14 Aralık 2017 Perşembe

Noter de korkuyor, matbaa da... - AYŞE YILDIRIM

İçişleri Bakanı kalkıp “Sen bittin”, “Turpun büyüğü heybede”, “Daha yeni başladık” diyor.
Üstüne üstlük “şerefsiz”, “sahtekâr”, “ihanet” gibi günlük siyaset dilinin eksilmeyen kelimeleriyle de süslüyor konuşmasını. 

AKP köşeye sıkıştıkça siyaset yapma biçimi de çirkefleşiyor.
Havuz gazetecilerinden Ak trollerine, milletvekillerinden bakanlarına, hakaret, küfür, yalan bir siyaset yapma biçimi olarak kalıcılaşıyor.
Bu ülkenin İçişleri Bakanı, ana muhalefet partisi liderini Kılıçdaroğlu sana açık açık söylüyorum, sen bittin” diyerek tehdit ediyor. 
 
CHP Sözcüsü Bülent Tezcan da karşı karşıya kaldığı bu siyaset yapma biçimine, İçişleri Bakanı’nın bu üslubuna ister istemez “Üçüncü sınıf mafya babası kılıklı” benzetmesini yapıyor.
AKP’nin bu saldırganlığının nedeni, CHP’nin iktidarın baskıcı uygulamalarına yönelik eleştirilerini sıralaması, etik olmayan işleri kamuoyuna açıklaması. 
 
Efendim niye Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çocuklarının ve yakınlarının Man Adası’na para gönderdiğine ilişkin banka kayıtlarını açıklamış. Ortada suç yokmuş. Onlar zaten Erdoğan daha belediye başkanı, cumhurbaşkanı olmadan önce ticaretle uğraşan milyon dolarlık iş yapan insanlarmış. Zaten o kâğıtlar iki banka arasındaki havaleyi gösteriyormuş ama nasıl oluyorsa bir de sahteymiş. 
 
Niyeyse bu ülkede hep başbakanların, cumhurbaşkanlarının ya da bakanların çocukları iş insanı zaten. Üstelik öyle başarılılar ki milyon dolarlık işlere imza atıyorlar. Politikacıların hem de iktidar partisindeki politikacıların çocuklarının kafası ticarete çok yatkın demek ki! 
 
Adalet Yürüyüşü’nden bu yana Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’li milletvekillerini “vatan hainliği” ile suçluyorlar. Anketlerde istedikleri oy oranını yakalayamadıkları için seçime de gidemiyorlar. HDP’ye yaptıkları gibi CHP’yi de bir şekilde engelleyebilmenin yollarını bulmaya çalışıyorlar.
Çaresizler. Öyle çaresizler ki gözleri hiçbir şeyi görmüyor. Korkuyorlar. Korktukları için de yarattıkları korku iklimi dağılmasın istiyorlar. 
 
CHP liderine bangır bangır bağırarak “elindeki kâğıtları savcılığa ver” diyorlar. Ama gelin görün ki CHP o belgeleri savcılığa vermeden önce tasdik ettirmek için noter bulamıyor.
Koskoca Ankara’da noterler korkuyor. Sonunda “kahraman” bir noter bulup belgeler tasdik ettiriliyor ve ondan sonra savcılığa verilebiliyor. 
 
Kılıçdaroğlu ile bir nehir söyleşi yapılıyor. Kitap olarak basılacak. Adı “Umut Hep Var.”
Ancak matbaa kitabı basmıyor. İçeriğinden ötürü çeşitli sıkıntılar yaşayabileceklerini, incelemelere maruz kalabileceklerini söylüyorlar. 
İçerik dedikleri Kılıçdaroğlu ile yapılan söyleşi.
Daha önce basılmayan kitaplar toplatılmış, kitaba “bomba” muamelesi yapılmıştı ya da yayınevleri kitapları yayımlamamıştı. Ama ilk kez bir matbaa “içeriği” nedeniyle kitabı basmayacağını söylüyor.
Kırmızı Kedi Yayınevi’nin sahibi Haluk Hepkon, “Gerekirse elle yazar yine basarız” o kitabı diyor ve gelinen noktanın ne olduğunu Artı TV’de şöyle anlatıyordu:
“Geçmişte FETÖ’cülerin yayınevlerine doğrudan baskıları vardı. Kitaplar o dönemde daha basılmadan toplatıldı. Ama baskı doğrudan yayınevlerineydi. Şimdi geldiğimiz noktada matbaalara yapılıyor. Herhalde kâğıtçılara kadar varacak bu iş. Yakında birileri çıkıp ‘şunlara kâğıt satın, bunlara satmayın’ diyecek.”

Sonu yaklaştıkça AKP iktidarının siyaset yapma biçimi çirkefleşiyor, ülkeyi yönetme biçimi daha baskıcı bir hal alıyor. 

 
Anlaşılan o ki artık sözün bittiği yerdeyiz.
 
İşte yarattıkları Türkiye; matbaalar kitap basmaktan, noterler belge tasdik etmekten korkuyor.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Eflatun rengi karikatürler - NAZIM ALPMAN

İzmir Konak Belediyesi ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin birlikte düzenledikleri Eflatun Nuri Ulusal Karikatür Yarışması Ödül Töreni 11 Aralık 2017 pazartesi günü Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezinde yapıldı.
Uzun zamandır bu denli özenilmiş bir karikatür yarışmasına tanık olmuyorduk. Yarışmaya dört yüzü aşkın eser katılmıştı.
Açık söylemek gerekirse finali kalıp sergilen eserlerin pek çoğu da ödülü hak ediyordu.

•••

Yarışma için tema belirlenmişti: İfade ve basın özgürlüğü!
Bu alan karikatürün esip gürleyeceği bir parkur oluşturmuştu sanatçılar için… Onlar da konunun hakkını veren karikatürler çizip yollamışlardı.
Gelelim ödül törenine… Yarışmanın kürsü bölümü şöyleydi: 1. Engin Selçuk, 2. Hicabi Demirci, 3. Oktay Bingöl. Başarı ödülleriyse Mete Erden, Musa Keklik, Murteza Albayrak aldılar. Özel ödüller de Hilal Özcan, Yaşar Uçar, Hasan Ceylan, Önder Önerbay arasında paylaşıldı.
Eflatun Nuri Erkoç 1927 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Güzel Sanatlar Akademisinde okudu. Kuşağının pek çok ismi gibi o da maddi imkansızlıklar yüzünden okulu bırakmak zorunda kaldı. Elli kuşağı olarak bilinen karikatürün temel direklerinden biri oldu. Eflatun Nuri meslek hayatının önemli bir bölümünü de İzmir’de geçirdi. 2008 yılında aramızdan ayrıldı.İzmir bu yarışma ile değerli sanatçıya karşı bir vefa abidesi dikmiş oluyordu.
Ödül gecesine damga vuran üç kadın vardı. Birincisi Konak Belediye Başkanı Hukukçu Sema Pektaş, yarışmanın fikir sahibi ve uygulama partneri İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Misket Dikmen ve ödül törenin sonundaki görkemli konseriyle izleyicilerini “başka alemlere” götüren büyük sanatçı Leman Sam.

•••

Ödül verecek olanlar arasına bendinizi de katmıştı organizasyon. Diğer başarı ödüllerini de Turhan Günay ve Işıl Özgentürk verdiler.
Geceyi de Sevinç Erbulak sunuyordu. O kadar sıcak ve içtendi ki, aile arasında havası oluştu. Babası (Elli Kuşağının en önemli çizerlerinden olan) Altan Erbulak benim Milliyet’te oda arkadaşımdı. Turhan Günay ise Altan Abi ile GırGır ve Fırt Dergilerinde yıllarca birlikte çalışmışlardı.
Turhan Günay ödülü verdikten sonra kısa bir Eflatun Nuri hikayesi anlattı.
Eflatun Ağabey (onu da tanıdım) ilkokula giderken öğretmeni “yarın şortla gelin beden eğitimi dersi yapacağız” diyor. Küçük Eflatun eve gelip durumu anlatınca herkes kıvranmaya başlıyor. Çünkü şort alacak para yok. Babaannesi çareyi buluyor. Paçaları lastikli uzun donlarından birini torununa veriyor, “al bununla idare et” diyor.

Ertesi gün beden eğitimi dersine sıra gelince herkes şortlarla ortaya çıkıyor. Hepsininki beyaz renkli sadece biri hariç… Bütün çocuklar ona dönüyorlar ve hep birlikte bağırıyorlar:
-Eflatuuuun!..
Meğerse babaanne donu eflatun renkliymiş!
Eflatun Ağabey bu hikayeden kendine efsane bir isim çıkartıyor. Adının başındaki Adil’i atıp Eflatun Nuri Erkoç olarak yoluna devam ediyor.
Konak Belediyesi İzmir’in sanat ve kültür ortamı bakımından en önde gelen işlerini yapıyor. Belediyecilik ile beton dökmek arasına böylesi incelikli bulvarlar döşüyor.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yaptırımsız açıklamalar… - L. DOĞAN TILIÇ

Ne yazık ki, dünyada işler “haklının güçlü” olduğu bir zeminde yürümüyor. Güçlüler de söylemekle yetinmeyip, sözlerinin arkasına eylemlerini koyuyorlar. Ne kadar “Dünya 5’ten büyüktür” derseniz deyin, siz söylediğinizle kalırken o 5’in 1’i sözünü eyleme dönüştürüyor.

Kuşkusuz, dünyanın bu adaletsiz işleyişini söylemek gerek. Sürekli söylemek! Ancak, söylemekle yetinip orada kaldığınızda sözün de bir hükmü olmuyor. O 5’in 1’ini bile yerinden bir milim kımıldatmıyor açıklamalarınız.

Dünyanın 5’ten büyük tarafında büyük sözler söyleyenler, sözlerini eylemle desteklemeyip yinelemekle kaldıkları sürece, en yüksek perdeden de konuşsalar, sadece söz enflasyonuna yol açıyorlar.

Bu satırlar yazılırken İslam İşbirliği Örgütü’nün (İİÖ) olağanüstü zirvesinin sonuç bildirgesi çıkmamıştı. Yine de, ne çıkıp ne çıkmayacağını biliyoruz! Zirvenin çağırıcısı Türkiye bunları önceden söyledi zaten.


Kudüs gibi İslam dünyasının “en duyarlı” olduğu konudaki zirveye İİÖ üyelerinin tümü katılmaz, katılanların tümü de en üst düzeyde temsil edilmezken, dönem başkanı Türkiye’nin istediği en sert sonuç bildirgesi çıkabilir: Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararı “yok hükmünde” sayılabilir ve 67 öncesi sınırlar içinde başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin tanınması çağrısı yapılabilir.

İsrail’in, Erdoğan’ın son zamanlarda gösterdiği haritaların da anlattığı gibi; Filistin topraklarını adım adım yutması, sonunda Kudüs’ü, Batı Yakası ve Gazze Şeridini işgal etmesi, Mısır’da Sina’yı, Suriye’de Golan Tepeleri’ni gasp etmesi sonrasında da çok söz söylendi. Sadece İslam dünyası değil, dünya, BM çok söz söyledi, kararlar aldı, açıklamalar yaptı. Bu sözler hiçbir zaman İsrail’e karşı ciddi yaptırımlarla birlikte gelmediğinden, harita Erdoğan’ın gösterdiği gibi, değişmeye devam etti.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, zirveden bir gün önce NTV’ye konuşurken, bir yaptırım kararı çıkıp çıkmayacağı sorusu üzerine “Yaptırıma karşıyız” dedi. “ABD’ye hangi yaptırımı uygulayacaksınız?” diye de güç karşısında “gerçekçi” bir çaresizlik ifade etti!

Yaptırıma karşıysanız, yaptırırsınız! Yaptırım uygulayamadıklarınız, sizin en sert sözlerinizi de nasılsa bir süre sonra unuturlar diye ellerinin kenarıyla itip, yaptıklarını yapmaya devam ederler!
Kuşkusuz, dış politikada gerçekçi olmak; yapamayacağınız şeyleri yapmaya kalkmamak gerekir. Yapamayacağınız şeyleri söylememek de gerekir! Yapamayacağınız şeyleri söylemek ancak sözün değerini, etkisini azaltır!

“İsrail bir terör devletidir” ağır sözdür. Bunu gerçekten söylüyorsanız; teröristle hiçbir ilişkinin olamayacağını bilerek davranırsınız. Bir terör devletini tanımazsınız; Irak Şam İslam Devleti’ni tanımadığınız gibi. Ekonomik, ticari, turistik, diplomatik, askeri ilişkileriniz, anlaşmalarınız olmaz. Bir devletle bu ilişkileri kurarken ona “terörist” diyorsanız, o sözün bir ağırlığı kalmaz.

Kudüs kararı nedeniyle ABD ve İsrail’e gerçekten tepki göstermek isteyen ülkelerin, söz ve açıklama ötesinde, kuşkusuz güçleri oranında, yapabilecekleri çok şey var.

İsrail’e; madem başkentiniz Kudüs deyip Tel Aviv’deki elçilikleri kapatmak ve tanınmadığınız Kudüs’e de temsilci göndermemek çok mu uçuk bir yaptırım olur? Ya da, mevcut ekonomik, askeri ilişkileri kesmek…

Trump’ın kararı bütün bir bölgeyi ateşe atacaksa gerçekten; Kudüs gerçekten şerefimiz, kutsalımız, harim-i ismetimiz (namus ocağımız) ve kırmızıçizgimizse ve ona dokunulduğunda da yaptırıma karşı olacaksak, kime, ne zaman, ne için sözden öte bir şey yapacağız?

Mahmud Abbas söylemekten öte bir adım attı işte; Kudüs kararından sonra bölge turuna çıkacak olan ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’i kabul etmedi. İstanbul’da da somut yaptırımlar önerdi. İİÖ üyesi devletler, ortak açıklamalarında, misal “Kararınızdan dönüp Harim-i İsmetimizden elinizi çekene kadar hiçbir ABD yetkilisi ile görüşmeyeceğiz” diyebilecekler mi?

Bunlar yapılamadıkça dünya 5’ten küçük kalmaktan kurtulamayacak!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

13 Aralık 2017 Çarşamba

Gerçekler Sarraf Davası, Man Adası; Hayaller Kudüs, Lozan - FATİH YAŞLI

Tam “hakikat” kamuoyunun ana gündemini oluşturmaya başlamıştı ki, bir kez daha Hızır misali “kurgu”ya sarıldılar. “Hakikat”le Sarraf Davası vesilesiyle görünür hale gelen rüşvet çarkını ve Man Adası belgeleri vesilesiyle toplumun haberdar olduğu off-shore bankacılığı üzerinden kaçırılan vergileri kastediyoruz. Bu iki mesele, rejimin ekonomi-politiğini muazzam bir şekilde sembolize ediyor: Rüşvet, yolsuzluk, paralel ekonomi üzerinden kendini finanse etme ve kendi zenginlerini yaratma, vergi yükünü toplumun alt sınıflarının, emekçilerin üzerine yıkma, hem yerli-milli edebiyatı yapıp hem de bu ülkeden elde edilen kazancın bu ülkede vergilenmesinden kurtulmak için kırk türlü yola başvurma…

 “Sarılınan kurgu” bu sefer Kudüs ve Lozan oldu. Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması elbette ki kurgu değil, hem Filistin hem de bölge üzerinde önemli etkiler yaratacak tarihsel bir karar. Kurgusal olan, İslamcıların İsrail’in kararına verdiği tepki. Kurgusal, çünkü İslamcılar ABD ve İsrail’in doğal müttefiki. Gerek petrol monarşileri gerek Türkiye İslamcılığı, bölgedeki anti-ABD ve anti-İsrail pozisyondaki rejimlerin yıkılması için yıllardır ABD ve İsrail’le birlikte hareket etmiş, yakın zamanda Suriye’yi yakıp yıkmak için el ele vermiş, şimdi ise olanca riyakârlıklarıyla güya ABD’nin bu ilanına tepki veriyorlar, muazzam bir oyunculuk, muazzam bir yalan performansı sergiliyorlar.

Lozan’a gelince… “Bir gündem değiştirme aparatı olarak Lozan”a artık hepimiz alıştık. Başın mı sıkıştı, gündem mi değiştirmek istiyorsun, hop atıyorsun ortaya bir Lozan, Misak-ı Milli tartışması, atıyorsun bir “Lozan hezimettir” yalanı, uyduruyorsun bir “Musul Kerkük bizimdir, Irak’ın yarısı, Suriye’nin dörtte üçü Abdülhamid’in tapulu malıdır” masalı, tüm medya bunu konuşmaya başlıyor, geriye kalan ne varsa hemen üzeri örtülüyor.

Bu gayet iyi bilindiğinden, Yunanistan gezisinde de aynısı denendi. Daha Yunanistan’a gitmeden havaalanında “Lozan güncellenebilir” demeci verildi, Yunanistan Cumhurbaşkanı’yla yapılan ikili görüşmede, basının önünde bütün diplomatik teamüller ve nezaket kurallarını hiçe sayan bir üslupla konu dile getirildi, on yıllar sonra gerçekleşen bu gezi iki ülke arasındaki ilişkileri yoluna koymanın bir vesilesi değil, iç kamuoyuna ve tabana yönelik bir  hamaset gösterisine dönüştürüldü. Oysa Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözülmesi için Lozan’ın güncellenmesine gerek duyulmadığı, bunun ikili görüşmeler ve yeni ikili anlaşmalarla çözümünün mümkün olduğu biliniyordu.

Hakikatin karşısına kurgunun çıkarılması, kurguya sarılma dedik ama bunun nesnel bir sınırının olduğunu, artık iktidarın bu sınırlara dayandığını, kitlesini genişletmekte de, mobilize etmekte de eskisi kadar başarılı olmadığını görmek gerekiyor. Kudüs meselesinin de Lozan spekülasyonunun da bir karşılığı var ama bu artık ancak tabanın kemikleşmiş, militanlaşmış kesimleri için geçerli. Gerçek hayat, yani pahalılık, geçinememe, borçlar, yoksulluk, zamlar, kendini daha fazla dayattıkça, yeni-Osmanlı fantezisiyle, hilafet hayalleriyle oyalanmak, bunlara sığınmak daha bir zorlaşıyor. Kudüs meselesine verilen tepkiye bakın mesela, onca propaganda aygıtına, onca çağrıya, onca seferberlik havasına rağmen sokakta bir avuç kişi dışında kimse yok.

Benzer bir durum iktidarın “Atatürkçülük hamlesi” için de geçerli. Sarraf davası üzerinden oluşacak basınca karşı “hayırcı” kitleyi tarafsızlaştırmayı hedefleyen bu hamlenin herhangi bir işe yaramadığı, toplumun en az yüzde ellilik kısmının meseleye hırsızlık ve rüşvet üzerinden baktığı, davayı bir milli dava olarak görmediği gözlemlenebiliyor. Yani iktidar partisi artık herhangi bir genişleyici ve kapsayıcı adım atamıyor, kendi tabanının kemikleşmiş kesimlerine doğru daralıyor, toplumsal rıza üretmekte hiç olmadığı kadar zorlanıyor.

Bu ise şöyle ilginç bir manzaraya yol açıyor: Muhalif toplum kesimleri, iktidara aktif bir direniş göstermese de, pasif bir duruşla, bir tür aldırmazlık ve bir tür kayıtsızlıkla, yani bir tür “apolitik politik tutum”la direniyor. İktidar tabanı ise aktif desteğini büyük ölçüde pasif desteğe dönüştürmüş durumda, yani muhtemelen sandığa gittiğinde AKP’ye oy vermeye devam edecek bir toplam, artık desteğini aktif bir şekilde, coşku ve hevesle sunmuyor, bir heyecan yitiminin söz konusu olduğu çok açık. Dolayısıyla toplumun ikiye bölündüğü ama iki tarafın da pasifizmi ve kayıtsızlığı tercih ettiği bir dönemden geçiyoruz.

“Pasif direniş”i aktif bir politik tutuma evriltmek, “pasif destekçiler”de ise soru işaretlerini artırmak, gedikler açmak, bugünün siyasi görevlerinden birini oluşturuyor. Bunun için ise kurgulara karşı hakikate ve hakikatin siyasetine daha fazla yüklenmek, daha fazla sahip çıkmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Eskişehir’e vefa ve yerel medyanın önemi - ÜMİT ALAN

Doğma büyüme Eskişehirli olmasam belki bu yazıyı daha coşkulu yazardım. Şimdi Eskişehirli olmanın bana yüklediği sorumlulukla biraz daha dikkatli yazmayı tercih ediyorum.

Benim talihsizliğim, Yılmaz Büyükerşen’in yarattığı mucizevi değişimin meyveleri alınırken iş gereği İstanbul’a yerleşmek zorunda kalmak oldu. Yine de her fırsatta gittiğim memleketime bir gün geri dönebilme hayalini diri tutmaya çalışıyorum. Hemşehrim Haydar Ergülen, Eskişehir’e vefa borcunu fazlasıyla ödeyenlerden. BirGün Pazar’daki Eskişehir’e kurulması planlanan termik santralla ilgili yazısı da çok güzeldi. Termik santralın zararlarıyla birlikte Eskişehir’in edebiyattaki yerine de değinen Ergülen kendisini pek anmamış. Kendisi Eskişehir için çok kıymetlidir. Bana kalırsa, kendisinin Eskişehir Ekspresi’nin kaldırılmasının ardından Radikal gazetesine yazdığı “Ne zaman Gitti Tren” yazısı benim için Eskişehir hakkında yazılmış en güzel metin. Şimdi değil Eskişehir Ekspresi, Haydarpaşa’dan kalkan tren yok artık. Avrupa yakasında oturanlar için 1 ila 2 saate varan uzaklıktaki Pendik’te metro istasyonu misali bir yerden kalkan hızlı trene yetişirsek ne âlâ. Oysa biz bir Haydar Ergülen dizesine sığınıp “Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara gittim geldim düz coğrafya” diye bir parça yavaş da olsa gidip gelmeyi çok severdik. Bu kişisel detayı neden yazıyorum? Çünkü “yenilik” diye “çağın gereği” diye sunulan her şey her zaman mantıklı değil. Enerji üretiminde daha çevreci yollar varken “termik santral” ısrarı da öyle.
Peki Eskişehir’e termik santral meselesi bu kalabalıkta medyada gündeme gelir mi?
Gelirse nasıl gelir, gelmeli? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun asıl konusu bu.

İş siyasi çekişmeye dönerse
Eskişehir yerel basınının deneyimli isimlerinden Sakarya gazetesinden Ali Baş, oldukça önemli bir noktaya değinmiş ve konunun “siyasi çekişme” haline gelmemesini temenni etmiş. Çünkü diyor ki, bir taraf ısrarla “yaptırmayız” derse bir başka taraf, “nasıl yaparız gelir görün” der ve olan Eskişehir’e olur. “Amaç gerçekten “Eskişehir”i, “halkı” ve “doğayı” önemsemekse, daha yapıcı ve uzlaşmacı bir dil kullanılması gerekiyor” diyor Ali Baş ve Eskişehir’in “Enerji üretimine” karşı olmadığını “yeşil enerji” örneğiyle açıklıyor. Eskişehir’de sahiplerinin “FETÖ ilişkisi” nedeniyle ele konulan ve artık tam kapasite çalışmayan başka bir termik santral olduğunu da yine Ali Baş’ın yazısından öğreniyoruz. Baş, kurulması planlanan bölgede tarımı öldürecek termik santral yerine çıkarılacak kömürün Eskişehir’in başka bir yerinde zaten var olan bu eski santrale taşınarak kapasitesini tam kullanmayı öneriyor. Öneri mantıklıdır, değildir ama her halükarda bir sorumlu gazetecilik sorusudur ve tartışılır.

Yerel medya ve sorumluluk
Daha da önemlisi meselenin ulusal ölçekte bakınca salt bir “siyaset” meselesi olarak büyük resme yuvarlandığını görürken, yerel gazetecinin çözüm için endişelendiğini görüyoruz. Çünkü orada yaşıyor. Memleketin genel havası gibi bir kutuplaşmaya dönerse kaybedenin kendisi olacağını hissediyor. Şunu da itiraf etmek gerek, okur olarak yerel medyayı ne kadar izliyoruz?
Örneğin; ben Eskişehirli olmasam ve arada memleketimde neler oluyor diye göz atmasam meselenin diğer boyutlarını görecek miyim?
Hayır.
Evet, Eskişehir’de yeni bir “termik santrale” sonuna kadar hayır.
Evet Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir mucizesine yazık etmeyelim. Zira 24 yaşına kadar Eskişehir’de yaşamış şahsıma, Eskişehir bir gün turizm kenti olacak deseniz, “Agam bizimle eğleniy” cevabını alırdınız lâkin sonuç ortada. Tüm Türkiye’ye örnek olacak bu şehri korumak da önemli. Bu yüzden meseleyi tartışırken Eskişehir’e ve doğasına zarar verecek bir çekişme seviyesine taşımamak önemli. Bunun için de ulusal medyayla yerel medyanın işbirliği daha önemli. Hem ne diyordu o eski yazıda Haydar Ergülen; Eskişehir Ekpresi’ni geri verin, yollarımızı geri verin, turnalarımızı geri verin, o trenle birlikte seferden kalkan bahar derelerimizi, güz renklerimizi, yağmurlu gözlerimizi, hayallerimizi, annemin ve babamın bizi bekleyen çiçekli bahçesini, yeğenimin İstanbul’a gelişini, bizi uğurlayışını, kardeşlerimle birlikte bizi büyüten taşramızı, sanki taşra bir ev ve onun içinden geçen tren seslerini, bayramları, buluşmalarımızı geri verin!

Ümit Alan / BİRGÜN

Satış sırası lojmanlara geldi - KADİR SEV

Yıllardır, Maliye Bakanlığı; Özelleştirme İdaresi; İl Özel İdareleri; İl ve İlçe belediyeleri, hiç durmaksızın kamu taşınmazlarını satıyor. Kent merkezlerinde neredeyse hiç kamu arsası kalmadı.
Eskiden boş ya da nüfus yoğunluğu çok az olan kamu taşınmazlarının yerlerinde şimdi gökdelenler, AVM’ler yükseliyor.

Kapitalizmin kâr açlığı yüzünden kentler tüketiliyor. Dikkat çeken son marifetleri Ankara’da ODTÜ ormanının yok edilmesiydi.

Kentler bu denli sıkıştırılırsa ne yol yeter ne oksijen. Para babalarının çıkarlarını bir yana bırakmadan bulunacak her çözüm, kaçınılmaz olarak yeni sorunların kaynağını oluşturacaktır.
İnşaattan beslenenler, kent merkezlerinde artık ucuz arsa bulamaz oldular. Bu durumdan yakınıyorlar ve Devletin çözüm üretmesini bekliyorlar.

Kasım/2017 ayında Mecliste kabul edilen 7061 sayılı torba Yasada, onların bu zor durumları için düzenlemeler yapıldı. Betonun prenslerine ucuza kamu lojmanlarını satacaklar, onlar da yıkıp yerlerine yenilerini yapacak; böylelikle katma değer yaratıp ülkeyi kalkındıracaklar.
Meclise sunulan tasarıda, on yıldan eski olanların satılması öngörülmüştü. On yıllık yapı, her ne kadar eski sayılmasa da hiç olmazsa iyi kötü bir ilke öngörülmüş diye avunuyordunuz. Komisyonda ve Genel Kurulda soranlara, eskidiği için satılması gerektiğini söyleyip durdular. Ancak, on yıl koşulu el çabukluğu ile çıkarılarak yasalaştırıldı.

 Eskidiği gerekçesi zaten aldatmacadan ibaretti. Asıl amaç; “kamu taşınmazlarının ekonomiye kazandırılması” sözleriyle formüle ediliyordu.

Kamuda, 50 bini birkaç yıl içinde satılabilecek, yaklaşık 240 bin kamu konutu olduğu belirtiliyor. Üç bin adedinin önümüzdeki yıl satılması hedeflenmiş. Lojman satışlarından 2018 yılında 500 milyon lira gelir bekliyorlar.

Yasada, elde edilecek gelirin bütçeye ödenek kaydedilip, lojman almak ya da yaptırmak amacıyla kullanılması öngörülüyor. Eldekini satıp yenisini alacaklar. Bu buluşu Zihni Sinir bile kıskanırdı.
Memurları da düşünüyoruz diyebilmek için olsa gerek, kamu konutlarında oturanlara öncelik verdikleri algısı oluşturmaya çalışmışlar. Oysa yöntemlerinin hiç gerçekçi olmadığı hemen görülebiliyor.

Kat mülkiyeti kurulmamış olanlar, tapuda arsa görünüyor. Bunla,r üzerlerindeki yapılarla birlikte bütün olarak satılmak zorunda. Yani memurlara göre değil.

Kat mülkiyeti kurulmuş olanlar ise tek tek satılmak üzere ihaleye çıkılacak. İçinde oturanlar ihale sonucunda oluşan fiyatın %10 eksiğini verirlerse satın alabilecekler. Taksitle alabilmek olanağı da tanınıyor. Sayıları çok olmasa da alabilecekler elbette çıkar.

Ancak satın alsalar bile sahip olamazlar.

Yapılan düzenlemenin asıl amacının kent merkezlerinde yeni binalar yapmaları için yüklenicilere ucuz arsa bulmak olduğunu unutmayalım. Kamu konutlarını satın alan rant avcıları, onların kapısını çok geçmeden kentsel dönüşüm dayatmasıyla çalacaktır. Kabul edip etmemeleri hiç önemli değil. Çünkü kentsel dönüşüme ilişkin olan yasal düzenlemelerle inşaatçılara öylesine olanaklar tanınıyor ki; kabul etmeyenler olursa kolluk gücüyle çıkartırlar.

Kamu konutları denildiğinde Saraçoğlu Mahallesinden söz etmemek olmaz.
AKP İktidarları, Saraçoğlu Mahallesi üzerinde yıllardır büyük bir tehlike oluşturuyor.
1944-45’li yıllarda lojman olmak üzere ve araya hiçbir yüklenici sokulmadan, kamu personeli eliyle yapılan; çağdaş şehircilik anlayışının geliştirilmesi iddiası taşıyan, Saraçoğlu mahallesi üzerindeki rant baskıları giderek artıyor.
Gizlemeye çalışıyorlar ama lojmanların satılmasının öngörüldüğü düzenlemenin Saraçoğlu’nu ilgilendirmemesi düşünülemez.
Altyapısını da şimdiden oluşturdular bile. 17 Ağustos 2017 tarihinde yayımlanan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla; “gayrimenkul satış vaadi ve arsa payı karşılığında hasılat paylaşımı esasına göre inşaat sözleşmesi yapılmak suretiyle değerlendirilmesi” amacıyla Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş’ne devredildi.
Yasanın görüşülmesi sırasında Maliye Bakanına, Saraçoğlu Mahallesini de satacak mısınız? Diye sordular; “… bütün binalar tescilli yapıdır, tescilli sit alanıdır orası…satılamaz, yıkılıp yerine yenileri de yapılamaz” sözleriyle yanıtladı.
Bakanlar Kurulu Kararı hatırlatılınca da “o genel bir ifade” deyip işin içinden çıktı.

Biraz daha sıkıştırılınca da yerin altında bir kongre merkezi ile butik otel yapacaklarını söyledi.
Yalanlarla yönetilmekten usanmadık mı?

Kadir Sev / SOL

AKKUYU ( I-II ) - ÇİĞDEM TOKER

Akkuyu’da Rusya’dan manidar hamle.(I)

Pazar günü, Rosatom’un (Rusya Devlet Nükleer Enerji Kurumu) Twitter hesabından Mersin’de çekilmiş bir fotoğraflı mesaj paylaşıldı.
Sınırlı inşaat iznine dayanılarak Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nda (NGS) hazırlık nitelikli inşaat çalışmalarının başladığını haber veriyordu bu mesaj.
Fotoğrafta; Rosatom Başkanı Aleksey Lihaçev, Enerji Bakanlığı Müsteşarı Fatih Dönmez, kasketli bir Mersinli köylü (muhtemelen Akkuyu’nun yapılacağı Gülnar’dan), 6-7 yaşlarında bir erkek çocuğu, kırmızı büyücek bir butona ellerini üst üste koymuş.
An önemli: Zira politik propaganda amaçlı temel atmaların, günümüzdeki simge aracı olan kırmızı butona basılınca beton dökülmüş olacak.
Rosatom mesajında şöyle diyor:
“Umuyoruz ki, ana inşaat lisansını da 2018 ilkbaharında alırız.”
Söz ettiğim fotoğrafın iki okuması var:
- Algı ve meşruiyet: Adlarını bilmediğimiz Mersinli köylü ile küçük çocuk, temel atma karesine dahil edilerek nükleer gibi tartışmalı bir projeye meşruiyet devşiriliyor. Rosatom, bize “Yörenin geleceği için iyi bir şey yapıyoruz” diyor.
- Diğer yandan da fotoğraftan yansıyan temsil düzeyi, bazı şeylerin o kadar da yolunda gitmediğini gösteriyor sanki.
20 milyar dolar proje bedeli, 40 yıllık ana lisansı ve 100 yıla yayılması planlanan ömrüyle Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük projesi olan Akkuyu NGS’deki bir temel atma törenine şirket başkanı ile bakanlık müsteşarı katılmış. Türkiye’den ve Rusya’dan hiç enerji bakanları yok. Neden acaba? 
Rus CEO denetimde de söz sahibi
Bu soruyla ilgili olabilecek iki önemli gelişmeyi buradan duyuralım.
İki hafta önce “Akkuyu’da Rusya denetimi” başlıklı yazımda Rosatom’un Akkuyu NGS’ye katılacak 3 Türk firmasını denetlettiği bilgisi yer aldı. Neredeyse siyasi atama gibi bir kararla bu projeye dahil edilen Cengiz-Kolin/ Kalyon (CKK) ortaklığını, Baker Tilly Russia adlı uluslararası denetim şirketi denetleyecekti. Fakat bu süreç başlar başlamaz, üç Türk şirketinden ikisinin bu denetim sürecinin başında konsorsiyumdan çekildiği belirtilmişti. Ulaştığım sınırlı bilgilere göre; uluslararası ölçekte aranan kriterlere sahip olunmadığı tereddüdüyle, bu çekilmenin “denetlenmeme” motivasyonuyla yapıldığı güçlü bir olasılıktı.
Son gelen haberler ise; Rusya’nın devlet kuruluşu olarak, denetim ihalesini yapmış olan Rosatom’un, bu süreci “dondurduğu” yönünde.
Bu ilginç kararın nedenini merak ederken, Akkuyu A.Ş’nin ticaret sicil gazetesinde yayımlanan son kararı, meseleyi biraz olsun aydınlatacak farklı bir pencere açtı.
Akkuyu Nükleer A.Ş’nin 7 Aralık, yani bundan dört gün önce yayımlanan kararı, projeye finansman getirip ortak olacak Türk şirketlerini yakından ilgilendiren son derece çarpıcı bir yeni gelişmeyi haber veriyor.
Akkuyu A.Ş. yönetim kurulu, şirketin ana sözleşmesindeki denetimle ilgili maddeyi değiştirecek. “Denetleme Kurulu” başlıklı 24. maddeye göre, hali hazırda şirket CEO’su denetim kurulu üyesi olamıyor. Bu maddede açık açık “CEO hariç” diye bir ibare yer alıyor. 25 Aralık’ta yapılacak olağanüstü genel kurul ile ana sözleşme değiştirilecek ve
“CEO hariç” ibaresi cümleden çıkarılacak.
“Yönetim Kurulu üyeleri aynı zamanda denetleme kurulu üyesi olabilir” ifadesi sayesinde şirket CEO’su Yuriy Fedorovich Galanchuk, Akkuyu A.Ş. ile ilgili kritik bir yetki ve gücü de üstlenecek. Zira ana sözleşmeye göre, denetim kurulu üyeleri, şirketin bütün belgelerine sınırsız erişim hakkına sahip.
Soru ise şu: Yeni madde, hukuksal sözleşmesi hâlâ kesin olarak açıklanmayan üç Türk şirketinin de Rus CEO tarafından denetlenebileceği anlamına mı geliyor?
Akkuyu A.Ş’deki bu denetim operasyonuna, uluslararası şirket denetimi kesintiye uğradığı için mi ihtiyaç duyuldu?
Kim bilir belki, bu ve diğer soruların yanıtları bu satırlar yazılırken beklenmekte olan Putin’in Ankara ziyaretinin ertesinde ortaya çıkar.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET (12.ARALIK.2017)


                                                                         
Akkuyu’ya yeni şirketler (II)

Üreteceği elektriğin kilovatsaatini, Türkiye’ye 12.35 sent’ten satacak olan Akkuyu Nükleer Güç Santralı (NGS), 20 milyar dolar proje bedeli, 49 yıllık yatırım süresi ve enerji satış anlaşmasıyla, Cumhuriyet tarihinin en büyük yatırımı.
Bu ölçekteki bir proje, ülkemizin geleceğini hepimizin sandığından çok ilgilendiriyor. Sadece güvenlik açısından değil, siyaset, diplomasi ve hukuk alanında da. Fakat Türkiye’nin ve toplumun geleceğini birden fazla alanda ilgilendiren bu ölçekteki bu projeyle ilgili gelişmeler, farklı nedenlerle hak ettiği ölçüde tartışılmıyor.
Ankara merkezli bir şirket olan Akkuyu Nükleer A.Ş’de yakın zamanda alınan bir kararı dün aktarmıştım.
Milletlerarası anlaşma uyarınca yüzde 51 hissesi Rusya’da bulunan şirketin, olağanüstü toplantıya gitme ihtiyacı duyması aslında hepimizi ilgilendirmeli.
25 Aralık’ta yapılacak olağanüstü genel kurulda ana sözleşme değiştirilecek.
Konu, denetim maddesi. Halihazırda şirketin yönetim kurulu üyelerinin denetim kurulunda da üye olmasına bir engel yok. Ama “CEO hariç” istisnası var. İşte yılın son haftasında yapılacak değişiklik ile bu önemli ibare metinden kaldırılacak.
7 Aralık 2017 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlanan değişiklik metni şöyle: “Denetleme Kurulu üyeleri, şirket hissedarlarının teklifi üzerine yönetim kurulunca onaylanır. Yönetim kurulu üyeleri aynı zamanda denetim kurulu üyeleri olabilir. Şirket çalışanları denetleme kurulu üyesi olamaz. Denetleme kurulu, faaliyetlerinde yönetim kurulu tarafından onaylanan Denetleme Kurulu Yönetmeliği’ne uygun olarak hareket eder. Denetleme kurulunun tüm üyeleri, yetkileri kapsamında faaliyetlerini yerine getirmek amacıyla, Şirket’in tüm belgelerine sınırsız erişim hakkına sahiptir.”

***

Akkuyu A.Ş’nin CEO’su ile birlikte diğer yönetim kurulu üyelerinin tamamının denetim kurulunda yer alması, şirketin yüzde 49’a kadar Türk şirketlerden oluşabilecek ortaklık yapısını doğrudan etkileyecek. Rusya açısından projenin finansmanına Türk şirketlerden katkı yapılması hayati önem taşıyor.
Düne kadar, Akkuyu A.Ş’nin yüzde 49’unun hissedarı olacağı açıklanan CKK (Cengiz Kolin, Kalyon) ile henüz hissedarlık sözleşmesinin yapılmamış olması, bu alandaki mali sorunların henüz aşılamadığına işaret ediyor.
CKK’nin Akkuyu’ya ortak olacağının açıklanmasının üzerinden altı ay geçti. Bugüne dek sözleşmenin hâlâ imzalanmamasının, Rosatom’un CKK üzerinde başlattığı denetim süreciyle bağlantılı olduğu vurgulanıyor.
Bu çerçeve içinde Rusya Devlet Nükleer Enerji Kurumu Rosatom Başkanı Aleksey Lihaçev’in son demeci tablodaki sorunları üstü kapalı da olsa doğruluyor.
Lihaçev, Akkuyu NGS’de hisse sahibi olmak isteyen Türk şirketlerine yenilerinin eklendiğini haber veriyor. Normalde “olumlu” algı yaratması beklenen bu gelişmenin ülkemizdeki hiçbir resmi kaynak tarafından açıklanmaması ilginç. Lihaçev, Akkuyu’nun yüzde 49’unun hangi şirketlere satılacağı konusunda ise “Kamuoyuna açıklama yapamam” diyor.
Daha önce nihai anlaşmanın 2017 sonuna kadar imzalanmasının hedeflendiği belirtilmişti. Şimdi temel soru: 25 Aralık’taki olağanüstü genel kurulun ardından Akkuyu NGS’deki hissedarlık sözleşmesinin, yıl bitmeden imzalanıp imzalanmayacağı. Bu soru henüz cevaplanmamış olsa da Rusya’nın, 20 milyar dolarlık bir dev projede, Türk şirketlerine yönelik denetim gücüne sahip olma niyeti açıkça görünüyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET (13.ARALIK.2017)

 

 

Milli eğitim sorunu - ÖZGÜR MUMCU

Gülen cemaati iktidarın da büyük katkılarıyla devlet aygıtının her köşesine yerleşti ve neredeyse ülkeyi ele geçirecekti. Çocuk yaşta devşirilen cemaat üyelerine çeşitli çıkar ilişkileri sebebiyle cemaatle ortak hareket edenler de katıldı. 
Gülen cemaati, AKP döneminde iyice hız kazanan 40 senelik bir operasyonu tamamına erdiremedi. Ancak diğer tarikat ya da cemaatlere bir yol haritası da vermiş oldu. Yeterli zamanı ve adanmışlığı olan dini yapılanmalar, Türkiye’nin bütün kurumlarına hâkim olma ihtimalleri olduğunu biliyor. Elbette bu hepsi için geçerli değil. Ancak demokrasiyle ilgisi olmayan, inandığı değerleri memlekete hâkim kılmayı ilahi bir görev bellemiş cemaat ve tarikatlar da vardır. Bunların Gülen’in başaramadığını başarmak için heveslenmediğini kim söyleyebilir? 

15 Temmuz’dan sonra devlette liyakatin esas olacağı çok dile getirildi. Gelgelelim gidişat bunun hayata geçirilmediğini gösteriyor. İktidar sırtını tarikatlara dayamış durumda ve tarikatlar Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar siyasetin belirleyicisi. 


Gülen cemaatinin insan devşirme yöntemi eğitimdi. Mevcut iktidar da eğitimi dincileştirip tarikatlaştırarak benzer bir yol tutmuş durumda.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın evlerde dini sohbet projesinin cemaatin sohbetlerinden yöntemsel nasıl bir farkı var? 

Okulların teker teker imam hatipleştirilmesi yetmedi, çocuklar evlerinde de rahat bırakılmıyor.
Dün Cumhuriyet’te yayımlandı. Ne idüğü belirsiz, başında AKP’li bir belediye başkanının bulunduğu Medeniyet Yolcuları Vakfı adında bir kuruluşun sağladığı materyallerle, okul saatleri dışında evlerde dini sohbetler yapması planlanmaktaymış.


Materyaller de şahane. Cumhuriyetin kuruluş dönemini yerden yere vuran, Atatürk düşmanı sohbetler öngörülmüş. Yetmezmiş gibi bu dini sohbetler açıkça bir parti propagandası da içeriyor ve bunu devletin memurları eliyle yapıyor. Mesela şöyle bir sohbet konusu var: “AK Parti’nin kuruluşuyla birlikte Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın milletimiz, İslam dünyası ve tüm gönül coğrafyamız için ortaya koymuş olduğu destansı mücadele.” 


Cemaat, tarikat, siyaset, ticaret anahtar kelimeleriyle bir tek parti devleti kuruldu. Devletin memurları bir partinin propaganda memurları haline getirilmiş. Sabah akşam dinci bir eğitime maruz kalan çocuklara artık evlerinde de rahat yok.


Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’li belediye başkanlarının vakıflarının müfredatıyla bir siyasi partinin genel başkanını öven ev sohbetleri düzenlemeyi bir eğitim faaliyeti mi zannetmektedir? Uluslararası bütün testlerde Türkiye yerlerde sürünüyor. Memleketin eğitim sistemini böylesine itibarsızlaştırmış, ülkenin geleceğini çalan bir bakanlık bu. 


Milli Eğitim falan denmez artık. Bu bakanlık AKP’nin ve onun dayandığı tarikatların kendine militan devşirmek için kullandığı, devlet bütçesinden nemalanan milli bir sorundur.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Putin’in dansı - CEYDA KARAN

Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin mirasçısı Rusya Federasyonu ile ilişkilerde ya ‘kara’ yahut ‘pembe’ tablolar çizmek pek moda oldu. Ya ‘Ruskarşıtı’ yahut ‘Rusçu’ olma halleri ‘doğal’ addediliyor. Birileri, Rusya’yı ‘silah’ olarak görüp ‘Batılılar bize yamuk yaparsa Avrasyacı oluruz, görürler günlerini’ silahını çekmeye hevesli. Birileri ‘Ay, Rusya’ya yakınlaşıyoruz, şimdi otoriter olduk/olacağız’ buyuruyor. Her seferinde bir heyecan dalgası.
Aslında belki bir şekilde Soğuk Savaş’tan kalma geleneksel bakışların tezahürü. Türkiye’yi ‘yöneten’ zihniyetin olduğu kadar, ‘yönetemeyen’ zihniyetlerin de sürekli Moskova’dan ‘atımlık barutlar çıkartmak’ gayretleri bitmiyor.
***

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in son ziyaretinde de durum farklı olmadı. Siyasal İslamcı iktidar, Rusya ile ilişkilerden bağımsız olarak kafa kafaya geldiği Batı’ya Putin’i gösterip ‘rest çekti’. Bu kez alt başlıkta Suriye ve S-400’ler, üst başlığa ise ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü ‘İsrail’in başkenti’ olarak tanıması konuldu ve “Rusya ile aynı sayfadayız” sunumu yapıldı. Karşıt cephe nakaratını tekrarladı. Tuhaf nedensellikler ve tuhaf çıkarımlar. 

***

Hakikatte, Putin’in ziyaretinin ‘yakınlaşmayla’ filan alakası yok. Putin bu hafta Rusya’da martta düzenlenecek başkanlık seçiminde adaylığını açıklamadan önce Ortadoğu’da ‘Rus dansı’ yaptı. Bir güne üç ülkeyi sığdıran ziyaretini, Rusya’nın Ortadoğu’daki pozisyonunu ‘pekiştirmek’ üzere gerçekleştirdi. Ankara’nın ‘kanlıları’ Suriye ve Mısır ziyaretin asıl odaklarıydı.
Moskova, Suriye politikası fiyasko olmuş Ankara’yı politik çizgisine adım adım çekeli çok oluyor. Geriye Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne illa ki katılacak olan Suriye Kürtleriyle ilgili dosya kaldı. Akıbetini göreceğiz.
***

Ziyaretin esbab-ı mucizesi zaten Kudüs değildi. Nitekim Rusya lideri Kudüs konusunda ülkesinin Dışişleri kanalıyla yaptığı açıklamadaki tutumunu tekrarladı. Kudüs’le ilgili ilk açıklamayı da Ankara’da değil Kahire’de Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi eşliğinde yaptı.
Rus lideri İsrail-Filistin meselesinde BM kararları ve uluslararası hukuka atıf yaptı. Öncesinde atılacak adımların ‘yapıcı olmayacağı ve istikrara katkı yapmayacağını’söyledi. Kahire’de hem Filistin hem Ürdün lideriyle görüşerek ülkesinin olası arabuluculuk konumunu güçlendirdi. Ülkesinin, nisanda Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak bu meselede ‘ara formüle’ geçen ilk ülke olmasına rağmen…
Putin, zaten Kudüs’ü ‘Müslümanların davası’ olarak görmez, göremez, o sayfada olamaz. Bugün İstanbul’da yapılacak İslam İşbirliği Teşkilatı’nda Müslüman nüfusundan ötürü gözlemci olarak bulunan Rusya’nın ‘birlik’ beklentisi olduğunu hiç zannetmem. Rusya, İsrail’i ‘terör devleti’ olarak görmediği gibi İsrail ile Suriye üzerinde Türkiye’den çok önce geliştirdiği askeri-siyasi koordinasyon var.
Üst başlığı kenara koyun, Putin’in ziyaretinde ne Türk Akımı, ne Akkuyu, ne S-400’lerle ilgili ‘yeni bir şey’ işittik.
***

Aksine Putin’in, Suriye’ye savaştan sonra giden ilk devlet başkanı olarak Hmeymim Üssü’nde Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’la verdiği poz da, Mısır’da işin içinde Libya’nın da bulunduğu ekonomik ve askeri/güvenlik ilişkisinin tesisi çok daha mühim.
Hmeymim’de ‘Suriye’den çekilme’ açıklaması önem taşımıyor, aslolan ‘IŞİD’in bir hilafet devleti olarak varlığına son verildiği Suriye’deki zaferi’ sergilenip daimi konuşlanma mesajı.
Mısır’da ise dört senedir milyarlarca dolarlık Rus silahı, saldırı jeti ve helikopteri satın almış El Sisi ile hem Suriye’deki ‘çatışmasızlık bölgesi ortaklığı’ pekiştirildi hem de Libya’daki radikal İslamcı teröre karşı ortaklaşılan Kuzey Afrika cephesi için ‘yeni sayfa’ açıldı. O sayfada Akdeniz’de yeni askeri üsler, Süveyş’te özel ekonomik bölge ve yatırım projeleri, nükleer santral ve doğalgaz işbirliği var.
Suriye ve Irak’ta IŞİD dosyasının kapanmakta olduğu, İran ve Hizbullah’ın Filistin davası üzerinden İsrail’i ‘hedefe koydukları’ bir dönemde, Rusya politikalarını ‘başrol’ yanılgısından çıkarak izlemek lazım.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

12 Aralık 2017 Salı

Türkiye Suudi Arabistan olur mu? - ORHAN GÖKDEMİR

Aslında soruyu tersinden sormak gerek.
Suudi Arabistan Türkiye olur mu?
Zira Türkiye hızla İslami bir rejime geçerken, Suudi Arabistan sıktığı dizginleri gevşetmeye çalışıyor. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ılımlı İslam’a döneceklerini, “aşırıcılığı” yok edeceklerini söylemesi bunun işareti. İslamcı radikalizmden desteği çekecekler, kadınların otomobil kullanmasına, sinemaya gitmesine izin verecekler.
İddiaları böyle.
Hatta "Vizyon 2030" kapsamında Kızıldeniz'de 50 ada ve koyda lüks turizm merkezleri kurmayı planlıyorlar. O bölgelerde, kadınlara yönelik örtünme zorunluluğunun kaldırılabileceği iddia edildi. Bir tür “şeriatsız bölge” oluşturacaklar özetle. Hâlbuki bizdeki “Vizyon 2023” ülkeye tam tersini vadediyor.
Yani Türkiye Suudi Arabistan olana kadar Suudi Arabistan’ın yaptığı reformlarla Türkiye olma ihtimali var.
Evet, Suudi Arabistan Türkiye olur, hem de çok kolay olur. Ufak tefek düzenlemeler gerekli bunun için.
Bazılarını sıralayayım:
Suudi Arabistan’da imam, müezzin gibi din görevlilerine devlet bütçesinden maaş ödenmiyor. Çünkü Allah için yapılan işlerin karşılığında para alınması ayıp sayılıyor. Hatta onlarda Diyanet İşleri de yok. Din görevlilerini maaşa bağlayıp başlarına da bir Diyanet İşleri Başkanı atamalılar.
Suudi Arabistan’da türbe ve yatır yok. Çünkü böyle şeyler, cahiliye döneminden kalma gericilik ve putperestlik sayılıyor. Hemen türbe ve yatırlar yaptırmalılar. Halifelerin evlerini ihya edip, para karşılığı ziyaretine izin vermeliler. Böylece hem inşaat sektörü canlanır, hem de turizme hareket gelir.
Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif gibi kutsal eşyaları da yok Suudilerin. Hâlbuki bunların membaında oturuyorlar. Biraz şeyh, mürit, cemaat bulmalılar. Okunmuş terlik, cehennemde yanmayan kefen işine de girdiler mi sen sağ ben selamet. Asıl fenası Suudilerin kız öğrencilerin eğitim gördüğü İmam Hatiplere şaşı bakması. Bence onların Türkiye olmalarının önündeki en büyük engel bu. Derhal kadından imam olmayacağı saplantısından kurtulup kız imam hatipler açmalılar.

***

“Ilımlı İslam”a dümen kıran Suudi Arabistan büyük bir kadın cehennemi. Kadınlar tepeden tırnağa örtünmek ve siyah giyinmek zorunda. Çalışmaları yasak, ülke kadın işgücünde dünyada sonuncu sırada. Tek başlarına taksiye binmeleri, otomobil kullanmaları yasaktı. Ilımlı bir adım atıldı, bunları yapmalarına kısmi izin verildi. Ama din polisinin soluğu enselerinde. Şeriata uygun davranıp davranmadıkları sürekli denetleniyor. Aile kısmı olmayan kafe ve lokantalarda oturmaları yasak. Kadın kasası ayrı olmayan lokantadan yemek sipariş etmeleri de. Yakınlarıyla gidebildikleri lokantalarda da peçe altından yemek ve içmek zorunda kadınlar. Toplu ulaşımı ancak bazı şehirlerde ve kısıtlı olarak kullanma imkânları var.

Yani kadının bir deve kadar bile hükmü yok. 2006 yılında 19 yaşındaki bir kadın yedi erkeğin saldırısına uğradı mesela. Tecavüz edildi. Kadına tecavüzcülerle birlikte olmak suçundan kırbaç ve hapis cezası verildi. 2002’de Mekke’de kız öğrenci yurdunda çıkan yangında erkek itfaiyecilerin binaya girmesine izin verilmeyince 15 kız öğrenci yanarak can verdi. Öylesine bir sapkınlıktır inançları.

Şimdi ipleri bir parça gevşetiyorlar. Bu ip gevşetme eylemi de “ılımlı İslam” adı altında alkışlanıyor “İslamofobik” Batı tarafından. Çünkü bol Petro-dolarları, ABD ve İsrail’le tuhaf ilişkileri var. Bu sayede Katar ve Türkiye’yi de kafalayıp Suriye’ye demokrasi bile götürmeye kalkışmışlardı. Girişimleri Mısır’da İhvan’a yarayınca vazgeçtiler, koalisyondan desteklerini, daha doğrusu Petro-dolarlarını çektiler. Ilımlı İslam’a kulaç atıyorlar şimdi. Sinemaları serbest bırakacaklar, film falan da çevirirler yakında.

Bizde henüz serbest sinemalar ama yakında sadece galası sarayda yapılanlara izin verecekler. Öyle bir eğilimleri var. Ömürleri vefa ederse… Demem o ki onların attığı her adıma biz de bir adım atarak karşılık veriyoruz. Onlar kadını özgürleştirmeye çalışıyor, biz kapatmaya, tutsak etmeye. Onlar bir adım ileri biz bir adım geri atıyoruz. Yakındır ortak bir noktada buluşuruz.

***

Suudilerin bu ılımlı dincilik aşkı nereden çıktı peki?
Gelen haberlere bakılırsa Veliahtın Riyad’daki “ılımlı İslam” açıklamasından yaklaşık bir ay kadar önce New York’ta İslam dünyasının her bir yanından yaklaşık 400 “âlim-kanaat önderi”nin katıldığı “Amerika ve İslam Dünyası İlişkileri” başlıklı bir toplantı düzenlendi. Toplantıda meşhur Kâbe İmamı Abdur-rahman es-Sudeys, “Amerika ve Suudi Arabistan dünyanın iki kutbu olarak dünyayı yönetiyoruz” dedi. Yani ABD’nin himayesinde İslam dünyasını onlar çekip çeviriyorlar. Bu rolün pekişmesi için aşırılıklardan vazgeçip biraz ılımlı görünmek gerekiyor. Buna “Sahve-Diriliş” hareketi demekteymişler.

Fakat gericilik toplumun dokusuna öyle nüfuz etmiş ki, bu sözde reforma bile kafa tutanlar var. “Diriliş”e direnme ihtimali olan 70 civarında “İhvani-Selefi” “âlim”i tutukladılar açıklamanın ardından.

Bizim İhvani-Selefi âlimler fena şüpheleniyor Suudilerdeki bu dirilişten haliyle. Onlara bakılırsa Suudilerin ilk hedefi İran. Böylelikle İran karşısında Batıya ılımlı mesajlar veriyorlar. Ama işin ucunun Türkiye’ye de dokunması ihtimali var. Böylece Türkiye katı İslam anlayışına yönelirken Suud’un ılımlılığa yöneldiği bir tablo oluşacak. Nitekim Trump’ın politikalarında etkili Steve Bannon, “Bizim için Türkiye İran’dan daha tehlikelidir” mealinde bir açıklama yapmıştı yakın zaman önce.

Zaten reis mesajı hemen aldı, "İslam'ın ılımlısı ılımsızı olmaz, İslam tektir" dedi. Hâlbuki biliyoruz ılımlısı da var, radikali de. Yıllar önce, Necmettin Erbakan bir “ılımlı islam” tarifi vermişti mesela. Şöyle bir şeydi;
"Ilımlı ne demek?
Cihat şuuru olmayacak. Düzene karışmayacak. Yahudi kölesi olacak. Ama namaz kılacak, oruç tutacak. Düzeni Yahudi tanzim edecek. Sen Yahudi'ye ödeyeceksin her bir şeyin bedelini... Düzene karışmayacaksın... Haa namaz kılacakmışsın, kıl!" Hocanın öngörüsü doğru çıktı mı, çıktı. Namaz var, oruç var ama sömürü de, zulüm de, emperyalizme biat de var… Kısaca “Ilımlı İslam” diyoruz. Ama sonsuza kadar ılımlı kalacak değil ya. Katılaşır yeri gelince. Ülkenin önüne sereceği olanakların farkındayız, Türkiye Suudi Arabistan olur mu, araştırıyoruz!

***

Dedik ya, membaında oturuyor adamlar. Onlardan iyi bilecek halimiz yok. Nedir Suudi İslam’ı? Petrol artı Muhammed ibn el-Vahhab…
Yıl 1744. Reformist din âlimi Muhammed ibn el-Vahhab, hedeflerine ulaşmak için güçlü bir kabile lideri olan Muhammed bin Saud'un himayesine ihtiyaç duymuştu. Anlaştılar. İttifaktan her iki taraf da fayda sağladı. Vahhab inancını yaydı, Saud da etki alanını genişletti. Vahhabilik böyle ortaya çıktı. Esası “sade” bir çöl İslamı'ydı
Yıl 1938. Amerikalı madenciler Suudi Arabistan'da büyük ölçekli petrol yatakları buldu. Bu keşif Vahhabilik için Muhammed ibn el-Vahhab’tan daha büyük bir etki yarattı. Sınırsız Petrol geliri Ortaçağ artığı bu ucube yapıyı bir tür zombiye dönüştürdü. Böylece bugünün ARAMCO icadı petrol türevi Amerikancı İslam’ı ortaya çıktı.

Dinin Bağdat’ta, Şam’da uğradığı evrimi reddediyor Vahhabiler. Haliyle geride sadece bir çöl kabile kültürü kalıyor. Çölde kadın cehennemini yaratan iklim bu.

***

Türkiye Suudi Arabistan olur mu?
Ne bilelim biz?
Kendi kendine bir şeyler olmaya karar verip duruyor uzun zamandır. 2023’te olacaklar ne olacaklarsa.
Ama Suudiler şaşı bakıyor bizimkilerin bu çabalarına. Osmanlıyı da Müslüman olarak görmezlerdi zaten. Türbesi var, yatırı var, kız imam hatibi var, kutsal sakalı, mübarek hırkası var. Ramazanda elde sirke yatır yatır dolaşan mütedeyyin halkımız orada olsa doğrudan idam edilir. Suudi Arabistan'da sinemaya izin çıktı, seyrede seyrede Türkiye olurlar yakında. Bizdeki filmlerin galası sarayda yapılıyor, Suudi Arabistan oluyoruz usulca…

Kadınlar, çocuklar, yoksullar, emekçiler en altta ezilmeye devam ediyor o arada.
Ne diyordu Erbakan Hoca?
Düzene karışmayacaksın... Haa namaz kılacakmışsın, kıl!

Orhan Gökdemir/ SOL

Lozan’daki azınlık dengesi - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Yunanistan gezisi sırasında Lozan’ın gözden geçirilmesini telaffuz etmesi, konuyu Ege’nin iki yakasında da gündeme getirdi. Ege’nin batı yakasında Türk fobisi, öküz altında buzağı aranmasına yol açarken, Ege’nin doğusunda Tayyip Bey’in daha önce Lozan konusunda söylemiş olduğu sözler, çağrının içeriği konusunda tereddütlere neden oldu.
Pazar günü bu sütunda emekli büyükelçi, değerli diplomat ve tecrübeli siyasetçi eski milletvekili, yazar Dr. Onur Öymen, Cumhurbaşkanı’nın çıkışı hakkındaki görüşlerini ağırbaşlı üslubuyla tüm yönleriyle irdeleyip görüşünü dile getirdi. 


Onur Öymen, konuyu enine boyuna irdeleyen görüşlerini şu özetleme tümcesiyle bitiriyordu:
- Şimdi yapılması gereken Lozan’ın gözden geçirilmesi değil, Yunanistan’ın anlaşmaya uymasını sağlamaktır.
Pazartesi günkü Hürriyet’te, Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila, konuyu Atina Anlaşması’nı da zikrederek bir kez daha yazınca, tartışmanın bir süre daha devam edeceği anlaşılmış oldu. 

***

Lozan Antlaşması’nın üçüncü bölümünde (37- 45. maddeler) düzenlenen “azınlıklar” konusu, son yıllarda Atina ile Ankara arasında sık sık zıt yorumlara neden olmuştur. 
 
Antlaşma metninde hep “Müslüman ve Müslüman olmayan azınlıklar” deyimleri kullanılmış olması nedeniyle, Yunanistan Türkiye’nin Lozan’a dayanarak, “Batı Trakya Türkleri”nden söz etmesine hep karşı çıkmış, “Batı Trakya Türkleri yok, Batı Trakya Müslümanları var” demiştir. Lafzi tefsire göre yapılan bu çıkış, antlaşmanın gayesine uygun tefsiriyle anlamsız kalmaya mahkûmdur. 
 
Lozan’ın 37. maddeden başlayan azınlıklar bölümünü okuyunca, hep Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklara ve Rumlara yükümlülüklerinin dile getirildiği görülür. Yalnızca bölümün sonunda 45. maddede şöyle denir:
İşbu bölüm hükümleriyle Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar Yunanistan tarafından da kendi topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.”
Lozan’dan sonra, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan mübadelenin ardından, değişimin dışında tutulan Gökçeada (İmroz), Bozcaada (Tenedos) ve İstanbul’daki Rum nüfusun 180 bin olduğu tahmin ediliyor. 
 
İşte Lozan, iki ülke arasındaki mübadeleden sonra kalan azınlıklar konusunda karşılıklı bir dengeyi öngörmektedir. 37 - 44. maddelerde Bozcaada, Gökçeada ve İstanbul’daki 180 bin Rum’a ve diğer gayrimüslimlere tanınan haklar sıralanmakta, 45. madde de aynı hakların, Yunanistan’daki (mübadele dışı bırakılmış olan Batı Trakya’da yerleşmiş) Türklere de verilerek, dengenin altını çizmektedir.
1927 yılında mübadele sonrasında, İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’daki Rum nüfus 180 bin olarak hesaplanmaktadır. 
 
Ne var ki, önce 1955 6 - 7 Eylül olayları, DP döneminde Bozcaada’ya yerleştirilen Ticani Pilavoğlu aracılığıyla sürdürülen baskılar, 1964 Kıbrıs olayları dolayısıyla uygulanan zorunlu göç ile bu nüfus önce 120, sonra hızla 60 bine düşmüştür.
Bugün Türkiye’deki Rum nüfus 4 bini geçmemektedir. 
 
Görülüyor ki, Lozan’ın kurduğu ve her iki tarafın karşı tarafın azınlıklarının haklarına uymasının bir anlamda güvencesi olan azınlık dengesi bozulmuş, Yunanistan’da Batı Trakya’da, çok güç koşullar altında da olsa varlığını sürdüren Türk azınlığa karşılık Türkiye’de Rum azınlık hemen hemen kalmamıştır. 
 
Böyle bir ortamda, Lozan’ın yeniden gözden geçirilmesi önerisinin Türkiye açısından ne götürüp ne getireceğini takdirinize bırakırım. 
 
Diplomasi, dikkat ve incelik ister. Söylenecek bir söz, kullanılacak bir deyim, dikkatsizce ortaya atılmış bir öneri, yarardan çok zarar getirir.
Düşünmeden söylenen bir sözün nelere mal olacağının örneğini Kenan Evren’in, General Rogers’in asker sözüne güvenerek, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüş kapısını açan davranışıyla acı bir şekilde gördük. 
 
Bari sivil politikacılarımız, uluslararası konularda bundan böyle daha dikkatli konuşsalar.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Nereye gitti bu Ortadoğu solu? - İBRAHİM VARLI

Evet, nereye gitti bu Ortadoğu solu?
Sanmayın ki Ortadoğu hep böyle dinci gericiliğin, Selefi köktendinciliğin esiriydi! Selefi/Vahabi radikalizm hiç eksik olmadı bu kadim coğrafyada ancak bunun yanında çok güçlü bir sol damar hep olageldi. Ve günümüzde bu sol damardan eser yok! Post modern kimlikçi siyasetlerin ön plana çıktığı, etnik, dinsel, mezhepsel fay hatlarının harekete geçirildiği Ortadoğu’da tüm siyasal, toplumsal yaşam bu “zamanın ruhu”na göre şekilleniyor. Haliyle de kimlik üzerinden, aidiyetler üzerinden sürdürülen çatışmalar belirleyici oluyor.

 Bu kimlikçi döngüden şu an için çıkmak elbette ki hiç kolay değil. Ama imkansız da değil. Kimlikler üzerinden, dinsel aidiyetler üzerinden verilen kavga da yeni çatışmalara, krizlere gebe. Bu bakış açısının yarattığı handikaplar tüm siyasal alanı hapsederken, meselelerin aslının da gözden kaçmasına yol açıyor. Bu nedenledir ki Kudüs gibi çok katmanlı bir mesele dinsel kodlar üzerinden okunurken büyük bir yanlışa düşülüyor, hiç olmaması gereken Yahudilik-İslamcılık çatışması üzerinden politik bir sorun din meselesine indirgenerek bağlamından koparılıyor.

Bir zamanlar sol rüzgârlar esiyordu
Selefi/Vahabi gericiliğin dört bir tarafı sardığı, radikal İslamcı gericiliğin bugünlerde hiç olmadığı kadar çoraklaştırdığı bu coğrafyada bir zamanlar çok güçlü bir sol gelenek vardı. Yemen’den Mısır’a, Lübnan’dan Filistin’e, Afganistan’dan İran’a, Suriye’den Irak’a uzanan geniş coğrafyada Sovyetler’den de beslenen sol parti ve akımların rüzgârı esiyordu.

O zamanlar da İslamcılar vardı ama onlar da esen rüzgârın etkisindelerdi. Filistin solu, Lübnan solu, Mısır solu uluslararası Marksist aktörler, teorisyenler çıkarmış topraklardı. Dünyanın dört bir tarafından solcular, Marksistler Filistin’le, Lübnan’la dayanışmak için Ortadoğu’ya akın ediyordu. Enternasyonalist dayanışmanın en güzide örnekleri sergileniyordu. Bölgenin her bir köşesinde bu dayanışmanın izlerini görmek mümkün. Batı Şeria’da, Filistin genelinde,  Beyrut’ta, Aden’de, Şam’da, İskenderiye’de ve daha nice kentte.

Bir zamanlar Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, İran’da güçlü sol, komünist partiler vardı. Afganistan Komünist Partisi’nin gücü sadece Sovyetlerden kaynaklanmıyordu. Güney Asya’nın en büyük komünist hareketlerindendi.

Iraklı komünistlerden İran ve Mısır soluna
İtalyan yazar İlario Salucci’nin yıllarca Irak’ta kalarak hazırladığı ‘Irak’ta Solun Tarihi’ adlı kitabında bir zamanlar Ortadoğu’nun en devrimci gücü olan Irak Komünist Partisi’nin tarihini, solun seküler laik güçlü damarını muazzam şekilde aktarır.

Kitap esasında “Arap dünyasını modern sınıf mücadelelerinin ve seküler siyasi hareketlerin uğramadığı bir ‘Ortaçağ coğrafyası’ olarak okuyan, Türkiye gibi bu coğrafyaya komşu ve ortak bir geçmişe sahip bir ülkenin/bölgenin insanlarının bile veri kabul ettiği önyargıları yıkması itibariyle” oldukça önemli.

Bölgenin en seküler siyasi geleneklerine sahip ülkelerinin Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın, Afganistan’ın solunun öncülük yaptığı sınıf mücadeleleri iktidarları sarsıyordu. Suriye bugün dahi çok parçalı yapısına rağmen çok sayıda sol sosyalist partiye sahip. Her renkten sol sosyalist partiye rastlamak mümkün. O görkemli İran solundan bahsetmeye dahi gerek yok.

‘Yeşil kuşak’tan ‘Ilımlı İslam’a Abd emperyalizmi ve siyasal İslamcılar el ele!
Peki, nereye gitti bu sol? Esasında bir yere gittiği de yok. Hâlâ varlar ve oradalar. Ancak güçsüzler, dağınıklar ve ABD emperyalizmi ve dincilerin el ele vermesi nedeniyle kafalarını çıkarabilecek durumda değiller. ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş konseptinde ektiği dinci gericilik palazlandı, dört bir tarafı sarıp sarmaladı.

“Yeşil kuşak Projesi”nden “Ilımlı İslam”a uzanan hatta, islamcılar ABD emperyalizmin öncü müfrezesi olarak kullanıldı. İslamcılar, ABD-İngiliz emperyalizminin ayak oyunlarıyla sola karşı beslendi, korundu, kollandı. Bölge adım adım gericileştirildi.

Peki ne oldu?
ABD emperyalizminin ortaya sürdüğü İslamcı projeler adeta birer Frankeştayn’a dönüştüler. Bugün bu canavarlar sadece bölgeyi Ortaçağ karanlığına sürüklemekle kalmadı, kendisini var eden sahiplerini vurmaya de başladı.
IŞİD’ler, El Kaide’ler, El Nusra’lar, Horasanlar, Eş Şebaplar, İhvancılar bu iklimin eseri.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Sizin alınız al, morunuz mor - SERKAN ÖNGEL

Türkiye ekonomisi hızla büyüyor. Son çeyrek verileri bize bu büyümenin yüzde 11,1’e ulaştığını söylüyor. Ekonomik atılımın yanında, özgüveni yüksek bir liderlikle yedi cihana meydan okuyoruz. Gün geçmiyor ki “Eyyyy” hitabının yanına yeni bir lider daha gelmesin. Kararlılık konusunda istikrarlı bir durum söz konusu olmasa da, ihtiyacımız olan bu sanki. Dünyaya meydan okumak istiyoruz. Ekonomiden siyasete, siyasetten spora kadar, bilimden, insan haklarına kadar, bizden iyisi yok!
Bize duymak istediklerimiz söyleniyor. Gerçek olup, olmaması önemli değil!

Dostlarımız ve düşmanlarımız konusunda konjonktür bize yol gösteriyor. George Orwell’ın 1984 romanındaki gibi Okyanusya ve Avrasya arasında gidip gelen dostluk-düşmanlık ikilemi sanki bizi de esir almış durumda.
ABD mi dostumuz, Rusya mı?
Suriye dost mu, yoksa düşman mı?
Barzani kim?
İran nerede?
Halep düştü mü?
Musul’u aldık mı?
Hangi ülkenin hangi vilayeti kaçıncı ilimiz?
Nerede, ne zaman ve kiminle Şam’da buluşacağız?
Afrin kimde kalacak? Kudüs kimin başkenti?
Sarraf saygın ve hayırsever bir işadamı mı, yoksa iftiracı bir hain mi?

Eyyyy okur! Bunlara verecek cevabınız yok mu?

İstihdam son 1 yılda 1 milyon 355 bin kişi artmış. Neden alkışlamıyorsunuz? Tamam biz de biliyoruz, istihdama katılan bu yeni her beş kişiden dördü stajyer ya da kursiyer. Bunların harçlıkları da işsizlik fonundan veriliyor tamam. Ama her şeye kötü yanından bakmayın lütfen. Sonuçta istihdam arttı mı? Arttı. İstihdam yaratmada bir numara mıyız? Evet bir numarayız.
Sonra dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi oldu Türkiye. Az çekmediler arkamızdan bu kararlı yürüyüşümüzü durdurmak için. Biz de hızımızı alamadık. Yöntem değişmiş, geçtiğimiz yıl eksilerden gelmişiz, borçlanma almış başını gitmiş, asgari ücret enflasyon karşısında ezilmiş ne fark eder. Bize hayallerle geçen günlerimiz yeter!

BDDK verilerine göre 2016 yılında 3. çeyreğinde ortalama tüketici kredisi borcu 318 milyar TL idi. Bu rakam 379 milyara yükseldi. Sizce bu bir başarı değil mi? Bir yılda 61 milyar TL borçlanmışız tüketici olarak. Türkiye’de TÜİK verilerine göre yaklaşık 22 milyon hane var. Bir yılda hane başına kredi borcumuz 2.757 TL artmış. Asgari ücretlinin yaklaşık iki aylık ücreti kadar borçlanmışız.
Hazine verilerine göre aynı dönemde merkezi yönetim borç stoku 114 milyar TL artmış. Toplamda 712 milyardan 827 milyara ulaşmış. Yurttaş başına 10 bin TL düşüyor merkezi yönetim borç stokundan.
O kadar da olacak artık.
Devlet idare etmek kolay mı? Sarayı var, TOMA’sı var, makam araçları var, seçimi var, geçimi var. Az bile borçlanmış devletimiz.

Sonra geçtiğimiz yıl aynı çeyrekte küçülmüştü Türkiye ekonomisi. Bu veriler kayıptan kazanç bir nevi. Örneğin 2016 yılının 3. çeyreğinde mal ve hizmet ihracatı 2015 yılının aynı dönemine göre yüzde 9,4 azalmıştı. Bu yıl ise 2016 yılının 3. çeyreğine göre yüzde 17,2 arttı. 2015 yılına göre artış ise sadece yüzde 6,3.

Asgari ücret açısından örnek verelim. Bu yıl enflasyon (TÜFE) artış oranı, kasım ayındaki verilerle sonuçlanırsa, asgari ücretli 2017 yılını alım gücünü yüzde 4,5 yitirerek kapatacak. Diyelim ki yeni yılda enflasyon hedefi Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın bütçe sunuş konuşmasında olduğu gibi yüzde 7 olarak belirlendi. Ve diyelim ki bu hedefe karşın asgari ücret artış oranı yüzde 12 olarak belirlendi. Asgari ücret AGİ dahil 1572 TL’ye yükseldi.
Hükümet çıkıp: “Biz asgari ücretlimizi düşündük.
 Cumhurbaşkanımızla da konuştuk. İşveren ve işçi sendikalarımızla da anlaştık. Yüzde 7 enflasyonun yanında 5 puan da refah payı veriyoruz” derse ne olur?
Haklı olur mu?
Bu durumda asgari ücretli geçtiğimiz yıldan bu yana enflasyonun yüksek çıkmasından dolayı yaşadığı toplamda 500 TL’ye varan az alım gücü kaybına mı yansın, refah payı diye bir önceki yılın alım gücü kaybının marifetmiş gibi kendisine verilmesine mi?

Ekonomik büyümede durum bu biraz. Hele takvim ve mevsim etkisi dahil edildiğinde enflasyondan arındırılmış büyüme oranının yüzde 1,2 olduğunu bilseniz muhakkak canınız sıkılır. Ben söylememiş olayım.
Her şey çok mükemmel!

Son söz olarak ben bu hükümete inandım. “Alı al, moru mor.” Ancak sokakta işsiz gezen, pazarda filesi boşalan, borcu artan bu halk da inanacak mı?

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN

İnsan insan dedikleri haktır - TURAN ESER

İnsan hakları haftasında, insana ve haklarına dair ne yazmalı ? 
Peki nasıl yazmalı? 
Çünkü insanı ve haklarını yazmak hem aşk, hem hak, hem de politiktir.

Yeryüzü ve gökyüzü egemenliklerine karşı borçlu bırakılmış, biat etmediğinde ise suçlu kılınmış insanı ve hakları nasıl yazmalı?

İnsanı, onurunu ve haklarının ayaklar altına alındığı bu rezil dünya da hakikat nasıl dile gelmelidir?
Payına “borçlular” ve “suçlular” listesine düşmüş insan nasıl anlatılır ki? Yazarken bile zorlandığınız, borçlandığınız ve suçlandığınız bir konu. Yine de insanı yazmalı.. Kalbin gözünü, vicdanın dilini mürekkep edip yazmalı.

19.yüzyılda tanrıyı, 21. yüzyılda da insanı öldürdüğümüzden beri, insanı ve haklarını özler hale geldik. İnsanı, onurunu ve haklarını unutmaya başladığımız dünyadayız. “İnsan dedikleri de kim” diye sormayı da unuttuk.

Oysa insan, 16. yüzyılın başlarında Muhyiddin Abdal’ın bir nefes olup,
“İnsan insan derler idi/İnsan nedir şimdi bildim/Can can deyu söylerlerdi/Ben can nedir şimdi bildim” diye dile getirdiği can’dan başkası değildi.

Makineye, iktidara, makama, paraya, hırsa bağlananlar, “insan insan dedikleri kim” diye sormayı unuttu. Sadece sormayı değil, savaşlarını da insana karşı açtılar.

Oysa; insan candır, insan haktır ve sevdadır. Keramettin kendisi ve emeğin yaratıcısıdır. Kalbindeki atışlarında sevgiyi, hasreti, özlemi, aşkı, vicdanı ve hakkı öğretendir.

Hak insandadır. Ama hak insana bırakılmamıştır. İnsan unuttuğumuzdur. Canına, malına, onuruna ve hakkına okuduğumuzdur. Suçlu, borçlu kılıp, kurban seçtiğimizdir. İnsan aslında kimsesizdir. Yalnızlaştırdığımız dipsiz kuyudur.

Elimizi kalbindeki atışlara koymadığımızdır. Sofrasında yavanlaşan lokmasını görmediğimizdir.

Kim mi İnsan?
Yoksunluktan, yoksulluktan, açlıktan ve çaresizlikten kalbine dökülen gözyaşlarını silemediklerimizdir. Aç yatırdıkları çocuklarını seyrederken, hıçkırıklı ağlamalarını durduramayanlardır.

Düşünme hakkını ve muhabbetini öldürüp, iç konuşmalarına mahkûm ettiğimizdir. Nefes alıp verdiğine sevinmek yerine, şehitliklerine kutsallık atfedip, nutuklar çektiğimizdir.
İnsan, iktidar hırsları için “benden yana mısın değil misin” derinliğinde kurulan sahte dostluklarla, sandıklara atılan oy sayısıdır. Havaya kaldırılan ellerdir.

Hayallerini, hazlarını, huzurlarını, “devlet ve milli irade” adına yok ettiğimiz, itiraz edenleri de “suçlu” ilan ettiğimiz çocuklar, gençler ve yaşlılardır.

Doğarken attığı ilk çığlığı duymadığımız, Hakka yürüdüğünde verdiği son nefesini koklamadıklarımızdır.

Denizlerin derinliklerinde mezarsız ve kefensiz yatan binlerce mültecinin bedenleridir. Bedenleri seks ve fabrika atölyelerinde satılık çocuklardır.

Zordur insan olmak. Boşa söylememiş Bertolt Brecht “insan olmak büyük iştir; bütün bir yaşam bile bu işe yetmeyecektir” diye.

İnsan Kim mi?
Haklarını borçlandığımız değil, ömür boyu suçluymuş gibi borçlandırdıklarımızdır. İtaat ve teslimiyet için kutsal kurbanlardır.

Canlılar içinde tek borçlu ve suçlu olan insandır. Borçlu ve suçlu olmak kolay değildir. Tanrıya kulluk ile borçlandırılmanız yetmez, bir dini ne iman ile borçlanırsınız. Gökyüzü ve yeryüzü dünyasının tanrılarına itaat edip ya kutsalların ya da lanetlenmişlerin sınıfına dahil olursunuz.

Yetmez...

Devlete vergi borçlusu olursunuz. Hayat boyudur bitmez. Ölsen bile kurtuluş yok, arkadan cenaze vergisi alırlar.
Asker olur, vatan borcu ödersin.
Patrona mesai borçlusudur insan. Emeğiyle ödemek zorunda kalır.
Çok basit bir şeyden bahsetmiyoruz. İnsan, onuru ve haklarından bahsediyoruz.
Resmi belgeler “her insan, temel haklara sahiptir” diye yazar. Ama sadece yazar. O kadar.
Ama okumasını ve uygulamasını bilen devlet ve din yoktur.

İnsana ait temel evrensel insan ve çocuk hakları, özel bir ayrıcalıktan ziyade kazanılmış "insan hakları" olarak bilinir.

Ne insanlık, ne haklar bir “izne” tabi değildir ve izin verilerek yaşanmaz. Bunlar, insan insan, haklar da hak olduğu için yaşanır.

Çünkü insan hakta, hak insandır.
Başka hiç bir güç ve irade bunun üzerinden söz söyleme ve yetki kullanma hakkına sahip değildir. Çünkü bunlar insan haklarının evrensel değerleridir ve ilkeleridir.
İnsan hakkı, hakta insanı korur.

Doğuştan kazanılmış haklar gibi, insanın ağır bedeller ödeyerek, insanı ve onurunu her türlü zararlardan, ayrımcılıktan, adaletsizlikten, zulümden korumak için kazandığı hakları vardır.
Bu haklar, insanların barış ve huzur içinde, eşit haklarla ve eşit insan olarak bir arada yaşaması içindir. Barış, eşitlik ve hak talebinin suçlandığı yeryüzü dünyası, insan ve haklar zindanlığına dönüşüyor.

Haklar zindandaysa, insan hakları da yoktur. İnsan insan dedikleri hakları ile vardır. Hak yoksa, ayrımcılık, adaletsizlik, baskı, zulüm, işkence, yoksulluk, açlık ve modern kölelik vardır.
İnsana Dayatılan ve Öğretilen Modern Köleliktir.

İnsan ve hak ihlalleri mezarlığına dönüşmüş dünyada, insanın tek borcu kendi geleceğine dair mücadeleye olmalı.

İnsanı ve haklarını zalimce kuşatanların, körleşmeyi, sağırlaşmayı ve dilsizleşmeyi vaaz eden, insanı siyasal, dinsel, ekonomik ve düşünsel köleleşme çağrılarına, Muhyiddin Abdal’ın nefesiyle, 
“İnsan insan derler idi/İnsan nedir şimdi bildim/Can can deyu söylerlerdi/Ben can nedir şimdi bildim” demektir.

Turan Eser / BİRGÜN





NOT: Bu yazının ardından Fazıl Say’ın bestesi ve Muhyiddin Abdal’ın sözlerinden „İnsan İnsan Dedikleri“ eseri dinlemenizi salık veririm.

Hormonlu büyüme - SEBAHAT KARAKOYUN(SÖYLEŞİ)

Prof. Dr. Erinç Yeldan “Dışarıdan sağlıksız bir şekilde pompalanan sıcak para girişine, içeride ise yurttaşların ve kamunun borç stokunun artmasına dayanan yapay teşviklerle uyarılmış bir büyüme dalgasına” işaret ediyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Türkiye ekonomisinin Temmuz-Ağustos-Eylül dönemini kapsayan üçüncü çeyrekte beklentilerin de üzerinde bir şekilde yüzde 11.1 oranında büyüdüğünü açıklaması, ekonomik veriler hesaplama yöntemleriyle ilgili tartışmayı bir kez daha gündeme getirdi. Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, dışarıdan sağlıksız bir şekilde pompalanan sıcak para girişine, içeride ise yurttaşların ve kamunun borç stokunun artmasına dayanan yapay teşviklerle uyarılmış bir büyüme dalgası ile karşı karşıya bulunulduğuna dikkati çekerek,”Hormonlandırılmış bir büyüme dalgası var” değerlendirmesi yapıyor. Yeldan, 1993 ve 2000’de yaşanan benzer büyüme dalgalarının ardından yaşanan krizlere dikkati çekiyor. Prof. Dr. Yeldan’ın sorularımıza verdiği yanıt büyüme rakamlarının arka planını da gözler önüne serdi.

»Üçüncü çeyrek için yüzde 11.1 olarak açıklanan büyüme oranı inandırıcı bulunmadı ve tartışma yarattı. Sizin değerlendirmeniz ne bu konuda?
Türkiye ekonomisi, son 20 senedir daha da şiddetli, 1989 sermaye hareketlerinin serbestleştiği dönemden yani açık ekonomi olduğu dönemden başlayarak yurt dışarıdan sermaye girişleri olduğu zaman büyüyen, sermaye girişlerinin temposu yavaşladığında da küçülen, sermaye çıkışı olduğu zaman da doğrudan krize giren bir ekonomi görünümünde. Cari işlemler açığının 12 aylık birikiminin 41 milyar dolara ulaştığı Türkiye ekonomisinde kayıtsız, kalitesiz, net hata ve noksanda bile yer almayan bazı sermaye hareketlerinin doğrudan doğruya denetim altına aldığı bir döneme ilişkin hızlı bir büyüme var. Yaz ayları genelde dolar kurunun göreceli olarak düşük seyrettiği aylardı. Bu dönem içerisinde Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme hızı almasının doğal karşılanması gerekiyor. Ancak bir sene önce, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve izleyen siyasal çalkantı döneminin yansıması olarak Türkiye ekonomisi geçen senenin eş değer üçüncü çeyrek döneminde daralmıştı. Dolayısıyla bu düşük baz etkisine dayanarak büyüme çok daha yüksek çıktı. Varmak istediğim nokta şu, kişisel olarak çok beğenmesem de, mevsimsel etkilerden arındırılmış büyüme rakamlarına bakmamız gerekiyor. Türkiye’nin son bir yılını bir önceki eşdeğer döneme görece değil, çeyrek dönemler itibari ile teker teker bakmamız gerekiyor. Mevsimsel etkilerden arındırılmış olarak.

»O zaman nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz?
Bu yılın üçüncü çeyreğini mevsimsel etkilerden arındırılmış bir şekilde, ikinci çeyrekle birinci çeyrekle ve 2016’nın dördüncü çeyreği ile teker teker karşılaştırmamız gerekiyor. Bu çok daha anlamlı. Çünkü üçüncü çeyrekten üçüncü çeyreğe baktığınız zaman baz etkisinden arındırılmış bir analiz yapmamıza olanak yok. Böyle baktığımız zaman örneğin GSYH üçüncü çeyrek dönem itibari ile yani bir dönem önceki çeyrek dönem itibari ile yüzde 1.2 büyümüş gözüküyor. İkinci çeyrekte bu rakam 2.2, bunlar TÜİK’in 10 No’lu tablosundan aldığım veriler. Birinci çeyrekte 1.6, 2016’nın dördüncü çeyreğinde ise 4.9. Yani Türkiye ekonomisi son dört çeyrektir çeyrek dönem hızları itibari ile mevsimsel etkilerden arındırılmış şekilde sırasıyla 4.9, 1.6, 2.2, 1.2 olarak aslında düşen hıza sahip. Sanayi sektöründe aynı rakamlar sırasıyla 2016’nın dördüncü çeyreğinden başlayarak 8.5, 1.1, 3.0, mevcut dönemde -1.3’tür. Yani çeyrek dönemde büyüme hızı, Türkiye ekonomisi üçüncü çeyrekte ikinci çeyreğe göre -1.3 küçülmüş durumdadır. İnşaata bakıyorsunuz 4.6, 1.5, 5.7, 5.4. Yani Türkiye ekonomisi çeyrek dönem itibari ile mevsimsel etkilerden arındırılmış olarak inşaata dayalı büyümesini sürdürüyor. Mevcut rakamlarla 15.2 diye ilan edilen yıllık büyüme rakamını mevsimsel etkilerden, baz etkisinden arındırdığınız vakit aslında -1.3’lük bir küçülmeye tekabül ediyor.

»Açıklanan rakamlarla uyuşmayan bir tablo ortaya çıkıyor yani.
Ortada bir büyüme var kuşkusuz. Bu büyümenin niteliğinin sağlıksız olduğunu defalarca söylüyoruz. Türkiye 1993’te de böyle bir büyüme dalgası yaşadı. Daha sonra 2000’de yaşadı. 1993’te dışa açılan bir ekonomiydik, Türk Cumhuriyetlere örnek olan büyük bir önder lider ekonomiydik, 94 krizi oldu. 2000 yılında başarı ile IMF programını izleyen, enflasyonu en hızlı düşüren ekonomiydik, kriz geldi. Şimdi tekrardan “dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasındayız istikrarlı büyüyoruz, Türkiye’nin geleceği açık, dünya bizi kıskançlıkla izliyor vs.”… Bunların arkasından sağlıksız bir şekilde pompalanan dış sıcak para girişlerine dayalı içeriden de gerek hane halkının borçlanması gerek kamunun borç stokunun artmasına dayanan yapay teşviklerle uyarılmış büyüme dalgası var. Dışarıdan gelen sıcak para, içeride de bütçe dengelerini sarsıcı şekilde teşviklendirilmiş hormonlandırılmış bir büyüme dalgası var.

»“Hormonlu büyüme” olarak nitelenen bu tablo sürdürülebilir mi?
Bundan önceki saman alevi gibi sıçramalı büyüme dalgalarından bağımsız farklı bir görünüm yok. Bundan sonra ne olacağını da biliyoruz. Ekonomi düşerken büyüme rakamı daha küçüktür. Küçülmüş bir ekonominin büyümesi olduğundan çok daha büyük tedirginlikte rakam verir. Mevsimsel etkilerden arındırmak gerekir. Geçen senenin Temmuz ayında gelen üçüncü çeyrek baz etkisini arındırmak lazım. Bunu yaptığınız zaman Türkiye ekonomisinin aslında çeyrek dönemler itibari ile düşen bir tempoda büyüdüğünü ve büyüme temposunun aslında düştüğünü görüyoruz. Hâlâ büyümeyi sürükleyen olgunun da inşaat sektörü olduğunu inşaat sektöründeki durgunluk ve aşırı arz fazlasının da Türkiye ekonomisinin başına çok ciddi sorunlar yaratacağını biliyoruz.

»Geleceğe ilişkin bir kriz iddiası dolaşırken aslında inşaat sektörü çok önemli bir risk olarak değerlendiriliyor.
İnşaat sektörü, sanayi ve tarım sektörü gibi değil. İnşaat ithalata bağımlı bir sektör. Çoğunlukla ithalattan oluşan elektrik aksamı ile içindeki aksamı ile... Döviz kazandırıcı olmayan bir faaliyettir. İnşaat yapıyorsunuz oluyor, bunu bir yere satmanız gibi bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla döviz kullanan döviz kazandırmayan bir sektör. Bu bakımdan da inşaata dayalı büyüme dış ticaret açığının genişlemesine ve Türkiye’nin dış dengelerinin sarsılmasında önemli rol oynuyor. Sanayi sektörü öyle değil, sanayi sektöründe ürettiğini mali ihraç da ediyorsunuz ithal da ediyorsunuz. Bu bakımdan da inşaat sektörüne dayalı bir büyüme çok kaygı verici. Hafta sonu işsizlik rakamları gelecek. Mevcut durum Türkiye’nin yüzde 10 unun üzerine çıkmış olan işsizlik rakamının aşağıya indirecek yüzde 11.1 lik saman alevi gibi büyümeyi eşdeğer bir istihdam olacağından kaygılarımız var. Eğer bu kaygılarımız da gerçekleşirse Türkiye 2000 li yılların 1990 lı yılların geleneksel, artık yapısal olarak kronikleşmiş istihdam yaratmayan, sermaye girişlerine bağımlı, yapay teşviklerle şişirilmiş, biraz da istatistiğin oynaması demek istemiyorum ama yeni milli gelirin sadece hacim endeksi ile hesaplanmasının sonuçları bunlar. Yaratılmış hormonlu bir büyüme dalgası ile karşı karşıyayız.

 SEBAHAT KARAKOYUN / BİRGÜN

11 Aralık 2017 Pazartesi

Sorunu halk kendisi çözecek - İLKER BELEK

skiden orduya güvenilirdi. Atatürk’ündü. Laikti, antiemperyalistti. Sathı savunur, yurtta ve cihanda sulhu sağlardı. İktidar cumhuriyetin yolundan saptığında nasıl olsa müdahale eder, siyaseti rotasına sokardı.

Cumhuriyetçi, laik kesim ile ordunun buluşması son olarak Cumhuriyet Mitingleri’nde vuku buldu. Hatırlanacağı gibi ilki Nisan 2007’de, cumhurbaşkanlığı seçimlerine iki hafta kala Ankara’da yapıldı. Bundan yalnızca iki gün önce ise genelkurmay başkanı (sonradan Dolmabahçe’de Erdoğan ile sırlarını öte tarafa götürme sözüyle hayati bir anlaşma yapan) Büyükanıt “cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil, özde sahip bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum” açıklaması yapmıştı. O günlerde, mitinglerin önemli sahiplenicilerinden birisi olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanlığını eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur yürütüyordu.
Neyse, cumhuriyetçi kesim o savaşı kaybetti. Sonrasında AKP orduyu ele geçirmek üzere istikrarlı bir operasyon yürüttü. En nihayetinde 15 Temmuz Fethullah darbe girişiminin ertesinde de doğrudan kendisine bağladı. Cumhuriyetçileri ordusuz bıraktı.

Öte yandan şimdilerde ABD’nin AKP üzerinde yürüttüğü operasyondan da neredeyse aynı içerikli beklentilerin mevcut olduğu görülüyor.
Rıza bir şey söyler mi?
Erdoğan’ı ifşa eder mi?
ABD bu deliller üzerine AKP’nin ipini çeker mi?
Berat’a, Erdoğan’a ceza keser mi?
Bunların gündemde olduğunu, ABD’nin AKP’den vazgeçtiğini biz de söylüyoruz. Ancak buradan hareketle ABD’nin yapacaklarından Türkiye lehine bir sonuç beklentisi içinde olmak, eğer cehalet değilse, halka ve memlekete ihanet anlamına gelir.

Ordunun laik kesim üzerinde bıraktığı olumlu izlenim özellikle 1961’deki müdahalesine dayanıyordu. Demokrat Parti dini siyasallaştırmış, Amerikancı çizgiye oturmuş, koyu bir istibdat rejimini yürürlüğe koymuştu. Dinle ilişkilenmesi cumhuriyetçileri ve alt kademe subayları rahatsız ediyordu. Ordunun bir darbeyle yönetimi ele geçirmesi ve ardından da kısa süre içinde CHP’ye teslim etmesi yürekleri serinletmişti.

Ama aynı ordu 1980 12 Eylül’de bu kez ters doğrultuda bir darbe yaptı. İmam okullarının önünü açan süreç o darbenin ürünü oldu. Meydanlarda elde Kuran nutuk atan da darbeci başı Kenan Evren’di. Buna rağmen o günlerde iktidarda Demirel, Türkeş, Erbakan koalisyonunun bulunuyor olması cumhuriyetçi kitlelerin darbeye sıcak bakmalarını sağlıyor, ordu “Atatürkçü” rütbesini bu şekilde koruyordu.

Oysa orduya dair olumlu değerlendirmelerin tamamı bir illüzyondan ibaretti. Yaşananlar yalnızca emperyalist sistemdeki rol değişikliklerine Türkiye’nin adapte edilmesiydi. Ordu, sonuç olarak, Türkiye’yi 1961’de ithal ikameci, 1980’de ise ihracata yönelik kalkınma patikalarına sokmak üzere devreye giriyordu. Darbeleri meşrulaştırmak bakımından gerek olan siyasal gerekçeler ise bizim gibi bir ülkede zaten her daim mevcuttu. “Laikliğin ihlali” ve “terör” bunların başında gelenleriydi.
Laik kitleler laikliğin kurtarılması adına orduya alkış tutarken, darbelerin gerçek gerekçesini göremiyor ve bu arada darbe üzerine darbe derken Türkiye adım adım siyasal İslam’a teslim ediliyordu. Nedeni halkın siyaset alanından çekilmiş olmasıydı.

Ne ordu ne de ABD dertlerimize çözüm olabilir. Neyse ki artık ortalık sadeleşiyor. Ordu denklemden düştü. Trump ise her yaptığıyla ABD’ye olan güveni yerle bir ediyor.

Sadeleşmenin halkta sahipsizlik hissi yaratmasına izin vermemek, müdahale etmek, gerçeği dikine söylemek lazım.

Sorunumuz kapitalizm.
Ülkemizin “karma ekonomi”, “yerli sanayi”, vb denilerek emperyalist sisteme entegre edilmiş olması. Sonra zaman içinde emperyalizmin dayattığı iktisat politikaları neticesinde ortaya çıkan geri kalmışlık, eşitsizlikler, borç, yüksek faiz sorunları. Bütün bunlarla bağlantılı olarak emperyalist tekellerle işbirliği halindeki “milli” burjuvazinin emekçi sınıfları sömürebilmek amacıyla dini alabildiğine kullanması. Cumhuriyetçi kesimin sürecin son halkasına, yani “laiklik elden gidiyor”a takılıp kalması AKP dönemine kadar ordunun darbelerini meşrulaştırmaktan başka işe yaramadı.
Gelişmeler şimdi geldi seçim sandığının, parlamenter mekanizmaların, meclisin de anlamını yitirdiği, bunların tamamının AKP tarafından geçersizleştirildiği bir noktaya bağlandı.

“Bu işler seçimle hallolmayacak” algısı da yayılıyor. İyidir ve tüm bunlar AKP’nin gücünün değil çaresizliğinin, düzendeki tıkanmanın kanıtlarıdır.

Ne yapacaksak kendimiz yapacağız.
Sorumluluğu halk sınıfları üstlenecek.
Her daim sınıf vurgusu yapan sosyalistlerin lafı bu ortamda daha çok dinlenecek.

İlker Belek / SOL