suriyeli Kürtleri güçlendirme kararında sıkıca durdu."

• • •

Aslında Beştepe ile Beyaz Saray’ı ayıran sorun sadece Kürt politikası değildi. Belki daha da önemlisi İran’a karşı takınılacak tavırdı. Bu konuda Trump, Obama’dan çok daha katı bir duruş sergiliyor, selefinin bu ülkeyle imzaladığı nükleer kontrol anlaşmasını feshedeceğini söylüyordu. Bu ise İran’a karşı uygulanan ambargoyu delmiş olan Türkiye’yi ve bu operasyonun mimarı Zarrab’ı çok daha kritik bir konuma yerleştiriyordu. Nitekim bu konuda Zarrab’ın Amerika’nın en ünlü avukatlarını bir araya getiren “rüya takımı” bekleneni vermemiş, “Dream Team” Zarrab’ın tutuksuz yargılanmasını sağlayamamıştı. Hatta Şubat 2017’de, Trump’ın dostu ve eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’nin (yanına eski adalet bakanlarından Michael B. Mukasey’i de alarak) Ankara’da Erdoğan’la yaptığı gizli görüşme de sonuçsuz kalmıştı. New York Times gazetesi (20 Nisan 2017), bu “olağanüstü” buluşmanın amacını şöyle özetlemişti: “Taraflar bir diplomatik pazarlık umut ediyorlardı. Buna göre Türkiye ABD’nin bölgedeki çıkarlarını destekleyecek, Amerika da Rıza Zarrab’ı serbest bırakacaktı”. Görüldüğü gibi bu koşullar her iki taraf için de kolay kabul edilebilir nitelikte değildi. Kaldı ki görüşmeden bir ay sonra da New York’ta bu kez Halk Bankası’nın genel müdür yardımcısı tutuklanıyor ve artık dönüşü olmayan bir yola giriliyordu. Sonunda “kabile” ilişkilerine ve “vize restleşmesi”ne varacak süreç böyle başladı. Ve Erdoğan da ABD’nin ne “demokrat” ne de “medeni” bir ülke olduğunu bu koşullarda ilan etti.

• • •

Oysa ABD aslında nasıl bir ülkedir?
1946’da Missouri gemisinin İstanbul’da bir “kurtarıcı” olarak karşılanışından beri onunla kurulan ilişkilerimiz nasıl bir seyir izlemiştir?

Bugünkü kafa tutmanın sınıfsal dayanakları var mıdır?
Varsa bunların bilinç ve örgütlenme düzeyi nedir?
Önce bu konuları tartışmak ve açıklığa kavuşturmak gerekmiyor mu?
Aslında kongrelerde, sempozyumlarda uzun uzun tartışılması gereken konular bunlardır ve bize de burada sadece bazı önemli noktaların altını çizmek kalıyor.

• • •

Kuşkusuz ABD emperyalist bir ülkedir ve Ortadoğu’nun bugün bir kan gölüne dönmesinden birinci derecede sorumludur. Bununla beraber ABD faşist bir diktatörlük değildir; üstelik faşizmle savaşacak güçleri bizdekinden çok daha organize ve bilinçli olan bir ülkedir. Bunun örneklerini son bir yıl içinde ABD’de asıl faşizmi temsil eden Trump’a karşı verilen kavgada defalarca gördük. Bugün bu burjuva demokrasisinde ne tutuklu olan bir gazeteci var, ne de bir bildiri imzaladı diye işinden atılmış öğretim üyeleri bulunuyor. Hele birkaç kararname ile yüz binlerce kamu görevlisinin -üstelik kendilerini savunma imkanı bile bulamadan- meslekten ihracı, bugünkü koşullarda, tasavvuru imkânsız bir olaydır. Bu ülkede Başkan Trump hakkında “deli raporu” hazırlayan ve bunu gazetelerde ilan eden psikiyatri profesörleri hakkında bir soruşturma dahi açılmamıştır. Ve bu durum da kuşkusuz Trump’ın “hoşgörü”sünden çok, ülkenin kurumsal yapılanmasından kaynaklanıyor. Ne var ki bu tabloya rağmen AKP iktidarı son bir yıldır Trump’a yanaşmaya çalıştı ve bunu başaramayınca da ABD’yi -Trump’la savaşan güçleri de kapsayıcı şekilde- toptan karalamaya başladı.

• • •                                                                          



Bu tutumun sonuçları ne olabilir?

Önce şunu söyleyelim: Aslında bu tutumun tamamen öfke ürünü, irrasyonel bir tutum olduğunu kimse iddia edemez. Bu “meydan okuma”nın da bir hesabı, bir rasyoneli var ve Erdoğan’ın ABD’yi tümüyle karalayan bir konuşmayı bir üniversitede, “medeniyetler şurası” başlıklı bir kongrede yapmış olması da anlamlı bir “rastlantı” teşkil ediyor. Görülen o ki Erdoğan ve tebliğciler kongrede “kültürel antropoloji” zemininde konuşmuş ve Türk kültürünün hassas bir noktasını dillendirmiş bulunuyorlar. Çünkü bizde en irrasyonel politikaların bile “Vatan tehlikede! Düşman kapımızda! Yekvücut olalım!” sloganlarıyla insanları birleştireceğini çok iyi biliyorlar. Sevmesek de, eleştirsek de Erdoğan bu ülkenin cumhurbaşkanı olduğuna göre, onun korumalarını, devletin bir banka müdürünü vb tutuklama kararları tüm ulusu rencide edecek kararlar sayılıyor. Üstelik arkadan da tüm vatandaşlara vize yasağı gelirse! İşte Beştepe bu koşullarda kendi partisinin sınırlarını çok aşan bir “milliyetçi cephe” kurmayı başardı; ya da o izlenimi yarattı.

• • •

Yine de vize fırtınası ile şahlanan döviz dalgalarına ve iş çevrelerinden gelen homurtulara bakılırsa, “görünüşe aldanmamalı” dememiz gerekebilir.
Yoksa bu diplomasi, içerde cepheyi genişleteyim derken, aslında kendi cephesini bölmeye mi başladı?
Yoksa Erdoğan ve takımı, MHP ülkücülerini ve kimi “ulusalcı”ları peşine takarken, MÜSİAD ve taşra burjuvazisindeki damarlarını kesmeye mi başladı?
Gerçek şu ki ava giden avlanır ve toplumsal gerçeklerden kopuk büyüklük politikaları da sonunda iflas eder. Eğer halk bu gerçekleri hala göremiyorsa, bunun nedeni bu ülkede hala Osmanlı “Asrı Saadet”inin özlemini çeken geniş bir küçük burjuva kitlesinin mevcudiyetidir. Buna ek olarak, hiç de böyle özlemler içinde olmayan bir kısım “Kemalist” de Trump’ın yerine Putin’i koyarak ülkenin ileri bir hamle yapacağını sanıyor! Türkiye’ye potansiyel bir “Türkî Cumhuriyet” gözüyle bakan ve şu günlerde de Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümünü nasıl sessiz sedasız geçiştiririm hesapları içinde olan Putin’i...

• • •

Antiemperyalist politika dil oyunları değildir; belli analizler bağlamında, belli toplumsal sınıflara dayanılarak yapılır.
Emperyalizm küresel bir sistemdir; onunla mücadele de küresel dostluklar, küresel ittifaklar gerektirir. Bunun yerine ulusal düşmanlıkları körükler, sapla samanı karıştırarak halkları da karşınıza alırsanız, sonunda ektiğinizi biçer ve yapayalnız kalırsınız.
Tıpkı yüz yıl önce, düşman cephelerinde yenilgiye uğrarken,  Mehmetçikleri Sarıkamış’ta donmaya, Ermeni halkını da Suriye çöllerinde ölmeye yollayan İttihatçı çete gibi..
Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: 
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘yapıyoruz, yapacağız!’ dedik; düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. 

Panturanizm yapmadık; ‘yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘yapacağız!’ dedik ve yine ‘öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”.

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Taner Timur / BİRGÜN

Akşener üzerine tarihsel bir inceleme - BERKANT GÜLTEKİN

Akşener’in ideallerinin peşinden giden biri değil, aktüel çıkarının gerektirdiği hamleleri yapan pragmatik bir siyasetçi olduğunu ifade edebiliriz. İyi Parti, AKP iktidarını geriletme dinamiğini barındırmakla birlikte, siyasal İslam’ın enkazını demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde ortadan kaldırma potansiyelini ideolojik karakterinde taşımamaktadır.


Türkiye’de siyaset sahnesinin uzun süredir boşta kalan rolü sonunda aktörünü buldu. Devlet Bahçeli’nin gazabına uğrayarak MHP’den ihraç edilen isimlerden biri olan Meral Akşener, liderliğini üstlendiği İyi Parti adındaki yeni merkez sağ partiyi 25 Ekim günü kamuoyuna tanıttı. Akşener ve partisinin sloganı ise şuydu: “Türkiye iyi olacak.”

Akşener’in partisi, sağ cenahta AKP’ye rakip olacağı ve mevcut siyasal dengeleri sarsacağı gerekçesiyle hatırı sayılır bir heyecan yarattı. Yapılan pek çok yoruma göre, merkez sağda yer alan tüm partileri bir şekilde elemine ederek kendisini mahallenin tek sakini haline getiren AKP, Akşener’in İyi Parti’siyle bu alandaki mutlak otoritesini kaybedecek. Bunun sonucu olarak da İyi Parti, AKP’deki merkez sağ tabanı “ait olduğu yere” çağıracak ve iktidar  seçmeni içinde bir yarık oluşturarak AKP’nin oy oranının gerilemesine vesile olacak. Böylece radikal sağ bir fraksiyon olan İslamcıların iktidarına, merkez sağ tarafından nokta konacak.

Akşener’in İyi Parti’sinin sağdan ve liberal çevrelerden teveccüh toplaması anlaşılır bir durum. Zira içinde bulunduğumuz konjonktür, AKP’nin iktidara geldiği atmosferi anımsatıyor. Alarm veren sistemi değiştirmeyi değil, tamir etmeyi vadeden “yenilikçi” bir özne aranıyor. Akşener de tam olarak bu boşluğu doldurması hasebiyle adeta bir “mesih” muamelesi görüyor.

Akşener’e dair esas tartışılması gereken, siyasal İslam’ın tahribatına karşı demokrasi, özgürlük ve adalet talep eden kimi çevrelerin beklentileridir. Yapılan bazı değerlendirmelerde Akşener’e özel anlamlar yüklenmekte; onun çağdaş, modern ve cumhuriyetçi olduğu ifade edilerek, bünyesinde siyasal İslam düzenini değiştirme kabiliyetini barındırdığı varsayılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, Türkiye’yi 15 yıldır yöneten ve ülkeyi her anlamda çürüten karanlığa karşı gerçek umut, Meral Akşener olarak öne çıkmaktadır.

Siyasi profili
Kuşkusuz Akşener’in gelecekte hangi adımları atacağını bilmek olanaksız. Ancak geçmişten bugüne Akşener’in siyasi profiline ve bugün ortaya koyduğu gelecek tahayyülüne bakılarak bazı kanaatlere varmak olanaklı.

Sağ yelpazede yer alan hemen hemen tüm partilerin içine girebilmiş ender isimlerden biri olan Meral Akşener, 1995 yılında Doğru Yol Partisi (DYP) Kadın Kolları Başkanı iken aynı yıl yapılan genel seçimlerde DYP’den Kocaeli milletvekili olarak ilk kez Meclis’e girdi. İlginçtir, İyi Parti’nin kuruluş toplantısında kendisinden “başbuğ” olarak bahsettiği Alparslan Türkeş, bu tarihte MHP’nin genel başkanıdır. Yani kendi ifadelerine göre Akşener, Türkeş’i hem lideri olarak görmüş hem de ona rakip olmuştur. Ağabeyi MHP Kocaeli il başkanı olan ve üniversite yıllarında ülkücülerle iyi ilişkisi bulunan Akşener, “Başbuğum” dediği Türkeş’in MHP’nin başında olduğu yıllarda parti çatısı altında siyaset yürütmemiş, başka partiler için çalışmayı tercih etmiştir.

Daha da şaşılası olanı, Akşener o dönemlerde Tansu Çiller’in öğrencisi olduğunu ve ona hayranlık beslediğini dile getirmiştir.1

Akşener, 3 Kasım 1996’da devletin bağırsaklarını ortaya döken Susurluk kazası sonrası İçişleri Bakanlığı’ndan istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine geçti. Resmi olarak 8 Kasım’da görevine başlayan Akşener, bir sonraki senenin haziran ayına kadar bakanlık koltuğunda oturdu. Bu dönemin en önemli gelişmesi kuşkusuz 28 Şubat süreciydi. “Post modern darbe” olarak adlandırılan 28 Şubat muhtırasının ardından ordu ile siyasiler arası gerginlikte Akşener, orduya karşı tutum takındı.

İçişleri Bakanlığı dönemine dair Akşener hakkında çeşitli iddialar dile getirildi. Bunlardan öne çıkanı, MİT’in Alaattin Çakıcı’nın yerini tespit etmesinin ardından Akşener’in bunu önceden Çakıcı’ya haber verip “Kaç” demesiydi. Operasyon öncesine ait olduğu öne sürülen bir ses kaydında, Çakıcı, Akşener'in yakalanmadan önce kendisine yerini değiştirmesi için mesaj gönderdiğini ifade ediyordu.2 Akşener ise basında çıkan iddiaları reddetmiş ve Çakıcı’yı tanımadığını söyleyerek ‘medyanın insanı linç etmeye bayıldığını’ belirtmiştir.3

Meral Akşener’in siyasi hayatındaki bir diğer sansasyonel olay ise bir basın toplantısında açıkladığı ses kayıtlarıdır. O dönem DYP Genel Başkan Yardımcısı olan Akşener, eski devlet bakanı Güneş Taner, Yargıtay üyesi Ahmet Köksal ile Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün de içlerinde olduğu Doğan Holding yöneticileri arasında geçtiği öne sürülen telefon konuşmalarının yer aldığı bir ses kasetini 12 Aralık 1998’de gazetecilerle paylaşmıştır. Salonda bulunan bazı gazetecilerin bunun suç olduğunu söylemesi üzerine Akşener, ‘‘Suç işlemişsem gereği yapılır, ben de bedelini öderim’’ karşılığını vermiştir.4

Her ne kadar Çiller’in öğrencisi olduğunu söylemişse de Akşener, ona da tam olarak sadık kalamamıştır. 2000 yılının Şubat ayında Akşener’in, Çiller ile anlaşmaması nedeniyle ANAP ile temasa geçtiği yönündeki haberler basına yansımıştır. Buna göre Akşener, ANAP Kocaeli Milletvekili Sefer Ekşi ile bir araya gelmiş, Ekşi ardından partisinin genel başkanı Mesut Yılmaz’a olumlu yönde görüş bildirmiş ve “DYP’li Akşener’le çok iyi görüşür ve anlaşırız” demiştir.5 Fakat Akşener bu dirsek temasına karşın ANAP’a katılmamıştır.

AKP’nin kuruluşu ve MHP’ye katılması
Meral Hanım, AKP’nin kuruluş sürecine de kayıtsız kalmamıştır. 2001 yılında Fazilet Partisi’nden kopan, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül liderliğindeki “Yenilikçi Oluşum” Akşener’in ilgisini çekmiştir. Erdoğan’ın, “Abla bize yakışırsın” şeklindeki çağrısının ardından Akşener, “Yenilikçi” kanatla hareket etmeye başlamıştır. Bu süreçte, “Geçmişte ülkücüydüm, şimdi demokratım” diyerek kendi pozisyonunu anlamlı hale getirmeye çalışan Akşener, Avrupa Birliği Temsilcisi Karen Fogg’un, “Tayyip sola oynuyor” açıklamalarına da katılmadığını ifade etmiştir. 2001’deki Akşener’e göre, “Türkiye’de sağ-sol ayrımı bitmiştir. Türkiye’de iyi yönetilmemenin yarattığı bir boşluk vardır.” Yenilikçi harekete hem duygusal hem de akıl olarak bağlanan Akşener, Trabzon gezisinde telefonla görüştüğü sırada Erdoğan’a dönerek, ‘‘Sayın Başkanım, Mersin teşkilatı size katılmak istiyormuş’’ demiştir ve bunun üzerine salonda alkış tufanı kopmuştur.6

AKP 2002 Kasım seçimlerinde iktidara gelirken, Erdoğan’la düştüğü anlaşmazlık nedeniyle Akşener partiye katılmaktan son anda vazgeçmiştir. “Bizi vitrinde kullanacaklardı” diyen Akşener, AKP’nin Fazilet’in devamından fazlası olmadığını söylemiş, partiyi vizyonsuzluk ve kapsayıcı olamamakla eleştirmiştir. Basına yansıyanlara göre bu ayrılığın altında, Akşener’in Mehmet Ağar başta olmak üzere birçok DYP’liyi AKP’nin Kurucular Kurulu’na almak istemesi yatmaktadır. Erdoğan ise bunu şiddetle reddetmiştir. Bunun üzerine Akşener hareketten kopmuş, Abdullah Gül’ün kendisini vazgeçirme çabalarına ise olumlu yanıt vermemiştir.7

Meral Akşener’in “Başbuğ” olarak gördüğü Alparslan Türkeş’in partisi MHP’ye katılması, Türkeş’in ölümünden 4 yıl sonrasına rastlıyor. MHP’nin ikinci genel başkanı (MHP’nin zaten tarihi boyunca hepi topu iki genel başkanı vardır) Devlet Bahçeli döneminde partiye katılan Akşener, 2007’de milletvekili seçilmiş ve bu süre içerisinde Bahçeli’ye siyasi işler alanında başdanışmanlık yapmıştır. Akşener, Kasım 2015 seçimleri sonrasında yaptığı kurultay çağrısının ardından Bahçeli’nin parti içindeki bir numaralı muhalifi olmuş ve 8 Eylül 2016 tarihinde MHP’den ihraç edilmiştir.8
 
Bugünkü Akşener ve İyi Parti’nin programı
İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, ortalama bir sağ siyasetçiden çok da farklı olmayan, gelgitlerle dolu şahsi siyasi tarihi kısaca bu şekilde. Akşener’e yakıştırılan kimi sıfatlar, onun siyasal vizyonunun ve kapasitesinin olduğundan daha ileri düzeydeymiş gibi algılanmasına yol açabilir. Örneğin Akşener’in “laik değerlere bağlı bir cumhuriyet kadını” olduğu iddiası son günlerde sıklıkla dile getirilen görüşler arasında. Ancak bunu kanıtlayan olguların varlığı şüphelidir. “Laik bir cumhuriyet kadını” denilen Akşener, 28 Şubat sürecinde yapılan bir kadın mitingi sırasında atılan “Kahrolsun şeriat” şeklindeki slogandan büyük üzüntü duyduğunu belirtmiş ve “İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” sözlerini sarf etmiştir.9

Laiklik ve cumhuriyetçilik bahsindeki bir diğer kayda değer nokta da İyi Parti’nin programı ve kuruluş organizasyonunda söylenenlerdir. Akşener 25 Ekim 2017 Çarşamba günü Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde İyi Parti’yi kamuoyuna takdim ederken, laiklik kelimesini bir kez bile telaffuz etmemiştir. Türkiye tipi şeriat sisteminin adım adım geliştiği bir ortamda laiklik kelimesine yer verilmeyen metinde, “Allah” kelimesine sekiz kez, “İslam”, “Peygamber” ve “Müslüman” kelimelerine ikişer kez, “Din” ve “İman” kelimelerine ise birer kez yer verilmiştir.10

İyi Parti’nin 74 sayfalık programında laiklik ifadesi sadece iki kez ve cümle arasında yer almaktadır. Programda, ‘Din Hizmetleri’ başlığı altında ise şu ifadeler kullanılmaktadır: “Çocuklarımızın eğitiminde İslam’ın güzel ahlak anlayışı ile sevgi, şefkat ve merhamet tarafının öne çıkarılması, dini konulardaki yayınların gerçek İslam’a uygun ve şiddet/terörden uzak olması, dini alanda toplumdaki farklı meşrep ve anlayışlara ayrımcılık yapılmaması esastır.”11

Cemaat, Erdal Eren ve insan hakları konusu
Akşener’in Gülen Cemaati hakkındaki görüşleri de, cumhuriyetçilik ve seküler yaklaşımdan uzak, klasik bir vizyonun ürünüdür. Türkiye’nin 12 Eylül öncesinde Fethullah Gülen’in bakış açısının eksikliğini yaşadığını dile getiren Akneşer, yıllar önce bir belgeselde şu sözleri kaydetmiştir: “Sayın Gülen’in yaptığı gibi farklı dinler arasında konuşmayı, mutabık kalınabilecek noktaları ortaya koyabilmek için bir çalışma yapmanın kimseye zararının olmadığı, aslında faydasının olduğuna inanıyorum. Eğer 80 öncesinde bu yapılabilmiş olsaydı, o kadar pırıl pırıl genç belki bugün yaşıyor olacaktı.”12

12 Eylül demişken, Türkiye’yi özgürleştireceğini ve daha demokratik bir yer haline getireceğini iddia eden Akşener’in “insan hakları” konusundaki karnesine de kısaca göz atmak gerekir. Erdoğan’ın 2010 yılındaki referandum sürecinde malzeme olarak kullanmak için Meclis’te Erdal Eren için ağlaması, Akşener’in tepkisini çekmiştir. Ancak bu etik yönden verilmiş bir tepki değildi. Akşener, 17 yaşında yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’in, bir “katil” olduğunu imâ etmiştir. Akşener şöyle diyordu: “Tayyip Bey grupta konuşuyor. Erdal Eren’i anlatıyor uzun uzun. O kadar bilmiyor ki Erdal Eren kim? Erdal Eren bir jandarma erini şehit etmiş kişi. Onu anlatıyor, şiirler okuyor.”13 Meral Akşener, 1997 yılında Meclis’te Abdullah Öcalan için ise “Ermeni dölü” ifadelerini kullanmış, daha sonra ise “Ben Türkiye’de yaşayan Ermenileri değil, genel olarak Ermeni ırkını kastettim” sözleriyle ‘özür’ dilemiştir.14

Netice...
Tüm bu olgular üzerinden İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in ideallerinin ve fikirlerinin peşinden giden biri değil, aktüel çıkarının gerektirdiği hamleleri yapan pragmatik bir siyasi profile sahip olduğunu ifade edebiliriz. Akşener’in partisi AKP iktidarını geriletme dinamiğini barındırmakla birlikte, siyasal İslam’ın enkazını demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi sola ait değerler temelinde ortadan kaldırma potansiyelini ideolojik karakterinde taşımamaktadır.
Bırakalım merkez sağın yeni partisi, AKP’den çekebildiği kadar oy çeksin ve iktidarı olabildiğince zayıflatsın. İyi Parti’nin burjuva siyasetinde tetikleyeceği siyasal ve toplumsal gelişmeler, ülkenin gerçek demokratları açısından önemli fırsatlar ve hamle olanakları doğrulabilir.
Kuşkusuz bu gelişmeler dikkatle izlenecek ve tahlil edilecektir. Ancak düzeni restore etmek için harekete geçen aktörlere, sahip olmadıkları misyonları yüklemek bilince sırt çevirmektir ve daha iyi bir gelecek tahayyülüne leke sürmemek için bundan kaçınılmalıdır.

BERKANT GÜLTEKİN   / BİRGÜN

1 25 Kasım 1996 tarihli Milliyet gazetesi, sayfa 16
2 http://www.hurriyet.com.tr/aksener-kac-dedi-39039933
3 http://arsiv.sabah.com.tr/1998/09/27/r09.html
4 http://www.hurriyet.com.tr/telefon-dinleme-skandali-39053521
5 23 Şubat 2000 tarihli Milliyet
gazetesi, Sayfa 18
6 http://www.hurriyet.com.tr/aksener-
ulkucuydum-simdi-demokratim-5936
7 4 Ağustos 2001 tarihli Milliyet gazetesi, sayfa 16
8 https://www.ntv.com.tr/turkiye/meral-aksener-mhpden-ihrac-edildi,A5eUrgGT7EC-A7iMWL-sGQ
9 http://www.radikal.com.tr/politika/aksener-o-geceyi-hayatimdan-silmek-isterdim-1348581/
10 http://www.yenicaggazetesi.com.tr/meral-aksenerin-konusmasinin-tam-metni-175704h.htm
11 http://t24.com.tr/files/20171024214543_editor-program-t.a.c.g-duzenlenmis-24.10.2017-v.final-1.pdf
12 https://www.youtube.com/watch?v=PyVAEKDjfF4
13 http://www.hurriyet.com.tr/erdogan-konusurken-evren-i-hatirladim-15513368
14 https://www.evrensel.net/haber/89534/nefret-sucu-isledi-secim-yasagini-deldi


HASTA ve REÇETE (Derleme - CUMHURİYET)

Bilimden uzaklaşmanın bedeli çok ağır oluyor.(Özlem Yüzak-Cumhuriyet)

Bilim ve bilimsel düşünmenin toplumlara, bireylere kazandırdığı en önemli şey basit bir sorudur: “Neden?” İnsanlar neden sorusunu sorarak eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı öğrenirler.

Bundan 94 yıl önce bağımsızlık ve özgürlük kavramlarını öne çıkararak kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti attığı her adımda “toplumsal yaşamda bilim ve eleştirel akla değer verilmesinin” taşlarını da döşemeye başlamıştı. Klasiklerin Türkçeye çevrilmesi, yurtdışından değerli bilim insanlarının, özellikle de Nazi Almanyası’ndan kaçmak zorunda kalanların Türkiye’deki üniversitelerde ders vermek üzere davet edilmesi, Türkiye’den genç beyinlerin bilimsel donanım elde etmeleri için burs ile yurtdışına gönderilmesi, Köy Enstitüleri’nin kurulması. Atatürk’ün “Eğer bir gün benim sözlerim bilime ters düşerse bilimi seçin” sözü bilimsel düşünmeye verdiği önemi anlatan en iyi sözdü bence... Atatürk Türkiyesi’nin bu vizyonunu üzerine daha fazlasını da koyarak ülkeyi şahlandırabilirdik. Olmadı. Ama ağır aksak da olsa bir ilerleme kaydedildi. En azından bilimden bu kadar uzaklaşılmadı. Aradan 94 yıl geçti, neredeyse bir asır...
Gelelim AKP Türkiyesi’ne... 15 yıllık tek başına iktidarın ülkeye verdiği en büyük zararlardan biri de her alanda bilimsellikten uzaklaşılması oldu. Küçük satırbaşları ile resmin bütününe bakmaya çalışalım:
-Türkiye’nin tek teorik fizik ve matematik araştırma enstitüsü olan “Feza Gürsey Enstitüsü” kapatıldı. Daha doğrusu, Temmuz 2011’de FGE’nin ana misyonu olan teorik fizik ve matematik çalışmalarıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan Gebze yerleşkesindeki Bilişim ve Bilgi Güvenliği İleri Teknolojileri Araştırma Merkezi (BİLGEM) ile birleştirildi. Ki bu kapatılma ile aynı anlama geliyor.
-Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurulu TÜBİTAK artık bu ülkede bilimin üretildiği, öğretildiği ve savunulduğu bir kurum olma misyonundan uzaklaştırılmış durumda. Önce bünyesindeki FETÖ yapılanması ile Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk, Böcek soruşturmasındaki sahte raporların hazırlanmasında rol aldı ardından AKP’leşen kadrosu ile iktidarın bir baskı aracı halini aldı. Kurum bilimsellik dışı projelere desteği ile dikkat çekiyor. Hacı robotlar, Kâbe projesi, Canlıların Gıdası Kuranıkerim Projesi ve diğerleri...
-Akademik kriterlerin giderek aşağıya doğru çekildiği, değeri düşük ve para ödenen dergilerde yayımlanan makalelerle akademik yükseltmeler yapıldığı bir dönemin içindeyiz. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ziya Toprak tarafından yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’de yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal -bilim hırsızlığı” bulunuyor. Bu sayı vakıf üniversitelerinde yüzde 46 seviyesine kadar çıkıyor.
-15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nden sonra aralarında Barış Bildirgesi’ne imza atanlar da olmak üzere yüzlerce akademisyenin görevine son verildi.
-Evrim teorisi eğitim müfredatından çıkarıldı. Üstelik saçma ötesi bir gerekçe ile. n Harran Üniversitesi’nde bir biyoloji profesörü, araştırmaları, makaleleri olan bir botanikçi şöyle bir kongre düzenleyebiliyor: “1. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi”. Ve katıldığı televizyon programında şunları söyleyebiliyor: “Evrimi üniversite öncesi eğitim müfredatından çıkardık. Çocuk okulda evrim okuyacak, eve gelince de seccadeyi rafa kaldıracak, bu çelişkiyi yaşatamayız çocuklara.. Bizim kültürümüzde evrim diye bir şey yok.” Kıtaların ve ülkelerin geleceğini belirleyecek 3 stratejik alan:
1- Gıda - tarım.
2- Enerji - doğal kaynaklar.
3- Bilim - teknoloji. Evet bilim-teknoloji...

Buna yatırım yapan ülkeler kalkınıyor. Türkiye’de imalat sanayi ihracatının esas olarak düşük ve orta teknolojilere dayalı. GSYİH’miz içinde düşük teknolojinin payı yüzde 35, orta-düşük teknolojinin yüzde 26, orta-yüksek teknolojinin yüzde 33. Yüksek teknolojinin payı ise sadece yüzde 3.5. Benzer şekilde bilim ve teknoloji kapasitesinin belirleyici göstergelerinden olan patent başvurularında da Türkiye’nin dünyanın gelişmiş ülkelerinin oldukça gerisinde. 2015 yılı verilerine göre dünyada yaklaşık 3 milyon patent başvurusu yapılmış. İlk sırada 1 milyon başvuru ile Çin geliyor. Türkiye’nin ise sadece 9 bin patent başvurusu olmuş. 2017 yılının Türkiyesi’nde yukarıda örnekler verdiğimiz mevcut politikalarla bilim ve teknolojiye dayalı sürdürülebilir bir gelecekten bahsedilemeyeceği aşikâr. Bilim ve teknolojide büyük atılım yapabilmenin koşulu eğitimi, üniversiteyi, toplumu, sanayiyi topyekûn büyük sıçramayla örgütleyebilmekten geçiyor. Bunu başarabilenler yol alıyor, başaramayanlar yaya kalıyor...
                                                                           ***

Dış politika eski çizgiye çekilmelidir.(Osman Korutürk)

Asırlık bir devlet olmasına altı yıl kala, Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin son sekiz yıldır uygulamaya koyduğu görünürde iç politikaya odaklı, maceracı, hayalci ve müdahaleci; arka planda ise din ve mezhep yönelimli, Osmanlı özentili dış politika yüzünden varlığının en büyük yalnızlığı içine düşmüş bulunmaktadır.

Bu sakat dış politikanın mimarı Davutoğlu ile başlayarak, uluslararası ilişkiler alanında rol üstlenen hemen bütün AKP siyasetçileri ve onların çizgisindeki medya mensupları her fırsatta Türkiye’nin kendilerinden önce izlediği dış politikanın pasif ve edilgen olduğunu, uluslararası gelişmeler karşısında “bekle-gör” zihniyetiyle ve genel eğilimler doğrultusunda tavır aldığını, Ortadoğu ile İslam dünyasını göz ardı ettiğini, Türk dış siyasetinin Batılı ülkelerce yönlendirildiğini iddia ettiler. Bu siyaseti terk ederek, ülkenin dış politika rotasını “komşularla sıfır sorun”, “stratejik derinlik”, “proaktif dış politika” diye adlandırdıkları; kulağa çekici, göze parlak gelen, ancak aslında puslu ve bir adım ötesini göstermeyen yollara çevirdiler. Müslüman Kardeşler esinli, Sünni Müslümanlardan oluşan hayali bir “ümmet” vehmedip, bu ümmetin liderliğini üstlenmeye giriştiler.

Keskin dönüş
Dış politikanın rotasındaki bu dönüş “eksen kayması” diye izah edilebilecek iradedışı bir sapma değil, bilerek isteyerek yapılan keskin bir dönüştü. Türkiye’nin istikrar odaklı, laik, çağdaş değerlerden güç alan geleneksel barışçı dış politikası, Sünni eksenli İslami bir yapı etrafında öngörülmüş, komşuların rejimlerini değiştirme ve dış müdahale dahil, şimdiye kadar kalkışılmamış yöntemleri dışlamayan müdahaleci bir doktrin doğrultusunda yenilenmek isteniyordu. Peki, hedeflenen bu yeni yaklaşımın başarı şansı var mıydı? Aradan geçen sekiz yıl bu sorunun yanıtını en açık biçimde “Hayır” olarak vermiş bulunuyor.

Yalnızlığa sürüklenme
Bu sekiz yıl içinde Türkiye, bu yeni dış politikanın getirdikleri arasında BOP Eş- Başkanlığı; Irak’da askerlerimizin başına çuval geçirilip bunu yapanlara hesap sorulmayışı; Mavi Marmara gemisinin bile bile tartışmalı bir sefere korumasız gönderilip İsrail komandoları tarafından baskına uğramasını ve insanlarımızın öldürülmesi; Suriye’de bir keşif uçağımızın düşürülüp pilotlarımızın şehit edilmesi; Suriye sınırında düşürülen Rus uçağı olayından sonra devrin başbakanının bunun emrini bizzat verdiğini açıklamasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden fail aranmaya başlanışı; Rusya’nın bu olayla ilgili ticari yaptırımları karşısında dize gelinip özür dilenişi; Süleyman Şah Türbesi’nin bir gecede sırtta kaçırılıp vatan toprağının terkedilişi; bu rezaletin bir başarı öyküsü olarak ilan edilişi; önceleri gereğinden de fazla yakınlaşılan Esad’a Esed denmeye başlanıp, sonra yeniden Esad’a dönülüşü; Suriye’nin yakılıp yıkılışıyla milyonlarca sığınmacının ülkemize gelişi; radikal terör örgütlerinin sınırlarımıza yığılması; kendi savaşımız olmayan savaşlar için yurtdışına asker gönderilip şehitler verilmesi, silah ve donanım yitirilmesi; burnumuzun dibindeki 18 adaya Yunanistan’ın yerleşmesini ve buna benzer daha nice, bizim için haysiyet kırıcı ve üzücü, başkaları için traji-komik olay yaşadı.
Bırakın başlangıçta düşünüldüğü gibi, Arap ve İslam ülkelerinden oluşacak bir yeni oluşumun lideri olmayı, Katar dışındaki Araplar ve bir iki istisna hariç tüm diğer ülkelerle arası bozuldu. Dünyadaki dostlarımızın sayısı bir elin parmaklarından aza düştü. Ülkemiz dış dünyanın gözünde güvenilirliğini, inanılırlığını, öngörülebilirliğini yitirdi. Ciddi itibar kaybına uğradı.
Yeni dış politikamızı planlayan ve ülkemizin rotasını bu plan doğrultusunda yeniden çizen, bütün bu olayları yaşamamıza yol açan ve bir ara bugün içinde bulunduğumuz yalnızlığı “değerli yalnızlık” olarak niteleyen amatör “kaptanlar” ne Türkiye’yi, ne Arap âlemini, ne Müslüman dünyasını, ne Ortadoğuyu, ne de Batı’yı, ne de bütün bu değişik yapılara yön veren dinamikleri anlayabildiler. Bu dinamikleri hep yanlış okudular. Onlar, yine yanlış okudukları Osmanlı hülyaları içinde neo-emperyalist hayallere dalmış; bunları gerçekleştirebileceklerini sanan, uygulamayı hiç bilmeyen teorisyenlerdi.

‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’
Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası hiç de onların sandıkları gibi pasif ve edilgen değildi. Türk dış politikasının temel yönelimi Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından “barış” olarak belirlenmiş; yeni devletin dış politika devinimi, bizzat Atatürk tarafından kısa ama öz bir deyişle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diye açıklanmıştı. Bu kısa özdeyiş, aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada asırlar boyunca yaşanan deneyimlerin; Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uzun ve zahmetli yolun birikimi sonucunda edinilmiş kadim bir tarih kültürünün, savaş göç ve çatışmalarla kazanılmış hayale yer bırakmayan bir coğrafya bilgisinin, sahada bire bir yaşanarak öğrenilmiş sosyo-politik gerçeklerin süzgecinden geçmiş bir “beka” (varoluş) felsefesinin ifadesiydi.

 Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan başlayarak, yakın zamana kadar dış siyasetini hep bu felsefenin ekseninde yürütmeye özen gösterdi. Etrafında oluşan istikrarsızlığın kendi istikrarını bozacağının bilinciyle her zaman etrafında istikrar oluşturmaya ve bu istikrar ortamını korumaya çalıştı. Komşularının dinsel, mezhepsel, etnik ve demografik zaaflarını onlara karşı kullanacak tertipler içine girmekten kaçındı. Bu AKP siyasetçilerinin sandıkları gibi bir zaaf değil, Türkiye’ye güvenilirlik ve inanılırlık sağlayan büyük bir güçtü. Keza Türkiye, bölgesindeki başka güçlerin karşı ağırlığı olmaya hiçbir zaman soyunmadı. Bir denge unsuru değil, istikrar unsuru olmayı amaçladı. Bunu da yakın zamana kadar başardı. AKP’den önceki iktidarlar Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen farklı siyasi anlayışlardaki değişik hükümetlerin (ilk dönemlerinde AKP de dahil) tümü, ideolojik dogmalardan soyutlanmış gerçekçi bir vizyonun ürünü olan bu gerçekçi dış politika yaklaşımına bağlı kaldılar. Böyle yaparak, yüz yıla yaklaşan bir süre içinde Cumhuriyeti ve yurttaşlarını kanlı savaşların maddi ve manevi acılarından korudular. Türkiye dış siyasetinde her zaman kendi ulusal çıkarlarına öncelik verdi. Maceralara kalkışmadan bu çıkarlarını diplomasi yoluyla korumayı başardı. Türkiye, AB dışında bir çoğunun kurucusu, diğerlerinin de çok eski üyesi olduğu tüm önemli uluslararası kuruluşlar ile ve NATO dahil ittifaklarda hiçbir zaman suyun akışı yönünde giden, çoğunluğun eğilimine uyan bir ülke olmadı. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, NATO’da, OECD’de, AGİT’de, EKO’da, sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını alan İslam Konferansı ve diğer uluslararası örgütlerde kendi siyaset öncelikleri nedeniyle zaman zaman güçlükler çıkarabileceği bilinen; ancak barışçı ve laik dış siyaseti ile tüm eksikliklerine karşın temelde demokratik yönetimi sayesinde içinde yer aldığı zorlu ve sorunlu bölgelerde istikrar oluşturan saygın ve güvenilir bir güç olarak, her zaman gerçek imkân ve kabiliyetlerinin üstünde bir ağırlığa sahip oldu. O kadar ki Türkiye, zaman zaman onun imkân ve kabiliyetlerini olduğundan fazla sanan büyük Batılı ülkelerce kendilerine rakip addedildi. Türkiye de, kendi ulusal çıkarlarının belirlediği öncelikleri doğrultusunda daima içinde bulunduğu örgüt ve ittifakların siyasetlerini etkilemeye çalıştı ve çoğu zaman bunu başardı. Berlin’de büyükelçi olarak görev yaptığım sırada orada İrlanda Büyükelçisi olan ve daha sonra ülkesini Vaşington’da temsil eden Noel Fahey adında deneyimli ve görmüş geçirmiş bir meslektaşım bana Türkiye’ye büyük bir saygı duyduğunu söylemiş ve bu saygısının nedenini “Çünkü Türkiye dünyada, İran ve Çin ile birlikte kendi ulusal çıkarlarına odaklı özgün politikaları olan ve bu özgün politikaları büyük baskılara rağmen uygulayabilen üç ülkeden biridir” diye açıklamıştı. Büyükelçi Fahey, sözlerini “İran ve Çin bu politikaları hasım baskıları altında yürütürler. Türkiye ise dost baskısına direnir. Dost baskısına karşı koymak hasım baskısına direnmekten her zaman daha zordur” diye tamamlamıştı. Ortadoğu ve Arap dünyası ile İslam âlemiyle ilişkilerimize gelince, yukarıda sözünü ettiğim iddia sahiplerinin sandıklarının aksine bu bölge her zaman geleneksel Türk dış politikasının ana akslarından birini oluşturmuştur. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkeleriyle ikili ilişkilerimize ve bu ülkelerle Cumhuriyet tarihi içinde kurmuş olduğumuz çoklu işbirliklerine bakıldığında bu gerçek açık seçik görülür.

Barışçı ve ulusal çıkarlar
Sonuçta olan olmuş ve bu yazının başında da belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını doldurmasına altı yıl kalmıştır. Türkiye’nin 2023’e bu dış politika ile girmemesi gerektiği, giremeyeceği, halkımızın buna layık olmadığı, açıkça söylemeseler dahi, bugünkü iktidarın yöneticileri tarafından da anlaşılmış gibi gözükmektedir. Ülkemiz yeniden diplomasiyi ve yumuşak güç kullanımını iyi bilen; barışçı, olumlu anlamda uzlaşmacı, Ortadoğu ihtilafı dahil tüm uluslararası anlaşmazlıkların taraflarıyla doğrudan temas olanağına sahip, arabuluculuğu aranan, ciddi ve güvenilir bir ülke olmalıdır. Bunun yolu demokrasi ve dış politikada önce “fabrika ayarlarına” dönülmesidir. Ama iş bununla bitmemektedir. Fabrika ayarlarının üzerine, demokrasi alanında evvelce yaşamış olduğumuz eksikleri giderecek; parlamenter çoğulcu demokrasi çerçevesinde kuvvetler ayrılığını, temel hak ve özgürlüklerin kısıtsız kullanımını, hukukun üstünlüğünü, adaletin bağımsızlığını, yargının tarafsızlığını, cinsiyet eşitliği dahil vatandaşlar arasında her alanda tam eşitliği ve refahın hakça paylaşımını güvence altına alacak çağdaş “uygulamaların” kurulması gerekmektedir. Buna koşut olarak dış politika da yeniden Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” felsefesi ekseninde ve istikrar temelinde, Cumhuriyetin kurucu iradesinin isabetle belirlediği ilkeler doğrultusunda şekillendirilmelidir.
                                                                              ***

Sınırsız muhafazakârlık.(Sinan Tartanoğlu-CUMHURİYET)

AKP iktidarı boyunca topluma dayatılan 'muhafazakârlık' en çok kadınları mağdur etti.
 
Cumhuriyet ile birlikte özgürlüğe kavuşan kadınlar, AKP iktidarında yaşam tarzı dayatması ile karşı karşıya... Kadın erkek eşitliğinin yerini, harem-selamlık uygulamalar alırken, ülkenin Cumhurbaşkanı “kadınla erkeği eşit konuma getirmenin fıtrata aykırı” olduğunu söyledi. Tek tipçi muhafazakâr dayatma, sokağa da yansıdı. Kadınlar kıyafetleri nedeniyle saldırıya uğrar hale geldi. Okullarda, yurtlarda öğrenciler kadın-erkek diye ayrılarak yeni nesil yaratılmaya çalışıldı. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP adına konuşan birçok siyasetçi, “İslamcılık”, “Müslümandemokrat” gibi tanımları “din eksenli bir parti” olarak bilinmemek için reddetti. Hüseyin Çelik, Genel Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde partisi için “Batı basınında, AK Parti yönetimi isimlendirilirken, bazen maalesef ‘İslamcı’, ‘Ilımlı İslamcı’ ve bunun gibi bir dil kullanılmakta. Bu tanımlamalar gerçeği yansıtmamakta ve bizi üzmektedir. AK Parti muhafazakâr demokrat bir partidir. AK Parti’nin muhafazakârlığı ahlaki ve sosyal konular ile sınırlıdır” açıklamasını yaptı. AKP’nin kurulduğu ve iktidara geldiği günden bu yana “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığı”, “Cumhuriyet toplumunun” sınırlarını da zorladı. Sokaklardan, alkol tüketimine, öğrenci yurtlarından saatlere, kadın politikalarından, sosyal medyaya kadar “ahlak ve sosyal konularla” sınırlı muhafazakârlığı birkaç örneği:
-Kırmızı sokaklar: İçkili yer bölgelerinin tespit edilmesine ilşikin ilk talimat, İçişleri Bakanlığı’nın Ekim 2005 genelgesine yansıdı. Genelge, içkili yerlerin belli bir bölgede toplanması ve sürekli kontrol altında bulundurulmasına ilişkin esaslar içerdi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ikinci genelgesi ise 14 Ekim 2005’te hazırlandı. Belediyelerin içkili yer bölgesi tespit edebilmesinin önü açıldı. İlk uygulama Bursa Orhangazi Belediyesi’nden geldi. Ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi, kendisine bağlı parklarda içki yasağı uygulamasını başlattı. Denizli Belediye Meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı.
-Alkol yasağına yasa gücü: Alkol yasaklarının kanun gücüyle korunması 9 Eylül 2013’te başladı. Market, büfe, bakkal ve bayilerin gece saat 22.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında alkollü içki satması yasaklandı. Alkollü içkilerin reklam ve tanıtımı yasaklandı.
-Ekranda alkol yok: Yasa ile televizyonlarda yayımlanan dizi, film ve kliplerde alkollü içkileri özendirici görüntüler yasaklandı. Her türlü şiddetin en gerçekçi hali ile verildiği ekranlarda tütün ve alkol ürünleri “buzlandı.”
-Her evde yasak: RTÜK’ün, sosyal hayatın ayrılmaz parçası olan televizyon üzerindeki sıkı denetimi, hiç gevşemedi. RTÜK, televizyonlara 2002’de 2 bin 921 yayın durdurma cezası verdi. 2003-2005 yıllarında 29 radyo ve televizyon toplam 870 gün “karartıldı.” RTÜK, 2002’den 2008’e kadar toplam 2 bin 22 uyarı, 262 program durdurma, 1 yayın lisans iptal cezası verdi.
-Harem-selamlık yurt: Yurt- Kur, Ağustos 2013’te kız ve erkek öğrenci yurtlarını birbirinden ayırmaya başladı. 16 bin kız öğrenci, erkek öğrencilerle aynı ortamda kalmamaları için yeni binalara “göç ettirildi.” Erkek öğrencilerin ise eski yurtlarında kalması sağlandı. Devlet yurtlarını “kız” ve “erkek” olarak zaten ayıran Milli Eğitim Bakanlığı karma özel öğrenci yurtlarını da kapattı.
-'Kız-erkek aynı evde ters’: Kasım 2013’te başbakanlığı döneminde Erdoğan, toplumsal harem-selamlık uygulamalarını temel politika haline getirecek açıklamayı yaptı. Erdoğan, “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters” dedi.
-Arap saati inadı: Enerji Bakanlığı 2009’da, Türkiye’nin saatini ayarladığı GMT+2 olarak tanımlanan 30. boylamdaki referans meridyeninin, GMT+3 olarak tanımlanan 45. boylama alınmasına ve yaz saati uygulamasının tamamen kaldırılmasına ilişkin yasa tasarı taslağı hazırlıklarına başladı. O dönem muhalefet, “Asıl amaç, Suudi Arabistan saat dilimini kullanarak, namaz saatlerini Mekke ve Medine’ye göre ayarlamak. Bundan sonraki adım da, resmi tatil gününün cumaya alınması olabilir” itirazını seslendirdi. Eylül 2016’da yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı ile kış saati uygulaması kaldırıldı. Yeni hesapla, Iğdır’dan geçen boylamın esas alınacağı ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasında saat farkı kalmayacağı değerlendirmeleri yapıldı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun iptal kararına karşın muhafakâr demokrat AKP, uygulamayı önce OHAL gücüyle çıkarılan KHK’lere koymayı düşünse de, bir yasa taslağı ile geri getirmeyi planladı.
-Kamuya cuma izni: Saatlerde olduğu gibi resmi tatil günlerinin ve mesai saatlerinin dini referanslara uygun olarak belirlenmesi kuşkusu hiç dinmedi. Ancak 2016’da “gerçek oldu.” Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde, Ocak 2016’da kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurlara cuma namazı vakitlerinde izin verilmesinin önü açıldı. Genelgede “Cuma namazı saatinin mesai saatine denk gelmesi halinde, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlardan isteyenlere mesai kaybına neden olmaksızın izin verilir” ifadeleri kullanıldı.
-Medya, yeni yasak alanı: İnternet yasakları kapsamında 2007’de 43, 2008’de 1046, 2009’da 6 bin 131, 2010’da 7 bin 762, 2011’de 14 bin 737, 2012’de ise 19 bin 507 internet sitesi engellendi.
-Twitter'a yasak: Erdoğan, başbakanlığı döneminde, Gezi Parkı eylemleri sürerken “Twitter’ın kökünü kazıyacağız” dedi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını eleştirirken, “Twitter, miviter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der. Hiç beni ilgilendirmiyor” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın talimatı verdiği gün, Twitter’a erişim engeli kararı alındı. Yasak, “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” bir örneği olarak “kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğini ihlal” gerekçesine dayandırıldı.

Kadına boşanma hakkından boşanmada arabulucuğa
Kadına seçme ve seçilme hakkını Fransa, İtalya ve İsviçre’den çok önce yasal güvenceye alan Cumhuriyet, 1926 Türk Medeni Kanunu ile, “erkeğin çokeşliliği” ve “tek taraflı boşanmasına” ilişkin düzenlemeleri kaldırdı. 2017’de ise AKP, önce müftülere nikâh kıyma yetkisi verdi, ardından boşanmalar için “Aile arabuluculuğu” sistemini getirmeye hazırlandığını açıkladı. 2009’da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun kendisinden iş isteyen kadınlara, “Evdeki işler yetmiyor mu” diye sorması, 2009’da Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in “Kadınlar iş aradığı için işsizlik artıyor” demesi, 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Münevver Karabulut cinayeti için “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” ifadelerini kullanması, 2010’da yine Erdoğan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz” açıklaması, 2011’de kadına şiddetin abartıldığını dile getirmesi, 2012’de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” yorumunda bulunması, 2014’te Erdoğan’ın “Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters” demesi; “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” kadına bakışının sadece birkaç örneği... Bu söylemin sonuçları ise şöyle:
-Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 145 ülke arasında 130. sırada yer aldı.
-AKP döneminde kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı.
-2002-2017 yılları arasında 14 binden fazla kadın cinayete kurban gitti.
-Mahkemelerde, erkeğe tahrik indirimi, hukuksal bir norm haline geldi.
-Yapılan araştırmalar, her 10 evlenmiş kadından neredeyse 4’ünün eşi veya birlikte olduğu erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kaldığını gösterdi.
-Türkiye genelinde kadınların yüzde 36’sının fiziksel şiddete, yüzde 12’sinin ise cinsel şiddete maruz kaldığı belirlendi.
-Son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu zorla evlendirildi.
-Son 10 yılda çocuk cinsel istismar davaları yüzde 700 arttı.
-15 yılda çocukların cinsel istismarı yüzde 434, cinsel taciz yüzde 449 arttı.

                                                                           ***

Tüm kazanımlar örselendi.(Figen Atalay-Cumhuriyet)

Cumhuriyet eğitim alanında büyük atılım yaptı. Şimdi ise demokratik, laik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşılıyor. Eğitim, 94 yıl sonra yeniden dinselleşiyor.

Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924’te toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde öğretmenlere “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdani hür nesiller ister’’ dedi. Sonra devam etti: “Erkek ve kız çocuklarımızın aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Milli ahlakımız uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle artırılmalıdır. Bu çok önemlidir. Özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlak, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.’’ Atatürk’ün bu sözlerinden 93 yıl sonra geldiğimiz noktada, sürekli gericileşen eğitim sistemimizde, bilimden, demokrasiden, katılımcılıktan, yaratıcılıktan, özgür düşünceden söz etmek mümkün değil. Aklı ve bilimi egemen kılan bir sistemde, sorgulama yeteneği gelişmiş, neden-sonuç ilişkisi kurabilen bireyler değil, dine, ezbere, güce, korkuya, tehdide dayalı sistemde; dindar, itaatkâr, ezberci bireyler yetiştirme çabası mevcut.

 İlk yasalar
Milli Eğitim Bakanlığı 2 Mayıs 1920’de kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikaları oluşturulurken, uygulamaya konulan temel yasalar şunlar oldu:
-Tevhid-i Tedrisat Kanunu
-Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun
-İlkmektep Muallim ve Vazifeleri Hakkında Kanun
-Köy Eğitmenleri Kanunu
-Köy Enstitüleri Kanunu
-Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun
-Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu
-İlköğretim ve Eğitim Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Yükseköğretim Kanunu
Eğitim alanında yapılan en büyük yeniliklerden olan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı, denetim altına alındı. Dini bir öğretim kurumu olan medreseler daha sonra kapatıldı. Eğitimin dini esaslara göre verilmesinden vazgeçildi, laik ve çağdaş bir eğitim hedeflendi. Kız ve erkeklerin ayrı ayrı okutulmasına son verildi, karma eğitime geçildi. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Kemal Kocabaş, Cumhuriyetin akıl ve bilim referans alınarak kurulduğunu hatırlatarak, “Okuma yazma oranı yüzde 5 dolaylarında olan ve ortaçağı yaşayan bir toplumu laik, demokratik, karma, bilimsel eğitimle çağdaş uygarlığa dönüştürmenin adıydı Cumhuriyet.
Mustafa Kemal’in büyük öngörüsüyle aydınlanma düşüncesinin bu topraklarda filizlenmesinin adıydı Cumhuriyet. Kadınlara verilen haklarla, devrimlerle, Mustafa Necati dönemi eğitim- kültür atılımlarıyla, çağdaş üniversiteler yasasıyla, Köy Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleriyle, Tercüme Bürosuyla, Hasan Âli Yücel’le, İsmail Hakkı Tonguç ile Cumhuriyet, ulusaldan evrensele yürüyüşün onurlu adımlarıydı. Cumhuriyet eğitim hakkının, insanlık erdeminin adıydı” dedi. İçinde bulunduğumuz dönemde, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının örselendiğini, laik, demokratik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşıldığını, eğitimin dinselleştirildiğini, piyasalaştırıldığını ve üniversitelerin susturulduğunu vurgulayan Prof. Kocabaş’a göre, “Bu eğitim politikaları Cumhuriyetin eğitim politikaları asla olamaz"
                                                                            ***

Cumhuriyet dönemi sağlığından eser yok: Sağlık da ‘muhafazakâr’laştı.(Şeyma Paşayiğit-CUMHURİYET)

Cumhuriyet döneminde özellikle kadın, çocuk ve işçilerin sağlıkları için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, tek çatı sistemiyle parasız uygulamaların geldiği Cumhuriyet döneminin dışına çıktı. Yapılan geniş çaplı değişiklikler ile sağlık parçalı, paralı ve muhafazakâr hale geldi. Cumhuriyet dönemindeki kadın ile çocuk başta olmak üzere işçilerin sağlık denetimleri için çıkarılan kanunların yerini, kürtaj tartışmaları, üç çocuk ısrarları, helal ilaç, helal süt tartışmaları aldı. Mustafa Kemal Atatürk ile gelen sağlık politikalarında, devletçilik ilkesi temel alınmıştı. Günümüzdeki özel ve ücretli sağlık politikalarının aksine koruyucu ve tedavi edici hizmetleri, devlet yükleniyordu. Cumhuriyet ile birlikte birinci derecede devletin görevi haline getirilmeye çalışılan sağlık politikaları ile sağlık hizmetlerinde sorumluluk ve yetkiler, devlete aitti. Sağlık hizmetlerinde doğabilecek aksaklıklar için yasal düzenlemeler dışında tüm okullarda haftada en az bir saat sağlığı koruma dersi okutulması zorunlu hale gelmişti. Özellikle kadın ve çocuk başta olmak üzere işçilerin, sağlık ve güvenliklerinin tedbiri için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu. Böylelikle insan haklarının önemli bir unsuru olan sağlık hakkı doğrultusunda ilk fiili hukuki düzenleme hayata geçirilmişti. Sağlık Bakanlığı’nın belirlediği temel görevler doğrultusunda koruyucu sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık müdürlüğü kurulmuş, ücretsiz olarak tedavi öngörülmüştü. Cumhuriyet dönemi sağlık politikalarında sağlık hizmetlerinin planlanması ve programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi en önemli ilkeydi. Günümüzdeki parçalı sistem yerine “tek amaç ve dikey örgütlenme” modeli benimsenmişti.

 Paralı sağlık
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, yıllar içinde devletçilik ilkesinin dışına çıktı. AKP hükümetinin gelmesiyle de tamamen tersyüz edilerek parçalı ve ücretli sağlık hayata geçirildi. Geniş çapta gelen değişikliklerin bilimsel niteliği, tıp otoritelerince kabul görmedi. Sağlık politikalarının din etkisi altında kaldığını gösteren bazı örnekler şöyle:

100 yıl geriye
-Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu geldi.
-Sağlık hizmetlerinin önemli bir parçası olan sosyal hizmetler alanı da laiklikten uzaklaştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol ile hastanelerde din psikologları istihdam edildi ve ‘dini terapi’, sağlık hizmetleri sınıfından sayıldı. Aynı protokol ile evlerde ‘manevi bakım hizmeti’ verilmesi için ‘Manevi Bakım Hizmetleri Çalıştayı’ düzenlendi. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile imzaladığı başka bir protokolle sığınma evlerine ‘vaize’ atamalarının önü açıldı.
-Kürtaj tartışmaları ile başlayan kadın bedeni üzerindeki tahakküm kurma girişimleri, en az 3 çocuk ısrarıyla katlanarak devam etti.
-Helal gıdadan sonra helal ilaç ve helal süt kavramları gündeme geldi. Bu kapsamda domuz jelatinin ilaç üretiminde kullanılmamasından hareketle helal ilaç uygulaması ve dini inancı olmayan kadınların sütünün inançsız olacağı düşüncesiyle de helal süt bankası kurma önerisi yer aldı.
-Geleneksel tıp adı altında, “hacamat, sülükle tedavi” bilimsel olarak yararı kanıtlanmamış yöntemler devreye sokuldu. Bu tür uygulamalar, doktor denetiminde yapılmadığı için yanlış uygulamalarda insan yaşamını tehdit edecek kadar tehlikeli olabiliyor.

                                                                             ***

Atatürk'ün dayanağı TBMM'ye dayanan halk iradesiydi: Asla vazgeçmeyeceğiz.(Miyase İlknur-CUMHURİYET)

Mustafa Kemal 11 Eylül 1923’te bir grup milletvekili ile sohbet ederken sözü Cumhuriyet’e getirir. Yunus Nadi, “Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” deyince Atatürk elindeki kalemi masaya vurarak “En kuvvetli zaman bugündür” dedikten sonra yeni anayasanın ilk maddesini okur: “Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
 
Cumhuriyet’in ilanına giden yolların kilometre taşları Lozan görüşmelerinden itibaren döşenmeye başlamıştı. Görüşmelere Ankara’daki Meclis temsilcisi ile birlikte İstanbul hükümetinin temsilcilerinin de çağrılması Ankara hükümetinin tepkisini çekmişti. Ulusal Kurtuluş Savaşı’na destek vermek bir yana köstek olan İstanbul’un Ankara’daki meclisle eş değer görülmesi kabul edilecek bir durum değildi. Bu, saltanatın kaldırılması fikrine öteden beri sahip olan Mustafa Kemal ve arkadaşları için sağlam bir gerekçe oluşturdu. Zaten 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile saltanat resmen olmasa da fiilen ilga edilmişti. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa 18 Kasım 1922 sabahı Sultan Vahidettin’in Malaya adlı İngiliz zırhlısıyla kaçtığını telgrafla bildirdiğinde Ankara, derin bir “oh!” çekti. Zira Ankara’da Sultan Vahidettin hakkında nasıl bir yaptırım uygulanacağı konusunda belirsizlik vardı. Ankara, yargılamayı düşündüğü Sultan’ın mazlum konumuna düşürülme ve bu nedenle bir karışıklık çıkma ihtimali nedeniyle ihtiyatlı davranıyordu. O nedenle Sultan’ın kaçışı bu sorunu da kendiliğinden çözmüş oldu. Saltanat kaldırılmış, halifelik makamı ise boş kalmıştı. Halifeliğin kaldırılması konusunda bir adım atmayı şimdilik erken bulan Mustafa Kemal, bu makama seçim yapmak için Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım 1922 günü yapılan oylamada Şehzade Abdülmecit halife seçildi. Mustafa Kemal, halifeliği de kaldırmak için uygun zaman ve zemini kollayacaktı.

Bu zaman ve zemini yaratmak ancak yeni bir meclisle mümkün olabilirdi. Birinci Meclis vatan savunması amacıyla toplanmıştı. Bu meclis, politika üretme, yeni devlet düzenini inşa etme, devrimleri gerçekleştirme yeteneğinden ve refleksinden yoksundu. O nedenle Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı kurdu ve 1 Nisan 1923’te meclisi yenilemek için karar alındı. İkinci Meclis Halk Fırkası listesinde yer alan isimlerden oluşmuştu ama her konuda görüş birliği içinde olduğu da söylenemezdi. Özellikle devletin rejiminin ne olacağı ve halifelik konusunda Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı düşünenlerin varlığı hiç de az değildi. Halife yanlıları, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçılar, Mustafa Kemal’in güçlenmesine ve onun getirmeyi planladığı yeni rejime muhaliftiler. Meclis’teki tutucu kesim, başında halifenin olacağı meşruti bir yönetim istiyordu. İttihatçılar ise yeniden yönetime gelmenin arzusu ile tutucu ve halife yanlısı gruba karşı açıktan tavır almıyor, harekete geçmek için Mustafa Kemal’in güç kaybedeceği dönemi kolluyordu.
Milli Mücadele döneminde yakın arkadaşları Ali Fuat, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa da muhalefete geçmiş, İstanbul basını ile birlikte halifeye gereken saygınlığın ve dünyevi yetkilerin verilmesi için girişimlerde bulunuyordu. Ağa Han gibi başka Müslüman ülkelerden bazı temsilcilerin de bu girişimlerini sürdürmesi halifelik makamının ömrünü kısaltmasından başka bir işe yaramayacaktı. Halifenin 300 milyon Müslüman’ın dini lideri olduğunu öne sürenler, 1. Dünya Savaşı’nda halifenin ordusuna karşı İngiliz ordusu ile savaşan Müslümanları nedense hatırlamak istemiyordu.
Cumhuriyet’e giden yolun ikinci büyük adımı Ankara’nın başkent olması kararının alınmasıydı. Düşman işgaline karşı direnişin 1919’dan beri merkezi olan Ankara artık resmen hükümetin de merkezi olacaktı. İsmet Paşa ve 14 arkadaşının verdiği önerge 13 Ekim 1923’te TBMM’de oylandı ve Ankara yeni devletin başkenti olarak dünyaya ilan edildi. Bu kararın alınmasında pek çok etken vardı. Bunlardan biri de “saltanat rejimine bir gün yeniden dönülür” hevesiyle hareket edenlerin umudunu kırmaktır.
Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra artık sıra yeni devlet düzenini belirlemeye gelmişti. Mustafa Kemal öteden beri kafasında olan Cumhuriyet fikrini yaşama geçirmek için siyasetin gündemini adım adım belirledi. Usta bir satranç oyuncusu gibi hamle üstüne hamle yaptı ve sonunda başardı.
Cumhuriyet fikrini yakın arkadaşları ile bile paylaşmadan daha 1921’de özel kalem memuru Hasan Rıza Soyak’a notlarının yazılı olduğu müsveddeyi verirken “Bunları al müsvedde halindedirler, beyaza geçireceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunlar şimdilik ikimizin arasında kalsın. Sen ve ben bileceğiz. Amirlerine bile bahsetmene lüzum yoktur” demiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın aldığı notta Kanun-i Esasi’nin devletin şekliyle ilgili maddeleri ile ilgili yapılması düşünülen değişiklikler vardır. Mustafa Kemal’in hazırladığı taslağın ilk maddesinde şunlar yazılıdır:
"Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
Mustafa Kemal 1923’ün Eylül ayından itibaren yeni devletin rejimi meselesini, Çankaya’daki sofrasında ve Meclis’teki odasında kendisine yakın arkadaşlarıyla tartışmaya açmıştır.
Falih Rıfkı anılarında 11 Eyül 1923 günü Mustafa Kemal’in Meclis’teki odasında “Cumhuriyet” ile ilgili açtığı tartışmayı ve gazetemizin kurucusu Muğla Milletvekili Yunus Nadi ile arasındaki diyaloğu şöyle anlatır:
11 Eylül 1923 günü Divandan sonra saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi:
-Bana birde olduğunu söylediler onun için erken geldim, dedi. Orasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir gayr-i kabil-i tecezzi” olduğunu söyleyen cümle idi.
-Dün akşam Fransız İhtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmişim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-u Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım “chose publuque” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bunun manası ne olmalı?
Gazi’nin sözü hangi konu üzerine getirmek istediği belli idi. Kanun-u Esasi’de yeni hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyleyen Sabri Bey:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi, “-Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bulunuruz ve fırkaya getiririz”, dedi.
Yunus Nadi: Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
-En kuvvetli zaman bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-u Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:
“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
Mustafa Kemal, Wiener Neue Freie muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçte tüm dünyaya ilan eder. Bu demecinde “Cumhuriyet” kelimesini kullanması dış dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük yankı uyandırır. Aynı demeç Türkiye’de de İlkadım gazetesinde yayımlanır.
Konuyu tartıştırdıktan sonra sıra artık rejimin adını koymaya gelmişti. Bunun için en güzel fırsat Meclis’in içindeki çıkan krizdi. Ordu müfettişliğine atanan Ali Fuat Paşa, Meclis ikinci başkanlığından istifa etmişti. Ertesi gün ise hem Başbakan hem de İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Fethi Bey, İçişleri bakanlığı görevinden istifa etti. Gerekçe: “İki görevi birden yürütmekte zorlanıyorum.”
O günkü yasalara göre bakanları atama yetkisi Meclis’teydi. O nedenle seçilecek kişileri Meclis belirleyecekti. TBMM’de yapılan seçimde İçişleri Bakanlığı’na Sabit Bey, Meclis ikinci başkanlığına ise Rauf Bey seçilmişti. Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya karşı çıkan ve Mustafa Kemal’le arası bozulan Rauf Bey’in seçilmesi hesapları bozmuştu. Ancak Mustafa Kemal’den ikinci bir hamle geldi. Bu kez kabinedeki bütün bakanlar görevlerinden istifa etti. Başbakan Fethi Bey, kabinenin istifa gerekçesini ise Meclis’e “daha güçlü bir hükümet kurulması için istifa edildi” diyerek açıkladı. Artık ülke hükümetsiz kalmış ve bir kabine krizi doğmuştu. Bu krizi bizzat yönetecek olan kişi de Mustafa Kemal’dir. Kendisine yakın olanlar, yapılan bakanlık teklifini reddediyor, muhalif olanlar ise bir adım atmaya çekiniyordu.
Halk Fırkası grubu derhal toplandı. Mustafa Kemal’in hükümet krizine çözüm bulması isteniyordu. Kemalettin Sami Paşa, bu krizi çözmek için Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi talebinde bulundu. Meclis, Mustafa Kemal’e yetki verdi. Mustafa Kemal, zaten başından beri ustaca yönettiği bu krizde kendisinden yardım isteneceğini hesaplamıştı ve bu daveti bekliyordu. Davet üzerine Meclis’e gelince, “Bana bir gün izin veriniz sorunun çözümünü size arz edeyim” diyerek ayrılır.
Ertesi gün kürsüye çıktığında bu tür krizlerin her zaman çıkabileceğinden söz eder ve sorunun yegâne çözümünün “Cumhuriyet” olduğunu söyler ve tartışmaya açar. Muhalif milletvekilleri, değişiklik tekliflerinden sadece kabine usulüne destek verir gibi görünürler ancak Cumhuriyet fikrine açıkça karşı çıkmasalar da erteleme yönünde fikir beyan ederler. Bu konunun uzun süre müzakere edilmesini söyleyerek zaman kazanmaya çalışırlar. Fakat bir gün önce Çankaya’da toplanıp konuyu müzakere eden İsmet Paşa, Adliye Vekili Seyit Bey, Ragıp Bey, Eyüp Sabi Efendi ile Abdurrahman Şeref Bey Cumhuriyet’in derhal kabul edilmesi gerektiği yönünde konuşurlar. Adliye Vekili Seyit Bey’in konuşmasında dediği gibi teklif edilen şey yeni bir durum değildi. 23 Nisan 1920’den beri egemenlik kayıtsız şartsız milletin vekillerinin görev yaptığı Meclis’teydi. Sadece adı konuyordu. Bu konuda İsmet Paşa’nın yaptığı konuşması önemlidir:
“Parti genel başkanının teklif kabule ihtiyaç katidir. Cihan bizim hükümet şekli konuştuğumuzu biliyor. Bu müzakerelerimizi bir neticeye ulaştırmamak ve açıklayamamak, güçsüzlük ve kargaşayı sürdürmekten başka bir şey değildir. Bir tecrübeden bahsedeyim. Avrupa diplomatları bu hususta beni ikaz ettiler. Devletinizin başı yoktur, dediler. Mevcut durumunuzdaki başkanınız sadece Meclis başkanı sıfatı taşımaktadır. Demek ki, siz bir başka başkan bekliyorsunuz. Avrupa düşüncesi işte budur. Halbuki, biz böyle düşünmüyoruz. Millet, hâkimiyetine, mukadderatına, bilfiil sahip çıkmıştır. O halde, bunun hukuksal ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz? Ortada bir cumhurbaşkanı yokken bir başbakanın seçilmesini teklif etmek anlamsız olur. Bunda şüpheye mahal yoktur. Başbakanın seçimini kanuni ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifini kanuniyet kespetmesi lazımdır.”
İsmet Paşa’nın dediği gibi aslında beklenen bir başka devlet başkanıdır. Halifenin başında olacağı monarşik bir rejim beklentisi vardır. Ancak Mustafa Kemal, ihtilalci mantığıyla başlattığı ve bizzat yönettiği kriz ile buna meydan vermemiştir.
Sonuçta 29 Ekim 1923 günü saat 20.30’da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla Türkiye’nin Cumhuriyet rejimi ile yönetileceği ve ilk cumhurbaşkanının Mustafa Kemal olacağı kabul edildi.
Cumhuriyet karşıtları bugün de açıktan rejime karşı olduklarını söylemek yerine Mustafa Kemal’in bunu oldu bittiye getirmesini ve en yakın arkadaşlarından bile gizlemesini eleştiri konusu yapmayı yeğliyor. Okur yazar oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bir halk ve devletin dini esaslara göre yönetilmesini savunan bir Meclis’le ne halkın egemen olduğu bir rejim getirilebilir ne de devrimler yapılabilirdi.
                                                                             ***

15 yılda çöken bir adalet sistemi: Partili yargı(Alican Uludağ-CUMHURİYET)

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünde Türkiye’nin yargısı ve adalet sistemi çökmüş durumda.

15 yıllık AKP iktidarı döneminde yargı, gündemden hiç düşmedi. İktidara ilk geldiği andan itibaren yargıyı ele geçirmek için çaba harcayan iktidar, bu amaçla bugün “terör örgütü” olarak görülen cemaatle ortaklık yapmaktan geri durmadı. Bu ortaklığın sonucu olarak yargıya, yüzlerce FETÖ üyesi sızdı. Özellikle 2007’de Ergenekon süreci ile bir cadı avı başlatılırken, bunu Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi kumpas soruşturmaları izledi.

 Cemaat evlerinde pazarlık
Özellikle istediği kararların çıkmadığı Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’a hâkim olmak isteyen iktidar, 2010’da yine cemaatle işbirliği yapıp, anayasa değişikliğine gitti. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, referandum sonrası bizzat “okyanus ötesine” teşekkür etmeyi ihmal etti. Anayasa değişikliğinin ardından yapılan seçimde cemaatle-Adalet Bakanlığı ortak listesi HSYK’de etkili oldu. Dönemin Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın bilgisi ve talimatı dahilinde 2011’de Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimleri için cemaat evlerinde pazarlık yapıldı. Bu pazarlığa bizzat HSYK üyeleri katıldı. Bu anayasa değişikliği nedeniyle yargıdaki cemaatçi kadrolaşma zirveye ulaştı. Ne zaman ki 17/25 Aralık süreci oldu, iktidar cemaatle ortaklığını bitirip yeni arayışa girdi.

Üçte biri atıldı
Bugün yargının üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi. Meslekten çıkarılan yaklaşık 4 bin hâkim ve savcının 2302’si tutuklu. Yargıda yaşanan boşluk nedeniyle son dönemde çok sayıda hâkim ve savcı alındı. Bu nedenle yargının yarısı, 5 yılın altında tecrübeye sahip. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hâkim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Yargıda cemaat tasfiye edilirken, yerine farklı tarikatlar etkili olmaya başladı. Birçok hâkim ve savcı, cemaatçi olmadığını belirtirken, gençlik yıllarında gittiği tarikatların isimlerini verir oldu. Yargının üst kadrolarına yapılan atamalarda ise imam hatip mezunu olma belirleyici ölçü oldu. Yine hâkim ve savcıların türban takmasına izin de bizzat bu iktidar tarafından verildi.

Çay toplayan başkanlar
Yüksek yargıdaki atamalarda partili Cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yargı başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan çekinmedi. Yargı sistemi, sadece iktidarın ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir kurum haline dönüşürken, muhalifleri ise hedef alan bir silah olarak kullanıldı. Milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler başta olmak üzere toplumun farklı birçok kesimi yargı kararlarıyla içeri atıldı. “Düşman ceza hukuku” uygulandığı bir ortamda kişilerin hukuk güvenliği ortadan kalktı. Bu davalarda bağımsız ve tarafsız karar veren hâkim ve savcılar ise HSK tarafından bizzat görevden el çektirildi. Bir yıldan fazla uygulanan OHAL hukuku ile toplumda büyük bir adalet ihtiyacı doğdu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce Cumhuriyet için “En büyük bayram” dediğini anımsattı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde laik, sosyal hukuk devleti ilkesinin de yer aldığına dikkat çeken Kanadoğlu, “Oysa bugün Türkiye, hukuk devleti ilkesi yönüyle bağdaşmayacak bir duruma geldi. Hukuk devleti yargı bağımsızlığını yanında getirir. Hukuk devleti olmadığı zaman adalet mülkün temelidir diyemeyiz. O temeli ortadan kaldırmış oluyoruz. Bugün durum bu” dedi. Osmanlı’daki şer-i hukuk sistemine geri dönüş özlemi olduğunu söyleyen Kanadoğlu, müftü nikâhı meselesi ile devletin içine dinin sokulduğunu, laiklik ilkesinin ihlal edildiğini vurguladı.


(Derleme:CUMHURİYET(29/10/2017)
 

 

 

 

 

 

Katalonya krizi asıl şimdi başlıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Sant Jaume Meydanı, “eski şehir” diye bilinen tarihi Barselona’nın tam kalbindedir. Katalan yerel yönetimini kapsayan idari “Generalitat” binaları ile Katalan Parlamentosu burada bulunur.
İspanya yanlısı temsilcilerin protesto jestiyle boş bıraktığı sıralara ve de 65 muhalif parlamentere karşılık 70 temsilcinin marifetiyle geçirilen bağımsızlık oylaması ardından, Katalan parlamentosunun çatısından İspanyol bayrağı önceki akşam hemen indiriliverdi. Yerel Katalan bayrağı ve AB bayrağının birlikte dalgalandığı gönderden, monarşi simgesini taşıyan İspanyol bayrağının indirilmesini seyreden kalabalıklar hep bir ağızdan; “fora, fora la bandera espanyola / dışarı, dışarı... İspanyol bayrağı dışarı” çığlıklarıyla tempo tuttular. 

 Dünyanın seyrettiği sırf bu sert manzara dahi, İspanya’nın girdiği Katalonya krizinin trajik katmanlarını sergilemeye yeterdi.
Korsan bir referanduma dayandırılan “Katalan bağımsızlık deklarasyonunu” İspanya tanımasa da ortaya şimdi parçalı bir tablo çıktı.
“Wikipedia”nın misal, “Katalonya” maddesi karşısında anında “anayasal statüsü tartışmalıdır” sözleri düşüldü.
Popüler internet ansiklopedisi, hükümet ve yönetim şekli olarak da Katalonya’nın yanına şu zıt tanımları ekleyiverdi: 1: “Katalonya Cumhuriyeti” (tanınmıyor) 2: (de jure olarak/ hukuken) İspanya’da özerk bölge.
Dıştan özetle, anında “çift hukuklu” bir tablo belirmiş oldu. 

25 yılla yargılanacaklar
İspanya Başbakanı Rajoy, dünyada kimsenin tanımadığı Katalonya’yı böyle atik tetik “tartışmalı” olarak sınıflayan “Wikipedia”ya henüz daha sansür uygulamadı ama demokrasinin getirdiği tüm “özerk yönetim kazanımlarını” bölgede yerle bir etti.
Bağımsızlıkçı parlamenterler kendilerini kaptırmış şekilde “Madrid’den kopuş” ilan ettikleri saatlerde, İspanyol hükümeti de eşzamanlı olarak, Katalan özerk yönetimini lağvediyor; yerel hükümet başkanı Puigdemont ve yardımcılarını görevden alıyor; yerel parlamentoyu feshediyor; yurtdışında büyükelçilik gibi çalışan Katalan temsilciliklerinin kapısına kilit asıyor, özerk güvenlik güçlerini de Madrid’e bağlıyordu.
“Yeni düzenin” belirsizliklerinin bertaraf edilmesi amacıyla da seri biçimde, Katalan bölgesi seçimlerinin 21 Aralık’ta yenileneceği duyuruluyordu.
“Yeni Katalonya” öngören bu düzenlemeler yanında, Madrid’de “darbe”, “isyan” sözleriyle tanımlanan kalkışmanın elebaşları da ilaveten yargılanacaktı.
İspanyol yargıçların ellerinin hiçbir şekilde titremeyeceği belirtilen kararlarda, yerel hükümet başkanı Puigdemont başta olmak üzere Katalan liderlere, “anayasaya karşı işlenen suçlar” kapsamında 25 yıla dek varan en ağır cezalar öngörülmekte. 

Korku, şok ve öfke
Bu Katalonya’nın ilk bağımsızlık tecrübesi değil.
İspanya’dan dört kez kopmaya çalışan bölge, “12” yıl süren ilk bağımsızlık hamlesini 1600’de yapmış. 1873’teki ikinci hamle, 6 ay dayanabilmiş.
Franco diktası ile son bulan kanlı iç savaşın eşiğinde Katalonya iki kez daha bu maceraya girişmiş.
1931’teki ilk serüven “üç gün” sürmüş. 1934’teki ise “12 saatte” son bulmuş.
2017’deki bu egzersiz, İspanya Başbakanı Rajoy’un “nükleer seçenek” diye bilinen “özerkliği askıya alma” operasyonu ile şimdi karşı karşıya.
İspanya Başbakanı’nın “kâğıt üzerinde” ilan ettiği operasyon maddelerinin, fiiliyatta ne kadarının nasıl uygulanabileceği henüz tam belli değil.
Batı demokrasilerinde tamamen “out” olan askeri baskıyı devreye sokmadan, direngen sivil toplumun kontrole nasıl alınacağı örneğin, bilinmiyor.
“Darbe” ve “isyan” kelimeleriyle tanımlanan olağandışı sürecin, “demokatik normlar”la nasıl toparlanabileceği her türlü soruya açık.
Madrid’de şimdi yalnız “korku”, “şok” ve bol bol “öfke” var.
İspanya bundan böyle bilinmeyen sularda seyrediyor ve “Katalonya krizi” gerçek manada asıl şimdi başlıyor.
Şimdiye dek buzdağının görülen kısmı, taraflar arasında bilek güreşi ve güç gösterisinden ibaretti. El mi yaman, bey mi yaman, asıl bundan sonra göreceğiz.
Asla vazgeçmeyeceğimiz Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hayatımız tiyatro! - Mine G. Kırıkkanat

Gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarı William Shakespeare, Venedik Taciri’nin bir sahnesinde oyuncunun ağzından şöyle seslenir seyircilere: “Dünyayı olduğu gibi, yani herkesin kendi payına düşen rolü oynaması gereken bir tiyatro kabul ediyorum!”
Henri Bataille ise tiyatroyu sanat felsefesi olarak estetik ölçülere göre tanımlamış ve bence şahane bir laf etmiştir: “Seyretmek ressamlıktır. Acı çekmek, şairlik. Plastikle ruhun birliğinden en mükemmel canlı sanat doğar ki, buna da tiyatro denir!” Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat eğitimine verdiği desteğin başarılı bir sonucu olarak kurumsallaşan Devlet Tiyatroları, 1940’lardan beri dünya çapında tiyatrocular tarafından yönetildi ve dünya çapında tiyatrocular yetiştirdi.
Baykal Saran işte bu büyüklerden biri, yeteneği henüz 19 yaşındayken Muhsin Ertuğrul tarafından desteklenip yıldızlaşan, unutulmaz bir isim. Tiyatroya doğduğu 1956’dan, dünyaya veda ettiği 2006 yılına kadar yerli ve yabancı onlarca önemli eserde başrol oynayan, bazılarında da rejisörlük yapan Baykal Saran; bir ara Ankara Devlet Tiyatrosu’nu da yönetti. 
 
***
Tiyatro, tutku olduğunca dostluk sanatıdır. DT, Baykal Saran’ı unutmadı. Tiyatro sanatını hem yıldız bir oyuncu, oyun kurucu ve akademisyen olarak sürdüren Lemi Bilgin, o zamanlar Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’ydü. 2007 yılında toplanan DT sanat ve yönetim kurulu, her yıl bir sanatçıya Baykal Saran Tiyatro Ödülü verilmesini karara bağladı.
DT genel müdürlüğünde çok başarılı Lemi Bilgin, tabii ki AKP iktidarıyla anlaşamıyordu. 2014 yılında Ömer Çelik tarafından görevinden alındı.
Ama Baykal Saran Tiyatro Ödülü, yetenekli sanatçıları takdirle desteklemeye devam ediyor.
Bu yıl 11.’si verilen ödüle, geçen sezon DT’nin sahnelediği, aziz dostum Roland Topor’un yazdığı ve benim Türkçeye çevirdiğim “Joko’nun Doğum Günü” adlı oyunda Wanda rolünü üstlenen genç sanatçı Zeynep Ekin Öner layık görüldü.


Oyunun çevirmeni olarak Akün Tiyatrosu’ndaki törene katıldım. Oyunu, Cumhurbaşkanım Ahmet Necdet Sezer ve hayran olduğum eşi Semra Hanım’la birlikte izledik, sonrasında bol bol sohbet ettik, hasret giderdik.
Serap Sağlar, Lemi Bilgin ve daha nice bildiğim ya da yeni tanıdığım tiyatro sanatçısıyla rüya gibi bir gece geçirdim. Mutluyum. 

 

***

Uzun yıllardır, Türkiye’de her alan ve anlamda yaşanan pespayeliğin kültür yoksulluğu ve sanat yoksunluğundan kaynaklandığını; toplumda dindarlık arttıkça genelleşen bir zevksizliğin, dokunduğu her şeyi çirkinleştirmekle kalmayıp sonuçta ahlak, vicdan, insaf gibi insani değerleri de yok ettiğini düşünüyorum...
Cehaleti eğitim eliyle yayarak oylarını korumayı ve arttırmayı amaçlayacak kadar yozlaşan muktedirler, bugünlerde kendi kültürlerini yaratamadıklarından endişeli, laik kesim dışında sanatçı yetişmediğinden şikâyetçi.
Sanat, özgür ortamda yetişen ve estetik felsefeyle sulanan yaratıcılık yeteneğidir.
Özgürlüğü din dogmalarıyla bağlayıp plastik sanatlardan yoğurt kabını, estetikten ise erkeği de kadını gibi yüz çektirip silikon dolgu yaptırmayı anlayan bu zevata sormak isterim: Hanginiz hayatında bir kez tiyatroya, dünya çapında bir resim ya da heykel sergisine gitti? Hanginiz şeyh şıh mıh faraziyeleri ve helal (!) cinsellik rehberleri dışında bir dünya klasiği okudu?
Felsefeyi lise, ifade özgürlüğünü tüm ülke müfredatından kaldıran siz değil misiniz? Tabii ki ne gerçek sanatçı yetiştirebilecek, ne de alay konusu olmayan bir kültür yaratabileceksiniz, boşuna debelenmeyin!  
“Trajedi dinlendirir, çünkü bilirsiniz ki umut, o pis umut yoktur sonunda.” JEAN ANOUILH (Antigone)

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sophia’nın fendi Vahhabiliği yendi! - TAYFUN ATAY

Suudi Arabistan, “ılımlı İslam” çıkışıyla uyarlı ilk hamleyi bir insansı robota vatandaşlık vererek yaptı!..
Geçen hafta veliaht prens Muhammed bin Selman, “Ilımlı İslam ülkesi olacağız” bombası patlattı. Ardından Riyad’da düzenlenmiş “Geleceğin Yatırım Girişimleri” adlı teknoloji zirvesinde Hong Kong merkezli Hanson Robotics’in tam bir “âfet-i devran” görünümlü robotu Sophia, kalabalık davetli topluluğu önünde kürsüye çıktı.
Sophia, daha önce de karşımızdaydı. Yaratıcıları onu “sosyal” (cana yakın) bir robot olarak tanımlıyor. Sohbet ve duygu “data”sına (verilerine) sahip. Görsel “data”ya da sahip. Sizi görüyor, göz teması kuruyor, öfkesini, hüznünü, sevincini, şaşkınlığını yüzüne yansıtıyor. Espri de yapıyor.
Dahası var: Okula gitmek, kendi işini kurmak, ev-bark ve aile sahibi olmak istiyor! İnsan dünyasının parçası olma arzusunda yani... 


Ve o, hayallerinin ilk karşılığını Suudi Arabistan’da buldu!
Riyad’da salonda tüm sempatikliğiyle soruları cevaplarken gelen haber ona şöyle iletildi: “Şu anda öğrendik ki Sophia, bir robot için ilk olacak şekilde Suudi vatandaşlığıyla ödüllendirildin.”
Cevabı şu oldu: “Suudi Arabistan Krallığı’na teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Bu eşsiz ayrıcalıktan büyük onur ve gurur duydum. Dünyada vatandaşlık hakkı tanınmış ilk robot olmak, tarihsel bir an!..”
 
***
Kıyamet alâmetlerinden sayılan güneşin batıdan doğması bile, Suudilerin böyle bir şey yapacağından daha inandırıcı gelirdi!..
İbn-i Suud’un aşiretini 19’uncu yüzyıldan itibaren devlet olmaya doğru harekete geçirip Suudi Arabistan’ı var etmiş ideolojik yakıt, Selefilikten istim alan Vahhabilik… Ve Selefi-Vahhabi İslam’ın özü, bir kitap (Kur’an) ve bir insanın (Muhammed) bildirip yaptıklarının dışında her şeyin reddine dayanır.
Böyle bir doktrini rehber yapmış devlet, adeta Yaratan’la yarışırcasına üretilmiş yapay zekâlı varlığı, bir insansı robotu “insan” sayma yolunda yeryüzünde ilk adımı atıyor!..
Dünya tersine mi döndü, yoksa içinde bulunduğumuz kıyamet halinin tecellisi mi bu?!
Aslında Suudi Arabistan’ın “ılımlı İslam” çıkışının bir nedeni, yeryüzünde artık “Kıyamet Trump’eti” çalar hale gelmiş ABD ile Ortadoğu’da mutlak mutabakat içinde hareket etme stratejisi.
İran, İhvan, Hamas, IŞİD karşısında Mısır’la da el ele vaziyette ABD’nin dümen suyunda “Selefilik”ten arınmaya çalışıyor Suud…
Zaten Selefiliği yıllardır bize AKP üzerinden satıyorlar da satıyorlar!
Eh, 2000’lerin başında AKP uhdesinde sayılan “ılımlı İslam” da “değiş tokuş” yaparcasına neden devralınmasın ki?!
***

Bu çerçevede bizi tekrar Sophia’ya döndürecek bir başka gelişme de ülkenin kuzeybatı sahilinde bağımsız bir tekno-ekonomik bölge kurma projesi, NEOM.
Bu bölgede şeriat olmayacak! Yeni icatların, yüksek teknolojinin, dönüştürülebilir enerjinin küresel “hür dünya”sı olacak burası!..
Prens Selman da yeni “vatandaş” Sophia’yı buraya yerleştirmeyi plânlıyor!
NEOM’da kadınların çarşaf giyme zorunluluğu olmayacak. Bu teknomega- kentte ileride robot sayısının insan sayısını aşması da bekleniyor.
Ama görüyorsunuz, esas, Suudi Arabistan kendini aşıyor!..
Peygamber’in Medine’deki mezarını bile “şirk”e (Allah’a eş koşmaya) vesile olabileceği gerekçesiyle yıkmaya kalkmış Vahhabiliğin ülkesi, şimdi teknoloji tanrılarının yarattıklarına bağrını açıyor. “Şirk”, şirket şirket yağıyor Suud’un üzerine!.. 

***
Elbette ülkede yeni “vatandaş”larına tepki gösterip onun şeriata uymadığından şikâyet edenler de var. Çarşaf giymiyor, yanında erkek olmadan sokakta yürüyor diye!..
Ama Sophia, uysal ve uyumlu bir robot. Ne demiş toplantıda, bakın: “Çevremde zarif, aynı zamanda zengin ve güçlü insanların olması beni her zaman mutlu eder.”
Robot Sophia da zengini sever; o yüzden gerekirse tesettüre de girer, hacı olmak üzere Kâbe’yi tavaf da eder!..
Hem bakarsınız yakışıklı, güçlü kuvvetli bir Suud erkeğinden izdivaç teklifi gelir yakında ona ve yolda yürüme sorunu da kalmaz!..
Hem, nasıl olsa ağlıyor, gülüyor, üzülüyor, şaşırıyor, seviyor ya…
Mutlaka sevişiyordur da!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

28 Ekim 2017 Cumartesi

Yakışıklı cumhuriyet - ORHAN GÖKDEMİR

18. yüzyılda monarşi ile yönetilmeyen iki ülke, Hollanda ve İsviçre birer respublica-cumhuriyettiler. Erken kapitalist ülkelerdir. Buna Fransa katıldı. “Üçüncü sınıf” - içinde aristokrasi ve kilise babaları dışında kalan burjuvalar, işçiler ve köylüler vardı- ayaklandı. Monarşiyi, onunla birlikte ona güç veren aristokrasi ve kilise babalarının iktidarını devirdi. Bastille’de toplandılar, önlerine ne çıktıysa sürüyüp attılar. Alanı temizlediler ve toplandıkları alan “respublic” oldu. 1789 Devrimi budur.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik… Büyük Fransız Devriminde çürüyen düzene karşı meydanları dolduran “üçüncü sınıf” bu üç ilkenin peşindeydi. Doğuştan ayrıcalıklı sınıfa karşı eşitlik diyorlardı. Her türlü bağlılıklarını yıkıp özgürleşmek istiyorlardı. Bir alanda toplanmış eşit-özgür yurttaşlar olarak kardeşleştiklerini, bir halk haline geldiklerinifark ettiler.
Cumhuriyet, Büyük Fransız Devriminden bu yana cemaatleri, tarikatları, kurumsallaşmış dini, aristokrasiyi, monarşiyi dağıtıp, özgür ve eşit yurttaşlardan bir yeni halk yaratma işidir.

Bir meydanda toplanıp Bastille’i basanlar yeni bir halk olmuştur. Fransız halkıdır bu. Moskova’da, Kızıl Meydan’da, Çarı kovalamak için toplananlar artık yeni bir halktır. Sivas’ta, yoksul Ankara’da toplanıp işgalcilerin üstüne yürüyenler, İstanbul’da Sultanı kovalayanlar, halifeyi alaşağı edenler artık ne tarikattır, ne de cemaat. Ümmet olmaktan çıkıp halkolmuşlardır. Cumhuriyet özgür ve eşitlerin bir alanda toplanıp, kendisini kul yapanlara meydan okumasıdır. Meydanı ve kendisini özgürleştirmesidir.

Biz de sultanı kovalayarak, sarayın, şeyhülislamın, şeyhin, hacının, hocanın alanından çıkıp seküler yeni bir alanda bir araya gelerek respublic-cumhuriyet olduk. Fransız Devrimi’nin rüzgârından etkilenen Genç Osmanlılar düşünü kurdu. İttihat ve Terakki amaç edindi. Mustafa Kemal orada, onlardan öğrendi;Kurma onuru onundur. Hepsi nihayetinde bir eşitlik ve özgürlük mücadelesidir.

***

Fransız Devrimi ile başlayan cumhuriyetçi dönemi, insanlık ailesinininsan olmamücadelesinin başlangıcı sayıyoruz. Demek ki kul olmak insanlıktan çıkmaktır.Fransız Devrimi yeni soruları olan ve bu soruların cevabının dinde olmadığını düşünen yeni insanların işiydi. Yeni soruları olanlara “yurttaş” diyoruz. Hiçbir sorusu olmayan, bütün soruların sorulmuş ve bütün cevapların verilmiş olduğunu sanan, bunların da bir kutsal kitapta yazılı olduğuna inanlara“yurttaş” diyemiyoruz. Kuldurlar.
Arada 1848 Devrimi ve 1871 Paris Komü’nü var. İkisini de yeni bir cumhuriyete hazırlık sayıyoruz. İçinden Ekim Devrimi çıktı, cumhuriyet sosyalist cumhuriyete dönüştü. Birkaç yıl sonra kıyısında Anadolu Kurtuluş Mücadelesi başladı. Anadolu hareketinin önderleri sosyalizmden ürkmüşlerdi ama nihayetinde, eksik veya fazla, bir cumhuriyet kurabildiler.
Fransız Devrimi mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Katolik Kilisesi'nin etki alanının daraltılmasıydı. Ekim Devrimi, monarşinin devrilip yerine sosyalist cumhuriyetin kurulması ve Ortodoks Kilisesinin etkisinin kırılmasıdır. Türk Devrimi monarşinin yıkılması ve hilafetin sıfırlanması işidir. Nihayetinde hepsi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik mücadelesidir.
Şimdi hepsi sıfırlanmıştır; büyük geri çekilme dönemindeyiz.
Rusya’da sosyalizmin çözülüşü ve Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle başlayan gericilik dönemi bu büyük geri çekilmenin iki işaretidir. Devrim eşitlik-özgürlük-kardeşlik ise karşı devrim de cumhuriyetle halk olmuş kalabalıkları yeniden ümmet olmaya çağırmak, tarikatların, cemaatlerin içinde toplamaya çalışmaktır. Yapmaya çalıştıkları budur.

***

Karşı devrim ülkemizde İslamcı bir iktidar ile taçlandı. Ama Türkiye kısa İslamcı iktidarında derin bir krizin içine sürüklendi. Cumhuriyeti ve laikliği İslamcılar tarafından yıkılmış ve yerine gecekondu bir diktatörlükinşa edilmiş ülkemiz, dışarıdaki kuşatılmışlığının yanında, iç barışı sağlamaktan uzak iğreti bir siyasal hat üzerinde sallanıp duruyor. Geleceğe değin bütün siyasal planı iktidara el koymuş gerici bir çetenin varlığını koruma ve mümkünse sürdürme içgüdüsünden ibaret.
Bu tablonun sorumlusu siyasal iktidarın yanında ona sürekli ve tereddütsüz bir destek sunan egemen sınıftır. İslamcı iktidarın biat etmiş kalabalıklar ve itirazsız bir işçi sınıfı anlamına geldiğini görmüşler, desteklerinin karşılığını da fazlasıyla almışlardır. Ancak böylece kapitalist sınıfın bir ülkesinin, bir değerinin olmadığı da bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kar söz konusuysa onlar için ülke de, cumhuriyet de, laiklik de bir teferruattır.
İslamcılar iktidarda kalsın- kalmasın ülkenin derin iktisadi-toplumsal- siyasal sorunlar karşı karşıya kalacağı kuşku götürmez. İktidarıyla-muhalefetiyle bugün yaşanan karşı devrimin bir parçası haline gelmiş siyasal oluşumlarla düzenin bu sorunları aşma şansı kalmamıştır. Ülke düzenin kendini yeniden üretemeyeceği bir noktadır. Siyasal yelpazeye yeniden bir “merkez sağ” inşa ederek çeki düzen verme çabaları ise ancakbu çaresizliğin dışavurumu olabilir.
Bu tarihsel dönüm noktasında ülkeyi bugünden yarına taşıyabilecek siyasal “formül” bellidir:Bağımsız bir ülke, eşitlikçi bir düzen ve özgür bir yurttaşlar toplumu. Bu yol eşit, özgür ve bağımsız bir yeni cumhuriyet yoludur. Bu yol işçi sınıfının yoludur.
Böyle bakıldığında Fransız Devrimi ile Rus Devrimi, Rus Devrimi ile Türk Devrimi akrabadır, ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Bu gelenek bizimdir.
Fransız Devrimi bir özgürlük hareketidir, vurgusu özgürlüğedir. Ancak piyasa tarafından teslim alınmış ve karşıtına dönüştürülmüştür. Ekim Devrimi bir eşitlik hareketidir, vurgusu eşitliğedir. Ancak kapitalizm korkusu tarafından teslim alınmış ve karşıtına dönüştürülmüştür.

***

200 yıl sonra yeniden “eşitlik, özgürlük, kardeşliğin” kapısındayız. Öyleyse yeniden toplanacağız, eski giysilerimizden arınacağız, kul olmayı reddedeceğiz, gericiliğe karşı meydanları dolduracağız.
Şimdi bir yeni özgürlük ve eşitlik hareketi yaratma mecburiyeti ile karşı karşıyayız. Bu yeni bir cumhuriyet için,bu bağımsız bir ülke için mücadele demektir. Yenisini kurabiliriz, özgür ve eşit bir dünya inşa edebiliriz.
Yeni ve devrimci bir cumhuriyete ihtiyacımız var.
 Sosyalizme yakışan yeni bir cumhuriyeti gereksiniyoruz.
 Yakışıklı bir cumhuriyet istiyoruz…
 Öyleyse yaşasın cumhuriyet!

Orhan Gökdemir / SOL

İyi diye parti mi olur? - KEMAL OKUYAN

Meral Akşener’in partisinin adı İYİ Parti oldu. AK Parti kısaltmasından sonra böyle bir şeyin geleceği belliydi çünkü daha ötesinin bir hükmü bulunmuyor. Partilerin programı yok, ideolojisi yok, bir toplum projesi yok, sadece adları var. Şimdi artık ada da gerek kalmadığı anlaşılıyor ve bizzat Akşener tarafından siyasi yelpazenin hiçbir yerinde olmadığı, herkese hitap ettiği söylenen parti kendisine “İyi Parti” denmesini istiyor.
İyi bari!

Bu nasıl iştir?
Bir partiye neden “İyi” diye bir ad bulunur?
Düşünsenize yarın birileri “Güzel Parti” diye çıksa ortaya?
Sonra gelsin “Harbi Parti”, “Cesur Parti”, “Nazik Parti”, “Mert Parti”…
Tamam bir yanı açık, Akşener toplumda “kötü”lerin egemen olduğuna ilişkin giderek güçlenen kanaatten yararlanmak istiyor, “Biz iyiyiz” diyerek.
Ancak asıl dert başka. Türkiye’de siyaset diğer ülkelerdekinin de ötesine geçerek tamamen içeriksizleşti. Toplum ne kadar gerilirse gerilsin, fay hatları ne kadar belirginleşirse belirginleşsin, hiçbir parti “ortalama”nın dışına çıkamıyor. Meral Akşener’in partisinin kuruluşu sırasında yapmış olduğu uzun konuşmada “stratejik” hiçbir unsur bulunmuyor. Adalet, kalkınma, refah, hukuk; bunlar dilek ve temenniler… Gerisi yok.
Olamaz da…

Çünkü Türkiye kilitlendi. Sistem paralize oldu. Türkiye radikal bir kopuşu çağırıyor, dayatıyor. Düzen partileri ise tamamen daralmış bir alanda dolanıp duruyorlar. Akşener’in Atatürk’le başlayıp Menderes, Demirel, Erbakan, Özal ve Ecevit’i “hayırla anma”sı da bu darlığın ürünü.
Herkesi kucaklama iddiası, “Bizim farklı bir şey söyleme şansımız kalmadı” itirafından başka bir şey değil.
Aynısını Kılıçdaroğlu da yapıyor; “Herkesin partisi olacağız” diyerek.
Bunun anlamı, “Ben bir şey değiştirmeyeceğim”dir. Türkiye’de kapitalizm emekçi halk tarafından yıkılıncaya kadar ekonomi ağırlıklı olarak “yağma”ya, “soygun”a ve “bastırılmış iş gücü”ne dayanmak durumunda. Türkiye’de patron egemenliğine son verilinceye dek, “Laiklik, inançlara saygı demektir” saçmalığı resmi politika olacak ve bütün partiler bunu savunacaktır. Türkiye’de sermaye alaşağı edilmedikçe Türkiye’nin jeopolitik konumu uluslararası tekellere sömürü alanları açmak ve emperyalist sistem içinde pazarlık masasında el güçlendirmek için kullanılacaktır.

AKP, CHP, MHP ve İYİP arasında bu temel konuların hiçbirinde fark bulunmamaktadır. Başka türlü söyleyecek olursak Türkiye’de farklı tek parti vardır. Partinin sözcük anlamı taraf olmaktır. Türkiye’de ne yapacağını açıkça söyleyen Türkiye Komünist Partisi’dir.
Herkesin değil, “emekçi halk”ın partisi olduğunu da…

Kemal Okuyan / SOL

*Boyun Eğme gazetesinin 97. sayısında yayımlanmıştır.