10 Aralık 2017 Pazar

Sahte hayatımızın hakiki komedisi: ‘Aile Arasında’ - TAYFUN ATAY

Nazım Hikmet nasıl vatan hainliğine devam ediyorsa hâlâ…
Gülse Birsel de yalan dünyamızın ipliğini pazara sermeye devam ediyor hâlâ!..

***


Gülse’nin “Yalan Dünya”sı, televizyon dizi tarihimizin başyapıtları arasında yer almayı hak etmiş çalışmadır. Reyting sistemine dinbaz-politik müdahale marifetiyle ekrandan kovuldu. Yine Nazım’dan çağrışımla yazmıştım zamanında, o, bir “memleketimden insan manzaraları” idi.
Dizide bir kültürel parçalanma içinde akıp giden hayatımızın doğudan batıya, kentten kıra, mondenlikten zontalığa her tarafına zıplayarak ürettiği karakterleri, sosyolojik ilgiye değer bir beceriyle seyrimize sunmaktaydı Gülse.
Aile, evlilik, akrabalık, komşuluk, töre, âdet ve geleneğin, en önemlisi de “erkekliğin” iç yüzüne sondajlar yapıp bunların hâlihazırdaki samimiyetsizliklerini ifşa etmekten hiç mi hiç kaçınmamaktaydı Gülse.
Ancak bunu yaparken hâlâ insandan umudu kesmemenin de;
Suçu, “Sistem” denen bir kocaman yanlışlığın kurbanı bireylerde aramamak gerektiğinin de;
Aile, akrabalık, dostluk ve arkadaşlığın, kısacası tümüyle insan toplumsallığının hâlâ dayanışma, paylaşma, sevgi, güven, umursanma ihtiyacımız açısından varlığının ve öneminin altını çizmekten de geri durmamaktaydı Gülse…

***
 
Gülse bu minval üzere, Türkiye’nin gündelik hayat sosyolojisini müthiş eğlenceli bir ciddiyetle yazmaya devam ediyor hâlâ…
Televizyondan “politik zor”la kovulmuş “Yalan Dünya”yı sinemaya, üstelik çok daha özgür, eleştirel, zengin, özellikle hayatımızda bir “direniş stratejisi” olarak mevcut argo ile zengin ve argoyu da tatlı tatlı estetize etmiş şekilde taşıyarak, yoluna devam ediyor.
Vizyondaki filmi “Aile Arasında”nın ilk izleme sonrası düşündürdükleri bunlar.
Daha, çok izleyeceğim.
Elime not defterimi alarak gidip izleyeceğim!..

***
 
Filmde bitmiş bir evliliğin ve hiç-başlamamış bir evliliğin (yani 21 yıl uzatmalı, “Sistem’ce gayrı-meşru” meyvesi de olan bir ilişkinin) iki iyi huylu karakteri (Demet Evgar-Engin Günaydın) baş rolde buluşturulmakta. Onlara her iki ilişkiden kötü huylu karakterlerle takviye yapılmış (Gülse Birsel-Şevket Çoruh). Cihangir’den Adana’ya açılan ve kültürel açıdan “parçalı-bulutlu” bir mekân yelpazesinde, o uzatmalı ilişkinin “gayrı-meşru” meyvesinin (Su Kutlu) yine “Sistem”ce imkânsız evlilik macerası, kahkahalandırıla kahkahalandırıla anlatılarak yol alınıyor.
Şu “Sistem” dediğin de ne ola mı diyorsunuz?..
“Sistem”, karı-kocalığın da, babalığın da, analığın da, evlatlığın da, evlilik, aile, akrabalık ve dostluğun da “para” olduğu bir ekonomi-politik örüntü.
Bu örüntüden ustalıkla süzdüğü karakterleri önümüze koyuyor Gülse: Monden, koket ve felaket Mihriban (Gülse Birsel); hönkürdek fakat hödük Adanalı zengin kebapçı Haşmet (Erdal Özyağcılar); onun karısı, hem fettan hem de “oynak” Mükerrem (Devrim Yakut); Mükerrem’in kocasından değil “sütçü”den olma saftirik oğlu Emirhan (Fatih Artman); “yanlış hayat”ın sillesine dayanmayı hırtlıkta bulmuş uzatmalı “dost” ve vefasız baba, klarnetçi Necdet (Şevket Çoruh); hem onun kafasını sopa ile kırmak için, hem de aynı “yanlış hayat”ın kıçına bir “doğruluk” sopası sokmak istercesine tabloya yerleştirilmiş pavyon şarkıcısı, trans birey Behiye (Ayta Sözeri); ve içerisinde ne aşkın ne de sevginin, sadece ve sadece paranın bulunduğu bir evlilik cenderesinde hâlâ nefes alıp vermeye çalışan, “Antidepresanların Gülümser” (Devin Özgün Çınar)…
Dahası var ama bu kadarı bile Nazım’ın romantik-dramatik “Memleketimden İnsan Manzaraları” destanını Gülse’nin şu kıyamet çağında trajik-komik mahiyette nasıl güncellediğini işaret etmeye yeter de artar.

***
 
Tabii “Aile Arasında”, bize “memleketimden insan manzaraları” yanı sıra, bununla bağlantılı, ilişkili, titreşimli mahiyette yaşadığımız hayatın “sahtelikler silsilesi”ni de sunuyor.
"Kutsal" aile, "yüce" evlilik kurumu, "değerli" akrabalık ve hemşehrilik bağları… Bunların hepsinin birer “serap”tan ibaret olduğunu içten içe bilsek de kendimize dahi itiraf edemiyoruz çoğu zaman… “Kamusal senaryo” buna izin vermiyor.
Gülse, hepimizde “saklı senaryo”yu açığa çıkarıyor.
Filmde izliyoruz: Evlilikler sahte, aile ilişkileri sahte, akrabalık bağları sahte, düğünler sahte, kına geceleri sahte, ölen dedenin arkasından ağlamalar sahte…
Yani gösteri, yani “şov”…
Gülse, bu sahteliği, bu hayatımıza hâkim, koskocaman “realite-şov”u yapıbozuma uğratıyor.
Ve bu “şov”un realitesi ile bizi çatır çatır yüzleştiriyor.
Heyhat, hem de hepimizi kahkahalara boğarak yapıyor bunu!
Aşk olsun ona, aşk olsun!..

***
 
Kişiselleştirerek bitireceğim ama yine de bir başka küresel-toplumsal “sahtelik” haline göndermeyle yapacağım bunu…
Yıllar yılı “1 Kadın 1 Erkek”te (ki o da dinbaz-politik müdahaleye kurban bir dizi) tutkunu olduğum Demet Evgar’ı filmde gayet yaşlanmış halde izledim.
Yalnız, üzülerek değil, sevinerek izledim!..
Sevinçle, neşeyle, mutlulukla ve daha da büyük bir tutkunlukla izledim.
Demet, yaşına, yaşlanmasına, yaşlılığına o kadar güzel sahip çıkmış ki!..
O kadar güzel yaşlanmış ki!..
Yaşlandıkça o kadar daha olgun ve çekici bir güzellik eklemiş ki kendine…
İnsanlık adına içim ferahladı.

***
 
Demet belli ki yaşlandıkça güzelleşecek, yaşlandıkça güzelleşecek, yaşlandıkça güzelleşecek…
Ve böylece yaşlandıkça ölümsüzleşecek.
Malûm, yaşlılık, “yaşarken ölmek”tir diye bellettiler bize hanidir ve şu yalan dünyada hepimize “Yaşasın anti-ageing” dedirtir oldular.
Ben filmden çıkarken bir de Demet’i hayal ettim sokaklarda, caddelerde, meydanlarda…
Yaşlandıkça kusursuzlaşan, daha da komik, daha da sevimli, daha da seksi, daha da “kutsî” hale gelen güzelliğiyle…
“Yaşasın Yaşlılık, Kahrolsun Anti-Ageing” diye slogan atıp yürürken!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Tabelalar söküldü ama yol Trump’a çıkıyor! - ERK ACARER

Kefen niyetine fırfırlı perde kuşanan zihnin ilk hedefi Ayasofya; ileri. Taktik filan yok; Kudüs’e karşı Ayasofya. Sahi, Ayasofya nere Kudüs nere!
• • •
Yahudilere Hz. Musa tarafından vaat edilmiş topraklar. Hz. İsa’nın doğduğu yer. İslam Peygamberi Hz. Muhammed buradan göğe yükseldi, Miraç’a çıktı. Kudüs, üç semavi din açısından da kutsal, önemli. İlahi adaletin latifeyi seven yüzü!
• • •
ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü, İsrail’in başkenti ilan ettikten sonraki en radikal eylem, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından gerçekleştirildi. Tüm dünyaya kapak oldu. Şişli-Mecidiyeköy metro hattındaki Trump Alışveriş Merkezi’ne ilişkin yönlendirme tabelaları söküldü.
• • •
Tüm Ortadoğu’da ve üzerine bastığımız topraklarda aynı. İşbirlikçi Krallar, Sultanlar… Kapalı kapılar ardında anlaşmalar imzalayıp, halklarını yalanlarla avutuyorlar. Eğitimsiz bırakılmış toprakların kaderi.
• • •
Henüz Kasım ayında Trump Kudüs için Suudilerle anlaştı. Bölge ‘Kudüs kararına’ hazırlandı. Türkiye önceden hazırdı ama! 28 Haziran 2016 tarihinde İsrail ile Türkiye arasında 31 Mayıs 2010 tarihindeki Mavi Marmara hadisesine yönelik bir anlaşma imzalandı.
• • •
Anlaşmanın 6 maddesi olsa da 5’i zaten ilk maddeye ilişkindi. İlk başlıkta özetle Mavi Marmara gemisinde yakınlarını kaybeden ailelere 20 milyon Amerikan Doları ödeme yapılması kararlaştırıldı. Bir nevi kan parası. Siyaset; açıkça hem Mavi Marmara’yı hem de al takke ver külah ilişkiler yürütüp, iç savaş bölgelerine ‘vicdani olanından yardım malzemesi’ taşıyan İnsani Yardım Vakfı’nı (İHH) sattı.
• • •
İHH’ye uzanan bu satışın bir de mesajı vardı elbette. Günün birinde, ‘Suriye’de neler olmuş neler’ defteri hukuk çerçevesinde açılacak…
• • •
Ana temaya dönersek… Ümmet Ayasofya’da Cuma namazı ile Cola dökme eylemi arasında dönüp duruyor. Sesler gür çıkıyor: “Kudüs bizim!”
Kudüs, sizin filan değil. Suudi Kralla döndürülen fırıldaklar da Erdoğan’la imzalanan anlaşmalar da bunun böyle olmadığını gösteriyor.
• • •
Defalarca yinelemek elzem. Siyasal İslam’ın maskaralığı. Makyajı akan suratı! Filistin’deki Hristiyanları yok sayıp direnişi bile bölmeyi başaran işe yaramaz, İhvan projesi. Amerikan emperyalizminin kuklaları, ABD’ye bir taşla iki kuş vurmayı nasip ettiler. Ortadoğu, radikal Müslümanlar eliyle yıkılıp yeniden dizayn edilirken, aynı radikaller işgalin bahanesi olarak da kullanılıyorlar. Kudüs, işin geldiği yer.
• • •
Kudüs ümmetinmiş, Ayasofya ibadete açılacakmış!
Aşamadıkları ganimet kültürü ve sahiplenme duygusu yerine, evrensel değerler, insanın ortaklaşması, yıkıma karşı dayanışma, barbarlığa karşı birliktelik ruhuyla hareket edilebilseydi keşke. Kudüs de Ayasofya da halkların kaderi, ortak mirasıdır. Bu anlaşılabilseydi.
• • •
Tüm Ortadoğu’da ve üzerine bastığımız topraklarda aynı. İşbirlikçi Krallar, Sultanlar…
Keşke görebilselerdi ama kandırıldılar. Ne denir; kel başa şimşir tarak.
Şişli-Mecidiyeköy metro hattındaki Trump Alışveriş Merkezi’ne ilişkin yönlendirme tabelaları söküldü ama yol Trump’a çıkıyor!


Erk Acarer / BİRGÜN

Kardak milliyetçiliği - OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU

Apaçık ortada duran Reza’letler, yolsuzluklar, hırsızlıklar unutulup gidecek sanılıyor; hızını alamayanlar, her türlü muhalefeti, bütün ömrünü emperyalizme karşı mücadeleye adamış devrimcileri ‘Amerikancılık’la suçlamaya kalkıyorlar.


Türkiye’de siyasi iktidarların başı, oldum olası hep derttedir. Daha çok köklü-tarihsel nedenlerle bir türlü çözümlenememiş ekonomik sosyal sorunlar, bazen faizi bile ödenemez hale gelen dış borçlar gibi nedenlerle başı derde giren bütün iktidarlar, çareyi hep milliyetçilik silahına sarılmakta bulmuşlardır.

Eskiden böyle durumlarda en çok karşılaştığımız hadiselerden biri Ege Adaları etrafında yaratılmaya çalışılan bir Yunanistan düşmanlığıydı. Benim siyasi gençlik yıllarımda bir bakardık, garibim ‘Kardak kayalıkları’ etrafında bir fırtına kopmuş! En başta Hürriyet, bütün gazetelerimiz bayraklarla donanır, Genelkurmay başkanları, başbakanlar ayaklanır, güzelim Ege Denizi’nde ‘Türk F104’leri Yunan F104’ leriyle ‘it dalaşına’ tutuşur, bir grup deniz komandosu tarafından kayacıklar kurtarılıncaya kadar milletçe neredeyse bütün dertlerimizi unutmuş gibi olurduk. Neredeyse bütün ülkemiz işgal altındayken, karşı kıyıdaki dostlarımızın halinin bizden hiç de farklı olmadığından bihaber!
Erdoğan’ın Atina ziyareti sırasındaki seremoni kazası böyle bir ‘it dalaşına’ dönüşmediyse bunun nedeni, kuşkusuz Türkiye’nin bugün öyle küçük milliyetçilik gösterileriyle üstesinden gelinemeyecek kadar büyük sorunlarla yüz yüze olmasında.
•••

Bugün AKP iktidarının hem bölgede hem içerde, büyük ölçüde kendisi tarafından uygulanan politikalarının bir sonucu olarak da ortaya çıkan sorunlar içinden çıkılmaz bir noktaya geldi. Kendisiyle birlikte ülkeyi de içinden kolay sıyrılamayacağı bir açmazın içine sürükleyen iktidar, Türkiye’nin bir ‘beka sorunuyla’ karşı karşıya kaldığı gerekçesiyle hemen her sorunun üstünü yerli ve milli bir örtüyle kapatma çabasında.
Şimdi karşılarındaki muhatapları da kendilerini iktidara taşıyan ve eşbaşkanlığını yaptıkları Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki ortakları Amerika, NATO ve bilcümle Batı devletleri.
AKP/Erdoğan iktidarı şimdi her tarafı delinmiş yelkenlerini, böyle kuvvetli bir milliyetçilik rüzgârıyla şişirerek içine düştüğü girdaptan kurtulmaya çalışıyor.

•••

15 Temmuz Darbe Girişimi, ‘Zarrab davası’ gibi olaylar etrafında kopartılan yaygarayı bir yana bırakıp meselenin esasına bakmak lazım.
Erdoğan’ın konuşmalarındaki esip gürlemeler arasında ‘Zarrab davası vesilesiyle kendilerine şantaj yapıldığı’ ifadeleri dikkat çekiyor. Bu şantaj konusunun Türkiye’nin güney sınırları ‘PYD/ Kürt koridoru’ olduğu bazen açık, bazen dolaylı olarak ifade ediliyor. Zaten konuyu görüp duymayan da yok.
Burada gerçekten Türkiye’nin bir beka sorunuyla karşı karşıya olup olmadığı ayrı mesele. Ortaya çıkan durum aslında AKP’nin başından beri Amerika’nın güdümünde takip ettiği tutarsız, fırsatçı, ilkesiz iç ve dış politikalarının sonucu. Bugün ‘şantaj’ konusu olarak ortaya çıkan hususlar, en başından Ortadoğu’yu etnik-dinsel-mezhepsel ayrımlara dayalı olarak yeniden dizayn etmeye yönelen ve bütün bölgeyi yıllardır kan gölüne döndüren tablo, Amerika ile hep birlikte yürüdükleri yolun bir sonucu. Bu yüzden şimdi ‘Türkiye’nin beka sorunu var’ diyerek her türlü muhalefet üzerinde baskı kurmaya, dahası, arkalarında durmayan, tamam Amerikan ambargosundan bize ne ama, apaçık ortada duran yolsuzluklardan, rüşvetten bahseden her türlü muhalefeti vatan hainliğiyle suçlayarak bu ağır tarihi sorumluluğun altından kalkamazlar.

•••

Gittikleri yolun sonunun FETÖ vakasıyla, 15 Temmuz’larla, Zarrab davalarıyla, şantajlarla... şimdi nereye vardığı ortada. Şimdi BOP’la birlikte ‘Yeni İslamcı Türkiye’ projesinin mimarlarından Graham Fuller hakkında Türkiye’de tutuklama kararı çıkarılmış, bir zamanlar bir pazar günü ellerinde çivili sopalarla; Altıncı Filo’yu protesto eden devrimci gençlere saldıranlar, Deniz’leri asanlar, Mahir’leri katledenler dehşetli ‘anti Amerikancı’ kesilmiş. İktidar yanlısı medya organları kadim Amerikan muhipleri’nin Amerika’ya, NATO’ya vb. atıp tutmaları, fena halde yerli ve milli tafralarıyla dolduruluyor. Yaratılan gürültü patırtı arasında apaçık ortada duran Reza’letler, yolsuzluklar, hırsızlıklar unutulup gidecek sanılıyor; hızını alamayanlar, her türlü muhalefeti, bütün ömrünü emperyalizme karşı mücadeleye adamış devrimcileri ‘Amerikancılık’la suçlamaya kalkıyorlar.

Bütün bunlar beyhude, her şey apaçık, gün gibi ortada. Bu yüzden belki önce tepeden başlayarak, geri dönüp kendi yürüdükleri yollara bir baksalar, yapabiliyorlarsa kendileriyle bir yüzleşerek, gene yapabiliyorlarsa en başından bu yana gerçekleri anlatan, ABD politikalarının bütün bölge halklarını nasıl bir felakete sürükleyeceğini açıklayan insanlardan, bu ülkenin aydınlarından, gerçek yurtseverlerinden, devrimcilerden özür dileyebilseler...
Sonra merak etmesinler, nasıl olsa kendilerinden öncekiler gibi, yazının başında değindiğim zavallı ‘Kardak milliyetçileri’ gibi, bir gün onlar da gidecek.
Ne demişler, yağmur asla sonsuza kadar yağmazmış.
Öyle, sahte deyip geçtikleri birtakım belgelerle falan değil, beyaza kara diyerek, kargaya kartal diyerek kandırmaya çalıştıkları halkın, gücüyle elbet bir gün Hayırlısıyla gidecekler.

 OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU / BİRGÜN

Eski İstanbul'da linç edilen vapur - Burhan AYERİ / Yeniçağ

Burgaz Adası'na 60 kuruşa gidip geldiğimiz günleri iyi bilirim. 15 Fener-Köprü 15 de Köprü-Adalara giderdik. Yani evden çıkıp Kalpazankaya'da teneke üstü midye pişirmenin maliyeti bu kadardı. Bazen de Sirkeci'den Harem'e araba vapuruyla geçer Suadiye Plajı'na kadar yürürdük. Maksat gırgır olsundu. Kimi zaman da liseden arkadaşlarla Eyüp'teki Bostan iskelesinde buluşur ve yeni rotalar belirlerdik.
Bir de daha eski dönemler vardır. Haliç'te Tuzluk adını verdiğimiz meşhur 11 Numaralı Şehir Hatları vapurundan da önce. Ben ona da Suhulet adlı yandan çarklıya da bindim. Ancak Köprü'den Yeşilköy'e çalışan vapurlara yetişemedim. Bu dönemin öykülerini hep babamdan dinledim. Köprü-Yeşilköy hattı açıldığında gördüğü ilgiyi anlamak için arşive girip dönemin gazetelerine bakmak yeterli.
Köprü'den itibaren Kumkapı, Yenikapı, Samatya, Makriköy, -Bakırköy- Ayastefanos -Yeşilköy- seferlerine gösterilen alaka olağanüstü. Babamın anlattığına göre gemiler tıklım tıklım dolu sefer yapardı. En büyük problem ise kimi iskelelere yanaşmak mümkün değildi. Çünkü buralarda deniz sığ idi. İçinde insan yoğunluğu da fazla olunca karaya oturmalar meydana gelebiliyordu. O nedenle bazı yerlerde, yolcular sandallarla kıyıya aktarılıyordu. Aynı şekilde gelenlere de bu yöntem uygulanıyordu. Hareket halindeki vapurlara çifte kürekli sandallarla ulaşabilenler ise sahildekiler tarafından uzun uzun alkışlanırdı.
Vatandaş yine de mutluydu. Çünkü bugünkü adıyla banliyö trenlerinin personeli insanları bıktırmıştı. "Memurların saygısızlığından kurtulalım da denizde yüzmeye razıyız" diyenlerin sayısı hayli artmıştı. Vagonculardan tek şikayetçi olmayan Şark Şimendifer Takımı'nın futbolcusu Aydın Boysan ağabeyimizdi.
Tonton olayı
Yeşilköy'e vapurla gidildiği günlerde İdare-i Mahsusa elindeki en lüks ve dayanıklı gemileri bu hatta ayırırdı. Oysa Köprü-Haydarpaşa-Kadıköy hattını kullananlar bu kadar şanslı değildi. Bu güzergahın Tonton adlı aracı en nefret edilen vapurdu. Bakımsızlığı, pisliği ve en önemlisi arızalarından gına gelmişti. Bir sabah bu tekneden tamamen kurtulmak isteyenler topluca Tontonu batırmaya kalktılar. Anlayacağınız halk az daha bir vapuru linç etmeyi başarıyordu. Bir tarafta ayaklanma olurken, Yeşilköy yolcuları kendilerini bayram arabalarına binmiş çocuklar gibi hissediyordu.
Düşünün Sarayburnu'nu geçtiniz mi fırtına riski bile kalmıyordu. Ahırkapı Feneri'ni gördüğünüz an sizden mutlusu yoktu. Altın ve mavi sahiller ile kıyıları seyretmenin tadına doyulmazdı. Yeşilköy vapuru, bir süre sonra müzik sesleri gelen balık lokantalarının önüne gelirdi. İlk iskele balığı ve meyhaneleriyle ünlü Yenikapı olurdu. Ve daha sonra karpit lambalarıyla aydınlatılmış Samatya. Burası hepsinden daha popülerdi.
Samatya'nın yeniden doğuşu bildiğiniz gibi İkinci Bahar adlı diziye mekan oluşuyla gerçekleşti. Şener Şen, Türkân Şoray, Güven Hokna, Tarık Pabuççuoğlu ve daha pek çok usta oyuncunun rol aldığı yapımın getirdiği şöhret bugün de devam etmekte. Artık Bizans'tan kalma mahzenler ve şarap fıçıları yok ama bir sürü meyhane yan yana durmakta.
Ne ararsan
Sahile doğru olan açık hava balık pazarı asırlara meydan okuyor. Palamutlar, pavuryalar, tezgahlardaki kırmızı soğanlarla süslenmiş lakerdalar 7-24 var. Istakozlar ise Sema Çelebi'nin Kanada'dan ithal ettikleri ama olsun. Midyenin tavası ve dolması bir arada. Topikten kokorece her şey mevcut. Hatta Langa ile Çengelköy hıyarları tezgah komşusu. Samatya'nın en riskli yanı vapurun kısa molasıydı. İkinci düdüğü kaçırdığınız an gelecek vapuru beklemek zorunda kalırdınız. Bakırköy ve bir sonraki iskele Yeşilköy bambaşkaydı. Buralar varlıklı ailelerin, ünlülerin ikamet ettiği yerlerdi. Cenap Şehabettin'in konağı burada idi. Maarif Nazırı Emrullah Efendi'nin köşkü ve Halid Ziya Uşaklıgil'in evi de bu bölgedeydi. Yazarın kalemi ve romanları kadar tavukları da meşhurdu. Hem Ada'da hem Yeşilyurt'taki evlerinde bunları elleriyle beslerdi.
Tek istisna
Yeşilköy öyle günler yaşadı ki "Bir dönem Osmanlı İmparatorluğu buradan yönetildi" demek abartı olmaz. Paris-Berlin tarzı gazete/dergi kioksları ilk kez burada açıldı. Tatavla-Kurtuluş laternalarını Yeşilköy'de gördük. Yabancı tütün, içki ve çikolataların satışı serbestti.
Bütün bu imtiyazlı hayattan sadece bir kişi hep kaçmıştır; Tevfik Fikret. O, Robert Kolej'in altındaki küçük arsasına evini yapmakla uğraştı. Burada yaşadı. Yarı yaşındaki karısı ile Boğaz manzarası seyrederken ömrünü tamamladı. Laf aramızda denizi sever ama vapura binmekten hoşlanmazdı.
Günümüzde yerel yönetimlerin bildiği tek şey var; dört bir yanı deniz İstanbul'da su yolculuğunu unutturmak. Adamları Venedik'te görevlendirsek gondolları müzeye kaldırırlar!

Burhan Ayeri / YENİÇAĞ

Kaynak Yeniçağ: Eski İstanbul'da linç edilen vapur - Burhan AYERİ

9 Aralık 2017 Cumartesi

Pragmatik müstebit - ORHAN GÖKDEMİR

İngiliz savaş kabinesi, 2 Kasım 1917’de Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un imzasıyla Yahudi kökenli Banker Lord Rothschild’e, Siyonist Federasyon’un dikkatine sunulması talebiyle bir mektup gönderdi. Majestelerinin hükümeti mektupta kudretli banker aracılığıyla Siyonistlere, “Filistin’de Yahudi milleti için bir vatan kurulmasına olumlu baktıklarını ve bu hedefin gerçekleşmesini kolaylaştırmak için gayret göstereceklerini” müjdeliyordu. Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bu metin İsrail’in kuruluşu fermanıdır. O tarihten bu yana bütün Ortadoğu o deklarasyon çerçevesinde şekillenmektedir.

Mektubun yazıldığı tarihte Filistin topraklarında yaşayan yaklaşık 660 bin nüfusun 600 bini Müslüman - Hıristiyan Arap, 60 bini Yahudi’ydi. O 60 bin Yahudi’nin çok önemsiz bir kısmı Siyonist hareket nedeniyle Filistin’e göç edenlerden oluşuyordu.

O tarihten sonra İngiliz emperyalizminin ve Siyonizm’in gücünü arkasına almış üç-beş bin fanatik Yahudi bütün Filistin’i hallaç pamuğu gibi attı ve sonunda işgal edilmiş Filistin topraklarında İsrail Devletini kurmayı başardı. Yani Kudüs dâhil bütün Filistin toprakları 1917’den beri fiili, 1950’den beri resmi işgal altındadır. Elde kuşatma altındaki Gazze ve Kudüs’ün bir kısmı kalmıştır. O da dün itibariyle elden kayıp gitti.

Bakmayın gürültüsüne, İslamcının umurunda mı sanıyorsunuz? Daha düne kadar AKP iktidarı ile İsrail yöneticileri sarmaş dolaştı. Suudiler İsrail’in ebedi dostu, Mısırlılar da öyle. Siyasal İslamcılar Trump’ın manevrası nedeniyle Kudüs’ün dini anlamını keşfettiler zorunlu olarak. Kutsal şehirmiş, öyle diyorlar. Yürüyüp tepinecekler birkaç gün. Sonra unutacaklar. Oysa Filistin işgal edilmesi meselesi dini bir mesele değildir. Düpedüz emperyalist bir projedir. O proje çerçevesinde bir halkın esir edilmesi ve parça parça yok edilmesidir.

***

Buna kısaca pragmatizm diyoruz. Esası faydacılıktır ve hem emperyalizmin hem de onun icadı olan siyasal İslam’ın felsefesini işaret etmektedir. Filistin bu pragmatizm nedeniyle işgal altındadır ve Filistin’in işgali bu pragmatizm nedeniyle devam etmektedir. Kudüs İslamcının ve emperyalizmin elbirliğiyle düşürülmüştür.

Nedir esası? O, teorisiz pratiğin, yönü olmayan eylemin felsefesidir. Hangi araçlarla olursa olsun amaca ulaşma yöntemidir. Başarı her türlü eylemin biricik ölçüsüdür. Bu ölçü etkili olduğu sürece, yani kişiyi amacına götürdüğü sürece,  istenilen her şeyi kullanmak suç sayılamaz. Pragmatizmde önemli olan biricik soru şudur: Bu, benim işime yarıyor mu? Cevap “evet” ise, bu şey gerçek ve iyi, “hayır” ise, yanlış ve kötüdür. Harry. K. Wells’in “İşbitiricilik Felsefesi” adlı çalışmasından aktardım.

***

Şöyle bir şeyden söz ediyorum…
Temmuz 2016. Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan Barış Anlaşması’nın 93. yılı dolayısıyla bir açıklama yaptı. Şöyle dedi açıklamasında: “Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir... Bu düşüncelerle, Lozan Barış Antlaşması'nın 93. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere, anlaşmanın mimarı olan tüm devlet adamlarımızı rahmetle anıyorum.”
Eylül 2016. Bir açıklama daha yaptı, "Bugüne kadar Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalıştılar. Bunun neresi zafer?" dedi.

Temmuz 2017. Lozan Anlaşmasının imzalanmasının 94. Yıl dönümü. Mesaj şu şekildeydi: "Bugün, Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasının 94. yıldönümünü kutluyoruz. Aziz milletimizin her türlü yokluğa, yoksulluğa ve imkânsızlıklara rağmen yazdığı istiklal destanı, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanında tescil edilmiştir. Türk Milleti, Lozan Anlaşması ile bu topraklardaki bin yıllık varlığını hedef alan Sevr'i yırtıp atmış, bağımsızlığından asla taviz vermeyeceğini tüm dünyaya kabul ettirmiştir."

Birkaç gün önce Yunanistan’a gitti. Lozan anlaşmasının güncellenmesi gerektiğini söyledi, şöyle devam etti; "Lozan sadece Türkiye ile Yunanistan arasında anlaşma değildir. 11 ülkeyi kapsayan bir anlaşmadır. Lozan'da Japonya da var, İngiltere de var, Fransa da var.
Lozan sadece Ege'yi mi kapsıyor?
Ege'nin dışında Lozan'la ilgili hiçbir şey yok mu?
Batı Trakya'daki azınlıkların hukuku yok mu?
Şimdi buradaki azınlıkların hukukunu bu anlaşmayla nasıl teminat altına alacağız?"

***

Mayıs 2010. Abluka altındaki Gazze’ye insani yardım götürmek için yola çıkan iktidar yandaşı İHH’nın organize ettiği Mavi Marmara gemisi uluslararası sularda İsrail Ordusu tarafından basıldı. Baskında gemideki birçok kişi öldürüldü. Bu olay Oslo’daki “van münit” vakasının ardından İsrail-Türkiye ilişkilerini bitme noktasına getirmişti.

Temmuz 2014. Karşılıklı sert beyanlar, itiş kakışlar derken Mavi Marmara bir kahramanlık öyküsüne dönüştü. Erdoğan o tarihte başbakandı. Çıktı "Otorite bizdik ve Mavi Marmara'ya izni biz verdik" diyerek eylemi üstlendi.

Haziran 2016. AKP İsrail ile anlaşıp barıştı, can ciğer kuzu sarması oldu. O nedenle Mavi Marmara davası konusunda da geri adım atma emareleri belirdi. Eylemi organize eden İHH iktidarın yan çizeceğini hissetmiş ve iktidarı eleştirmeye başlamıştı. Erdoğan, o havada çıktı konuştu; "Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?" dedi.

***

Kasım 2015. Durup dururken Suriye sınırında uçan Rus uçağını düşürdüler. Zamanın başbakanı çıktı “emri ben verdim” dedi, olayı övünerek anlattı. Bir ay sonra “haberimiz yoktu, kazara oldu”ya çevirdiler övünmeyi. İki ay sonra NATO’yu kendilerini korumak üzere göreve çağırdılar. Rus ambargosundan sonra ihale tetiği çeken pilota kaldı. Putin’e koşup af dilediler, yalvarıp yakardılar. Sonra cihatçı kiralık katiller sürüsü eliyle düzlemeye çalıştıkları Suriye üzerindeki bütün iddialarından vazgeçtiler.

***

Donald Trump’la ilişkileri daha bir renkli. Mecidiyeköy Meydanına dikili “Trump Tower” üzerinden anlatayım.
Nisan 2012. Trump’ın ortağı olduğu “Trumps Tower Mall” adlı AVM inşaatı tamamlandı. Açılışta Tayyip ve Emine Erdoğan çifti, Aydın Doğan ve kızları, Bakan Beşir Atalay ve şürekâsı toplaşıp kurdeleyi birlikte kesti.
Şubat 2013. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “Trump Towers Mall”ın “tower” ve “mall”ından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi, değişmesini istedi. Yerli ortakları emir telakki etti, Trump Towers'ın “mall”ını “tower”dan aşağı attı. Yerli ve milli “Trump Alışveriş Merkezi” öyle ortaya çıktı.
Aralık 2015. AKP’lilerin jestini dikkate almayan Trump, seçim çalışmaları sırasında Müslümanların ABD’ye alınmaması çağrısı yaptı.

Haziran 2016. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump'ın Müslümanlar aleyhine yaptığı konuşmalara işaret ederek İstanbul'daki "Trump Towers" ismini taşıyan gökdelenlere tepki gösterdi. Açılışını bizzat kendisi yaptığı binalar için, "Ben de bir yanlış yaptım, oranın açılışını yaptım" dedi.
Sonra umulmadık bir şey oldu. Trump seçildi. AKP’liler ve saray Trump’la görüşmek için taklalar atmaya başladı. Mayıs 2017’de görüştüler. Beyaz Saray'daki görüşme “girdisi, çıktısı” 20 dakika sürdü. Dediklerine göre bu 20 dakika AKP son yıllardaki en büyük başarılarından biriydi.
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra Şişli-Mecidiyeköy metrosunda AVM’ye yönlendirmek için asılan “Trump” tabelalarını söktüler önceki gün. O sırada İsrail savaş uçakları abluka altındaki Gazze’yi bombalamaktaydı.

Faydası var, tekrar edeyim: Buna kısaca pragmatizm diyoruz. Esası faydacılıktır ve hem emperyalizmin hem de onun icadı olan siyasal İslam’ın felsefesine işaret etmektedir.

***

Sıkıldım ben bu acayip ve utanılası işleri takip etmekten. Sıkıntıyı atmanın en iyi yolu biraz sözlük karıştırmak. Konuyu dağıtalım, gelin birlikte karıştıralım.

TDK Sözlüğü “D” maddesinde “despot” sözcüğüne bakalım. Kulağa tanıdık gelen bir kelime bu. Kökeni Fransızca. İlk anlamı, “bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yönetin kimse.” Arapçası “müstebit” ama kullanımdan düşmüş. O da “her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen kimse” anlamına geliyor. Müstebidin eylemine “istibdat” diyoruz. Anlaşılacağı gibi müstebit, istibdat ile aynı kökten geliyor. II. Abdülhamit’ten biliyoruz, “hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan, zorba” demek. İkinci anlamı şaşırtıcı, Ortodoks Rumların din başkanlarına verilen ad. Metropolitliğe denk gelen yüksek bir dereceden söz ediyoruz.

Nereden bakarsanız bakın pek Ortaçağlı duran bir kelime bu despot. “Diktatör” gibi modern bir kelime değil mesela. Sanırım despotizmde motive edici tek bir saik var, o da iktidarı korumak. Bunun dışında söylenen bütün sözler boş, bütün eylemler anlamsız. Yani “müstebid”in sözünde anlam, eyleminde tutarlılık aramak boşuna çaba.
Söylenecek tek söz, yapılacak tek iş var müstebit söz konusuysa…

Kahrolsun istibdat!

Orhan Gökdemir / SOL

‘Kırmızı çizgi’ Kudüs - Nilgün Cerrahoğlu

Trump’ın Kudüs’ü “İsrail’in başkenti” olarak tanıması üzerine Erdoğan, “Bu, Müslümanların kırmızı çizgisidir. Buradaki mücadelemizi son ana kadar kararlılıkla sürdüreceğiz” dedi. 
Ardından üsteledi:
Eyy Trump, sen ne yapmak istiyorsun? Siyasi liderler karıştırmak için değil barıştırmak için olurlar. Trump ben güçlüyüm öyleyse haklıyım diyorsa yanılıyor. Haklı olan güçlüdür. Burada biz haklıyız!
Washington’a Ankara’dan başka bu tonda “Eyyy Trump!” çeken yok.
Öteki Müslüman liderlerin tepkisi “Vah vah, bu iş çok kötü oldu”dan öteye gitmiyor.
ABD Başkanı’nın mayıstaki Riyad çıkartmasında ışık saçan garip bir “kristal küre”ye el basarak Trump’la güle oynaya poz veren Mısır Devlet Başkanı Sisi ile Suudi Arabistan Kralı Selman bu “büyük oyun”un paydaşları.
Sisi, kalıplaşmış kınama cümleleri ve göstermelik aradığı Filistin yönetimi başkanı Ebu Mazen/Mahmud Abbas’la yaptığı telefon konuşması dışında belirleyici bir tavır almadı.
Suudi Arabistan’daki durum da, artık tamamen veliaht prens Muhammed bin Selman’ın denetiminde.
 

Arabistanlı Kushner
Yaşlı kraldan tahtı devralması beklenen ve de adının kısaltılmış baş harfleri “MBS” lakabıyla bilinen 32 yaşındaki hırslı veliaht, Kudüs için arıza çıkarmak bir yana “oyun”un ön plandaki baş aktörü konumunda. Güzden beri yaygın biçimde öne sürülen iddialara göre, Trump’ın da ötesinde doğrudan Netanyahu tarafından belirlenen bir “büyük oyun” var. 
 
Büyük oyun”un rejisi ana hatlarıyla İsrail Başbakanı’na ait. Ama sahnede rejiyi uyarlayan şahıs Netanyahular’la ev yatısına kalacak denli yakın ilişkileri olan ABD Başkanı’nın Yahudi damadı Kushner. Damat Kushner, yaşıtı MBS ile de sıkı fıkı ilişkiler kurmuş. Riyad’a, ABD Dışişleri Bakanlığı bilgisi dışında yaptığı “mekik diplomasisi” bu sebeple herkesin dilinde.
Arabistanlı Lawrence” efsanesinin yerini özetle “Arabistanlı Kushner” öyküleri almış durumda.
Kimin eli kimin cebinde, bu ilişkiler öyle ki… Kasım başında daha ABD’nin bir numaralı dış politika dergisi Foreign Policy’de, “Jared Kushner, MBS ve Benjamin Netanyahu Are Up to Something/Bu üçlü bir şeyler peşinde” başlığıyla bir yazı konusu oldu. 
 
Yazı malum “üçlü”nün projesinin İran’ı köşeye sıkıştırmak olduğundan söz ediyordu.
Şimdi ise kotarılan planın bunun çok daha fazlası olduğunu anlıyoruz.
Kushner’in mekik diplomasisi meğer “Kudüs’ün İsrail’in başkenti” olarak tanınmasını da içeriyormuş. Trump, Riyad’dan yana Tahran’a karşı Washington’un ağırlığını koymak karşılığında, Suudi Krallığı’ndan yeni Kudüs hamlesini desteklemelerini istemiş.
Suudi Arabistan’ın Filistin yönetimi başkanı Ebu Mazen’i de kafaya alarak sakinleştirmelerini ve Kudüs dayatmasını hiç arıza çıkartmadan kabul etmesinin teminini talep etmiş.
 
Filistin’e de ‘köy başkent’
Ünlü jeostrateji uzmanı Lucio Caracciolo’nun dün Repubblica gazetesinde aktardıklarına göre, MBS, kasım ayında Riyad’a çağırdığı Ebu Mazen’in önüne şöyle bir plan koymuş:
Filistinliler sürekliliği bulunmayan “bantustan” olarak anılan toprak adacıklarından oluşan ismi var cismi yok bir Filistin devletine razı gelecek….
Kudüs’ün İsrail’in başkenti” olarak kabul edilmesi karşılığında, Filistinlilere de başkent olarak Kudüs’ün dışındaki “Ebu Dis” köyü verilecek…
Ebu Mazen bu planı ya kabul edecek ya edecek!
Etmezse alaşağı edilecek ve yerine rakibi Mahmud Dahlan (Ebu Fadi) getirilecek…
MBS tarafından bir ay öncesinde kendisine açıklanan plana Ebu Mazen’den dünyayı ayağa kaldıran bir tepki geldi mi? Gelmedi.
Biz o zaman bu “kırmızı çizgi”nin mücadelesini İslam dünyasında kiminle vereceğiz?
Arap sokağının nabzını tutan Kahire, Trump’la zaten aynı küreye el basıyor.
Bağdat ile Şam, kendi derdinde…
Ey Trump” çekmek yalnız Erdoğan’a kalıyor.
Erdoğan’ın öfkesinin anımsatıldığı İsrail hükümeti üyelerinden biri, gelinen noktayı bu durumda şöyle özetliyor: “Kudüs günün sonunda bizim için Erdoğan’dan daha önemlidir!
Başını sonunu düşünmeden “Eyy” çekince sözün ağırlığı bu kadar oluyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Akademik itibarın sonu-GÖZDE BEDELOĞLU

Erzincan Üniversitesi’nde bir doktora tezi, biri profesör dördü yardımcı doçent olan beş akademisyenin onayıyla kabul edilmiş.

2015’te yazılan tezin 2017 yılında habere konu olmasının nedeni ise şu; ortada bir tez yok. Tez olduğu savunulan şey sadece indeksten oluşuyor. Yazan, yararlandığı kaynakların bilgilerini dahi aktarma gereği duymadan sayfa numaralarını not etmekle yetinmiş. Yayınlanmış kitaplardan alıntı yaptığı bölümleri de aynen kullanmış. Böyle bir ‘tezi’ kabul edilebilir bularak imza veren akademik kurul üyelerinin, Türkiye’de her geçen gün itibar kaybeden akademiye sundukları katkı ise muazzam!

• • •

Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (BEPAM) tarafından, 2007-2016 yılları arasında yazılan sosyal bilimler ve eğitim alanlarındaki 600 yüksek lisans ve doktora tezinin incelenmesiyle gerçekleştirilen araştırmanın sonucuna göre tezlerin 207’sinde, detaylı incelemeye gerek kalmayacak biçimde açık intihal olduğu  tespit edildi. Dünyada bir tezin kaynaklarına benzerlik kabul oranı yüzde 15-20 arasındayken bu oran Türkiye’de yüzde 29! Yine merkezin yapmış olduğu araştırmalara göre 174 üniversitenin 12’sinde tamamlanmış yüksek lisans ve doktora tezi yok. 12 üniversitenin yüksek lisans tez sayısı 1 ile 10 arasında, 51 üniversitede 100’ün altında. Sınırlı sayıda da olsa yüksek lisans tezine sahip ama hiç doktora tezi olmayan üniversite sayısı ise 44. Doktora sayısı 1 ile 10 arasında değişen kurum sayısı ise 38. Bunların arasında, üniversite kurmaktan bina inşa etmek anlaşıldığı için, tabela okullar ve dolayısıyla yeterli akademisyen olmadığı için lisansüstü eğitim programı açamayanlar da var.

• • •

PISA gibi uluslararası değerlendirmelerde alınan kötü sonuçların da gösterdiği gibi, eğitimde yaşanan çöküşten elbette akademi de nasibini alıyor. İntihalden, tez olmayan metinlerin tez olarak kabul edilmesine kadar gelinmiş olması, Türkiye’de akademinin kaybettiği itibarın boyutları bakımından hayli karanlık bir tablo ortaya koyuyor. İşin kötüsü yakın zamanda bu başarısızlıktan da çıkış görünmüyor. Zira Türkiye, barış talep eden bir metne imza attı diye binden fazla akademisyenini ‘terör örgütü propagandası yapmak suçundan’ yargılamakla ve KHK’lerle çalıştıkları okullardan ihraç etmekle meşgul.
Akademisyenlere açılan bireysel davalar 5 Aralık Salı günü görülmeye başlandı. İmzacısı oldukları bildirinin içeriği her ne kadar devlete yönelik barış çağrısı olsa da ‘devleti aşağılamak’ ve ‘terör örgütü propagandası’ yapmakla suçlanıyorlar. Şiddeti körükleyen, nefreti artıran tek bir ifadenin yer almadığı bildiri ancak ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecekken ülkenin en iyi, en başarılı hocaları barış adına imza attıkları için 7,5 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor.

• • •

İmzacılar, aynı iddianameyle farklı mahkemelerde ayrı ayrı yargılanıyor. Amacın davaların takibini zorlaştırmak ve akademisyenleri yalnızlaştırmak olduğu çok açık. Her karanlık dönemde olduğu gibi “aydın müsveddeleri” denerek hakkın, hukukun takipçisi olan akademinin aydınlık hocaları cezalandırılmak isteniyor. Barış isteyen hocalardan boşalan yerler de yazmadığı tezi sunan, olmayan tezi onaylayan kişilerle dolduruluyor. Fikir ve  düşüncelerin özgürce tartışıldığı yerler olarak tarif edilen akademinin Türkiye’de ne yazık ki vardığı yer bu. Barış fikrinden ‘temizlenmiş’ ve kürsüleri indeks yazmaktan öteye gidemeyen fikirsizlere terk edilmiş içi boş binalar...

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

Trump’a Suudi Arabistan, Mısır, BAE mi karşı çıkacak? Kudüs, ABD ile Arap dostlarının arasını asla açmayacak-MUSTAFA K. ERDEMOL

1967 sınırlarını kabul ettiğini açıklayarak İsrail işgalini tanıyan Hamas’ın intifada çağrıları da gerçekçi değil. Filistin yine yalnız bırakıldı.


 ABD Başkanı Donald Trump’ın ABD Kongresi’nin 22 yıl önce aldığı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararı onaylaması dünyada tepki çekti. Ortadoğu’dan Avrupa ülkelerine, Rusya’dan Çin’e kadar krizsever ABD Başkanı’nın aldığı kararın ne kadar büyük sorunlar yaratacağı konusunda ortak bir görüş var. Kararın sıkıntılara, yeni sorunlara yol açacağı kesin; en büyük zararı da yine, uluslararası alanda artık iyice desteksiz kalmış olan Filistin halkının göreceğine kuşku yok.
Ama esip gürlemelerine bakıp da Arap ülkelerinin, dünyayı Trump’ın “başına yıkacağını” düşünen varsa yanıldıklarını anlamak için uzun süre beklemelerine gerek kalmayacak. Yarın bilemediniz öbür gün nasıl “sakinleşeceklerini” hep birlikte göreceğiz. Arap ülkelerinin çoğu, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını umursamayacak bile. Başta Suudi Arabistan, BAE, Mısır olmak üzere gerici Arap rejimleri İsrail’in dostudurlar çünkü.  Bunların çoğu İsrail’le İran karşıtlığı başta olmak üzere birçok konuda fikir birliği içindeler. Müslüman Kardeşler, Hizbullah, Suriye söz konusu olduğunda da İsrail’den farklı düşünüyor değiller. İsrail televizyonları Trump’ın kararının Mısır ve Suudi Arabistan’la birlikte alındığını söyledi bile.

Veliaht Prens mi karşı çıkacak?
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ın (MBS) Trump’la ve damadı Jared Kushner’le yakın işbirliği malum. MBS, babasını etkisizleştirip dizginleri ele aldığında en büyük desteği Trump’tan aldı. Eğer Suudi yetkililer Veliaht Prens başta olmak üzere, Kudüs’ün statüsünü gerçekten çok önemsiyor olsalardı, Trump nezdinde lobi yapabilecek güce sahiptiler. Trump’ı en azından bu kararından caydırabilirlerdi. Diğer başkanlar gibi Trump kararı ertelemeye zorlayabilirlerdi.
Ama Prens’in Kudüs diye de, Filistin diye de bir derdi yok. Suudilerin hiçbir zaman olmadı zaten. Veliaht Prens’in geçtiğimiz aylarda Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’a kabul ettirmek için baskı yaptığı plan şuydu; Batı Şeria’da sınırlı egemenliği kabul et, Kudüs’teki haklarından vazgeç. Prens Filistin liderliğine bunu önermişti. ABD’den çok İsrail’e yakın bir plandı bu.
Diğer gerici Arap rejimleri için de aynı şey geçerli. Bugüne kadar Filistin için hiçbir şey yapmayan “İslam dünyası” şimdi de bir şey yapmayacak. Arap ülkelerinin çoğu otokrat, seçilmemiş, hesap verilebilir olmayan rejimlerden oluşuyor. Ayakta kalabilmek için ABD’ye ihtiyaçları var. Kaldı ki bu rejimlerin (halkları hariç) Filistin konusunda ortak bir duyarlıkları yok. Gerici Arap liderler Filistin sorununu bir retorik malzemesi olarak kullandılar hep. Halkta bu konuda var olan kızgınlığı saptırdılar.

Trump için strateji
Trump, “İslam Barbarlığı” ya da “şiddeti” olarak seçim propagandası sırasında sıklıkla kullandığı olguyu politik bir strateji haline getirdi. Bu “barbarlık” ya da “şiddet” kaynaklı korku/nefret onu kendi seçmenine bağlayan en önemli bağlardan biri. Bu bağ çok da kullanışlı. Ne zaman gerekse Trump bu “barbarlığı/şiddeti” kendisi “yaratmaktan” da çekinmiyor. Örneği çok. Başkanlık seçimlerinde yürüttüğü kampanya boyunca 9/11 saldırılarının yıldönümünü kutlayan “Jersey Cityy Müslümanları” diye bir çete uydurmuştu. Bir keresinde de San Bernardino saldırılarının ardından akla zarar komplo teorileri duydu seçmenleri Trump’ın ağzından.

Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını “İslam barbarlığı/şiddeti” gibi bir gerekçeye henüz bağlamadı ama onu da her an yapabilir. Suudi Arabistan, Ilımlı İslam’a geçerken (!) bunu ABD düşünce kuruluşlarıyla, Vatikan’la birlikte yaptığı için, “İslami terör”e karşı İsrail istihbaratıyla çalışacağını duyurduğu için İsrail’i Kudüs yüzünden karşısına almayacak.

İsrail’i tanıyan Hamas mı?
Adı İslami Direniş olan Hamas, yıllarca Filistin’i ikiye bölerek İsrail’in “terör” kaynaklı her türlü argümanına gerekçe yarattıktan sonra, geçtiğimiz yıl birden bire Yeni Siyaset Belgesi’nde “1967 sınırlarını tanıdığını” açıklayarak İsrail’i de tanıdığını dünyaya ilan etmiş oldu. El Fetih başta olmak üzere solcu, laik Filistin direniş hareketlerinin yarım yüzyıldan fazla bir sürede getirdiği noktanın çok gerisine düşürdüğü Filistin sorununda İsrail’i meşrulaştıran Hamas’ın İsrail’e karşı koyacak ne gücü ne de bir programı vardır.

Sonuç olarak; İsrail’le ABD’yle, İran’a, Suriye’ye, Hizbullah’a karşı işbirliği yapanlar Filistin meselesinde İsrail-ABD ortaklığına itiraz edemezler. Filistin’i dün Suriye, solcu Filistin örgütleri savunuyordu, bugün de onlara ek olarak İran, Hizbullah savunuyor.
Başka ses çıkaran olmayacak. Gerici Arap rejimlerinin “midesi” Kudüs’ün İsrail tarafından yutulmasını “sindirecek” kadar geniştir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

8 Aralık 2017 Cuma

Korkunç ikili: Trump-Netanyahu - KADİR GÜRSEL

Donald Trump, ülkesinde popülaritesi düşüşte olan, başı fena sıkışmış popülist ABD Başkanı...
İşleri iyi gitmiyor.
Eski FBI Başkanı Robert Mueller başkanlığındaki komisyon, Rusların 2016’daki seçimi Trump’ın kazanması için müdahale ettiği yolundaki iddiaları soruşturuyor. Ruslarla girdiği meşruiyeti şüpheli ilişkileri hakkında Başkan Yardımcısı Pence’e yalan söylediği için görevinde sadece 23 gün kalabilen eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn geçen hafta bu komisyon nezdinde itirafçı olup işbirliği yapmayı kabul etti.
Flynn, Ruslarla münasebeti konusunda gerçekleri FBI’dan da gizlemiş. Artık anlatacaklarının Trump’la alakalı olması halinde Başkan’ın ciddi sıkıntıya düşeceği muhakkak.
Trump’ın ABD’de bir gündem değişikliğine ihtiyacı vardı.
Eşine az rastlanır bir sorumsuzlukla, Amerikan dış politikasını kendi iç politikasına alet etti.
Önceki gün Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdığını ilan eden Trump, Tel Aviv’deki Amerikan Büyükelçiliği’nin bu şehre taşınması için Dışişleri Bakanlığı’na da direktif verdi.
Amerikan Kongresi’nin 1995’te çıkardığı “Kudüs Büyükelçilik Yasası”na dayanarak attı bu adımı. Söz konusu yasa başkana, büyükelçiliği Kudüs’e taşımamak için ulusal güvenliği gerekçe gösterme hakkını tanımıştı. Trump’tan önceki başkanlar bu yetkiyi kullandılar ve yasa uyarınca Kongre’ye altı ayda bir sundukları feragatnamelerde büyükelçiliğin Kudüs’e nakledilmesinin ABD’nin ulusal güvenliğini tehlikeye atacağını bildirdiler.
Trump tam da bunu yaptı... Sadece ABD’nin güvenlik çıkarlarına aykırı davranmış olmadı, bir yangın yerine dönmüş Ortadoğu coğrafyasındaki krizi daha da derinleştirebilecek tehlikeli bir adım attı.
Trump’ın başkanı olduğu ülke Amerika Birleşik Devletleri... İdeolojik saiklerle yanlış yönetilmesi sonucunda komşularına vereceği hasar kendi çapıyla sınırlı olan orta boy bir bölge ülkesinden değil, bir süper güçten bahsediyoruz.
Trump’ın bu akılsız Kudüs hamlesiyle ülkesine ve bölgemize vereceği zarar da ABD’nin özgül ağırlığı nispetinde büyük olacaktır.
ABD Başkanı, üzerinde dolaşan Flynn hayaletinden bir süre kurtulmak, Flynn’in itirafları sonucunda Kongre’de aleyhinde vuku bulabilecek her türlü menfi gelişmeye karşı Yahudi lobisinin desteğini şimdiden yanına çekmek, Siyonist-evanjelist dinci seçmen nezdindeki popülaritesini artırmak istemiş olabilir.
Ama bu başkanın dünya hakkındaki bilgisi ve görgüsü hayli sınırlı, uluslararası meseleleri kavrama ve anlama kapasitesi de bir o kadar azdır.



Öyle olmasa, önceki gün Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdığını ve ABD Büyükelçiliği’nin de oraya taşınacağını ilan ettiği konuşmasında, “Bu kararımız (İsrail ve Filistin arasında) kalıcı bir barışı kolaylaştırıcı rol oynama hususundaki güçlü taahhüdümüzden uzaklaştığımız anlamına katiyen gelmemektedir” diyemezdi. Kudüs kararının ve bu cümlenin aynı konuşma içinde yer alabilmesi, Trump’ın gerçekte ne yaptığının şuuruna vakıf olmadığının nişanesidir. Çünkü Kudüs kararı Trump’ın dediğinin tam tersine ABD’yi Filistin sorunu karşısında barışı kolaylaştırıcı tarafsızlık taahhüt ve iddiasından açığa düşürmektedir.
Ayrıca, BM’nin 1947 tarihli paylaşım planında Kudüs’e uluslararası özel statü öngörülmesinin günümüz siyasi gerçekliğine ters düştüğünü iddia etmek de önceki güne kadar imkânsızdı. Çünkü büyükelçiliği İsrail’in başkent ilan ettiği Kudüs’te olan sadece iki ülke vardı: Kosta Rika ve El Salvador. Dünyada Kudüs’ün nihai statüsünün bir barış sürecinin müzakere ve anlaşma konusu olması hususunda genel bir kabul söz konusuydu.
Trump’ın Kudüs kararı, Filistin-İsrail barışını daha da zorlaştırmıştır. İsrail tarafı Kudüs’ü bölünemez bir bütün olarak görmekte ısrar etmese ve Doğu Kudüs’ün de Filistin devletinin başkenti olabileceğini reddetmese hasar bu kadar büyük olmazdı. Mevcut halde ise bu bir darbe.
Trump, ABD’nin bir barış sürecinde yapıcı rol oynama şansını azalttı. Dolayısıyla ABD’nin diplomatik kapasitesini budadı.
Trump, hazzetmediği İran’a karşı bölgede İsrail ve Suudi Arabistan’ı da içine alan bir reel ittifak oluşturma girişimini kendi eliyle zora soktu.
Ve Trump, terörizmin ve İslamcı radikalizmin ekmeğine yağ sürdü.
Trump yalnız değil. Kudüs tangosundaki partneri, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’dur. Kendisi gibi popülist, aşırı sağcı ve başı sıkışmış olan...
Hakkındaki rüşvet ve sair yolsuzluk iddiaları nedeniyle polis tarafından toplam altı kez sorguya çekilen, geçen kasımda polisin ifadesini almak amacıyla iki kez resmi rezidansına uğradığı, eşi de harcama yolsuzlukları nedeniyle soruşturma geçiren ve tüm bu nedenlerden dolayı muhalefetin meydanlarda gösteri düzenleyerek protesto ettiği Netanyahu’nun da gündemi değiştirmeye ihtiyacı var.
Trump’ın kararını bundan dolayı sevinçle karşıladı ve doğurabileceği güvenlik tehditlerine rağmen destekledi.
Çünkü Netanyahu çatışmadan ve kutuplaşmadan besleniyor.
Trump ve Netanyahu korkunç bir ikili.

Kadir Gürsel / CUMHURİYET

Yine mi? - Meriç Velidedeoğlu

Geride bıraktığımız hafta sonunda, “Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) Başkanı Mike Pompeo”nun, İran’ın yurtdışı askeri operasyonlarının komutanı Kasım Süleymani’ye bir mektup gönderdiği duyurulmuştu.
ABD’nin, “Irak’ın kuzeyi başta olmak üzere, İran’ın bölgedeki etkinliğini arttırma çabasından rahatsızlık duyduğunun” açıklandığı bu mektubu, “Ne alırım ne okurum!” diyerek iade etmiş Komutan Süleymani. (Cumhuriyet, 4.12.2017) 
 
ABD ile İran’ın aralarında olan sorunları daha da arttıran bu uyarıya, böyle bir karşılığın geleceğini bekleyen ABD Başkanı, yanıtını adeta “Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını” dile getirerek verdi. (6.12.2017) 
 
“Batı Emperyalizmi”nin, her dönemde Ortadoğu’da yarattığı sorunu, genelde “İsrail” üzerinden ortaya koyduğu kabul edilir. Dolaysiyle, “İsrail” konusuna, “20. yy”dan başlayarak şöyle bir geriye dönüp baksak.
Yalnız yine araya girip, “20. yy” başlarında Çarlık Rusya’dan, “4000 kadar Yahudinin Filistin topraklarına göç ettiğini”; ayrıca Almanya’daki bir kısım Yahudinin de, Osmanlı Devleti ile anlaşarak  2. Abdülhamid’in onayıyla Filistin’e yerleşmelerinin sağlandığını belirtelim. 
 
Evet şimdi, “20. yy”nin başlarına dönersek, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Alman-Osmanlı cephesinin yıkılması üzerine, İngiltere’nin “Filistin”i yönetimi altına aldığı görülür. 
 
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden üç yıl sonra da, yine İngiltere’nin aracılığıyla “Birleşmiş Milletler Genel Kurulu”, Filistin’in asıl sahibi Arap halkının haklarını hiçe sayarak, “1948 İsrail Devleti”nin kuruluşunu yasallaştırır; böylece “Filistin Arap halkı” için dayanılmaz günler, yıllar başlayacaktı; ayrıca da dünya siyasetinde, İngiltere’nin yerini artık ABD alacak ve İsrail ABD’nin kucağına oturup Arap halkını, kendi topraklarından kovmak için en barbarca yöntemlere başvuracak, karşı çıkanları acımasız saldırılarla bastıracaktı. Öyle ki, İngiliz tarihçi Prof. Arnold Toynbee, “Bu saldırıların ahlaki sorumluluk bakımından Nazi cinayetlerini gölgede bıraktığını” söylemiş...
İsrail’e yakınlığıyla bilinen ünlü yazar Arthur Koestler bile, “9 Nisan 1948” günü, Deir Yassin’de, İsrail’in yaptığı katliamı kınamaktan kendini alamaz. 
 
Biraz daha günümüze yaklaşırsak, 1980’lere gelindiğinde, Güney Lübnan’ı işgal altında tutan İsrail burada “Yanmış Toprak” adı verilen, uygulandığı yerde tüm canlılar bir yana, toprağı bile öldüren savaş stratejisini başlatacağı tehdidinde bulunur. Daha sonraki yılda da, İsrailoğulları’na Tanrı’nın bağışladığı “Kenan Ülkesi”nin, başta Filistin olmak üzere, Lübnan’ı, Ürdün’ü, kısmen de Suriye, Irak, Mısır ve Kızılırmak’a dek Anadolu’yu içerdiğini duyurduğu gibi, bundan kısa bir süre sonra da bir yetkilinin ortaya koyduğu İsrail için, “Yaşam Hakkı” sınırları içinde Türkiye’nin yer aldığı ilan edilecekti.(*) 
 
Yaşananlardan bu birkaç örnek bile, ABD Başkanı D. Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesinin, İslam dünyasında nasıl bir karşı koyuş yaratacağını, nasıl bir karmaşa koparacağının yadsınamaz haklı nedenlerini oluşturacağı da apaçık ortadadır. 

Dahası bugün de belirtildiği gibi, konunun bir de “dinsel bağlamda” ele alınması durumu var; Trump’ın kararının bu alanda ele alınması, dinleri, tarihsel süreçte olduğu gibi iyice karşı karşıya getirmesi kaçınılmaz olabilir. 
 
Ne dersiniz değerli dostlar? 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET









(*) Meriç Karacaovalı, “Günümüzde Davut’un Leğeni”, Cumhuriyet (05.05.1985)
M. Karacaovalı, “Filistin Sorunu ve Tevrat”, Cumhuriyet (17.05.1988)
M. Karacaovalı, “İsrail Zulmünün Yahudi Tanıkları”, Cumhuriyet (07.07.1988)

Trump’ın postunda Cuma namazı - ALPER BİRDAL

İngilizcede “saving one’s own skin” deniyor. Türkçeye “postu kurtarmak” diye çevrilebilir. Paçayı ya da bazen başka bir yeri kurtarmak diye de söyleyebiliyoruz. Biz gerisini bırakalım, derisinden devam edelim.
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı sonrasında yapılan yorum bu: Mistır Prezidan postu kurtarmaya çalışıyor. Bunun için de postu Kudüs’e seriyor.
Tayyip Bey, “Eyy Trump, sen ne yapmak istiyorsun?” diye çıkışıyordu önceki gün. Kibarlığa pek aldırış etmez oysa, ama kibarca “bu manyak ne yapmaya çalışıyor” demeye getirdiği açık. Üç gün önce Zarrab davasını ABD devleti içinde bir ekibin başına sardığını ama kendisinin Bay Trump’la muhatap olduğunu söylüyordu. Şimdi “van minüt”ün hayaleti ortalıkta dolaşsa da “ne yapıyor bu manyak” tonundan girmek istememiş olabilir. Ne de olsa muhatabı o manyak.

Bu manyak postu kurtarmaya çalışıyor sayın Cumhurbaşkanı. Tıpkı sizin gibi… Tıpkı İsrail’deki yoldaşı Netanyahu gibi…

 Manyaklığın psikolojide bir tanımı olup olmadığını bilmiyorum. Ama her türlü rasyonaliteden kopuş anlamına gelmediği açık. Kendince bir mantığı var ve bu mantığın merkezinde de geriyi ve deriyi kurtarmak duruyor. Ama burada konu politik bir manyaklıktır ve siyasetin doğası gereği bunun sadece meselenin merkezindeki şahsın kendi rasyonalitesine hizmet etmesi yetmez. Bu şekilde belki seri katil olunabilir, ABD Başkanı olmak için bundan biraz fazlasına ihtiyaç var.

Evet, Trump postu kurtarmak istiyor. Bunun için kendi devletini kurmaya çalışıyor. Devlet kurmak kendi çıkarlarıyla uyumlu başka çıkarları da kollamak ve bir devrimden bahsetmediğimize göre, ille de yerleşik kurumsallıkla bağ kurmak demek.

Örneğin geçtiğimiz hafta ABD basınında Trump’ın kendi istihbarat örgütünü kurmaya çalıştığı iddiası gündeme geldi. Sürecin başını İran-Kontra skandalının başrol oyuncusu Oliver North, Irak ve Afganistan’daki katliamlarından tanıdığımız Blackwater adlı özel ordunun kurucusu Erik Prince ve Trump’ın geçiş dönemi ekibinde yer alan yandaşı, yine eski bir asker ve özel ordu Amyntor’un patronu John Maguire’ın çektiği söyleniyor. İddiayı ortaya atan The Intercept’in haberinde ismi verilmeyen bir istihbaratçının, Pompeo’nun (CIA Başkanı) CIA bürokrasisine güvenemeyeceği ve bu teşkilata bu nedenle ihtiyaç olduğu sözleri aktarılıyor. Yine Trump’ın Washington’daki otelinde üst düzey toplantıları için bir özel oda yapıldığı, Beyaz Saray personelinin bu odayı “tinfoil room” (folyo kaplı oda) diye adlandırdığı söyleniyor.

Demek ki ABD Başkanı bir tür hayatta kalma mücadelesi veriyor ve bunda başarılı olmak için de başka çıkarları bu mücadeleye eklemlemek zorunda. Tersinden söylersek emperyalizmin en başat gücü, kendi içine oynamaya muktedir odakların müdahalesine alabildiğine açık durumda. Bu odaklardan en yerleşiğiyse İsrail.
Bu yetmez.
Belirli bir süreklilik de olması gerek. Çünkü süreklilik iyi kötü tutarlılık demek; tutarlılık da güvence. Kudüs bu açıdan Trump’ın arayıp da bulamadığı bir malzeme.

Elinde 1995 tarihli “Kudüs Büyükelçiliği Kanunu” var. Bu kanunun ikinci bölümünün 16’ıncı maddesinde, “Birleşik Devletler resmi toplantılarını ve diğer işlerini Kudüs’te yürüterek, Kudüs’ü fiilen İsrail’in başkenti olarak tanımaktadır” deniyor. Üçüncü bölümün (a) fıkrasının 3’üncü bendindeyse “Birleşik Devletlerin İsrail’deki büyükelçiliği 31 Mayıs 1999’dan geç olmamak kaydıyla Kudüs’te kurulmalıdır” diye ekleniyor. Kanunda ABD Başkanına ulusal güvenlik gerekçesiyle bu taşınmayı altı aylık sürelerle erteleme yetkisi tanınıyor. Bugüne kadar her altı ayda bir bu yetkiyi kullandılar ama ABD Başkanları Kudüs’ü, kentin sadece batısını değil tamamını, fiilen İsrail’in başkenti olarak tanımaktan hiç geri durmadı.

Örnek olsun, Obama 2008’de Demokrat Parti’nin adayı olduktan bir gün sonra ABD’deki Yahudi lobisinin en önemli teşkilatlarından AIPAC’ta yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Açık konuşayım. İsrail’in güvenliği kutsaldır. Tartışma konusu edilemez. Filistinlilerin refaha ermelerini sağlayacak sınırdaş bir devlete ihtiyacı var; ancak Filistin halkıyla yapılacak her türlü anlaşma İsrail’in güvenli, tanınan ve savunulabilir sınırları olan bir Yahudi devleti olarak kimliğinin korunmasını sağlamak zorunda. Kudüs İsrail’in başkenti ve bölünmemiş bir kent olarak kalacaktır.”
Postu kurtarmaya çalışan Trump ne diyor? “Benden önceki ABD başkanlarının hep vaat edip yapmadığını ben yapıyorum.”

Peki o halde sayın Cumhurbaşkanı, siz neyi anlamadınız?
Umudunuzu “muhatabınızın” kurmakta olduğu devlete bağlamış bulunuyorsunuz. Ve muhatabınız postu Kudüs’e serdi. Size de o postun üzerinde namazınızı eda etmek kaldı.

Buyurun, hayırlı Cumalar!

Alper Birdal / SOL

Yüce Divan yolu açılmalı… - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

“Rıza Sarraf’a devletin gizli bilgilerini kim teslim etti; Sarraf dosyasını kim kapattı?” soruları, pek yerinde ve meşru.Türkiye, bu kadar yoğun ve ciddi sorunlara sürüklenmiş iken, bunlara bir de Sarraf olayı eklendi.
ABD tarafında ve Sarraf yargılaması sürecinde bildiklerimiz, bilmediklerimize göre çok az. Ya Türkiye tarafında? Acaba olup bitenin ne kadarını biliyoruz?
Hatırlanacağı gibi, 17-25 Aralık 2013 sürecinde su yüzüne çıkan iktidar içi ‘hizipler savaşı’ ardından başlayan tutuklama dalgaları ile 4 bakan hakkında açılan Meclis soruşturması iç içe.

TBMM’de soruşturma açıldığı halde, Yüce Divan’a sevk önergesi, AK Partililerin oyları ile reddedildi. Zira, “Yüce Divana sevk kararı ancak üye tamsayısının salt çoğunluğunun gizli oyu ile alınır” (Any., md.100/III son cümle).

Ret kararı, doğrudan şu üç olumsuzluğu beraberinde getirdi:
»Bakanlar, kendilerini yargı önünde  savunamadı ve adil yargı hakkından yoksun kaldı. Oysa onlar, “veremeyeceğimiz hesap yok” diyordu…

»Bu nedenle, 17-25 Aralık süreci, büyük ölçüde karanlıkta kaldı; halk, devlet yönetimi üzerine bilgilenme hakkından yoksun kaldı. Oysa yönetimde saydamlık ve halkın bilgilenme hakkı, demokratik hukuk devletinin asgari eşiği.

»R. Sarraf ve Halkbank Gn. Müdürü dosyalarını hızlıca kapatma ötesinde, Sarraf, bakanlar elinden ‘Hükümet ödülü’ bile aldı.

Sarraf’ı kurtarma operasyonunu eleştirenleri FETÖ’cü olarak suçlayanlar, şimdi Sarraf-FETÖ işbirliğinden dem vuruyor..
Sadece basit bir soru: Eğer Sarraf Türkiye’de adil bir yargılanma sürecine tabi tutulsaydı, şimdi ABD’deki dava, ‘uluslararası bir darbe girişimi’ söylemi ile yeniden hedef saptırma konusunu oluşturur muydu?

Yargı, herkes için…
Ne var ki, ‘yargıdan adam kaçırmak’, adeta bir ‘AKP klasiği’.
Nasıl?

»Maiyetindekileri, yasa yoluyla yargıdan bağışık tutmak (MİT mensupları örneği) veya soruşturma izni vermemek.
»Seçilmiş partililerini, yargı süreci dışında tutmak (4 bakan örneği) veya hesap sorma gereği duyarsa, ‘dava’ adına, ama hukuk dışı yollarla doğrudan infaza gitmek (Belediye başkanları örneği).
»Yasal yollardan hesap sorulmasını uygun görmediği yandaşlarını ise, ne pahasına olursa olsun korumak
»Siyasal açıdan; sahip olduğu sayısal çoğunluğu, ‘mutlak haklılık ölçütü’ olarak görüp hesap vermekten kaçınmak.

Hesap vermek bir yana, eleştirileri hep ‘karalama kampanyası’ ile püskürtmek de, bir ‘AKP klasiği’ haline geldi. Hatta eleştiri yöneltenlere itham için yeni sloganlar bulma konusunda pek mahir:
»15 Temmuz öncesi, kendisini eleştirenleri, hep darbe tezgâhçısı olarak suçlama alışkanlığı, süreklilik kazanmıştı. Ne var ki darbe girişimi, iktidar ortağından geldi. Bu nedenle, 15 Temmuz sonrası kendini eleştiren demokratik muhalefete, artık darbeci yaftası vuramıyor; onları, ya kendisine karşı darbe girişiminde bulunan ‘FETÖ torbası’na koyuyor ya da dış güçlerin işbirlikçisi olarak yaftalıyor.
»Bu arada, 16 Nisan’da oylanan ve ‘15 Temmuz Anayasası’ olarak adlandırdığım değişikliği ile, zaten işletilmesi güç hesap verme yolları, ya tümden kaldırıldı ya da sembolik hale getirildi. Kişiye özgü ‘anayasa projesi’ ise, proje sahibi hep iktidarda kalacakmış hedefinde hazırlandı.

Soruşturma neden önemli?
20 Ocak 2015’te TBMM’de reddedilen Yüce Divan yolu, yeni deliller ortaya çıktığından açılmalı.
Hukuki açıdan; Sarraf davası, başlı başına yeni delil…
Siyasal açıdan; Sarraf davasının ne olduğu daha iyi anlaşılacak ve eğer bu gerçekten ulusal bir sorun ise, Hükümet de rahatlayacak
 Halk açısından; Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karardan bağımsız olarak, yargılama sürecinde, perde arkasında olup bitenler üzerine kısmen de olsa halk bilgilenme hakkını kullanmış olacak.

İslami cephe tehlikeli
Başkenti Kudüs’e taşıma girişimi nedeniyle İsrail’e İslam devletleri cephesi ile meydan okumak yerine, Avrupa devletleri ve BM üzerinden baskı uygulamak, daha sağlıklı.
Buna karşılık, içerideki dinsel söylem ve eylemlere paralel olarak, uluslararası bir sorunu, dinsel temele indirgeyerek Müslüman dünyası liderliği vesilesine çevirmeye çalışmak, Kudüs sorununa da zarar vereceği gibi, Türkiye’nin uluslararası  konumunu fazlasıyla sıkıntılı bir hale getirir.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

7 Aralık 2017 Perşembe

“Çalıyorlar ama çalışıyorlar”: Türk sağının aile fotoğrafı - FATİH YAŞLI

Menderes’ten Demirel’e, Demirel’den Özal’a, Özal’dan Erdoğan’a, Türk sağının lügatindeki sihirli sözcük “hizmet”tir. Türk sağı için siyaset hizmet demektir, cümle içinde kullanacak olursak, “Halka hizmet hakka hizmettir”, “Millete efendilik değil hizmet esastır”, “Milliyetçilik ancak hizmetle olur” vesaire. Burada hizmetle kastedilen ise ne bir sanayileşme politikası, ne de bir planlı kalkınma modelidir, yol, bina, köprü, tüneldir, betondur, inşaattır.

Menderes çarpık kentleşmenin, imar aracılığıyla rantın, demiryolları yerine karayolu ulaşımına yatırımın, bu yolla köyleri ulusal pazara bağlamanın ve köylünün para ekonomisi ile tanışmasının mucididir, asılmasının yarattığı efsane ile birlikte kimi köy kahvehanelerinde hâlâ duvarda fotoğrafının asılı olmasının nedeni de budur. Demirel mühendistir, Amerikan ekolündendir, barajlar kralıdır, temelini attığı fabrikalarla övünür, “Vatandaşa plan  değil pilav lazım” vecizesinin sahibidir. Şortla asker denetlemenin sivillik olduğuna bizi inandırmak isteyen ama bir 12 Eylül siyasetçisi olan Özal ise 1980’ler boyunca elindeki dolmakalemle televizyon ekranlarından, baraj, yol, tünel görüntüleri eşliğinde “İcraatın İçinden”i anlatmıştır. Bugün mü? Bugünü hepimiz biliyoruz: “İnşaat ya resulllah” düzeninin, hafriyat İslamcılığının ülkeyi devasa bir şantiyeye dönüştürmesi, ülkenin üzerine hizmet ve icraat adı altında beton dökülmesidir bugün.

•••

14 Ağustos 1999’da, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanıyken, yanına eşini de alıp işadamı Kamuran Çörtük’ün Blues and White’s adlı yatıyla kayınbiraderi Ali Şener’in Büyükada’daki evine gitti ve orada Türkiye siyasal hayatına “Demirel’in aile fotoğrafı” olarak geçecek olan bir fotoğraf çektirdi. Peki Büyükada’daki evde kadraja hangi isimler girmişti? Demirel çiftiyle birlikte Kamuran Çörtük, Ali Şener, Cavit Çağlar ve eşleri objektife gülümsüyorlardı, Ali Şener’in çocukları da oradaydı.
Kamuran Çörtük Bayındır Holding’in ve Bayındırbank’ın sahibiydi. Gazetelerde yer alan haberlere göre Çörtük ilk önemli işini 80’li yıllarda İzmir-Çeşme otobanı ihalesini alarak yapmıştı. Hemen sonrasında Romanya ve Pakistan’da aldığı yol ihaleleriyle adını duyurdu. Türkiye kamuoyunun gündemine ilk gelişi ise ünlü Bolu Dağı Tüneli ile oldu. İhaleyi alan İtalyan şirket tüneli bir türlü bitiremiyordu ve şirketin temsilcisine göre Çörtük’le ortak olmalarının nedeni Ankara’daki işlerini daha kolay halletmekti. Çörtük 90’larda finans sektörüne girdi ve Çaybank’ı satın alarak Bayındırbank’a dönüştürdü. Dönemin modasına uygun bir şekilde banka üzerinden kendi paravan şirketlerine para aktararak bankanın içini boşalttı, yani dolandırıcılık yaptı.

Yine gazetelerdeki haberlere göre, kayınbirader Ali Şener eski parayla 10 trilyon lira değerindeki Hazine’ye ait Fatih Ormanı arazisini Emlak kralı Nevzat Ak’a satın aldırmıştı ve hileli işlemlerle kendi üzerine geçirmeye çalışmıştı. Cavit Çağlar’ın “icraatlarını” anlatsak yazı dizisi gerekir ama sadece 1991 yılında satın aldığı ve 1999 yılında BDDK’nin el koyduğu İnterbank’ı eski parayla 1.3 milyar katrilyon zarara uğrattığını, yani iç ettiğini, bunun yükünü de kamuya bıraktığını söylemek yeterli olacaktır. Güzel, Büyükada’daki aile fotoğrafında olmayan Hacı Ali Demirel’i, Yahya Demirel’i, Murat Demirel’i fotoğrafa biz dâhil edelim, Süleyman Demirel’in o meşhur sözüyle “tüyü bitmemiş yetimin hakkı”nın nasıl afiyetle yendiği sanıyorum ki daha iyi anlaşılacaktır.

•••

Özal ünlü 24 Ocak kararlarının mimarıydı, ekonomiyi liberalleştirdi, kısa yoldan zengin olmayı, köşe dönmeciliği, lüks tutkusunu, tüketerek var olmayı moda haline getirdi. Zenginleri ve işini bilen memurları severdi, hayali ihracatçılar kendisine aşıktı, anayasayı bir kere delmekle bir şey olmazdı. Baba Bush’un “kankası” olmasından hareketle Körfez Savaşı’nda bir koyup üç alacaktı, olmadı. Oğlu Ahmet Özal, Cem Uzan’la birlikte Türkiye’nin ilk özel televizyonu İnterstar’ı açtı ve Özal iktidardayken bu televizyon kanuna aykırı bir şekilde yayın yaptı. Eşi Semra Özal, Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı diye bir vakıf kurdu, bu vakfa “papatyalar” diye anılan iş dünyasının ve bürokrasinin tepesindeki isimlerin eşleri üye oluyordu ve vakıf iş bağlamak, ihale almak, kısa yoldan köşeyi dönmek için muazzam olanaklar sağlıyordu.

Özal dönemi muazzam bir kuralsızlaştırma dönemiydi, bürokrasi alt üst edildi, kamunun para akışları üzerindeki kontrolü ve denetimi minimuma indirilmek istendi, bu ise topluma demokratikleşme diye sunuldu. “Devletin küçültülmesi” ve “verimlilik” adı altında özelleştirme politikaları yüceltildi, kamusal olan her şeye yönelik nefret, bireyciliğin (bireyin değil) egoizmin ve hedonizmin yüceltilmesiyle el ele gitti. Hasan Cemal’ler, Ertuğrul Özkök’ler, Cengiz Çandar’lar, liberal ahmaklık, tüm bu olan biteni meşrulaştırmak için kırk takla attı, liberalizmle muhafazakârlığın korkunç bileşimi tüm ülkeyi esir aldı. Özal öldüğünde geride bir çürüme, bir çöküş toplumu bıraktı, zaten buraya da oralardan gelindi.

•••

“Buraya” derken neyi kastettiğimi biliyorsunuz elbette. İşte Türk sağının aile fotoğrafına girmeyi başarmış bir İran’lı, kimlere çuval çuval para dağıttığını, devasa rüşvet çarkını, milyar dolarların nasıl ortalığa saçıldığını bir bir anlatıyor. Anlattıkça görüyoruz ki, merkez sağda ve devlette devamlılık esastır, görüyoruz ki gelenek sürüyor. Türk sağının “hizmet aşkı”nın sağın tabanında “çalıyorlar ama çalışıyorlar kardeşim”le karşılık bulmasının bedelini bütün bir ülke ödüyor. Ülkeden kötü kokular geliyor, çürüyen bir şeylerin var olduğunun üzeri artık örtülemiyor, çürüme ve çürütme siyaseti ise bütün hızıyla yoluna devam ediyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Kudüs bombasının pimi - Nilgün Cerrahoğlu

“Kudüs’ün ‘Soykırım Müzesi’ Filistinli Djani ailesinin, Arapçada Davut Peygamber’ anlamına gelen Nabu Davut mahallesindeki evlerinden birinde. Küçük bir avluyu geçtikten sonra müzeye giriyorsunuz. Ve Auschwitz, Maidenek, Treblinka, Dassau.. kamplarının kâbusu ile karşılaşıyorsunuz...”
“Tavana dek istiflenen plaketlerde kamplarda yaşamını kaybeden 10 bin aile, yerle bir edilen 2 bin kent, köy ve kasabanın adı var... Vitrinlerin ardında Yahudi yağından yapılan sabunlar, kan lekeleri taşıyan Tevrat’lar, kül olan insanlar ve fırınların fotoğrafları teşhir ediliyor... Altlarında da şöyle bir yazı: ‘Bu plaketler ve acı anılardan başka geriye hiçbir şey kalmadı’...
1994 yılında yaptığım “Dumanlı Barış” dizisi (9 - 17 Şubat, 1994. “Sabah”) için Kudüs’e gittiğimde tanımıştım Shehadeh Djani’yi. Ortadoğu barış sürecinin en baş edilmez engelinin Kudüs olduğunu, 

Djani, o zaman bana şöyle nakletmişti: 

Mezarlığı çöplük yaptılar
“Evet acı anılardan başka hiçbir şey kalmadı geride. Doğru. Bizim için de böyle bu. Soykırım müzesi olan binada, teyzem otururdu. Karşısındaki evde biz. Çocukluğum orada geçti. Avlusunda futbol oynardık. Arkadaki cami bizimdi. İçinde Davut Peygamber’in mezarı olduğundan hepimiz için kutsal bir yerdi. Caminin yanı başındaki mezarlık ise aile mezarlığımızdı.”
“1948’de hepsini kaybettik. Yahudiler evlerimizden kovdu bizi. Camiyi sinagog yaptılar. Türbenin üzerindeki yeşil örtüyü çekip aldılar. Mezarlığımızı çöplüğe dönüştürdüler... Kudüs’te azınlık oldukları dönemde biz onları korurduk. Bayramlarda yemek gönderirdik. Şimdi bize aile mezarlığımızı bile temizletmiyorlar...”
“Bayramlarda İsrail İçişleri Bakanlığı’ndan alınan özel izinle ibadet edebiliyoruz camide. Yanımızda İçişleri Bakanlığı’ndan bir görevli bulunuyor. Her seferinde trajikomik bir tecrübe yaşıyoruz. Ailenin ihtiyarları hep bir ağızdan ‘Yarabbim bir an önce bizi şu Yahudi boyunduruğundan kurtar’ diye dua ediyor. Arapça bilen bakanlık memurları dualarımızı, dakikalarca ayakta dinliyor. Dışarı çıkıp sonra hep birlikte ‘Nabu Davut’ kapısında bir aile fotoğrafı çektirip, dağılıyoruz...”
Bazı öyle röportajlar var ki, yıllar sonra akılda kalır. Bugün 81 yaşında olması gereken Shehadeh Djani onlardan biri benim için.


‘Üç din fazla’
Camilerinde “özel izinle” ibadet etmek zorunda kalan “Djani”lere; “Nabu Davut” mahallesinin anahtarları taa Osmanlı döneminde teslim edilmiş. Kökleri Selahattin Eyyubi zamanlarına uzanan aile; topraklarını, evlerini, camilerini, mezarlarını, varlıklarını, anılarını, ruhlarını kaybetmiş. Başka şekil ve şartlarda; çok derin “travmalar” yaşayan bir başka halk, insanlarını sürdükleri mahalleye gelip bir “soykırım müzesi” oturtmuş sonra.
Bundan büyük bir “ruh parçalanmışlığı” olabilir mi?
İsrail’in en büyük ve etkili yazarlarından Abraham Yehoshua, “Bu kadar çok dini ve tarihi sembol bir şehir için çok fazla” diyor bu yüzden: “Hepimizi felç eden birer lahit gibi çöküyorlar üstümüze. Bana kalsa, Ağlama Duvarı’nın yanı başına İsrail nezdindeki yeni Filistin büyükelçiliğini inşa ederim. Yüzünü geçmişe değil, geleceğe dönen farklı bir bakışın haberciliğini yapar böyle bir girişim. Uzlaşmaya açık, hafif, dinamik bir gelecek müjdeler... Kimliklerini; kontrol ettikleri topraklarda değil; yüreklerinde bulmalı Yahudi ve Filistin halkı... Tevrat dönemi bitti. Barış zamanı şimdi...”
 
***

Yıllar öncesinde yaptığım yukardaki röportajı, Trump’ın Kudüs bombasının fitilini yeniden ateşlemesiyle bir kez daha hatırladım.
Kudüs’ün ruhunu ve geçmişini simgeleyen Shehadeh Djani’yi, Ortadoğu’da büyük umut rüzgârları estiren Oslo barış süreci döneminde tanımıştım.
Yazar Yehoshua’ya “İsrail nezdindeki Filistin büyükelçiliğini hemen Ağlama Duvarı’nın yanıbaşına yapmalı!” dedirtecek kertede iyimserliğin hâkim olduğu günlerde, Shehadeh Djani, ailesinin yaşadığı tarihin tecrübesiyle; “Bu iş tutmaz! Kudüs barışa her daim engel olacaktır” diyordu.
Yıllar yazık ki Shehadeh Djani’ye hak verdi.
Hâlâ hayatta mıdır bilmiyorum ama onunla aynı yaştaki Yehoshua yaşıyor...
İsrail’de ’90’lı yıllarda “Filistin büyükelçiliğini Ağlama Duvarı’nın yanına inşa etmek”ten söz eden Yehoshua bile artık havlu attı. “İki devlet bundan böyle hayaldir” diyor şimdi ve ekliyor: “Yalnız Trump bize gölge etmesin yeter!”

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Peki şimdi ne olacak? - ERGİN YILDIZOĞLU

Gittikçe artan istikrarsızlık unsurlarına bakarak Türkiye’nin iyi bir yere doğru gitmediğini söyleyebiliriz. 


Kimi gariplikler
Enflasyon kasımda, 2003’ten bu yana en yüksek yıllık artışı sergiledi. Cumhurbaşkanı, “Bazı işadamları burada kazandığını yurtdışına kaçıracak diye duyuyorum, bunların hiçbirine çıkış için asla izin vermeyin” dedi. Türk Lirası dolar karşısında üç aydır izlediği gerileme eğilimini tersine çevirerek hızla değer kazandı.
 
Cumhurbaşkanı, bir “U” dönüşle, “Sermaye hareketlerinin sınırlandırılması talimatım yok” diyerek durumu düzeltmeye çalışıyor; Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisi olduğunu (ama sermaye hareketlerinin sınırlanmasının da bir talimatına bağlı olduğunu) söyleyerek ekliyor: “Yatırım için değil, ülkeye güvenmedikleri için gidenlere sitem ettim”. Türkiye’den Macaristan’a giden 16 kişilik halk oyunları ekibinden 11 dansçının iltica başvurusu da bu güven sorununun boyutlarını, “Soğuk Savaş” dönemini anımsatır bir gariplikle sergiliyor. 
 
“Yetkililer”, serbest piyasa ekonomisi vurgusu yapmakta birbirleriyle yarışırlarken, Sarraf’ın Türkiye’deki mal varlığına, bu adam bu ülkede henüz yargılanıp ceza almış olmasa da el konuyor. Böylece ele güne karşı, ne kadar liberal olduğu vurgulanması gereken bir “serbest piyasa ekonomisinde”, mülkiyet hakkının yönetimin iki dudağı arasında olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor. Sarraf’ın ifadelerinin yalan olduğunu ileri sürenlerin, Sarraf’ı devlet sırlarını açıklamakla suçlaması da ayrı bir gariplik. 

Siyasette de öyle...
Sarraf davası Türkiye’yi yönetmekte olan Siyasal İslamın liderliğinin imajını, uluslararası alanda fiilen çamura batırmaya devam ediyor. İçerde, ana muhalefet partisi başkanının açıklamalarının iğnesi, AKP çevresinin arkasına saklanmaya çalıştıkları “milli mesele” balonunu söndürüyor.
AKP ve yandaş basın bir taraftan bu “belgeler sahte” söylemine sığınmaya çalışırken diğer taraftan, “Sarraf davası üzerinden servis edilen yeni ‘ekonomik darbe’ girişiminin içerideki savunucusu kim varsa hepsi dış müdahale aparatıdır. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden servis edilen yeni kampanya, bir darbe girişiminin parçasıdır” (abç) hezeyanlarıyla ana muhalefet partisinin liderini vatan haini, darbeci ilan etmeye çalışıyorlar. Aynı gün, ana muhalefet partisi lideri Cumhurbaşkanı’nı, “Senin hükümetin Rıza Sarraf’a çalıştı. Senin hükümetin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ihanet etti” sözleriyle suçlayarak çıtayı biraz daha yükseltiyor.

Buradan nereye gidilir?
Siyasal İslamın yazarları “kıyamet savaşlarından” söz ederken Emniyet’te “devlet büyüklerine hakaret, Türk halkına ve dini değerlere hakaret suçlarını izlemek üzere yeni bir birimin açılması, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın gitmek istediği yönü gösteriyor. Türkiye’de ilk kez bir müftünün Cumhurbaşkanı’nın ve Meclis başkanının şahitliğinde resmi nikâh kıyması da…
Bunlar, AKP’nin ekonomik siyasi istikrarsızlıklar daha derinleşmeden, bir erken seçime, OHAL, YSK, Emniyet’teki yeni izleme birimleri, hızlanan dinci düzenlemeler ortamında, gitmek isteyebileceğini düşündürüyor. Peki muhalefet, özellikle, laik-Cumhuriyetçi CHP ve sol (sosyalistler ve HDP) muhalefet ne istiyor?
 
Muhalefet, olası bir seçime, son referandum deneyimini unutarak OHAL, YSK, yeni izleme-denetleme organları ve derinleşen bir kutuplaşma ortamında gitmeyi kabul edecek mi? CHP, laik, Cumhuriyetçi yüzde 50’yi harekete geçirmek yerine, kutuplaşma ve kriz ortamlarında siyasal İslamın ılımlı kanadının radikalleri destekleme eğilimi sergilediğini gösteren deneylere rağmen, yine AKP tabanından mı “çalmaya” çalışacak? 
 
Sol, siyasal İslamın baskılarına, kendi iktidarsızlıklarına “Yeter artık, hayır” diyebilecek mi? Sabırla, aynı safta olduklarını unutmadan, birbirini dinleyen, türlü işbirliği olasılıklarını değerlendiren yeni bir diyaloğu, direniş ortamını acilen inşa etmeye başlayacak mı? 
Yoksa yine, başını, dogmatizmin, grup çıkarlarının kumuna gömüp, siyasal İslam karşısında felç olup kalacak mı?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Kediyle gelen demokrasi - ALİ SİRMEN

3 Aralık günü Erzincan Orduevi nizamiyesi önünde bir kediye işkence edip döverek tekmeleyen er Taner Hepşen, çıkarıldığı Erzincan Sulh Ceza Hâkimliği tarafından ifadesi alındıktan sonra adli kontrol şartıyla salıverilince konu basına yansıdı.
Erzincan Sulh Ceza Hâkimi’nin TCK. 151. maddesinin 2. fıkrasına uygun olarak verdiği karar, kendisinin içine de sinmemiş, ama kanun gereği başka türlü olmasına da imkân yok. Çünkü TCK’de öngörülen hayvana yönelik suçlar, ancak sahipli hayvanlar için geçerli, sahipsiz hayvanları kapsamıyor. Bunun üzerine kararı veren hâkim eşitlik ilkesine aykırı olduğunu düşündüğü bu madde ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaya karar vermiş.
Şimdi başvuru AYM önüne gidecek ve AYM talep doğrultusunda karar verirse, artık sahibi olmayan sokak kedileri sahipsiz olmaktan çıkacak, onlara da kötü muamele suç kapsamına alınacak.
Eğer karar bu doğrultuda çıkarsa, yalnızca sokak kedileri değil, bilumum hayvanat, işkence ve kötü muamele karşısında sahipsiz olmaktan kurtulacak, kedilerle birlikte köpekler, atlar, eşekler de yasa ve yargı yoluyla koruma ve güvence altında olacaklar. 

***

Hayvan dostlarımızın özgürlük ve güvenliklerinin yasa güvencesi altına alınmasına yönelik başvuruyu herkes sevinçle karşıladı.
AYM’nin bir kedi, bir köpek, bir at, bir eşeğin özgürlüğü ve güvenliği konusunda eşitliğe aykırı düzenlemeye son verme konusunda kendini yetkili kabul etmesi aynı zamanda umut verici bir davranış olacaktır. Eğer beklendiği türden bir karar çıkarsa, 3 Aralık günü Erzincan Orduevi nizamiyesi önünde er Taner Hepşen’in kötü davranışına hedef olan isimsiz kedi ülkemizde bütün hemcinslerinin yanı sıra, köpeklere, atlara, eşeklere ve de bilumum mahlukata benzer davranışların tekrarlanmasının önüne geçecektir.
Böylelikle hayvan dostlarımız, işkenceden, özgürlüklerini engelleyen davranışlardan kurtulacaklardır.
Artık yasalar, mahkemeler ve dolayısıyla devlet onların da sahibi olacaktır.
Sahipsiz hayvanlar da bu konudaki sahipsizliklerinden kurtarılınca, ortada bir tek sahipsiz olarak TC yurttaşı insanlar kalacaktır.
Biliyorsunuz anayasanın 120. maddesinde düzenlenen Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildikten sonra 121. maddede öngörüldüğü üzere Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarabilmektedir. 

***

Yasamayı by-pass ederek yasama yetkisini bütün OHAL süresince “Yürütme”ye teslim eden KHK uygulamasının bir özelliği de KHK’lerin, normal zamanda “Yasama”nın çıkardığı yasaların aksine, anayasal denetimden azade olmalarıdır.
Anayasanın 148. maddesi, anayasanın 15. maddesindeki hak ve özgürlükleri de kısıtlamak yetkisini haiz OHAL KHK’lerinin şekil ve esas bakımından anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini söyler.
AYM bu maddeyi yorumlarken, KHK’lerin olağanüstü hali gerekli kılan konularla ilgili olup olmadığını denetlemek yetkisine sahip olduğu yönünde içtihat oluşturmuşken, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, bu içtihadından vazgeçmiştir.
Böylelikle, KHK’lerin düzenlemelerine hedef olan yüz binlerce yurttaş, sahipli kediler, köpekler, atlar ve eşeklerden daha beter “sahipsiz hayvan” misali sahipsiz kalmışlardır. 15 Temmuz’dan bu yana çıkarılan KHK’lerin yüzbinleri mağdur ettiğini düşünürseniz, durumun demokrasi açısından ne denli vahim olduğunu görebilirsiniz.
Şimdi AYM son başvuru doğrultusunda karar alıp da sahipsiz hayvanlara da sahip çıkarsa belki bu durumdan utanılır da sıra KHK mağduru sahipsiz insanlara gelir...

İşte o zaman, tarihte bir ilk olarak 3 Aralık günü Erzincan Orduevi önüne, kötü muameleye maruz kalan adsız hayvancağızın, “demokrasiyi getiren kedi” diye heykeli de dikilir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET