27 Aralık 2017 Çarşamba

Ömürden ömür alma kudreti - ÇİĞDEM TOKER

Hâkimlik mesleğinin yazılı ol­mayan tarifine, ömürden ömür alabilme kudreti de dahil.
“Adalet dağıtma” işi, tam bu nedenle ateşten gömlek.
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhuriyet davasında ömürlerden ömürler alıp götüren bir karar verdi dün. Sona yaklaşmış bir davada, du­ruşma gününü 74 gün sonraya attı.
Tıpkı “tutukluluğun devamına” denil­diği andaki sakin tonla geldi kararın o bölümü de: Dokuz mart iki bin onsekiz.
Savunma “çat” diye kesilip “çıkarın salondan” denildiği andaki öfke patla­masının yanından geçmeyen bir suhu­letle, yumuşacık... Dokuz mart.
“Bu tablonun ortaya çıkmasında AKP iktidarının en güçlü silahı, kuşku yok ki medyası oldu” dediği saniyede dışarıya çıkarılan Ahmet Şık, salonda yokken.

74 gün sonra 74 km uzağa
İntikam kötü bir sözcük. Hukukçuya da yakışmaz, yazıyla hemhal olana da.
Ne kalbe iyi gelir intikam demek, ne de dile.
Duygusal diyelim o yüzden biz.
Bir türlü bulunamayan delillerle, par­tili “bilirkişiler”le, “randevulu” tanıklarla ömürden ömür ala ala, nihayet bitmek üzere olan bir davanın 74 gün sonra ve -kafiye olsun diye değil- Çağlayan’dan 74 km uzaklıktaki Silivri’ye atılmasında­ki “duygusal”lığı gözlerimizle gördük.
Avukatlar tarafından, mahkemenin tarafsızlığını yitirdiği şüphesiyle “reddi hâkim” talebinden sonra geldi.
Üstelik hemen öncesinde, yargıla­mayı nasıl “kısıtlamadığına” örnek diye “Kelle başı üç avukat demiyoruz biz” gibi nezih bir ifade kullanılmıştı.
“Kelle başına.”
Akın Atalay’dan, Murat Sabuncu’dan, Ahmet Şık’tan, Emre İper’den ve daha önce aynı davada tahliye edilen arkadaşlarımızın tama­mından söz edilme biçimi bu.
Karar açıklanmaya başlanırken de “Anlaşılıyor ki Kayahan’ın şarkısı gibi bizimki kırık dökük bir aşk hikâyesi” gibi, duyar duymaz insanın yüzüne “n’oluyor” ifadesi yerleştiren tuhaflıkta bir benzetme geldi ki anmasak olmaz.
Yayın politikasının ceza soruşturma­sına konu edildiği, manşetlerin sorgu­landığı bir yargılamada, mahkeme ile “şüpheli” ilişkisinin, “kırık dökük aşk hikâyesi”ne benzetilmesini nerede tar­talım diye düşündük durduk bir süre.
Atalarımızın “teşbihte hata olmaz” sözü boşuna değil. Şüphesiz ki cüm­lenin sonunda ünlem işareti olduğunu biliyorsanız, asıl o zaman paha biçilmez oluyor.
Bir şeyi bir şeye benzeteceksen öyle dikkatli benzet ki, hata yapma!

***

Başından itibaren planlı, hizaya gir­meyi reddeden gazeteciliği susturma operasyonundan zorla dava imal edil­diğinde, her aşamasının hukuk dışı, tuhaf, akıldışı unsurlarla seyretmesi de kaçınılmaz hale geliyor.
Bizim payımıza da gerçekleri yazıp söylemek ile dünya nimetlerini takas etmemenin onuru; her duruşmada mesleğin haysiyet çıtasını biraz daha yukarıya taşıyan arkadaşlarımızla kı­vanç duymak düşüyor.
Kalbimiz ne kadar ağrırsa ağrısın.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Ahmet çıkacak yine yazacak’ da... Biz ne yapacağız? - MİNE SÖĞÜT

Kendi kafasına göre terör diye tanımlayabileceği tüm hak ve özgürlük taleplerini bizzat terör yaratarak engelleyeceğini ilan eden iktidarın tehditkâr cüreti, son kararnamelerle burnumuzun dibine kadar geldi.
Evlerimizde saklansak, kendi işimize baksak, etliye sütlüye karışmasak bile cesaretinin boyutlarını kolayca tahmin edebileceğimiz paramiliter güçlerin saldırılardan kurtulamayacağımız zamanlar hızla yaklaşıyor.
Tam bu korkunç siyasi iklimle yüzleştiğimiz gün Çağlayan Adliyesi’nde adalet bir darbe daha yedi.
Cumhuriyet davası Ahmet’in savunmasının engellenmesiyle tam bir kaosa dönüştü ve iyice zorlu bir yola girdi.
Bunda iktidarın zorbalığı kadar, o zorbalık karşısında korkutulmayı ve sindirilmeyi sineye çeken... Sessizleştikçe sessizleşen... Her şeyi uzaktan seyreden... Evinden çıkmayan, çıkamayan... Mahkeme salonlarının kapısına bir türlü dayanamayan...
İktidarın dayattığı şiddete pasif ama kalabalık bir direnişle karşı durmanın ne kadar büyük bir güç olabileceğini hesaplayamayan binlerce insanın da payı var.
Olan biteni sosyal medyadan izlemekle ve oralardan meseleye iki laf etmekle yetinen gazeteciler ve siyasiler...
Sustukça sıranın kendilerine geleceğinden artık hiç şüphesi kalmadığı halde...
Hâlâ susan... Susan... Susan...
Ve başkalarına olduğu kadar kendisine de yapılan tüm adaletsizlikleri sindirilmiş bir öfkeyle uzaktan seyreden kalabalıklar;
Şimdiye kadar sokağa çıkmayanlar, itirazlarını yüksek sesle yapmayanlar;
Adaleti ayaklar altına alan mahkemelerin kapılarına hâlâ dayanmayanlar...
Faşizmin çıkarılan her yeni kararnameyle bir kat daha güçlendiğini ve üzerimize çöreklendiğini anlamayanlar;
Başımıza ve başlarına gelenleri, içine kaçtıkları ve her nasılsa güvenli sandıkları kabuklarından seyredenler için...
Son Cumhuriyet duruşmasından adaletsizlik manzaraları şöyleydi:
O gün...
İktidar her geçen günden daha çok hırçınlaşmıştı.
Saraydaki daha hırçındı.
Kürsüdeki daha hırçındı.
Tehlike en tepeden çağlaya çağlaya üzerimize akıyordu.
Ve herkesin aklından bundan sonra sokak ortasında yapılabilecek yargısız infazlar geçiyordu.
Tutuklu halleriyle özgür olanların ve iktidarın kanatları altında esir olanların gergin karşılaşmasında...
Arkadaşlarımız yine boşuna kürek çekiyordu.
Hâkim boş gözlerle ve kim bilir hangi düşüncelerle bir önündeki kâğıtlara baktı, bir sanıklara...
Kelimeler yüzünden korkak, cümlelerden tedirgin... Anladı.
Karşısında yenik gibi duran ama aslında her koşulda galip olan...
İktidardan korkmayan, aksine iktidarı korkutan insanlar vardı.
Kim ne derse desin, o salonda gözü dönmüş bir diktanın kötücül istekleri, mahkûm ettiği gazetecileri yargılarken yine kendini yargılayacaktı.
Ahmet duruşma salonunda “tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğünü şiddetle besleyen bir dikta rejiminden” bahsederken...
Gözlerinin bağı çözülmüş, saçlarından sürüklenerek yerlere düşürülmüş bir Themis taş kesilmiş, bina boşluğunda boşu boşuna duracaktı.
Ahmet’i susturdular ve zorla salondan çıkarttılar.
Arkadaşları çığlık attılar.
“Ahmet çıkacak, yine yazacak!”
O an sanki hâkim bile anladı.
O gün gerçekten gelecek ve gerçek suçlular gerçek bir mahkemede gerçek hukukla yargılanacak. 

***
Bir dahaki duruşma 9 Mart’ta, Silivri’de...
Gidişata bakılırsa o zamana kadar bu ülkede çok daha korkunç şeyler olacak.
O gün evinden çıkıp da Silivri’ye gitmeyen, gidemeyen, gitmeyi akıl edemeyen...
Mahkeme kapısında hukuksuzluklara meydan okuyarak bir arada durmanın;
Birbiriyle dayanışmanın mutlak gücünü hatırlamayan kalabalıklar...
Her zamanki gibi davranırlarsa bir kez daha hayatlarının en büyük hatasını yapacaklar.
Evet, Ahmet de, Emre de, Akın da, Murat da ve tüm diğer gazeteciler de bir gün hapisten çıkacaklar... ve yeniden yazacaklar.
Peki biz ne yapacağız?
Kendi hapislerimizden, sindirilmiş hallerimizden ne zaman çıkacağız?

Mine Söğüt / CUMHURİYET

RİSKLERİN GÖLGESİNDE EKONOMİ (IV) - OLCAY BÜYÜKTAŞ

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: Krizin faturası çalışana kesilecek

Kamunun borcunun iki, özelin borcunun ise yedi kat arttığına dikkat çeken Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, ekonomi için bir dizi riskin yanı sıra, geçilmeyen köprü, muayene olunmayan hastane için kaynak aktarılan mekanizmadan, geleceğinden endişe ediyor.
 
Risklerin gölgesindeki ekonomi için değerlendirmesine, “orta vadeli planda (OVP) 2017 TÜ- FE tahmini yüzde 9.5, MB Enflasyon Raporu’nda yüzde 9.8’di. Halbuki tüm göstergeler 2017’nin çift haneli bir enflasyonla kapatılacağını gösteriyor. Daha da önemlisi, ekim sonu itibarıyla 2016’da düşük kur ve enerji fiyatları nedeniyle yüzde 2.84 olan ÜFE 2017’de yüzde 17.28’e yükselmiş durumda. Bu haliyle maliyet enflasyonu olarak sade yurttaşın yaşamını etkileyecek. Son iki ayda doların yüzde 17 sıçradığını hatırlarsak, yaklaşık yüzde 15 hesaplanan “geçirgenlik etkisi “nedeniyle kur da enflasyona bir 2.5 puan katkı yapacak, bu yurttaşın cebine 6 ay içerisinde hayat pahalılığı olarak yansıyacak. Gıda ve alkolsüz içecekler ve ulaştırma gibi, düşük gelirlilerin tüketim sepetinde ağırlığı fazla olan kalemlerin fiyatının ortalama enflasyondan daha fazla artması da, yoksulların enflasyondan belinin dahi fazla bükülmesine yol açıyor” sözleriyle başlayan Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, Merkez Bankası’nın (MB) tüm öngörülerinde, bir taraftan Saray’ı sıçratmayacak, öte yandan “piyasalarda” ciddiyetsiz izlenimi yaratmayacak bir, “orta yol” tutturmaya çalıştığını dile getirdi.
Birkaç gündür okuduğunuz dizi için görüştüğümüz Kozanoğlu’nun sorularımıza verdiği yanıtlardan ortaya çıkan tablonun satırbaşları şöyle:

Fiyatlar yukarı çıkacak
Şirketler de, özellikle kur kaynaklı girdi maliyetlerinin artması sonucu, fiyatları yukarı çekme eğilimine girecekler. Talebin, azalan satın alma gücü nedeniyle yeterince artmaması, muhtemelen maliyetleri tümüyle fiyatlara yansıtamamalarını getirecek. Deneyimlerimizden bildiğimiz gibi, bu bahanelerle ücretleri reel olarak düşürmeye çalışacaklar. Bu tablo ise, “stagflasyon” diye adlandırılan, durgunluk içerisinde enflasyona davetiye çıkarır ne yazık ki...

İşsizlik can sıkıcı
Manşet işsizlik oranı evet iki haneli yüzde 10.6 ama, hâlâ tarım istihdamı yüzde 20’lerde seyreden bir ülkeyi, tarımda çalışanların oranının yüzde 1-2 olduğu gelişmiş ülkelerle karşılaştırmak için, en son yüzde 12.8 olan tarım dışı işsizlik oranına bakmak daha anlamlı görünüyor. Genç nüfustaki işsizliğin yüzde 20.6 olması, işgücüne yeni katılan genç nesillere iş kapıları açamamamız gibi daha vahim bir duruma işaret ediyor. AKP’nin sözcüleri ne zaman Avrupa ile bir sorun yaşansa, AB’nin çöken ekonomisinden dem vururlar. Bu teşhis kısmen doğruluk payı içerse de, en son rakamlar Avro bölgesi işsizliğinin yüzde 9.1’e gerilediğine işaret ediyor. Aslında bu istatistik de yanıltıcı olabilir; çünkü AB’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 50, ortalama yüzde 56.5; yüzde 9 civarı işsizliği göz önüne alınca çalışma yaşındaki her 100 kişinin 51’inin istihdam edilebilmesi gibi parlak olmayan bir sonuç çıkıyor. Gelgelelim, Türkiye’de erkeklerin yüzde 71’inin işgücü piyasasına çıkmasına karşın (AB’nin 10 puan üzeri bir oran), kadınlarda yüzde 30 civarında. Dolayısıyla her 100 kişinin 50’sinin emek piyasasına katılması, bunların ancak 44’ünün iş bulması gibi çarpık, AB’nin de gerisinde bir performans ortaya çıkıyor.

Ne iş var ne de okul
Diğer önemli bir istatistik ise, “ne bir işe sahip olan, ne de eğitim süreçlerinde bulunanların” oranını veriyor. Bu istatistik, bir bakıma bir ülkenin geleceğinin aynası.
OECD’de yüzde 14.5 oranı yetkilileri kaygılandırırken, Türkiye’de oran yüzde 30 civarında. Çünkü bir işi bulunmayan, becerisini geliştirme şansı da bulamayanların, emek piyasasından kalıcı dışlanma tehlikesi var.
Ayrıca bu gençlerin ebeveynleri de işsizse ciddi bir yoksulluk tehlikesi baş gösteriyor. Ayrıca, Türkiye özelinde, dış borçların yüksek düzeyi, özellikle reel sektörün 300 milyar doları aşan borç yükü, ekonomi politikasının Saray’ın ufkuyla sınırlı bir vizyona sahip olduğu algılaması, her gün hiçbir ekonomi öğretisine sığmayan açıklamaların ekonomi ile ilgili bakanların ağzına sakız olması, ülkenin stratejik ve jeopolitik risklerinin sürekli yalpalayan dış politika nedeniyle artması, bu güvensizlik ortamının yerleşikleri de döviz tevdiat hesaplarına yönelmeye teşvik etmesi gibi etmenler, doların 4 TL’ye dayanmasının temel nedenleri olarak sıralanabilir.

Psikolojik sınır aşıldı
Son açıklanan rakamlara göre Türkiye’nin dış borçları 432.3 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu, GSYH’nin yüzde 51.8’ine denk geliyor ki, 2002’den beri yüzde 50’lik psikolojik sınır ilk kez aşılmış oluyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana, kamunun dış borcu kabataslak 2 kat artarken, özel sektörün dış borç stoku 43 milyar dolardan 302 milyar dolara yükselip 7 kat sıçradı. Ama hatırlanırsa 1994, 1999, 2001, daha önce 1979’da yaşanan ekonomik krizler hep özel sektörün dış borç yükümlülüklerini, kamunun üstlenmesiyle sonuçlanmıştı.
Son tahlilde faturayı ödeyen de hep vergi mükellefi sade yurttaş olmuştu. Uluslararası sermayenin mutemet adamı Kemal Derviş’in, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın belkemiğini yabancı bankaların alacaklarını eksiksiz tahsili oluşturuyordu. Doğrusu bu kez de bende böyle bir endişe söz konusu.

Reel sektörün döviz açığı sıkıntılı
Türkiye ekonomisi tartışılırken çok dile getirilen rakamlardan birisi de, reel sektörün 212 milyar dolar döviz açığı. Türkiye’nin önümüzdeki 1 yılda ödemesi gereken 170 milyar dolar dış borcu, muhtemelen yıl sonunu 40 milyar doların üzerinde kapatacak cari açığı bulunuyor. Bu da önümüzdeki yıl 210 milyar dolar taze döviz kaynağına ihtiyaç duyulması anlamına geliyor. 2017’nin 9 ayında gerçekleşen 31.1 milyar dolar cari açığın, 23.5 milyar doları portföy yatırımlarından finanse edilirken, sadece 2.5 milyar dolar taze kredi sağlanabildi. Bunun diğer anlamı, cari açığın yüzde 75’inin “sıcak para” denilen, yani borsaya, devlet iç borçlanma senetlerine ve repoya gelen ve anında ülkeyi terk etme eğilimine girebilecek kaynaklardan sağlanmış olması.
Türkiye’ye ilişkin kredi limitlerinin daraltıldığı yolundaki haberler, önümüzdeki dönemde cari açığın baş ağrıtacağını gösteriyor.

Demokrasi yoksa ekonomi de düzlüğe çıkmaz
Bu olan bitene çözüm önerisi olarak; ülkenin “demokrasi, insan hakları, gösteri ve toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler” benzeri konularda yol almadan, ekonomiyi düzlüğe çıkaracak teknik politika önerileri yapmanın bir sonuç getireceğini de, anlam taşıyacağını da düşünmüyorum. Ancak sade yurttaşlara; enflasyonun şaha kalktığı dönemde “enflasyon+büyümenin” gerisinde ücret artışlarına karşı direnin; işsizlik sigortası fonunda biriken 110 milyar TL’nizin başka amaçlar doğrultusunda kullanılmasına izin vermeyin; emekçinin hakkına sahip çıkmak yerine, Saray propagandasına alet olan yandaş sendikalara prim vermeyin; liyakata dayanmayan tüm atamaları teşhir edin; sakın ha dövizle borçlanmayın ; en son Man Adası skandalındaki gibi yolsuzluk ve rüşvet vakalarına karşı tepki göstermekten yılmayın; önümüzdeki önce yerel, sonra genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülkenin bu karanlıktan kurtulması için sorumluluk üstlenin gibi bazı pratik önerilerde bulunabilirim.

Asıl yük aktarılan kaynak
Artık kimse Merkez Bankası’na inanmıyor. Buna Cumhurbaşkanı da dahil ama “beni dinlemiyorsunuz, faizleri indirseniz böyle olmaz” iddiasında. Sadece piyasa aktörlerinin değil ekonomiden sorumlu bakanların ve Merkez Bankası yönetiminin de bu iddiaya katılmadıkları belli. Ama Merkez üzerindeki baskı nedeniyle gereken faiz artırımına da gidemiyor. Son PPK toplantısında “ne şiş yansın ne kebap” tadında fonlama faizinde 0.5 puanlık artış yaptılar. Yatırımcılar 1 puan artış bekliyordu. Bu koşullarda enflasyonda sert ve kalıcı bir düşüş beklenmiyor. Önümüzdeki iki ay baz etksiyle bir gerileme olacak ama sonra ne olacağı beli değil. Çift haneli enflasyon iyice katılaştı. Banka faizleri yüksek düzeylerini uzun süre koruyacak. Yüksek faizler ve belirsizlik tüketici ve yatırımcı davranışlarını olumsuz etkilemeye devam edecek. Son aylarda gerek tüketici güveninde gerek reel kesim güvenindeki sürekli düşüşler bu yüksek enflasyon-yüksek faiz ortamının bir yansıması olarak değerlendirilmeli. Faiz politikası hususunda bu kadar tezat varken ne kur ne de fiyat istikrarı sağlanır.
Kırılgan beşli artık kader
Bir ekonomi, dizginsiz sermaye akımlarına düzenlemeler getirebilir, “sıcak paraya” yönelik vergi ve stopajları artırabilir, o takdirde benim gibi kamucu iktisatçılardan da destek alabilir. Ama sizin Cumhurbaşkanınız Avrupa Parlamentosu Başkanı’na “Ben senin ne fırıldak olduğunu bilmez miyim?” diye amiyane ifadelerle hitap ediyorsa; yine Türkiye’de en büyük doğrudan sermaye yatırımcısı Hollandalıların “karakterine, cibilliyetine” saydırıyorsa, bu külhani üslup kendi dinci ve şoven kitlesini tatmin etmek dışında hiçbir yarar sağlamaz, aksine bugün gözlemlediğimiz gibi ekonomiyi olumsuz etkiler. Bir ülke politik ve jeostratejik ittifaklarını da gözden geçirebilir; ne var ki, evvelki yıl Çin’le füze anlaşması imzalar sonra bunu NATO telkinleriyle iptal ederseniz; şimdi Rusya’dan S-400 füzesavar sistemi alacağınızı ilan eder, ama ekonominin geleceği AB’ye yapılacak ihracata bağlı kalmaya devam ederse, bütün üretim standartlarınızı, lisansları, tedarik zinciri diye tabir edilen çok uluslu şirketlerin üretim ağlarını AB çıpasıyla şekillendirirseniz, “sıcak paranın” kaynağı büyük ölçüde Batı’ysa “altı kaval, üstü şeşhane” bir ekonomi-politik anlayışla yol alamazsınız; Pakistan-Kuveyt-Mısır ile birlikte “kırılgan beşli” üyeliğinden kurtulamazsınız.

OLCAY BÜYÜKTAŞ / CUMHURİYET  
 
Hayri Kozanoğlu kimdir?
Altınbaş Üniversitesi öğretim üyesi. Prof. Dr. Mustafa Hayri Kozanoğlu’nun BirGün gazetesinde düzenli yazıları yayımlanıyor. ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak girdi; yüksek lisans ve doktorasını işletme finansmanı konusunda yaptı. Bir ara Eximbank’ta görev aldıktan sonra, 1992’de Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’ne girmiştir. Bir dönem ÖDP başkanlığını yaptı. Evli ve iki çocuk babası. Aralarında Küresel Krizin Anatomisi, Neoliberalizmin Gerçek 100’ü, Küreselleşme Heyulası’nın bulunduğu birçok kitabın yazarı.

26 Aralık 2017 Salı

Kanun Hükmünde Tayyarname - ORHAN GÖKDEMİR

Devlet ne?
Egemen sınıfın baskı aracı. Bugünün egemen sınıfı kim? Burjuvazi. Egemen sınıfın devleti alt sınıflara karşı bir sopa olarak kullanması bugünün meselesi değil yalnız. Sınıflı toplumların alamet-i farikasından söz ediyoruz. Bununla birlikte burjuvazi o sopayı ötekilerden daha karmaşık bir yöntemle sallar, böyle biliyoruz. İşin esası, sopa sanki onun elinde değilmiş, kendi kendine sallanıyormuş gibi göstermektir. Parlamento, yasa, hukuk, yargı denetimi şu, bu, hepsi işte bunun içindir.

Bugün sopayı bizzat eline alması da onun tarihine uygundur. “Bekçi devlet” hikâyeleri çok gerilerde kaldı. Şimdi egemen sınıf devletin her alanda bir aktör olmasını, iş yaratmasını, kârı garanti etmesini, bunlara itiraz edenler varsa sopayı kuvvetli sallamasını istiyor. Kapitalizmin tekelci döneminin devlet yapılanmasıdır bu. Daha doğrudan, daha basit bir araçla karşı karşıyayız artık.

Değişimi şöyle anlatayım. Sopa sallamak dediğin, nihayetinde kanunla mümkün olabilen bir şeydir. Kanunu yapma yetkisi ise parlamenter sistemlerde meclislerindir. Daha doğrusu teorik olarak böyledir. Eskiden, daha olağan koşullarda meclisler kanun yaparken özenli ve yavaş davranırdı. “Demokrasi” dediğimiz şey de işte bu “yavaş” işleyen yasama, yürütme ve yargı faaliyeti demektir. Devletin hızlanmış haline faşizm diyoruz çünkü. Hızlanmış devlet, kendini yavaşlatan kurallardan kurtulmuş devlet demektir.

Misal, meclisin kanun yapmak yerine yürütmeye “kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi” vermesi bunun yöntemlerinden biridir. Meclis bu yolla yasama yetkisini idareye devretmiş olur. İdare o yetki devrine dayanarak hızlı düzenlemeler yapar. Sopa özgürleşir ve ezilenlerin başına daha hızlı inmeye başlar.

Demem o ki, kanun hükmünde kararname tekelci kapitalizmin büyük icatlarından biridir. Kanunun tepelenmesi ve yerine kararnamenin geçirilmesi işi, tekelci düzenin sopayı doğrudan ele alması ve sallaması halidir.

***

Bilinen ilk uygulamalarından birini Fransa’ya, “Beşinci Cumhuriyet”e borçluyuz. 1958’de, Cezayir bozgununun ardından ordunun baskısı ile hükümet başkanlığı “halkın sevgilisi” General De Gaulle’e devredildi. O da oturup kendi pozisyonu kurumsallaştıracak yeni bir anayasa hazırladı. Yüzde 80 oyla onay gören yeni anayasa Cumhurbaşkanına geniş yetkiler veriyordu. Yasamanın yetkileri budanmış o yetkiler yürütmeye aktarılmıştı. Yasama ile birlikte hükumet de geri plana düşmüş, bağımsız bir organ olmaktan çıkarılmış, cumhurbaşkanı ile parlamento arasında bağ kuran bir rolle sınırlanmıştı. 1958 Anayasası ile General De Gaulle neredeyse her şeye muktedir tek adam durumuna getiriliyordu. Kanun hükmünde kararname de o dönemde yaygın olarak kullanılan bir icat.

Fransız burjuvazisinin 1958’de duyduğu ihtiyacı bizimkiler 1982’de duydu. 12 Eylül cuntası geldi, meclisi sildi, hukuku tepeledi ve yeni bir anayasa yapmaya girişti. Yaptığı işlerden biri Cumhurbaşkanının yetkilerini arttırmaktı. İkincisi, yasamayı gerektiğinde aradan çıkaracak bir formüldü. 1982 Anayasası ile “Bakanlar Kurulu’na belirli konularda kanun hükmünde kararname çıkarmak üzere yetki vermek” TBMM’nin görev ve yetkileri arasında sayılıyordu. Yalnız, olağanüstü hal veya sıkıyönetim şartı getiriliyordu bu yetki devri için. Bir de belli sınırları vardı, temel hak ve özgürlükler o yolla sınırlanamıyordu mesela.

Ama zaman aktı, dünya değişti. Egemen sınıfa yıkılma korkusu salan sosyalist sistemin yerinde yeller esiyordu. Üstüne üstlük faşizmi tahkim edecek tuhaf inançlar geliştirdiler arada. Alt sınıfları paramparça ettiler. Haliyle burjuvazinin ne demokrasiye, ne demokratik bir görünüşe ihtiyacı var artık. Devlet neredeyse basit bir korku üretme ve yayma mekanizmasından ibaret. Seçimi, denetimi, yargıyı ilga ettiler. Anayasayı kaldırıp attılar. Meclisin içini boşalttılar. Sendikaları, meslek örgütlerini işlevsizleştirdiler, kendi kendine kuruyup düşmeye terk ettiler. Ne kaldı geride? Sadece çıplak bir merkezileşme. Son KHK’ların haber verdiği bu.

Bütün bunlar tekelci kapitalizmin hızlı devlet ihtiyacının tezahürleri. Demek ki bugün bizde olup bitenleri bir rastlantı veya “sui generis” bir gelişme sayamayız.

***

De Gaulle’cü  “Beşinci Cumhuriyet”ten yola çıktık, geldik Tayyarcı “ikinci cumhuriyet”e.
Malum AKP 7 Haziran seçiminde kaybedeceğini anlayınca sopayı daha sert sallamaya başladı. Sonra dincinin dinciye darbe girişimi geldi. Bunu fırsat bilip OHAL ilan ettiler. İkinci şeref yılını dolduruyor neredeyse. Her şeyi kanun hükmünde kararnameler ile yapıyorlar artık. Hükumetin adı var kendisi yok. Meclis işlevsiz ölü bir kabuk. Yakındır, yıkarlar, yerine bir cami bir de alışveriş merkezi dikerler.

Bizim yorum yapmamıza gerek yok artık, bu işi icat ve ilan eden maksadı açığa vurdu zaten. Olağanüstü halin girişimcilerin yatırımlarının önünü kesmek için değil, onları güvence altına almak için ilan edildiğini beyan etti.

O konuşmada söylenenler kısa modern devlet teorisidir. OHAL de, KHK de girişimcilerin işini kolaylaştırmak içindir. Girişimci artık piyasanın uçsuz bucaksız özgürlüğünde sermaye bulup iş kuran bir aktör değildir. Girişimci devletin ve ona yön veren siyasal şebekenin bir uzantısıdır. En büyük patrondur devlet; girişimciye iş üretir, ihale verir, kazancı garanti eder, rant yaratır, rant dağıtır, vergi indirimi yapar, borç kapatır, korur, kollar, kanını emdiği işçinin, emekçinin direnmesine, grev yapılmasına engel olur. Sendikaları sarartır, işçileri morartır. Bunu da yasasız, kuralsız, denetimsiz yapar. OHAL ve KHK burjuva demokrasisinin tekelci dönemde aldığı hal, büründüğü kılıktır.
İki kararname daha yayınladılar birkaç gün önce. Kamu kurumlarından 3 bine yakın kişiyi kapı önüne koydular. Danıştay’a 16, Yargıtay’a ise 100 yeni üye kadrosu ihdas ettiler. Şeker Kurumu ile Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumunu kapattılar. Fetö’cü tabir ettikleri tutukluların badem kurusu renginde tutulum giymesine karar verdiler. Geçici işçileri sözleşmeli işçi ilan ettiler. Savunma Sanayi Müsteşarlığını, yani ASELSAN, TAİ, Roketsan, TUSAŞ Havelsan gibi önemli kurumları Erdoğan'a bağladılar. AKP için suç işleyenlere yargı ve askerlik muafiyeti getirdiler. Bir de “Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi” (ASFAT A.Ş.) adında bir şirket kurdular son paragrafı ile.
Hakikaten müthiştir. Din soslu faşizmin sınırsız ve kuralsız denizlerinde özgür özgür kulaç atmaktadır egemenlerimiz. İtiraz yoktur, muhalefet yoktur, denetim yoktur.  Ama öyleyse artık ortalıkta bir “düzen” de yoktur. Yıkılmıştır ve gömülmeyi beklemektedir.

Tekelce kapitalizmin bütün efsaneleri çöktü. Elinde sopayla ortalıkta ne yapacağını bilmez halde kala kaldı egemenleri. Ne burjuva demokrasisidir, ne cumhuriyettir; Kanun Hükmünde Tayyarname düzenidir bu.

Çıkış yolunu soruyorsanız söyleyeyim. Birleşeceksiniz. Sopayı alacaksınız ellerinden ve bir daha başlarını kaldırmalarına izin vermeyeceksiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

Havuç ve sopa - L. DOĞAN TILIÇ

İktidar sözcüsünün, son KHK’nin “tehlikeli” olarak tanımlanan 121. maddesi ile ilgili savunusunu, hukuk sistemimizin en tepesinde bulunmuş iki yüksek yargıçla birlikte dinleme şansım oldu. Kimsenin isimleri önüne “muhalif” gibi bir sıfat takma şansı olmayan emekli yüksek yargıçlarla…
İktidar sözcüsü, “son derece açık” diyor ve “netleştiriyor”: “Bu düzenleme sadece 15-7-2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi ve devamı niteliğindeki 16 Temmuz sabahıyla ilgili. Eylemlerin bastırılması ibaresi; 15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz gününü ifade etmektedir.
Bu kadar açıksa, neden dert ediyoruz? Yarın öbür gün sokaktaki sıradan bir protestoya eli sopalı, eli palalı, eli bıçaklı ve silahlı sivil milislerin müdahale edeceği kuruntusuna neden kapıldık ki?
Yargı sistemimizin her düzeyinde bulunmuş ve en tepesinden emekli olmuş yüksek yargıçlara bunları soruyorum.

Biz niyetlere, sonradan ‘son derece açık’ hale getirmeye dönük olarak yapılan açıklamalara bakarak değerlendirme yapamayız ki” diyerek, 121. maddeyi okuyorlar: “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleşen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin kapsamında hareket eden kişiler hakkında  hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluk doğmaz.

Ömürlerini mahkemelerde geçirmiş yüksek yargıçların işaret ettiği “bunların devamı niteliğindeki eylemler” ibaresi ve “Bugün, hatta yarın, öbür gün yapılacak bir protesto eylemini, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin devamı olarak yorumlamanın önüne kim nasıl geçebilir?” diyorlar. “Burada iktidar sözcüsünün ifadesini güvence sayarsanız, iktidar yetkililerinin, bakanların, başbakanların OHAL’in 3 ay bile sürmeyeceğine dair verdikleri güvenceleri nereye koyacaksınız?” diye de soruyorlar.

Kısacası, iktidarın 121. madde konusunda verdiği sözel güvence ve “açıklama” sadece muhalifleri değil, hukukçuluktan başka bir şekilde tanımlayamayacağınız yüksek yargıçları da ikna etmiyor.
Meral Akşener’e “iç savaş” uyarısı, muhalefete “İktidar eliyle sivil silahlı çete kurma maddesi, sivil silahlı çetelere altyapı oluşturma hamlesi” değerlendirmesi yaptıran bir düzenleme ile karşı karşıyayız.

Bir otelin resepsiyonunda eşiyle birlikte giriş yapmakta olan sanatçıya çelme takıp saldırdıktan sonra, “Cumhurbaşkanına sövdüler, FETÖ’yü övdüler” diyebilecek bir zorba da; sokakta kadın cinayetlerine karşı açıklama yapan bir gruba döner bıçağını kapıp saldıracak bir “esnaf”a da koruma sağlayabilecek bir düzenlemeyle karşı karşıyayız.

Zaten Erdoğan da esnafın gerektiğinde polis olabileceğini söylemişti!
Bu düzenlemeyi hukuk bilgileri çerçevesinde hiçbir yere oturtamayan emekli yüksek yargıçların “şaşırdıkları” bir konu da böyle bir düzenleme karşısında “kurumların sessizliği”. “Baro dışında kimse ses çıkarmayacak. Oysa, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, hukuk fakülteleri bu konuda da konuşmayacaksa hangi konuda konuşacaklar?

Kendileri de oralarda görev yapmış yargıçların, KHK ile Yargıtay’a 100 yeni üye atanması ile ilgili söyledikleri de çarpıcı: “Bu 100 yeni üyeden 50’si yine Fethullahçı olur. Diğer 50’nin yarısı Menzilci, yarısı Süleymancı. Kendilerine bağımlı bir yargı yaratma çabasının, birlikte çay toplayan yargıçlar istemenin götürdüğü yer yargıyı yine cemaatlere teslim etmek.
AKP 2019 için, o tarihten de önce yapılabilecek bir seçim için hazırlıklarını son hızla sürdürüyor. Kaybetmemeye yeminli olduğu bir seçim için havuçlar ve sopalar hazırlıyor. Bir yanda; taşeron işçiler için 450 bin kadro, 110 bin memur alımı, İstanbul’a 2000 gece bekçisi alımı gibi en önemli sorunu işsizlik olan topluma gösterilen havuçlar var. Öte yanda, kendisine tepki gösterebilecek muhaliflerin karşısına üniformasızların şiddetini de dikme hazırlıkları.

OHAL koşullarında, böylesi havuç ve sopaları devreye sokan bir iktidara karşı genel geçer bir muhalefetle baş etmek mümkün değil.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

İç Savaş KHK’sı - FATİH YAŞLI

Guantanamo Kampı, ABD’nin 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinin ardından dünya kamuoyunun gündemine geldi. ABD’nin fiili küresel olağanüstü hal ilanı ve Bush’un “ya bizdensiniz ya onlardan” sözlerinde somutlaşan dost-düşman ikiliğine dayanan siyaset anlayışı, bir yandan Batı ülkelerinin kendi içinde güvenlikçi politikaları derinleştirmesini ve temel hakların askıya alınmasını rutinleştirirken, öte yandan da Guantanamo örneğinde görüldüğü gibi hukukun mutlak olarak ortadan kaldırıldığı “belirsizlik mıntıkaları” ortaya çıktı.

ABD’nin hayalet uçaklarının Guantanamo’ya taşıdığı esirler burada “düşman savaşçı” gibi müphem bir statüye tabi kılınıyorlar ve hem evrensel hukukun hem de ABD iç hukukun dışına yerleştirilmiş oluyorlardı. Böylece herhangi bir tutukluluk ya da iddianame hazırlama süresi olmaksızın, bu kampta belirsiz/sınırsız süreliğine tutulabiliyorlar, yoğun bir tecrit altında bulunuyorlar ve ciddi işkencelere maruz kalıyorlardı. Tam da bu nedenle Guantanamo bir hapishane olmaktan ziyade bir toplama kampına benziyor ve “kamp olağanüstü halin mekânıdır” diyen İtalyan filozof Agamben’i doğruluyordu: Küresel olağanüstü hal Guantanamo’yu doğurmuştu.

Guantanamo imgesi akıllara esirlere giydirilen tek tip turuncu renkli tulumlar ve başlarına geçirilen çuvallarla kazındı, daha sonrasında ise IŞİD bir tür intikam mesajı vermek için Hollywoodvari infaz videolarında kurbanlarına aynı renk tulumları giydirdi ve turuncu tulum bir kez daha gündeme geldi. Türkiye’de bir süredir devam eden siyasi tutuklu ve hükümlülere tek tip elbise giydirilmesi tartışmalarında da referans hep Guantanamo oldu ki, eğer  kamp Agamben’in dediği gibi olağanüstü halin mekânıysa, önce fiilen sonra da resmen OHAL’le yönetilen Türkiye’de hapishanelerin giderek toplama kampı hüviyetine bürünmesi ve tek tip elbisenin gündeme gelmesi hiç şaşırtıcı değildi.
Türkiye’de nicedir bir tür “düşük yoğunluklu iç savaş” yaşanmaktaydı ve sembolik örneği Silivri olan hapishaneler “bu iç savaşın esirleri”nin doldurulduğu toplama kamplarına dönüşmüştü adeta. Şimdi buna son KHK ile bir de tek tip elbisenin eklenmesi şaşırtıcı olmadı, tıpkı bir zamanlar başka bir olağanüstü yönetim biçimi olan 12 Eylül rejiminde, toplama kampına dönüşmüş cezaevlerinde başka bir iç savaşın esiri olan devrimcilere tek tip elbise giydirilmek istenmesi gibi.

İç savaş dedik, oradan devam edelim. İç savaş bir tür “devletsizlik” hali olarak görülebileceği gibi, belli bir toprak parçası üzerinde birden fazla otoritenin, ikili, üçlü iktidarın şekillenmesi, “şiddet kullanma tekeli”nin ortadan kalkması ve şiddetin herkes tarafından bir diğerine karşı kullanılabilmesi, “herkesin herkese karşı savaşı” demektir. Paramiliter güçlerin ortaya çıkışı ise iç savaşların alamet-i farikası olarak görülebilir. İç savaşlarda devlet aygıtının çöküşüyle birlikte güç ve şiddete başvurma tekelinin yerini birden fazla güç alır, siviller silahlanmaya ve “iç düşman” olarak gördükleri sınıfsal, etnik ya da mezhepsel başka gruplara karşı, çoğu zaman dağılmış devlet aygıtının bir kanadına yaslanarak savaşmaya başlarlar.

Son KHK’daki 15 Temmuz ve devamı niteliğindeki hadiselere müdahale eden sivillerin herhangi bir suç işlemiş sayılmayacakları yönündeki düzenleme, açıkça bir iç savaş düzenlemesi, iç savaş hazırlığıdır. Süreklileşmiş olağanüstü hal, süreklileşmiş dost-düşman siyasetiyle el ele gitmekte, toplum siyasal iktidar eliyle ikiye ayrılmakta ve “iç düşman” olarak addedilenlerin öldürülmesinin bunu gerektiren durumlarda suç sayılmayacağı hukuki güvence altına alınmaktadır. Böylelikle potansiyel olarak toplumun en az yarısı, “cinayet işlemeksizin öldürülebilenler” kategorisine dâhil edilecek, öldürülmeleri suç sayılmayacaktır.

Bu düzenleme hukukun hukuk eliyle katledilmesi anlamına geldiği gibi, bundan çok daha korkunç bir şeye, devletin güç/şiddet kullanma tekelinden kendi isteğiyle vazgeçmesi, cezasızlık vaadiyle birtakım toplumsal gruplara, başka toplumsal gruplara karşı şiddet kullanma, başkalarını öldürme hakkı vermesi demektir ki, bu açık bir şekilde modernitenin tersine çevrilmesi, medeniyet yitimi ve Ortaçağ’a dönüştür. Rejim, daha önce defalarca yazdığımız gibi ancak kurumları, kurumsallığı, anayasal düzeni, hukuku çökerterek ayakta kalabilmektedir ve burada da kendi bekası adına tam olarak yaptığı şey bu çökertme operasyonunu derinleştirmektir.

Adını koyarak söyleyelim, bu bir iç savaş KHK’sıdır. Bir yandan olağanüstü halin ve iç savaşın doğasına uygun bir şekilde cezaevlerini “iç düşmanlar” için birer toplama kamplarına dönüştürmekte, onlara esir muamelesi yaparak tek tip elbise giydirmek istemekte, öte yandan ise bir iç savaşa hazırlık mahiyetinde cezasızlığı hukuki güvence altına almaktadır. Tüm bunların ötesinde Demirtaş ve Berberoğlu gibi isimlere tek tip elbiseyi dayatacağı ve bunun çeşitli toplumsal yansımalarının olacağı, toplumun yarısını diğer yarısına karşı kışkırtacağı ve diğer yarısının da kendisini sürekli tehdit altında hissetmesini beraberinde getireceği için bu KHK bir iç savaş KHK’sıdır.

Defalarca söyledik ama bir daha tekrar edelim. Türkiye’de resmen adı konulmuş bir şekilde olağanüstü bir durum var, anayasa, anayasal kurumlar, parlamento ve hukuk yok. Bu olağanüstü durumda olağan yöntemlerle muhalefet yapılamaz, asgari demokratik şartlar varmış gibi seçimden söz edilemez, seçime hazırlanılamaz, ittifaklar konuşulamaz. Yapılması gereken şey rejimin olağanüstü halinin karşısına muhalefetin kendi olağanüstü halini koyması, olağanüstü bir muhalefet tarzını geliştirmesi, hayata geçirmesidir. Çünkü ancak bu şekilde bu yıkıcılıktan, bu kıyıcılıktan, bu çökertme operasyonundan en az zararla çıkmak mümkün olacaktır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

‘Yeni rejim’in Besicileri! - İBRAHİM VARLI

İslamcılar olağan yönetme biçimine dönüştürdükleri Olağanüstü Hal uygulamasıyla bir taraftan yeni rejimlerinin ekonomik, askeri, politik, kültürel yapısını kurumsallaştırmaya çalışırken, öte yandan da bu yeni rejimi savunacak bekçiler tutuyorlar. Uzun süredir üzerinde çalıştıkları paramiliter güçler oluşturulmasının hukuki ve yasal zemini hazırlandı. 696 sayılı KHK ile mezhepçi rejimin milis gücü resmen ilan edildi.

Düzenleme ile artık “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden” kişilerin, fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu olmayacak.

Bu açık bir iç savaş hazırlığı. Bundan böyle sokaklar milis güçlere bırakılacak, iktidarın palazlandırdığı milisler muhalif avına çıkabilecek, toplumsal olaylara saldırabilecek ve bunların neticesinde de cezasız kalacak. Hiç kimsenin güvenliği kalmayacak. Tepkiler üzerine iktidar sözcüleri düzenlemenin öyle olmadığını iddia etseler de görünen köy için kılavuza gerek yok.

Mussolini’nin Kara Gömleklileri Hitler’in SS’leri
Yakın siyasi tarih içeride ve dışarıda sıkışan faşist rejimlerin sokaklardan topladıkları kitlelerden oluşturdukları milis gücü hikayeleriyle dolu. Mussolini İtalyası’ndan Hitler Almanyası’na, Humeyni’nin İranı’ndan Mursi’nin Mısırı’na İslamcısından nasyonalistine her türden otoriter yönetimde benzer uygulamalar görmek mümkün.
Benito Mussolini’nin Kara Gömleklileri, Hitler’in SS’leri Batı merkezli faşist milis yapılanmaların en bilinenleri. Duçe ve Nazilerin bu militarist bekçileri kendi iktidarlarının tesisi için nasıl kitlelerin üzerine sürdüklerini tarih kitapları yazıyor.
Siyasal İslamcıların oluşturmak istedikleri milis kuvveti İtalya ve Almanya’dan ziyade hem İslamcı tonaj, hem de kültürel-toplumsal doku itibariyle İran’daki molla rejiminin sadık bekçileri olan Besiciler’in kopyası olacak gibi.

 Molla rejiminin bekçileri; Besiciler
Mollaların hükmettiği İran’daki milis kuvveti Besiciler ise doğu despotizminin seçkin örneği. “Besic” Farsça “seferber” demek. Besicî ise “seferberci” manasında. 79’daki İslam Devrimi sonrasında Ayetullah Humeyni tarafından kurulan “gönüllü” milis teşkilatı Besiciler, şimdilerde ‘Devrim Muhafızları’nın alt gücü. Besic’in sabit bir üniformasının bulunmaması nedeniyle “sivil kıyafetliler” olarak da adlandırılıyorlar!
Temel işlevleri muhalifleri dize getirmek, İslamcı düzeni “iç tehlikeler”den korumak. İslam Devrimi’nin “sivil” muhafızlarının sayısı tam olarak bilinmiyor, ama milyonlarla ifade ediliyorlar. Her yerdeler. Mahallede, sokakta, okulda, fabrikalarda... İslami rejimin emirlerini bekliyorlar. Ülkedeki her üç üniversite öğrencisinden birisinin Besic üyesi olduğu devlet memurlarının ise neredeyse yüzde 65’inin milisler için çalıştığı genel rivayetler arasında.
İran’daki teokratik yönetim rejimin sadık bekçileri olarak Besicleri hep kullanageldi. Haziran 2009’daki seçim krizi sonrasında ortaya çıkan muhaliflerin başlattığı ‘Yeşil Devrimi’ bastırmak için rejime sadık silahlı sivillerin ne tür bir vahşete imza attıkları unutulmuş değil.
Ahmedinecad’ın ikinci kez seçim zaferi kazandığının açıklanmasının ardından seçim sonuçlarını itiraz ederek sokağa dökülen insanlar karşılarında Besic üyelerini buldu. Besic milisleri seçim sonucuna itiraz edenlere acımadı.

‘Yerli’ ve ‘milli’ Besic’lerle karşı karşıyayız
Günümüzde polis ile birlikte rejimin tesisi için çalışıyorlar. Sokaktaki her türlü “dinsel sapma”ya karşı teyakkuzdalar. Kadınlarla erkeklerin sokaklarda el ele tutuşmasından, kadınların başı açık dolaşmasına, içki yasaklarından dinsel ahlak kurallarına karşı hareket etmeye kadar her bir alana molla düzeninin kendilerine verdiği destekle rejimin bekçileri olarak müdahalede bulunuyorlar.
Birkaç yıl önce Besic milislerinin ahlak bekçiliğine nasıl soyunduklarını tüm dünya tanıklık etmişti. Ülke genelindeki onlarca kentte binlerce uydu antenini evlerden teker teker alarak yok eden Besiciler, uydu kanallarının toplumun ahlak ve kültürüne zarar verdiğini iddia ederek zorbalıklarını meşrulaştırmaya çalışmıştı.
Toplumun ahlaki işleyişini kontrol eden bir baskı mekanizması olarak olarak Besiciler, faaliyetlerini aynı dinsel motivasyonla devam ediyorlar. Her türlü maddi, manevi, lojistik desteğin arkalarında oılduğunun bilinciyle. Zaten bütün gücünü de buradan alıyorlar. ‘Yeni rejimi’ koruyacak bir milis yapılanması için şimdi bu Besic’lerin yerli versiyonlarıyla karşı karşıya kalacağız!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

25 Aralık 2017 Pazartesi

RİSKLERİN GÖLGESİNDE EKONOMİ (II) - OLCAY BÜYÜKTAŞ

Prof. Korkut Boratav: Emekçinin lehine bir durum yok

Prof. Korkut Boratav: Ücret ayarlamaları gerçekleşen 6 aylık enflasyon verileri üzerinden yapılıyor. Bu yöntem, ‘refah artış payı’nı, yani ekonominin büyüme oranını dikkate alan bir öğe içermediği için çalışan lehine de olmuyor..
 
Ülkede artık kronik hale gelmiş yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik, kırılganlığı artıran yüksek açık gibi sorunlar bir yana, bir yılı aşkın bir süredir devam eden OHAL uygulamalarının da ekonomide ciddi bir sıkıntı yarattığına dikkat çeken Prof. Dr. Korkut Boratav, yabancı sermaye girişlerinin OHAL dönemini içeren son 12 aylık dökümüne de bakıldığında kalıcı özellik taşıyan doğrudan yabancı yatırımlarının toplam sermaye girişine oranının yüzde 26 olduğunu, bunun OHAL öncesini temsil eden 2015’te yüzde 48 olduğu bilgisini verdi.

 - Enflasyon tahminlerinin Merkez Bankası ve OVP’deki şekliyle tutması biraz zor görünüyor. Sizin bu konudaki öngörüleriniz nelerdir?
Memur ve emekli maaşları, asgari ücretler, kamu sektörü işçilerinin yıllık zam oranları, büyük ölçüde TCMB’nin yıllık enflasyon hedeflerine bağlanıyor. Özel sektörde artık sembolik düzeylere inmiş olan toplu sözleşmelerde de aynı hedefler önemli rol oynuyor. Altı aylık dönemlerin sonunda gerçekleşen enflasyon bu oranları aşarsa gecikmiş bir ayarlama yapılıyor. Bir kere bu yöntem, “refah artış payı”nı, yani ekonominin büyüme oranını dikkate alan bir öğe içermediği için, normal (yani ekonominin küçülmediği) yıllarda emekçilerin milli gelirdeki paylarını aşındıran bir sapma içeriyor. Ayrıca TÜİK’in enflasyon hesabında kullanılan ağırlıklar, tipik emekçi ailelerinin tüketim sepetinden farklı ve onların gerçekte yaşadığı enflasyonu yansıtmıyor.

Sağlıksız büyüme
- Yapılan tüm teşviklere ve yardımlara karşın işsizlik istenilen boyutta önlenemiyor...
Aylık ortalamalara bakıldığında bu yıl içinde işsizlerin sayısı, 2017’ye göre yüzde 11.7 artmıştır. İşsizlik oranlarının ortalaması ise yüzde 10.6’dan yüzde 11.5’e yükseldi. İstidamda sekiz aylık artış yüzde 2.6’dır. TÜİK’e ve hükümete göre ekonomi ilk altı ayda yüzde 5.2 büyüdü ve 2017’nin tümünde ise yüzde 5’i aşan bir büyüme oranı öngörülmekte. İstihdamdaki artış temposunun milli geliri yarı yarıya geriden izlediği nasıl açıklanabilir? Ya milli gelir hesapları yanlış ya da ekonomi, istihdam yaratmayan sağlıksız bir büyüme içinde.
Özetle, Türkiye’de faal nüfustaki artışları tümüyle istihdam edebilecek büyüme temposu gerçekleşemiyor. Yapısal bozuklukları istatistiklerle oynayarak görünmez kılabilirsiniz; ama, insanlarımızın günlük hayatlarında yaşadıkları işsizlik gerçeğini yok edemezsiniz. Doğru teşhis yoksa, çareleri tartışmaya başlamak anlamsızdır.

- Dolar ve Avro’daki yukarı yönlü hareket sizce nereden kaynaklanıyor ve sonuçları neler olacak?
Son iki yılda Batı borsaları kesintisiz yükselmiş; “yükselen piyasalar” denilen büyük çevre ekonomileri de bu balonlaşmadan nasibini almıştır. Türkiye de 2016’nın ikinci yarısında darbe girişiminin yol açtığı kesinti dışında aynı dalgadan yararlandı. Nitekim bu yılın ilk dokuz ayında yabancı sermaye girişleri 2016’ya göre yüzde 30 arttı; bu artış, özellikle “sıcak”, spekülatif akımlara dayanmaktaydı. Finansal balondaki sönmenin, önce “yükselen piyasalar”dan çıkışlarla başlayacağı tahmin ediliyordu ve bu doğrultuda bir hareketin ilk etkileneceği ülkelerin başında Türkiye gösteriliyordu. Bu ekonomik etkenlere iktidarın AB ve ABD ile gerilimleri de eklenince son bir ayda sıcak para hareketleri yavaşladı; kasımda çıkışlar başladı. Azalmaya başlayan döviz arzı, dış ticaret ve cari işlem açıklarındaki artışla birleşince döviz fiyatları yükseldi. TCMB, Cumhurbaşkanı’nın talepleri doğrultusunda politika faizini indirmeye kalkışırsa sıcak para kaçışlarının hızlanacağı kesindir.

- Ülkedeki cari açık bir başka sorunlu alanı oluşturuyor. Bu konuya ilişkin değerlendirmeniz ne olur?
2003-2007 arasında IMF’nin “enflasyon hedeflemesi” politikasına uyan AKP iktidarı, yüksek faiz /ucuz döviz ikilisine teslim oldu ve ekonominin dış bağımlığının hızla yükselmesine katkı yaptı. Sonunda belli bir büyüme temposunun yol açtığı ithalat gereksinimi ve buna bağlı cari açık oranı yukarı çekildi; 1990’lı yıllara göre yüksek bir eşiğe yerleşti. Petrol fiyatlarında 2014-2016 arasında gerçekleşen düşme, bu eğilimi biraz yavaşlattı, ama bu olumlu etken artık son bulmuştur. 2017’de 40 milyar dolar civarında ve milli gelirin yüzde 5’ini aşan cari işlem açığının gerçekleşeceği anlaşılmıştır. Yüksek düzeyli, yüksek oranlı, ekonominin küçüldüğü 2008-2009’da dahi ortadan kalkmayan, kronikleşmiş cari açık, Türkiye ekonomisinin ağır bir yapısal sorunudur.

Borçluluk durgunluk yaratır
- Özel sektörün borçları tehlike oluşturur bir boyuta ulaştı mı, Merkez kısa vadeli borçlarını çevirebilecek düzeyde mi?
Şirketlerin net döviz açığı (pozisyonu) 2017 boyunca artmış; milli gelire oranı dokuz ayda yüzde 24’ten 27’ye çıkmıştır. Döviz fiyatlarında hızlı ve uzunca süren bir yükselme, yüksek döviz borçlusu şirketleri ve bunların alacaklısı olan bankaları sıkıntıya sokar. Yatırımları aşağı çeker; ekonominin durgunlaşmasına yol açar. Dış ortam daha da bozulursa milli gelirin düşmesi de gündeme gelir. Kısa vadeli dış borçların TCMB brüt rezervlerine oranı 2011’den bu yana kritik eşik olan yüzde 100’ü aşmış; 2017 Haziran sonunda yüzde 120.5’e yükselmiştir. Bu durum, şirketlerin ve bankaların dış borçlanmasını güçleştirmekte; maliyetlerini yukarı çekmektedir. Bu konuda tek olumlu gelişme, 2014-2016 arasında Türkiye’nin dış borçlarında kısa vadeli borçların payının yüzde 33’ten yüzde 24’e indirilmesi olmuştur. Ancak, bu eğilim 2017’de son bulmuş görünüyor: Bu yılın ilk altı ayında kısa vadeli dış borçlar 98 milyar dolardan 109 milyar dolara, toplam borçların yüzde 25.2’sine yükselmiştir. Tümüyle özel sektörden kaynaklanan bir artış söz konusudur. Döviz piyasalarında son günlerde başlayan gerilimin bankaları ve şirketleri artan tedirginliğe sürüklemesi de bu gelişmeyle bağlantılıdır.

Kalıcı yatırım yarıya indi
- Ülkenin içinde bulunduğu jeopolitik riskler, devam eden OHAL yatırımları nasıl etkiler?
2017’nin ilk altı ayında sabit sermaye birikimi içinde uzun vadede büyüme temposunu yukarı çeken makine-teçhizat yatırımlarının gerilediği belirlendi. Yabancı sermaye girişlerinin OHAL dönemini içeren son 12 aylık dökümüne de bakalım: Kalıcı özellik taşıyan doğrudan yabancı yatırımlarının toplam sermaye girişine oranı yüzde 26’dır. OHAL öncesini temsil eden 2015’te bu oran yüzde 48’di. Yatırımların ve sermaye hareketlerinin bileşimindeki bu bozulma nasıl açıklanabilir? Yerli ve yabancı sermaye açısından uzun vadeli yatırımlar için mülkiyet haklarının güvencesi esastır. OHAL’in bu açıdan bilançosu endişe vericidir. Türkiye’nin kredi puanını 2016’da “yatırım yapılamaz” konuma indiren Moody’s, bu kararının gerekçeleri arasında OHAL uygulamaları içinde kimi şirketlere dönük “el koyma” operasyonlarına referans vermekte; bunların “özel yatırımların korunmasını ve genel olarak yatırım ortamına dönük riskleri, belirsizlikleri, kurumlarda zafiyeti” artırmasını açıkça sıralamaktaydı. OHAL’in yarattığı bu istikrarsızlıklara AKP hükümeti ile Batı dünyası arasındaki kavgalı ortamın eklenmesi, yerli ve yabancı yatırımcıları ayrıca da etkilemiştir. Sermaye çevrelerinin endişeleri, tedirginlikleri en azından değindiğim istatistiklerle iktidara aktarılmış olmaktadır. İktidarın en tepesinde bu tür dolaylı mesajların algılanmadığı; dış dünyayı daha yakından izleyen siyasetçi ve bürokratlarda da tedirginliklerin yaygınlaştığı anlaşılmaktadır.

Çözüm bu iktidarla zor
- Bu ekonomik sorunlara karşı ne gibi çözüm yolları önerebilirsiniz?
Yukarıdaki tespitler, iki temel sorunu ortaya koyuyor: Büyüme hızı, işsizliği azaltacak düzeye çıkarılmalı ve bu dönüşüm dış bağımlılık hafifletilerek gerçekleştirilmeli. Bu sorunları aşmak için, bugünkü neoliberal modelin dışa dönük kurallarını reddeden, sermaye birikim oranını, üretken kamu yatırımlarının katkısıyla anlamlı boyutta yükselten ve sanayinin ithal bağımlılığını hızla aşağı çekmeyi hedefleyen planlamacı bir perspektif gerekmektedir. Ne var ki, kısa vadede hem dış borçların döndürülmesi hem de cari işlem açığının finansman zorunlulukları, böyle bir yaklaşıma geçişi fiilen köstekleyecektir. Bu engel, dış dünyayla ilişkiler köklü bir biçimde yeniden düzenlenmeden aşılamaz. Türkiye’de siyasi iktidarın bugünkü sınıfsal dayanakları, bu doğrultuda bir dönüşümü gündem dışı kılmaktadır.


OLCAY BÜYÜKTAŞ / CUMHURİYET

Korkut Boratav kimdir?
1935’te Konya’da doğan Boratav, 1959 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1960 yılında tamamladığı Maliye Teorisi yüksek lisans eğitimi sonunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne asistan olarak girdi. 1964’te, aynı fakültede, iktisat doktorasını tamamladı. 1964 ile 1966 yılları arasında Cambridge Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı. 1972’de doçent oldu. 1974’te Birleşmiş Milletler Cenevre Ofisi’nde danışmanlık yaptı. 1980’de Ankara Üniversitesi Senatosu’nca profesörlüğe yükseltildi. 1983’te Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasaya göre üniversitedeki görevine son verildi. 1984- 1986’da Zimbabwe Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Danıştay kararıyla yeniden Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönen Boratav, bu okuldan 2002’de emekli oldu. Boratav 1997 yılında TÜBA Hizmet Ödülü aldı. Bir dönem Cumhuriyet Gazetesi’nde iktisat yazıları yazan Boratav’ın halen Bir- Gün gazetesinde ve soL Haber Portalı’nda yazıları yayınlammaktadır. Praksis dergisi Danışma Kurulu üyesidir.
 

Hayrola, ‘Yılbaşı haram’ fetvası yok mu?! - TAYFUN ATAY

Önceki gün Hürriyet’in Kelebek ekindeki yazısında Cengiz Semercioğlu gayet güzel yakalamış: Yılbaşına sayılı günler kaldı, ortada ne Noel Baba balonu patlatan var, ne de elinde satır, Noel Babayı sünnet etmeye kalkışan…
Hatırlayın, geçen sene kafasına silah dayayıp sonra tekme tokat bir AVM önünde haşatını da çıkarmışlardı Noel Baba’nın (endişelenmeyin, tabii ki “şov” kabilinden!).


Aynı doğrultuda ben de şu aralar bir boşluk hissetmekteyim! Her yılbaşı öncesi, kendimce kutlamanın bir parçası haline getirdiğim bir şeyin eksikliğini duyuyorum.
Diyanet’in “yılbaşı fetvası”na bir karşı-yazının!.. 

***

Malûm, yıllardır Diyanet İşleri Başkanlığı sokaktaki bir kısım zavallıyı da kışkırtırcasına, onların zorbalık düğmesine basarcasına, Noel’le “iltisak” (bitişme) içine sokarak “Yılbaşı kutlamak haramdır” diye fetva vermeyi de, hutbe yayımlamayı da âdet haline getirmişti.
E, bizim için de her yıl aynı klişe cümlelerle, “Yılbaşı Noel değildir, biz İsa Aleyhisselam’ın (‘sözde’) doğum gününü kutlamıyoruz” diye yazmak âdetten olmuştu.
Bakıyorum, son beş senedir her yılbaşı yazmışım böyle bir yazı; adeta bir “karşıfetva” niyetine!..
Hatta önceki başkana uzun uzun mektup bile döktürmüşüz (kitabıma da aldım onu; bkz. “Parti Cemaat Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri”, Can Yayınları, 2017). 

***

Ama işte hayrolsun ki bu yıl Diyanet’ten şu ana kadar bir hareket yok. Umarım biz de akıllarına düşürmeyiz fetvayı bu yazıyla!..
Aynı paralelde, ortalıkta Noel Baba’yı hacamat etme gösterisi yapan çakma cihatçılar da yok.
Cengiz bunu açıklarken bir hayli kötümser. Diyor ki amaca ulaşıldı. Senelerdir her yılbaşında insanlara eşdost, hısım-akraba beraberce neşeli, mutlu ve geleceğe umutlu bir geceyi çok görenler amaca ulaştı, yeni yıl heyecanı azaldı, ışıksız ve karanlık yılbaşılar yolumuza karşıcı oldu.
Haksız sayılmaz. Yalnız bu açıdan bakınca en önemli etken olarak geçen seneki Reina katliamını da kaydetmek gerekir.
Ve belki Diyanet’in bu yılbaşı sessizliğini de bununla açıklamak söz konusu olabilir.

***

Hatırlayalım, geçen sene 31 Aralığı 1 Ocak’a bağlayan gece ortalığı kan gölüne çevirenlerin bu eyleminden iki gün önce Diyanet hutbesi ortalıktaydı. Şöyle denmekteydi o hutbede:
“Unutmayalım ki ömür sermayesinden geçen bir yılın sonunda kendini ve yaratılış gayesini unutarak değerlerimizle örtüşmeyen, insan hayatına katkısı olmayan gayri meşru tutum ve davranışlar sergilemek bir mümine asla yakışmaz.”
Bundan iki gün sonra gelen IŞİD katliamının ardından Diyanet bu defa en tepe noktasından katliamı kınadı, “Bu bir vahşet, dehşet, cinayet, katliam” dedi.
Elbette herkes acı acı güldü.
Yılbaşı zıtlaşmasının nerelere varacağı, geçen yıl böylesine korkunç şekilde deneyimlendi. 

***

Kim bilir, belki Diyanet de bundan dolayı suskun bu sene!..
Belki ders çıkardı ve bıraktı artık yılbaşıyla uğraşmayı…
Ama belki de yıllardır uğraşa uğraşa toplumda hem bezginlik, hem de dehşete öylesine yol açtılar ki ortalıkta, Cengiz’in dediği gibi yılbaşı heyecanı yok, dolayısıyla maksat hasıl oldu, artık fetvaya da gerek yok!..
Ne dersiniz, hangisi geçerlidir acaba?..
Ben yine de umudu diri tutmaya çalışayım!..
Ne yapılırsa yapılsın, mızrak çuvala sığmaz. Nasıl piyango haram diye bu yıl yine bas bas fetva basılsa da millet vazgeçmediyse bilet almaktan, yılbaşını da öyle ya da böyle kutlayan kutlayacak.
Tabii buna karşı da bir “önlem” olarak 31 Aralığı 1 Ocak’a bağlayan gece Kur’an okumaya çağrı yapanlar var ki bu da ayrı olay… Bunlardan biri sosyal medyada, “Yılbaşı bu, tabii ki kutlamadan olmaz, elbette Kur’an okunacak” gibisinden laflar da etmiş.
Demek ki nasıl Noel aslında Roma’da Mitraizm inancının etkisini kırmak için güneş tanrısı Mitra’nın doğum kutlamasının İsa’ya mal edilmesiyle şekil bulmuşsa, birileri de yılbaşını İslam’a mal etme yolunda Kur’an tilavetinin önünü açıyor.
Bunlar yılbaşını kandile bile çevirir!..
Ne demeli, hay Allah müstahakınızı versin!
Noel’iniz mübarek, yılbaşınız hayırlı olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

24 Aralık 2017 Pazar

AKP, Kudüs ve Osmanlı Yahudileri - TANER TİMUR

Daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni “anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor. 

 Kudüs, New York, komplo, Halk Bankası... İşte bir araya gelmesi zor bir sürü sözcük ki, belli bir konjonktür onları yan yana koydu ve dış politikamızın şifreleri haline getirdi. Gerçekten de Beyaz Saray’daki “Neron” ve New York’taki “tiyatro”, bu ülkede bir süre daha uykuları kaçıracağa benziyor. Daha çok da iş çevrelerinde! Bir iktisatçımıza göre son günlerde iş adamlarını, en fazla, “bir süredir dış politika uygulamalarının tümüyle iç politika kaygılarıyla uygulanması” üzüyormuş! Hele “Batı ile iplerin gerçekten kopma noktasına” gelmiş olması çok ürkütücü imiş! Aralarında Halk Bankası’na verilebilecek cezayı bile tartışıyorlarmış! (E. Sağlam, Hürriyet, 18 Aralık).

Yine de AKP çevrelerinde iyimserlik rüzgârları esiyor ve iktidar sözcüleri gelişmeleri hala seçim gözlükleriyle okumaya çalışıyor. Örneğin AKP’ye yakın bir yazarın kaleminden şu satırları okuyoruz: “Dün birçok araştırma şirketi sahibiyle görüştüm, hepsi aynı şeyi söylüyor: Türkiye kamuoyunda bu davanın inandırıcılığı yok denecek kadar azaldı. Aksine, özellikle ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizmle beraber dava Erdoğan  ve AK Parti’ye yarıyor” (N. Alçı, HaberTürk, 15 Aralık). Sanki sorun sadece AKP’nin seçim barometresiyle ilgiliymiş gibi… Aynı duygularla New York’ta duruşmaları izleyen bir gazetecimiz de davanın çöktüğünü, komplonun farkına varan hâkim Berman’ın “davanın düşmesini” önlemek için manevralar yaptığını müjdelemişti. (S. Turgut, 19 Aralık).

Böylece New York davası bir para aklama davası olmaktan çıkıyor; anti-Amerikanizm ve Kudüs bayrakları altında finans sistemimiz için bir paratoner haline geliyor. Ne var ki bu arada New York’tan da hayli farklı sesler geliyor. Örneğin duruşmalarda Halk Bankası avukatı V. Rocco, M. Hakan Atilla’yı şöyle savunuyor: “Delillerin göstereceği gibi, Mr. Atilla, bir fırtınanın, kitlesel rüşvet, yalan ve entrikadan oluşan uluslararası büyük bir fırtına girdabının ortasında, sadık ve çalışkan bir memurdur; Zarrab’ın bahtsız ve çaresiz piyonlarından biridir”. (N.Y. Times, 16 Aralık).

Hâkim ve jürinin söz konusu “delil”leri nasıl değerlendireceğini yakında öğreneceğiz; fakat şimdiden söyleyebiliriz ki, Avukat Rocco’nun sözleri, teatral tonda da olsa, kulaklarımızda hayattan alınmış bir dramın tınlamasını yapıyorlar. Belli ki New York’ta Ankara’dan çok farklı rüzgârlar esiyor ve farklı hesaplar yapılıyor. Ve bu koşullarda Türkiye’de yanıtlanması gereken temel soru da şu şekilde ortaya çıkıyor: New York’ta görülen davayla bir ilgisi olmayan, fakat tam bu sırada patlak veren Filistin sorununa nasıl bakacağız? Onu iç politikada sıkışmış bir iktidarın, Kudüs Sancağı altında yücelttiği bir “İslam davası” olarak mı göreceğiz? Yoksa olaya “ezilen bir halk”ın davası olarak mı bakacağız?

•••

İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul toplantısında birinci yol seçildi ve bu da hiç kuşku yok ki ne Türkiye, ne de Filistin halkı için hayırlı oldu. Trump’ın bütün dünya tarafından kınanan kararına karşı, bu defa da Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti ilan etmek hakkaniyete hiç de uygun değildi. Ayrıca, bu, sık sık gönderme yapılan BM kararlarına da aykırıydı. Kudüs üç semavi dinin de kutsal şehridir ve statüsü de buna uygun olmalıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler daha 1947’deki kararında Kudüs’ü “Corpus separatum” olarak nitelemiş ve kendi denetiminde özel bir statüye sokarak siyasal çekişmelerden uzak tutmaya çalışmıştı. Daha sonraki kararlarında da BM hep bu ruha sadık kaldı. Geçen hafta Mısır’ın girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve sorunun “müzakere yoluyla çözülmesini” öneren tasarı da İstanbul’da oylanan karardan farklı ve çok daha ılımlı idi.

Kısaca, Genel Kurul’da büyük çoğunluğun bu kararı desteklemesinin de gösterdiği gibi, bu konuda uluslararası camiada bir konsensüs oluşmuştu.

Gerçekten de daha 1980’de İsrail Meclisi, Kudüs’ü “başkent” ilan edince BM Güvenlik Konseyi harekete geçmiş ve 478 sayılı kararı ile bunu “hükümsüz” saymıştı. Oysa 478 sayılı karar sahadaki fiili işgal durumunu değiştirmiyordu. Peki, bu duruma nasıl gelinmişti? Bu koşulların oluşmasında ecdadımızın payı neydi? O halde başından başlayalım ve bu tabloya temel teşkil eden Osmanlı mirasıyla ilgili tarihi bir gezinti yapalım.

•••

Kudüs, Osmanlı egemenliğine Yavuz Selim’in Mısır seferi (1517) ile geçmişti ve bu egemenlik tam dört yüz yıl sürdü. Ne var ki bu kadim şehrin tarihi kavgalarla doludur ve bu kavgalar Osmanlı döneminde de devam etti. Bölge tarihçisi E. H. Cline’a (Jerusalem Besieged, 2005) göre Kudüs, binlerce yıllık tarihinde iki kez tahrip edilmiş, 23 kez kuşatılmış, 52 kez saldırıya uğramış ve 44 kez de zapt edilmişti.

Yavuz, Mısır seferinde Halife Mütevekkil’den çok Mekke Şerifi’ne önem vermiş ve ondan “iki kutsal şehrin hizmetkârı” (Hadim-ül Haremeyn el-Muhteremeyn) sıfatını almıştı. Aslında daha 1492’den itibaren İspanya ve Portekiz’den kaçmak zorunda kalan Yahudiler Osmanlı Devleti’nde çeşitli bölgelere ve büyük şehirlere yerleşmişlerdi. Özellikle İstanbul 44 Sinagogu ve 30.000’i bulan Yahudi nüfusu ile Avrupa’nın en kalabalık Musevi nüfusu olan şehri haline gelmişti. Kudüs’te 1488’de 70 Yahudi ailesi varken 16. yüzyıl başlarında 1500 kadar aileden oluşan bir cemaat ortaya çıktı. Kudüs ve Mescidi Aksa, İslam dünyasında kutsallık açısından (Mekke’deki Mescidi Haram ve Medine’deki Mescidi Nebevi’den sonra) üçüncü sırayı işgal ediyordu. Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman döneminde şehir barış ve huzur içinde yaşadı. Kanuni şehri bir surla koruma altına aldırmış; su kanallarını yenilemiş; çeşmeler yaptırmıştı. Eşi Hürrem Sultan da bir külliye ile şehrin canlılığına katkıda bulundu.

Kanuni devrinde banker Yasef Nassi, IV. Mehmet zamanında da Sabetay Sevi Yahudi gücünün simgeleri oldular. Osmanlı Yahudilerinin tarihini yazan Moise Franco, eserinde, “Türkiye’de Yahudiler bu dönemde o kadar özgür oldular ki, diyordu, saf, fakat uğradıkları bunca zulümden sonra doğal bir hayalcilik kendilerini yakında bir peygamberin geleceğine inandırdı”. Bilindiği gibi 17. yüzyılın ortalarında, Sabetay Sevi’nin şahsında, bu peygamberin geldiğine de inandılar. Oysa tımar sisteminin giderek bozulması ve merkeziyetçiliğin zayıflaması ile Kudüs tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemde Kudüs’te merkezi iktidara karşı önce yerel beyler, sonra da Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar güç kazandılar. Ayanlık sistemi Kudüs sancağının güçlü yerel ailelerin (Tûkan, Halidî, Hüseynî) eline geçmesine yol açmıştı. (TDV İslam Ansiklopedisi, Kudüs, Kamil Cemil el Aselî).

•••

17. yüzyılda Osmanlı Hıristiyanları arasında Ortodokslar çoğunlukta olsalar da Latin Kilisesi’nin himayesi Katoliklere bir üstünlük sağlıyordu. Özellikle Fransa 1659 kapitülasyonları ile Osmanlı Devleti’nde ayrıcalıklar elde etmişti. 1740 kapitülasyonları bunları daha da pekiştirdi. 100 yıl kadar sonra ise, Rusya, Mısır valisi karşısında acze düşmüş bir sultana karşı harekete geçiyor, Kutsal yerlerin himayesini sağlamak üzere Dersaadet’e tam yetkili Mençikof’u elçi olarak gönderiyordu. Oysa bu tablo sadece Fransızları değil, Protestan İngilizleri de korkuttu ve hep birlikte Sultan’ın yardımına koştular. Kutsal topraklar Rus çarının keyfine terk edilemezdi. Kırım Savaşı bu koşullarda başladı.

•••

1848 devriminden sonra Avrupa’da özgürlüklerine kavuşan ve büyük bir finans gücü oluşturan Yahudiler de Kırım Savaşı’ndan sonra Kudüs’e farklı gözlerle bakmaya başlamışlardı. Savaşı finanse edenler arasında ünlü Yahudi ailesi Kamondo’lar da vardı. Savaştan sonra Yahudilerin en büyük dost ve koruyucuları da III. Napolyon oldu. 1860’da Fransa’da kurulan Evrensel Yahudi Birliği (Alliance Israelite Universelle) kısa zamanda bütün ülkelerde şubeler açmış ve 1867 yılından itibaren de Osmanlı Devleti’nde okullar kurmaya başlamıştı. Birliğin Osmanlı şubesini Kamondo’lar yönetiyordu ve aile üyeleri, sarrafı oldukları Fuat Paşa’dan da Mecidiye nişanı almışlardı. (Nora Şeni, Les Camondo, 1997). Aynı yıl Birlik kurucularından Charles Netter, örgüte, Doğu ülkelerinden Yahudi kutsal topraklarına (Erez Israel) bir göç sağlamak ve bu topraklarda tarımsal yerleşme birimleri kurmayı önermişti. Netter bu amaçla Erez Israel’e yollandı ve bu girişimlerin sonucu olarak da, iki yıl sonra, Yafa civarında 2600 dönümlük bir arazi üzerinde bir okul kuruldu. Yine 1869 yılında, Birlik’in kuruluşunda en çok yardımda bulunanlardan M. Hirsch, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayacak demiryolu hattının imtiyazını alıyor ve işe başlıyordu. Yine de Yahudilerin Erez Israel’e yerleşme konusunda en büyük girişimleri, Theodore Herzl sayesinde Abdülhamit döneminde gerçekleşecektir.

•••

Bir Avusturyalı Yahudi olan Theodore Herzl, 1896’da yayınladığı eserle (Der Judenstaat- Yahudi Devleti) Siyonizm’in temellerini atmıştı ve aynı yıl İstanbul’u ziyaret etti. Bu ziyaretinde bazı Osmanlı yöneticileri ile görüşme imkânı bulmuş, fakat bir şey elde edememişti. Yılmadı, ertesi yıl Bâle şehrinde toplanan Siyonist Kongre’de iskân planlarını açıkladı. Kongre, Herzl’in önerisi ile Abdülhamit’e de “Yahudilere karşı iyi tutumundan ötürü” bir teşekkür telgrafı yollamayı ihmal etmemişti. Ne var ki bir yıl sonra Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’e yaptığı ziyaret oyunu bozuyor, sahneye yeni ve güçlü bir aktör çıkarıyordu. Herzl yine yılmadı; onunla da görüşme olanağı buldu ve İmparator’a Yahudi iskânının bölgeyi nasıl refaha kavuşturacağını anlattı. Oysa Wilhelm’in Yahudilere hiç de sempatisi yoktu ve bölgenin daha çok Almanlar tarafından iskânını tasarlıyordu.

1901’de Herzl bu kez de Abdülhamit’in huzuruna çıktı. Görüşmeyi Sultan’ın güvenine sahip olan şarkiyatçı A. Vambery sağlamıştı. Sultan’a heyecanla Yahudilerin sadakatini anlatıyor, Osmanlı Devleti’ne Yahudi bankerlerden sağlayacağı kredileri dile getiriyordu. Görüşme dostça geçti; Sultan kendisinden bir plan yapmasını istedi ve Herzl de umutla Paris ve Londra’nın yolunu tuttu. Ne var ki orada beklediğini bulamamış; görüştüğü bankerler “tarihi yardım” kredisine sağır kalmışlardı. Kaldı ki ertesi yıl Herzl tekrar Dersaadet’in yolunu tuttuğu zaman Osmanlı ricalinin de çok farklı planlar içinde olduklarını görmüştü. Abdülhamit, bu konuda eser veren tarihçilere (Walter Laqueur, Simon Doubnov) göre, çıkarcı ve rüşvetçi bir çete tarafından kuşatılmıştı. Sadece İzzet Paşa, Herzl’den bir milyon sterlin rüşvet istemişti. Onlara göre Yahudiler Kutsal topraklarda toplu şekilde değil, ancak gruplar halinde eyaletlere dağılmış olarak iskân edilebilirdi.

•••

Durum Jön Türk Devrimi ve İttihatçı yönetim zamanında da değişmedi. Aralarında güçlü Yahudiler, Yahudi sempatizanları ve dönmeler olmasına rağmen bu dönemde Türkçülük, İslamcılığın yerini almış, Siyonist planlara set çekmeye başlamıştı. Kaldı ki kısa süre sonra ülke kendisini savaş içinde buldu ve 1917’de de General E. Allenby Kudüs’ü teslim alıyor, Filistin’de otuz yıl sürecek olan İngiliz mandası fiilen başlıyordu. Kudüs’te 1882’de 24 bin olan Yahudi nüfusu 1914’te 85 bine çıkmıştı. Bu tablo gösteriyor ki Herzl’in özlediği “Yahudi Devleti”nin temelleri aslında Osmanlı döneminde atılmıştı.

•••

İsrail Devleti 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Günü gününe iki yıl sonra da Türkiye’de Demokrat Parti iktidara geliyor ve Türk dış politikasında yeni bir dönem başlıyordu. Tam anlamıyla Batı uyduluğu şeklini alan bu diplomaside “ezilen halklar” ve “kurtuluş savaşları” diye kavramlar yoktu. Bu dönemde Cezayir halkına bile ihanet edilmiş ve BM’de hep “Cezayir Fransa’nındır” diye oy kullanılmıştı. Bu yüzden DP’yi tarihi referans kabul eden bir partinin bu  günlerde kopardığı ve MHP’li ülkücüleri de peşinden sürükleyen Kudüs fırtınası kimseyi yanıltmamalıdır. Aslında Menderes politikası bu kez İslamcı sosla sunulmakta, daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni “anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor.

Taner Timur / BİRGÜN

Tam Atatürkçü oluyorlardı ki Kudüs imdada yetişti! - FATİH YAŞLI

Trump’ın ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklamasının ardından İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Erdoğan’ın çağrısıyla İstanbul’da olağanüstü toplandı. Havuz medyası Erdoğan’ı İslam dünyasının lideri, İstanbul’u da hilafetin başkenti ilan etti etmesine ama mevzu Türkiye’nin İİT’nin dönem başkanlığını üstlenmiş olmasıyla ilgiliydi, çağrıyı kaçınılmaz olarak Türkiye yapacaktı yani. Dolayısıyla ortada liderlik, kendiliğinden inisiyatif alma falan yoktu, zaten katılım da son derece düşük profilli oldu, çoğu ülke bakanlarını dahi toplantıya göndermedi.

Toplantının sonuç bildirgesinden “Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıma kararı” çıktı, daha doğrusu Türkiye kamuoyuna böyle söylendi. Oysa Yalçın Doğan’ın 18 Aralık’taki köşe yazısında belirttiği üzere Türkçe metinle İngilizce metin arasında fark vardı. Türkçe metinde “Başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’ni tanıdığımızı teyit ederken, tüm dünyayı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya  davet ediyoruz” denilirken, İngilizce metinde “Filistin Devleti’ni tanıdığımızı teyit ederken, bütün dünyayı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya davet ediyoruz” cümlesi yer alıyordu.

Ortada ABD’ye ya da İsrail’e yönelik somut bir adım atma kararı olmadığı gibi, zirveden ortak bir Kudüs’ü tanıma kararı bile çıkmamıştı yani. Ayrıca Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğunun söylenmesi hiç de ABD ve İsrail’in tekerine çomak sokmak anlamına gelmiyordu; çünkü bu, Batı Kudüs’ün İsrail’e ait olduğunun kabulü anlamına geliyordu. Zaten Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da ABD’yi fazla kızdırmamak istediklerini ispatlar nitelikte bir açıklama yaparak şöyle diyecekti: “Bu, Amerika’nın kararına bir misilleme olarak görülmemeli. Zaten birçok ülke, biz de dâhil, fiilen Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak tanır gibi muamele ettik şu ana kadar. Bizim oradaki başkonsolosluğumuz bir büyükelçilik gibi çalışıyor. Bunun resmiyet kazanması önemli.”

Sonrasında Erdoğan Karaman’da yaptığı konuşmada Doğu Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararının somut bir karşılığı olmadığını, büyükelçiliği Doğu Kudüs’e taşımayı, tıpkı Gazze ziyareti gibi belirsiz bir geleceğe erteleyerek gösterdi. Erdoğan konuşmasında şöyle diyordu: “Biz Filistin’in başkenti olarak Kudüs’ü çoktan ilan ettik. Kudüs şu anda işgal altında olduğu için oraya gidip Büyükelçiliğimizi açamıyoruz. Ama bizim Başkonsolosluğumuz bile Büyükelçi ile temsil ediliyor, Fiili olarak biz bu işi yapmışız İnşallah o günler de yakın ve Büyükelçiliğimizi hayırlısıyla orada açacağız.”

Başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere petrol şeyhlikleriyle arada ciddi birtakım gerilimlerin olduğu biliniyordu, Kudüs meselesi ise bunun tuzu biberi oldu. BAE Dışişleri Bakanı Abdullah Bin Zayed sosyal medyada 1. Dünya Savaşı’na gönderme yaparak, Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahrettin Paşa’yı hırsızlıkla itham etti ve “Erdoğan’ın dedelerinin Araplarla ilişkileri buydu” dedi. Erdoğan’ın buna verdiği yanıt, tarihten daha önce hiç sahiplenmedikleri bir figürü, Fahrettin Paşa’yı çekip çıkarmak ve kahraman ilan etmek oldu. Oysa Fahrettin Paşa Medine’yi İstanbul hükümetinin imzaladığı Mondros Mütarekesi’ne rağmen ve üstelik İslamcıların “Atatürk’ü Samsun’a o gönderdi” dedikleri Vahdettin’in baskılarına karşı koyarak savunmuştu. Dahası, Erdoğan henüz altı ay önce “Araplar Türkleri arkadan vurdu” söylemine karşı çıkarken, birden aynı söylemi benimsiyor ve Zayed’e “Benim ceddim Medine’yi savunurken senin dedelerin ne yapıyordu?” sorusunu yöneltiyordu.

Nihayetinde Kudüs ve Filistin konusundaki daha önceki kararları bilinen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na, olumlu sonuç çıkmasına garanti gözüyle bakıldığı için bir tasarı sunuldu ve beklendiği üzere Genel Kurul’dan, dünya ülkelerinin Kudüs’ün İsrail’in başkenti ilan edilmesine karşı takındıkları tavrı tasdik eden bir karar çıktı. Bu ise elbette ki iç kamuoyuna diplomatik bir zafer, uluslararası bir başarı olarak sunuldu. Oysa herhangi bir ülke de benzer  bir tasarı sunsa, herhangi bir özel çaba harcamadan benzer bir kararı Genel Kurul’dan çıkartabilirdi, çünkü dediğimiz gibi dünyanın meseleye bakışı belliydi.
Tüm bu –mış gibi yapma siyasetinin gerisinde ne vardı peki? Elbette ki dışarıda yaşanan izole olma halinden ve içerideki tabanı tahkim etme konusunda yaşanan sıkıntıdan kaçış arzusu. Kudüs, tam da ABD’de İran ambargosunu delme davasının görüldüğü günlerde, uluslararası arenada yeniden aktif ve meşru bir şekilde yer almanın manivelası olarak kullanıldı. İçeride ise hem ABD’yle savaş algısı güçlendirildi hem de Suriye siyasetinin iflası sonrası boşa düşen İslam dünyasının liderliği iddiası yeniden sahiplenildi.

İçte ve dışta yaşanan sıkışma nedeniyle neredeyse Atatürkçü olunuyordu ki Kudüs imdada yetişti de -en azından bir süreliğine- buna gerek kalmadı!

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Planlı eskitme ve Phoebus karteli - Anıl Aba

Ütüsünden televizyonuna, buzdolabından tost makinesine neredeyse bütün “dayanıklı” tüketim mallarının, sanki özellikle o günü bekliyormuşçasına, garanti süresi dolduktan birkaç hafta içinde bozulduğunu fark etmişsinizdir. Ya da cep telefonu ve yazıcı gibi elektronik zımbırtıların giderek daha fazla hassaslaştığını…

Teknoloji ilerliyor ama her nasılsa ürünlerin ömürleri kısalıyor ve kaliteleri düşüyor. Vaktiyle evladiyelik diye alınan şeyler günümüzde birkaç yıl ancak dayanıyor. Yatak odası çekmeceleri elektronik çöplüğe dönmüş durumda. Bunun tesadüf eseri ya da mecburiyetten böyle olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bu tezgâhın ardında “planlı eskitme” denen üretim politikası var.

Phoebus kartelinin rolü
Planlı eskitme ilk kez General Motors CEO’su Alfred Sloan Jr. tarafından, 1920’li yıllarda artık doygunluğa ulaşan Amerikan otomobil sektörü için düşünülmeye başlandı. Çünkü kâr odaklı bir sistemi sürdürmek için şirketlerin her yıl artan miktarda mal ve hizmet satması gerekir. Fakat bir kere alan bir daha almazsa, sistem zamanla doygunluğa ulaşır ve dönemlik satışlar azalmaya başlar.
Mesela Edison’un ilk ticari ampulünün ömrü ortalama 1500 saat kadardı. 1920’lere gelindiğinde, ilerleyen teknoloji sayesinde, ampullerin ömrü 2500 saate kadar çıkartılır. Fakat durumu çakozlayan Osram, General Electric, General Electric Overseas Group, Phillips, Tungsram, AEI ve La Compaigne des Lampes’den oluşan dünyanın en büyük yedi ampul üreticisi 1924 senesinde yaptıkları bir toplantıyla Phoebus kartelini kurup ampullerin ömürlerini, kasıtlı olarak, 2500 saatten 1000 saate düşürme konusunda anlaşır. Buna göre hiçbir şirket 1000 saatten daha uzun ömürlü ampul üretmemeli ve o yönde reklam yapmamalıdır. Hatta, bağlayıcı olması için, bu anlaşmaya uymayanlara ceza kesilir. Bunun üzerine şirket mühendislerinden oluşan bir araştırma timi kısa ömürlü ve dayanıksız ampuller üretmek için testler yapmaya başlar. Zamanla 1000 saat küresel bir standart haline gelir. Yıllar içinde daha kaliteli, hatta birinin ömrü 100.000 (yüz bin) saat olan, ampul patentleri alınsa da bunların hiçbiri yedi büyük firmanın tekelini kırıp piyasaya sürül(e)mez.

Özellikle bozulsun diye üretim yapmak
İlk kez 1940’lı yıllarda satışa sürülen naylon külotlu çorapların tanıtımında arkadaki arabayı öndekine naylon çorapla bağlayıp çekerler. Çorapta tek bir kaçık dahi olmaz. Tabii Amerika’daki bütün kadınlar bu çorabı aldıktan sonra satışlar durma noktasına gelir. Çünkü bir kere alanın bir daha almasına gerek kalmaz. DuPont şirketi, çözüm olarak, kimya mühendislerine daha dayanıksız çoraplar üretmesi için talimat verir. Böylece giyerken tırnağınız değse kaçan çoraplar üretilmeye başlanır ki birkaç ayda bir gidip yenisini almak zorunda kalasınız.

Yazıcı firmaları esas parayı yazıcıdan değil mürekkepten kazandığından yazıcılar genelde çok pahalı olmaz. Ancak HP, Canon ve Epson gibi yazıcı şirketleri, daha fazla kartuş satmak için, yazıcılarının içine baskıların renginin solmasını programlayan bir çip yerleştirir (bkz. The Lightbulb Conspiracy belgeseli). Aynı çip sayesinde daha önce belirlenen bir baskı adedine ulaşıldığındaysa yazıcı kendini kilitlemektedir. Böylece kartuşta hala yeteri kadar mürekkep olmasına rağmen kartuşu değiştirmeniz, 8-10 kartuştan sonra da komple yazıcıyı değiştirmeniz gerekir. Bu artık planlı eskitme falan da değil, direkt düzenbazlık.

Romalıların yaptığı yollar bugün hâlâ sapasağlamdır ama bizim KGM 3-5 senede bir yolları yeniler. Çünkü aynı şirketlerin tekrar tekrar ihale alması için özellikle kalitesiz asfalt kullanılmasına göz yumulur. Böylece vatandaşın refahı inşaat şirketlerine rant olarak aktarılır. Atlantik’in ötesinde durumun daha farklı olduğunu sanmayın zira Amerika’da da yol bakımı bitmez.

Metrobüste dikkat etmişsinizdir, insanların elindeki çoğu telefonun ekranı çatlak. Alır almaz kutusunu açarken düşürüp kıranlar bile var. Yani şuradan beş tane mühendis çevirip ilk düştüğünde kırılacak, her güncellemede yeni sorunlar çıkaracak, şarjı hemen bitecek, bataryası değiştirilemeyecek, tamir edilmesi engellenecek bir telefon tasarlatsak ortaya iPhone çıkardı. Özellikle, dayansın diye değil, bozulsun diye tasarlanmış bir ürün resmen.

Bu gibi düzenbazlıkların incelikleri üniversitelerin MBA programlarında “Strategic Management Techniques” falan gibi janjanlı başlıklarla ders diye anlatılır. Tezgâhı kapitalistler ve yöneticiler kurar; uygulamasını da mühendisler yapar.

Tüketim kültürü ve algısal eskitme
Planlı eskitme işin bir boyutu. Diğer boyutuysa “algısal eskitme.” Kimi zaman kullandığınız ürün materyal olarak eskimemiş ya da bozulmamış olmasına rağmen gidip yenisini alırsınız. Çünkü yeni model daha havalı ve daha gösterişlidir. Bugün birçok insan cep telefonunu, dizüstü bilgisayarını, tabletini sırf yeni çıkan modeli almış olmak için değiştirir.

Bugün elinde aptal bir telefonla görünen bazı insanlar refleks gösterip “öteki telefonu tamire verdim de” gibilerinden bir açıklama yapma gereği duyuyor. Çünkü herkesin son model telefon kullanarak sosyoekonomik statüsünü sergilediği bir ortamda eski bir telefon kullanmanın mutlaka makul bir mazereti olmalı!

Moda sektörü zaten tamamen algısal eskitme üzerine kurulu. Her sezon başka renkler, başka tasarımlar “moda” oluyor. Geçen yaz giydiğiniz kıyafetler, eğer çamaşır makinesinden hâlâ sağlam çıkmayı başarabildilerse, demode ilan ediliyor. Güzel bir film uyarlaması da yapılan Devil Wears Prada romanında sezonluk kıyafet modasının nasıl birkaç şirket tarafından belirlendiği eleştirel bir dille anlatılır, tavsiye ederim. Modası geçen eski kıyafetler de bazen nezaketen Güneydoğu illerimizdeki okullara, ama çoğu zaman da çöpe gidiyor.

Pek çok bilgisayar oyunu da genelde algısal eskitmeyle yeniden satılır. FM 2017’den 2018’e oyunun özünü etkileyen pek bir yenilik olmazken genelde en önemli değişiklik takım kadroları olur. Kimse eski kadrolarla oynamak istemediğinden millet her sene yeni oyuna yüzer lira bayılıp SI Games’i zengin etmeye devam eder. Halbuki her sezon beş liraya resmi bir transfer güncellemesi satılsa…

Aynı yöntem ders kitaplarına da uygulanır. Misal, 1980’lerden beri mikroekonomide üniversite ders kitaplarına giren çok önemli bir yeni bilgi yoktur. Hatta benim bir hocam mikroekonomiyi Alfred Marshall’ın 1890 yılında çıkan asırlık kitabından anlatırdı; üç aşağı beş yukarı aynı fasaryalar. Ama gelin görün ki yayınevleri para kazansın diye her üç senede bir yeni bir edisyon çıkar. Bir iki renkli grafik konulur, birkaç ünitenin yeri değiştirilir, iki kısa ünite tek başlıkta birleştirilir, uzun bir ünite ikiye bölünür, ünite sonlarındaki soruların numaraları karıştırılır ki öğrenciler dersi ve tahtadaki soruları takip etmekte zorluk yaşasın. E zaten piyasanın yüzde 85’i birkaç tane yayınevi ve 8-10 yazarın kontrolünde. Yasal dolandırıcılıktan başka bir şey değil… Fakat liberaller tüm bu düzenbazlıkları “silah zoruyla mı satıyorlar, istemiyorsan alma” diye savunuyorlar. Resmen utanç verici.

Sosyalist alternatif?
Eski İstanbul’da şemsiye tamircileri vardı. Evladiyelik şemsiyeler arıza yaptığında hemen gidip yenisi alınmaz, tamir ettirilirdi. Şimdiyse her yağmur yağdığında çöpler kırılmış şemsiyelerden geçilmiyor. Ya da eskiden, liseliler bilmez, cebimizde bez mendil taşırdık. Kirlendikçe hafta sonu zaten çalışacak olan makineye atar, yıkayıp yıkayıp tekrar kullanırdık. Ama artık kullan-at kâğıt mendiller kullanılıyor. Mesela Küba’da gezerken dikkatimizi otobüs duraklarında çakmak gazı dolumu yapıp çakmak taşı değiştiren yaşlı dayılar çekmişti. Bizdeyse artık ekseriyetle plastik kullan-at çakmaklar kullanılıyor. Bazılarının dolum deliği bile yok, bittiğinde atmak zorundasın. Neden?
Çünkü kapitalizm…
Adam çakmak fabrikasını boşuna mı kurdu oraya?
Kâr etmesi lazım ve kâr etmek için her türlü tezgâh itinayla kurulur.

Bugün bir sürü ürünün tamir edilmesi kasten engelleniyor (bkz Apple ürünleri). Bazılarını tamir ettirmek yenisini almaktan pahalıya geliyor. Kimi ürünlerin yedek parçasını bulmak başlı başına bir dert. Hatta resmi yetkili servisler bile arızalı ürünü tamir etmek yerine size yenisini almanızı tavsiye ediyor. Sistem bunun üzerine kurulu. Günümüz Amerika’sında alınan malların yüzde 99’u altı ay içinde çöpe atılıyor. Ve eğer bütün dünya ortalama bir Amerikalı kadar tüketecek olsa dört tane daha dünyaya ihtiyacımız olurdu.

Şimdi bir de bu sistemin yarattığı atık tepelerini, bu tezgâhı sürdürmek için yapılan reklam ve pazarlama harcamalarını, bu kadar üretimi yapmak için kullanılan enerjiyi, doğaya verilen zararları, kirletilen havayı, kesilen ağaçları, boşuna harcanan onca emeği düşünün…

Sırf ekonomi büyüsün, “yüzde bir” daha da zengin olsun diye şu çevrilen dümenlere bakın. Bundan daha verimsiz, daha ahlâksız, daha fazla israf yaratan bir sistem herhalde isteseniz de tasarlayamazsınız. Yanlış anlaşılmasın; planlı eskitme sistemin bir çarpıklığı falan değil, aksine, serbest piyasa kapitalizminin normal işleyişinin bir sonucu. Kapitalizm ancak bu gibi yöntemlerle varlığını sürdürebilir.

Geçen bir dersimde sosyalizmi konuşurken öğrencilerden biri, biraz alaycı bir tonla, “Hocam öyle diyorsunuz da Sovyetler Birliği’nde de insanlar 30 sene boyunca aynı kazağı giyiyorlarmış” demişti. Ben de “İyi ya işte, demek 30 sene dayanacak kalitede kazak üretmişler demek” diye cevap vermiştim. İnsanlar tüketim kültürünü o kadar içselleştirmişler ki iki yıkadın mı sünen markalı kazakları her yıl yenilemenin bir kazanım olduğunu düşünüyorlar.

Eskiden “Sovyet malı gibi sağlam” diye bir laf vardı. Doğu Almanya’da ve Sovyetler Birliği’nde üretilen ürünlerin çoğu bugün hâlâ çalışır. Dünyanın en iyi oto tamircileri Kübalıdır. Sosyalizmde üretim kâr amaçlı yapılmadığı için planlı ve algısal eskitme gibi dümenler çevrilmez. Mevcut teknoloji, eldeki maddi kaynaklar ve emek gücü doğru optimizasyonla ürünlerin maliyetlerini düşürecek, kalitelerini artıracak ve kullanım süresilerini uzatacak şekilde planlanır. Bunu yaparken doğaya verilen zararlar ve diğer dışsallıklar da hesaba katılır. Hatta halk, üretilen ürünlerin içeriğinde ve kullanım şeklinde söz sahibi olmalıdır. Dolayısıyla “telefon yaptım ama bataryasını değiştiremezsiniz” diye bir dayatma olmaz.

“Sadece büyümüş olmak için büyümek kanser hücresinin ideolojisidir” der Edward Abbey. Kapitalizm tam da bu ideolojiyle dünyayı ve üzerinde yaşayan insanları planlı bir şekilde eskitmeye devam ediyor. Sistem içinde bir çözüm var mı?
Ben göremiyorum, görenler varsa yeşillendirsin. Kapitalizm o kadar çelişkilerle dolu ve o kadar yozlaşmış bir sistem ki düzeltmek mümkün değil. En azından bu zamana kadar düzeltebilen olmadı. Boşuna dönüp İsveç’e bakmayın zira IKEA da işin içinde.

Anıl Aba - Tyumen Üniversitesi İleri Araştırmalar Okulu
BİRGÜN / PAZAR 

Yoksa FETÖ hâlâ iktidarda mı? - ALİ SİRMEN

Mustafa Fehmi Kubilay’ın 23 Aralık 1930’da laik Cumhuriyet karşıtları tarafından, vahşice şehit edilmesinin yıldönümünde Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın imzasıyla yayımlanan bildiride, önceki yılların aksine, laikliğe vurgu yapılmaması eleştirilere de yol açtı.
Hulusi Akar’ın laiklik konusundaki çekingenliğini anlamak zor değil. Asker olup da laiklik konusundaki kaygılarını dile getirenler hep Fethullahçılar tarafından kumpas davalarının içine sürüklenmişlerdir.
Ergenekon, Balyoz ve onların foyası meydana çıkınca ardından gelen 28 Şubat davalarından bahsettiğimi anlamışsınızdır sanırım. 

***

Bu hafta, şu anda FETÖ’cülükten tutuklu eski savcı Mustafa Bilgili’nin hazırladığı iddianame doğrultusunda Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan ve sanıklarının altmışı hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen, 28 Şubat davasıyla ilgili son gelişmeleri izlerken yıllar öncesine gittim.
1990’ların Erbakan’ın iktidar döneminde Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği laiklik ile ilgili bir toplantıdaydım. Katılımcılar arasında laiklik karşıtı tehditleri yakından izlediği anlaşılan eski Harp Akademileri Komutanı Emekli Orgeneral Kemal Yavuz da vardı. Bir ara söz Fethullah Gülen’e gelince Kemal Yavuz şunları söyledi:
- Bütün bu laiklik karşıtı tehditler içinde en tehlikelisi kuşkusuz Fethullah Gülen’dir ve baş düşmanı kendisiyle amacı arasında bir engel olarak gördüğü TSK’dir. 

***

Rahmetli Kemal Yavuz haklıydı. Fethullahçılar, AKP tarafından iktidarın köşe başlarına yerleştirildiklerinde, hemen baş düşmanları TSK içinde karşıtları olarak algıladıkları kişileri tasfiye etmek üzere kumpas davalarını birbiri ardına patlattılar.

 Bu davalar yoluyla insanlar yıllarca süründürüldüler, hapislerde çürütüldüler, ölüme itildiler, hukuka aykırılık usul oldu, zulüm adalet. Ve iktidarın AKP kanadının Fethullahçıları kendileri için de tehdit olarak görmeleri sonucunda patlak veren iktidar kavgasıyla sona erdi rezalet.
İktidar kavgasının ilk aşamasında sanıldı ki Fethullahçılar iktidardan düşmüşler, gerçekler de ortaya çıkmıştı. 
 
Gerçekte ne olmakta olduğunu son haftanın olaylarıyla görelim:
FETÖ’den sanık olarak İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan eski İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, tanık olarak dinlenmesini talep ettiği eski İçişleri Bakanları’ndan Mehmet Ağar’ın mahkemedeki ifadesi ve kendisine kefil olması üzerine ev hapsine tabi olarak tahliye edilirken Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan, FETÖ’den tutuklu savcı Mustafa Bilgili’nin açtığı 28 Şubat davasında sanıkların yeni tanıklar dinlenmesi ve iddianameyi hazırlayan Mustafa Bilgili hakkında Yargıtay’dan verilecek kararın beklenmesi talepleri reddedilerek, esas hakkında mütalaaya geçilmesine karar veriliyordu. 
 
Fethullahçılıkla suçlanan, eski Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, Mehmet Ağar’ın “Tanırım, iyi çocuktur” kefaleti üzerine tahliye edilirken aralarında eski Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın da bulunduğu emekli askerlerin altmışı hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenen davada bir an önce karara gidilmesinin önü açılıyordu. 
 
Öte yandan, TRT’yi FETÖ’cülerle doldurmakla suçlanan eski TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in “Samanyolu TV’nin Fethullahçı olduğunu bilmiyordum. Ben onları FETÖ’cü diye değil, AKP’li diye TRT’ye aldım” yollu savunması üzerine, hakkındaki dosya Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı’nın takipsizlik kararı ile kapatılırken, yapılan açıklamalara bakarsanız, FETÖ ile mücadele bütün hızıyla sürüyordu. 
 
Bu arada bütün bu gelişmeleri izleyip olayları değerlendirenler de haklı olarak soruyorlardı:
- Yoksa FETÖ hâlâ iktidarda da kimsenin haberi mi yok?

Ali Sirmen / CUMHURİYET