10 Ocak 2018 Çarşamba

Sürdürülebilir yoksulluk - ÇİĞDEM TOKER

Dünkü Resmi Gazete’de “muhtaçlar” ile ilgili bir Bakanlar Kurulu kararnamesi yayımlandı. Muhtaç ailelere ısınma amaçlı kömür yardımı öngören bu düzenleme 81 ilde milyonlarca eve, 500’er kg kömürün bedelsiz dağıtımını sağlayacak. 
Türkiye’yi 16 yıldır AKP yönetiyor. 
“Muhtaçlık” bu uzun zamanda bitmek bir yana çoğalırken iktidarın değişmemesinin izahı tek: AKP için yoksulluğun bitirilmesi değil sürdürülebilir ve yönetilebilir olması önemli. Bu tercih, iktidar aygıtlarına, bürokrasi ilişkilerine ve mevzuatın kullanılma ve uygulanma biçimlerine baktığımızda apaçık görünüyor. 
Böyle olmasa 2000’li yılların başında vergi rekortmeni listesinde üst sıralarda yer alan bir kamu kurumu olan Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) her yıl artan görev zararlarıyla boğuşmak zorunda kalmazdı. 
Böyle olmasa TKİ ve TTK’nin görev zararları büyürken, onların kiracısı konumundaki özel kömür şirketleri (ki, çoğu da işçileri önlem almadan yerin altına indiriyor) devlet eliyle, yoksullara bedava dağıtılacak kömür satın alınarak zenginleştirilmezdi. 
Eğer muhtaçlara kömür dağıtımı, yoksulluğu yönetmek değil de sosyal politika aracı olsaydı, partili müteahhitlere bütçe kaynaklarından yarışmasız, kuralsız ihale vermek üzere sistem kurulmazdı. 
(Dünkü yazım üzerine gelen bir okur mesajında, 10 bin nüfuslu ilçesinde ki genç müteahhidin Passat’a bindiği yazıyordu.)

***

Muhtaçlara kömür dağıtımı, muhtaçlara kömür dağıtımından fazlasını ifade ediyor. 
Yukarıdan aşağıya doğru lütfeden el, ülke geneline yayıldıkça, verme işi devamlılık kazanınca minnet ve şükür ilişkisi de sürekli kılınmış oluyor. 
(Bakanlar Kurulu kararname ekindeki illerin, hangi ayda kömür alacağını resmeden ayrıntılı çizelgedeki itinaya göz atmanızı öneririm.) 
Varsın Türkiye Taşkömürü ve Türkiye Kömür İşletmeleri milyarlarca lira görev zararı yazsın.
***

Muhtaç ailelere kömür dağıtımı, AKP’nin icat ettiği bir uygulama değil. Tarihi Özal dönemine uzanıyor. AKP, bu uygulamayı “işledi.” Görev zararlarına aldırmayarak sürekli kılarken, kamu işletmelerinden çıkıp partili müteahhitleri içine alacak biçimde genişletti. 

2005 yılından bu yana, parasız dağıtılan kömür, TKİ’nin kendi işlettiği sahalara ek olarak, bağlı ortaklık ve iştiraklerini rödovans yoluyla kiralayan şirketlerden de satın alınıyor. Bu kömürlerin bedeli görev zararı yazılıyor. Görev zararları da bütçeden ödeniyor. 
Resmi verilerle bitirelim: Sayıştay’ın Kamu İşletmeleri Genel Raporu’na göre, 2012 yılında 1.5 milyar TL olan görev zararı ve sübvansiyonlar, 2016’da 3.3 milyar TL’ye yükseldi. 
Hazine’den KİT’lere ödenen görev zararının 1.3 milyar TL’si TKİ, 426 milyon TL’si Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’na (TCDD) ödendi. (TCDD muhtaç ailelere dağıtılacak kömürün ulaştırılmasından sorumlu.) 
Hazine bu ödemeleri kamu işletmelerine tam ve zamanında yapamıyor. Bu da kamu işletmelerinin finansman dengesini bozarak, kredi kullanmak zorunda bırakıyor. 
Kamu işletmelerinin zarara girmesinin ise iktidar açısından önemli olmadığı ortada. 
Önemli olan, muhtaçlara yardım adıyla uygulandığı halde sadakaya dönüşmüş minnet ilişkisinin sürdürülebilir olması. 
Minnet ilişkisinin sürdürülebilirliği de partili müteahhitlere, kolaylaştırılmış yollarla aktarılan kaynakların “akıllıca” (!) kullanımından geçiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Devlet Bahçeli ne istemektedir? - KEMAL CAN

Bahçeli, AKP - MHP ittifakının açıkça ve kendisi için maksimum avantajla tescil edilmesinin gecikmemesini ve kongresine resmi iktidar ortağı olarak çıkmak istiyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli çok da sürpriz olmayan kararını açıkladı: Cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP aday göstermeyecek ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ı destekleyecek. MHP Genel Başkanı grup toplantısında meseleyi biraz daha ileri taşıyarak, “yeni sisteme” desteğin seçimle sınırlı olmayacağını söyledi. Böylece, işbirliği konusunda, Bahçeli kendisini bağladığı gibi, meselenin resmileşmesi için çağrı yapmış oldu. Kimseyi şaşırtmayan bu gelişmenin içeriğinden çok zamanlaması tartışmalı. Neden bu kadar erken ve böylesi bağlayıcı bir açıklama ihtiyacı duyuldu? “Bahçeli, ne yapmak, nereye varmak istemektedir?”

Erken kalkan yol alır
Zamanlama konusuna, ittifakın önemli ayaklarını, dönemeçlerini hatırlayarak girelim. Çünkü, bu kronolojide hep Bahçeli’nin erken hamleleri ve açtığı yol takip ediliyor: İşin görünür başlangıcı herkesin malumu: 7 Haziran 2015 seçiminden sonra Bahçeli muhalefet partileriyle, Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle “yüzde 60 blokuyla” davranmayacağını, koalisyonlara katılmayacağını açıkladı. Bu çok aceleci açıklama, seçimin yenilenmesinin yolunu açtı ama birçok siyasi seçeneğin de önü kesildi.
Bu hamleye paralel olarak, Erdoğan’ın “çözüm sürecini” bitirmesine, MHP’den “zorlayıcı” bir destek geldi. Çok değil bir yıl önce “iç güvenlik paketi” görüşmeleri sırasında HDP ile işbirliği görüntüsü ve bizzat Bahçeli’nin sıcak fotoğraflar vermesinden çekinmeyen MHP, HDP’yi “flu görmeye başladı”. Bahçeli, “taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmasın” laflarına, ısıtılan idam tartışmalarına kadar uzanan bir tonda “sertliği” teşvik etti, cesaretlendirdi ve zorladı. MHP’nin ideolojik ve ciddi oy katkısıyla AKP, 1 Kasım sonucunu aldı.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından oluşturulan “dış düşmanlar ve onların içerdeki destekçileri” çemberinin, bütün muhalefeti içine alacak kadar genişletilmesi, “Yenikapı ruhu” ve “yerli milli” tartışmalarında, MHP ve Bahçeli, neredeyse AKP sözcülüğü görevini üstlendi. Bahçeli, çok ileri bir söylem hattı oluşturarak, OHAL uygulamalarından dış politika hamlelerine kadar çeşitli alanlarda iktidara meşruiyet takviyesi sağladı, gerilimleri tırmandırmanın “koç başı”, “uç beyi” oldu.

Yeni sistem, küçük ortak
2016 sonlarına doğru Bahçeli yeni bir aceleci hamle daha yaptı ve Cumhurbaşkanlığı sisteminin önünü açan anayasa değişikliği tartışmalarını başlattı. AKP’nin telaffuz etmekte zorlandığı “fiili durumu hukukileştirelim” sözünü, daha önce başkanlık sistemine itiraz ettiğini ilan etmiş MHP’nin lideri Bahçeli dile getirdi. MHP’nin başlattığı süreç, 16 Nisan 2017 referandumu ile sonuçlandı. Bahçeli kendi seçmeninin çok azını ikna edebilmiş olsa bile, “evet” oyu çıkmasında kritik bir rol üstlendi. Bahçeli, seçim yasalarındaki değişiklikler konuşulmaya başlanmadan yine hamle önceliği alarak, baraj tartışmasını gündeme getirdi. Açılan baraj tartışması, AKP-MHP seçim ittifakının zeminini oluşturdu, kolaylaştırıcı bir etki yaptı. Kendisini AKP’nin eski başbakanı ve cumhurbaşkanına cevap vermeye bile mezun gören Bahçeli’yle ittifak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “size ne” diyerek AKP’lileri bile karıştırmadığı konu haline geldi. Belki Erdoğan ittifaka zorlandı, belki de Erdoğan’ın eli rahatlatıldı.
Bu küçük kronolojide görüldüğü üzere, Bahçeli önemli hamlelerle başlatıcı ve yönlendirici bir rol oynadı. Bazen bir sürecin yolunu açarak, bazen önemli ihtimallerin önünü kapatarak. Bazen anahtar, bazen kilit, bazen tamamlayıcı, bazen bozucu fonksiyonlar üstlendi. Oy kaybını, partideki etkinliğini ve -birçok konuda kendi sözünü fena halde ezerek- siyasi tutarlılığını kaybetmesine rağmen, gündemdeki “ağırlığını” korudu. Bunun bir siyasi kurnazlığın mı, yoksa bir rol paylaşımının mı sonucu olduğu tartışması daha sürecek!

Hamleler, hedefler, hayaller
“Bahçeli ne yapmak istemekte” sorusuna dönersek: Öncelikle, Erdoğan iktidarının korunması “mutabakatı”nın parçası olma ve ismiyle müsemma bir görev yapma iddiasını sürdürüyor. İkinci olarak, AKP-MHP ittifakının açık biçimde ve kendisi için maksimum avantajla tescil edilmesinin gecikmemesini istiyor.
Üçüncü olarak, muhaliflerin kopmasına rağmen sıkıntıları bitmeyen MHP’nin bu yıl yapılacak kongresine, resmi iktidar ortağı olarak çıkmak istiyor. İktidar işbirliği içinde seçim gündemini sıcak tutma görevini üstleniyor. “Yeni sistemde” seçim ittifakından daha etkili bir mevki beklentisini ortaya koyuyor.
Peki, Bahçeli’nin siyasi gerekçeleri neler? Birincisi, “yüzde 60’lık ‘sağ’ çoğunluk blokunda” kalmanın, sosyolojik - ideolojik -retorik olarak tarihsel- bir zorunluluk olduğuna inanıyor. Olağanüstü kongre sürecinde de görüldüğü gibi, MHP genel başkanlığında kalmak için “bir desteğe” ihtiyacı olduğunu biliyor, görüyor. Üçüncü olarak, sağladığı desteğin “vazgeçilmezliğinin” nimetlerini önemsiyor. Son olarak da, oy kaybını durdurmayı, durduramasa bile “bildiği suların” daha güvenli olacağını umuyor. Kazanç-kayıp hesabını “değişik” yapması kadar, bilinçli olarak “köprüden önceki son çıkışı” geçmiş olması da başka bir gerekçe elbette.

MHP biter mi?
Uzunca bir süre AKP’liler ve iktidarı destekleyen liberal çevreler, özellikle “çözüm süreci” konjonktüründe, fonksiyonu kalmadığı için MHP’nin biteceğini iddia ettiler. 7 Haziran sonrası ve referandum sürecinde de muhalefet sözcüleri MHP’nin kendisini imha etmekte olduğunu dile getirdi. Son çıkışın ardından da, MHP’nin “dükkân kapattığı” söylendi. Fakat, bütün bu süreç boyunca Bahçeli, siyasi gücünün üzerinde bir siyasi etki yaratmayı, partisinin başında kalmayı becerdi. (MHP’nin 1970’lerde efsane lideri Türkeş’in liderliğinde, en fazla yüzde 7 oy almasına rağmen “cephe koalisyonlarıyla” çok etkili olabildiğini ve Bahçeli’nin iyi bir Türkeş öğrencisi olduğunu hatırlatalım.)
Siyasi tutarsızlık ve söylem değişikliği konusunda -şampiyon olamasa da- sıralamadaki iyi yeri garanti olan Bahçeli’nin, herkese “tuhaf” gelen hesaplamaları, “formülleri” şimdiye kadar bir biçimde işledi. Toplamda zarara uğrasa da “zararı (riski) küçültmeyi” başardı. Bahçeli’nin hesaplamalarının ve formüllerinin “değişik”, anlaşılmaz bulunması, çok karmaşık olmalarından değil, fazla “yalın” olmalarından. “Bittiniz siz”, “böyle bitersiniz” şeklinde parmak sallamalar, Bahçeli’yi etkilemediği gibi, MHP seçmenini de fazla hareketlendirmiyor. Bu bilgiye aşina isimlerin bulunduğu İYİ Parti bu yüzden yumuşak bir tepkiyle yetiniyor. MHP’nin bitip bitmemesi, Bahçeli’nin hamleleri kadar bütün diğer siyasi aktörlerin akıbetini de belirleyecek gelişmelere bağlı olacak.

Kemal Can / CUMHURİYET

9 Ocak 2018 Salı

Huzur idiotokraside! - ORHAN GÖKDEMİR

Gördünüz Büyük Reis’in tabelasını. Söyleşiyi yapan Fransız televizyonu olunca ve şike mümkün olmayınca danışmanı ekran arkasından tabelaya yazarak kopya verdi reisine. Tabelada yazan ne? “Adalet suçlunun cezalandırılmasın gerektirir.” Tam da bizdeki OHAL-KHK düzenine yakışan bir adalet yorumu. Doğrusu tam tersi, adalet masumun cezalandırılmamasını gerektirir. Onun için modern hukuk teorisine göre bir masumun korunması bin suçlunun yakalanmasına evladır.

Ama bizde bir suçluyu yakalamak için bin masumu atıyorlar ateşe. Yanan yanıyor, kaçan kaçıyor, geride kalanlar suçlu. Kavurmacılar, pastırmacılar, börekçiler, enişteler, damatlar çoktan paçayı kurtardı. Nuriye ve Semih ta 15 Temmuz’dan bu yana yemek yemiyor bunların o çarpık adalet anlayışı yüzünden. Çünkü suçsuz oldukları halde KHK ile kapı önüne konup, işsiz, aşsız ve düşsüz bırakıldılar.

Halimiz belli. Danışman ne yazsın boş tahtaya? Kendisine ne söylendiyse o. Kaldı ki danışmanlarından çoğu zulümde zalime nal toplatır. Tekmeci Yusuf Yerkel’den hatırlayacaksınız.

Fakat soru hala cevaplanmadı; Bir insan nasıl ve ne sebeple “adalet suçlunun cezalandırılmasını gerektirir” cümlesi için sufleye ihtiyaç duyar?
Kameranın arkasından gördüğümüz tabela öyle duruyor ortalıkta. Okudu tabelayı ve sonra gitti Boğaziçi Üniversitesini tokatladı reis. Üniversite milletin değerlerine yaslanamadığı için hedeflerine tam manasıyla ulaşamamışmış... Bunun anlamı artık malum, sufleye ihtiyacı yok. Milletin değeri imama ya da imam hatibe delalet. Boğaziçi Üniversitesini imam hatip yapacak, meali bu. Çünkü devletin standardını artık imam hatipler belirliyor. Sürünün ve sıranın dışına düşüyor Boğaziçili o nedenle. Ya benzeyecek ya benzetilecek, mecbur!

***

Milletin değerleri söz konusu olur da, saraya biat eden “milletin ikinci adamı” Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa’yı anmadan geçmek olur mu? O bir akademisyen künyesine bakılırsa ama hangi konuda uzman bilmiyorum. Bunun bir önemi de yok aslında. Geçen gün yaptığı son konuşmayı aktarayım, bana siz de hak vereceksiniz. Şöyle dedi:
“A Partisi seçime girecekse, MHP, C Partisi'ni ittifak olarak takdim ediyor. A ve B partisi bir tarafta, bir tarafta da C ittifakı. C altında ittifakı oluşturan hangi parti varsa, bu E ve F Partisi olabilir. O zaman ittifak E ve F Partisi olacaktır.”

Boşuna ne dediğini anlamaya çalışmayın. Tercüme edeyim size. “Cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP aday göstermeyecek, Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceğiz” diyor. Hebelek gübelek etmesi söylediğinden kendisinin de emin olmamasından. Hâlbuki bildiği konularda konuşurken oldukça nettir. Misal, YPG’ye yapılması gerekenleri şöyle ifade etti geçen hafta: "Teröristler nerede ise oraya girilmeli, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmamalıdır."

Hafife almayın, Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa’nın dili gerçekten de devletin dilidir. Kafasındaki siyasal denklem karışık olsa da siyasi eylemi gayet nettir devletin: Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmayacaktır. Devlet dilidir bu. Bakın “SiSi”kod adlı İçişleri Bakanına, o dili göreceksiniz. Polise seslendi, suçluları hedef gösterdi mesela. “Ayaklarını kırın, suçu üzerime atın” dedi. Ne yapacak, hukuka davet edecek değil ya. Hem sufle ortada, adalet suçluların cezalandırılmasını gerektirir. Hukuk mukuk, hepsi teferruattır.

***

Boğaziçililer gibi zındık olmayıp, milletin değerlerine yaslanan öğretim üyelerinden bir başkasını devletin kanalına çıkardılar geçtiğimiz günlerde. Konu “Nuh Tufanı”ydı. “Madem tufan var içinde, sudan-selden anlayan birini çağıralım” diye düşünmüş olmalılar, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesinden Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Örnek’i davet etmişlerdi programa. Pek ateşli bir “bilim” insanıydı Yavuz Örnek. Milletin değerlerine de haddinden fazla yaslanmıştı, konuşmasından belliydi. Dedi ki “milletin” gözünün içine baka baka, "Hz. Nuh'un cep telefonu vardı. Gemiye binmeyen oğlunu ikna etmek için cep telefonuyla görüştü. Oğlu da babasının telefonundan sonra uçağa atlayıp Nuh’un gemisine yetişti…"   


Çok mantıklı bir akıl yürütmesi var milletin hocasının. Nuh’un o kadar bitkiyi, hayvanı tek başına toplamasının mümkün olamayacağı, olsa olsa Amerika’dan, Fransa’dan sipariş edip kargoyla toplamış olacağı çok belli. Mantıklı mı? Mantıklı! Ne mantığı? Milletin mantığı...

Nitekim bu tür programların ve bu tür konukların piri olmuş sunucu bile dayanamadı daha fazla. Önce yüzü ağlamaklı oldu, sonra yüzündeki ifadeyi saklamak için masaya kapandı. Ardından titreme nöbeti geçirip gülmeye başladı. Yavuz Hoca rahattı, “ben bilim adamıyım, bilim adına konuşuyorum” dedi. Bilimin o ürkütücü otoritesi karşısında kim ne diyebilir? Olayın son sahnesinde Rize ağzıyla söylendiği için büsbütün içinden çıkılmaz hale gelen “Ç”ler “C”ler ve Nuh Nebiden kalma insansız hava araçları stüdyoda uçuşuyordu.

***

Nuh konuştu diye cep telefonu kutsal oldu falan sanmayın. Kocasından “bylock” çıktığı iddia edilen AKP bakanı Fatma Betül Sayan, “telefon-u şerif” falan demeden saydırdı nuvzuhur kutsal emanetimize. 3-4 yaşındaki bebeleri kuran kursuna götürmekte sakınca yoktu ama ellerine telefon vermek çok sakıncalıydı. Cinleri, melekleri duyup manevi olarak donanan çocuklarımız, cep telefonunda istenmeyen içerikle karşılaşınca manen çöküntü yaşıyordu. Ekledi, ''Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi, zehir evlerimizin içine girmiş durumda. Bu nedenle, aileler ve öğretmenler olarak üzerimize büyük sorumluluklar düşüyor. Bugün teknoloji, internet bağımlılığı tıpkı uyuşturucu bağımlılığı gibi çocuklarımızı tehdit ediyor." Biliyoruz artık cumhurbaşkanını nebi falan sayıyorlar ama neticede söz konusu olan koskoca Nuh Peygamber. Seller görmüş, fırtınalar atlatmış. O esnada cep telefonuyla fıtı fıtı fıtı… Onun elindekini, çocuklardan esirgememiz haddimize mi? Sünnettir bundan böyle!

Dinci cehalet böyledir; aralarında 1500 yıllık bir zaman farkı olduğuna aldırmaz, Roma sütunlarına bağlayıp İbrahim'i Atargatis'in havuzuna fırlatır. İsa'yı bakireden doğurtur, Muhammed’i uçurtur. Nuh'u cep telefonu ile konuşturur, insansız hava aracına bindirir.

***

Malum kapitalizmin son aşamasındayız. Haliyle dünyayı emperyalizmin çöplüğüne çevirdi sistem. Çevre neyse merkez o, taşra neyse şehir o, Rize neyse Washington o, Trump neyse Tayyar o. Her yerde aynı kör cehalet…

Biz bunlarla boğuşurken dünyanın akıl küpü Donald Trump, fiziksel ve akıl sağlığının Başkanlık için uygun olmadığı yönündeki iddialar nedeniyle bir hekime görüneceğini müjdeledi. Bu sağlık kontrollerinde Trump’a uyuma alışkanlıkları ve cinsel hayatı hakkında sorular sorulacak. Demokrasinin gözünü seveyim. Bizde olsa KHK ile yasaklanırdı. Koca reise “kuş ötüyor mu” diye sorulur mu?
Peki, nedir Trump hakkındaki iddialar?
Sürekli TV izliyormuş. Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa da izliyor. Eski arkadaşlarını tanımıyormuş. Biz on beş yıldır bizimkinin asker ve okul arkadaşlarını arıyoruz, bulamıyoruz. Ne var bunda? Çocuk gibiymiş. Her daim taltif edilmeye ihtiyacı varmış. Her şey onunla ilgiliymiş. İlahi, sorun mu bu? Okumuyor ve dinlemiyormuş. Vallahi bunlar bizde politikaya girmenin şartları arasında. Okuyan, dinleyen politikacı mı olur? Fast food alışkanlığı varmış. E bu kadar ağır moronluğu sürekli beslemek lazım, değil mi?
Çıktı reddetti hakkında söylenenleri, “çok istikrarlı bir dâhiyim” dedi. Sınırsız para kazandığına göre öyle olmalı. 
Sistem her gün bunu söylemiyor mu hepimize?

***

İdiokrasi bir ahmaklar düzenidir. Genetik bir yetersizlik değildir ahmaklık, tekelci kapitalizmin son aşamasında insan beyninin aldığı haldir. O beynin artık okumaya, anlamaya, öğrenmeye, biriktirmeye ihtiyacı yoktur. Sürekli beslenmeli ve sürekli uyur halde tutulmalıdır. Uyandığında televizyon izletilmeli ve fast food yedirilmelidir. Söylüyorlar zaten; Mutluluk cahilliktedir…

Haliyle temel eğitime de artık ihtiyaç kalmamıştır bu düzende. Dağın taşın imam hatip yapılabilmesi böyle imkân haline gelebilmektedir. Aksi halde kim Boğaza paralel boğaz açmayı, şehrin merkezindeki parkı yıkıp alışveriş merkezi dikmeyi, yayladan otoyol, denizden köprü geçirmeyi aklından geçirebilir ki? Ahmaklık bir düzen olmasa böylelerine birileri çıkıp, “bir dakika kardeşim siz manyak mısınız?” diye sormaz mı?

Gördünüz tabelayı: Kurtuluş suçluların cezalandırılmasını gerektirir. E kalkın hadi!

Orhan Gökdemir / SOL

1 Mart 2003’ten bugüne AKP - EROL MANİSALI

AKP dün ABD’nin Ortadoğu politikasının destekçisi (ve ortağı) idi. 1 Mart tezkeresinin geçmesi için elinden geleni yaptı. ABD, AKP’yi (ve siyasal sistemi) var gücüyle destekliyordu. 
TBMM, bazı AKP’lilerin de sağduyusu sayesinde ABD’nin (ve emperyalizmin) dayatmasını reddetti. Bu duruş Ankara ve Şam’ı, “ortak hükümet toplantısı” yapacak bir noktaya taşıdı. ABD sonra, 1 Mart’ta yapamadığını, AKP’yi (ve Ankara’yı) Suriye savaşına sokarak Kürdistan politikasına PYD ve YPG maşaları ile adeta ortak etti. 
Ankara (ve Erdoğan), 1 Mart 2003’te TBMM’nin aldığı ABD’ye ret kararından “dönmek zorunda” kaldı. Moskova ve Tahran’a, hatta Bağdat ve Şam’a yanaştı. Ancak Ankara’nın 2010-2016 arasında Gülen ve Suriye konularında yürüttüğü akıl almaz yanlış uygulamalar Türkiye’yi büyük bedel ödemeye sürükledi. 1 Mart 2003’teki gibi bir Meclis’in 2010’dan itibaren tamamen ortadan kalkmaya başlaması, “bugünkü kimi doğru kararların bile yanlış sonuçlar vermesine yol açacaktır”. 
Meclis’siz ve tek adamlı uygulamaların bedeli 80 milyona ödetilecek; 
-Ankara’nın Suriye’ye “dahli” dolayısıyla ithal etmek zorunda kaldığımız “4 milyon kişinin siyasi, iktisadi ve güvenlik bedelleri” çok büyüyerek sürecek. 
-İçeride üstünü örttüğümüz için, “ihraç ettik sanılan” Sarraf olayı, yalnız iktidara değil, halkın tümüne de büyük bir bedel ödetecek. 
-Batı karşıtlığını “akılcı dengelerden kopararak 6-7 Eylül olaylarına benzetmek isteyenler ortalığı kaplayacak”. 
-Ege adalarımızı Yunan işgal ederken biz Afrika’nın Sudan gibi çağdışı ülkelerinden “ada kiralayacağız”. İşler “kanun benim, devlet benim” noktasına getirilince, koskoca Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti gibi algılanmaya başlar. 
1 Mart 2003’ün Meclis’inden, tek adam ve tek otoriteye gelmiş oluruz. Polisin nasıl hareket edeceğini de kanunlar değil, siyasi güç belirlemeye başlar. 
 
Abdüllatif Şener ve AKP 
Şener’in son zamanlarda Halk TV’deki konuşmalarını ilgiyle izliyorum. Onunla yolum 1-2 defa kesişti. 2003 yılı 20 Temmuz kutlamaları için AKP hükümetini temsilen KKTC’ye gelmişti. Dome Oteli’ndeki resepsiyonda sohbet ediyoruz; kendisine ‘Başbakanınız bu iş Denktaş’la yürümez, 40 yıllık Kıbrıs politikamızı değiştireceğiz’ dedi. Anlaşılan artık bugün Girne semalarında izlediğimiz ‘Türk yıldızları’ birkaç yıl sonra Lefkoşa-Magosa hattında uçamayacaktır” dedim. Bana, hocam çok karamsarsınız diye yanıt verdi. 
Birkaç yıl sonra dediklerim çıktı: daha da ötesi Şener de AKP’nin uygulamaları ile çatıştığı için ayrılmak zorunda kaldı. 
Şener, İslami kesimden bir mütedeyyindir. Bugün Halk TV’de yaptığı değerlendirmelerin yüzde 99’una destek veririm: kuvvetler ayrılığı, Cumhuriyetin değerleri, kamu yararının önceliği, ulusal değerler ve dengeli dış politikası konusunda söylediklerine  Ecevit de Demirel de Erdal İnönü de imza atarlardı. Özal ve Çiller için tereddütlerim var. Ve Şener’in kuruluşta etkili olarak yer aldığı AKP nasıl bugünkü duruma geldi? 
Uygulamalar hukukun üzerine çıktı.
Özellikle de dini (ve dinci) örgütlenmelerin bu olumsuz gelişmedeki işlevleri açısından Şener, çok önemli ipuçlarını da sıralama cesaretini gösterdi. Dinin siyasete alet edilmesinin AKP’yi nasıl etkilediğinin ipuçlarını açık açık söylüyor.
Şener’le yüzde 99’dan arta kalan yüzde 1’lik ayrılığıma gelince: ben yüzde 100, sonuçların öbür dünyaya bırakılmadan “bugünkü dünyada” alınmasına inanıyorum. 
Allah insana akıl vermiş: “Sana akıl veriyorum, aklını bulunduğun dünyada kullan, benden başka yardım isteme” demiş. Buna uyarak işleri bu taraftayken halletmek tek çıkar yoldur diye düşünüyorum. 
Yoksa, “onları Allah’a havale etmek, bu dünyada zarar gören insanlara bir şey kazandıramaz”. Adaleti, insanca ve demokratik örgütlenmelerle bu dünyada çözmek zorundayız. 

1600’de Engizisyon’un yakarak öldürttüğü Giordano Bruno’nun sözünü etmeden geçemeyeceğim: “Tanrı iradesini, yeryüzündeki iyi insanlar aracılığı ile gösterir: dünyadaki kötü insanlar da dini (ve Tanrı’yı) kullanarak insanları sömürürler

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Evsizler, kapitalizm, solun halleri - İBRAHİM VARLI

Gün geçmiyor ki uluslararası ajanslar, dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinin sokaklarında yaşayanların dramatik hallerini servis etmesin. Dünyayı saran kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte günbegün artan yoksullaşma milyonları sokaklarda yaşamaya mahkûm bırakıyor. İşsiz kaldıkları, yoksullaştıkları ve kiralarını ödeyemedikleri için sokaklarda yaşamak zorunda kalanlara her geçen gün yenileri ekleniyor. Fransa’dan ABD’ye, İngiltere’den Almanya’ya dünyanın en “müreffeh” ülkelerinde tablo değişmiyor. Rüyalar ülkesi Amerika, demokrasinin beşiği İngiltere, barış ve refahın kıtası Avrupa… Fakat modern kapitalist dünyanın sokakları aynı dili konuşmuyor.

Peşpeşe yayımlanan raporlar, bu acı tabloyu güzler önüne seriyor. Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün (WRI) temmuz ayında yayımladığı rapora göre “330 milyon hane ve buna karşılık gelen 1,2 milyar insan, sürdürülebilir ve karşılanabilir barınma garantisinden mahrum.” Bu rakamın 2025’e kadar yüzde 30 artarak 440 milyon hane ve 1,6 milyar insana ulaşacağı tahmin ediliyor. Avrupa çapında evsizlerin (homeles) sayısı 3 milyonu bulmuş durumda. Kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazla, tablo daha da vahimleşiyor.

Almanya: 52 bin kişi sokakta
Alman Evsizlere Yardım Çalışmaları Birliği’nin (BAG) kasımda açıkladığı son araştırma verilerine göre, ülke genelinde, kalacak evi olmayanların sayısı bir önceki yıla oranla 350 bin artarak 860 bine çıktı. Bu kişilerden yaklaşık 52 bininin sokakta yaşadığı açıklandı. Bu sayı Avrupa genelindeki evsizlerin toplamının yarısını oluşturuyor. Bu sayıya evi olmayanların yarısından fazlasını oluşturan 440 bin resmi iltica başvurusu kabul edilmiş kişiler de dahil edildi. 860 bine çıkan sayının 2018’de 1 milyon 200 bine ulaşacağı belirtiliyor. BAG Başkanı Thomas Specht, bu durumun ortaya çıkmasında suçun göçmenlere yüklenemeyeceğini, on yıllardır devam eden yanlış iskân ve yoksullukla mücadele politikalarının etkili olduğunu söyledi.

Fransa: Bir ayda 21 bin evsiz başvurusu
Fransa’da da durumlar aynı. Evsiz sayısı Almanya’nın da üstünde. Net bir rakam verilmese de Fransa Sosyal Dayanışma Kurumları Federasyonu tarafından yapılan bir araştırmaya göre, sokakta yatıp kalkan evsizlerin sayısında çok büyük bir artış var. Sadece 10 Haziran ile 10 Temmuz 2017 tarihleri arasında yardım amaçlı telefon hattına 41 kentten 21 bine yakın kişinin yardım için aradığı kaydedildiği açıklandı.

İngiltere: 78 bin kişi geçici barınma merkezlerinde, 9 bin kişi sokaklarda
İngiltere’de milletvekillerinden oluşan bir komite, evsizliğin ülkede ulusal bir kriz haline geldiğini ve hükümetin bu soruna yaklaşımının kayıtsız olduğunu açıkladı.
Parlamentodaki Kamu Muhasebesi Komitesi raporuna göre İngiltere’de 9 bin kişi sokakta yaşıyor. Sabit bir evi olmayan, geçici barınma mekânlarında kalan ailelerin sayısı ise 78 bin. Evsiz ebeveynlere sahip çocukların sayısı ise 120 bin civarında.
Rapora göre geceleri sokaklarda uyumak zorunda kalan insanların sayısı 2011’den beri yüzde 134 arttı. Shelter Vakfı tarafından yapılan bir araştırma ise ülkede yaklaşık 255 bin kişinin evsiz olduğunu gösterdi.

ABD: 550 bin evsiz
Uluslararası yardım kuruluşu The Salvation Army’nin araştırmasına göre dünyanın en büyük ekonomisi ABD’de yaklaşık 550 bin evsiz var tabii. Sayı katlanarak artıyor. Evsizlik ve Yoksulluk Ulusal Hukuk Merkezi’ne (NLCHP) göre yıllık toplam 3,5 milyon civarında kişi, evsizlik deneyimi yaşıyor. Bunlar her an evsizler ordusuna eklemlenebilir!

Sol neden krizi fırsata çeviremiyor?
Ekonomik kriz, yoksulluk, gelir adaletsizliği ve sosyal huzursuzluklar artarken, koşullar sola bulunmaz imkânlar sunuyor. Almanya ve Fransa solu “bu krizi neden kullanamıyoruz, neden sol değil de aşırı sağcılar bu buhrandan faydalanıyor” diye ciddi bir sorgulama içerisinde. Sancı ve tartışmalar yeni sol partilerin doğumuna yol açmak üzere.Fransa solu dümeni daha sola kırmalıyız tartışmasını yaşarken, Almanya’da Sol Parti içinden çıkan bir grup, yeni bir parti hazırlığında. 
Eski lider Oscar Lafontaine “halkçı bir yeni sol parti” kurulması için harekete geçti.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Kıbrıs’ın seçimi - L. DOĞAN TILIÇ

Bugün pek çok köşede Bahçeli’nin bilineni ilan ettiği; “Aday göstermeyeceğiz, Erdoğan’ı destekleyeceğiz” sözleri tartışılacaktır. Sürpriz olamayan bu açıklama önümüzdeki günlerde daha çok konuşulur.

2019 seçimi ve adaylar konusunu bugünlük bırakıp Kıbrıs seçimlerine bakmak istiyorum. Solun oradaki seçim sonuçlarına ve sonuçlar üzerinden kendisine bakmasında yarar var.
Bir süredir Kıbrıs’ın, Türkiye’yi yaşanılmaz bulan ve gittikçe de daha yaşanılmaz olacağını düşünen hali vakti yerinde ve eğitimli Türkiyeliler’in tercihi olmaya başladığını duyuyordum. Türkiye’den “kaçış”ta yeni adreslerden biri olmaya başlamıştı Kıbrıs. Sükûneti, daha çağdaş ve hoşgörülü toplumsal iklimi ile burada bunalanları cezbediyordu.

Burada Kıbrıs’a ilgi böylesine artarken, Kıbrıs’ta “sessiz sedasız” bir seçim oldu. Sessiz sedasız diyorum, çünkü galiba şimdiye kadarki Kıbrıs seçimleri içinde Türkiye’den en az ilgi ile izlenen seçim oldu. Belki de “izlenmeyen” demek daha doğru.

Hoş, bu ilgisizlik yalnızca buraya özgü de değildi. Kıbrıstürk halkının geçen pazar yaptığı ve 1976’dan bu yana yapılan 14’üncü milletvekili genel seçimi şimdiye kadarki seçimler içinde adada da en az ilgi uyandıran seçim oldu.

Kıbrıstürkleri için her seçimin en önemli konusu olan “Kıbrıs sorunu”, KKTC’nin geleceği ve partilerin bu konudaki yaklaşımları hemen hiç konuşulmadı. Partilerin bu konuyu hiç tartışmadıkları kampanya sonucu vatandaşın sandığa ilgisi de son derece düşük oldu.
Bir önceki seçimde yüzde 82 oranında katılım sağlanan seçime bu kez katılım yüzde 62 düzeyinde kaldı. Mevcut koalisyonun büyük ortağı merkez sağ Ulusal Birlik Partisi (UBP) hemen hemen hiçbir şey söylemeyerek yüzde 36 civarında oy aldı ve zafer ilan etti. Geçen seçimde aldığı oyun yüzde 27.3 olduğu düşünülünce zafer ilanında pek de haksız sayılmaz.

Ancak, sandığa ilgi göstermeyenlerin (bir anlamda boykot edenlerin) yüzde 38’lik oranına bakınca, en büyük partinin boykot partisi olduğu da söylenebilir.

Kampanyasını boykot üzerine kuran ve “Sandığa gitmemek sorumluluktan kaçmak değil, ortak olmamaktır”, “Pazar günü mevcut sisteme karşı öfken, seçimi boykot ile sokakta umuda dönsün…” ve “HAYIRlı Pazarlar…” gibi sloganlar kullanan ÖDP’nin Kıbrıslı dostu Yeni Kıbrıs Partisi (YKP) sonucun “Hayırlı” olduğunu söyleyecektir.

Ancak, YKP’nin daha önce de boykot çağrıları yapmasına karşın böyle bir sonuca hiç ulaşılmadığı düşünüldüğünde, ortaya çıkan tablonun ardında farklı nedenler olduğunu görmek gerekir.

İlk kez uygulanan nispeten karmaşık seçim sisteminin de katılımın düşüklüğünde bir etkisi olabilir. Yine de bu, sol partiler arasında bir sorumlu arama tartışmasının başlamasını engellemeyecek. Zaten pazar gecesinden itibaren katılımın bu denli düşük olması nedeniyle seçime gitmeyen sol eğilimli siyasi parti, oluşum ve bireylere yönelik suçlamalar da başladı.

Siyasi yaşamına SSCB çizgisinde başlayan ve önceki iki seçimde oylarını sürekli artırarak yüzde 38’lere getiren Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) bu kez yüzde 21’lere gerileyerek tarihi bir yenilgi yaşadığı ortada.

Ancak, sorun CTP ile sınırlı değil. Bu son seçimde “milliyetçi duyguların” en etkin olduğu 1976 yılındaki ilk genel seçimlerin yüzde 70 sağ - yüzde 30 sol oy dağılımına geri dönülmüş oldu!

Seçime ilk kez giren ve “temiz siyaset” kampanyası yürüten sağ çizgideki Halkın Partisi (HP) oyların yüzde 17’sini alarak sürpriz yaptı. İlk anda iki sağ partinin (UBP + HP) rahat bir koalisyon kurabileceği akla gelse de, HP’nin kuruluşundan beri geçmiş hükümet üyelerinden hesap sorulmadan, onlarla koalisyon yapmayacağı vurgusu ve seçim sonrası yaptığı açıklama bu koalisyonu neredeyse olanaksız kılıyor.

Bu sonuçlar, belki de yeni bir erken seçimi dayatacak. Yakın zamanda yüzde 50’lere yaklaşan oy oranlarına ulaşmış solun, bugünkü noktaya hangi politikalar sonucu geldiğini sorgulaması, barış ve demokrasi için meydanları dolduran insanları evlerine göndermenin karşılığını iyi tartması gerekecek!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

8 Ocak 2018 Pazartesi

Söyle bakalım Diyanet: 1603 TL ile nasıl yaşanacak? - İLKER BELEK

Başımızda her konuda laf eden basbayağı siyasi bir kurum var. Sünni inancına göre fetvalar veriyor, toplumu cemaatleştirmeye çalışıyor, laikliğe, sekülerizme düşman. Neredeyse nasıl yaşacağımızı kendisine danışmamız isteniyor.

Peki Diyanet en mühim konuda (yoksa öyle değil mi?), geçim meselesinde, hükümetin belirlediği ve az bulanlara Erdoğan’ın “işiniz var daha ne istiyorsunuz” manasında fırça kaydığı 1603 TL hakkında neden herhangi bir beyanatta bulunmuyor? 
Neden gelir eşitsizliğini, vergi adaletsizliğini, yolsuzlukları, yoksulluğu, işsizliği gündemine almıyor?

Yoksa bütün bunların hayatımız ve değerlerimiz üzerinde etkisi olmadığını mı düşünüyor?
Bir şeyler söylemesini bekliyoruz doğrusu. Olmaz, ortalık böyle boş bırakılmaz.
Örneğin 1603 TL ile 4 kişilik bir ailenin (hadi toleraslı davranalım tek çocuklu üç kişilik bir ailenin, ama böyle de olmuyor kadının en az üç çocuk yapması gerektiğini yine kendileri buyuruyor, neyse böyle çıkılmaz bu işin içinden, uzatmayalım) nasıl geçinebileceğine ilişkin bir İslami reçete sunabilir topluma.

Hatta bir de işin uzmanlarından destek alarak 1603 TL’nin sağlıklı beslenme rejimi uygulayabilmek açısından daha elverişli olduğu konusunda hutbe bile okutabilir. Fazla paranın insanı nasıl yoldan çıkaracağını, maazallah sigara, içki gibi zararlara sarmaya nasıl yol açacağını, damarların tıkanmaması için zaten et tüketmemek gerektiğini, azın nefsi terbiye etmek konusunda ne tür faydalarının bulunduğunu ballandıra ballandıra anlattırabilir imamlarına.

O sırada camilerin bütün hoparlörleri sonuna kadar açılabilir, cümle alem, camilerden mahrum kadınlar da dahil, bu bilgi hazinesinden sonuna kadar yararlandırılabilir: “Çünkü malını saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir.” (İsra suresi/27) 1603 TL saçıp savurmaya zinhar yetmeyeceği için dinen vaciptir denilebilir.

Ama zor değil mi? 
1603 konusu işçi sınıfının AKP’li katmanlarında bile rahatsızlıkla karşılandı. Şirketlerin karlarını en az yarı yarıya artırdıkları, taşeron firmaların işçi başına ortalama %30’u cebe attıkları bir ortamda Diyanet 1603’ü, ister lakin, nasıl aklasın? Ekonomi her şeyin sınırını çiziyor.
Öte yandan işin başka bir boyutu daha var.
Bu konuda Kuran’da referans oluşturabilecek herhangi bir ayet de yok. Yok çünkü, o dönemde işçi yok, patron yok, yalnızca kölelik var ve köleci düzende asgarisinden bile ücret yok.

Oysa Diyanet’in amacı Kuran hükümlerini toplumun üzerine giydirmek. Çünkü bir siyasetin iktidarını sağlamlaştırabilmesi için, bir ideolojiye sahip olması ve onunla toplumu şekillendirebilmesi gerekir. Kadın ve cinsellik konuları bu bakımdan çok önemli.
AKP’nin ideolojisi İslam ve toplumun İslam’la yoğrulabilmesi açısından da kadın ve cinselliğin dini bir kalıba sokulması gerekiyor. Kuran’a dayanarak, endüstrileşmenin, kapitalizmin ve işçi sınıfı mücadelesinin geriletmiş olduğu ataerkini günümüzde yeniden inşa etmeye çabalıyorlar.

İslami kuralların kabul ettirilmesinin önemli bir yolu halk sınıflarının yoksullaştırılarak diz çöktürülmesi ve dünya ile ilişkisinin kesilmesi. Asgari ücret ve işsizlik işte böylesi bir terbiyeye yarıyor. Hal böyleyken Diyanet bu topa girer mi?

Ama tehlikeli sularda yüzüyorlar. Yoksulluğun terbiye edici etkisiyle, toplumsal patlamalara yol açıcı etkisi iki yüzü keskin bıçak gibi çünkü.

Dinci bir toplum yaratmak için iktidara geldiler ve tam olarak başaramadılar. Frene bassalar birikmiş tepki kendisini koy verecek, gaza bassalar tepki kendisini ilk uygun zamanda bırakmak üzere daha da birikecek.

İslam ideolojisi ellerine ayaklarına dolaşıyor. İslam’da günümüz toplumlarına, insanına rehberlik edecek hiçbir şey bulunmuyor.

Düşünsenize, köleci dönemde hayvancılıkla geçinen Bedevileri bir arada tutmak üzere yola koyulmuş bir düşünce sisteminden söz ediyoruz. Kuran’da kölelikle, cariyelikle, çok eşlilikle, zenginlikle ilgili hükümler var ve bütün bunlar eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri düzenleyecek, koruyup, kollayacak biçimde var.

Asgari ücret konusundaki sessizliğin nedeni işte bu zemin. Ne diyebilirler ki, “tasarruflu kullanın, şeytanlaşmayın”dan başka?

Tasarruf değil hakkımız için mücadele edeceğiz, bu insanlık dışı kapitalist düzeni yıkacağız.

İlker Belek / SOL

Özkök zehirlenmesi, Ferhangi panzehirler - Mehmet Kuzulugil

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’ın yazılarını okudum, arka arkaya, bugün. Pazar yazıları!

Kesinlikle bu konuda bir kamu spotu hazırlanmalı. Yurttaşlar uyarılmalı.
100 katlı bir gökdelenin hızlı asansörüyle 3-5 saniyede 105 kat inmiş gibi oldum. Eksi beşinci katta asansörün yanına mutlaka tuvalet konulmalı böyle binalarda.
Ahmet Hakan, milli ve ortak değerlerimizi yazmış. Kemal Sunal’ı, Münir Özkul’u, Yaşar Kemal’i, Mahzuni Şerif'i; Orhan Gencebay’la kirletmiş. Recep İvedik’i unutmuş. Onu da Ertuğrul Özkök hatırlamış. “Cem Yılmaz müthiş ama Şahan da ayrı bir kulvarda müthiş” buyurmuş.
Özkök, varsayımsal oğlu ile varsayımsalCell ile konuşan Nuh (v.) meseli ile gırgır da geçmiş. “4G ile mi konuşmuş 4.5G ile mi” diye sormuş. Özkök gerçekten adının hakkını veriyor. Ancak Ertuğrul Özkök’ün yapabileceği şeyleri sektirmeden yaparak… Çukurun diplerinde kıvranan memleketin halini gırgıra alırken bile, iletişim çağının ihtişamına göndermelerden vazgeçmiyor.
Ve yazısının bu bölümünü şöyle bitirmiş: Arkadaşlar şaka bir yana… Artık okullarımızda ders veren ulemanın durumu budur.
Şaşırtıcı değil mi? İyimser inekliğin, çok bilmiş peygamberi, alçaklığın yüksek IQ’lu, çok birikimli ordinaryüsü “güleriz ağlanacak halimize” tadında bir tur attıktan sonra “düşünün artık memleketin hali budur” diyerek bitirivermiş bu faslı.
Ve aynı köşede, “Ferhan Şensoy’a katılmoorum” diye buyuruvermiş.
Katılmadığı cümle şu:
“Münir Abi kavuğu devrederken ille de birine vermek zorunda değilsin...
Vereceksen, halkın sevdiği saydığı muhalif bir sanatçıya vereceksin dedi. Öyle bir sanatçı yok.”
Katılmamış, çünkü Özkök’e göre durum bu değil.
“Ben de diyorum ki var...” diye noktalamış değerlendirmesini.
“Benim kadar iyimser olmak için düzenli Avrupa gezilerine, Fransız şarabına ihtiyacınız yok. Siz de delik cebinizle iyimserliğin yollarını bulabilirsiniz fakirler” diyesi Özkök, anlamamış Ferhan Şensoy’u!

Bence de Ferhan Şensoy haklı. Ve söyledikleri muhalif sanatçılara bir haksızlık değil.
Çünkü öyle bir ülke yok! Öyle bir ülke yoksa, öyle bir sanatçı da yok.
Varsayımsal peygamberlerini, yok sayılmış baz istasyonlarının cep telefonları ile konuşturan televizyon kanallarına “hadi ordan” diyen bir ülkede öyle “bir değil bir çok” sanatçının olduğunu göreceğiz elbette. Ama durum o değil. Özkök, bunu da afedersiniz eşşek gibi biliyor. Ama o bir iblis. Bildiğini belli etmeden yapamayacak kadar kibirli bir bilmezden gelme üstadı.

Bence Ferhan ağabey memlekete "öyleyse böyle" diyerek, halka ve pisliğinin üstüne oturan bir aydın topluluğuna bazı şeyleri hatırlatarak çok iyi ediyor.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Bu daha başlangıç! - TAYFUN ATAY

Ömrümün neredeyse 40 yılı üniversitede geçti. Ama bunun son 20 yılını “akademya” yanında medyada da bir teşrik-i mesai içerisinde sürdürdüm. 
Çünkü kabıma sığamadım! Zaten zaman-mekânda tüm çeşitliliğiyle insana ve kültüre bakan antropoloji bünyesinde ta en baştan hayatı üniversiteye taşıma esasıyla hareket etmekteydim. Bu yetmedi, üniversiteyi de hayata taşıma arzusu, tutkusu, aşkıyla yandım tutuştum.
 
Medya, daha doğrusu yazılı basın, buna karşılık bulma yolunda uygun mecra oldu. 
Doktora sonrası Londra’dan döndüğümde sıcağı sıcağına ilk yazım, 90’lı yıllarda kendince bir iz bıraktığı söylenebilecek Yeni Yüzyıl’da çıkmıştı (19 Şubat 1995). Başlık şu: “Kimlerin temsil ettiği İslam? Hangi İslam?” 
Heyhat, gel de efkârlanma! Şimdi ortalıkta “gerçek İslam olur mu olmaz mı” tartışmasına soyunan kimilerinin daha gencecik İslamcı oldukları günlerde yazmışım, “gerçek İslam” hikâyedir diye!.. Biraz, “erken öten horoz” misali!.. 

Sonra başka gazetelerde de yazdım ama daha disiplinli “gazetecilik” kulvarına girmem, Can Dündar’ın tavassutuyla olmuştur. Çocukluk arkadaşım, mahalle arkadaşım, okul ve de sınıf arkadaşım Can’la beraberliğimiz onlarca yıl hep bir akademik-medyatik etkileşim boyutuna sahip oldu. 
İlginçtir, bunun ilk adımı görsel medyaydı: 1999-2000 arası NTV’de her ay bir bölümü yayınlanan 11 bölümlük, yani bir yıl süren “4. Nesil” belgesel çalışması. Rahmetli hocamız Prof. Ünsal Oskay’ın varlığıyla, tam da başta söylediğim gibi, üniversiteyi medya dolayımıyla hayata, topluma getirmeye çalıştığımız bir gündelik hayat ve kültürel değişme belgeseli... Can’ın Ankara’daki çalışma bürosu, adeta derslik gibiydi o bir yıl boyunca. 

Gazete yazarlığına geçişimse yine Can’la birlikte Milliyet bünyesinde çıkardığımız Pazar eki “Popüler Kültür”le oldu. Bir sezon çıktı her hafta, efsane bir kadro ile: Ünsal Oskay, Melis Alphan (o zaman Çelebi), Can KozanoğluMurat BelgeAhmet TulgarÖmer Özgüner sıralanabilir. 
Kısa ömürlü oldu, ayrı konu, ama ne zaman Can’la konuşsak, geleceğe analarımızın ak sütü gibi helâl, son derece saygın bir iş bıraktık mı bıraktık diye konuşuruz. 

Sonrasında BirGün, T24, Radikal ve şimdi de Cumhuriyet oldu ama o ilk “Popüler Kültür” eki üzerinden çalındı benim mayam şu bizim medya gölüne!.. 
İşte o deneyim ve birikim doğrultusunda Cumhuriyet benden 2018’de bir nefes sıhhat, bir yudum umut kabilinden bir Pazar eki için kolları sıvamamı istedi. 

İktidarın, Nâzım’ın dizesini hatırlatırcasına ama tek farkla, sönmüş değil, “aktif” bir yanardağ ağzı gibi korkunç şekilde üzerimize geldiği bir dönemde istedi bunu benden… 

Ben de tam bu minval üzere seve seve kabul ettim. 

Türkiye’nin kul hakkı yemeyen, “İyi, doğru, güzel” insanlarının, onların arasında olan okurlarımızın hatırına kabul ettim. 
Bu memleketin hâlâ bize de ait olduğunu vurgulama yolunda kabul ettim. 
En önemlisi, bu gazetenin hepimiz adına iktidarın gadrine en çok, en çıplak, doğrudan ve fiziken uğrayanlarına, “zindanı bal eylemiş” cesur yüreklerimize bir borç sayarak kabul ettim!.. 
Yapmaya çalışacağımız bellidir: Bir “gündelik hayat sosyolojisi”ni anlaşılır dille popüler ilgiye açma muradındayız. 
Ünsal Hoca’mızın ağzından da hiç düşmemiş, Adorno’nun sözü, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz”dan yürüyüp, yanlış hayata hiç olmazsa “panzehir” üretebilme arzusundayız. 

Sözlü kültürden görsel kültüre sıçramanın psiko-sosyal sorunlarıyla malûl insanlarımıza, ne sözlü (folk) kültürü hiçe sayarak, ne de görsel kültürü küçümseyip reddederek, yazılı kültür aşısıyla bağışıklık kazandırma derdindeyiz!.. 

İlk sayıda arkamızda muazzam bir “kale”nin desteğini bulduk: Zülfü Abi (Livaneli); sevgili hocam Prof. Bekir Onur; kardeşlerim Mirgün (Cabas), Mine (Söğüt) ve “Ahmedo Bra” (Tulgar); dostum Barbaros Şansal; Can Dündar gibi bir kadim dostum, mazim, Prof. Bülent Vardar; akademik patikada kalplerimiz buluşmuş Prof. Osman Elbek; “Ünsal Hoca-kardeşliği”nden Dr. Göksel Aymaz; heyecan verici bir mutluluk olarak ikisi de üniversiteden öğrencim, Süreyya Su ve Ahu Somay“şeker gibi” kalemleriyle Hilal Bebek ve Müjde Yazıcı Ergin; nihayet sanatlarıyla gözümüzü- gönlümüzü, zihnimizi açan Şenol Bezci ve Murat Bergi… 
Sağ olsunlar!.. 
Ama bu iş yine de bir muhteşem “sacayağı” olmasaydı hayata geçemezdi. 
Öncelikle görsel yönetmenimiz, “paratoner”im, sükûnetim Ulaş Eryavuz… 
En gencimiz, canım, heyecanım, “atar-damar”ım Gürer Mut… 
Ve yazıyla görselin aşkla buluşmasının Ulaş gibi bir diğer mimarı, beceri ve uyum abidem İlknur Filiz… Üçü de iyi ki var ve benimle!.. 

Tabii, “Azıcık aşım kaygısız başım” nev’inden bir stratejiyle harıl harıl yürüttüğümüz çalışmada bize ferah bir ortam, her türlü imkân ve özerklik sağlayan, anlayış da gösteren gazete yönetimine de şükran borcumuz büyük. 
Eksiğimiz, kusurumuz, yetersizliğimiz yok mu, var. 
Ama şurası kesin, bunları giderecek yetkinliğimiz de var. 

Bu inanç ve güvenle, “Gezi Ruhu”na selâm çakarak, hatta o itibarsızlaştırma hedefli ifade, “Gezi-zekâlı”lığı da muhabbetle sahiplenerek diyoruz ki: 


Bu daha başlangıç! 


Mücadeleye devam!..

Tayfun Atay / Cumhuriyet Pazar

7 Ocak 2018 Pazar

Efendiler! Eşekler susabilirler - FATİH YAŞLI

2018 yılında Türkiye’de 9 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesine dair bir tartışma yürütüyoruz ve bu neresinden bakarsanız rezillik. Rezillik ama şunun farkında olmak gerekiyor: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinde yer alan ifadeler ne münferit ne de istisnai, inşa edilmek istenen rejimin, iktidarın kafasındaki Türkiye tahayyülünün yansımalarından biri.

Son on beş yılda Diyanet İşleri Başkanlığı Fransız filozof Louis Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” dediği aygıtların en önemlilerinden biri haline geldi. Devasa bütçesi ve devasa kadrosuyla dinsel ideolojinin toplumun kılcal damarlarına zerk edilmesi Diyanet üzerinden yürütüldü. Eğer günümüz Türkiye’sinde zor aygıtının büyümesini “polis” figürü temsil ediyorsa, rıza aygıtını da “imam” figürü temsil ediyor, inşa edilmekte olan rejim “imam-polis” ikilisi üzerinde yükseliyor.
Türkiye’deki rejim değişikliği sürecine ve Diyanet’in değişen işlevine paralel bir şekilde Diyanet’ten verilen fetvalar ve yapılan açıklamalar da hem arttı hem kamuoyunun gündemine daha sık gelmeye başladı. Kız çocuklarının 9, erkek çocuklarının 12 yaşında evlenebileceklerine dair Diyanet’in internet sitesinde yer alan açıklama ise kamuoyunda büyük bir infial yarattı ve hemen geri adım atıldı, açıklama sayfadan kaldırıldı, durumu düzeltmek için ardı ardına açıklamalar yapıldı.

Oysa az önce belirttiğim üzere bu hadise münferit ya da istisnai değil, bilakis “zamanın ruhu”nun doğrudan bir yansımasıydı. Hafızası zayıf bir toplum olduğumuza göre hemen hatırlatalım. Daha bundan birkaç ay önce kamuoyunda “tecavüz yasası” diye adlandırılan ve çocuk istismarına af getirerek kız çocuklarının evlendirilmesini teşvik eden bir yasa Meclis’e sunulmamış mıydı? Eğer yine başta kadın örgütleri olmak üzere kamuoyunun tepkisi olmasa bu yasa çıkarılmayacak mıydı?

4+4+4 uygulamasıyla birlikte sekiz yıllık kesintisiz eğitimden vazgeçilmesiyle birlikte kız çocuklarının okula gitme oranının düşmesinin ve böylelikle kız çocuklarının hem eve kapatılmasının hem de evlendirilmesinin önü açılmadı mı? Eğitim Sen raporları bu durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu?

Aladağ’daki yurtta, Konya’daki Kuran kursunda yanarak ölen kız çocukları, Ensar evlerinde tecavüze uğrayan erkek çocukları, dinci gericiliğin çocuklara yönelik şiddetli saldırısının en trajik sonuçlarını gözlerimizin önüne sermedi mi? Çocuklara yönelik taciz ve tecavüzler çoğu zaman cezasızlıkla ya da cezasızlık anlamına gelecek ufak tefek cezalarla geçiştirilmiyor mu? Muhafazakârlığın ikiyüzlü ahlak anlayışı çoğu zaman olan bitenin üzerine derin bir sessizliği örtmüyor mu?

Bu şiddetin başka bir yansıması küçücük çocuklara namaz kıldırılması, kapanma partileri yapılması, darbe ve idam piyeslerinde oynatılmaları, zihinlerinin ve beyinlerinin iğdiş edilmesi, daha o yaştan itibaren yıllara yayılacak bir aptallaştırma siyasetinin nesnesi yapılmak istenmeleri değil mi?

Hep diyoruz ya, “her şey her şeyle ilişkili” diye, 4+4+4’den çocuk tecavüzlerine, “çocuk gelin”likten dinci gericiliğin ikiyüzlü ahlak anlayışına, müfredattan Meclis’ten çıkarılmak istenen yasalara uzanan yollar var ve hepsi bir bütünün parçaları, hepsi topluma giydirilmek istenen deli gömleğinin yansımaları.

Peki, 15 yılı geride bırakmışken toplum bu gömleği giyiyor mu, Türkiye dinciliğin çuvalına sığıyor mu? Evet, bir yandan fethedilmiş bir devlet aygıtı, devre dışı bırakılmış bir Meclis, basiretsiz bir muhalefet, ele geçirilmiş, susturulmuş bir basın ve yorgunluğa, yılgınlığa sürüklenip sessizliğe gömülmüş bir toplum var. Ancak öte yandan pasif bir şekilde olsa da kapsanmamakta, iktidarın projelerinin bir parçası haline gelmemekte, fırsatını bulduğunda iktidarın zihniyetine teslim olmayacağını göstermekte direnen ve üstelik ülkenin omurgasını oluşturan bir toplam var.

Dahası iktidarın doğrudan hedef kitlesini oluşturanlar bile bu projelerin bir parçası olmaya kendilerince direniyor, Milli Eğitim Bakanlığı’nın cuma günü yaptığı açıklamaya göre imam-hatip liselerinin % 69’u boş kalmış durumda. Yani çocuklarını özel okullara gönderemeyen toplumun en yoksul kesimleri bile imam-hatipleri tercih etmiyor, çünkü çocuğu okusun, öğretmen, doktor, mühendis olsun istiyor, çünkü hiç olmazsa çocuğu yoksulluktan kurtulsun istiyor.

Ece Ayhan “Açık Atlas” adlı şiirinde şöyle diyordu: 
Efendiler! Eşekler susabilirler/ 
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?” 

Elbette ki gülecekler, Türkiye toplumu suskunluğunu üzerinden atıp, giymek istemediği deli gömleğini yırtıp attığında, çocukların güleceği günler gelecek. Buna inanın, buna inanalım.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN