20 Aralık 2017 Çarşamba

Dolaylı idamın tuhaf infazı - SERKAN BİLGİ / SOL

"Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968 olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve 142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken sırası geldi. Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş ağzıyla cevaplamaya çalıştı..."


Şimdi anlatacağım yaşantının gerçek kişilerle ve kurumlarla doğrudan ilgisi vardır. Bu yazıyı okuduktan sonra süslü kitapevlerinin raflarına ve kitaplara daha uzun bakacaksınız. En azından tanıdıklarınıza…
Yaşamının erken yıllarında şiir okuma mahareti nedeniyle yerel bir ün kazandı. Bu bilinirlik, onu daha okul sıralarındayken takip edilen biri yaptı.
Yakın dostları kadar polis de becerilerini merak etmeye başlamıştı. Ezberlemek için seçtiği şair kuşkulu gözlerden kaçamamış, hayli uzun sürecek bir göz hapsine alınmıştı. Buna rağmen, Bursa Cezaevi’ndeki tek göz hücreden yazılan Nâzım Hikmet imzalı şiirleri eline geçirip ezberlemeye devam etti. Kendi yazdığı şiirleri güçsüz bulup bu gariplik faslına son verdi. 
Yaşamak güzel bir şeydi. 
Yaşam için değişik uğraşlar edindi. Sözgelimi Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda aldığı küçük roller, spikerlik, duvar afişçiliği, amelelik gibi muhtelif meşgaleler edindi. Polisin merakı bu geçici işlerin hepsini adli birer dosya olarak tartışmaya açtı. DTCF’ye atandı. DTCF’den atıldı. Dersim kırsalında bir şantiyede kolay olmayan yeni bir iş buldu. Bu zor iş de polisin güncel işgüzarlığına takıldı. Polis, çok geçmeden şantiyenin sorumlu mühendisine bir mektup yazıp merakını gidermek istedi. Mühendis cevap mektubunda “azılı solcu” olarak nitelendirilen ağır işçisini savundu: “Sizin suçlu diye soruşturduğunuz kişi, işine bağlı ve namuslu bir emekçidir; şantiyede amelelik yapmaktadır. Hem burada dağa taşa mı propaganda yapacak?” Polis, mühendisi fırçalayıp şahsın tehlikeli olduğunu, sırf gözlerden uzak bir şekilde faaliyet göstermek üzere o sapa kırsalı seçtiğini yazdı. Mühendis, istifaya zorlanan işçisinin mektubuna kendi istifa talebini de ekleyip postaya verdi. İstanbul’a iki adet dönüş bileti aldılar.

Yıllar süren kovuşturmalar bir gözünü ve böbreğini hastane çöplüğüne bırakmasına neden oldu. Ailesi ve dostları ona uzuvlarını aratmadı. Çetin Altan, Edip Cansever, Orhan Kemal gibi yakın dostlarının telkinleriyle güçleniyordu. 
Yaşamak da bir şeydi. 
Fakat yol çatallanmıştı, karar almalıydı. İlk şairinin çağrısına kulak verip kurşun eritmeye koştu. Kurşun hurufatlarının, saman kâğıtları öpüp kara salyalar bıraktığı matbaalara attı kendini. 60’lara gelinmişti; 3. hamur kâğıtlara soldan düşen mürekkep lekelerini çoğaltmak en az yazmak ve hayal etmek kadar tehlikeliydi. Meşhur 141. ve 142. maddeler anayasanın büyük çelişkisi olarak yüzlerce aydını zindan, hatta idamla tehdit ediyordu. 
Gün Yayınevi’ni söz konusu maddelerle yeniden boğuşmayı göze alarak kuran Ermiş ilk olarak Demir Ökçe’yi yayımlama cüretini gösterdi. Sonra çeliğe su verdi. Baskıların üzerine Gladkov’un Çimento’sunu döktüğünde, polisler artık ne yaptığını tam olarak biliyorlardı. Bu “Gün” gibi ortadaydı. Yeni merak konusu tek gözlü kitapçının bunu neden yaptığıydı. Yazılırken ve basılırken cevval olan kitaplar okunurken de ziyadesiyle hararetlilerdi. Düşüncelerin özgürce tartışılabileceğini ve yayılabileceğini salık veren ’60 Anayasası’nın bazı maddeleri ’24 Anayasası’ndan araktı. ’24 Anayasa’sının İtalyan faşist Anayasası’ndan arakladığı “değişmez” maddeler, ilham ve iştahla uygulanırken kötü şakanın tarihi yazılıyor gibiydi. Üstelik meşhur bu iki madde sınıfların farklılığını kabul etmekte, fakat sınıf bilincinin sakıncaları hakkında şu şerhi düşmekteydi: madde 141/1. Fıkra: Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususta yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler ölüm cezası ile hükümlendirilir.” Anayasa önce mahut kitapları toplamakla işe başladı. Harcanan çaba muazzamdı.

Solcu gençler çıkan her kitabı polisten önce kapabilmek için kuyruklar oluşturuyordu. Dostlarının Memed Ali diye seslendikleri yayıncı toplatılan kitapları yüzünden yılgın düşmüştü. Çetin Altan, Akşam Gazetesi’ndeki namlı köşesinde veryansın edip; kaleminin yardımıyla komşusu ve dostu Memed Ali’yi yüreklendirdi. Dahası bir komşu ziyaretinde ona basılması elzem olan kitaplar önerdi. Dönem için iddialı fakat zaruri bir kitap fikrine kapılıp hemen çevirmenine yolladı. Çevirmeni Çetin Altan tavsiyeli kitabın adını, Babeuf’ten Dimitrof’a Sosyalist Savunmalar olarak çevirdi. 
Büyük yazar Marcel Villard’ın son yüz elli yıldır verilen devrimci mücadeleyi ve mahkemelere düşen devrimcilerin keskin savunmalarını derlediği bu kitap büyük yankı uyandırdı. 
Polis, malumatını bir üst merak mecrasına ilettiğinde o hastane koridorlarında başka bir hayati organını tartışmaya başlamıştı. Sosyalist savunmaların kurşun hurufatlarındaki mürekkep daha kurumadan toplatılması, Ermiş’i sarsmış ama daha da yüreklendirmişti. Fakat yüreği birden enfarktüs muhtırasıyla bu dirençli telaşa gözdağı verdi. Tek gözü kör kitap cengâverinin tekleyen kalbine artık körebe oynayan polisler değil, CIA’cılık oynayan savcılar takılmıştı. Savuşturulan göğüs sıkışmasının ardından tekrar kurşun eritmeye döndüğü matbaada aklına ‘güzel bir şey’ daha geldi. 
Şiir gibi bir şey. 
Kapkara haykıran 8’lik puntolarla 3 bin sütun hazırladı. Doktor raporuna bakılırsa heyecandan ölebilirdi. Gündüzleri yayınevine gelen sorguçlarla kahve, gazoz, akşamları Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu, Can Yücel gibi dostlarıyla Kumkapı meyhanelerinde rakı içiyordu. Hekimlerin verdiği perhizi Orhan ve Yaşar Kemal’lerin keşfettiği Adana kebapçısında bozuyor; Cansever’le girişilen kıran kırana bir tavla muharebesinden zaferle çıkıyor, geceyi karısının ve üç bebeğinin yanında geçiriyordu. Sabahları hayattan ve TİP’ten yakın arkadaşı Çetin Altan’a uğramadan “Gün”e başlamıyordu.

Tuhaflıklar iyiden iyiye artmıştı. 4. Sulh Ceza Mahkemesi, Anayasanın malum maddesinin en komik fıkrasını dayatmış ve dünya kamuoyunda bu fıkra kulaktan kulağa anlatılmaya başlamıştı. Ünlü Fransız sosyalist yazar Andre Malraux’nun Umut adlı romanı mahkeme kararıyla toplatılmıştı. Bu toplatma hadisesi Malraux’nun Galatasaray Lisesi’nin yüzüncü yılı münasebetiyle Türkiye’ye davetinden günler önce cereyan etmişti. Çetin Altan Akşam’daki ünlü köşesinde adaleti taşlıyordu. 1968 yılına gelinmişken hâlâ kitapların toplatılmasına, üstüne bir de yazarın davet edilmesine anlam veremiyordu gazeteci: “Adamı huduttan girer girmez tutuklayın bari.”

Kitaplar kıstırılıyor fakat matbaada yeni bir eserin kurşuni sesleri duyuluyordu. Bu rotatif yankılar, ilk ezber dizelere ve on binlerce okura karşı olan vefa borcunu ödemek demekti. 
Kitap daha matbaadan dışarıya çıkmadan içeriye savcı girdi. Gazoz ve kahve ikramından sonra merak mecrası ölümcül sorusunu bininci kez sordu. Bu kitabı neden basıyorsunuz, amacınız nedir? Bininci izahattan sonra savcıyla en kısa sürede tekrar karşılaşmak üzere vedalaşıldı. Neredeyse tüm dillere Romantika adıyla çevrilip yayımlanan kitap kendi ülkesinde anadili ve adıyla raflardaydı. Raf ömrü savcının yazışmaları kadar kısa sürdü. Kapanın elinde kalan kitabın mühim bir bölümü devletin imha depolarını boylarken, o enfarktüs cuntasının emriyle bir kez daha Cerrahpaşa Kardiyoloji Servisi’ne yetiştirildi. 
Mehmet Ali Ermiş’e doktorları ilk olarak matbaalarda duyduğu heyecanı yasakladı, Galata’daki dost sohbetlerini yasakladı. Doktorlar karısının ve oğlunun dışındaki ziyaret kabullerini yasakladı. Sorulara cevap vermeyi yasakladı. 
Fakat acar savcı öykündüğü CIA ajanlarını kıskandıracak ve kendi koymadığı yasakları kıskanacak nitelikteki bir operasyonla bütün engelleri aştı. 
Hastaneye çöplerin çıkartıldığı kapıdan gizlice girdi. 
Üzerinde girilmez yazan bütün kapılardan girdi. 
Mehmet Ali Ermiş’e ayrılmış, mikrop ve kasvetin sokulmadığı odaya girdi. 
Ailesinin kâbuslarına girdi. 
Ve ölümcül sorusunu yaşam destek ünitesindeki hastaya on bininci kez sordu. “Bu son kitabı neden yayımladınız? Amacınız nedir neden çizgiyi bu kadar aşıp o adamın kitabını bastınız?” 
Hasta küçülen tek gözbebeğiyle ve bir diğer gözbebeği oğlunun yardımıyla yanıt verme yasağını delmeye çalıştı. 
Karısı telaşla doktorlara koştu. Doktorlar telaşla odaya koştu. Kovuşturmanın yetenekli savcısı odadaki koşuşturmadan kovulurken doktorlardan fırça yiyordu: “Buraya nasıl girdiniz, siz nasıl adaletçisiniz?”
Savcı yarım kalan soruşturmasının tamamlanması için kısacık ama hızlı bir yazışma yaptı. Aşılan sınırdan, bozulan toplumsal sinirden bahsetti. Basılan son kitabın ve yazarının tehlikesinden bahsetti. Yazışmanın silik bir nüshası tebligat olarak hastaneye ve evine yollandı. Mahkeme yürümekte zorluk çeken hastanın davasını yürütmekte sakınca görmüyordu. 
Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968 olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve 142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken sırası geldi. 
Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş ağzıyla cevaplamaya çalıştı. Hâkim hadi diğerlerini anladığını fakat eline taze mürekkep bulaştıran bu son kitabın “neden yayımlandığını, amacının ne olduğunu” sordu. 
Hâkimin elindeki kitap aksayan kalp atışları arasında cesaretiyle endişe yayıyordu. Enfarktüs sonunda yönetime tamamen el koydu. Dizleri titredi, ayaktaki savunmasını oturarak yapmayı rica etti. 
 Ama minnet etmedi. 
Hiç değilse içilen gazozların hatırı. Mehmet Ali Ermiş sorgu esnasında öldü. Hâkimler ya ketumdu ya da çok ketumdu. Mehmet Ali Ermiş’e yapılan tuhaf muamele “savunmasız” yaşamına son verirken hâkimin bir elinde “romantik kitap” diğer elinde kırılmasına lüzum kalmayan bir kurşunkalem vardı. 

Fransızca ve Rusçada “Romantikler” adıyla en çok okunan eserler listesine giren kitabın kapağı mahkeme salonundaki yaşamayan komünistin gıyabında sessiz ve sosyalist bir savunma yapıyordu. 

Söz konusu kitap başka bir yaşatılmayan komünist Nâzım Hikmet’in otobiyografik romanıydı. 

YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM...


 
SERKAN BİLGİ / SOL Kültür.

‘Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka’ - MİNE SÖĞÜT

Bu ülkenin acıklı hikâyesinde önemli bir rol oynayan bir parka, münasebetsiz bir cümleyle yeniden gündeme geldiğinde...
O cümleyi boş verin...
Sadece parkayı düşünün.
O parka aslında neydi?
Ve bu ülke için neyi temsil ederdi?
Cem Karaca’nın 70’li yıllarda söylediği o muhteşem şarkının sözlerini düşünün.
“Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka
Parkasıyla vurulmuş yatar iken buldular
Dört hain kurşun değmiş delik deşikti parka 

***

Küçük kardeşi bu yıl siyasala gidecek
Paltoya para yok ki o da parka giyecek
Ananın gözü yaşlı delikleri dikecek”.
Sonra bir de Cem Karaca’yı düşünün.
Onun siyasi çizgisini, o çizginin izlediği yolda özetlenebilecek ağır ülke gerçeğini düşünün.
Sol ideolojiden nasıl kolayca vazgeçtiğinizi ve bunun bedelini şu an nasıl ödediğinizi düşünün.
Solcular en büyük hatayı kendi kıymetli ama gösterişsiz enstrümanlarının cazibesinden şüphe ederek yaparlar.
Sağ ideoloji bu şüphenin üzerine atlar.
Onu eline tutuşturduğu kendi kıymetsiz ama parıltılı enstrümanlarıyla daha iyi bir ses çıkarabileceğine ikna eder.
Ve dönüşüm başlar.
Sonra siz;
Sağcıların solcular için yaptığı gazeteleri okumaya başlarsınız.
Sağcıların solcular için kurduğu televizyonların içinde kaybolursunuz.
Pazarlanmayan hiçbir şeyi tüketmeme ahlakına kapılırsınız.
Seçim kampanyalarına para döken partilerin bu yarışının ne anlama geldiğini anlayamayacak kadar aptallaşırsınız.
Sömürünün değişen dilini çözemez olursunuz.
Özgürleştiğinizi sandıkça esir düştüğünüzü anlamazsınız.
Sizi bu kaostan çıkarabilecek eski ve köklü ideolojiler çoktan gözünüzde değersizleşmiştir.
Onların yerine sağcılar tarafından paketlenip kapınıza hediye gibi bırakılmış pırıl pırıl yeni sol ideolojileriniz vardır.
Ancak nostaljik bir refleksle bir parkaya sahip çıkabilecek kadar kalır aklınız...
Artık umurumuzda değildir o parkanın size hatırlattığı kayıplarınız.
Solcular hâlâ hayattadırlar ama artık sağda durmaktadırlar.
Sol adına ürettikleri her şeyde aslında size yeni tüketim ahlakını pazarlamaktadırlar.
İnsan dahil her şeyin mal olarak kodlandığı bir dünyanın karşısında dimdik durmayı ve düşmanına kendi değerleriyle kafa tutmayı beceremeyen sol iradenin yenilgisi insanlığınızın yenilgisidir. 

***
Sonra bir gün biri çıkar ve münasebetsiz bir laf eder.
Ve siz kendinizi, ülke tarihindeki en utanç verici hukuki kararlardan biriyle idam edilen bir sembol devrimciyle;
Ülke tarihindeki gelmiş geçmiş en utanç verici iktidarın sembol politikacısını karşılaştırırken düştüğünüz ideolojik şuursuzluğun boşluğunda buluverirsiniz.
Ve o boşlukta asılı kalan korkunç gerçekle yüzleşirsiniz.
 
Aslında Tayyip Erdoğan’ın Deniz Gezmiş’e benzetilmesinde hiçbir sorun yoktur.
Sorun sadece onun değil tüm siyasilerin “parkasız” olmasında;
Ve siz dahil kimsenin bunu hiç ama hiç umursamamasındadır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Şehir hastanesi çalışanları çipli köle midir? - ÇİĞDEM TOKER

Adana Şehir Hastanesi üç ay önce, eylülde açıldı. Hastaneyi 680.4 milyon Avro yatırım bedeliyle Rönesans yaptı.
Sık yazsak da tekrarda beis yok, zira kaynak halkın parası. Devlet, şehir hastanelerini yapan şirkete Hazine arazisini bedelsiz verip 25 yıl da kira ödüyor. Adana Şehir Hastanesi’nde 5 bin kişi çalışacağı duyuruldu.
Rönesans Holding Başkanı Erman Ilıcak, hastane açılırken Adana’daki genç meslektaşlarımıza mülakat verdi. Sağlık turizminin canlanacağını söyleyip şu benzetmeyi yaptı:
“Nasıl Amerika’da Houston varsa, Adana Şehir Hastanesi de bölgenin Houston’ı olacak.”
Adeta otel reklamı yaparcasına beş yıldızlı konfor tanıtımlarından biliyorduk da, sağlık turizmi hedefinden bu açıklıkla söz etmek nihai hedefi berraklaştırdı.
Nitekim şehir hastanelerinde esas derdin, sağlık hizmetinden çok kâr güdüsü olduğunun başka kanıtları da ortaya çıkmaya başladı: Personele çipli takip.
Habertürk’te Fatmanur Boylu imzalı dünkü haber, Adana Şehir Hastanesi çalışanlarının çip ile takip edildiğini duyuruyordu. Bir güvenlik görevlisi, görev yerine gitmediği gerekçesiyle işten çıkarılmış, gitmediği de çipli takip kayıtlarından saptanmıştı. 
 Çamaşırhanede karışmasın diyeymiş!
Çipler, hastane çalışanlarının formalarına monte edilmişti. Personel, çiple izlendiğinin farkında değildi. Çipi fark eden hastane çalışanlarına formaların yıkama sırasında karışmaması için kullanıldığı söylenmişti.Üstelik aynı gerekçe 30 Eylül’de Sol gazetesinde yayımlanan hemşirelere çipli takip haberinde de yer alıyordu.
Ben hayatımda bu kadar gülünç bir yalan duymadım.
Formaların çamaşırhanede karışmaması için farklı renklerde kumaş, iplik, değişik şekillerle ayırmak, işaretlemek dururken; bir giysinin üzerine elektronik çip mi takarsınız Allah aşkına?
İnsanların bu kadar aptal yerine konulmasının nedeni az çok belli aslında.
Yapılan işlem, mesai denetim anlamına geliyor.
Ama yapanlar bunu gizlice yapmanın hukuka aykırı olduğunun farkında.
Çalışanları, onlara haber vermeden, gizlice iş önlüğüne önceden sabitlenmiş elektronik bir parçayla izlemek, kişilik haklarının ihlalidir. 

Doktorlar da mı izleniyor?
Anlaşıldığı kadarıyla, şehir hastanesi içinde giyilen giysilerdeki bu çipler hastane kameralarıyla entegre edilmiş. Dolayısıyla kimin kaç metre yürüdüğü, nereye gittiği, hangi koridor köşesini döndüğü saniye saniye kayda alınıp tespit edilebiliyor.
Böyle bir sistem içinde üniformaya, elbiseye, monte edilmiş çiplerle çalışanları izlemek; mesai denetimini de aşıp insanların mahremiyet alanlarına da girmek demek.
Örneğin kamera sisteminin başındaki insanların, bir hemşirenin tuvalet ihtiyacını izlemediğinden kim emin? Bize bunun garantisi verilebilir mi?
Bu konuyu dün araştırırken çipler yoluyla sadece güvenlik personeli, hemşirelerin değil, belli durumlarda hekimlerin de izlenmesinin mümkün olduğunu öğrendim. Hatta eşyaların bile. Kanepelerin bile çipi varmış. Bir odadan diğerine götürülen bir möblenin nerede olduğu kameralardan bulunuyormuş.
Buradan Sağlık Bakanı’na, bakanlık bürokratlarına, şehir hastanelerini yapan şirket başkanlarına, ünlü müteahhitlere soralım.
Şehir hastaneleri çalışanları; hastaneyi yapıp işleten müteahhitlik firmasının, Sağlık Bakanlığı’nın ve/veya iki tarafın ortaklığına verilen isim olan Kamu Özel İşbirliği modelinin kölesi midir?
Sizler çalışmanız sırasında, sizden daha kudretli bir güç tarafından elektronik çiple izlenmeyi ister miydiniz?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Başyücelik - ÖZGÜR MUMCU

İktidar çevreleri birkaç senedir dağıttıkları Necip Fazıl ödülleri vesilesiyle “üstadı” anıp kıvanç duydular. Siyasi ve ekonomik iktidarlarını, kültürel iktidarla perçinlemek için umutlandılar. 

Malum, Necip Fazıl bugün memleketimizi yönetenlerin başöğretmeni. Nabi Avcı’nın belirttiği üzere bugün “Türkiye’yi yöneten kadrolar gözden geçirildiğinde başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere her biri Necip Fazıl’ın çeşmesinden su içmiştir.”
 

Bugün Milli Eğitim’de yaşanan derin kriz, bir parantez olarak değerlendirdikleri Cumhuriyet dönemini, memleketin kurucu değerlerini ortadan kaldırıp kurumların içini boşaltarak silme arzusuna dayanmakta. Bakın bunu Sayın Avcı ne güzel ifade etmiş:
“İnşallah 10 yıldır özellikle sosyal bilimler liselerimizde, imam hatip liselerimizde üstadın beklediği, özlediği gençliğin mayasının tutmakta olduğunu ama bunun da kâfi olmadığını, bütün eğitim sistemimizin üstadın özlediği Türkiye’ye yakışan gençleri yetiştirmeye vâkıf olması gerektiğini bilerek çalıştığımızı bilmenizi isterim.”
 


Tüm gerginliğiyle hissedilen toplumsal kutuplaşmanın temelinde de Sayın Erdoğan’ın birçok defa dile getirdiği üzere, Necip Fazıl’ın rehberliğinde “dininin ve kininin davacısı bir gençlik” yetiştirme amacı yatıyor.
Hangi kinin davacısı? 

Elbette Necip Fazıl’ın kin duyduklarının. Yani üstadın “Allah’ın, Kuran’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçiler” diye betimlediği Cumhuriyetin kurucuları.
 

Lafı uzatmayalım. O kin, Atatürk’e ve Cumhuriyete yönelik bir kindir.
 

Necip Fazıl sadece bir şair değildir. Memleketi idare edenler açısından en önemli özelliği bir siyaset teorisyeni olmasıdır. Teorisi öncelikle “İdeolocya Örgüsü” eserinde öngördüğü “Başyücelik” rejiminde somutlaşır. Buna göre devleti unvanı başyüce olan biri yönetmeli, Türk ve Müslüman olmayanlara vatandaşlık verilmemeli, İslam inkılabı ordusu olmalı ve halka değil Hakk’a inanan bir düzen kurulmalı. 

En âlâsından teokratik ve totaliter bir rejim resmidir bu. 


İktidar gözümüzün içine bakarak, hiçbir şey gizlemeden, adım adım Necip Fazıl’ın kendilerine müjdelediği bu rejimi kurmak için ilerlemektedir.
Dün, Kadri Gürsel’in köşesinde Necip Fazıl’ın basın özgürlüğünü imha etmek isteyen alıntılarına yer vermesi ve Türkiye’deki basın özgürlüğü ile Necip Fazıl’ın değerler sistemi arasındaki ilişkiyi göstermesi bu sebeple son derece isabetlidir.
Daha evvel defalarca sorduk. Yine soralım.
Necip Fazıl’ın paltosunun cebinden çıkan memleketin yöneticileri Necip Fazıl’ın siyasi idealleri hakkında ne düşünmektedir? 

Başyücelik rejiminden mi yoksa demokrasiden mi yanadırlar? Necip Fazıl’ın teokratik, totaliter siyasi projesini sahipleniyorlar mı?
 

Necip Fazıl, edebiyat tartışmalarına hapsolacak bir şair değil. Siyasi bir projesi ve takipçileri olan teokrasi taraftarı “yerli ve milli bir faşizmin” teorisyeni. İşte iktidarın yaslandığı ve bütün eğitim sistemini uğruna yeniden düzenlediği şahıs bu.
 

Daha ne kadar böyle birinin el üstünde tutulmasını doğal karşılayacağız?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

19 Aralık 2017 Salı

İslamcılar düşerken - ORHAN GÖKDEMİR

Ne tuhaf; geçen yüzyılın başında Suriye’yi işgal etmiş olan Fransızlar ülkeyi elinde tutmanın yolunun onu beş bölgeye ayırmak olduğunu düşünüyordu. Halep ve Şam’da iki devletçik kurulacaktı. Yanı başlarında bir Alevi ve bir Dürzi devleti olacaktı. Lübnan ve İskenderun Sancağı bunları tamamlayacaktı. Sanki Fransızlar Suriye için minyatür bir Sevr planı oluşturmuştu.

Fakat Suriye’de İttihat ve Terakki’nin eteklerinden gelen, 1908’in devrimci havasını solumuş tuhaf devrimciler vardı. Paris’te öğrendikleri Aydınlanmacı fikirlerinin izinden giderek Paris’te yapılmış o plana direndiler. 1940’lı yıllarda bağımsız Suriye’nin kurulmasına öncülük ettiler. Bölüneceği düşünülen Aleviler, Dürziler, Hıristiyanlar, Sünniler, Kürtler, Ermeniler tam tersini yapmış, ülkenin bağımsızlığı ve birliği için çarpışmıştı. Baas hareketi işte o mücadelenin getirisidir.


Baas'ı, farklı inançlardan gelen üç arkadaş kurdu. Nusayri Zeki Arsuzi 1908’de, Rum Ortodoks Mişel Eflak 1910’da, Sünni Salah Bitar 1912’de doğmuştu. Üçü de Paris'e, Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe okumaya gitmişlerdi. Doğdukları topraklara dönüp birer devrimci oldular.
Tarihleri kısa Ortadoğu tarihidir.
“Arap Dirilişi’’ hareketinin bir devamı olan Baas Partisi 1947'de kuruldu. Mişel Eflak ilk genel sekreteri seçildi. Amaçları ‘‘Arap dünyasını tek bir bağımsız devlet haline getirmek için mücadele’’ydi. Eflak, 1949'da Suriye Eğitim Bakanı oldu. Bitar partide çalışmayı tercih etti. 1952'deki darbeden sonra sürgüne çıktılar. Birkaç yıl sonra döndüler. Sosyalizmin yükseliş yıllarıydı. Baas da, o arada “Arap Sosyalist Baas Partisi” oldu.
Salah Bitar, aynı zamanda Dışişleri Bakanı olarak Suriye ile Mısır'ın ‘‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’’ adı altında tek bir devlet haline gelmesinin mimarlarındandır. Ama bu rüya sadece iki sene sürdü. Sonra yine askeri darbeler, yeniden sürgünler, kovuşturmalar, davalar, kaçıp kovalamalar… Olağan şeylerdir bunlar. Baas, Arapların İttihat ve Terakkisidir. Mişel, Zeki ve Salah ise Enver, Talat ve Cemal’i.
Hayatları da benzer biçimde nihayete ermiştir zaten. Hataylı Zeki Arsusi, kısmen istikrarlı bir hayat yaşadı. 1968’de ölene kadar Suriye ordusuna Baas ideolojiyi aşılamakla uğraştı. Salah Bitar, 1980’de Paris'te uğradığı bir silahlı saldırıda öldü. Ortodoks Mişel Eflak, 1989'da Paris'te yaşamını yitirdi. Cenazesi Irak'a getirildi ve merasimle Bağdat'ta defnedildi. Mezarı artık bir türbedir.
Böyledir, devrimler her türlü dinin ve her türlü inancın üzerindedir…

***

İttihat ve Terakki de çok dinli ve kimlikli bir yapıydı. Türkü, Kürdü, Çerkezi, Arabı, Gürcüsü, Arnavutu omuz omuza verip kurmuştu örgütü. Nihayetinde onlar da siyasi ve fiziki hayatlarını eskiden imparatorluk toprağı olan pek çok ayrı parçada tamamladılar. Vurdular ve vuruldular. Osmanlıcılığı, İslamcılığı, Türkçülüğü ihtiyaç oldukça bir silah olarak kullandılar. Eylemlerini yönlendiren teorileri yoktu, tam tersine teorilerini eylemleri belirliyordu. İslamcılık, Türkçülük, hatta sosyalizm onların bu tuhaf siyasi duruşunun ürünleridir. Kemalizm onun paltosundan çıktı. Nasırizm, Baasçılık ve bir bakıma İhvan da öyle.

Çok hoş; Mısır’da Krallığı tasfiye edip iktidarı alan Cemal Abdülnasır’ın “Cemal”i İttihatçı Cemal Paşa’nın hatırasıydı. 1950’li yıllarda Müslüman Kardeşleri sindirdi, Krallığı devirdi ve iktidar oldu. Bir bakıma Mısır’ın Enver’iydi, bir bakıma Mustafa Kemal’i.
Konumu gereği zorunlu olarak Sovyetler Birliği ile yakınlaşmıştı. O sırada Türkiye’de Amerikancı Menderes iktidardaydı. Çevrede olup bitenlere göre o da kendince bir pozisyon belirliyordu. 1952’de ülkeyi NATO üyesi yapması, 1955’te Bağdat Paktı-CENTO içinde yer alması hep o kaygıylaydı. Suriye ve Mısır’ın Sovyetler Birliği’nin desteğini alarak birleşeceği anlaşılınca ABD’nin talimatıyla 900 kilometrelik Suriye sınırına 1 milyon mayın döşedi. 1957’de İsrail Başbakanı David Ben Gurion’la Ankara’da gizlice buluştu ve görüşmenin ardından Suriye sınırına asker yığmaya başladı. Bunlar Suriye-Mısır birleşmesine karşı ABD-DP tepkisiydi. Sonra beklenen oldu, Sovyetler Birliği ağırlığını koydu, Suriye ve Mısır birleşti. Bu kaybın şoku atlatılamadan 1958’de Irak’ta devrim oldu ve derme çatma Haşimi Hanedanı yıkıldı. Darbede hanedanın Suriye-Mısır birleşmesini engelleme çabalarının büyük etkisi vardı. Bu bölgedeki dengelerin altüst olması anlamına geliyordu. Sovyet etkisi yayılıyordu ve Türkiye’de 27 Mayıs darbesi adım adım yaklaşıyordu.

27 Mayıs darbesi ile Menderes rejimi alaşağı edildi. Ülke Nasır’ın yoluna girmişti. Fakat o sırada Suriye’de de darbe oldu. Darbeci subay Abdülkerim Nahlavi Suriye’nin Arap Birliğinden ayrıldığını açıkladı. İki yıl sonra, 1963’te aralarında Baasçı Salah Cedid’in olduğu bir gurup general darbe yaptı, ayrılıkçıları devirdi. Aynı yıl Türkiye’de Talat Aydemir’in giriştiği ikinci darbe girişimi ise başarısız oldu. Aydemir asıldı.

1970’de Suriye’de Baasçı Hafız Esad bir darbeyle yönetimi ele geçirdi. Türkiye’de 12 Mart Darbesi oldu. 12 Mart darbesi ile 9 Mart’ta yapılması planlanan “Baasçı” darbe tasfiye edilmişti.
Şöyle devam edelim; İran İslam Devrimi, Irak’ta Saddam’ın iktidarı alması, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi aynı yılda, 1979’da oldu. Bir yıl sonra Türkiye’de 12 Eylül darbesi gerçekleşti. Kısa bir süre sonra da Mısır’da Enver Sedat öldürüldü. Müthiş bir satranç müsabakasıdır.

***

Suriyeli üç devrimcinin hayatıyla Ortadoğu’ya bakıyoruz. Bu kuşağın aktörlerinin çoğu yurtdışında, Fransa’da eğitim görmüştür. İstisnasız hepsi Aydınlanmacıdır ve bu fikri ülkelerinde hayata geçirmek istemektedir. Hepsinin yolu başlangıçta olmasa bile sonuçta ordu ile kesişmiştir. Nasır biraz Enver’dir, Salah Bitar biraz Talat. Zeki Arsusi biraz Talat Aydemirdir, Mişel Eflak biraz İsmet İnönü...
At koşturup toz kaldırdıkları alanda bugün onların da içinde olduğu büyük bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de ve Türkiye’de yaşananlara bir de böyle bakılmalıdır. Kavga, Ortadoğu’daki Aydınlanmacı siyasi geleneğin tasfiyesi ve yerine ılımlı İslamcı, İhvancı bir yeni düzen kurma kavgasıdır.

***

Son perdeye yaklaşıyoruz. 20 Mart 2003’te Amerikan ve İngiliz işgal orduları Irak’a girdi. İşgal Irak’ta fakat savaş Ankara’da başlamıştı. Ankara’daki savaş 3 Kasım 2002’deki seçimle sonuçlanmıştır. AKP’nin iktidara getirilişidir. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 3 Kasım seçimlerinden 1 gün sonra ABD’ye uçtu. Hükümet 28 Kasım’da güvenoyu aldı. 3 Aralık’ta Wolfowitz ve Grossman hükümetin kapısındaydı, aceleleri vardı. İki ABD’li, Başbakan Gül, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le görüştü. Görüşmeden sonra Dışişleri Bakanı Yakış, Irak’ın işgaline hazır olduklarını açıkladı. O kadar hazırlıksız o kadar aceleci bir açıklamaydı ki bu, birkaç saat sonra başında bulunduğu bakanlık tarafından tekzip edildi.

25 Şubat 2003'te TBMM'ye sunulan "Tezkere”nin reddedilmesi, Ankara’nın son direnişidir. Cevabı Süleymaniye’de verildi. 4 Temmuz 2003’te TSK’nın başına geçirilen çuvalla Ankara düştü. 27 Mart’ta, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Suriye sınırında incelemelerde bulunuyordu. Irak’ın işgalinde direnen ordu, Suriye’ye müdahalede ikna olmuş vaziyettedir.
Süleymaniye’de kaybedilen o savaşın, son iki yüzyılda kazanılmış tek savaşın sonuçlarını bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmesi şaşırtıcı değildir. Kurtuluş Savaşı ile kazanılan kalelerden geriye kalanlar da 4 Temmuz’dan sonra bir bir düşmüştür, doğaldır.

Böyle bakabiliyorsak eğer, Mısır’da İhvan’ın iktidara gelişiyle Türkiye’de AKP’li yılların başlamasını birbiri ile ilişkilendirebiliriz. Irak’ta Saddam’ın, Libya’da Kaddafi’nin düşürülmesini de öyle. Son adım yine Suriye’de atılmış ve Hafız Esad geleneği silinip yerine Müslüman Kardeşler iktidarı kurulmak istenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesinin alandaki “ılımlı İslam” uygulamasıdır bunlar. Irak’ta Saddam ile başladılar, Libya’da Kaddafi ile devam ettiler. Suriye’yi tıpkı Fransızların planladığı gibi küçük devletçiklere bölmeye çalıştılar. Mısır’da Mübarek’i indirdiler, Mursi’yi bindirdiler. Türkiye’de Ecevit’i düşürüp Erdoğan’ı çıkardılar. Büyük plana neredeyse yaklaşmıştılar.
Ama sonra tuhaf şeyler olmaya başladı. Esad’ın direnebileceği ortaya çıktı. Mursi büyük bir halk hareketinin ardından askeri darbeyle devrildi. İhvan’ın iktidar düşü paramparça olmuştu.

***

Gazeteler ABD Başkanı Donald Trump'ın ulusal güvenlik stratejisinin Türkiye için bir felakete dönüşebileceğini haber veriyordu önceki gün. ABD’liler “Türkiye’nin radikal İslamcı ideolojiyi desteklediği” kanısındaydı. “Müslüman Kardeşler’in bazı unsurları” hükümetlerin parçası haline gelmişti. Haliyle Türkiye onlar için İran’dan daha büyük tehlikeydi. Saklamıyorlar artık, açıkça AKP’nin adını veriyorlar. Rıza Sarraf davasını falan hesaba katmadık daha. Emperyalistler usulca çekiliyor eski sadık adamlarının arkasından.

Türkiye’den başka her yerde İhvan planı çöktü. Bu tarihten çıkarabildiğimiz, Türkiye’de de eninde sonunda çökeceğidir. Burada bir soru veya kuşku yok.

Bir tek soru var: Son vuruşu emperyalistler mi yoksa halk mı yapacak?

Orhan Gökdemir / SOL

Bomonti-Kurtuluş- Feriköy de uçmuş... - ŞÜKRAN SONER

İşçi sınıfı tarihinde etkin rol oynamış Türk-İş ve de DİSK başkanlarından çok fazla işçi liderinin işçi olarak çalıştıkları Bomonti Bira Fabrikası’nın alanı içinde yapıldığını duyduğum Bomonti Hilton Oteli’ne ulaşmak sanıldığı kadar kolay bir iş değilmiş. 
En fazla iki yıl öncesinde dolaştığım bölgeyi hâlâ ezberimde sanarak Haliç üzerinden, çevre yolundan gitmeye kalkıştım.. Bildiğiniz üzere geçen cuma günü Ortadoğu’yu konuşan hayır blokunun toplantısı oradaydı.
Şoför araçla en yakın gidilebilecek yol ağzından beton yığınları içinde, en tepede görülmemesi olanaksız dev binayı göstererek, “Buradan ancak yürüyerek gidebilirsiniz” dedi. Yaya köprüsünü geçtikten sonra önüme çıkan yine lüks bir başka işletmeye ait dev binanın görevlilerine bir daha sormak zorunda kaldım. Yanlarından yeni yapıldığını söyledikleri dar, dik, bir o kadar uzun merdivenlerden ancak geçebileceğimi söylediler. Dönüşte ders almış olarak önünden bindiğim taksiyle kolayca gazeteye ulaşabileceğimi sanırken bölgenin taksisi bile işin içinden çıkamayarak uzun bir zaman dilimi sonrası uzaklarda bir yerde indirmek zorunda kaldı. Ben son halini göremediğim için, işçi sınıfı tarihindeki yerini iyi bilen Oya Baydar’a danıştım. Fabrikanın ana binasının restore edilmiş olarak korunduğunu, ancak bira da içilebilen restoran, kafeler havasında yaşatıldığını anlattı.
Benim en son Sevgili Server Tanilli, Bülent Tanör hocaların anması için gittiğim, Bilgi Üniversitesi kampusu içinde kalan Silahtarağa Fabrikası gibisinden bir koruma gündemdeydi. Demirdöküm yok, Levent’e kadar Kâğıthane Deresi boyunca uzanan, işçi sınıfı tarihindeki büyük fabrikaların tümünün yok edilmesi türünden bir korumacılıkla vitrinde, rant alanları olarak değerlendirmenin ötesinde kent tarihi dünyada bir örneği olamayacak boyutlarda yok edilmiş, katledilmişti... 


***

Eyüp’ün işçi sınıfı, emek tarihine düşman, gözü kararmış rant kültürüne teslim edilmesini sineye çekememişken, topu topu en fazla iki yıl öncesinde sokaklarını tanıdığım, dolaştığım Kurtuluş, Bomonti, Feriköy tarihinin içerden uçurulup, ranta teslim edilmesinin çok farklı sonuçları, anlamları da yok mu? Pazar günü çok sevdiğim, çalışkanlığına, emeğine, onurlu duruşuna, eğitimine saygı duyduğum Ermenistan kökenli bir kızımızın tarihi Ermeni kilisesindeki düğününe gidecektim. Kilisenin yerini zaten biliyordum, “Kurtuluş’tan sapmadan aşağı inince” tarif ile gitmek için geç kalmıştım. Navigasyonla yolu bulan şoför sayesinde yoğun yağmur altında zamanında kapısına varabildim. 
Dönüşte yukarı çıkıp geleneksel Kurtuluş caddesindeki anılarımı tazelemeyi düşlemiştim ki.. Tanıdık cadde, evler yok edilmiş olarak, dev siteler, oteller, restoranlar, işyerleri, üretim atölyelerinin şaşkınlığında, sözde ana yolda yürüdüğümü sanarak, uzun bir yürüyüşten sonra şaşkınlık içinde Şişli Belediyesi binasının önüne vardığımı gördüm. Dev binaların sıralandığı kimileri hâlâ şantiye halinde inşaatların çalışmaları, araçları arasında, birbiriyle sadece büyüklük ve yükseklikte yarışan iç içe geçmiş beton yığınları arasında tek karış boşluk olmadan, doğrusu eski küçük yerleşim alanlarına göre uyarlı daracık yollarda, ancak iş hanı, otel, restoran, lüks konutlar olarak kullanılan binaların ışıkları, karmaşasında boğulmuş olarak yürüdüm, yürüdüm.. 

Sözün özü, Ermeni Kilisesi’nden yukarıya Kurtuluş’un tek tanıyabileceğim giriş sapağına, geleneksel paskalya çöreği satılan fırınlara ulaşmayı beceremedim.. Zorunlu ellenemeyecek kiliseler, mezarlıklar, bir iki tarihi fabrika binası dışında rantın bu kadar kısa zamanda bu kadar ağır yutabileceği, üstelik çokkültürlülüğün de tarihi bir merkez örneği dünyada yaşanabilmiş midir? İçim yandı.. En çok da kentin en tarihi merkezlerinde, çokkültürlülüğün yok edilmesi duyarlılığı, hoyratlığını da çok aşmış, rant algısının sıfır kültür algısıyla çarpıklaştırılmasının can acıtması içinde.. Üretim atölyelerinden de vazgeçilmemiş, koca koca binalarda topu bir araya getirilmeye çalışılmış. Mal girişi çıkışı karmaşası ile lüks restoranlar, oteller, yerleşim, konut alanları.. beton, enine, boyuna dev yapılaşmalarıyla daracık sokaklara sıkıştırıverilmişler.. Kimler birkaç yıl içindeki bozgunlar, vurgunlarda neler kazandılar? 


Yeter ki İktidarlarının ayakta tutulabilmesi için saadet zinciri ağı, sadaka düzeni yürüsün..

Şükran Soner / CUMHURİYET

Nükleer santralın temelinde sorun var - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Bir hafta önce Mersin’de yapılmak istenen nükleer reaktör için yeni bir temel atma töreni yapıldı. Törene Akkuyu’daki santralin sahibi Rus devlet şirketi Rosatom’un başkanı Aleksey Lihaçev ile Enerji Bakanlığı Müsteşarı Fatih Dönmez katıldı.

 Hafızası güçlü olanlar hatırlar, bu ilk temel atma töreni değil. Bir önceki, 14 Nisan 2015 yılında eski Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla yapılmış, daha şatafatlı bir törendi. Taner Yıldız birkaç ay sonra görevinden alındı. Bu yılki törene Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın katılacağı söylenmişti ancak gitmedi. Yıldız gibi “nükleerin lanetine” maruz kalmamak için gitmemiş ya da projedeki belirsizlikler yüzünden ortada görünmek istememiş  olabilir. Evet, hükümetin kontrol ettiği medyada yazan çizene bakmayın. Akkuyu Nükleer Santralı baştan hatalı bir proje ve ne olacağı belli değil. Belli olan Türkiye’nin bu projeden çok ciddi zararla çıkacağı.

Yine bir hafıza sorusu sorayım. 15 Kasım 2017 tarihinde Haberturk gazetesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin’i Akkuyu’daki temel atma törenine davet ettiğini yazmış, tören için organizasyon şirketleriyle görüşüldüğünü belirtmişti. Törenin, bu yıl tamamlanmadan yapılacağı, yetişmezse 2018’in ilk aylarında yapılacağı yazılmıştı. Putin Türkiye’ye gelmesine rağmen bu tören gerçekleşmedi. Putin ve Erdoğan’ın katılacağı görkemli tören yerine, Türkiye’nin müsteşar düzeyinde temsil edildiği göstermelik bir açılış daha yapıldı. O yüzden önümüzdeki aylarda Akkuyu’da yeni bir temel atma töreni olursa hiç şaşırmayın, belki de seçimlerden önce bir tane daha. Belli ki santralın temelinde sorun var.

Akkuyu’nun öncelikli sorunlarından biri finansman. Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği, Rusya istese bile elindeki hisselerin sadece yüzde 49’unu satabiliyor. Çoğunluk hisse (%51) hep Rusya’nın elinde olacak ve son sözü onlar söyleyecek. Bu da santralın finansmanı için gereken paranın yarısının (12-15 milyar dolar) Rusya tarafından karşılanması demek.
Ortada hâlâ projenin ilk yatırım maliyetinin 20 milyar dolar olacağı gibi rakamlar dolaşıyor ama bunlar eski bilgi. 2012 yılında eski Rusya Büyükelçisi İvanovski maliyetin 25 milyar dolara çıkabileceğini zaten söylemişti. Güncel fiyat ise bence 30 milyar dolar. Bu iddiamın sebebi de Rusya’nın daha dört gün önce Mısır’la yaptığı anlaşma. Rusya Mısır’a da Akkuyu’daki santralın bir benzerini (4 adet VVER-1200) kurmaya hazırlanıyor. Oradaki fiyat ise 30 milyar dolar. Rusya kaynakları projenin yüzde 85’inin finansmanı için Mısır’a 25 milyar dolar kredi verileceğini kalan yüzde 15’in ise Mısır tarafından karşılanacağını söylüyor. Akkuyu için yapılan anlaşma yedi yıl önce imzalanmış ve 20 milyar dolar da o zaman telaffuz edilmişti. Güneş ve rüzgar gibi kaynakların aksine fiyatı her geçen yıl artan nükleer enerjinin yatrım maliyetinin bugün 30 milyar doları bulması kimseyi şaşırtmamalı.

Önümüzde yanıt bekleyen birkaç soru var. Mısır, Bangladeş, Vietnam, Hindistan ve Belarus gibi birçok ülkeye finansal desteğin büyük bölümünü karşılama garantisiyle nükleer santral satmaya çalışan Rusya’nın bu kadar parası var mı? Rosatom’un Rusya’da yeni reaktörler yapmaya çalıştığı ve Ermenistan gibi ülkelerde mevcut santralların bakımı ve iyileştirilmesi gibi işlere finansman sağlama garantisiyle girdiği de unutulmamalı. ABD ve AB tarafından ekonomik kıskaca alınan, Rusya’nın aynı anda bu kadar çok nükleer santrala para bulması kolay değil. Cengiz Kolin Kalyon (CKK) konsorsiyumuna yüzde 49 hissenin satılacağı haberlerinin çıkması da Rusya’nın para ihtiyacıyla ilgili. Tek neden bu değil tabi. Akkuyu santralı için Rusya’ya verilen alım garantisi 15 yıl boyunca kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Piyasada ise elektriğin fiyatı 4-5 dolar sent. Piyasa fiyatından 3 kat pahalı (Rüzgar ve güneş gibi kaynaklardan da en az iki kat daha pahalı) elektrikten bahsediyoruz. Bu işten ciddi kazanç elde edileceği ortadayken, CKK gibi hükümetin her kârlı ihalesinde isimlerini duyduğumuz bu şirketlerin santralın yarısına talip olması bizi şaşırtmamalı. Evet ama CKK 15 milyar dolara yaklaşan bu parayı nasıl bulacak? Ülkede bu kadar para yok. Türkiye’deki bir işe yurt dışından kim bu kadar kredi verir? Hele de projenin geleceği Putin’in iki dudağı arasındayken. Düşürülen uçak olayında olduğu gibi her an bu projenin rafa kaldırılma ihtimali varken.

Halkın tepkisi artarsa, kredi muslukları da iyiden iyiye kısılabilir ve Akkuyu’daki barakalar bir nükleer santral müzesine dönüşebilir. Onun faturasını da bize çıkarırlar o ayrı ama zararın neresinden dönersek kâr.

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN


Gözaltında dünya rekoru: Peş peşe 110 gün - ERK ACARER

Antalya’da yol denetimi sırasında gözaltına alınan Murat A.’nın emniyet müdürlüğünde camdan atlayarak intihar etmesine ilişkin iddiaya yönelik olarak şunları söylüyor:
“Onlarca kez gözaltına alındım, elle ulaşılabilir bir pencere göremedim. Ayrıca her alan kamera ile izlenir. Basbayağı öldürmüşler çocuğu.”
Veli Saçılık söylüyorsa doğrudur. Neden mi? İfadelerinde gizli: “Onlarca defa…”
O bir gözaltı uzmanı.

Artık tüm dünyanın bildiği, ‘kurdun kuşun, dağın taşın haberdar olduğu ama bunların anlamadığı, duymadığı’ Yüksel direnişi 400’üncü günü geride bıraktı. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça 285 gündür açlık grevinde. Anlatamadıkları, ısrarla ‘anlamadıkları’ bir drama tanık oluyor, işleri için ömürlerini yiyen ülkenin değerlerini izliyoruz. Onların yanı sıra Esra Özakça 210, Mehmet Güvenel 171, Feridun Osmanoğlu ise 128 gündür açlık grevinde. Eğitimci Acun Karadağ, KHK mağdurları Mehmet Dersulu ve İlker Işık da aynı ekipten. ‘Anlatamadıkları’ talepleri açık, isyanları net:“Bizim darbeyle ne ilişkimiz var, sadece hakkımızı arıyor, işimizi geri istiyoruz.”

Ders veriyor
Şüphesiz Yüksel direnişçileri arasında Veli Saçılık’ın özel bir yeri var. Ağır faşizm koşulları ve ülke gerçeğine rağmen ‘hak mücadelesinin nasıl verileceğine dair’ adeta ders veriyor. Her gün aynı saatte gözaltına alınıyor, bir süre sonra serbest bırakıldığını duyuruyor. Mizah dergilerinin kapağına taşınan ‘unutulmayacak’ bir ülke figürü artık:
Veli Saçılık için gözaltı vakti.
Tutuklu gazeteci sayısı, eğitimin başarısızlığı, kadın istismarı ve cinayetleri, çocuk tecavüzleri gibi ‘seçkin konularda’ dünya sıralamasını kimselere kaptırmayan Türkiye, ‘gözaltına alma’ şampiyonluğunu da elinde tutuyor. Emsali yok bir dünya rekoru.

Kesintisiz 90 gün arka arkaya gözaltı
‘Gözaltı uzmanı’ Saçılık, 2 sorunun cevapını vermekte zorlanıyor. ‘Kaç kere gözaltına alındın ve toplamda ‘Kabahatler Kanunu’ndan ne kadar para cezası kesildi?”
Ara ara mesaj atıyor: “Daha hesaplamalar sürüyor…”
Sonunda… “110 kere gözaltına almışlar” diyor. “Ancak panellere, seminerlere davet edildiğim arada günlük kesintiler var. Kesintisiz, her gün gözaltına alınan İlker Işık. 90 gün boyunca arka arkaya zorla emniyete götürülmüş.”

Paramızla dayak yiyoruz: 37 bin TL ceza
Gözaltına alınıp, serbest bırakıldıktan sonra kesilen ceza da el yakıyor. Misal, bir önceki gün Yüksel ekibine toplamda 2 bin 951 TL ceza kesiliyor. Saçılık gülüyor: “Nedense bugün az oldu. Geçen ay, 88 bin TL kesilmiş genel olarak. Normalde aylık 100 bine yaklaşıyor.”
Peki şimdiye kadar Veli Saçılık’a kesilen bireysel para cezası ne kadar?
Saçılık, İlker Işık ile birlikte bu rekorun da sahibi. “İlker’in 17, benim 37 bin TL borcum var” diyerek aktarıyor: “700’den fazla dava var, savcı bıktı, polislere; ‘Bunları niye getirip duruyorsunuz’ diye kızıyor. Anlayacağınız her gün paramızla dayak yiyoruz.”
Bu paralar ne olacak? Saçılık mevzuyu başka bir yerden bağlıyor: “Hem para almak isteyen hem de şiddet uygulayana gaspçı denir. AKP iktidarı gaspçıdır. Gaspçıya para mı ödenir?”
Anlattıkları ilginç ve komik mi?
Hayır, yüz kızartıcı. Devletin defalarca mağdur edilmiş bir sosyoloğudur Veli Saçılık. AKP iktidarının da başlı başına utanç verici suçlarından biridir.
Her şeye rağmen önce toplumsal barıştan söz ediyor:
“Her kesimin garibanını bulmuşlar eziyet ediyorlar. Banka kurdelelerini kendileri kesmişler, para yatıranı tutukluyorlar.”
Sosyologdur… Hem de en iyilerinden.
Keşke samimi olabilseydiniz. O zaman, kendi istikbalinizi değil ülke istiklalini düşünürdünüz. O zaman dağın taşın, kurdun kuşun bile bu kadar gerisine düşmez, ülkeyi de kendinizle birlikte böyle tüketmezdiniz.

Keşke Veli’nin; annesine, kendisine arkadaşlarına vurup, paralarını, parasını gasp etmek yerine bir çayını içseydiniz.

Erk Acarer / BİRGÜN

Rıdvan Dilmen’in imamları - SELÇUK CANDANSAYAR

Rıdvan Dilmen, Devlet Bahçeli polemiğinde ben Bahçeli’den yanayım.
Adamcağız haklı, katlanmak zorunda kaldığım yozlaşmanın da bir sınırı olmalı, diye düşünmüş olmalı. İçinden küfür etmiş bile olabilir. Yok artık bu kadar da olmaz, anlamına gelen sinkaflı deyimler zihnine üşüşmüş olabilir.

RTE, Filistin’i kurtaran en kahraman rolüne soyununca Rıdvan’ın aklına Deniz Gezmiş gelmesin de ne gelsin?
Tamam, entelektüel donanımı yeterli olmayabilir. Bunu saklamıyor da zaten. Lise dahil eğitim hayatı boyunca gözünün toptan başka bir şey görmediğini söylemişliği var. Sanal alemde dolaşan Türkiye’nin hangi yarım kürede ya da kaç coğrafi bölgesi olduğu gibi soruları bilemeyince kapıldığı mahcubiyeti de içtenliğinin kanıtı.
Parkasız Deniz Gezmiş derken RTE’ye yalakalık etme niyetinde olduğunu da sanmıyorum. Elinden geldiğince ve aklı yettiğince dünya ve Türkiye meselelerine kafa yoruyor. Bu yanıyla Rıdvan Dilmen, o mitleştirilen, kutsiyet atfedilen sağduyulu vatandaş tipolojisinin somutlanmış hali. Olan bitene bakarak siyasal kararlarını alan ortalama yurttaş.

RTE, Filistin’in özgürlük mücadelesine en büyük desteği vereceğini söyleyen, bu uğurda yedi düvele meydan okuyan, İsrail’i terörist devlet ilan etmekten korkmayan bir cengâver değil mi?
Bir sözüyle İslam İşbirliği Teşkilatı’nı İstanbul’da ayağına getirmedi mi? Bir yanına Mahmud Abbas’ı alıp Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan etmedi mi?

Şimdi Rıdvan’dan ‘57 üye ülkeden 48’i geldi, çoğundan liderler gelmedi, Suudi Arabistan katılmadı bile’ gibi ayrıntılara önem vermesini beklemek abartılı değil mi?
Hele Doğu Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesini kolaylaştıracağı, çünkü Birleşmiş Milletler’in ‘Kudüs uluslararası şehirdir’ kararını yok saymak olduğunu analiz etmesini bekleyebilir miyiz?
Bu haliyle Erdoğan’ın Doğu Kudüs çıkışının İsrail’in arayıp da bulamadığı yardım olduğunu çıkarsamasını beklemek Rıdvan’a haksızlık değil mi?
Rıdvan ne yapsın, bakıyor ülkesinde Filistin için Erdoğan’dan başka kim canını göze almış; Deniz Gezmiş’te simgelenen 68’in devrimcileri. Onlar FKÖ saflarında bağımsızlık için savaşmışlar.
O zaman benzetmesin de ne yapsın?
Ne yani, 68’in devrimcilerinin katıldıkları Filistin Kurtuluş Örgütü, laik, sol, bağımsızlıkçı bir çatıydı; bünyesinde Hıristiyanlar, Dürziler hatta Yahudi devrimciler vardı gibi ayrıntıları hatırlamasını bekleyebilir miyiz? Dahası, Hamas ve Hizbullah aracılığıyla siyasal İslamcıların Filistin’in kurtuluş mücadelesini nasıl dinci bir eksene tutsak ettiklerini, önce mücadelenin sol, devrimci güçlerini yok ettiklerini bilmiyor diye kızalım mı?

Rıdvan, Rıdvan’dır işte; hayatı boyunca en iyi bildiği işi yapmaya çalışmış, futbol oynamış, bıraktıktan sonra da aklı yettiğince bu ülkeye kafa yormaya çalışan bir vatandaş! Türkiye’de oy kullanan milyonların ezici çoğunluğu siyasal kararlarını tam da Rıdvan gibi veriyorlar.
İyi de vakti zamanında örneğin 2010 referandumu için “Bence 500 yıl sonra bugünkü Türkiye’yi inceleyen biri, o dönemde Türkiye’de devrim olmuş galiba, der” diyen Ümit Kıvanç’ı ne yapacağız?
“Bize de yetmez ama evet diyerek AKP’yi desteklediniz, iktidara getirdiniz. Solculuğun esasına aykırı davrandınız diyen adamlar var. Bu adamlar cahil! Kafası, aklı ve bilgisi yeten varsa buyursunlar tartışalım. Ama hepsi kaçacak delik arar bunu söyleyince” diyen Ömer Laçiner’e ne diyelim.
Sadece ikisi olsa neyse, bir sürü okumuş yazmış, kallavi, solcu, Marksist falan filan insan yıllarca Rıdvan Dilmenlere imamlık yapmadılar mı?

Sonuçta imam-cemaat ilişkisi tam da bu durumu tanımlar. Rıdvan ne yapsın?

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

18 Aralık 2017 Pazartesi

Rıdvan’ın ‘brikolör’ şeytanlığı! - TAYFUN ATAY

Rıdvan Dilmen’in Tayyip Erdoğan’dan bir “parkasız Deniz Gezmiş” çıkartma girişimi sağlı-sollu bir hayli tepki çekti. Ama sanırım çok az anlama çabası sergilendi ve hiç çözümlemesine gidilmedi.
Rıdvan neden ve daha önemlisi nasıl böylesine hiç mi hiç buluşması mümkün olmayan birimleri buluşturabilmekteydi acaba?..
Önce bir hatırlayalım, o, ne demiş:
“Ben Tayyip Erdoğan Bey’e baktığım zaman parkasız bir Deniz Gezmiş görüyorum, demokrat sol görüşlü bir insan görüyorum. Deniz Gezmiş de kahrolsun emperyalizm diyordu, Erdoğan da emperyalistlerle mücadele ediyor.”
***

Rıdvan’ın sözleri ilk bakışta “fantastik”… Ama artık AKP’den çok AKP’ci, Reis’ten çok Reis’çi hale gelmiş Devlet Bahçeli’nin bu haliyle uyarlı bir itkiyle hemen topa girip Rıdvan’a karşı ettiği laflar daha da fantastik.
Bahçeli, “Sahadaki şeytanlığı siyasete taşıma” diyor Rıdvan’a. Ayrıca (burası çok enteresan!) “Yalakalık yapma” demiyor Rıdvan’ın ifadesine binaen, fakat “Ne de Cumhurbaşkanlığına yapılan bir yalakalığa yakışır” diyor… 
Yani bir anlamda hiç olmazsa yakışır yalakalık yap demiş oluyor!..
Bahçeli’nin fantastik sözleri burada da noktalanmıyor ve o, Rıdvan’ı, Türkiye Cumhurbaşkanı’nı “bir dönemin teröristi” ile özdeştirdiği için Türk milletinden özür dilemeye çağırıyor.
Şu “Şeytan”ın milletin başına açtığı işe bakar mısınız?!
Hiç kuşkusuz Deniz Gezmiş’i Türkiye toplumunun medarıiftiharı sayanlar, ona “Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun” diye seslenmeyi tercih edenler de yaptığı benzetmeden dolayı Rıdvan’ın Deniz’den özür dilemesini bekleyeceklerdir!..
***

Peki, ama Rıdvan nasıl böylesi “olağanüstülük” arz eden sözler sarf etti?
Cevabı, “yapısalcı” düşüncenin abide ismi, antropolog Claude Lévi-Strauss’un “yaban düşünce”nin işleyiş mekanizmasını anlama yolunda, özellikle “mit”, yani efsanelere ilişkin bir “açıklama anahtarı” olarak kullanıma soktuğu “brikolaj” (“bricolage”) kavramından hareketle bulmayı deneyebiliriz.

Mit ya da efsane, inanç sistemlerine de nüfuz etmiş olan; evrenin, hayatın, insanın nasıl yaratıldığına dair ağızdan ağıza aktarılarak gelmiş; hemen her insan topluluğunda karşımıza çıkan; içeriğinde olağanüstülüklerin yer aldığı anlatılardır.

Lévi-Strauss, mitlerin, insan yaşamında mevcut bir temel “ikili-karşıtlığın” arasını bulmak, doğa-kültür kopukluğunu gidermek işleviyle şekillendiğini ileri sürer.

O yüzden mesela karşımıza altı yılan üstü insan, üstü aslan altı insan, vb. bir dolu imge çıkar mitik anlatılarda…
Ve insanlar ya da kültürler, böyle bir itkiyle, yani doğa-kültür kopukluğunun üstesinden gelmek için mitler üretirken de bir “yaptakçılık” faaliyeti, yani “brikolaj” gerçekleştirirler.
Bir toplumsal-kültürel ortamda yahut bir insanın yaşam deneyiminde mevcut türlü-çeşit, parça-buçuk unsurlar, izler, anılar, olaylar, eylemler bir araya getirilerek ortaya yeni bir “ürün” çıkarmaya brikolaj denir. Bunu yapana da “brikolör” (“bricoleur”).
Lévi-Strauss’a göre mitik düşünce, yani efsaneler, insanların çevresinde olan biten veya geçmişte olup bitmiş şeylerin toparlanıp yeni, farklı bir kullanıma sokulmasıyla oluşur.
Ne için?.. Bir “ikili karşıtlık” durumunun üstesinden gelmek, arasını bulmak için…

***

İşte Rıdvan Dilmen’in, tabiri caizse Deniz Gezmiş’in bedenini alıp parkasını çıkartarak onun üzerine bir Tayyip Erdoğan kafası oturtmaya vardığı söylenebilecek sözlerini böylesi bir “brikolaj denemesi” olarak değerlendirmek mümkün.

Rıdvan’ın babasının eski bir İşçi Partili olduğunu biliyoruz. Belli ki o, “sol” bir düşünsel, kültürel altyapıya sahip. Zaten bir çırpıda “Deniz Gezmiş” benzetmesine, 1970’lerin sol kültüründe merkezi bir motif olan “parka”yı da ekleyerek gitmesi bile bunu fark etmeye yeter.

Ama işte bugün onun hatırı sayılır bir AKP ve Tayyip Erdoğan (“yalakası” değilse de) yanlısı olma durumu, Referandumdaki “Evet” gayretkeşliği, bu “sol” mirasla “ikili karşıtlık” arz edince o, adeta gayri ihtiyari şekilde bir “efsanevi” çıkış yapmış gibi görünüyor!..

Yaşamındaki “ikili-karşıtlığın” arasını bulma, geçmişiyle bugünü arasındaki kopukluğun üstesinden gelme yolunda Rıdvan, bir “brikolaj”a gitmiş.

Yapmış-takmış, takıştırmış!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bir ödülün düşündürdükleri - Ayşe Emel Mesci

“O kadar karanlık bir dönemden geçiyoruz ki insanın sadece aynı noktada inatla durmaya devam etmesi bile cesaret olarak algılanabiliyor, öyle gözükebiliyor.” 

Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) tarafından bu yıl altıncısı düzenlenen İzmir Uluslararası Tiyatro Festivali’nin 8 Aralık’taki açılışında “Cesaret” ödülü verilen Doç. Dr. Süreyya Karacabey’in kurduğu bu cümle düşündürücü. 


 DTCF’nin durumu
Türkiye Cumhuriyeti eğitim tarihinde övünülesi bir kurum olan Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nin Tiyatro bölümünden bir OHAL KHK’si ile ihraç edilen Karacabey, çok metin bir tavırla bugünlerin nasıl olsa geçeceğini söylese de, üç veya dört harfli birtakım kısaltmalarla hayatların tarumar edildiği bugünlerin yaşanmakta olmasını kabullenmek, sineye çekmek çok zor.

Koskoca DTCF Tiyatro Bölümü’nde neredeyse ders verecek hoca kalmadı, hepsini uzaklaştırdılar. Vardığımız nokta bu… Fikir ve ifade özgürlüğünden yana tavır alan akademisyenler kadar tiyatro eğitimi de cezalandırıldı. Karşısındakini aşağılamak için “tiyatro yapıyorsun” demenin âdetten olduğu bir kültürel vasatta, tiyatro eğitim kurumlarına reva görülen bu cezalandırmaya da şaşırmamak gerekiyor belki de. 


Süreyya Hoca’nın söylediği gibi, yerimizi koruyarak, aynı noktada inatla durmayı sürdürmenin de bu ülkede ayrı bir önemi olduğuna inanıyorum. Çünkü Türkiye, yalanın çok fazla egemen olduğu, her şeyi bastırdığı, pozisyonların şimşek hızıyla ve çok yüzsüzce değiştirildiği, üstelik bundan dolayı ne siyasal, ne toplumsal, ne ahlaksal, hiçbir hesap sorma ile karşılaşılmayan bir ülke haline geldi. Baskı da görse yerinde durmaktan vazgeçmeyen inatçı kimlikler bugün her zamankinden daha değerli.
Sağ olsunlar, TAKSAV beni de “Onur” ödülüne layık görmüş. Tören, avucumun içi gibi bildiğim, hatta kimsenin bilmediği bölmelerini keşfettiğim bir sahnede yapılıyor: İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Konak sahnesi… 2013’te “Son Çığlık” oyununu yönetmiştim orada. 


Sorun sadece iktidarda mı?
İşin aslı, siyaset bu memlekette her şeyi, sanatı da tiyatroyu da öyle ezip pestilini çıkardı ki, birtakım uyanıklar durumdan vazife çıkarıp pozisyon almak için çok uygun bir ortamı yakaladılar. Ve ne ilginçtir ki, söz konusu şahıslar siyasi yelpaze açısından bakıldığında, çeşitli, hatta zıt taraflarda olabiliyorlar. Ama nerede boy gösterirlerse göstersinler, ortak özellikleri var: Tiyatroyu deli gibi sevmiyorlar, öyle sevene deli diye bakıyorlar. Emeğe hiç saygıları yok, kendi küçük dünyalarını ve çıkarlarını tehlikede gördükleri anda insanı mümkünse itibarsızlaştırmaya çalışıyor, buna fırsat bulamazlarsa doğrudan ekmeğiyle oynuyorlar. Kul hakkı da yiyorlar, sanatçı hakkı da. Şunu da eklemeliyim: 51 yıllık sanatçıyım, tiyatroyu gerçekten aşk ile sevdim ve kendimi adayarak yaptım. 3,5 yılını cezaevinde, 14 yılını yurtdışı, 14 yılını da yurtiçi sürgününde geçirdiğim bu uzun yılların ışığında, söz ettiğim “uyanık” zihniyetin sadece son dönemle ilgili olmadığını, çok daha genel bir problem oluşturduğunu biliyorum. Bu dönem olsa olsa yeni “kamuflaj olanakları” sunmuştur, hepsi o.
Böyle bir ruh hali içindeyken TAKSAV tarafından hatırlanmak bana iyi geldi, kendilerine teşekkür ediyorum.


Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

17 Aralık 2017 Pazar

Toplumsal ruh halimiz: İyi değiliz - FATİH YAŞLI

İktidarın siyaseti “Ya bizdensin ya onlardan” diyerek “dost-düşman ikiliği” üzerine kurgulamasının neticesi, tam ortasından ikiye ayrılmış, derin yarılmalarla malul bir toplumun ortaya çıkışı oldu. Böylesine bölünüp kutuplaşmış ve parçalı bir görünüm arz eden toplumlarda tarafların sık sık birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri, toplumsal gerilimin çeşitli hadiseler aracılığıyla gün yüzüne çıkması, birtakım çatışma alanlarının şekillenmesi beklenir, oysa bizde böyle bir şey olmuyor. Böylesi bir bölünmeye rağmen hayat bir şekilde devam ediyor, insanlar da hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar hiçbir şey yokmuş ve her şey normalmiş gibi yaşamlarına devam ediyorlar.

Hayır, elbette ki “Neden ülkede iç savaş çıkmıyor, toplum neden birbirine girmiyor” diye hayıflanıyor değilim; ancak bu yaprak kımıldamama halinin, bu sessizliğin anlamlandırılması ve anlaşılması gerekiyor, çünkü bir siyasal strateji inşası ancak toplumsal olanın ve toplumun o anki verili durumunun anlaşılmasıyla mümkün olabilir.

Bu tam ortasından ikiye bölünmüş ve asgari müşterekleri neredeyse hiç kalmamış  toplumun yine de ortak bir noktası var gibi görünüyor: Kayıtsızlık. Her iki taraf da, şüphesiz ki farklı nedenlerle, hızlı bir apolitikleşme süreci yaşıyor, hızlı bir şekilde gündemden, güncel siyasetten kaçıyor, olup bitene kayıtsız kalıyor, tepki vermiyor. Bu ise farklı şekillerde söz konusu oluyor elbette: Kimileri mutlak bir şekilde siyasal olanla bağını kesip, televizyondan, gazeteden, sosyal medya iletilerinden, tartışma programlarından uzak duruyor, bunları hayatından çıkartıyor. Kimileri ise siyaseti ve gelişmeleri takip ediyor olmakla birlikte, tüm bunların hayatının merkezinde olmasına, bunların hayatını belirlemesine izin vermiyor ve bu gelişmelere herhangi bir tepki vermiyor, sadece izlemekle yetiniyor.

İktidar karşıtları ya da 16 Nisan’dan hareket ederek “hayırcılar” diyelim, yani çoğunluğu büyük kentlerde ve büyük kentlerin merkezlerinde yaşayanlar, kitap okuyanlar, sinemaya, tiyatroya gidenler, dünyayı takip edenler, uzunca bir süredir bir tür politik nihilizmin pençesine düşmüş durumdalar. En politize zamanlarını Gezi günlerinde yaşayan bu insanlar, Gezi’nin geri çekilişinden bugüne, 7 Haziran seçimleri, 16 Nisan Referandumu’ndaki “hayır” çalışması ya da Adalet Yürüyüşü örneklerinde görüldüğü üzere zaman zaman kıpırdansalar, seslerini yükseltseler de, totalde açık bir geri çekilme yaşıyorlar. Bunun en büyük nedeni ise öyle anlaşılıyor ki, “Ne yapsak olmuyor” hissi. Öyle ya, Gezi’de olmadı, 7 Haziran’ın sonuçlarını tanımayıp ülkeyi şiddetle ve kanla 1 Kasım seçimlerine götürdüler, referandumu mühürsüz zarf ve pusularla kazandılar, “Bu sefer tamam” denen her hadisede bir şekilde gündemi değiştirmeyi başardılar, muhalefete öncülük edebilecek bir güç ortaya çıkmıyor, vesaire…

Tüm bunlar bir araya geldiğinde umutsuzluk ve yenilgi hissini artırıyor, siyasetten ve siyasal olandan kaçışı hızlandırıyor doğal olarak, bu da beraberinde kayıtsızlığı, şaşırmamayı, tepkisizliği getiriyor. Türkiye son on yılına, başka bir ülkenin belki de birkaç yüz yıllık gündemini ve siyasal gelişmelerini sığdırdığı için ve hâlâ 24 saatte başka bir ülkenin birkaç yıllık gündemini yaşadığı için, toplum bu gündem bombardımanından yorgun düşmüş durumda. Günde üç beş kere “son dakika” gelişmesinin yaşandığı, internet sitelerinin her gün en az üç beş haberi “şok” başlığıyla duyurduğu bir ülkede böylesi bir yorgunluk elbette ki şaşırtıcı değil.


Peki bu yorgunluk hali mutlak mı, değişmez mi, müdahale edilemez mi? Hayır, böyle olmadığını görmek gerekiyor. Her şeyden önce bir iktidar için en tehlikeli olan, hem kendi yandaşlarının hem karşı tarafın aynı anda bir kayıtsızlık, umursamazlık içine düşmesidir, çünkü bu aslında “toplumsal huzur”a değil, açıkça bir çürümeye işaret eder ve çürüme eninde sonunda çürüten iktidarı vurur. Bunun dışında iktidar karşıtlarındaki kayıtsızlık, daha önce  örnekleri görüldüğü üzere bir kıvılcımla silinebilir ve bu insanlar hızla tekrar politize olabilirler, oysa yandaşlardaki kayıtsızlık iktidara dair umut ve beklentilerinin sönümlendiği anlamına gelir ki, bu kolay kolay tamir edilebilir bir şey değildir.

O halde meselemiz, tam da iktidar “gerileme devri”ne girmişken, bu ruh halinden, bu yorgunluk ve kayıtsızlık durumundan nasıl çıkılacağı üzerine ortak akılla düşünmek, bir “umut siyaseti”ni var edebilmek için kafa yormaktır. Evet, OHAL var, evet KHK’ler var, evet insanlar korkuyor, yorgunlar, yılgınlar, umutsuzlar ama aynı insanların TEKEL’de, Gezi’de, Adalet Yürüyüşü’nde nasıl bir dönüşüm yaşadıklarını, gözlerine bir pırıltının nasıl yerleştiğini, nasıl umudu yeniden kuşandıklarını gördük. Bir kez olanın bir daha olmaması için hiçbir neden yoksa, “Nasıl yapmalı” sorusunu sormaya ve yanıtını aramaya devam etmemiz gerekiyor demektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN 

Rıdvan Dilmen: Utanmazlık çağında bir sembol..- İsmail Sarp Aykurt

Rıdvan Dilmen, emperyalizme karşı mücadelede koskoca bir sembol olan Deniz Gezmiş’in anısına, mücadelesine kimi akıldışı benzetmeler yaparak hakaret etmeye başladı. Sporu, siyaseti yozlaşmış ve kirli bir alana hapsettiler, bunu envai çeşit "şeytanlıkla" sürdürüyorlar. Bu ülkenin şeytanlara, yüzsüzlere, gericilere, eyyamcılara hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. 

Zamanında telekulak çetesi operasyonunda gözaltına alınmıştı. Aralarında yer aldığı zanlıların, iş adamlarının ailelerini, özel yaşamlarını ve iş ilişkilerini, ünlü kişilerin telefonlarını dinlediği öne sürülüyordu.


2011 senesinde o dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ile kimi görüşmeler yapmıştı.
Sonra beklenmedik bir çıkış yaptı ve Çalık Holding bünyesindeki Sabah ve Fotomaç gazetelerinde bir buçuk yıldır sürdürdüğü görevlerinden ayrıldığını duyurdu. “Şike Yasası”nın Cumhurbaşkanı tarafından meclise iadesiyle ilgili olarak AKP milletvekili Şamil Tayyar’ı eleştirmiş ve Tayyar’dan çok sert yanıt almıştı. AKP’li Şamil Tayyar’ın Dilmen’i adeta hedef tahtasına yerleştirdiği bu sözleri ile birlikte istifa ettiği iddiaları konuşulmuştu kulislerde.

2012’de ise, Metin Kurt’un ölüm yıldönümünde “Hiçbir zaman kendisi için bir şey istemedi. Hep bizler ve bizim gibi futboldan ekmek yiyen amatör, profesyonel herkes için uğraş verdi. Fikirleri ile yardımcı olmak istedi. Yeni kuşaklar için de çok yardımcı olmak istedi. Ve o konuda vicdanımız rahatsız. Benim en azından çok rahatsız. O mücadelesinde yalnız bıraktık Metin Ağabeyi...” diye konuşmuş, sözde destekçi görüntüsü vermeye çalışmıştı. Sıkıntı yoktu nasılsa, her yerde boy göstermekten geri kaçmıyordu.

Biraz durduktan sonra, bu kez Erdoğan’ın "kendi ünlüleri için" düzenlediği bir iftara katıldı. Çok gecikmeden 2019 TFF Başkanlığına aday olacağını açıkladı.”
Yakışır mı?
 Bana da yakışır federasyon başkanlığı… Milli Takım Koordinatörlüğü. O da yakışır…” diyerek motive ediyordu kendisini…
Sonrasında, adaylığı kesinleşmeden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan icazet alacağını bildirdi. “Diyelim ki, Fatih Terim, Mustafa Denizli gibi isimler başkan olacak. Problem değil yanlarında çalışırım. Başta olmam şart değil. Önemli olan futboldan gelen isimlerin olmasıdır” derken parmak hesapları yapıyordu aklınca…
Sorun yine yoktu.
Ne de olsa, Acun Ilıcalı sponsorluğunda Tayyip Erdoğan ile özel maçlara çıkıyordu, iktidarın gazetesinde köşe yazıyordu, televizyon programlarında kesesini dolduruyordu. Niye sıkıntı olsun ki? Ve sonra asıl bombayı patlattı "şeytan". Videolar eşliğinde "Evet" naraları atarak başkanlık referandumuna tam boy destek veriyordu siyasal iktidara.
Türkiye'de yaşanan gerici dönüşüm ve sermayenin çürütücü etkisi her alanda olduğu gibi futbolda da kendi "ürünlerini" ortaya çıkardı.
Rıdvan Dilmen bunun başat isimlerindendi.
Kendi başkanlığını garanti altına almak için ilk adımı atan isim oldu, Erdoğan’ın başkanlık hülyasını destekleyerek. Hâlbuki daha Türkiye’nin hangi yarım kürede olduğunu bile bilmiyordu!
Önemli değildi, hem gerici, hem tüccar hem de evetçi idi nasılsa…
Diğer evetçiler ile sıkı fıkı idi.
Arda’ya destek çıkarken hiç çekinmedi, hatta lobicilik faaliyetleri de yürütüyordu canlı yayınlarda. Arda Turan'ın başkanlık sistemine "Evet" dediği için, "bedel ödediğini" öne sürdü. "Milli takım kaptanına sabah, akşam küfreden gazeteciyi oraya oturtursanız…” dedi, uçakta bir gazeteciye saldıran Arda Turan’a sahip çıkarak… Fatih Terim’in görevden azledilmesi bile ona bağlandı. İddialara göre ekibin amacı Fatih Terim’i yollayıp, Rıdvan Dilmen'e daha yakın olan bir teknik direktörü göreve getirmekti.
Rıdvan Dilmen işini iyi yapıyordu, lakabı da boşuna takılmamıştı ya?
Şeytan işte.
Sonra, durmadı ve yeni bir çıkış yaptı. Tribünlerde hep bir ağızdan söylenen İzmir Marşı’nın okunmaması gerektiğini söyledi. Nedeni ilginçti, "siyaset" yapılmamalıydı tribünlerde.
Çok geçmeden ekledi. "Referandumda yaptığım kampanyadan hiç pişman değilim, bugün olsa yine yaparım. 2019’da ihtiyaç olursa yine yaparım" diyerek "siyaset yapmamaya" devam etti Rıdvan…
"Futbolu dizayn etmek için al anahtarı derlerse, alırım. Federasyon başkanlığında falan gözüm yok. Ama federasyon başkanı bana hesap falan sormayacak, 4-5 yıl sonra Türkiye'ye veririm hesabı... demişti, ancak çok çabuk çark etti.
Çünkü Dilmen referandum süreci sonrası, "Şerefim ve namusum üzerine yemin ederim ki, federasyon başkanlığına aday bile olmayacağım" demişti. Sözler gitti, yazılar kaldı…
Gerçi futbolculuk döneminde de örnekleri olduğu söylenirdi bu "çarkların".
O bilinen transfer hikâyesinde, dönemin Galatasaray yöneticilerinden Ergun Gürsoy’u kandırdığı da iddialar arasındaydı.
Nisan 1988’de Erkekçe Dergisi’ne şöyle demeç vermişti. “… Galatasaray ile anlaşmıştım. Formasını da giydim. Bildiğiniz gibi çok tartışmalı bir transferim oldu. Bu konuda haklı olduğumu iddia edemem, aksine çok haksızlık ettim. Özellikle Galatasaray’ın idarecisi Ergun Gursoy’a… Çok sevdiğim, saydığım bir insan…”
Ve şimdi o Rıdvan, emperyalizme karşı mücadelede koskoca bir sembol olan Deniz Gezmiş’in anısına, mücadelesine kimi akıldışı benzetmeler yaparak hakaret etmeye başladı.
Ülkenin üzerine çekilmiş karanlık bir örtünün borazanlığını yapıyor kendince… Sporu, siyaseti yozlaşmış ve kirli bir alana hapsettiler, bunu envai çeşit "şeytanlıkla" sürdürüyorlar. İşçi Partili bir babanın oğlu olduğunu hiç utanmadan vurgulayıp, "dönekliklerini" saklamaya çalışıyorlar. Hadsizlikle…
İçinde bulunduğumuz çağ, bir utanmazlık çağıdır. Bu eyyamcılığın ve hadsizliğin yayılmakta hiç gecikmediği zamanlardır. Geciken tek şey, bu kirli akışı durdurabilecek tek gücün, yani sınıfın, ayağa kalkma ve örgütlenme zamanıdır.

Ve o an geldiği zaman, sahada da siyasette de, binbir çeşit kuliste ya da yemekte de "şeytanlığın" sonu gelmiş demektir.

Bu ülkenin şeytanlara, yüzsüzlere, gericilere, eyyamcılara hiç mi hiç ihtiyacı yoktur.

İsmail Sarp Aykurt / SOL


Kapitalist ataerkilliğin üniseks karikatürü: ‘Ufak Tefek Cinayetler’ - TAYFUN ATAY

“Ufak tefek Cinayetler”, karikatürize ediyor.
Neyi mi karikatürize ediyor?..



“Yarışmacı-rekabetçi ahlâk”ın gündelik hayat akışımıza, can-ciğer kuzu sarmalık ilişkilerimize kadar nasıl damga vurduğunu keskin çizimlerle karikatürize ediyor.
Üstelik kapitalist ataerkilliğin yoluna “üniseks” devam ettiğini düşündürür şekilde, bir “kadın dörtlüsü” üzerinden karikatürize ediyor.
Ve toplumsal-dilbilimci Deborah Tannen’in, benim de çok göndermede bulunduğum cinsiyet-lehçesi (“genderlect”) kavramıyla anlattıklarını sorgulamayı gerektirecek mahiyette karikatürize ediyor.

***
 
Tannen, 1990’a tarihlenen çalışmasında ("You Just Don't Understand: Women and Men in Conversation") kadınların işbirliği ve yakınlığın dilini konuşur ve duyarken, erkeğin rekabet ve statünün dilini konuşup duyduğunu söylemekteydi.
Kadınların çoğunun çatışmayı bağlantı kurmaya bir tehdit olarak görüp bundan kaçındığını ileri sürerken “erkek dili”nin didişmeyi, yarışmayı, çatışmayı öne çıkardığını kaydetmekteydi.
Kazanmak, kaybetmek, hiyerarşi ve liderlik erkek “lehçe”sinde mevcut demekteydi.
Paylaşma, uzlaşı, eşitlik ve empatiyi kadın “lehçe”sine mahsus saymaktaydı.

***
 
Elbette söylediklerini bir çırpıda kesip atmıyoruz ama anlaşılan Tannen bize kapitalist ataerkilliğin yoluna tamamen “eril” devam ettiği bir dönemin içinden seslenmekteymiş.
Hâlbuki post-endüstriyel tüketim kapitalizmi aşamasında erkek karşısında gerek mesleki, gerek idari, gerek mali, gerekse “iradi” açıdan denklik (hatta öncelik) elde etmiş kadınların da aynı rekabetçi işleyiş içinde "eril"leşip “erkek dili”ni konuşur olduklarını fark ediyoruz.
Kapitalist ataerkilliğin terkisine erkekler kadar kadınların da bindiğini gözlemliyoruz.
İşte Star’da ekrana gelen “Ufak Tefek Cinayetler”, böyle düşünme yolunda kışkırtıcı bir kurguyla bu topraklardan çıkan, ilgiye değer bir örnek.

***
 
Karşımızda birbirlerini lise sıralarından tanıyan, o günlerden bugünlere kopmadan, kopamadan gelen dört yetişkin, zengin, “sosyetik” kadın var. Daha doğrusu bunların üçü tam öyle de dördüncüsü Oya (Gökçe Bahadır) lisede diğerlerinin hıncına, hışmına ve linçine uğradıktan sonra uzaklaşmış olup şimdi tekrar arkadaşlarıyla buluşuyor.
Ve ilkgençliğinde “Dörtlü”nün lideri Merve’nin; diğerleri üzerinde iktidarını sevgiye değil korkuya yatırım yaparak kurmuş “korku imparatoriçesi” Merve’nin (Aslıhan Gürbüz) kendisine yaşattıklarına tekrar maruz kalmamak için kaçmak istese de…
Bir şekilde kalmayı tercih ediyor.
Kim bilir belki “sevgi”den ümidi kesmeme adına, senaristimizin (Meriç Acemi) “idealist” bir motivasyonu doğrultusunda!..

***
 
Böylece seyrimize yelken açan dizi, sır bir cinayetin geriye doğru izini sürme çağrısı yapmakta görünse de esasen hayatımızın her ânının başta belirtiğim “ahlâk” anlayışı doğrultusunda “cinayet”lerle dolu olduğunu anlatmaya çalışıyor.
İzlerken bir yandan Jean Paul Sartre’ın “Kapalı Oturum” adlı oyunundaki “Cehennem, ötekilermiş” sözünü çağrıştıracak şekilde “Cinayet, her yerdeymiş” diye düşündürüyor!..
Dört güzel kadınımız birbirlerinin en yakını; hele üçü, dedik ya, can-ciğer kuzu sarması…
Ama bu yakınlık, Tannen’in bahsettiği paylaşma, dayanışma, işbirliğinin yakınlığı değil.
Aksine, eril, ataerkil “lehçe”nin rekabetçi, yarışmacı, ezici, yıkıcı yakınlığı…
Bu, kıskanmaya, statü taslamaya, hiyerarşi üretmeye, tahakküm kurmaya, tahakküm karşısında alttan alta hırslanıp hınçlanmaya, cellatlığa ve celladına âşıklığa duyulan ihtiyaç sonucu kurulmuş bir yakınlık.
Kadınlarımız, birbirlerini her buluşmada psiko-kültürel mahiyette ha bire katletmek için yakınlar!..

***
 
Evet, dostluğun artık “kurtluk” olduğunu aksettirerek mizahi bir gerilimle akan “dişi” tonlamalı bir zamane hikâyesi izliyoruz.
Ama “eril” bir fon eşliğinde…
Hikâyede kadınlar ön plânda ama erkek temsilleri yabana atılmamalı.
Birbirleriyle “ne seninle-ne sensiz” ya da hem hısım-hem hasım durumdaki üç kadının eşleri olarak önümüze çıkarılan erkekler (Mert Fırat, Ferit Aktuğ, Yıldıray Şahinler), aslında olan bitenin hâlâ “eril iktidar” karşısında “feminen çaresizlik” olduğunu düşündürürcesine değerlendirmemize ışık tutuyorlar.
Başka kesitler de var üzerinde durulması gereken ama şimdilik bu kadar.
İzlemeye devam!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kemalyeri - Mine G. Kırıkkanat

Anafartalar’da cephe büyük tehlike içindeydi, düşmanın taarruzları sonuç alacak bir noktaya ulaşmıştı. 


19’uncu Tümen Komutanı Albay Mustafa Kemal, 34 yaşındaydı.
Conkbayırı’nda gereğinden fazla kuvvetin yığıldığını görüyordu. Bu kuvvetlerin, amaç doğrultusunda yönetilmediğinden, gereğinden fazla zayiat verdiklerini düşünüyordu. Dünya savaş tarihine geçecek sözü, işte bu zamanda söyledi:
“Muharebede kuvvetten çok, kuvveti amaca uygun bir şekilde yöneltmek gereklidir.”
Komutanların sorumluluk almaktan çekindiği bir ortam oluşmuştu.
Mustafa Kemal, “Sorumluluk yükü her şeyden, ölümden bile ağırdır” diye yazsa da güncesine; vatanın kurtuluşu için risk almaktan, sorumluluk yüklenmekten hiç çekinmeyecekti.
Savaşın gidişatını değiştirecek tarihi telefon görüşmesini günlüğüne şöyle kaydetti:
“Ordu Kurmay Başkanı Kazım Bey, Liman Paşa tarafından telefon başına çağrıldığımı bildirdi. Durumu nasıl gördüğümü ve değerlendirmemi istedi. Conkbayırı’nın kritik duruma geldiğini, bu an da kaybedildiği takdirde bir felaket karşısında kalacağımızın muhtemel olduğunu söyledim.
Anafartalar’a çıkmış ve çıkmakta olan büyük düşman kuvvetlerini dikkate ve ona göre tedbirler alarak sevk ve idareyi birleştirmek gerekir, dedim. Kurmay Başkanı’nın, ‘Çare kalmadı mı’ sorusuna verdiğim cevap, bütün mevcut kuvvetlerin emir komutama verilmesinden başka çare kalmadığı oldu.
‘Çok gelmez mi?’ dedi.
‘Az gelir’ dedim.
Böylece telefon konuşması kesildi. Ancak gece yarısına doğru, Anafartalar Grubu Komutanlığı’na tayin edildiğime dair emir aldım...”
Çanakkale Cephesi’nin en kanlı, en büyük, en şiddetli taarruzunu yönetecekti.
“Sorumluluk ölümden ağırdır” yazılı güncesine yeni bir not ekledi: “Sorumluluğu büyük bir iftiharla kabul ettim.”
Mustafa Kemal, son muharebelerde üç gün üç gece düşmanla çarpışmış, tümeniyle birlikte uyumamıştı. Dört aydan beri süren Arıburnu Cephesi’nin kanlı çarpışmalarında o denli yorulmuştu ki... Zayıflamış, hasta denecek kadar bitkin ve yorgun düşmüştü.
Anafartalar’a hareketinden önce birliklerine bir veda mesajı yayımladı: “Bugüne kadar bana gayret ve fedakârlığınızla kazandırdığınız başarıları, yeni aldığım vazifede de bana olan sevgi ve güveninizle tamamlayacağınıza inanarak size veda ediyorum.”
Yıl 1915. 8 Ağustos, günlerden Pazar, saat 23.30’du.
Atlar hazırlanmıştı. Tümen karargâhı ve alay komutanları uğurlamak için yerlerini aldılar. Albay Mustafa Kemal, kısa bir konuşma yaptı, helalleşti, Yarbay Şefik’e tümen komutanlığı görevinde başarılar diledi.
Karanlık gecenin savaş uğultuları ve düşmanın aydınlatma fişeklerinin parıltısı altında atına bindi. Kemalyeri’nden Anafartalar’a doğru yola çıktı.
Karargâhı ve alay komutanları, büyük bir saygıyla arkasından baktılar. Önce görüntüsü kayboldu, sonra atların nal sesleri savaş gürültüsünde duyulmaz oldu.
O gece, Mustafa Kemal’in savaş günlüğüne şöyle kaydedilecekti: “Dört aydan beri ilk kez bir ölçüde saf hava soluyordum. Gerçekte, Arıburnu bölgesinin ateş hattında ve orada karargâhlarda yaşayanların soluduğu hava, insan cesetlerinin kokmasıyla niteliğini kaybetmiş bir hava idi.”*

***

Uzun zamandır kitap okurken ağlamamıştım. Ama Naim Babüroğlu’nun yazdığı Kemalyeri’ni okurken gözyaşlarını tutmak mümkün değil...
Emekli Tuğgeneral ve Cumhuriyet Tarihi bilim dalında doktora sahibi olan yazar, anlatısında Çanakkale Savaşı’nın seyrini değiştiren dâhi komutan Mustafa Kemal’in sadece düşman ordularına karşı değil; hatalı kararlarıyla Türk ordusunu büyük kayıplara uğratan Liman von Sanders ve kendisini kıskanan Enver Paşa’ya rağmen zafer kazandığını da belgeliyor. Ve onun, günümüzde hiçbir önderin hazır olmadığı “hayatını feda pahasına” cesaretini ortaya koyuyor. 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET 
 
*Alıntı: NAİM BABÜROĞLU/Kemalyeri, Asi Kitap 2017

Trump’ın ‘deli adam stratejisi’ Putin’e yaradı - NİLGÜN CERRAHOĞLU

“Beyaz Saray’ın delisi stratejisi”, Putin’e yaradı.
 Önceki iki yazımda ABD Başkanı Trump’ın Washington’da “mad man/deli adam stratejisi” olarak adlandırılan bir hodri meydan yaklaşımıyla Kudüs çıkışını yaptığını anlatmıştım.
Geleneksel diplomasinin tüm ölçülerini ve kodlarını yerle bir eden bu strateji, hasmın bileğini salt dayatmayla bükmeyi ifade ediyor.
Ancak görüldüğü üzere “strateji” ters tepti ve ışık hızıyla Putin’e Ortadoğu’da üstünlük sağladı.
Washington’un Filistinlilere de sözde eşit mesafedeki klasik “Oslo hattını” çiğneyerek Kudüs’ü İsrail’in başkenti tanıma kararı karşısında, Putin yaşamsal bir Ortadoğu gezisine çıktı. Ve gezinin hiçbir durağından da eli boş dönmedi.
Beyaz Saray’ın “deli adam stratejisiyle” bölgede yarattığı boşluk, atik - tetik biçimde Rusların taa Deli Petro zamanından beri besledikleri “Akdeniz’e inme vizyonu” ile böylece doldurulmuş oldu.
 
Sovyet döneminden güçlü
Suriye’de Hmeymim Hava Üssü’nde başlayan turun ilk durağında, son çar Putin, misyonlarını tamamlayan Rus birliklerinin bir bölümünü geri çekmeyi taahhüt ederken, Hmeymim’de kendisine yeni bir “hava üssü” temin etti ve Tartus üssünün de yenileneceği belirlendi.
Suriye’den sonra Mısır’a geçen Rus devlet başkanı, Mısır’da da keza bu arada yeni bir silah anlaşması yaptı.
Türkiye’de Erdoğan, Suriye’de Esad, Mısır’da Sisi ile bir araya gelen Rus lider; Mısır’da Akdeniz kıyılarında bir nükleer santral yapımı anlaşmasının yanında ayrıca bir Mısır-Rus ortak hava üssü için de gene atağa geçti.
Suriye ve Mısır’daki bu “üs açılımları”, pratikte Rus askeri jetlerine taa Kuzey Afrika semalarından Körfez ülkeleri ve Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir yöredeki gökleri denetleme imkânı veriyor.
Bölgede olabildiğince geniş bir askeri-siyasi denetim fırsatı yaratıyor.
Uzmanlar Kahire ve Moskova’nın Nasır zamanından bu yana bu denli sıkı fıkı işbirliği içinde olmadığına dikkat çekiyorlar. Sovyetler Birliği’nin gücünün fevkindeki dönemde dahi, Moskova’nın Ortadoğu satrancında bu kadar hâkim pozisyonda bulunmadığını hatırlatıyorlar.
Putin’in bugün Ortadoğu’daki dostları normal koşullarda birbirleriyle kanlı bıçaklı olan Esad, Erdoğan ve Sisi’den ibaret değil...
Gene birbirlerinin can düşmanı olan İran Devlet Başkanı Ruhani ve Suudi Kralı Selman ile de hayranlık yaratan bir diplomatik ilişkiler ağı içinde Putin.
Sovyetler’in çöküşünü tetikleyen Afganistan savaşında doğrudan düşman saflarda bulunan Suudi Arabistan’la Moskova’nın yakınlaşması “tarihi” nitelikte.
Geçen ekimde Moskova’yı ziyaret eden Suudi Kral Selman’la 3 milyar dolarlık silah anlaşması imzalayan Putin, bizzat kendi sözleriyle gelişmeyi “dönüm noktası” diye tanımlıyor.
Obama’nın Suriye savaşındaki kararsız, ikircikli politikaları; Trump’ın “deli” çıkışları, Ortadoğu’yu “altın tepsi”de Putin’e teslim etmeye yetti.
2015 Eylül’ünde Esad’dan yana hamleyle Ortadoğu’daki “Büyük Oyun”a giren Putin; Sünnisi ve Şiisi ile tüm belli başlı Müslüman liderleri safına çekmeyi başardı.
 
İsrail’e de yakın
Ama bu, Putin’in İsrail’le hassas denge politikası yürütmesini de hiçbir biçimde engellemedi.
Sovyet döneminde Suriye başta olmak üzere Arap ülkelerinin hamiliğini üstlenen, bu nedenle İsrail’e büyük mesafe koyan Moskova; Putin’li 2000’li yılların başından beri Ortadoğu’da yalnız Rusya’nın etki alanını genişletmeye bakıyor.
Putin bu nedenle 2005’te İsrail’i ziyaret eden “ilk Rus lider” oldu. İsrail’de “bir milyon Rus kökenli Yahudi”nin bulunması, Rus devlet başkanının sözleriyle “İsrail’i Moskova için özel” kılıyor.
Trump’ın son Kudüs çıkışından sonra, Putin’in, Müslüman dünyayla geliştirdiği tüm özel ilişkilere rağmen, nalına mıhına bir tavır ve söylemler içinde olmasına şaşmamak lazım.
Ankara’da Erdoğan’la hafta başında bu konudaki ortak açıklamasında Putin; “Kudüs’ün statüsü kararı İsrail ve Filistinli tarafların müzakeresiyle alınmalıdır!”dan öte bir şey demedi.
Bunu aslında Macron’undan Avrupa Birliği’ne dek herkes söylüyor. Ama bu büyük uluslararası aktörlerin hiçbiri bugün Putin’in Ortadoğu’daki ağırlığına sahip bulunmuyorlar.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Getirirken iyiydi de şimdi mi kötü oldu? - ALİ SİRMEN

ABD’de Başkan Trump’ın Güvenlik Danışmanı ve Genelkurmay Başkanı Herbert Raymon McMaster, hafta içinde İngiliz meslektaşı Mark Sidwell ile birlikte katıldığı, Washington Policy Excahnge’in düzenlediği toplantıda, dünya için en büyük tehditlerden biri olarak gördüğü, terörizmin kaynağı olan radikal İslamcı ideolojinin Ortadoğu’daki iki sponsorundan biri olarak Türkiye ve Katar’ı göstermiş.

McMaster, Suudi Arabistan’ın yıllar önce, bölgede terörizmi desteklediğini söylerken bu aşamanın geçmişte kaldığını ima edip Riyad’ı akladığı konuşmasında, şimdiki destekçilerin başına Katar ve Türkiye’yi geçirmiş.
Türkiye derken hedef alınan kişinin Erdoğan olduğu da, “sivil toplum üzerinden etkin hale gelerek, gücü tek partinin elinde konsolide ediyorlar, bu üzücü” ifadesiyle belirtilmiş.
Haberi okurken, nereden nereye diye düşünmemek elde değil.
Eski İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, daha iktidara gelmeden, Washington’da ayağının altına kırmızı halılar serilirken, “ılımlı İslam” modelinin öncüsü olarak, başka ülkelere de örnek gösterilen, ABD için siyaset dünyasının yükselen yıldızı iken, şimdi teröre destek veren liderlerin ön safında yer almaktadır.
***

Tayyip Erdoğan, Ortadoğu liderleri arasında bu yolu yürümek durumunda kalan tek kişi değildir. İran ile sekiz yıl süren savaşı sırasında, ABD’nin maddi manevi her türlü desteğine sahip olan Saddam Hüseyin de saptanan yörüngeden sapınca, terör ihraç eden tehdit haline gelmiş, sonra da bütün Irak’ı yerle bir eden Washington tarafından öldürülerek saf dışı bırakılmıştı.
Şimdi de benzer bir durum söz konusudur.
Bir zamanlar dünya siyasetinin gelişmekte olan ülkeler içindeki yıldızı olan Tayyip Bey, simgesi olduğu “ılımlı İslam”ın öngördüğü uyumu, kâh istemeyerek, kâh da dürtülerinin kurbanı olarak isteyerek, sağlayamamış, çıkan sürtüşmeler de ayrılıkları derinleştirerek uçuruma dönüştürmüştür.
Tayyip Erdoğan’ın 15 yıllık AKP iktidarı döneminde, sürekli ve ısrarlı biçimde tırmanan otoriterlik grafiği AB gibi, ABD’nin de “Reis”in kimi zaman ima yoluyla kimi zaman da açık açık diktatör olarak tanımlanmasına yol açmıştır.
Bu arada Washington’ın dizaynında ve iktidara tırmanmasına katkıda bulunduğu modeli, artık saf dışı bırakmaya karar vermiş, bunun için düğmeye basmış olduğunu gizlemek gereğini bile duymamaktadır. Rıza Sarraf’ın başrolünde olduğu New York davasının da bu amaca yönelik olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın!
***

Şimdi, ABD’nin yaratmak istediği görüntü şudur:
Türkiye’de gittikçe diktatörleşen Tayyip Erdoğan, aynı zamanda bütün insanlık için tehdit olan radikal İslamcı terörün de sponsorlarından biridir. ABD, demokrasi ve barış adına, ona karşı özgürlükçü muhalefete destek olmaktadır. Burada “özgürlükçü muhalefet”ten neyin ya da kimin kastedildiği hususu net değildir. Şimdiye dek Reis karşıtı ittifakın daha çok Gülencilerle oluşturulduğu görülmektedir.
Durum karşısında nasıl bir tavır almak gerekir?
Önce tanının doğru konulması gerekir. Türkiye’de demokrasi ve dünyada veya Ortadoğu’da barış Washington’ın umurunda değildir. Hatta bu iki konuda en büyük tehdit ABD’nin kendisidir.
Amerika, Tayyip Bey’i yeterince uyumlu bulmadığı için değiştirmek istemektedir. Tıpkı Bülent Ecevit’e yaptığı gibi...
Bu gerçeği açıkça görmek gerek.
Ama burada bir başka gerçeği de görmezden gelemeyiz.
ABD ile yeterince uyumlu olmadığı için hedef tahtasına oturtulan her iktidar, illa ülkenin çıkarlarını, bağımsızlığını koruyan antiemperyalist bir konumda olmak durumunda da değildir.
Tabii bu arada, ABD’nin oyununa alet olacak her türlü davranıştan özenle kaçınırken, son günlerin ateşli antiemperyalist kesilen kimilerine de şu soruyu sormamak da elde değil:
-Getirirken iyiydi de, şimdi götürmeye çalışırken mi kötü oldu?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

16 Aralık 2017 Cumartesi

Trump fare doğurdu - ALPER BİRDAL

Müjdeler olsun! Artık Wolverine Avengers’la birlikte yumruk sallayacak, X-Men Avatar’la hemhal olacak, Bart Simpson Mickey Mouse’un kuyruğunu çekebilecek. Bu hem Amerika hem de insanlık adına kutlu bir haber.
 Bunu dün Disney’in 21st Century Fox’u 52,4 milyar dolara almasına borçluyuz. Bu büyük birleşmenin toplam bedeli üstlenilecek borçlarla birlikte 61 milyar dolara ulaşıyormuş. ABD’nin rekabet hukukuna (tekelciliğe karşı yasalara) takılmazsa iki Hollywood devinin envanterindeki süper kahramanların melezlenerek çoğaltılması mümkün olacak. Bu sayede Disney’in cirosunun 75 milyar dolar civarına çıkacağı söyleniyor.

Gerçi kısa bir süre önce benzer bir çiftleşme hikayesi rekabet yasalarına takıldı. AT&T, HBO, CNN gibi kanalların sahibi Time Warner’ı 81 milyar dolara yutmak istedi, Adalet Bakanlığı dur dedi. Ancak Disney-Fox evliliğinde işe kahramanların en süperi el koydu, Beyaz Saray’dan Fox’un patronu Rupert Murdoch’a birleşme sonrası tebrik telefonu gittiği açıklandı.
New York Times birkaç gün önce Bay Başkanın günde 4 ila 8 saat arasında televizyon izlediğini yazmıştı. Bunun büyükçe bir kısmının Fox News olduğu tahmin ediliyor. Murdoch onu Disney’e vermedi, aksine cukkaya indireceği milyarlarla biraz daha tahkim edecek gibi görünüyor. Zira birleşmeden sonra haber kanallarına ve gazetelerine ağırlık verecekmiş. Oğullarından daha işe yaramaz olanının da bunun başına geçeceği söyleniyor. Diğeri oğlunu da Disney’e iteleyecek gibi. New York Times buna Murdoch’ın “Kral Lear anı” adını vererek Shakespeare’in mezarında ters dönmesine neden oldu.

Washington Post’a göreyse Disney’le Fox birleşmesi “eğlence ve medya” sektöründeki yoğunlaşmayı artıracak. Böylece sadece hibritlenmiş süper kahramanlara değil yeni yeni Trump’lara da sahip olabileceğiz.

Kaldı ki birleşmeye ilişkin haberlerde şu bilgi de veriliyor: Disney’in icra müdürü ve başkanı Robert Iger’in 2020 seçimlerinde başkan adayı olacağı konuşuluyormuş. Birleşmeyle birlikte bu plan rafa kalkmış. Bunu Iger’in daha garanti bir işe odaklanacağı şeklinde de okuyabiliriz; yeni yeni süper kahramanların yanında yeni yeni başkancıkları da kurgulayacaklar.

Zira mevcut olanı Murdoch kurguladı. Arkasına emlak baronlarını, finansçıları ve bilumum paraziti aldığına kuşku yok. Ama en nihayetinde prodüksiyonu yapan Murdoch’tı. Haziran ayında Guardian gazetesi Murdoch-Trump ikilisinin yetmişlere uzanan romantik ilişkisini uzun uzun yazmıştı. Aslen Avustralyalı olan Murdoch, önce İngiltere’de ardından da ABD’de bu yıllarda gazete yutmaya başladı. 1976’da New York Post’u satın aldıktan sonra, o zaman 30’lu yaşlarında ve yine zengin olan Donald Trump’ın yıldızını aynı gazetenin dedikodu bölümünde, Altıncı Sayfa’da parlatmaya başladığı söyleniyor. Ondan önce Trump sadece zengindi. Ondan sonra zengin ve ünlü oldu.
Uzun süre bu dedikodu bölümünde yazarlık yapan, dolayısıyla yıllar boyunca “Trump projesinde” çalışan bir gazeteci, Susan Mulcahy, 1988’de yazdığı kitapta Trump’ın “patolojik bir yalancı” olduğunu söylüyor. Murdoch içinse bunun bir önemi yok; Trump demek eğlence demek.
Yaratığının buralara kadar gelebileceğini o dönemde hayal etmiş midir bilemem. Ama başkan adaylığını açıklamasından hemen sonra Twitter’da, “Donald Trump bırakın tüm ülkeyi, arkadaşlarını utandırmayı ne zaman bırakacak” diye yazdığını biliyorum. Muhtemelen kendi yaratısının çirkinliğinden korktu.

Ancak Amerikan toplumunun gerçekle fanteziyi ayırt etme yeteneğini çoktan yitirdiğinin ayırdına varması fazla uzun sürmedi. Trump da pekala bir süper kahraman olabilirdi. Seçilmesinden hemen sonra New York’taki bir toplantıda kahramanını sahneye şu sözlerle davet etti: “Şimdi davet edeceğim adam, benim gibi geleneksel akla karşı çıkılması gerektiğine inanıyor, çünkü geleneksel akıl çoğunlukla akıllı değil”. Bu sözlerin ardından sahneden usulca indi, yaratığına hafif, pek de sevecen olmayan bir şekilde sarıldı, sahneyi ona bıraktı. Ve bundan bir yıl kadar sonra cukkaya indirdiği 50 küsur milyar dolar için ondan tebrik telefonu aldı.

Bu alışılageldik bir medya-iktidar ilişkisi meselesi değil. Bu, yalnızca ABD’de ve yalnızca Hollywood’da olacak bir olay. Bu bir prodüksiyon. Tüm dünyaya yutturulan bir prodüksiyon.
Bu prodüksiyon şimdi de Disney’in faresini doğurdu. Farenin ne doğuracağını 2020’de, belki de daha önce görürüz.

Alper Birdal / SOL