"Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968
olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve
142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm
olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini
tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken
sırası geldi. Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş
ağzıyla cevaplamaya çalıştı..."
Şimdi
anlatacağım yaşantının gerçek kişilerle ve kurumlarla doğrudan ilgisi
vardır. Bu yazıyı okuduktan sonra süslü kitapevlerinin raflarına ve
kitaplara daha uzun bakacaksınız. En azından tanıdıklarınıza…
Yaşamının erken yıllarında şiir okuma mahareti nedeniyle yerel bir ün kazandı. Bu bilinirlik, onu daha okul sıralarındayken takip edilen biri yaptı.
Yakın dostları kadar polis de becerilerini merak etmeye başlamıştı. Ezberlemek için seçtiği şair kuşkulu gözlerden kaçamamış, hayli uzun sürecek bir göz hapsine alınmıştı. Buna rağmen, Bursa Cezaevi’ndeki tek göz hücreden yazılan Nâzım Hikmet imzalı şiirleri eline geçirip ezberlemeye devam etti. Kendi yazdığı şiirleri güçsüz bulup bu gariplik faslına son verdi.
Yaşamak güzel bir şeydi.
Yaşam için değişik uğraşlar edindi. Sözgelimi Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda aldığı küçük roller, spikerlik, duvar afişçiliği, amelelik gibi muhtelif meşgaleler edindi. Polisin merakı bu geçici işlerin hepsini adli birer dosya olarak tartışmaya açtı. DTCF’ye atandı. DTCF’den atıldı. Dersim kırsalında bir şantiyede kolay olmayan yeni bir iş buldu. Bu zor iş de polisin güncel işgüzarlığına takıldı. Polis, çok geçmeden şantiyenin sorumlu mühendisine bir mektup yazıp merakını gidermek istedi. Mühendis cevap mektubunda “azılı solcu” olarak nitelendirilen ağır işçisini savundu: “Sizin suçlu diye soruşturduğunuz kişi, işine bağlı ve namuslu bir emekçidir; şantiyede amelelik yapmaktadır. Hem burada dağa taşa mı propaganda yapacak?” Polis, mühendisi fırçalayıp şahsın tehlikeli olduğunu, sırf gözlerden uzak bir şekilde faaliyet göstermek üzere o sapa kırsalı seçtiğini yazdı. Mühendis, istifaya zorlanan işçisinin mektubuna kendi istifa talebini de ekleyip postaya verdi. İstanbul’a iki adet dönüş bileti aldılar.
Yıllar süren kovuşturmalar bir gözünü ve böbreğini hastane çöplüğüne bırakmasına neden oldu. Ailesi ve dostları ona uzuvlarını aratmadı. Çetin Altan, Edip Cansever, Orhan Kemal gibi yakın dostlarının telkinleriyle güçleniyordu.
Yaşamak da bir şeydi.
Fakat yol çatallanmıştı, karar almalıydı. İlk şairinin çağrısına kulak verip kurşun eritmeye koştu. Kurşun hurufatlarının, saman kâğıtları öpüp kara salyalar bıraktığı matbaalara attı kendini. 60’lara gelinmişti; 3. hamur kâğıtlara soldan düşen mürekkep lekelerini çoğaltmak en az yazmak ve hayal etmek kadar tehlikeliydi. Meşhur 141. ve 142. maddeler anayasanın büyük çelişkisi olarak yüzlerce aydını zindan, hatta idamla tehdit ediyordu.
Gün Yayınevi’ni söz konusu maddelerle yeniden boğuşmayı göze alarak kuran Ermiş ilk olarak Demir Ökçe’yi yayımlama cüretini gösterdi. Sonra çeliğe su verdi. Baskıların üzerine Gladkov’un Çimento’sunu döktüğünde, polisler artık ne yaptığını tam olarak biliyorlardı. Bu “Gün” gibi ortadaydı. Yeni merak konusu tek gözlü kitapçının bunu neden yaptığıydı. Yazılırken ve basılırken cevval olan kitaplar okunurken de ziyadesiyle hararetlilerdi. Düşüncelerin özgürce tartışılabileceğini ve yayılabileceğini salık veren ’60 Anayasası’nın bazı maddeleri ’24 Anayasası’ndan araktı. ’24 Anayasa’sının İtalyan faşist Anayasası’ndan arakladığı “değişmez” maddeler, ilham ve iştahla uygulanırken kötü şakanın tarihi yazılıyor gibiydi. Üstelik meşhur bu iki madde sınıfların farklılığını kabul etmekte, fakat sınıf bilincinin sakıncaları hakkında şu şerhi düşmekteydi: madde 141/1. Fıkra: Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususta yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler ölüm cezası ile hükümlendirilir.” Anayasa önce mahut kitapları toplamakla işe başladı. Harcanan çaba muazzamdı.
Solcu gençler çıkan her kitabı polisten önce kapabilmek için kuyruklar oluşturuyordu. Dostlarının Memed Ali diye seslendikleri yayıncı toplatılan kitapları yüzünden yılgın düşmüştü. Çetin Altan, Akşam Gazetesi’ndeki namlı köşesinde veryansın edip; kaleminin yardımıyla komşusu ve dostu Memed Ali’yi yüreklendirdi. Dahası bir komşu ziyaretinde ona basılması elzem olan kitaplar önerdi. Dönem için iddialı fakat zaruri bir kitap fikrine kapılıp hemen çevirmenine yolladı. Çevirmeni Çetin Altan tavsiyeli kitabın adını, Babeuf’ten Dimitrof’a Sosyalist Savunmalar olarak çevirdi.
Büyük yazar Marcel Villard’ın son yüz elli yıldır verilen devrimci mücadeleyi ve mahkemelere düşen devrimcilerin keskin savunmalarını derlediği bu kitap büyük yankı uyandırdı.
Polis, malumatını bir üst merak mecrasına ilettiğinde o hastane koridorlarında başka bir hayati organını tartışmaya başlamıştı. Sosyalist savunmaların kurşun hurufatlarındaki mürekkep daha kurumadan toplatılması, Ermiş’i sarsmış ama daha da yüreklendirmişti. Fakat yüreği birden enfarktüs muhtırasıyla bu dirençli telaşa gözdağı verdi. Tek gözü kör kitap cengâverinin tekleyen kalbine artık körebe oynayan polisler değil, CIA’cılık oynayan savcılar takılmıştı. Savuşturulan göğüs sıkışmasının ardından tekrar kurşun eritmeye döndüğü matbaada aklına ‘güzel bir şey’ daha geldi.
Şiir gibi bir şey.
Kapkara haykıran 8’lik puntolarla 3 bin sütun hazırladı. Doktor raporuna bakılırsa heyecandan ölebilirdi. Gündüzleri yayınevine gelen sorguçlarla kahve, gazoz, akşamları Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu, Can Yücel gibi dostlarıyla Kumkapı meyhanelerinde rakı içiyordu. Hekimlerin verdiği perhizi Orhan ve Yaşar Kemal’lerin keşfettiği Adana kebapçısında bozuyor; Cansever’le girişilen kıran kırana bir tavla muharebesinden zaferle çıkıyor, geceyi karısının ve üç bebeğinin yanında geçiriyordu. Sabahları hayattan ve TİP’ten yakın arkadaşı Çetin Altan’a uğramadan “Gün”e başlamıyordu.
Tuhaflıklar iyiden iyiye artmıştı. 4. Sulh Ceza Mahkemesi, Anayasanın malum maddesinin en komik fıkrasını dayatmış ve dünya kamuoyunda bu fıkra kulaktan kulağa anlatılmaya başlamıştı. Ünlü Fransız sosyalist yazar Andre Malraux’nun Umut adlı romanı mahkeme kararıyla toplatılmıştı. Bu toplatma hadisesi Malraux’nun Galatasaray Lisesi’nin yüzüncü yılı münasebetiyle Türkiye’ye davetinden günler önce cereyan etmişti. Çetin Altan Akşam’daki ünlü köşesinde adaleti taşlıyordu. 1968 yılına gelinmişken hâlâ kitapların toplatılmasına, üstüne bir de yazarın davet edilmesine anlam veremiyordu gazeteci: “Adamı huduttan girer girmez tutuklayın bari.”
Kitaplar kıstırılıyor fakat matbaada yeni bir eserin kurşuni sesleri duyuluyordu. Bu rotatif yankılar, ilk ezber dizelere ve on binlerce okura karşı olan vefa borcunu ödemek demekti.
Kitap daha matbaadan dışarıya çıkmadan içeriye savcı girdi. Gazoz ve kahve ikramından sonra merak mecrası ölümcül sorusunu bininci kez sordu. Bu kitabı neden basıyorsunuz, amacınız nedir? Bininci izahattan sonra savcıyla en kısa sürede tekrar karşılaşmak üzere vedalaşıldı. Neredeyse tüm dillere Romantika adıyla çevrilip yayımlanan kitap kendi ülkesinde anadili ve adıyla raflardaydı. Raf ömrü savcının yazışmaları kadar kısa sürdü. Kapanın elinde kalan kitabın mühim bir bölümü devletin imha depolarını boylarken, o enfarktüs cuntasının emriyle bir kez daha Cerrahpaşa Kardiyoloji Servisi’ne yetiştirildi.
Mehmet Ali Ermiş’e doktorları ilk olarak matbaalarda duyduğu heyecanı yasakladı, Galata’daki dost sohbetlerini yasakladı. Doktorlar karısının ve oğlunun dışındaki ziyaret kabullerini yasakladı. Sorulara cevap vermeyi yasakladı.
Fakat acar savcı öykündüğü CIA ajanlarını kıskandıracak ve kendi koymadığı yasakları kıskanacak nitelikteki bir operasyonla bütün engelleri aştı.
Hastaneye çöplerin çıkartıldığı kapıdan gizlice girdi.
Üzerinde girilmez yazan bütün kapılardan girdi.
Mehmet Ali Ermiş’e ayrılmış, mikrop ve kasvetin sokulmadığı odaya girdi.
Ailesinin kâbuslarına girdi.
Ve ölümcül sorusunu yaşam destek ünitesindeki hastaya on bininci kez sordu. “Bu son kitabı neden yayımladınız? Amacınız nedir neden çizgiyi bu kadar aşıp o adamın kitabını bastınız?”
Hasta küçülen tek gözbebeğiyle ve bir diğer gözbebeği oğlunun yardımıyla yanıt verme yasağını delmeye çalıştı.
Karısı telaşla doktorlara koştu. Doktorlar telaşla odaya koştu. Kovuşturmanın yetenekli savcısı odadaki koşuşturmadan kovulurken doktorlardan fırça yiyordu: “Buraya nasıl girdiniz, siz nasıl adaletçisiniz?”
Savcı yarım kalan soruşturmasının tamamlanması için kısacık ama hızlı bir yazışma yaptı. Aşılan sınırdan, bozulan toplumsal sinirden bahsetti. Basılan son kitabın ve yazarının tehlikesinden bahsetti. Yazışmanın silik bir nüshası tebligat olarak hastaneye ve evine yollandı. Mahkeme yürümekte zorluk çeken hastanın davasını yürütmekte sakınca görmüyordu.
Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968 olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve 142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken sırası geldi.
Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş ağzıyla cevaplamaya çalıştı. Hâkim hadi diğerlerini anladığını fakat eline taze mürekkep bulaştıran bu son kitabın “neden yayımlandığını, amacının ne olduğunu” sordu.
Hâkimin elindeki kitap aksayan kalp atışları arasında cesaretiyle endişe yayıyordu. Enfarktüs sonunda yönetime tamamen el koydu. Dizleri titredi, ayaktaki savunmasını oturarak yapmayı rica etti.
Ama minnet etmedi.
Hiç değilse içilen gazozların hatırı. Mehmet Ali Ermiş sorgu esnasında öldü. Hâkimler ya ketumdu ya da çok ketumdu. Mehmet Ali Ermiş’e yapılan tuhaf muamele “savunmasız” yaşamına son verirken hâkimin bir elinde “romantik kitap” diğer elinde kırılmasına lüzum kalmayan bir kurşunkalem vardı.
Fransızca ve Rusçada “Romantikler” adıyla en çok okunan eserler listesine giren kitabın kapağı mahkeme salonundaki yaşamayan komünistin gıyabında sessiz ve sosyalist bir savunma yapıyordu.
Söz konusu kitap başka bir yaşatılmayan komünist Nâzım Hikmet’in otobiyografik romanıydı.
YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM...
SERKAN BİLGİ / SOL Kültür.Yaşamının erken yıllarında şiir okuma mahareti nedeniyle yerel bir ün kazandı. Bu bilinirlik, onu daha okul sıralarındayken takip edilen biri yaptı.
Yakın dostları kadar polis de becerilerini merak etmeye başlamıştı. Ezberlemek için seçtiği şair kuşkulu gözlerden kaçamamış, hayli uzun sürecek bir göz hapsine alınmıştı. Buna rağmen, Bursa Cezaevi’ndeki tek göz hücreden yazılan Nâzım Hikmet imzalı şiirleri eline geçirip ezberlemeye devam etti. Kendi yazdığı şiirleri güçsüz bulup bu gariplik faslına son verdi.
Yaşamak güzel bir şeydi.
Yaşam için değişik uğraşlar edindi. Sözgelimi Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda aldığı küçük roller, spikerlik, duvar afişçiliği, amelelik gibi muhtelif meşgaleler edindi. Polisin merakı bu geçici işlerin hepsini adli birer dosya olarak tartışmaya açtı. DTCF’ye atandı. DTCF’den atıldı. Dersim kırsalında bir şantiyede kolay olmayan yeni bir iş buldu. Bu zor iş de polisin güncel işgüzarlığına takıldı. Polis, çok geçmeden şantiyenin sorumlu mühendisine bir mektup yazıp merakını gidermek istedi. Mühendis cevap mektubunda “azılı solcu” olarak nitelendirilen ağır işçisini savundu: “Sizin suçlu diye soruşturduğunuz kişi, işine bağlı ve namuslu bir emekçidir; şantiyede amelelik yapmaktadır. Hem burada dağa taşa mı propaganda yapacak?” Polis, mühendisi fırçalayıp şahsın tehlikeli olduğunu, sırf gözlerden uzak bir şekilde faaliyet göstermek üzere o sapa kırsalı seçtiğini yazdı. Mühendis, istifaya zorlanan işçisinin mektubuna kendi istifa talebini de ekleyip postaya verdi. İstanbul’a iki adet dönüş bileti aldılar.
Yıllar süren kovuşturmalar bir gözünü ve böbreğini hastane çöplüğüne bırakmasına neden oldu. Ailesi ve dostları ona uzuvlarını aratmadı. Çetin Altan, Edip Cansever, Orhan Kemal gibi yakın dostlarının telkinleriyle güçleniyordu.
Yaşamak da bir şeydi.
Fakat yol çatallanmıştı, karar almalıydı. İlk şairinin çağrısına kulak verip kurşun eritmeye koştu. Kurşun hurufatlarının, saman kâğıtları öpüp kara salyalar bıraktığı matbaalara attı kendini. 60’lara gelinmişti; 3. hamur kâğıtlara soldan düşen mürekkep lekelerini çoğaltmak en az yazmak ve hayal etmek kadar tehlikeliydi. Meşhur 141. ve 142. maddeler anayasanın büyük çelişkisi olarak yüzlerce aydını zindan, hatta idamla tehdit ediyordu.
Gün Yayınevi’ni söz konusu maddelerle yeniden boğuşmayı göze alarak kuran Ermiş ilk olarak Demir Ökçe’yi yayımlama cüretini gösterdi. Sonra çeliğe su verdi. Baskıların üzerine Gladkov’un Çimento’sunu döktüğünde, polisler artık ne yaptığını tam olarak biliyorlardı. Bu “Gün” gibi ortadaydı. Yeni merak konusu tek gözlü kitapçının bunu neden yaptığıydı. Yazılırken ve basılırken cevval olan kitaplar okunurken de ziyadesiyle hararetlilerdi. Düşüncelerin özgürce tartışılabileceğini ve yayılabileceğini salık veren ’60 Anayasası’nın bazı maddeleri ’24 Anayasası’ndan araktı. ’24 Anayasa’sının İtalyan faşist Anayasası’ndan arakladığı “değişmez” maddeler, ilham ve iştahla uygulanırken kötü şakanın tarihi yazılıyor gibiydi. Üstelik meşhur bu iki madde sınıfların farklılığını kabul etmekte, fakat sınıf bilincinin sakıncaları hakkında şu şerhi düşmekteydi: madde 141/1. Fıkra: Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususta yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler ölüm cezası ile hükümlendirilir.” Anayasa önce mahut kitapları toplamakla işe başladı. Harcanan çaba muazzamdı.
Solcu gençler çıkan her kitabı polisten önce kapabilmek için kuyruklar oluşturuyordu. Dostlarının Memed Ali diye seslendikleri yayıncı toplatılan kitapları yüzünden yılgın düşmüştü. Çetin Altan, Akşam Gazetesi’ndeki namlı köşesinde veryansın edip; kaleminin yardımıyla komşusu ve dostu Memed Ali’yi yüreklendirdi. Dahası bir komşu ziyaretinde ona basılması elzem olan kitaplar önerdi. Dönem için iddialı fakat zaruri bir kitap fikrine kapılıp hemen çevirmenine yolladı. Çevirmeni Çetin Altan tavsiyeli kitabın adını, Babeuf’ten Dimitrof’a Sosyalist Savunmalar olarak çevirdi.
Büyük yazar Marcel Villard’ın son yüz elli yıldır verilen devrimci mücadeleyi ve mahkemelere düşen devrimcilerin keskin savunmalarını derlediği bu kitap büyük yankı uyandırdı.
Polis, malumatını bir üst merak mecrasına ilettiğinde o hastane koridorlarında başka bir hayati organını tartışmaya başlamıştı. Sosyalist savunmaların kurşun hurufatlarındaki mürekkep daha kurumadan toplatılması, Ermiş’i sarsmış ama daha da yüreklendirmişti. Fakat yüreği birden enfarktüs muhtırasıyla bu dirençli telaşa gözdağı verdi. Tek gözü kör kitap cengâverinin tekleyen kalbine artık körebe oynayan polisler değil, CIA’cılık oynayan savcılar takılmıştı. Savuşturulan göğüs sıkışmasının ardından tekrar kurşun eritmeye döndüğü matbaada aklına ‘güzel bir şey’ daha geldi.
Şiir gibi bir şey.
Kapkara haykıran 8’lik puntolarla 3 bin sütun hazırladı. Doktor raporuna bakılırsa heyecandan ölebilirdi. Gündüzleri yayınevine gelen sorguçlarla kahve, gazoz, akşamları Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu, Can Yücel gibi dostlarıyla Kumkapı meyhanelerinde rakı içiyordu. Hekimlerin verdiği perhizi Orhan ve Yaşar Kemal’lerin keşfettiği Adana kebapçısında bozuyor; Cansever’le girişilen kıran kırana bir tavla muharebesinden zaferle çıkıyor, geceyi karısının ve üç bebeğinin yanında geçiriyordu. Sabahları hayattan ve TİP’ten yakın arkadaşı Çetin Altan’a uğramadan “Gün”e başlamıyordu.
Tuhaflıklar iyiden iyiye artmıştı. 4. Sulh Ceza Mahkemesi, Anayasanın malum maddesinin en komik fıkrasını dayatmış ve dünya kamuoyunda bu fıkra kulaktan kulağa anlatılmaya başlamıştı. Ünlü Fransız sosyalist yazar Andre Malraux’nun Umut adlı romanı mahkeme kararıyla toplatılmıştı. Bu toplatma hadisesi Malraux’nun Galatasaray Lisesi’nin yüzüncü yılı münasebetiyle Türkiye’ye davetinden günler önce cereyan etmişti. Çetin Altan Akşam’daki ünlü köşesinde adaleti taşlıyordu. 1968 yılına gelinmişken hâlâ kitapların toplatılmasına, üstüne bir de yazarın davet edilmesine anlam veremiyordu gazeteci: “Adamı huduttan girer girmez tutuklayın bari.”
Kitaplar kıstırılıyor fakat matbaada yeni bir eserin kurşuni sesleri duyuluyordu. Bu rotatif yankılar, ilk ezber dizelere ve on binlerce okura karşı olan vefa borcunu ödemek demekti.
Kitap daha matbaadan dışarıya çıkmadan içeriye savcı girdi. Gazoz ve kahve ikramından sonra merak mecrası ölümcül sorusunu bininci kez sordu. Bu kitabı neden basıyorsunuz, amacınız nedir? Bininci izahattan sonra savcıyla en kısa sürede tekrar karşılaşmak üzere vedalaşıldı. Neredeyse tüm dillere Romantika adıyla çevrilip yayımlanan kitap kendi ülkesinde anadili ve adıyla raflardaydı. Raf ömrü savcının yazışmaları kadar kısa sürdü. Kapanın elinde kalan kitabın mühim bir bölümü devletin imha depolarını boylarken, o enfarktüs cuntasının emriyle bir kez daha Cerrahpaşa Kardiyoloji Servisi’ne yetiştirildi.
Mehmet Ali Ermiş’e doktorları ilk olarak matbaalarda duyduğu heyecanı yasakladı, Galata’daki dost sohbetlerini yasakladı. Doktorlar karısının ve oğlunun dışındaki ziyaret kabullerini yasakladı. Sorulara cevap vermeyi yasakladı.
Fakat acar savcı öykündüğü CIA ajanlarını kıskandıracak ve kendi koymadığı yasakları kıskanacak nitelikteki bir operasyonla bütün engelleri aştı.
Hastaneye çöplerin çıkartıldığı kapıdan gizlice girdi.
Üzerinde girilmez yazan bütün kapılardan girdi.
Mehmet Ali Ermiş’e ayrılmış, mikrop ve kasvetin sokulmadığı odaya girdi.
Ailesinin kâbuslarına girdi.
Ve ölümcül sorusunu yaşam destek ünitesindeki hastaya on bininci kez sordu. “Bu son kitabı neden yayımladınız? Amacınız nedir neden çizgiyi bu kadar aşıp o adamın kitabını bastınız?”
Hasta küçülen tek gözbebeğiyle ve bir diğer gözbebeği oğlunun yardımıyla yanıt verme yasağını delmeye çalıştı.
Karısı telaşla doktorlara koştu. Doktorlar telaşla odaya koştu. Kovuşturmanın yetenekli savcısı odadaki koşuşturmadan kovulurken doktorlardan fırça yiyordu: “Buraya nasıl girdiniz, siz nasıl adaletçisiniz?”
Savcı yarım kalan soruşturmasının tamamlanması için kısacık ama hızlı bir yazışma yaptı. Aşılan sınırdan, bozulan toplumsal sinirden bahsetti. Basılan son kitabın ve yazarının tehlikesinden bahsetti. Yazışmanın silik bir nüshası tebligat olarak hastaneye ve evine yollandı. Mahkeme yürümekte zorluk çeken hastanın davasını yürütmekte sakınca görmüyordu.
Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968 olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve 142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken sırası geldi.
Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş ağzıyla cevaplamaya çalıştı. Hâkim hadi diğerlerini anladığını fakat eline taze mürekkep bulaştıran bu son kitabın “neden yayımlandığını, amacının ne olduğunu” sordu.
Hâkimin elindeki kitap aksayan kalp atışları arasında cesaretiyle endişe yayıyordu. Enfarktüs sonunda yönetime tamamen el koydu. Dizleri titredi, ayaktaki savunmasını oturarak yapmayı rica etti.
Ama minnet etmedi.
Hiç değilse içilen gazozların hatırı. Mehmet Ali Ermiş sorgu esnasında öldü. Hâkimler ya ketumdu ya da çok ketumdu. Mehmet Ali Ermiş’e yapılan tuhaf muamele “savunmasız” yaşamına son verirken hâkimin bir elinde “romantik kitap” diğer elinde kırılmasına lüzum kalmayan bir kurşunkalem vardı.
Fransızca ve Rusçada “Romantikler” adıyla en çok okunan eserler listesine giren kitabın kapağı mahkeme salonundaki yaşamayan komünistin gıyabında sessiz ve sosyalist bir savunma yapıyordu.
Söz konusu kitap başka bir yaşatılmayan komünist Nâzım Hikmet’in otobiyografik romanıydı.
YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM...