3 Ocak 2018 Çarşamba

Kendisine ‘kadından korktu’ dedirtmeyen erkek - MİNE SÖĞÜT

Bir düşünün... 
Hangi erkekler kendilerine “kadından korktu” dedirtmezler? 
Hangi erkekler kendilerine “kadından korktu” dedirtmemek için her şeyi göze alırlar. 
Hangi erkekler kendilerine “kadından korktu” dedirtmemekle tarif edilebilecek kadar ağır bir psikoloji taşırlar? 
Bizimki gibi muhafazakâr üçüncü dünya ülkelerinde erkekler net bir şekilde ikiye ayrılırlar.
 Kadınlardan korkanlar ve korkmayanlar. 
Saygıyı korku diye kodlayan cahil toplumlar, kadına değer veren, kadın üzerinde iktidar kurmaya heveslenmeyen, ayrımcılık yapmayan, eşitlik algısı gelişmiş erkeklere korkak damgası vururlar. 
Korkaklar onların gözünde aynı zamanda kılıbıktır. 
Beceriksizdir. Eziktir. İktidarsızdır. 
Hiçtir. 
Kadından korkmayan erkekse... 
Kadını hor gören, onu aşağılayan, yasaklarla kuşatan, ona söz hakkı tanımayan... 
Onu kıskançlıklarla köşeye kıstıran... 
Kadının varlığını, hiçe sayan... 
Dilediği zaman döven, kendini tutamadığında öldürüveren... 
Kadın üzerinde her türlü hakkı kendinde gören erkektir. 
Güçlüdür. Egemendir. Galiptir. İktidar sahibidir.
Heptir. 
O yüzden ülkenin iktidara talip tek kadın lideri Cumhurbaşkanı için; 
Erdoğan kendine bir kadından korktu dedirtmez. Ülkemiz adına rahat olun” dediğinde... 
Rahat değil aksine çok rahatsız olmak gerekir. 
Kendisine “kadından korktu dedirtmeyecek” bir politik lider, hem kendisi için hem de toplum için çok tehlikelidir. 
Biliriz ki, bu ülkede, kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek kültürü yüzünden geçen yılın ilk dokuz ayında tam 328 kadın öldürülmüştür. 
Bu ülkede, kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek kültürü yüzünden son on yılda 250 bine yakın çocuk cinsel istismara uğramıştır. 
Bu ülke kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek kültürü yüzünden çocuk istismarında dünya üçüncüsü olmuştur. 
Kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkekler, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde dehşet saçarlar. 
Ve anneler hâlâ kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek evlatlar doğururlar. 
Bu karanlık döngüyü besleyen ve destekleyen iktidar yüzünden... 
Kadınlar yıllar içinde kazandıkları tüm hakları hızla kaybediyorlar. 
Toplumdaki eşitlikçi yerlerinden edilip kıyılara, köşelere sürülüyorlar. 
Kadınların kafalarını ve kalplerini dış dünyaya kapatmayı marifet sayan eril ve mütecaviz siyaset... 
Aklına ve iktidarına mahkûm edilen kadınlığı, zar zor kırılmış kalın kabuklarının içine yeniden hapsetme telaşında. 
Çoktan törpülenmiş, ehlileştirilmiş, çağdaşlaştırılmış olması gereken tehlikeli bir yargı, en ilkel haliyle hortlamakta. 
Bu toplum, kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek çocuklar yetiştirdiği; 
Kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek liderlerin peşine düştüğü sürece... 
Kaybeder. 
Kadınlarını kaybeder, çocuklarını kaybeder, kendini kaybeder. 
Bu kâbus ancak... 
Ülkeyi kendisine “kadından korktu” denildiğinde buna gülüp geçecek ve kadınları, tüm insanları sevdiği gibi sevebilecek bir erkek yönettiği gün biter.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Böyle başladı, nasıl biter kim bilir? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İran’daki protestoların talihsizliği; ABD, İsrail, Suudi Arabistan gibi İran karşıtı ülkelerin fırsatçı bir tutumla gösterilere desteğini belirtmiş olmaları. Elbette emperyal merkezlerin niyetlerini bilerek, ama halkın kırk yıldır İslami rejim altındaki yaşantısını da hatırlayarak yaklaşacağız gelişmelere.

İran’daki ayaklanmaların sembolü yumurta olursa şaşırmayalım. Çünkü en son yumurta fiyatlarına yüzde kırk oranında zam yapılmasının bardağı taşıran son damla olduğu belirtiliyor. İran’ın büyük kentlerinde hızla yayılan gösterilerin sadece ekonomik nedenlerden kaynaklandığını ileri sürenler şimdi bu yumurta örneğini veriyorlar.

Oysa ekonomik nedenler İran’daki toplumsal patlamalarda önemli etken olsa da tek etken değil. Guardian ve New York Times gibi gazeteler protestoların çok küçük bir bölümünün ekonomik gerekçesi olduğuna dikkat çeken analizler yazdılar. Bu doğru. Çünkü İran halkının çok ciddi demokratik talepleri var. Bunu daha “Arap Baharı” adı verilen süreç başlamadan iki yıl önce yaşanan “İran Yeşil Devrimi” girişiminde görmüştük. Şu son protesto gösterileri de 2009’da, ayaklanmaya kadar varan o “protestolara” benzetiliyor.

“Yeşil Hareket” demokrasi mücadelesi
Bugün yaşanan gösterileri anlayabilmek için 2009’u anımsamamız gerekiyor. Söz konusu yıl yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik tepkiler büyük kitlesel gösterilere dönüşmüş, çıkan olaylarda 110 gösterici pols kurşunuyla yaşamını yitirmişti. İki aşamalı seçimlerin ilk turunda mevcut Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın yüzde 60’dan fazla oy alarak seçilmesi, kazanacaklarından emin olan reformist adayların en popülerlerinden Musevi’nin çok düşük oy alması seçimlerde hile yapıldığı inancını doğurmuştu.

Sonuçlara tepkili olan Musevi yanlıları sokaklara çıkmış, ülkeyi saran protesto gösterileri “rejimi” ciddi olarak ürkütmüştü. Rejimin “bekçisi” Devrim Muhafızları’nın müdahale etmesi sonrasında gösterilerde kan dökülmüştü.

2009 protestolarını halkın rejime yönelik öfkesi olarak gösteren en önemli olay İran “devrimi”nin lideri Ayetullah Ruhullah Musavi el İmam Humeyni’nin mezarının da bombalı saldırıya uğramasıydı. 2009’daki gösteriler, seçim yolsuzluklarına karşı olarak başlayıp aslında ciddi bir “modernlik” talebi de içeriyordu. “Yeşil Devrim” demokrasi gösterilerinin bu tarafının az fark edilmesinin nedeni “rejim destekçilerinin de halk desteğine dayanarak rejimi sorgulama” nedeniyle gösterilere yığınsal olarak katılmalarıdır. Gösterilerde başı açık kadınların yanı sıra, “devrimin özüne dönmesini” isteyen muhafazakarların da yer aldığı görülmüştü.

2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylığını koyanların ortak noktaları ABD ile ilişkilerin normalleştirilmesini talep etmeleriydi. Seçimleri Ahmedinejad’ın kazanmış olmasına olan öfkenin büyüklüğü bu talebin hayata geçemeyeceği, tam tersine İran’ın gittikçe içe kapanacağı endişesinden de kaynaklandı.

Yeşil Demokrasi gösterilerinin kanla bastırılması bu açıdan rejimin bekası için önemliydi.

Tam yıldönümünde başladı
Geçen cumartesi binlerce göstericinin sokaklara çıkarak protesto gösterileri yaptıkları tarihin, 2009 Yeşil Demokrasi gösterilerinin ezildiği günün yıldönümüne denk gelmesi rastlantı sayılabilir mi? Herhalde sayılmaz. Bu nedenle protesto gösterileri önceden, tabii ki sosyal medya üzerinden, planlı olarak örgütlenmiş görünüyor. Protestocular, popüler sosyal medya ağı “Telegram” aracılığıyla duyurdular seslerini, ardından yabancı sosyal siteleri kullandılar. Bu nedenle gösteriler çok çabuk yayıldı. Tahran dahil büyük kentlerde sokağa çıktı kitleler. Asıl sürpriz ise en muhafazakâr kent olan Kum’da bile protestocuların fazla oluşuydu.

Ama İran’da gösteriler her zaman planlandığı gibi olmamıştır. Huzursuzluk İran’ın ikinci büyük kenti Meşhed’de başladı. Görünürde Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin söz verdiği reformları yapmamasına kızgınlıktı sokağa yansıyan. Ama gösteriler kısa sürede rejim karşıtı bir karaktere büründü. Bu karşıtlık ölçüsüzce yapılan zamlar, İran’ın Suriye ve Lübnan politikalarına itiraz biçiminde sergilendi.

Protestoların büyüklüğü değişiklik gösteriyor. Bazı kentlerde çok katılımlı ama nispeten barışçılken kimi yerlerde örneğin Kürt kenti Kirmanşah’ta polisle çatışma noktasına kadar gelebildi.

İki önemli rejim karşıtı slogan
Protestoların rejim karşıtı karakterini belirleyen iki önemli slogan var. Biri ülkenin mutlak otoritesi Dini Liderlik makamına yönelik “Diktatöre Ölüm” ile “Ne Gazze ne Lübnan sana canım feda İran” sloganları.

Dini Liderlik ülkede her türlü eleştiriden muaf bir makam. Bir tabu aslında. Protesto gösterilerinde ilk kez Dini Lider’e karşı sloganlar atıldı, mevcut Dini Lider Hamaney’in posterleri yakıldı. Bu çok önemli bir değişiklik önceki gösterilerle kıyaslandığında.
İkinci slogan ise protestocuların İran İslam Cumhuriyeti’nin “ideolojisini” paylaşmadıklarının kitlesel olarak dile getirilmesi anlamına geliyor. Gazze, İran İslami ideolojisi açısından önemli bir sembol. Lübnan ise, İran’ın başta Fransa olmak üzere tüm Batı’yla ilişkilerini bozan bir sorun. İran’ın Lübnan’a ilgisinden memnuniyetsizlik bu sloganla dile geldi. Radyo Ferda’nın bir haberine göre atılan bir diğer slogan da “Suriye’yi bırak bizimle ilgilen”di.

“Arap Baharı”ndan çok çok farklı
Bu son gösteri dalgası, emperyal merkezlerce manipüle edilen “Arap Baharı”ndan çok farklı. Söz konusu süreçte İran’da neredeyse yaprak bile kımıldamadı. “Arap Baharı”nda kitleler ülkelerinin rejimlerine karşı olarak ortaya çıktılar, “bahar”ın sonradan büründüğü hal başka elbette. İran’da 2009 gösterilerinde olduğu gibi şu son gösterilerde de rejime karşı olan kitlelerin içinde, reformlarından (!) memnun olmadıkları Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi etkisizleştirmek isteyen muhafazakârlar da var oysa.

Şimdi ne olacak?
Öncelikle olanı belirtelim. Rejim ile kitleler arasındaki makas gittikçe açıldı. Bu bir gerçek. Kapanması da kolay değil. Bundan sora rejim eski tutumunu sürdüremez. Son zamanlarda kadınlara yönelik açılımlar bu sürdüremezliğin de bir yansıması, Suudilerle bu alanda rekabet etmeleri bir yana. Tam da ABD ve Suudi Arabistan’la ciddi sorunların yaşandığı bir dönemde ülkede şu anda olan durum büyük bir siyasal kriz.

Protestolar ılımlı olduğu söylenen Ruhani için de önemli bir test olacak. Ancak reformcular ülkedeki huzursuzluğun arkasında yabancı güçlerin olabileceğini belirtiyorlar. Bunda şaşılacak bir yan yok. Mutlaka birtakım “merkezler” işin içindeler. 2009 olaylarında İngiltere’nin çok büyük etkisi olduğu ileri sürülmüştü.

Kimi İran uzmanları bile gelecekte ne olacağı konusunu kestiremiyorlar. Yönetimde her zamanki gibi Batı’nın da onaylayacağı kimi değişiklikler yapılabileceği belirtiliyor. Bu gösterilerin önü alınmazsa siyasal krizin derinleşeceği de kesin gibi.

Değişiklik hemen gelmeyecek belki ama dediğim gibi halk ile rejim arasındaki mesafe açıldı, daha da açılacak. Bu protestolara her kesimden katılım olduğu belirtiliyor. Bunlar kim olabilir peki? 1) ABD ile her tür ilişkiyi reddeden muhafazakârlar, 2) ABD ile ilişkilerin geliştirilmesini savunan liberaller, reformcular, 3) Batı’yla ilişkiler normalleşirse liberalleşecek olan ekonomi politikasından zararlı çıkacağını düşünenler.

Bu katılım çeşitliliği nedeniyle rejim için tehlikeli boyutta bir kriz yaşanıyor. İranlılar içe kapanık olmanın ne olduğunu yaşayarak kavradılar. Dünyanın en büyük petrol üreticisi olan ülkelerinin bu zenginliğinden pay alamadıklarını, petrol gelirlerinin “değer ihracı” politikası güden mollalarca İslami çalışmalar için harcandığını düşünüyorlar. Demokrasi talepleri olduğu kadar zenginlik talepleri de var İranlıların.

Rejim yıkılırsa ne olur?
İran, devlet geleneği eski bir toplum. Rejim yıkılırsa kesinlikle kendine özgü laik bir sistem kurma şansı var. Unutmayalım, Ortadoğu’da “anayasal monarşiyi” hayata geçiren tek ülkedir İran. İyidir kötüdür ayrı mesele ama böyle bir deneyimi var.

Eğer mollalar rejimi yıkılırsa bu Sovyetlerin dağılması kadar büyük bir etki bırakır. İran’ı merkez gören (Şii ya da Sünni) hareketler önce bir moral merkez, sonra da ideal bir “islami sistem” örneğini kaybetmiş olurlar.

İran’daki protestoların talihsizliği, ABD, İsrail, Suudi Arabistan gibi İran karşıtı ülkelerin fırsatçı bir tutumla gösterilere desteğini belirtmiş olmaları. İran’da rejimin baskılarından bunalan yığınlar şu an kendilerine destek verecek her ülkeye özellikle ABD’ye karşı çıkıyor değiller. Aksine bu desteği talep de ediyorlar. Gösterilerde atılan sloganlardan biri “Trump bize silah ver”di örneğin.

Elbette emperyal merkezlerin niyetlerini bilerek, ama halkın kırk yıldır İslami rejim altındaki yaşantısını da hatırlayarak yaklaşacağız gelişmelere.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ey yumurtaya can veren! - L. DOĞAN TILIÇ

Yumurta deyip geçmeyin, onun içindeki yaşam ve insanı yaşatma gücü o kadar güçlü ki Allah’ın nelere muktedir olduğunu anlatmak için bile ona başvuruyoruz: Ey yumurtaya can veren Allah’ım!

Bu sözle hem Allah’ın nelere kadir olduğu vurgulanır hem de bir türlü baş edilemeyen sorunlar o her şeye muktedir olana havale edilir.

Dünyanın dört bir yanında insanlar yeni yılı kutlamak için sokaklardayken, havai fişekler patlatırken; İranlılar sokaklarda lastikleri ateşe veriyor, iktidara lanet okuyordu.
İranlıların “birdenbire” ve gittikçe çoğalarak sokaklara dökülmesini “Amerikan işi” olarak görenler az değil. Trump’ın Twitter’ın başına oturup İranlı protestoculara gaz vermesini de bunun işareti sayanlar var.

Öyle ya; Suriye ve Irak’taki gelişmeler, Moskova’nın ve Tahran’ın bölgede pozisyonlarını pekiştirmesi sonrası ABD’nin İran’ı hedef tahtasına oturttuğu, bundan sonraki her hamlesini İran’a karşı yapacağı analizleri yapılmıştı. Yeni yılın bölgemizde ve dünyada dikkatleri üzerine toplayan ilk büyük olayı İran’da iktidarı hedef alan gösteriler olduğuna göre, ABD düğmeye basmış olmalıydı.Emperyalist güçlerin bir eli her zaman o düğmenin üzerindedir; ancak eğer içeride bir düğmeye basıldığında kanatılacak yaralarınız, zayıflıklarınız, patlayama hazır toplumsal sorunlarınız yoksa, ne kadar düğmeye basarlarsa bassınlar yapabilecekleri sınırlıdır.

İranlıları 2018’i sokakta ve protestolarla karşılamaya iten etkenler arasında yumurtanın payı Trump’ın basmış olabileceği düğmeden çok daha büyük. Üstelik, İranlılara biraz daha ekonomik refaha kavuşacaklarına dair umutlar veren nükleer anlaşmaya karşı çıkan Trump’ın protestocular arasında bir popülaritesi de yok. Tweetlerinin ters etki yapma olasılığı daha fazla.

İran’da nükleer anlaşmasının imzalanması ile doğan birazcık nefes alma umudu büyük ölçüde boşa çıktı. Gelir dağıtımındaki adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik İran toplumunu ne zamandır içten içe kaynatıyordu. Dışardaki çatışmalara (Irak, Suriye, Yemen) kaynaklar harcanırken içeride yoksulluğun artması, hak taleplerinin baskıyla / tutuklamalarla susturulmaya çalışılması epeydir bir toplumsal patlamanın enerjisini biriktiriyordu. Resmi enflasyon oranı yüzde 10’u aşmışken, halkın büyük çoğunluğunun temel gıdası olan tavuk ve yumurta fiyatlarındaki artışlar homurdanmalara yol açıyordu. Protestoların patlamasına yol açan da yumurta ve tavuk fiyatlarına yapılan yüzde 40’lık zam oldu.

Kuşkusuz, temelinde ciddi ekonomik sorunlar olan bu toplumsal protestoları, etnik ve mezhebi fay hatlarını da harekete geçirerek kendi çıkarları için manipüle etmeye çabalayacak emperyalist güçler olacaktır.

Yumurta, İranlıların protestolarına can verdi belki, ancak hikâyenin sonunun iyi gelmesi için İran halkının “yumurtaya can veren”den ya da birtakım dış güçlerden medet ummadan kaderlerini kendi ellerine almaları gerekiyor.

2018’in en dikkat çekici çatışması dışarda İran’da yaşanan protestolarsa, içeride de Erdoğan ve Gül arasında artık gizlenemez olan didişmedir. Belli ki, 2019’a giderken, belki de 2018’de gerçekleşecek “yaşamsal” seçim(ler) öncesi, Gül’ün “kıpırdanışı” Erdoğan’ı epey ürküttü ve önümüzdeki günlerde o hedefe daha fazla yönelecek.Onun bu yönelişi, dilerim içeride Erdoğan karşıtları arasında Gül’den medet umanları artırmaz!

Yıllardır (sol) muhalefetin söylemekten eyleme geçmedikçe başarı şansı olmadığını yazar dururum. Benim “söyleme” hali olarak ifade ettiğimi, Selçuk Candansayar dün “bekleme” hali olarak ifade etmişti. Şimdi, artık gizlenemez olan Gül-Erdoğan gerilimi muhalefetin sonuç beklediği yeni “dinamik” olursa, vay halimize!

2018 zor bir yıl olacak. Daha da keskinleşecek bir mücadele yılı!

Böyle bir zamanda “yumurtaya can veren”e yakaracaksam; “Ey Yumurtaya can veren” derim, “Bir şeyleri değiştirmek isteyenleri kendileri dışındaki güçlere bel bağlamaktan uzak tut!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

2 Ocak 2018 Salı

2017’yi mizahın iki dev ismi Metin Uca ve Otisabi ile konuştuk - MELTEM YILMAZ

Türkiye hem iç hem de dış politikada oldukça hareketli bir yılı geride bıraktı. 
OHAL, KHK’ler, anayasa referandumu, adalet Yürüyüşü, Rıza Sarraf Davası derken 2017 fırtınalı bir yıl olarak geçirildi. 2017’nin değerlendirmesi için sözü mizahçılara bırakalım dedik, mizahın iki güçlü ismi Bavul Dergisi çizerlerinden Yılmaz Aslantürk (nam-ı diğer Otisabi) ve Metin Uca ile konuştuk. Metin Uca’ya göre Türkiye’de yaşanan olaylara dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değil. Yılmaz Aslantürk ise 2018 için umudunu koruduğunu söylüyor: “Umudum az da olsa hâlâ var, demokrasinin nimetlerinden vazgeçecek kadar aptal değiliz. ‘O gitse yerine kim gelecek?’ sorusuna ‘bundan daha iyisini hak ediyoruz’ diyenlerin çoğunlukta olduğuna inanıyorum.”

***

Yılın büyük aşkı Man Adası’na duyulan aşktı.
Metin Uca: 2017 yılını en iyi özetleyen olay, OHAL’i protesto için yapılacak mitingin OHAL gerekçesiyle yasaklanmasıydı. Yılın en büyük aşkı ise bazılarının Man Adası’na olan aşkı
»Çok fırtınalı bir yılı geride bıraktık, ama eminim mizahçının gözünden bakınca başka unsurlar da çıkacaktır. 2017 denildiğinde ne geliyor aklınıza?

Evet, 2018 geldi, bakalım dileklerimiz, yeni yıla yüklediğimiz anlamlar ne kadar geçekleşecek. Ama bence 2017’yi en iyi özetleyen olay, OHAL’i protesto etmek için gerçekleştirilecek bir mitingin OHAL gerekçe gösterilerek yasaklanması oldu. İnanın, bunu bir gülmece yazarı kaleme almış olsa, absürdün sınırlarını zorluyor derdim ama maalesef gerçek. Tabii bu kadarla sınırlı değil. 2017’de Ankara’dan İstanbul’a yapılan Adalet Yürüyüşü’nde, yakında anayasa değişikliği ile görevini kaybedecek olan son başbakan Binali bey, “Bu sıcakta yürümeye gerek yok, trene binsinler” dedi. Yani adaletin ne kadar gerekli olduğunun kendilerinin de farkında olmasına karşın bunu böyle cümlelerle kapatmaya ve kendi kendini iknaya çalışan bir yönetimin ülkesinde adaletin nasıl ve neden gerçekleşemediğini görmüş olduk. 2017’de toplumun her kesiminde en çok zedelenen değerin adalet olduğu ortaya çıkıyor bence.

»Türkiye’nin hemen her yerine gidiyorsunuz. Dikkat çektiğiniz olaylar tam da Türkiye’e özgü değil mi? 
Evet, ama dahası var. Hatırlarsınız bu yürüyüş esnasında Düzce’de yola hayvan gübresi döküldü. Bunu yapan belediye başkanıydı ve sonra Fetullahçı terör örgütünün azılı üyelerinden biri olduğu ortaya çıktı. Dünya tarihinde özgürlük için yapılan bir yürüyüşe bok atıp da sonra kendisi boğazına kadar boka batmış olan başka bir kişi yoktur herhalde. Bundan daha simgesel bir şey olamaz bir ülkede. Hatırlayın, benzer biçimde, Gezi’de “vatanını savunan” palalı saldırganın daha sonra yüz kızartıcı suçlardan arandığı ortaya çıktı. Acı olan, bu insanlar cesaret buluyorlar çünkü bakıyorlar kebapçı basıp adam döven biri Türkiye’nin üç büyük takımından birinin başına getirilip ödüllendiriliyor.

»Bu olaylar mizahçı olarak sizi besliyor olsa gerek?
Hakikaten çok garip şeyler yaşadık. Felsefe öğretmeninin beden eğitimi dersine laf ettiği bir ülke burası aynı zamanda! Meclis başkanı kanlı pazarda devrimci gençlerin üstüne saldıran yapının başında yer alan bir kişi ve aynı meclis başkanı kendisine armağan edilen hereke halısını “aslan yattığı yerden belli olur” diye savunuyor. Yani ülkenin neresinden tutup neresini düzelteceksiniz? 2018’den en büyük dileğim, 2017’de yaşadıklarımızdan daha ağır bir yıl olmaması.

»Umudun rolü ne burada?
Umut bence en büyük silahtır, her şeye karşı. Çünkü hiçbir sistem, hiçbir kaos sonsuza kadar aynı içimde devam etmemiştir, biraz da böyle bakacağız. Şimdi tuhaf bir beyin yıkama döneminden geçiyoruz bakın, insanlık suçlusu Sudan devlet başkanı ziyarete gidildi, ama gazetelerde adamın özelliği bir satır yazılamadı. Çünkü gazetelerde öyle bir korku var ki, sadece Anadolu Ajansı’nın geçtiği dış haberler metinleri yazılıyor.

»2018’de siyasette değişimi kim belirleyecek, ana aktör kim olacak?
Hiçbir zaman oy vermeyecek olsam da İyi Parti. Yüzde 4’lere düşmüş bir milliyetçi hareket partisinden gelen oylar, kısmen CHP’den gelen oylar, ama en önemlisi Anadolu’da merkez sağda parti bulamadığı için, yani eskinin Adalet Partisi veya Doğru Yol Partisi olmadığı için zorunlu olarak AKP’ye oy veren seçmen için İyi Parti’nin çıkmış olması – ben hiçbir zaman oy vermeyeceğim ama- önemli bir adım. Evet, baskı her zaman yaratıcılığı beraberinde getirir. Ben de şimdi bir kitap hazırlıyorum. Adı: “Alışmadık Gözde Lens Durmaz.” Kitapta, dünyadan öyküler anlatıyorum, örneğin bir diktatörün öyküsünü anlatacağım ama onları okuduğunuzda bakalım hangi ülkeye gidecek, kime benzeteceksiniz doğrusu çok merak ediyorum.

»Mesela? Bir iki örnek paylaşın bizimle?
Edison’un rakibini karalamak için bakıcısını öldürmüş olan bir fili 6660 volt vererek öldürüşünün öyküsü... Ya da Nazi öğrenci örgütlerinin lideri konumundaki bir Führer dekanın öyküsü… Yani tarih tekerrürden mi ibaret yoksa biz tarihi anlamadığımız için mi sürekli başımıza aynı şeyler geliyor sorusunu sorabileceğiz bir kitap. Ya da herkesin geçmişte sevdiği eski bir futbolcu çıkıp Deniz Gezmiş’le Erdoğan’ı kıyaslıyor.

»Bir de daha tuhaf olan, belki de kimse onlardan bu kadar yalakalık beklemiyor. Bu insanlar kendilerini durduramıyorlar sanki, değil mi? 
İş oraya doğru döndü. Yani ihale alan iş adamları ya da performansı için yerel yönetimlerin dışında hiçbir gücü olamayan bazı ses sanatçılarını bu anlamda belki anlayabilirim. Ama onun dışındaki insanların bu yalakalığı ne adına yaptığını gerçekten çözemiyorum. Gerçi 1 dolar bir lira olacak diyen, bu zeka ve öngörüdeki insan hâlâ ekonomide söz sahibi. Sonra da diyoruz ki Almanya bizi kıskanıyor, neyi kıskanıyor, bu anlattığım dünyayı mı?

»Herkesin bizi kıskandığı hezeyanıyla politika üreten ve toplumun nerdeyse yarısını buna inandırarak yaratılan bu delilik halinin düzelmesi zaman alacak gibi görünüyor, öyle değil mi?
Elbette, rahat 7-8 sene alacak. O nedenle asgari müştereklerde anlaşıp tek adam dalgalanması yerine eski parlamenter demokrasiye döneceğimiz bir onarım sürecine girilmesi şart. Ama beyni yerine omurilikteki sinirle hareket edenler olduğu sürece portakalı bıçaklayan da olacak, Çin protestosu yaparken Özbek aşçı dövenler de. Kim daha çok bağırırsa, kim daha çok sesini duyuracak alan bulursa kendisinin haklılığını gerçek olduğunu dayatmaya çalışıyor. Öte yandan “fikirle” proje üretmesi beklenen alanlara bakıyorsunuz, TÜBİTAK gibi, adamlar papaz eriğinin imam eriğine dönüştüğünü proje olarak kabul ediyor.

METİN UCA’NIN EN’LERİ
»Hadi o zaman 2017’nin enlerini seçelim. 2017’nin en umut verici olayı neydi?
Gençlerin Vaşington portakalını bıçaklaması.
»En komik olayı?
Trump’ı protesto için turp ısıran muhtar.
»Yılın fiyaskosu?
Zafer Çağlayan’ın 45 mi yoksa 50 milyon avro aldığını tam karar veremeyen Zarrab’ın açıklaması.
»En cesur çıkışı, kişisi veya olayı?
Melih Gökçek’in “istifası”.
»Yılın sloganı?
Dünya beşten büyüktür.
»Yılın aşkı?
Bazılarının Man adasına olan aşkı.
***
Otisabi karakterine hayat veren karikatürist Yılmaz Aslantürk: Umudum hâlâ var, daha iyisini hak ediyoruz»2017’de hukuk, adalet, insan hakları açısından nasıl bir süreçten geçtik?
Bakanlar her ne kadar lafı dolandırsa da Reisçiler silahlanıp küçük birimler oluşturarak her türlü muhalif gösteriyi darbe girişiminin devamı olarak görecekler. Ve bu KHK ile haklarında işlem yapılmayacağının garantisiyle silah kullanmaktan kaçınmayacaklar. Her türlü protesto vatan hainliği olarak değerlendirilecek. Devletlerin istihbarat birimleri, kolluk kuvvetleri vardır, demokrasilerde adalet ve güvenlik bu işin profesyonelleri tarafından sağlanır. Yoksa arka camında padişah tuğrası olan Doblo’lular mı asayişi sağlayacak?

»Burdan bakınca 2018’de bizi ne bekliyor?
Çıkarılan her KHK hükümet karşıtlarını korkutmak, sindirmek üzerine kurulu. Kol bükmeyi geçtiler gırtlağımıza çökmek üzereler. CHP’nin artık meclis kürsüsünden yaptıkları konuşmaları Twitter’dan paylaşmaları “like” almaktan bir işe yaramıyor. Sokağa çıkmaları ve ses çıkarmalarının takipçi sayılarını daha çok artıracağını düşünüyorum.

»Yani 2018 Türkiyesi için pek de umutlu değilsiniz…
2018’de öne alınacak seçim nedeniyle iktidarın daha da sertleşmesinden korkuyorum. Halkın desteğinin azaldığının farkındalar ve bu yüzden otomobil cam filminin serbest bırakılmasını bile sağladılar. Umudum az da olsa hala var, demokrasinin nimetlerinden vazgeçecek kadar aptal değiliz.
“O gitse yerine kim gelecek?” sorusuna “bundan daha iyisini hak ediyoruz” diyenlerin çoğunlukta olduğuna inanıyorum.

»Yeni yıldan kendiniz için ne istiyorsunuz?
Yeni yıldan beklentim Otisabi kitaplarının yabancı dilde yayımlanması. Bunun için girişimlerimin gerçekleşmesini umuyorum.

»Üstünüzdeki baskı ortamının 2017’de kültür sanat üretimine yaratıcılık anlamında etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Şu an için Türk sanatçıların bulundukları baskıcı ortamdan beslendikleri ve eleştirel üretim yaptıklarını görmüyorum. Benim takip edebildiğim kadarıyla batılı meslektaşlarıyla rekabet halindeler. “Aa Türkiye’de de böyle şeyler yapılıyor mu?” övgüsünün peşindeler.

»Köşenizi hazırlarken çekinceleriniz, korkularınız oluyor mu? Sonuç olarak cinsellik her zamankinden daha sakıncalı bir alan...
Otisabi öykülerinde kadın erkek ilişkilerinde yaşanan tuhaflıklar, yalanlar, kurnazlıklar gibi kimsenin dile getirmediği unsurları ön plana çıkarıyorum. Kadın erkek bir araya gelmişse elbette cinsellik kaçınılmazdır. Okur üzerinde etkisi bunu nasıl gösterdiğine bağlı. Yani çizdiğim sahneler tahrik etmekten uzak. Niyetim de zaten birilerini azdırmak değil. Dolayısıyla başıma iş açmayayım diye oturmuyorum masama. Erkek çocuklarına taciz edilen tarikat yurtlarına ses çıkarmayanların “ Otisabi de cinsellik var, ne ayıp” demeleri umurumda değil.

»Kadın erkek ilişkileri demişken, kutuplaşmış bir toplumun gençlerine baktığınızda, karşı kutupla aşk ne kadar mümkün?
Gönül ilişkilerinde her iki grubun birbiriyle karşılaşması ve birbirinden “elektrik alması” için ortak mekanları kullanması gerekiyor ki, yok zaten. Ebeveynlerinden önce zaten başörtülü bir “kızın alnı secde görmüş” birini seçeceği aşikar. Diyelim birbirlerine vuruldular aşık oldular, biri Ertuğrul dizisinden, diğeri Shameless dizisinden bahsetmek isteyecek. O ilişkinin en başında yürümeyeceğini sıra dışı aşıkları bile anlar ve vazgeçirir.

»Geçen röportajımızda muhalefet etmek isteyen bir yolunu bulur demiştiniz ama bugün o “yolun” sosyal medyada dönüp dolaştığını görüyoruz. Sosyal medyanın rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sosyal medyada herkes kendi politik görüşünde olanları takip ediyor. Oradaki muhalefet karşı tarafı ikna etmekten çok uzak. Ama bazı konularda baskı sağlayıp başarı kazandığı da oldu. Mesela Özgecan Aslan cinayeti sosyal medya paylaşımlarıyla aydınlandı, sonuç alındı. Artık muhalefet yöntemini beğenmemek gibi bir lüksümüz yok. Her ne şekilde olsa hepsi kıymetli.

»İç açıcı bir soruyla bitirelim. 2017’de okuduğunuz ve etkisi altında kaldığınız kitap, sinema filmi, tiyatro oyunu, müzik neydi?
Selahattin Demirtaş’ın “Seher” adlı kitabı. Ayla filmi. Datça’da yaşadığım için tiyatro izleyemedim. Yunanca öğreniyorum pratik yapmak için Yunanca şarkılar dinliyorum.

OTİSABİ’NİN EN’LERİ
»2017’nin en umut verici olayı neydi?
Ünsal ünlü ve Ruşen Çakır’ın internet üzerinden hala gazetecilik yapılabileceğini göstermesi.
»En komik olayı?
Rıdvan Dilmen’in Erdoğanı’ı parkasız Deniz Gezmiş’e benzetmesi.
»En üzücü olayı?
Naim Süleymanoğlu’nun ölümü.
»Yılın fiyaskosu?
TEOG sınavının kaldırılması ama yerine ne konacağının açıklanmaması.
»Yılın tartışması?
Metin Hara-Adriana Lima aşkı gerçek mi?
»En cesur çıkışı, kişisi veya olayı?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü.
»Yılın sloganı?
Hak, Hukuk, Adalet
»Yılın fotoğrafı?
Veli Saçılık’ın Yüksel Caddesi’ndeki direniş fotoğrafı.
»Yılın aşkı?
Reza Zarrab-Ebru Gündeş aşkı.

Meltem Yılmaz/ BİRGÜN

28 Aralık 2017 Perşembe

Uyumluluğun aracı arabuluculuk - ALİ RIZA AYDIN

Arabuluculuk hukukun içine dallanıp budaklanarak giriyor. Kimi uygulamalar isteğe bağlı, çalışma yaşamında olduğu gibi kimi uygulamalar da zorunlu. Bu zorunluluğun açılımı, emekçi ile patronu buluşturma, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında uzlaşma.
Konuyu işin tekniğine ve ayrıntısına girmeden özetleyelim: Arabuluculuk uzlaşmacılıktır. Hukukçulardan olsun, diğer disiplinlerden olsun, özel eğitimden geçsin fark etmez uzlaşmacı olacaksın, tarafları barıştıracaksın. Yani töre ve adetlerin ve de dinselin kimi seçkinlere ve egemenlere verdiğini hukuk kılıfıyla yapacaksın. Yapacaksın ki egemenin gücünü ezilene karşı hukuksallaştıracaksın. Ya orada noktalayacaksın ya da senden sonra yargıya gidilecek. Asıl işin noktalama ve yargı yolunu temizleme olacak. Asıl işin işverenin çıkarını savunmak olacak. Böylece sorun her ne ise taraflar arasında kalacak, sessiz sakin çözülecek ki çözümün adaletsizliği anlaşılmasın, yargıya gidilip toplumun bilgisine sunulmasın.
İşçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında uzlaşma olmaz. Olursa sermayenin egemenliğinde, etkisinde, yönlendirmesinde olur. Olursa kaşıkla verip kepçeyle almayla sonuçlanır. Olursa burjuva toplumun sahteliğinde olur.
Uzlaşma sınıfsal mücadelenin düşmanıdır.
Net olan ve ödün verilmemesi gereken tavır, “avukatlık kurumu”nun, savunma işlevinin, hak mücadelelerinin ve hak aramanın katiyen terk edilmemesidir. “Yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil” etme niteliğinden küçük de olsa ödünler verilmemelidir.
Arabuluculuk avukatlığın talisi bile değildir. Çünkü avukatlık, “hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde” sağlar. Avukat “bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder”.
Çünkü avukat adı üstünde savunmandır, hak ve adalet aramada taraftır. Arabulucu ise haksızlık yapan ile mağdur, ezen ile ezilen arasında uzlaşmacıdır.
Sınıfsal mücadele içindeki hukukçuların ve seçtilerse arabulucuların yapmaları gereken ise hiç de hafife alınamaz. Bu mağduriyet, ezilme, sömürülme, adaletsizlik ve keyfiliğin gerçeğini işçi ve emekçilere anlatmak, uzlaşma uğruna egemenin üstünlüğüne teslim olmama yollarını göstermek de mücadele yoludur. Alanı egemenlerin arabulucularına teslim etmeme, uzlaşma önerilerini reddetme, sonuna kadar mücadele yollarını kullanma aynı zamanda olayın içyüzünü ortaya çıkarma da denilebilir buna. Devamı ise işçi ve emekçileri örgütlü mücadele içinde tutmaktır.
Arabuluculuk müessesesinin sermaye sınıfının sömürü düzenini kolaylaştırıcı aracı olduğunu, emekçileri tuzağa düşüreceğini iyi biliyoruz.
Nasıl burjuva devletini, burjuva hukukunu biliyorsak, bunların içinde toplumsal hak mücadelelerini, işçi ve emekçi haklarını budayacak, güvencesiz hale getirecek tuzakları da iyi biliyoruz. O zaman görev ve sorumluluk da belli… İyi bildiğimiz şeyleri emekçi halka anlatmak, işçilere arabuluculuk oyununa gelmemelerini anlatmak ve bunu sağlamak.
Avukatlığı satışa çıkarmadan, arabuluculuğun içyüzünü açığa çıkarmak… Bunun için arabulucu olmaya gerek yok ama arabulucu olunduysa eğer burada da sınıfsal mücadeleyi unutmamak… Avukatlık alanını boşaltmadan hatta daha da sağlamlaştırarak işçi ve emekçileri sömürünün ve gericiliğin vahşiliğine teslim etmemek…
Arabulucunun önüne sözde eşit taraflar gibi oturuluyor ama zaten yasalarla budanmış haklar,  o budamayı yapanların koşulları ve inisiyatifi içinde tekrar ve tekrar budanıyor. Mağdur olan, ezilen hiç olmazsa elindekinden olmamak için “anlaşmaya” zorlanıyor. Hem “dava şartı” olan hem de “ücretli” bir saçmalık. Arabulucuya gidilmezse, “dava şartı yokluğu nedeniyle usulden ret”. Anlaşmaya varılmazsa “özel hakem” de var. Engel üstüne engel. Buna bir de “mahkemelerde kazanamazsın, yıllarca sürünürsün”, “tanrının adaleti” tehdidi eklenince egemenin keyfine diyecek yok.
Açık ikrar var devlet tarafından yapılan. Devlet diyor ki, “haksızlık var ama mahkemeleri meşgul etmeyin”… Çünkü arabulucu görüşmeleri topluma açık değil, oysa mahkemeler ve kararları açık, işçilerin haklı olduğu ortaya çıkmamalı.
Sosyal barış dedikleri, sermayenin istediği barış olacak… Ve tabii toplu ve örgütlü mücadele de kırılacak… İstedikleri bu: sesiz, sakin, boynunu eğip haline razı olan, verildiği kadarıyla ve “şükür”le idare eden birey işçiler.
Uzlaşmacı olan arabulucu, düzene uyumluluğun aracılarından biri yalnızca. Uyumlu arabulucu, uyumlu yargı, uyumlu din, uyumlu işçi-işveren ilişkisi, uyumlu siyaset, uyumlu toplum… Sonuç: sermaye sınıfının sınırsız tahakkümü…
 Şimdi bu uyumluluk için zorunluluk getiriliyor: eşitsizlik, adaletsizlik, sömürü zorunludur; bu düzenle uyum da zorunludur deniliyor. Aslında dedikleri, uyuşmazlık çözümünde devlet destekli ama kuralsız serbest piyasa. Aslında dedikleri, grevli, toplu iş sözleşmeli, sendikalı örgütlü mücadeleyi bırak, birey olarak sermayenin dediğine uy; siyasete hiç yanaşma.
Hukukun, piyasa, kâr, teşvik, özel mülkiyet, çıkar, sermaye, sömürü ve gericilik için kolayca kullanılabileceği; yargının bu ilişkilere destek verebileceği görüldükçe, haklar mücadelesiyle oluşan hukuku, eşit, adaletli ve özgür bir düzen için insanlık ve toplum için, işçi ve emekçiler için kullanmanın olanakları da yakalanır. Zaman boş geçmez, hep mücadeleyle doldurulur.
Arabuluculuk mu dediniz?
“Komünist Manifesto”da saptandığı ve uyarıldığı gibi “Burjuvazi en başta kendi mezar kazıcısını üretir”.*

Ali Rıza Aydın / SOL 

*Dün Ankara Barosu Ücretli Çalışan Avukatlar Kurulu (ÜÇAK) tarafından düzenlenen “iş hukukunda yargılamanın tasfiyesi ya da zorunlu arabuluculuk”  söyleşisi, Seda Türkmen, Ceren Tuğlu Olpak ve Kadir Sev sunumlarıyla konuyu yüzeysel ve teknik tartışmalardan çıkarıp gerçekçi ve sınıfsal alana oturtarak daha başlamadan arabuluculuk kurumunu çökertti. “Kırmızı Yakalılar”ın emeğine sağlık.


Türkiye’nin değişimi ve Guantanamo hukuku - Nilgün Cerrahoğlu

Samsun’da bir biyoloji öğretmeni, 9. sınıftaki bir öğrenciye arkadaşları önünde sille tokat girişiyor.
Gerçekte bu da insan onurunu ayak altına alan bir tür Guantanamo işkencesi...
Lise çağındaki öğrenciyi, hoca, önce sınıfın önüne çekiyor; önünde diz çöktürüyor, saçına yapışarak “Sen benim sözümü nasıl dinlemezsin ha” diyerek tokatlıyor.
Bir tokat...
Bir tokat, bir tokat daha...
Öğretmen hızını alamıyor.
Ancak ne var ki imaj çağında yaşıyoruz.
Sınıftaki çocuklardan biri, bu görev suiistimalini ve hak (insan hakları!) ihlalini, cebindeki telefonla belgeliyor.
Görüntü internete düşünce okul müdürü, bu defa, olayı kameraya alan çocuğun babasını okula çağırarak tehdit ediyor: “O görüntüler silinmezse, oğlunuzun eğitim hayatı bitecektir!”...
Dikkat çekici olan bu ağır tehdit ve şantaja maruz kalan babanın “doğrudan şaşmayan” tepkisi.
Baba, şiddete göz yumup tırsmak yerine, haklı bulduğu oğluna aslan gibi arka çıkıyor. “Oğlunun bir suç işlemediğini, suçu öğrencisine şiddet uygulayan öğretmenin işlediğini” belirtiyor: “Biz çocuğumuzu dayak yemesi için öğretmene teslim etmiyoruz” diyor.
Diğer deyişle “eti senin, kemiği benim” anlayışı artık yok. Bitmiş. Sona ermiş.
Bu görüşlerini tereddütsüz cesaretle ifade etmekten çekinmeyen ve duruşundan taviz vermeyen babanın demecini sonuna dek izledim. “Halk adamı” profilindeki sıradan ama gayet bilinçli olan söz konusu velinin tutarlılığı ile cesaretine hayran kaldım. Yazıya oturduğum saatlerde, “haksızlığa başkaldıran” baba ile oğulun gözü pekliği sayesinde dayakçı öğretmenin görevinden uzaklaştırıldığı haberi internete düşüyordu. 






Bu cesaret herkeste olsa
Türkiye bir yandan böyle alttan alta değişiyor.
Samsun’daki son örnek sayesinde gördüğümüz gibi, haksızlık karşısında otoriteye körü körüne boyun eğmeyen bir Türkiye de hiç kuşkusuz var artık.
Ama bu dip dalga değişimi yaşanırken, bir yandan da yukarıdaki baskı ve şiddet katlanıyor.
Baskı ve şiddetin misliyle artması ve katlanmasının sebebi tam da bu. Bariz değişimin, siyasi düzleme sıçrama yapması ve siyasi düzleme taşınması maazallah hiç istenmiyor.
Samsun’daki “dayakçı öğretmeni” kamuoyu önünde teşhir eden öğrenci ile babanın gösterdiği cesarete siyaseten sahip çıkabilen bir toplum olsak, Guantanamo düzenlemeleri Türk ceza sistemine girebilir mi?
Guantanamo hukuku nedir?
Evrensel hukuk devleti kurallarını ve değerlerini açıkça çiğneyen, ayak altına alan bir hukuk...
“Hukuk devleti korumasına tabi”, “hukuk devleti normları” altındaki ABD vatandaşları bu nedenle Guantanamo’da örneğin tutsak tutulamıyor.
Guantanamo toplama kampının ABD anayasasınca “hukuk devleti tanımı ve uygulamalarına aykırı olduğu için” bizatihi ülke sınırları dışında, Küba’da kurulmasının nedeni bu. 

Guantanamo kılavuz olunca
Guantanamo’daki insanlık onurunu hiçe sayan pratiklerle insan hakları ihlalleri, uluslararası kamuoyunda kör kör parmağım gözüne “açık hukuk dışılık” nedeniyle ağır eleştirilere konu oluyor.
Konu üzerinde sayfalarla makale, kitap yazılıyor, filmler çekiliyor.
Kendini “hukuk devleti”nden sayan hiçbir ülke bu yüzden dünyanın gözleri önünde çıkıp göğsünü gere gere “açık Guantanamo iktibasıyla”, bir insanlık ayıbı diye görülen bu kampın kurallarını referans almak istemez. İstemiyor.
Bizde ise bu çekinmeden yapılabiliyor.
Geçen son KHK ile, “rejim düşmanı bellenen” ya da böyle algılanan tüm “siyasi suçlulara”; hiç armudun sapı, üzümün çöpü ve hukuk devleti kriteri vardı yoktu demeden.... aynen Guantanamo kampındaki “düşman hukuku” uygulanarak misal bundan böyle tek tip elbise giydirilecek.
Sadece bu mu?
Kalan son hukuk devleti kırıntılarını da yerle bir eden bu KHK’nin bir diğer sonucu da “terörle mücadele namına şiddete başvuran sivillere milis dokunulmazlığı” getirmek olacak.
Keyfi her yoruma açık bu uygulama karşısında, hukuk devleti güvencesinden yoksun olan yurttaşların dayak yiyen Samsunlu lise öğrencisi kadar dahi hak arama şansları olmayacak.
Keşke Samsun’daki bilince, ülke çapında sahip çıkabilen bir siyasi boylam olabilseydi...


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Yeni Türkiye biterken - ÖZGÜR MUMCU

AKP’nin en büyük iddiası yeni bir Türkiye’nin kurucusu olmak. Sayın Erdoğan’ın genellikle iş efelenmeye geldiğinde “artık eski Türkiye yok, bu Türkiye yeni Türkiye” demesi meşhur. Bu çıkışların temelinde Cumhuriyetin kuruluşuna duyulan tepki yatıyor. 
 
Siyasal İslamcı kesimlerin senelerce ağzına sakız yaptığı bazı söylenceler var. Lozan’ın bir hezimet olduğuna, hilafetin İngilizlerin baskısıyla kaldırıldığına, Osmanlı’nın tasfiyesiyle İslam dünyasının iyiden iyiye Batı’nın sömürüsüne terk edildiğine, özetle Tanzimat’tan bu yana süren modernleşmenin aslında “kefereye” hizmet ettiğine inananlar tarafından yönetiliyoruz. 
 
Yeni Türkiye de bu anlayışın markası. Cumhuriyet için 90 yıllık bir reklam arası denmesi ya da Ahmet Davutoğlu’nun son yüzyılı kapatılması gereken bir parantez olarak değerlendirmesi hep bu markanın sloganları. Bu yeni devletin lideri de elbette Sayın Erdoğan. AKP’li Ayhan Oğan’ın “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır” açıklaması da bunu pekiştirmişti.
 
Sayın Erdoğan’a yaranmak için bu erken çıkışları yapanlar “şimdi sırası mıydı” tepkisiyle karşılaşmadı değil. İktidarın yeni müttefiklerini ürkütmemek gerektiği için Atatürk’ün de Nutuk’ta “Yeni Türkiye” kavramını kullandığından bile bahsettiler. İktidarın kısa süren ve becerilemeyen Atatürk açılımı için bu gerekliydi de. Ancak yeni Türkiye söyleminin Cumhuriyetin kurucu değerlerinin inkârı üzerine kurulduğu gerçeği apaçık ortadadır. 
 
Peki, “Yeni Türkiye”nin bir geleceği var mı? Başkanlık rejimi ve OHAL düzeniyle “Yeni Türkiye” geri döndürülemez bir şekilde kurulacak gibi görünebilir. Hele medyanın neredeyse tamamen iktidarın denetimine girmesine, hukuk devletinin ortadan kalkmasına, yasama ve yargının tamamen iktidarın emrine girmesine bakılırsa “Yeni Türkiye” yenilmez denebilir. Laik demokratik Cumhuriyet idealinin yerini otoriter ve İslamcı bir rejim fikrine bıraktığı da söylenebilir. 
 
Öte yandan “yeni Türkiye” çok da yeni değil. Kavramın ideolojik kökenleri köhne ve çürüktür. Memleketin genç seçmenleri ve gelmekte olan kuşaklar bakımından AKP’nin yeniyi temsil eden bir tarafı yok. Kendilerini bildiklerinden beri her şeye Sayın Erdoğan’ın karar verdiği, çocukluklarından beri sesi kulaklarında çınlaya çınlaya eskimiş bir iktidar tanıdılar. Genç seçmenin AKP’ye ilgisinin düşmesi herhalde bir tesadüf değil.
 
AKP’nin can havliyle Devlet Bahçeli’den arta kalan MHP’yi kendine yedeklemesi de uzun vadede bir çözüm olmayacaktır. Kasım seçimlerinde yüzde 60’ları geçen AKP ve MHP oyları, referandumda bütün eşitsiz yarış koşullarına ve mühürsüz seçim skandalına rağmen yüzde 50’yi zar zor aşabilmiştir. Üç büyük şehri ve gençleriyse kaybetmiştir.

 AKP, Türkiye’nin geleceğini değil geçmişini temsil ediyor. Ona yedeklenen Devlet Bahçeli’nin partisi de öyle. Aslında “Yeni Türkiye” fikrinin çöküşünü izliyoruz. Ancak OHAL şartlarında ayakta durabilecek bir ara dönemde yaşamamızın sebebi bu.
“Yeni Türkiye” eski ve kaybetmeye mahkûm, kitlesel bir illüzyondan ibaret. Elbette kolay iş değil ve elbette bu ara dönem yerini kolayca demokratik bir rejime bırakmayacak. Ancak umutsuzluğa kapılması gerekenlerin bu köhne rejime karşı çıkanlar değil, iktidarına ancak OHAL’le ve baskıyla sarılabilenler olduğu da ortada.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Atinalılar! - L. DOĞAN TILIÇ

Bundan 2400 yıl kadar önce, “gençlerin ahlakını bozduğu, devletin tanrılarını yok sayarak yeni tanrılar yarattığı, sitenin tanrılarından farklı tanrıları yücelttiği ve dinsiz olduğu gerekçesiyleyargılanan Socrates’inSavunması insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en iyi savunması olarak kabul edilir.

Bir onu okuyun, bir de Ahmet Şık’ın mahkemede yaptırılmayan savunmasını. Henüz okumadıysanız, bulup okuyun mutlaka, mümkünse ikisini bir arada.
Ahmet’i Sokrates’le eşitleyecek değilim. Ancak, Sokratesinsanlık tarihinin en iyi savunması”nı yaptıysa, Ahmet de gazetecilik tarihinin en iyi savunmasını yaptı derim.
Atinalılar” diye başlamıştı sözlerine Sokrates. Ahmet de “Gazeteciler” diye başlayabilirdi; içinde mesleğine bir gram bile saygısı kalmış olanları gurura boğacak konuşmasına.
O yaptırılmayan konuşma; haksızlık, adaletsizlik ve zorbalık karşısında dik duruşun; teslim olmayışın; her ne pahasına olursa olsun inandıklarını ve gerçekleri söyleyebilmenin; korkunun hâkim kılınmaya çalışıldığı bir toplumda bir cesaret kıvılcımı çakmanın çıtasını çok yükseltti.
Benim vazifem, size para ile erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da, ... her türlü iyiliğin de, ancak erdemden geldiğini söylemektir. Ben bunları öğretmekle gençleri doğru yoldan ayırıyorsam, zararlı bir insan olduğumu kabul ederim” demişti Sokrates.
Burada Sokrates’in Savunması’ndan kısacık bölümler aktaracağım; siz de Ahmet’in “Savunma değil itham” dediği ve öyle olduğu için de yaptırılmayan konuşmasını bulup okuyun. Onu okumak size iyi gelecek!

 “Atinalılar!” demişti Sokrates; “…hatipler beni suçlamakla, hapse sokmakla korkuttukları zaman, sizler bağırıp çağırdığınız zaman, ben ne hapsolmaktan ne de öldürülmekten korkarak haksızlıklara ortak olmaktansa kanun ve doğruluğun tarafında tehlikeye atılmaya karar vermiştim.
Sözün kısası” demişti; “Belki, içinizde, buna benzer, hatta bundan daha az önemli bir sorunda kendisinin, gözyaşları dökerek yargıçlara yalvarıp yakardığını, yargıçları yumuşatmak için çocuklarını bir sürü hısım ve dostlarıyla birlikte mahkemeye getirdiğini hatırlayarak kızan biri olacaktır; halbuki ben, belki de hayatım tehlikede olduğu halde, bunların hiçbirini yapmadım. … Dostum, herkes gibi ben de bir insanım; Homeros’un dediği gibi, tahtadan veya taştan değil, etten, kandan yapılmış bir varlığım; benim de çoluğum, çocuğum vardır; evet Atinalılar, biri hemen hemen yetişmiş, erkek olmuş, ikisi henüz çocuk, üç oğlum vardır; böyle olduğu halde, sizden beraatımı dilemeleri için, hiçbirini buraya getirmeyeceğim… Aranızda bilgeliği, cesareti yahut herhangi bir erdemi ile sivrilmiş olduğu söylenen kimselerin böyle aşağı bir harekete düşmeleri ne kadar utanılacak bir şeydir.
Atinalılar, benim için verdiğiniz mahkûmiyet kararına üzülmeyişimin birçok sebepleri var. Bunun böyle olacağını bekliyordum... Belki bana denecek ki: ‘Sokrates; ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek, yaşayamaz mısın?”
Hayır; mahkûm olmama sebep olan kusur, sözlerimde değil sizin istediğiniz gibi, ağlayarak, sızlayarak, haykırarak, bence bana yakışmayan, fakat başkalarından daima işitmeğe alıştığınız birçok şeyleri söyleyerek ve yaparak, ... göstermeyişimdendir. Fakat ben, tehlikeye düştüğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! ... Çünkü savaş meydanında olduğu kadar adalet karşısında da ben de, başka hiç kimse de kendini ölümden kurtaracak vasıtaları kullanmağa kalkışmamalıdır. Evet, çok defa, bir kimse savaşta silahlarını bırakmakla, düşmanlarının önünde diz çökmekle ölümden kurtulabilir; her şeyi söylemeği, her şeyi yapmayı kabul eden bir kimse için her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın daha birçok çareleri vardır; yalnız şuna iyice inanınız, yargıçlarım, asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar.

Ölüme mahkûm edildi Sokrates, ancak hâlâ yaşıyor!

Ahmet de, yapmasına izin verilmeyen konuşmasını; “Bu yüzden geçmişte olduğu gibi katletseniz de, şimdi olduğu gibi hapsetseniz de hakikati söylemeye devam edeceğiz” diye bitiriyor.
On yıllar sonra da okunacak Ahmet’in “itham” savunması ama siz bugün bulup okuyun!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Ahmet Şık’ın ahlaki duruşu - NAZIM ALPMAN

Hafta başında (25 Aralık 2017 Pazartesi) Cumhuriyet gazetesi davasının 5. duruşması vardı. Hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, tarafsız adalet mekanizması gibi tartışılmaz ilkeleri bir kenara bırakıp, sanığın savunma hakkının bile elinden alındığı bir oturum yapıldı.
Ahmet Şık mahkemeden atıldı!
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Abdurrahman Orkun Dağ, Ahmet Şık’ın savunmasının “siyasi” olduğunu söyleyerek sözünü kesti, sonra da duruşma salonunun dışına çıkarttı.
Bunların hepsini biliyorsunuz, ama yazıyı kurgulamak için böylesi bir özet gerekiyor. Çünkü gazeteciliğin basit kuralları vardır. En yalın haliyle okuyucuya anlatmalısın, hangi mesele üzerine bu yazıyı yazıyorsun. Hasan Pulur Ağabeyimiz söylerdi:
-Herkes senin benim gibi her gün bütün gazeteleri okumuyor. Gazeteci konuyu hiç bilmeyene anlatır gibi açıklayıcı olmalıdır.
Ahmet Şık’ın savunması ve onun bu yüzden duruşma salonundan atılması, Türkiye’de ve dünyada büyük yankı yaptı. Daha gerçekçi yazmak gerekirse, Türkiye’nin yarısında dünyanın bütününde demem gerekiyor. Çünkü “vidanjör medya” böylesi olayları görmezden geliyor. Haberi okurlarından gizliyor.
Elbette gazetecilik bu değil.
Peki ya nedir?
Ahmet Şık’ın basın tarihine altın harflerle yazılacak uzun savunması gazeteciliğin bütün ince ayrıntılarını kapsayacak zenginlikte örnekler sunuyor.
Ahmet yaşadığımız ülkenin olağanüstü fotoğrafını çekerek başlıyor savunmasına:
“Yargıtay Başkanı adli yılın açılışında açıkladı, Türkiye’de 6 milyon 900 bin şüpheli varmış. Nüfusa oranlandığında her sekiz kişiden biri zanlı imiş. Oranın yüksekliğini Başkan da kabul ediyor.”
Ahmet Şık zanlı oranının aktif nüfusa bölünce nüfusun yüzde 15’inin devlet gözünde şüpheli olduğunu vurguladıktan sonra, neden böyle bir garabetin oluştuğunu tek tek somut tespitlerle izah ediyor.
Mahkeme başkanı Ahmet’in anlattıklarını duymak istemedi, susturdu sonra da dışarı attı. Ama yaşadığımız ülkenin gerçeklerini de böyle mahkeme kararıyla bir kenara atmak mümkün mü?
Dünyanın bütün basın yayın organları, gazetecilik kuruluşları, insan hakları savunucuları Ahmet’i duydu, gördü ve değerlendirmeler yapacak sonuçlar çıkardılar.
Ahmet hem Türkiye’de hem de dünyada cesareti nedeniyle büyük takdir topluyor. Ahmet’in “cesaret” konusuna bakışı savunmasında da vardı:
“Cesur olmak, elbette korkusuz olmak değildir. Ama yitireceklerini bilmene rağmen, itiraz edebilmektir. Çünkü korkaklar yaşamazlar, sadece nefes alıp verirler!”
Ahmet Şık savunmasının sonlarına doğru “açıklayacağınız hükmün zerrece önemi yok” dedikten sonra ekliyor:
“Çünkü bu hükmün hukuki değeri de yok!”
Akıllara Barış Derneği Başkanı Büyükelçi Mahmut Dikerdem geliyor. 12 Eylül’ün en ünlü davalarından olan “Barış Derneği Davası”nın savunma aşamasındaki ilk duruşmasında “Biz bu iddianameyi hiç ciddiye almıyoruz” dedikten sonra cesaretle şöyle devam etmişti:
“Ama iddianamenin taşıdığı zihniyeti çok ciddiye alıyoruz ve yargılama boyunca bu zihniyeti teşhir edeceğiz!”
Ahmet Şık, Mahmut Dikerdem’den 30 yıl sonra aynı duruşu sergileyerek “teşhir” etmeyi sürdürdü.
Yargılanma sırasında bazen sanıklarla yargıçlar tarih huzurunda yer değiştirir. Kimin yargıç kimin mahkum olacağına zaman karar verir.
Türkiye’nin siyasi sağında böylesi dik duruşlu erdemli politik şahsiyetleri göremedik. O alanda; çorak topraklarda yetiştiler, çalı-çırpı olmanın ötesine geçemediler.
Mesela son büyük siyasi yargılama operasyonunun muhatabı olan Gülen Cemaati mensuplarından ilaç için biri çıkıp siyasi bir savunma ortaya koyamadı. Nihai hedeflerini açıklayan tarihi bir belge ortalıkta yok. Tıpkı öncekiler gibi: Boynum bükük kalbim kırık!
Ahmet Şık sol geleneğin dik duruşunu sergiliyor. Yaptığı her şeyi savunuyor, yapacağını de tekrarlıyor.
Ahmet Şık’ın ahlaki duruşu bu savunmayı zorunlu kılıyor.
Ancak saygı duyulabilir:
-Ahmet Şık için ayağa kalkın!.. 

Nazım Alpman / BİRGÜN

27 Aralık 2017 Çarşamba

Hadi ordan - AYDEMİR GÜLER

Sokak çetelerine af anlamına gelen son düzenleme AKP’nin her istediğini yapabilme gücüne sahip olduğunu mu gösterir? “Darbeye karşı duranlardan” hesap sorulmayacakmış…

Giderek AKP’nin sahip olduğu gücün esası her istediğini söyleyebilmesine indirgeniyor. Burada gerçek ve gerçek dışı birbirine karışıyor. “Her istediğini söylemek” kuşkusuz hafife alınmaması gereken bir gücü temsil eder. Öyle ki, söylenene inananların sayısı ne kadar çoksa, bu inanç maddi bir güce de dönüşür.

Ama bir de “son tahlil” diye bir şey var! Bir sokak kavgası düşünün. Taraflardan biri durmadan karşısındakine “seni döverim” diye bağırıp çağırsın. Eee? Dövüyor mu peki? Bağırıp çağırma yetisi ve bunun seyredenlerce inandırıcı bulunması elbette bir güçtür. Ama tartışmanın sonunu kimin kimi dövdüğü belirler.

2018’e girmek üzereyken AKP’nin altından kalkamadığı kriz göstergelerini yeniden saymayayım. Her düzlemdeki bu göstergelerden çıkan toplu fotoğraf Erdoğan’ın ayaklarını bastığı zeminin sürekli sarsıldığını, kırıldığını anlatıyor. AKP’nin bir gücü daha var: Kırık zemin üstünde dans etme yeteneği. Bu yetenek tanrı vergisi değil, dünya konjonktürünün hediyesi.

Örnek olsun, bunların Batı aleyhtarı kesilebilmelerinin kaynağını Lavrov başka bir bağlamda dile getirdi: “ABD ile Rusya arasında demir perde yok”muş. Rusya, ABD ile aynı emperyalist-kapitalist sistemin parçası olduğu için, doğrudur, aralarından bir kırmızı çizgi geçmiyor. Batı bağımlısı bir kriz ülkesi, çok sıkıştığında aynı dünya sisteminin içinde salınımlar gösterme şansına sahip artık. Sovyetler Birliği zamanında olmayan bir şansı var Türkiye’yi yönetenlerin.

Örnek olsun, sermaye hareketlerine görülmemiş bir hız kazandırmak, kimilerinin haklı olarak kumarhane ekonomisi dedikleri neo-liberal dönemin özelliğidir. Bu özellik emperyalist hegemonyayı tahkim etmiştir etmesine. Dünyada çok büyük paralar kolaylıkla hareket etmektedir. Tam olarak batakhaneye dönmediği zamanlarda olsa çoktan çökmesi beklenecek ülkeler, krize karşı birtakım kaynaklara bu sayede erişebiliyorlar. Türkiye’yi yönetenler de bu olanağı tepe tepe kullanmaktadır.
İçeriye bakın… Burjuva siyaseti Erdoğan’a alternatif üretememekte, mecburen alternatif diye boy göstermek zorunda kalanlar kaçak güreşmektedirler. Evet bu düzeni, düzenin bu halini yönetebilmek için gericinin önde gideni olmak gerekir. Gericiliği biraz dengelemek gerektiğini düşünen veya bunlar kadar fütursuz davranma yeteneği olmayanlar iktidarı istememektedir. Ne kadar sömürü, o kadar gericilik. “Sömürünün daha da fazlası olsun, ama gericilik biraz budansın.” Bu hayalin karşılığı yok. Mecburen görülmemiş toplum mühendisliklerine veya hokkabazlıklara başvuruluyor. Bunlar da yetmiyor AKP’yi götürmeye…

Bu kadar sömürü ve bu kadar gericilik olduğunda, hukukun, meşruiyetin kırıntısının kalmamasına da toplum alışıyor. Türkiye’nin dört bir yanında, mahkeme kapısında, gün ortasında, trafikte ve düğünde, okulda ve işyerinde, birbirini tanıyan ve tanımayan insanların birbirlerini vurmakta olduklarına alışıldığı gibi! Rüşvete, ahlaksızlığa, ben yaptım olduculuğa şaşmanın anlamı yok…
Peki böyle bir ülke olur mu?
Bizim sorumuz budur ve yanıtımız değişmedi: Olmaz. Gün gelir, bu ülke yeniden kurulur.
Darbe bastırmak niyetine tabancayla, palayla sokağa çıkan, insan öldüren bir yobaz takımını kararnameyle koruma altına alacaklarmış!
Palavra.
AKP artık hep ihtiyaç duyacağını bildiği çetelere güven vermek istiyor. “Kafa kestiniz, köprüden attınız ve size af çıkarttık. Hatta bir dahaki sefere yine yapabilirsiniz, rahat olun…” KHK denen belgede yazılan budur ve bu güç değil acizlik belirtisidir. Türkiye kapitalizmi bu yolla ve bu “kadrolarla” selamete ermez. Bu yollar ve bu kadrolarla bir ülke var edilemez, bir düzen kurtarılamaz.

Ama bir koşulla. Ki o koşulun oluşmamış olması AKP’nin asıl güç kaynağı olmaya devam ediyor.
Türkiye’de her istediğini söyleyebilen AKP’nin söylediklerine inanmayan, “hadi ordan” yanıtını yapıştıran bir karşı ağırlığın şekillenmesi koşuluyla. İktidarın gücü, ancak günü kurtaran ve yukarıda içerden ve dışardan örneklerini vermeye çalıştığım düzen dinamiklerine dayanmıyor aslında. İktidarın gücü emekçi halkın örgütsüzlüğüne, “hadi ordan” diyemeyişine dayanıyor.

Bu karşı ağırlık, dizlerinin üstünde doğrulmaya başladığında, o katil, yobaz, sapık sürüleri kimsenin ama kimsenin kendilerine herhangi bir güvence veremeyeceğinin farkına varacaklar.

Aydemir Güler / SOL

OHAL ve vatanseverlik - ÖZGÜR MUMCU

Hem genel af niteliğinde hem de ileride işlenecek suçlarda sorumluluğu ortadan kaldıracak şekilde kaleme alınan, anayasaya ve hukuk devletinin bilinen bütün temel kaidelerine aykırı bir düzenleme, KHK gücüyle yürürlüğe girdi.
Hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu ortadan kaldırılanlar “15 Temmuz darbe girişimi ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler” diye tanımlanmış. 

Herkesin teröristlikle suçlandığı günümüzde terör eyleminden ne anlaşılmalıdır? “Bunların devamı niteliğindeki eylem” ne demektir? Hangi zaman dilimini kapsamaktadır? 

İktidar çevreleri bu düzenlemenin hedefinin sadece 15 ve 16 Temmuz’da darbe girişimine karşı hareket edenler olduğunu açıklamak zorunda kalmıştır. Gelgelelim KHK’nin ilgili maddesinin lafzından, bu sorumsuzluk halinin sadece o iki günle sınırlandırıldığını çıkarmak mümkün değildir. Evvela okumayı yazmayı öğreniniz. Ne yazdığınızı bilmez, ne dediğinizi anlayamaz haldeyseniz de memleket yönetmek gibi bir işe soyunmayınız.

Anayasa Hukuku Profesörü olmak gibi bir özelliği olan AKP milletvekili Burhan Kuzu’nun bu maddeyi “15 Temmuz benzeri bir darbe ya da terör saldırısı yeniden gerçekleşirse, bu ihanete müdahale edecek vatandaşlarımız kanuni olarak koruma altına alınacak” diye değerlendirmesi de düzenlemenin nasıl yorumlanacağını göstermekte.
Yapılan, iktidar karşıtı her eylemi, her gösteriyi, her mitingi “terör eylemi” diye değerlendirmek ve bunlara saldıracaklara “sorumsuz” kalacaklarının mesajını vermektir. Çığ gibi büyüyen tepkiler nedeniyle bu madde değiştirilse dahi, ilgili kesimlere sinyal verilmiş, toplumsal gerginlik beslenmiş, ileriye dönük yeşil ışık yakılmıştır. 

Bu son derece tehlikeli madde sadece 15-16 Temmuz’u kapsayacak şekilde sınırlı yorumlansa dahi kabul edilmesi mümkün değildir. İktidar ve cemaatin işbirliği yaptığı Balyoz gibi siyasi davalar neticesinde yetkili makamlara atanan darbeci subayların, otobüslere doldurduğu hiçbir şeyden habersiz askeri öğrencilerin linç edilerek öldürülmesi hangi hukuki, ahlaki ya da vicdani gerekçeyle affedilecektir? 

Bu berbat düzenlemeye karşı çıkanları Devlet Bahçeli isimli şahıs vatan hainliğiyle ve “FETÖ’nün kurşun askeri” olmakla itham etmektedir. Oysa Devlet Bahçeli isimli şahıs, darbe girişimin ertesinde, öldürülmüş bir askerin cesedinin yanında bozkurt işareti yaparak poz veren biriyle ilgili “Her şey bir yana, hayatını kaybetmiş bir Mehmetçiğin başında bozkurt işaretiyle fotoğraf çektirip sosyal medyada yayımlayan iblis uşağı yaratık, neredeyse bulunup darbecilerle birlikte cezalandırılmalı; doğduğuna pişman edilmelidir” demekteydi. 

 Dün iblis uşağı dediğinin affedilmesine karşı çıkanları vatan hainliğiyle suçlamak, sağlıklı bir akıl yürütmeyle çözülebilecek mesele değildir. Yeni Devlet Bahçeli’ye göre eski Devlet Bahçeli vatan haini, eski Devlet Bahçeli’ye göre yeni Devlet Bahçeli iblis uşağı savunucusu olamayacağına göre, ortada sırrı ileride çözülecek çok tuhaf bir durum var demektir. 

OHAL düzeni 1.5 senede linci kollayan, yüreklere iç savaş tedirginliği veren KHK’lere vardı. OHAL böyle sürdükçe, devleti yıpratan, iktidarın meşruiyetini zedeleyen düzenlemeler yağmaya devam edecek. Devletin bekası adına bir devletin yıkımını izliyoruz. OHAL’in bitmesini istemek artık vatanseverliğin gereğidir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET