12 Ocak 2018 Cuma

Dünya Solu, Dünya Sağı - KORKUT BORATAV

Bir Meşruiyet Krizi

2017’nin dünya ekonomisi için “iyi” bir yıl olduğu söyleniyor. Uzmanlar, uluslararası kuruluşlar bu yıla da pembe gözlüklerle bakmaktadır. Ne var ki, çok daha ciddi bir sorun aşılmamıştır: Kapitalist sistem, ekonomik kökenleri olan bir meşruiyet bunalımından geçmektedir.

Geçen hafta bu bunalımın arka planına değindim. Kısaca tekrarlayayım: Neoliberal dönüşüm iflas etmiş; bir meşruiyet bunalımına yol açmıştır. Dönüşüm, aslında, uluslararası sermayenin kapsamlı bir saldırısıydı, ama “cennetin anahtarlarını sunan bir küreselleşme programı” olarak tanıtıldı. Tüm ülkelerde refahın yükseleceği; geri kalmışlığın tarihe karışacağı vaat ediliyordu.

Ne var ki, sonuçlar beklentilere uymadı. Tam tersine, 1945 sonrasında tarihe karıştığı sanılan krizler yeni biçimlerde patlak verdi. Sınıf mücadeleleri sonunda kazanılmış olan sosyal haklar geriledi. Eşitsizlikler derinleşti; emeğin payı her yerde düştü.

Emperyalizmin ekonomik ve sömürgen boyutlarına “rejim değiştirme” programları eklendi; ABD emperyalizmi saldırganlaştı. Batılı müttefikleriyle birlikte el attığı tüm coğrafyalara kan, yıkım getirdi.

Asya, neoliberalizme tam teslim olmayı reddetmişti. Yirmi yıl sonunda direnmeler baş verdi. İlk tepkiler Latin Amerika’da başladı. Kıta’nın geleneksel sol akımları canlandı; yer yer iktidarlara geldi.

Batı kapitalizminde ise emekçilerin tepkileri gecikti. Reel sosyalizmin çöküşü ve sosyal demokrasinin sermayeye teslimiyeti muhalefet potansiyelini felce uğratmıştı.
Ne var ki, Batı’yı 2007’de sarsan bunalım güçlü bir uyarıcı oldu. Kapitalizmin çürümüşlüğü, parazit niteliği, devlet aygıtlarındaki yoğun yozlaşma hızla ortaya çıktı. Siyasi iktidarlar, krizi finans kapitalin talepleri doğrultusunda yöneltti; bunalımın maliyetini tümüyle halk sınıflarına yıktı.

Her şey açığa çıkmıştı. Halk sınıfları saflarında “başka seçenek yok” sloganı geçersizleşti; onun yerine, “bu sistem iflah olmaz” algılaması Güney’den Batı’ya taşındı; yaygınlaştı.
Neoliberal dönemde kapitalizme istikrar sağlayan merkez siyaset dağıldı. Temsilî demokrasi gerektiğinde askıya alındı; “seçilmiş” İtalya ve Yunanistan başbakanları “azledildi”; yerlerine teknokratlar atandı.
Sonuç, kapitalizmin meşruiyet bunalımıdır.

Bir Yol Ayrımı: Sağ ve Sol

Bugünkü durumun sürdürülmesi mümkün görülmüyor. Kapitalizmin, yıkarken aynı zamanda inşa etme yeteneği kaybolmuştur. Bugün sadece yıkıcıdır.
Kapitalist sistem, tarihi boyunca düzen karşıtı toplumsal ve siyasal güçlerle uzlaşmış; bu sayede yenilenebilmiş; dinamizmini koruyabilmişti. Bu esnekliği artık yoktur. Son tarihsel deneyim, belki de, 1980 öncesinin Altın Çağı idi. Sistemin kumanda merkezleri, bugün, “ya hep ya hiç” dünyasındadır. Düzen karşıtı muhalefete yer yoktur; bunlarla uzlaşma “sistemin sonu” olarak görülmektedir.

Kapitalizm, bu özellikleriyle  bana Haiti folklorunun “Zombi”sini hatırlatıyor: Bu yaratık ölmüştür; ancak öldüğünün farkında değildir; bu yüzden de canlıları kendisine benzetmek istemektedir. Ya çevresini “Zombi”leştirerek hayatı yok edecektir. Ya da hayat muzaffer olacaktır.

Bu benzetme galiba geçerlidir. Meşruiyet bunalımı varsa, eleştirel algılama, muhalefet, yani hayat vardır. Kapitalizm bu muhalefetle uzlaşmayı reddetmektedir. Dolayısıyla düzen olduğu gibi devam edemeyecektir. Sağa ve sola uzanan bir yol ayrımındayız.
Sağ güzergâh, bugünkü egemen güçlerin yol haritasıdır: Var olan hayatiyet (muhalefet) öğeleri tümüyle yok edilecek; Zombi’leşmiş bir dünya oluşacaktır.

Eşitsizlik, adaletsizlik derinleşmekle kalmayacak; olağanlaşacaktır. Yarışmacı tüketim tutkusu dışında her türlü dinamizm, yenileşme yok olacaktır.

Aydınlanmanın mirası olan güzelliklerin, eleştirel düşüncenin  tarihe karıştığı bir gelecek… Egemen güçler tarafından “vekâlet savaşları” içinde birbirini yok etmeye zorlanan gariban, mazlum toplumlar… Batı’da ırkçı, Doğu’da ve Güney’de dinci (İslamcı / Hindu/ Protestan), gerektiğinde askerî neo-faşizmler…

Sol güzergâh ise tarih boyunca insanlığın, sınıfsız, eşitlikçi, âdil toplum arayışlarını bugüne taşıyacaktır. Tarihsel anarşizmin,  komünizmin, sosyalizmin devrimci ve reformist kanatlarının mirasçıları, uzantıları buradadır. Neoliberalizmin sahteliğini; kimlere hizmet ettiğini kavrayan tüm “yeni sol akımlar” da aynı safta yer alır. “Mazlum” Üçüncü Dünya  halklarının siyasî-ekonomik bağımsızlık mücadelelerinin bugünkü temsilcilerini; kapitalizmin ve emperyalizmin ezdiği, savurduğu “dışlanmışları”, göçmenleri temsil eden akımların doğal güzergâhı da soldadır.

Geleneksel reform / devrim ayrımı, bugünün sol güzergâhında geçmişteki kadar önemli olmayabilir. Yetmiş yıl önce Avrupa’da veya Üçüncü Dünya’da “ılımlı” sayılan dönüşümler, günümüz kapitalizmi açısından yıkıcı programlardır. Belki gerçekten de öyledir. Sol akımlar, eski çekişmeleri gereksiz görebilirler.

Otuz yıl boyunca kapitalizmin ve emperyalizmin suç ortaklığını üstlenmiş olan liberalizmin, onunla bütünleşmiş sosyal demokrasinin geleceği yoktur; şimdiden tasfiyeye uğramaktadır.
2017’deki gelişmelere de Dünya Sağı / Dünya Solu ayrımı içinde göz atalım.

2017’de Dünya Sağı

Latin Amerika solunu çökertme ve pembe / kırmızı rejimlere son verme operasyonları 2017’de de sürdü. Senaryo aynıdır: Emekçi sınıflar içine nifak sokulmalı; küçük burjuvazi, beyaz yakalı emekçiler, “orta sınıflar”, halk sınıflarına karşı kışkırtılmalı; sol iktidarlara karşı ortak bir cephe oluşturulmalı. Uygun bir konjonktürde finans kapital (“finansal piyasalar”) saldırıya geçmeli; yapay bir kriz yaratılmalı. ABD’nin ekonomik, siyasî yaptırımları ve askerî müdahale yedektedir.

Bu senaryo 2017’de Honduras’ta uygulandı. Başkanlık seçimini sol ittifakın adayı kazandı; ama Yüksek Seçim Kurulu sekiz yıl önceki darbe rejiminin temsilcisi Başkan Hernandez’i  galip ilan etti. Kalkışmalar silahlı kuvvetler tarafından bastırıldı. BM Genel Kurulu’nda ABD’yi suçlayan Kudüs karar tasarısına karşı oy kullanan dokuz ülkeden biri de Honduras oldu.

Senaryonun “yumuşak” bir türü Şili’de uygulandı. Şili burjuvazisi ve finans çevreleri, Başkan Bachelet’nin ılımlı sol programını, uygulamalarını tasfiye etmeyi kararlaştırdı; milyarder Pinera’nın katı sağ programını destekledi. Sol ittifak dağıldı; Pinera’nın Başkanlığa seçilmesi sağlandı.

Batı dünyasına göz atalım. ABD’de bir neo-faşist ittifak fiilen iktidardadır. Irkçı kanadı Trump, emperyalizmin saldırgan kanadını İsrail lobisi ile generaller (“neo-con ittifak”) temsil etmektedir. Yeni Başkan dış politikada derin devletin sağ kanadıyla uzlaşmış; Rusya fobisinin tutsağı olan ABD liberallerinin de desteğini almıştır. Vergi reformundan fazlasıyla kazançlı çıkan dev şirketler ile Trump arasında uyum büyük ölçüde sağlanmıştır.

Avrupa’da merkez siyaset, neo-faşizme iktidar kapısını aralayarak gerilemektedir. Avusturya’da 2017’de kurulan Merkez-Sağ / neo-faşist (Halk Partisi / Özgürlük Partisi) koalisyonu AB kurumlarınca sineye çekilmektedir. Britanya’da May hükümeti, fiilen aşırı sağ bir koalisyondur.  Ukrayna, Baltık ülkeleri,  Polonya, Macaristan ise  ırkçı, anti-komünist, neo-faşist özellikleri ağır basan partiler tarafından yönetilmektedir.

Orta Doğu’da emperyalizm, ABD-İsrail-Suudi ittifakı içinde yıkıcı etkilerini sürdürmektedir. İran “çökertilecek devletler” listesinde yer almaktadır. Asya’da Hindu yobazlığını temsil eden BJP (Modi) iktidarına, Çin’in yükselmesini frenleyecek bir rol biçilmektedir.

2017’de Dünya Solu

Latin Amerika’dan Dünya Solu için iyi haberler de var: Ekvator’da Başkanlık seçimini solcu aday Lenin Moreno kazandı; finans kapitalin gözdesi banker Lasso yenik düştü. Ancak, seçim sonrasında yeni ve eski başkan (Correa) arasında sert bir ayrışma patlak verdi. Bolivya’da Yüksek mahkeme Morales’in bir sonraki seçimlerde de Başkanlık adayı olabileceğini kararlaştırdı. Meksika’da bu yılın Başkanlık seçimi anketlerinde solcu aday Obrador, açık farkla öndeymiş.

Venezuela’da, sert sınıf mücadeleleri ülkeyi iç savaş sınırlarına getirdi; ama ABD destekli bir askerî darbe gerçekleştirilemedi. Ağır kriz ortamına rağmen yerel seçimlerinden Venezuela Birleşik Sosyalist Parti adayları galip çıktı. Ne var ki, ekonomik bunalım çok ağırdır ve dış borç krizi gündemdedir.

Brezilya’da bu yıl yapılacak Başkanlık seçimlerinin eski  Başkan Lula tarafından kazanılması öngörülüyor. Bu sonuç, 2015 sonrasında sivil bir darbeyle Rousseff’i iktidardan uzaklaştıran sert sınıf mücadelesinden burjuvazi-emperyalizm ittifakının yenik çıkması anlamına gelir. Böyle olsa da Brezilya solunu güç günler bekleyecektir.

Avrupa’da Dünya Solu’nun yükselmesini 2017’de İngiliz İşçi Partisi temsil etti. Parlamento seçimlerinde Corbyn, geleneksel İngiliz sosyalizminin ekonomik ve sosyal programını sahiplendi. Brexit’i tetikleyen göçmen işçiler sorununun Batı emperyalizminin tahripkâr politikalarından kaynaklandığını vurguladı. Bu “aykırı” tutumu sayesinde partisinin oylarını artırdı; Muhafazakâr Parti’yi parlamento azınlığına mahkûm etti. İlk seçimlerde iktidar olması beklenmektedir.

Asya’daki komünist parti iktidarlarına Nepal katılmaktadır. Üç komünist partisinden oluşan Sol Birlik, Aralık 2017 seçimlerinde 275 milletvekilinden 174’ünü kazandı. Marksist-Leninist Birleşik K.P. lideri  Şarma Oli’nin bu ay içinde yeni hükümeti kurması bekleniyor.

Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) 19. Kongresi Ekim 2017’de toplandı. Kongre, “Çin’e özgü sosyalizm” yolunun bu yüzyıl içinde de izleneceğini kararlaştırdı; Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıldönümü (2049) için “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli  bir modern sosyalist toplum inşası” hedefini belirledi. Uzun yıllardan beri ilk defa ÇKP’nin belirlediği güzergâhın “diğer ülkelere de örnek olabileceği” belirtildi.

ÇKP, dinamik bir kapitalizmi yöneterek otuz küsur yıl sonra “modern bir sosyalist toplum” inşa edebilir mi? Yaşayanlar görecek. Ben ise, bu süper gücü yöneten Parti’nin “sosyalizm” hedefini (“lafzen” dahi olsa) ısrarla korumasını, Dünya Solu için bir kazanç olarak görüyorum.

Demek oluyor ki, Çin ve dünya halkları için sosyalizm, hâlâ umulan, beklenen, mümkün bir gelecektir.

Korkut Boratav / SOL

İsrail Başbakanı Netanyahu'nun yolsuzluk sicili - EMRE KÖSE / SOL

İsrail Başbakanı Netanyahu'ya dönük yolsuzluk suçlamaları son dönemde medyada yeniden etkisini hissettirmeye başladı. Netanyahu ise İsrail tarihinde yolsuzlukla suçlanan ilk başbakan değil ve anketler, Netanyahu'nun iki yıl sonra düzenlenecek olan seçimlerde yeniden başbakan olma ihtimalinin yüksek olduğuna işaret ediyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya yönelik yolsuzluk ve kamu fonlarının kötüye kullanımı suçlamaları, son dönemde medyada tekrar etkisini hissettirmeye başladı. Geçen haftalarda İsrail'in çeşitli kentlerinde Netanyahu'ya karşı bir dizi protesto gerçekleşse de bunlar çok kısa sürdü ve sönük kaldı.
Times of Israel'de Alex Roy imzasıyla yer bulan bir editöryal görüş yazısında, Netanyahu'nun 2 yıl sonra yapılacak seçimlerde başbakan olma şansını hâlâ elinde tuttuğuna ve İsrail siyasetinde işlenen yolsuzluklar göz önüne alınacak olursa, Netanyahu'nun "pirüpak" olduğuna işaret ediliyor.

YOLSUZLUK İSTİSNA DEĞİL
İsrail siyasetinde siyasi yolsuzluk, rüşvet ve kamu fonlarının kötüye kullanımı, istisna değil. Roy, söz konusu yazısında ülkesinin siyasi suçlara alıştığını, son çeyrek yüzyılda her başbakanın bazı noktalarda cezai suçlamayla karşı karşıya kaldığını söylüyor. Roy haklı ama son zamanlarda çoğunlukla İsrail medyasıyla sınırlı olan tartışmada eksik olan bir ana nokta var.
Netanyahu'ya yöneltilen yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarının niteliği, öncüllerinden farklı ve çok boyutlu. Bir kısmı sıralanacak olursa:
Geçen aylarda İsrail Başsavcısı Avichai Mandelblit, Başbakan Binyamin Netanyahu'nun eşi Sara Netanyahu'ya, ''100 bin dolarlık kamu fonunu kişisel yiyecek hizmetleri'' için kullandığı gerekçesiyle yolsuzluk ve güveni kötüye kullanma suçlamalarından dava açabileceğini duyurmuştu.
Sara Netanyahu, Ocak 2016'da özel hane halkı masrafları için devlet bütçesinden harcama yaptığı iddiaları nedeniyle yine dolandırıcılık suçlamalarına maruz kalarak, polise ifade verdi.

HİLE, DOLANDIRICILIK, RÜŞVET, 'HEDİYELER'...
Başsavcılık tarafından hazırlanan iddianamaye göre, 359 bin şekellik yüzlerce yemek (102 bin dolar) restoranlardan ve şeflerden hileli olarak ısmarlandı. Bu nedenle Sara Netanyahu, ağırlaştırılmış koşullarda yolsuzluk yaparak kazanç elde etme, diğer yolsuzluk suçlamaları ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı.
Yine yakın zamanda Netanyahu'nun en yakın ortaklarından ikisi, kişisel diplomatik temsilcisi İzak Molcho ve aile avukatı David Şimron, Alman denizaltılarının satın alınması sürecine rüşvet karıştığı iddiaları üzerine başlatılan soruşturma kapsamında geçtiğimiz aylarda gözaltına alındı.
En tartışmalı soruşturma, İsrail doğumlu Hollywood filmleri yapımcısı Arnon Milchan ve Avustralyalı milyarder James Packer'ın Netanyahu'ya puro, şampanya, nakit para ve bir takım hediyeler verdiği yönünde. Bu soruşturmada Netanyahu'nun eşi ve oğlunun da adı geçiyor.
Başka bir soruşturma da medyaya uzanıyor. Yedioth Ahronoth gazetesinin kendisine yönelik daha olumlu haberlerin yapılması karşılığında Netanyahu'nun ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi olan Israel Hayom gazetesinin tirajlarının azaltılması sözünü verdiği iddia ediliyor.

NETANYAHU'NUN 'ŞÜPHELİ' OLMASI OLASI
Ocak 2017'de Netanyahu'nun eski yardımcısı Ari Harow'un ikinci soruşturmada tanık olması vasıtasıyla Netanyahu ile Yedioth Ahronoth gazetesinin yayıncısı Arnon Mozes arasındaki ses kayıtlarına ulaştı. Haaretz'in iddiasına göre, Netanyahu'nun soruşturmada şüpheli olması olası gözüküyor.
Geçen Temmuz ayında, Netanyahu'nun eski ofis sorumlusu Ari Harow polis tarafından sorguya çekildi. Sorguda Başbakan ile ilgili sorular da yer aldı. Kanal 2, ses kayıtlarının polis tarafından çok önce elde edildiğini ve Netanyahu ile Mozes arasında, Başbakanla yakın ilişkileri bulunan ABD'li kumarhane patronu Sheldon Adelson'un sahibi olduğu Israel Hayom'la ilgili bir konuşma yaptığını bildirdi.
Yine Netanyahu'ya "Almanya'dan ülkesine almak istediği denizaltıları satan şirketle bağlantıları olduğu" iddiasıyla yolsuzluk soruşturması açılmıştı. İddiaları reddeden Netanyahu hakkında soruşturma açılmış ve bu sebeple ifade vermişti. Geçen Nisan ayında İsrail, iddiaların kanıtlanması durumunda anlaşmaların Almanya tarafından iptal edilebileceğine ilişkin anlaşmaya imza atmıştı.
İsrail, 1998'den bu yana Almanya'dan uzun menzilli füze atabilme özelliğine sahip Dolphin marka 5 denizaltı aldı. İsrail, son olarak Alman yapımı ve nükleer başlıklı füze taşıyabilme özelliğine sahip Tanin marka denizaltıyı 2014 yılında filosuna katmıştı. Almanya'dan satın alınan 6. denizaltı yapım aşamasında.
Öte yandan Al Monitor'de Akiva Eldar imzasıyla yer alan yazıya göre, eski İletişim Bakanı Gilad Erdan, istifasından bir gün önce 18 Kasım 2014’te önemli bir düzenlemeye imza attı. Buna göre tekelci Bezeq şirketi sabit hat hizmetlerini belirlenen fiyat üzerinden rakip şirketlere satacaktı. Düzenlemenin amacı telefon ve internet fiyatlarının aşağı çekilmesiydi. Fakat Netanyahu iletişim bakanlığını devralınca ilk iş olarak Bezeq’in tekelci uygulamalarla mücadele eden Genel Müdür Avi Berger’i görevden aldı ve yerine Shlomo Filber’i getirdi.
Haaretz'den Gidi Weitz, Kasım 2015 tarihli yazısında, haber sitesi Walla’nın nasıl Netanyahu'ya yakın Israel Hayom gazetesinin yan ürünü haline dönüştüğünden bahsediyor. Walla sitesi Bezeq şirketine ait. Bezeq’in hâkim ortağı Shaul Elovitch ise sabit hat alanındaki reformlara karşı çıkıyor.
Weitz'in yazısında, Walla'nın genel yayın yönetmeni İlan Yeşu'nun ofisteki diğer editörlere, ''Netanyahu ülkeyi mahvediyor. Size bunu söylerken midem bulanıyor ama manşetteki haberi kaldırmak, bir başka haberi koymak dışında bir seçeneğim yok. Bunlar yukarıdan dayatılıyor. Çare yok. Ortada büyük işler dönüyor'' dediği aktarılıyor.

'İŞİN İÇİNDE AHBAP-ÇAVUŞ KAPİTALİZMİ VAR'
Yazıda yer alan Yeşu'ya ait bir diğer ifade ise şu; ''Maddi kaynaklarımız sağlam ama aynı zamanda çıkarlarımız da söz konusu. İşin içinde ahbap-çavuş kapitalizmi var, yükseklerden gelen emirler var.''
Bununla birlikte Likud'un eski vekillerinden Michael Gorlovsky, Ulusal Karayolları Şirketi'nden 33 milyon şekellik bir rüşvet aldığı suçlamasıyla tutuklandı. Bir başka soruşturmada ise polis, eski İçişleri Bakan Yardımcısı Faina Kirschenbaum ve eski Turizm Bakanı Stas Misezhnikov’a savcılık tarafından dava açılmasını istedi. İkisi de Yisrael Beitenu mensubu olan eski bakanların rüşvet karşılığında çeşitli kurumlara kamu parası aktaran çarklar kurduğu iddia ediliyor.
Eski devlet başkanları Moşe Katsav ve Ehud Olmert'e yönelik suçlamalar ve akabindeki soruşturmalar, ''komplo'' ihtimalini oldukça sınırlı hale getirecek şekilde bir veya iki kişiyle sınırlı kaldı. Eski başkan Katsav, tecavüz suçlamasıyla hüküm giydi. Olmert ise siyasete atıldığından beri yolsuzdu. 2006 yılında, Kudüs belediye başkanlığı yaparken rüşvet almakla suçlandı, 2012'de Başbakan olarak bu kez rüşvet ve güven ihlalinden dolayı hüküm giymişti. 2015 yılında altı yıl hapis cezasına çarptırıldı.

SORUŞTURMALAR ÜST DÜZEY İSİMLERE UZANIYOR
Şu an İsrail'de yolsuzluk soruşturmaları, seçilmiş kamu görevlilerine, askeri yetkililere, üst düzey avukatlara kadar uzanıyor.
Aynı Netanyahu son çeyrek yüzyılda İsrail'in en saldırgan devlet başkanlarından biri olmasıyla dikkat çekiyor; Netanyahu tüm bu skandallara rağmen Batı Şeria'da yeni yerleşim ve karakol inşaatlarının önünü açarak işgali derinleştirmeye devam ediyor.
Al Monitor'den Eldar'ın yazısında bir Peace Index araştırmasına da atıf yapılıyor. Araştırmaya göre, İsrail halkının mevcut şiddet dalgasına rağmen günlük hayatına döndüğüne işaret ediliyor. İsrailliler, yüzde 64 gibi bir çoğunlukla günlük hayatlarında toplu taşıma kullanımını azaltma veya alışveriş alışkanlıklarını değiştirme gibi değişikliklere gitmediklerini söylüyor.
Tüm bunların yanı sıra, İsrail parlamentosundaki diğer muhalefet partileri, Netanyahu'nun partisi Likud'a herhangi bir alternatif de sunamıyor. Keza parlamentoda sözü geçen muhalefet partileri de yolsuzluğa bulaşmış durumda. Örnek olarak Başsavcı Yehuda Weinstein, sosyal demokrat Siyonist Kamp (eski ismiyle İşçi Partisi) eski genel başkanı ve eski savunma bakanı Binyamin Ben-Eliezer'in rüşvet alma ve kara para aklama gibi suçlardan yargılanacağını duyurdu. Eliezer 3 yıl önce cumhurbaşkanlığını kıl payı kaçırdı.
İki ay önce İsrail'deki Kanal 10 televizyonu tarafından yayımlanan bir ankette, halihazırda iktidarda bulunan Netanyahu liderliğindeki sağ kanat Likud partisinin yüzde 28 oranında oy toplayacağı, Avi Gabay liderliğindeki sosyal demokrat İşçi Partisi ve Yair Lapid'in liderliğindeki liberal muhafazakar Yesh Atid partisinin de yalnızca yüzde 11 oranında bir oy kazanacağı bilgisi verildi.

İSRAİL'DE YOLSUZLUĞUN KISA TARİHİ
1974'te ilk kez göreve gelen İzak Rabin, ABD büyükelçisi olduğu zamandan beri gizli bir ABD merkezli banka hesabında eşinin birkaç bin doları olduğunu kabul etti ve üç yıl sonra istifa etmek zorunda kaldı. 80'li yıllarda geri döndü ve hem Peres hem Şamir'in kurduğu kabinelerde savunma bakanı olarak görev yaptı.
1996'da Rabin'in suikastını takiben Netanyahu, hükümeti devraldı ve üç yıl sonra bir yeni seçim çağrısında bulundu. Ancak, bunun hemen ardından Netanyahu, kamu fonlarını kötüye kullanma suçlamasıyla karşı karşıya kaldı ve inşaat şirketi patronu Avner Amadi (eski bir Likud üyesi ve Netanyahu'nun müttefiki) Netanyahu ailesinin, sağladığı hizmetler için kendisine ödeme yapmadığını iddia etti. Dava, delil yetersizliğinden dolayı kapatıldı ancak başsavcı, Netanyahu ve eşinin bir dereceye kadar yolsuzluk nedeniyle yargılanması gerektiğini belirtti.
Seçim kampanyasını takiben 1999'da Ehud Barak ve diğer Avoda yetkilileri (İshak Herzog dahil) sivil toplum örgütlerinden, seçim kampanyası için yasadışı olarak milyonlarca şekel aldığı iddiasıyla sorguya çekildi. Bu, kampanya fonlarının yalnızca devlet bütçesinden gelebileceğini belirten İsrail seçim yasalarına aykırıydı. Soruşturma 2006 yılında, delil yetersizliği nedeniyle (esas olarak Herzog'un soruşturmalarında susma hakkını kullanması nedeniyle) herhangi bir suçlama yapılmaksızın sona erdi.
2001'de Başbakan seçilmesi üzerine Ariel Şaron, Lod ve Yunan adası Patroklos'taki gayrimenkul projeleri için işadamı Dudi Appel'e yardım ettiği iddialarıyla karşı karşıya kaldı. Appel, Şaron'un oğlu Gilad'ı istihdam ettiği ve kendisine "danışmanlık" için yılda birkaç milyon şekel maaş verdiğini iddia etti. Appel sonunda Lod kentinin o zamanki belediye başkanı da dahil olmak üzere birçok İsrailli politikacıya rüşvet vermekle suçlandı ancak mevcut hükümetin hukuk danışmanı Meni Mazuz, Şaron ve Kudüs Belediye Başkanı Ehud Olmert hakkında suçlamalarda bulunmak için yeterli delil olmadığına karar verdi.
Ehud Olmert 2006'da izledi. Holyland gayrimenkul projesi davasında, Kudüs belediye başkanlığı yaparken İsrailli inşaat firması Hillel Cherney'den rüşvet almaktan suçlu bulundu ve 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
15 yıl sonra tekrar Netanyahu'ya döndük. Şimdi binlerle değil, milyonlarla ilgileniyoruz. Netanyahu'nun gelecek seçimlerden sonra başbakan olma şansının hâlâ yüksek olması, İsrail halkının yolsuzluğa nasıl alıştığı hakkında çok fazla şey söylüyor.

Emre Köse / SOL

İdlib gazabı - CEYDA KARAN

Yeni yılla birlikte beklenen İdlib fırtınası koptu. ABD’nin Suriye Kürtleri üzerinden son hamleleri ile sınırlansa da kuzeydoğuda Deyr ez Zor’u IŞİD’den kurtararak halifelik olgusunu fiziken bitiren Suriye ordusunun, dikkatini İdlib’de yaratılmış ‘El Kaideistan’a çevireceği belliydi. Doğrusu bu ya, Suriye ordusu Rusya’nın desteğiyle çok hızlı ilerledi. Ve 2015’te 59 askerin El Kaide’nin kolu Nusra Cephesi tarafından katledildiği Ebu Duhur üssüne dayanıldı. Bu durum bir dizi gelişmeyi tetikledi.

***

Önce 31 Aralık’ta, ardından Ortodoks Noel’inde (5-6 Ocak) 13 SİHA (silahlı insansız hava araçları) ile Rusya’nın Hmeymim ve Tartus üsleri hedef alındı. Bir kısmının etkisizleştirildiği, bir kısmının hack’lenerek ele geçirildiği, bir kısmının da hasara yol açtığı anlaşılıyor. 
Rusya doğrudan Türkiye’yi suçlamasa da saldırıların Astana süreciyle İdlib’de oluşturulmuş çatışmasızlık bölgesinin içinden, yani Türkiye’nin sorumluluk alanından gelmesi işleri karıştırdı. Rus basını bazı bilgiler verse de Rusya Savunma Bakanlığı’nın ikazını 10 Ocak’ta Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) haberiyle öğrendik. Genelkurmay Başkanı Akar ve MİT Müsteşarı Fidan’a mektup yollanmıştı. 6 Ocak’ta, yani SİHA saldırısı sonrası, üstelik Ankara’nın Rusya ile İran elçilerini 9 Ocak’ta Dışişleri’ne çağırması ile Mevlüt Çavuşoğlu’nun Moskova’ya çıkışının öncesinde...

***

Unutmamak gerek ki, eylülde İdlib için çatışmasızlık bölgesi El Kaide’yi koruyup kollamak için yaratılmadı. Ortak açıklamada, ‘ateşkesin tesisi, Suriye’nin toprak bütünlüğünün temini ve terörle mücadelenin sürdürülmesi’ vardı. Rusya’nın çizgisi en baştan radikal cihatçı grupların temizlenmesi. Astana’da bu temizliği ve ‘ılımlıların siyasi sürece katılmasını’ Türkiye üstlendi.
Hal böyleyken Ankara’nın tutumu en naifinden pek tuhaf. Hem Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarını tanıyıp hem de ülkeyi BM’de temsil eden yönetimin ordusunun sınırları kontrol etmesine itirazın izahı yok. Ankara’nın neyi istediği/ hedeflediğini netleştirmesi gerekeceği açık. Nitekim Rus Dışişleri kaynakları açıkça Ankara ile yapıcı diyaloğu korumak istediklerini ama El Kaide ile mücadeleden taviz vermeyeceklerini söyledi.
***

Yaşananları anlamak için ‘büyük resme’ bakmalı. O resimde başka işler var. 
Moskova, üslerine saldırılarla ilgili asıl ABD’yi işaret ediyor. SİHA’larla bu düzeyde saldırı, uydu navigasyonu ve uzaktan ateşleme içeren yüksek teknoloji gerektiriyor ve bölgede buna sadece ABD ve İsrail sahip. Suriye’de Rusya ile ilişkilerini dengelemiş İsrail’in buna cesaret edebilmesi zor. Geriye rejim değişikliği ajandası için cihatçı grupları silahlandırıp kullanmış ABD kalıyor.

***

Peki Suriye’de Fırat’ın batısı-doğusu paylaşımı varmış gibi görünürken ABD bunu niye yapsın? 
• İşlevsiz kalmış olsa da Rusya ve İran’ın dışlamamaya özen gösterdiği Cenevre sürecinin yerini almış Astana süreci ve Soçi’de ocak sonu planlanan Ulusal Diyalog Kongresi’ni engellemek. 
• IŞİD olmayınca ABD’nin bölgede bulunmasının yasal zemini yokken, bu süreç Rusya’nın başlattığı sürece eklemlenmek olur. 
• Mesele salt Trump yönetiminin Ankara’yı kızdırıp YPG’yi silahlandırması değil. Suriye Kürtleri ABD’nin daimi varlığını açıkça istiyor. ABD’nin tek taraflı ilan edilen Kuzey Suriye Federasyonu’nda en az 12 askeri üssü ve 5 bin askeri var. 
• Trump yönetimi Suriye altyapısını tesise soyundu. Trump bizzat ‘yerel konseylerle’ ilerleme hedefi koydu, Pentagon şefi Mattis sahaya daha fazla diplomat gönderileceğini söyledi. Yakın zamanda Suriye’nin kuzeyindeki yapının tanınacağı iddiaları sökün etti.
***

Ama işte ABD ‘genişletilmiş’ Kürt bölgesinde sıkışmış halde. Kürtlerin ele geçirdiği petrol kaynakları ve tarım arazileri siyasi süreç için koz olsa bile Suriye-Irak-Türkiye sınırının ortasında, Lübnan büyüklüğünde bir bölgeden bahsediyoruz. Akdeniz’e çıkışta ise İdlib var. Hibrit savaş veren ABD için İdlib’de Şam kontrolü arzu edilmez. 
Rusya’nın üslerini hedef alıp rejimi devirmeye yeminli gruplara tahammülü beklenmiyorsa eğer asıl soru şu: 

Türkiye’nin pozisyonu hakikaten ne?

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Türkiye Varlık Fonu’nun denetimi - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu A.Ş. (TVF) 2016 Ağustos ayından bu yana faaliyette. 

OHAL KHK’siyle devredilen ve portföy değeri 40 milyar dolar olarak tanımlanan kamu şirketlerini bünyesinde barındırıyor. 

Başbakan Binali Yıldırım’ın dahi “arzulanan bir süreç olmadı” dediği TVF, ilk başkanı görevden alındığından bu yana dört aydır vekâletle yönetiliyor. Yaklaşık bir buçuk yıldır, ne stratejik yatırım planı ne de bir denetim verisi paylaşıldı. 

CHP Antalya Milletvekili Çetin Osman Budak’ın TBMM Başkanlığı’na verdiği kapsamlı önergeye gelen “kapalı” ve kısa yanıtlar, küçük de olsa bir fikir veriyor.

Başkanvekili Himmet Karadağ imzası ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in üst yazısıyla verilen cevaplarda iki unsuru paylaşabiliriz: 
- DenetimKaradağ, TVF A.Ş’nin ilk yılını kuruluş ve yapılanma faaliyetleriyle geçirdiğini söylüyor. Sonrasında şirketin mali tabloları ile faaliyetlerinin bağımsız denetime tabi olduğunu anımsatıyor. Bu yanıttaki kritik ifade ise şu: “2017 yılı bağımsız denetim çalışmaları tamamlandığı zaman yıllık faaliyet raporu Kurumsal Yönetim İlkeleri gereği olarak kamuoyu ile paylaşılacaktır.”

Baker Tilly Güreli atandı 
Bu paylaşımın zamanının nasıl belirsiz olduğu dünkü Ticaret Sicili’nde yayımlanan bir kayıtta gün yüzüne çıkıyor. Sicil gazetesinin 11 Ocak 2018 tarihli sayısında TVF A.Ş’ye bağımsız denetçi atandığını öğreniyoruz. 2017 yılı hesap döneminde görev yapmak üzere Güreli Yeminli Mali Müşavirlik ve Bağımsız Denetim Hizmetleri Anonim Şirketi’nin bağımsız denetçi olarak atandığı kararı tescil edilmiş. 


Denetim firmasının adı kararda Güreli Yeminli Mali Müşavirlik adıyla yer alsa da şirket kendi web sitesinde Baker Tilly Güreli olarak geçiyor. Güreli, uluslararası bir denetim ağı olan Baker Tilly International’ın üyesi olduğunu bildiriyor. 

Şimdi Karadağ’ın geçen aralık ayında soru önergesine verdiği cevapla birlikte değerlendirdiğimizde, 2017 yılı bağımsız denetim çalışmalarının daha yeni başladığı/ başlayacağı anlaşılıyor. 
Bu durumda 
TVF’nin mali yapısını bizlerin öğrenmesi için epeyi bir zaman geçmesi gerekiyor. TVF’nin 2016 yılı hesap dönemi için de Akis Denetim atanmıştı. Bu denetim Ticaret Sicili’ne göre geçen ekim ayında yani 3 ay önce başladı. (Bu gelişmeyi duyurduğum yazıda, Akis Denetim’in çokuluslu denetim firması KPMG’nin Türkiye üyesi olduğunu belirtmiştik.) 
2018 yılına girdik ve ilerliyoruz.
200 milyar dolarlık kamu şirketini elinde tutan Varlık Fonu’nun 2016 ve 2017 yılı hesapları denetlenecek de kamuoyuyla paylaşılacak. Ne zaman, Allah bilir. 
- Stratejik yatırım planıKaradağ imzalı 13 Kasım 2017 tarihli yazıda, önem taşıyan iki ayrıntı daha. Gecen yıl “açıklandı açıklanacak”, “eli kulağında” denilen bir Stratejik Yatırım Planı çoktan hazırlanmış. TVF yönetimi 10 Nisan 2017’de “değerlendirilmek üzere Başbakanlık makamına” iletmiş. Dokuz aydır Başbakanlık’ta bekliyor. 
Ne oldu, ne, neden beğenilmedi soruları cevapsız. 

Bu arada Budak’ın “TVF’nin bugüne kadar sağladığı bir gelir olmuş mudur” sorusuna gelen yanıtı da aktaralım. TVF kurulurken, Özelleştirme İdaresi’nce ödenen 50 milyon TL bir sermayesi vardı, meraklısı anımsar. Bu tutarın vadeli mevduatta değerlendirilmesinden kaynaklanan ortalama aylık geliri 480 bin TL’ymiş. 
Sadece 480 bin TL mevduat faizi değil; TVF Başkanvekili Karadağ’ın asli görevinin Borsa İstanbul Başkanlığı olduğunu hatırlayacak olursak, şirket sermayesinin tamamının banka mevduatında değerlendirilmesi bana ilginç geldi. Daha doğrusu bu tercihin arkasındaki motivasyon.
 
Bağımsız denetim meselesine dönecek olursak. TVF’nin 2016 ve 2017 hesaplarının iki ayrı şirket tarafından denetimi, denetim süreci için öngörülen mekanizmanın sadece bir aşaması. Bağımsız denetim ile birlikte Başbakan’ın görevlendireceği üç denetim elemanının denetimi yapıldı mı, ne zaman yapılacak bunu bilmiyoruz. 
Bunu bilmediğimiz için, konunun TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasına ne zaman geleceği de gerçek bir meçhul.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Diyanet kapıyı iki kere çalar - MİNE SÖĞÜT

Devlet tarafından görevlendirilen din adamları, telkinleriyle hepinizin kapısını çalmak üzere. 
Siz evinizin kapısını açmasanız bile... 
Yönetici apartmanın kapısını açacak. 
Çocuklarınız onlara okullarda yakalanacak. 
Oturduğunuz kahveye gelecekler. 
Çalıştığınız sivil toplum kurumuna girecekler. 
Öğrenci yurtlarından çıkmayacaklar. 
İşyerlerinize dadanacaklar. 
Ve size nasıl yaşamanız gerektiğini anlatacaklar. 
Dinen günah ve sevap olan şeyleri... 
Nasıl evleneceğinizi, nasıl sevişeceğinizi, nasıl boşanacağınızı. 
Ahlakı onlardan yeniden öğreneceksiniz ve ahlaksızlığı. 
Sosyal medyayı nasıl kullanacağınızı, nasıl kitaplar, dergiler okuyacağınızı, nasıl giyinip nasıl eğleneceğinizi size bir bir anlatacaklar. 
Çocuklarınızı nasıl yetiştireceğinize, onları ne zaman, nasıl evlendireceğinize, nasıl eğiteceğinize karışacaklar. 
Devletin görevlendirdiği din adamları... 
Hayatınızın tam ortasına çok yakında destursuz dalacaklar. 
Ve bu toplumu bu çağda düşebileceği en düşük seviyeye indirmek üzere adam adama, canla başla çalışacaklar. 
Sizin bugüne kadar savunduğunuz tüm çağdaş değerleri rafa kaldırmak için... 
Kadınların zar zor kazandıkları hakları karalamak için... 
Yeni neslin ufkunu dogmatik bilgilerle karartmak ve daraltmak için... 
Sizi ikna etmeye kalkışacaklar. 
Bu bir tehdit. 
Ama adını hiç koymayacaklar. 
Dini sohbetlerin kutsallığı maskesiyle dayatacakları hayat tarzı üzerine bir süre daha tartışmalar yapılacak. 
İtirazlar havada asılı kalacak. 
Alışacaksınız. 
Mahallenizde dolanan, evlerinize dadanan Diyanet görevlilerinin varlığını bir süre sonra kanıksayacaksınız. 
Tıpkı ilkokul çocuklarının kafilelerle camilere taşınmasını kanıksadığınız gibi. 
Memurların ısrarla cuma namazlarına çağrılmasını kanıksadığınız gibi. 
Cumhurbaşkanının taraflı olmasını kanıksadığınız gibi. 
Gazetecilerin hapse atılmasını kanıksadığınız gibi. 
Akademisyenlerin işten atılmasını kanıksadığınız gibi. 
Ve katlanacaksınız. 
Hukuku hiçe sayan bir yargıya katlandığınız gibi. 
Seçilmişlerin görevden alınmasına, hapislere tıkılmasına katlandığınız gibi. 
Şaibeli seçim sonuçlarına katlandığınız gibi. 
O kara deliklerle dolu darbe aldatmacasına katlandığınız gibi. 
Olağanla olağanüstünün anlamını ters-yüz eden bu hileli hale katlandığınız gibi. 
Buna da katlanacaksınız. 
Dini irade karşısında bireyin iradesinin bir hiç olduğu fikrini topluma aşılamaya çalışacaklar; 
Siz katlandığınız için, aşılayacaklar da. 
Kadere inanan ve biat eden bir toplum inşa etmeye soyunacaklar; 
Siz katlandığınız için başaracaklar da. 
Diyanet kapıyı defalarca çalacak. 
Siz defalarca açacaksınız. 
Kapıları yüzlerine çarpmadığınız sürece; 
Daha çok şeye alışacak... çok şeye katlanacaksınız.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Öğrencileri çembere almak - ÜNAL ÖZMEN

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) kaynak göstermediği bilgiye göre; ortaöğretime giden her 100 öğrenciden 42’si mesleki eğitimi tercih ediyormuş! Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü’nün hafta içinde Antalya’da düzenlediği Mesleki Eğitim Çalıştayı’nda, Genel Müdür Osman Nuri Gülay paylaştı bu bilgiyi.

Genel Müdür’ün aynı konuşmada verdiği bilgiye göre; imam hatipler hariç 3 bin 583 meslek lisesinde, 1 milyon 68 bin 660 öğrenci eğitim görüyor. Genel Müdür’ün iki yıl önceki bir açıklamasına rastladım; meslek liselerinin 2016’daki öğrenci sayısının 1 milyon 740 bin olduğunu söylemiş. Ee, sormak gerekmez mi, madem ortaöğretim öğrencilerinin yüzde 42’si meslek liselerini tercih ediyor, ortaöğretimde okullaşma oranının artığı bir dönemde meslek liselerinin öğrenci sayısı neden üçte bir oranında azalıyor?

MEB’in, Devlet Bahçeli’nin matematiğini kullanarak hazırladığı istatistikleri, hiçbir zaman Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın istatistiklerinden daha güvenilir bulmadım. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sığır adedini hangi yöntemle hesaplıyorsa, MEB insandan müteşekkil personelini aynı yöntemle sayıyor. Mesela bu gün, Eğitim Bakanı’na kaç öğretmen açığın var diye sorun, mutlaka dün bir başka yerde verdiğinden düşük rakam söyler!

MEB’in internet sitesinde, imam hatipler hariç meslek lisesindeki öğrenci sayısının 2 milyon 82 bin 935 olduğu yazılı! Bu bilgiye göre mesleki ve teknik liselerin ortaöğretimdeki oranı yüzde 35,87. Ortaöğretimdeki payı yüzde 11,6 olan imam hatip lisesi öğrencisiyle birlikte meslek lisesinin ortaöğretimdeki oranı yüzde 47,47 ediyor! Bu oran, hükümetin, mesleki eğitimde yüzde 50 olan 2018 hedefine üç aşağı beş yukarı ulaştığını gösteriyor (Hükümetin mesleki eğitimdeki 2023 hedefi yüzde 65. Hükümetin işine geldiğinde meslek okulu, gelmediğinde ayrı bir okul türü saydığı imam hatipler bu orana dahil değilse 2023’e kadar yüzde 20’lik bir kesimi de Bilal’e ayırın; geriye yüzde 15’lik akademik lise öğrencisi kalır. Böylece zengin-yoksul ayrışması sağlanmış olur).

Ben bu Genel Müdür’ün verdiği rakamların, yanlıştan ziyade kasıtlı bir hesaba dayandığına inanıyorum. Çünkü konuşmasının bir yerinde, “Yeni sistemde mesleki eğitim olarak yüzde 90’lık bir hedef kitlemiz var. Çünkü yüzde 10 öğrenci sınav ile yerleştirilecek” gibi bir laf ediyor. Genel Müdür, meslek liselerine devam eden öğrencileri az, talebi yüksek göstererek, imam hatip liselerinin, müsteşarının çizdiği çemberde tek seçenek olarak sunulmasına meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Sınavla öğrenci alan okullara yerleşemeyecek yüzde 90’a, “Milletimiz istedi biz yaptık!” diyecekler.

Eğitim Bakanlığı, 980 Anadolu Meslek ve Teknik Lisesi’ndeki tamamı teknolojiyle ilgili teknik program tür ve alanlarının 2018-2019 eğitim yılı itibariyle kapatılmasına karar verdi. Kapatma gerekçesi öğrenci sayısının azlığı, öğrenci sayısının azalmasıyla eğitim maliyetinin yükselmesi… Bir ay önce imzadan çıkan kapatma kararının altındaki imza ise “öğrencilerin yüzde 42’si mesleki eğitimi tercih ediyor” diyen Genel Müdür’e ait!
Bine yakın okul, bu derslerin öğretmeni ve öğrencisi, programlarının kapandığını resmi yazı ellerine geçtiğinde öğrendi. Türkiye bürokrasisinin böyle bir yeteneği var; geçiyor bilgisayarın başına, bakıyor rakamlara, veriyor kararı! Bu okul türünü kaldırdım, bu programa son verdim; buraya şu okulu açıyorum, şunu kapatıyorum, ötekini imam hatip yapıyorum… Sahada görev yapan personelin, yerel yöneticilerin, hizmet alan yöre halkının söz söyleme hakkı yok!

İslamcıların “memleket meselesi” diye bir derdi olmadığı için İslamcı Eğitim Bakanlığı’nın derdi de mesleki ve teknik eğitim değil! Onlar için tek meslek imamlık! Bütün açma-kapamalar, eksilen çoğalan rakamlar, yalan-yanlış gerekçeler imam hatipleri üç çemberin üçüne ayrı ayrı yerleştirmek için!

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Justitia’nın gözleri - GÖZDE BEDELOĞLU

Mitolojide en bilinen adalet imgesi Themis’dir. Kanundur, kuraldır; değişmez, evrensel ve ölümsüz doğa yasasıdır. Her yerde ve her zaman vardır.* Hak, doğruluk ve adalet simgesi olan Themis’in, Roma mitolojisindeki karşılığı tanrıça Justitia’dır. Bir elinde terazi, diğer elinde kılıç tutar. Gözleri bağlıdır. Kılıç ve terazi birbirinin dengesidir. Kılıç adaletin keskinliğini ve gücünü; terazi ise eşit olarak tartılıp dağıtılmasını ifade eder. Terazinin olmadığı yerde kılıç kaba kuvvetten başka bir şey değildir. Justitia, gözleri bağlı bir kadındır. Kadın olması bağımsızlığı, gözlerinin kapalı olması da tarafsızlığı simgeler. Kör değildir. Zulme açılan keyfiliğin önüne geçmek için elzem olan hukuku, herkes adına eşit çalıştırmak için bilinçli olarak görmeyi reddeder. Bu iradeli körlüğün asıl amacı yargıyı egemenlerin baskısından korumaktır. Ancak gözleri bağlı bir adalet; iktidardan bağımsız hareket edebilir ve ancak o zaman gücün taraf olduğu bir davada adil karar verebilir. Justitia gözünü gerçeğe değil, baskıya karşı kapatmıştır. Adalet dağıtmak ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur çünkü.

 Alev Alatlı’nın “bize göre değil” dediği de aslında budur.

•••

Hafta başında Adalet Bakanlığı tarafından düzenlenen Adalet Şûrası’nda konuşan yazar Alev Alatlı, yargıya güvenin yüzde 30’lara düştüğü iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunarak başladığı konuşmasını, “Roma hukukunun gözleri bağlı Tanrıçası bize göre değil, bizim gözlerimiz fal taşı gibi açık olmalı” diyerek taçlandırdı. Hatırlayacaksınız, kendisi 3 yıl önce, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninde edebiyat alanında verilen ödülünü kucaklarken de iddialı açıklamalarda bulunmuştu. 1984 romanıyla her türlü muhalefetin yok edildiği totaliter bir rejimin tehlikelerini anlatan George Orwell’in bugün yaşasa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ayakta alkışlayacağını öne sürmüştü. “Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındadır” diye de eklemeyi ihmal etmemiş ve Emine Erdoğan’ın gözlerini nemlendirmişti. Alev Alatlı 3 yıl sonra bu kez, adalete dair hangi katkı ve çalışmaları gereği çağırıldığını bilemediğimiz bir sebepten dolayı, Adalet Şûrası’nda konuştu. Öyle anlaşılıyor ki o dost sanatçılar ve edebiyatçılar pek kalabalık değil. Görev yine kendisine düşmüş. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu konuyla ilgili sıkıntısını geçen yıl katıldığı Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda dile getirmişti. “Hala sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılar var.”

•••

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu gibi konunun uzmanı olup da Adalet Şûrası’na çağırılmayan pek çok akademisyen KHK’ler ile çalıştıkları okullardan ihraç edildiğinden olacak, ‘sarsıcı’ tespitleriyle Adalet Şûrası’na damgayı vuran yazar Alev Alatlı oldu. Adalete güvenin düşmüş olduğuyla ilgili iddiaları mesnetsiz bulduğunu söyledi. Sıkıntımız oymuş ki, mezun olan hukukçuların girebilecekleri yüksek ve doktora programları yetersizmiş. Yoksa keyfimiz paşada yok! “Adalet sistemi kötü” diyenlere de kızdı Alev Alatlı; çemkirmekle olmuyormuş, hukukçuların elini taşın altına koyması gerekiyormuş. Ne hoş değil mi? ‘Çalışan kazanır elması kızarır’ sıcaklığında tavsiyeler! Bu bakımdan milli ve yerliliği tartışılmaz. Ancak konuyu evrensel hukuk değerleri bağlamında ele alınca durum berbat. Avukatlar, mesnetsiz iddianamelerle tutuklanan meslektaşlarıyla dayanışmak için, engellemelere direnerek, aylarca adalet nöbeti tuttu. OHAL kararlarıyla savunma hakkının kısıtlanması gibi evrensel hukuk değerleriyle örtüşmeyen uygulamalarla karşı karşıyalar. 19 avukat tutuklu. Alev Hanım endişe etmesin, Justitia’nın gözleri de kulakları da nicedir fal taşı gibi açık. “Öyle bırakmam ben onu”, “akademisyen de terörist olabilir”, “kitap bombadan daha tesirlidir” sözlerini gayet iyi duyuyor, gayet iyi görüyor. Terazisi kırık, kılıcı keskin. Orwell bugünü görse, “edebiyatçı gibi edebiyatçıymışım” derdi.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

* Azra Erhat ‘Mitoloji Sözlüğü’

11 Ocak 2018 Perşembe

Macron AB’nin kararını Erdoğan’a tebliğ etmiş oldu - İLKER BELEK

Şimdiye kadar hiç bu kadar açık söylememişlerdi. 
Avusturya’dan bir süredir Türkiye’nin AB üyeliğinin hiçbir şekilde söz konusu edilmemesi gerektiği yönünde açıklamalar geliyordu. Merkel de yakın geçmişte iki ülke arasında ayyuka çıkan sorunlar vesilesiyle bu yönde imalarda bulunmuştu. Ama Erdoğan’ı sarayında misafir eden Macron’un yüzünde bir tebessümle Erdoğan’ın yüzüne özellikle bakarak söyledikleri AB’nin resmi açıklaması olarak kabul edilmeli. Zira Paris AKP’ye karşı uluslar arası diplomaside standartlaşmış klasik kibar tutumunu hemen hiç bozmamıştı.
Şöyle dedi Macron: “Yeni başlıkların açılması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır. Her iki tarafın da süreç normal bir şekilde ilerliyormuş gibi sergilediği iki yüzlülüğü bırakması gerekir.”


Oysa eskiden hava çok farklıydı. 
Aralık 2004’te Brüksel’den üyelik sözüyle dönüşünde Erdoğan iki saatte ancak ulaşabildiği Kızılay meydanında büyük tantanayla karşılanmış, “bize güvenin, Türkiye çok farklı olacak, ülkemizde demokrasi daha farklı bir güç kazanacak” demişti.
Bu hava son birkaç yıla kadar yine büyük kutlamalar eşliğinde böyle devam etti. Her 9 Mayıs Avrupa Günü’nü ülkenin dört bir yanında AB zevatı ile birlikte şenliklerle kutlamak gelenek halini almıştı.

Biz ise en başından beri bu işin hiç olurunun olmadığı noktasında kesindik.

Evet AKP’nin ilk yıllarında Türkiye’nin AB üyeliği işi biraz daha ciddi bir görüntü veriyordu. Ama bu proje üyelikle sonuçlandırılmak maksadıyla değil, bir oyalama taktiği olarak gündemde tutuluyordu.
AKP bizzat kendisini iktidara getiren ABD tarafından AB üyeliğine doğru yönlendirildi. ABD bu konuda Almanya üzerinden de bir ikna faaliyeti yürüttü. Hatırlanacaktır o dönemde ABD ile AB arasındaki ilişkiler de uyumluydu. Emperyalistler hep birlikte AKP’yi albenili bir paket içinde pazarladılar. O paketin üzerinde demokrasi yazıyordu. AKP Türkiye’de demokrasiyi ileriye taşıyacaktı ve AB üyelik süreci yalnızca yabancı sermaye girişlerinin sürekliliği bakımından değil, AKP’nin demokrat diye yutturulması bakımından da “çıpa” işlevi görecekti.

Dikkat edersek AKP’nin AB üyelik hayallerinin suya düşmesi ile emperyalist sistemin AKP’ye bakışının değişmesinin tam bir paralellik gösterdiğini görürüz. AKP’nin (bu haliyle) emperyalist sistem açısından işlevini yitirdiği günümüzde gerçeğin Erdoğan’ın yüzüne karşı ve açık bir basın toplantısında söylenmesinde artık hiçbir çekince hissedilmiyor.

AKP’nin bu oyunu görme ihtimali, başka şeylerde olduğu gibi, hiç yoktu. Gerçekten de Türkiye’yi AB üyeliğine taşıyabileceklerini sandılar. Böyle göstermek işlerine de geldi tabi ki. Aynen Kürt sorununu çözebilecekleri, Türkiye’yi büyük bir bölgesel güç yapabilecekleri iddialarında olduğu gibi. 
Oysa Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesiyle AB üyeliği ve Kürt sorununun çözülmesiyle Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesi hepsi birbirlerini çelen olgulardı.

Neden böyleydi, neden AB üyeliği bir hayalden öte bir şey değildi?
Bunun farklı nedenleri var şüphesiz. Örneğin Türkiye’nin Müslüman kimlikli bir ülke olması, AKP’nin bu kimlikle Türkiye’yi yeniden inşa etme işini fazlasıyla abartması, Yeni Osmanlı retoriği etkili şeyler.
Ayrıca Türkiye’nin AB’nin belirlediği kriterleri yerine getirme olanağı da hiç yoktu.
Ancak esas belirleyici faktörü yine iktisadi dinamiklerde aramalıyız. Türkiye işsiz yığınları, dev gibi ekonomik ve mali sorunları ile AB’nin sindiremeyeceği kadar büyük bir ülke. Serbest dolaşım hakkı kazanmış milyonlarca işsizimizin Avrupa sınırlarını geçtiğini düşünün. Birkaç milyondan değil, birkaç on milyondan söz ediyoruz. On milyonların içinde, yerinde yurdunda bir türlü insanca yaşayamayan ve bu düzende çözümü olanaksız bir sorun içinde kıvranan Kürtlerin bu tabloya katacağı ilave hengameyi de aklımızda tutmalıyız.
Ve AB sınırlarını eski sosyalist ülkelere doğru genişlettikçe bu sorun açısından zaten fazlasıyla yüklenmişti.

Ama bu oyalama taktiği aynı zamanda emperyalizmin çaresizliğinin de tezahürüydü.

Koskoca bir ülkeyi içlerine almaları da, bu sorunlu haliyle yanı başlarında tutmaları da mümkün değildi. Oyalayacaklar ama oyalamayla geçen süreç her tür sorunu daha da belirgin hale getirecekti. Şimdi bu noktadayız. AB hem kendi içinde hem ABD ile hem de Türkiye ile kavgalı. Ekonomik kriz uzadıkça anlaşmazlıklar da derinleşip, yayılıyor. 
Hatta AB olgusunun kendisi Avrupa emperyalizmi için bir kriz başlığı oluşturuyor.
Her tür sorunun bu hali bizi düzen dışına, sosyalizme davet ediyor.

İlker Belek / SOL

Gazeteciliğin gazetecilik olduğu yıllar... - Nilgün Cerrahoğlu

“Dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi” olmanın bunaltıcı kasvetinden kurtulamayan Türkiye, hüzünlü bir “Çalışan Gazeteciler Günü”nü daha arkada bıraktı. 
Biz, usanmadan “Gazetecilik suç değildir! Tutsak gazetecileri özgür bırakın”çağrıları yaparken; dünya sinemalarında şu sıra Washington Post’un 1970’lerdeki efsane gazeteciliğini anlatan “The Post” vizyona giriyor. 
Logosunda bugün dahi “Demokrasi karanlıkta ölür” ibaresini taşıyan, Watergate skandalını ifşa etmenin yanında sayısız ödülle özdeşleşen gazetenin siyasi iktidarla mücadelesini anlatan film hakkındaki beklentiler çok büyük. 
Öncelikle yapıt Steven Spielberg’in imzasını taşıyor. Meryl Streep ve TomHanks’in oyunculuğu göklere çıkarılıyor.
“The Post”un konusu, ilk anda düşünülebileceği gibi Watergate değil... 
Watergate skandalının sıcak gündem olduğu ’70’lerde o mevzu zaten “Başkanın Bütün Adamları” filminde işlenmişti. 
Bu defa Spielberg, Alan Pakula’nın çok yankı getiren ’76 yapımı Watergate hikâyesinden farklı olarak “Pentagon Papers/ Pentagon Dosyaları” olayına el atıyor...
‘Özgürlük güvenliğin parçası’ 
“Pentagon Dosyaları” Vietnam Savaşı’nda ABD hükümetinin söylediği yalanları ortaya koyan belgeler. 

Gizli Pentagon belgelerine ulaşan Daniel Ellsberg isimli bir uzman bunları, ülkenin prestijli iki gazetesi New York Times ile Washington Post’a sızdırıyor. 
Beyaz Saray yayını durdurmak için hemen hukuki yollara başvuruyor. 
TV şirketlerinin lisans iptali ve hisselerinde düşüş gibi yaşamsal riskleri göze alan Washington Post (WP) ve “casusluk” ithamı altında kalan New York Times; bu tehdit, gözdağı, yıldırma yöntemlerine rağmen belgeleri yayımlamaktan geri kalmıyor... 
Olayın yasaya intikal aşamasında yargıçlar; “Devlet güvenliği sırf cephede sağlanmaz. Kurumların özgürlüğü de güvenliğimizin parçasıdır. Bildiğinden şaşmayan, geçimsiz, burnunu her şeye sokan bir basına, iktidarlar, haber alma özgürlüğü gibi daha üstün değerleri korumak adına katlanmak zorundadır” diye fetva veriyor... 
“Kadın bir medya patronunun hâkimiyetindeki” “WP”nin serüvenini bugün güncel kılan, hem sürmekte olan “cinsiyet eşitsizliği savaşları”, hem de Trump, Beyaz Saray’ı... 
Spielberg’in, demokrasilerin bekçi köpeğinin medya olduğunu hatırlatan bu son yapımı, Trump’ın Washington’daki 1. yılını anlatan “Ateş ve Öfke” kitabının yayınının durdurulması için Beyaz Saray’ın devreye girdiği dönemle çakışıyor.

Rastlantısal başkan 
Michael Wolff adlı ünlü bir gazetecinin yazdığı kitabı durdurmak için avukatlarını devreye sokan Başkan, bunu başaramadı. 269 sayfalık kitap ışık hızıyla internette çoğaldı ve posta kutuma dek anında hemen yayıldı. 
Müthiş akıcı bir dille yazılan kitap bundan böyle sadece ABD de değil dünyada tartışılıyor. Zira Trump’ın kirli çamaşırlarını ortaya koymanın ötesinde, “şakayken ciddiye binen bir başkanlığın” fotoğrafını çekiyor. 
Başkan seçileceğine kendisi dahi inanmayan, bunun için hazırlığı olmayan Trump, neden sonra havaya giriyor. Washington’daki “rastlantısal başkan” haliyle dünyayı korkutuyor. 
Söz Hollywood’dan açılmışken... ’70’lerde gene çok konuşulan “BeingThere/Merhaba Dünya” isimli bir Peter Sellers filmi vardı. 
Filmde Sellers tesadüflerle ünlenen zekâ özürlü biriydi. 
İsmi “Chance/Şans, Rastlantı” olan Sellers’in TV programlarında söylediği acayip ipe sapa gelmez şeyler giderek ciddiye alınmış ve önüne Beyaz Saray’ın yolu açılmıştı... 
“Ateş ve Öfke” de şimdi, “Chance” gibi tıpkı Trump’ın bildiğiniz zekâ sorunlu bir rastlantısal başkan olduğunu iddia ediyor. 
Trump’ın derhal karalama kampanyası ile karşılık verdiği yazar Michael Wolff ile Wolff’u Beyaz Saray’a sokan, ayrıca cüretkâr açıklamaları ile gündem olan eski danışman Steve Bannon şimdi hedefte. 
“Pentagon Papers”dan burnu kanamadan çıkan Washington Post gazetecilerinden farklı olarak, Bannon, Trump baskısıyla derhal Breitbart News medya grubundaki görevini terk etmek zorunda kaldı. 
Bakalım daha neler göreceğiz?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET