5 Şubat 2018 Pazartesi

Rabbim hacamat dedi! - MEHMET KUZULUGİL

Kemal Unakıtan, Recep Tayyip Erdoğan’ın pek sevgili sağ kollarından birisiydi. 2002 seçimlerinde adaylığı reddedilen Erdoğan’ın yerine onun isteğiyle birinci sıradan aday oldu. Yine Erdoğan’ın kararıyla ilk AKP kabinesinde Maliye Bakanı olarak yerini aldı.
Özelleştirme şampiyonuydu. TÜPRAŞ, TEKEL, ERDEMİR, İSDEMİR, SEKA, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Sümerbank (Sümer Holding) ve başka bir sürü işletme yanında bir sürü liman.

2009’da biraz da sağlık sorunları nedeniyle karşıdevrimin bu en hızlı koşusuna ara verdiğinde Erdoğan’ın da yavaş yavaş taşımakta zorlanmaya başladığı bir “renkli” sicil oluşturmuştu.

Çocuklarının, damat ve gelinlerinin on parmağında on marifet vardı! “Niş” sektörlere muhteşem girişler yapıyorlardı. Oğlu Abdullah Unakıtan kuş gribi paniğinin yaşandığı dönemde pastorize yumurta (likit yumurta) işinden iyi para kazandı örneğin. Gerçek girişimci ruh! Dönemi oku, ihtiyacı sapta, yatırımı yap ve paranı kazan. Tabii sen bu hamlenin hazırlıklarını yaparken, babacığın AB uyum yasaları gereği, büyük şirketlere ve pastanelere pastorize yumurta kullanma zorunluluğu getiren yönetmeliği çıkarıversin!

Hikayeleri uzun, oğlanın şirketinin adı AB Gıda! Bir de Mısır ithal etme hikayeleri var. Gümrük vergisi yüzde 25’ken “tavuklarını beslemek için” ithal ettiler. Vergi daha sonra sırayla yüzde 45’e ve 70’e çıktı!
Çocuklarının şirketleri çok gündem olduğunda, “Ne yiyecek bu çocuklar, Adama, 'soyadımı taşıma' mı diyeceğim. Soyadını mı değiştirecek, babası Maliye Bakanı oldu diye” sözleriyle “onurunu” savunmuştu.
Ciddi sağlık sorunları vardı.
2005’te yaşadığı bir zehirlenmeye bağlı dehidratasyon sonucu böbrekleri iflas etmişti. Tel Aviv’de Kök hücre operasyonları ile çözüm aradı, sonuç alamadı. 2013’te dünürünün verdiği bir böbrek nakledildi kendisine.
Bu arada da ciddi bir kalp sorunu.
Unakıtan’ın unutulmayacak onlarca hikayesi (!) hafızalara kazınmış sivri cümlesi varken, Cleveland’da geçirdiği kalp operasyonu onun eşine ait “Rabbim Cleveland dedi” cümlesi ile anılmasını sağladı.
Kemal beyin ciddi bir kalp operasyonu geçirmesi gerekiyordu. Aile kaygılıydı. Karar veremiyorlardı. Sonuçta para afedersiniz biraz çok gibi, yani bizim “şurada yapsak SGK öder mi” türü kaygılarımız onlarda sözkonusu değil. Böyle olunca seçenekler çoğalıyor, karar vermek zorlaşıyor. Sonunda kararsızlığı bozan Ahsen hanımın gördüğü bir rüya oldu.
Ahsen Unakıtan, ameliyatla ilgili kararlarını da böyle açıklamıştı: Rabbim Cleveland dedi!
Rabbim büyük, rabbim kullarını seviyor. Herkese durumuna göre yol gösteriyor. Düşünsenize, aynı sıralarda bir SSK hastanesinde yatmış sırasını bekleyen bir hastanın eşinin rüyasına girip “Cleveland” dese… Şüphesiz islam kolaylık dinidir.
Kemal beyi, iki yıl önce kaybettik. 70 yaşındaydı. Maslak Acıbadem Hastahanesi’nde gördüğü tedavi iflas etmiş bedenini hayatta tutamadı.

Edirneli Kemal beyi niye andım?

Dün Edirne’de bir hekim yine hastanede hasta yakınlarının saldırısına uğradı. AKP’nin 15 yıldır değişmeyen sağlık politikası: Sağlık sisteminin yarattığı tüm sorunlarda hekimleri ve sağlık çalışanlarını hedef göstermek. Buna son günlerde yine bizzat Erdoğan’ın “önderlik” ettiği TTB operasyonu eklendi. Uluslararası saygınlığı olan bir tıp profesörü birkaç gün önce Cerrahpaşa Hastanesi önünde hastalara ve yakınlarına yalvarıyordu, “hekimler sizin sağaltıcılarınız, onlar sizin yaşamınız için çalışıyor. Onlara sahip çıkın” diye. O böyle derken, rabbim “saldır!” diyordu.

Beklenmeyecek şey değil, yine bir sağlık çalışanı saldırıya maruz kaldı.
Ve yine bu günlerde, kara çarşaflı kadınları eliyle Türk Tabipleri Birliği, yani hekimlerin meslek örgütü, Erdoğan'ı selamlayan bir pankartla protesto ediliyordu: Dik dur eğilme, hacamatçılar seninle!

Sanırım çoğu kişinin ilk tepkisi aynı olmuştur. Hep beraber, “bunlar bu kafayla, sağlıkta işleri imamlara ve hacamatçılara bırakacaklar” diye düşündük. “Eh, o zaman görürsünüz hacamatçılarla ne kadar oluyormuş sağlık. Hekimleri hedef göster, hacamatçıları sokağa sal. Zaten hastanelerde imam kadrosu açalı yıllar olmuş.”

Safız biraz. Beyefendiler, grip olduklarında gizli ortağı oldukları hastanelerde kat kapatıyorlar!

O yetmediğinde “rabbim” devreye giriyor, Cleveland diyor.
Başta söylemiştim, herkese durumuna göre. İslam kolaylık dini.
Parası yetene “rabbim” Cleveland diyor.
Yetmeyene çare yok mu?
Var!
Onlara da, “rabbim” hacamat diyor. Yanında “pılasebosu” bedava.

Mehmet Kuzulugil / SOL 

Bir Osmanlı Öyküsü: Naima, Celaliler ve “Terörle Mücadele”.. - TANER TİMUR

Star gazetesinde beş gün önce şu satırları okuduk: “Diyanet İşleri Başkanı Prof Dr. Ali Erbaş, Afrin operasyonu ile ilgili olarak, ‘Onlar oralarda çarpışıyorlar, biz burada Kuran kursları açıyoruz. Onlar orada, biz burada cihada devam ediyoruz’ dedi.” (Star, 28 Ocak). Aynı günlerde TBMM Başkanı İsmail Kahraman da harekâtı bir “Cihad” olarak tanımlıyordu.

Çoktandır biliyoruz; Osmanlı din, devlet ve adalet anlayışını özleyenler var; “savaş koşulları”nda coştukça coşuyorlar; üstelik devletin kilit mevkilerini de tutmuş vaziyetteler.

Oysa kuramda ve eylemde Osmanlı “adalet anlayışı” neydi? 
Osmanlı, “fitne” ve “eşkiyalık” olarak adlandırdığı ayaklanmaları nasıl bastırıyordu?

Bunları yeterince biliyor, tartışıyor muyuz?

•••

Osmanlı adalet anlayışı, kuramda, “Siyasetname; Nasihatname; Pendname; Kâbusname” gibi çeşitli başlıklar altında sayısız eserde ve buhran zamanlarında da padişahların yayımladıkları “Adaletname”lerde ifadesini bulmuştur. Bunlardan Kınalızade Ali Efendi’nin “Ahlak-ı Alâi”si (16. yüzyıl; yeni baskı İz yay. 2005), Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sı ile birlikte, yakınlarda bizdeki “Asya Tipi Üretim Tarzı – ATÜT” tartışmalarında temel referans olmuştu. Bu anlayış esas olarak Aristoteles’in “altın kural”ı sayılan “itidal” (ılımlılık) ilkesine dayanıyordu.

•••

Kitaplar ve fermanlar bunu yazıyordu; oysa Osmanlı yazarlarının genellikle “fitne ve eşkiyalık” hareketleri olarak gördükleri halk ayaklanmaları sırasında, “saha”daki durum neydi? Başka bir deyişle Osmanlı’nın “terörle mücadelesi” nasıldı?

•••

Bu konuda tarihimize “Kuyucu Murat” diye geçen sadrazamın “Celali”lere karşı kullandığı yöntemler aklıma geldi. Yıllar önce ünlü vakanüvis Naima’nın tarihinde bunların nasıl anlatıldığını incelemiştim. Osmanlı devlet ve adalet anlayışının pratikte nasıl işlediği aslında bugün de tarihçilerimize temel kaynak teşkil eden vakayinamelerde anlatılmıştır.
“Osmanlı hasreti”nin ağır bastığı bu günlerde o çalışmamdan bir sayfayı alıntılamanın yararlı olabileceğini düşündüm. Bugün “Cihad” çağrılarında bulunanların bunları bildiklerinden emin değilim. Batılı tarihçilerin her yazdığını “oryantalist bakış açısı” diye aşağılayanlar hiç olmazsa Naima’yı okumalılar..

•••

Kuyucu Murat ve Celaliler.. (Osmanlı Çalışmaları, İmge yay. 4. baskı 2010).

“Kuyucu Murat Paşa, Derviş Paşa’nın 1606’da idam edilmesi üzerine Belgrat’tan çağrılarak sadaret mührü kendisine verilmişti. Derviş Paşa’nın idamı klasik çağda Osmanlı saray entrikaları ve gayrimüslim sarrafların dolaylı şekilde kullandıkları siyasal güçleri açısından açıklayıcı niteliktedir.

17. yüzyılın ünlü vakanüvislerinden Naima’nın anlattığına göre Derviş Paşa Yahudi sarrafına olan borçlarını çok bulmuş ve ödemeyeceğini hissettirmişti. Sarraf da Paşaya yaptırdığı konağa, padişah sarayına doğru giden gizli bir kanal ilave ettirmiş ve daha sonra da Paşa’nın düşmanı olan kapıağasına giderek “Padişaha vezirin suikasti vardır” diye ihbarda bulunmuştu. Derviş Paşa bu ihbar üzerine idam edilmiştir. (Naima Tarihi; İstanbul, 1968, cilt I, s. 472).

Murat Paşa daha önce dört yıl Yemen valiliğinde bulunmuş ve çok servet yaptığı için yiyicilikle suçlanarak azledilmişti. Hatta bir süre de Yedikule zindanlarında hapsedilmişti.(Cengiz Orhonlu; İslam Ansiklopedisi, Kuyucu Murat Paşa) Ancak otoriter ve enerjik kişiliği dolayısıyla iç isyanlar sırasında yeniden kendisine ihtiyaç duyuldu ve veziri azamlığa getirildi.

•••

Murat Paşa, Anadolu ayaklanmalarını bastırmaya başlayınca bazı başkaldırmış liderler kendisine katılmak istemişlerdi. Bunlardan Saraçzade Ahmed, Konya’da kendisine baş eğmiş ve kuvvetleriyle Murat Paşa’ya iltihak etmek istemişti. Kuyucu Murat’ın “kaç kişiyle bana yardım edebilirsin?” sorusuna “30.000 kişiyle” cevabını veren Saraçzade derhal öldürüldü. Çünkü 30.000 kişiye hükmeden biri, Murat Paşa’ya göre çok tehlikeliydi. 

Aydın civarında ayaklanan Yusuf Paşa ise Osmanlı yönetimi için ayrı bir tehditti. Anadolu’daki birçok lider gibi Türkmen asıllı olan Yusuf Paşa, Naima tarihinde “Türk-i bed liva” (çirkin suratlı Türk) olarak tanıtılır (Cilt II, s. 536). O da, kendisine sözde Karaman beylerbeyliği verilerek İstanbul’a davet edilmiş ve orada tuzağa düşürülerek öldürülmüştür.
Bu gibi tuzakların dışında, Murat Paşa’nın sistemli bir şekilde kullandığı yöntem kırım yöntemiydi. Sadece ayaklanma halindeki halkı değil, ayaklanma potansiyeli sezdiği herkesi acımasızca katletmişti. Naima, eserinde cellatların, yeniçerilerin ve içoğlanların bile öldürmeyi reddettikleri yok edilmiş bir Celali’nin küçücük, yetim çocuğunu, Paşa’nın kendi elleriyle nasıl boğarak kuyuya attığını anlatır. Kuyucu Murat bu cinayetini, “Malumdur ki Kalenderoğlu ve Kara Said gibi eşkiyalar anasından at ve mızrak ile doğmadı. Hep böyle çocuk idiler. Sonradan büyüyüp âlemi fesada verdiler…” diyerek savunmuştur. (Naima; II, s. 577)

Murat Paşa’nın ayaklanmayı bastırma eylemlerinin özü son olarak verdiğimiz örnekte yatmaktadır. Ne var ki bunun bedeli Anadolu halkı için çok ağır oldu. Osmanlı tarihçilerine göre Kuyucu Murat Paşa 70.000-100.000 arasında köylüyü kılıçtan geçirmiştir. İşin ilgi çekici yönü de Murat Paşa’nın bu kırımcı politikasının Osmanlı ideolojisinde övgüsünün yapılmasıdır. Naima tarafından “bütün büyüklükleri nefsinde toplamış” bir “merdi meydan ve pehlivanı devran” olarak övülen Kuyucu Murat Paşa (Naima; C. II, s. 566-567), Osmanlı Devletinin klasik çağda kendine özgü merkeziyetçiliğinin simgesidir.”

•••


Kitabımdan yaptığım alıntı burada noktalanıyor. Kuşkusuz Osmanlı mirası Kuyucu Murat ve benzerlerinden ibaret değildi. Onun yanı sıra, Kanuni’ler, Sokollu’lar, Fazıl Ahmet paşalar (vb) da bu mirasın bir parçasını teşkil ediyor. Ne var ki her buhran döneminde yeni “kuyucu”lar da hortlamaktan geri kalmıyor. Ve “Cihat” çağrılarının çoğaldığı, “Barış” diyenlerin gözaltına alındığı bugünlerde tüm hakseverlere de direnmek kalıyor. “Fitne”cilik, “eşkıya”lık suçlamalarına aldırış etmeden..

Taner Timur / BİRGÜN

Sol ‘ifrit’se sağ teferruattır - TAYFUN ATAY

Fransız sosyolog Durkheim’in en parlak öğrencilerinden Robert Hertz, kısa ömrüne (1881-1915) abide bir yazı sığdırmıştır: “Sağ Elin Üstünlüğü: Dinsel Kutuplaşma Üzerine Bir Çalışma” (1909) başlıklı deneme, pek çok dünya toplumunda sağ elin sol el karşısında nasıl öncelikli, değerli, prestijli ve makbul sayıldığını örnekler.

“Solak” olanlar hemen her yerde cezalandırılmış, alaya alınmış veya ellerini kullanmaktan alıkonulmuşlardır. Toplumların pek çoğu sağ elle yemeyi teşvik etmiş, o elle selamlaşıp tokalaşmayı kurallaştırmıştır. Buna karşılık sol el, bizde de olduğu gibi “taharet” için kullanılıp kirlilik ve pislikle özdeştirilmiştir.

Tarihte sağ el, soyluluk ve aristokrasinin simgesidir; sol el ise köleliğin ve “ayak takımı”nın… Nitekim, siyasette sağ ve sol terimleri de benzer bir itkiyle 1789 Fransız Devrimi’nden köken alır. Devrim-sonrası açılan Birinci Cumhuriyet Meclisi’nde yeni sınıf burjuvazinin itici gücünü oluşturduğu, eşitlik ve radikal değişiklikten yana “ayak takımı”, yani halkı temsil edenler toplantı salonunun solunda, aristokrasi, yani soylular, sağ tarafta konumlanmıştır.

Hertz’in Yeni Zelanda Maorilerinden aktardıkları, “sağdan yana çark” yelpazesinin genişliğini gösterir. Maorilerde de sağ taraf kutsal, iyi ve yaratıcı olanı, sol taraf ise dünyevi, rahatsız edici, kuşku uyandırıcı olanı simgeler. Sağ, hayatın ve gücün tarafıdır; sol ölümün ve zayıflığın...

İnsan toplumsallığında böylesine yaygın, ortak ve “doğal”laştırılmış bir başka sembolik eşitsizlik bulmak zordur. İngilizcede “sağ’ anlamına gelen “right”, hem “hak” hem de “doğru” demek. “Solak” anlamına gelen “left-handed” sözcüğünün ise aynı zamanda acemi, salak, sinsi, entrikacı, ikiyüzlü gibi anlamları olduğu belirtiliyor sözlüklerde.

Bizde de “sağ”dan yana “verim” hayli yüksek; o, aynı zamanda “canlı”, hayatta ve sağ-lıklı demek…
İstenmedik olaylara duygusal tepki verip öfkelenenler “sağduyu”ya davet edilir.

Kapıdan çıkarken önce sağ adım atılır.
Sağ omuzda iyilik melekleri, sol omuzda kötülük melekleri oturuyor denir.
Halkın arasında zaten yaygın, “sağ”ın “sol”a ezici üstünlüğü yargısına bir de Diyanet tuz-biber ekti geçen hafta. Sözcü’de Ali Ekber Ertürk’ün aktardığına göre sol elle yemekte bir sakınca var mı şeklinde yöneltilen soruya Din İşleri Yüksek Kurulu fetvayı yapıştırmış:
“Yeme-içmeyle ilgili genel ilkeleri belirleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sol elle yeme-içmeyi hoş karşılamamıştır. Nitekim o, bu konu üzerinde önemle durmuş; şeytanların sol elle yeyip içtiklerini haber vererek ümmetini uyarmış ve çocuklara sağ elle yemek yemeyi öğretmiştir. Hz. Peygamber'in sağ elle yeme ve içme konusundaki tavsiye ve irşadlarına uymak her müslümanın vazifesidir.”

Pekala, Din İşleri Yüksek Kurulu karşısında “Cin İşleri Yüksek Kurulu” gibi çalışan sosyoloji disiplininin öncülerinden Durkheim’in öğrencisi Hertz nasıl bir açıklama getiriyor bu “sağ”dan yana basan çoğunluk ruhuna insanlığın; bir de ona bakalım!..

Hertz, “sağ”dan yana bu eşitsiz ayrımcılığın temelini, bir bakıma üç büyük semavi dinin "arkeoloji"sinde olduğu da kuvvetle öne sürülen “güneş tapımı”na kadar geri götürmek gerektiğini belirtmekte.
Dua ve ayinlerde ibadet edenler, genellikle güneşin doğduğu yöne, yani hayatın kaynağına doğru dönerler ve vücudun yön noktalarına bakıldığında batı, arkada kalır; güney, sağ tarafta; kuzey ise sol tarafta. Buna bağlı olarak, güneş ışığı vücudun sağ tarafında parıl parıl parlarken sol taraf kuzeyin “uğursuz” gölgeleriyle kaplanır (Hertz’den akt. Fiona Bowie, “The Anthropology of Religion”, 2000, s. 41-43).

Görüldüğü gibi, bizim “Din İşleri”nin 21’nci yüzyılın başında hâlâ takıntı yaptığı bir “evrensel” ayrımcılığa 20’nci yüzyılın başında “cin gibi” bir açıklama getirmiş Hertz...
Bana göre de insanlığın en zehirli ruh halinden istim almakta bu eşitsiz sembolizm: Çok olanın, çoğunlukta olanın, yaygın olanın doğru ve haklı; az olanın, azınlıkta olanın, ayrıksı olanın (yani ‘solak”lığın) yanlış ve haksız sayılması bu.

Evet, insanlığın en zehirli ruh hali bu, ama aşılmaz değil: Sanatta-edebiyatta sol elin yaratıcılığını, sporda-futbolda sol ayağın hünerlerini, ve tabii fikirde-siyasette sol aklın mucizelerini kimse göz ardı edemez!..

Fakat tüm bunlar bir yana öyle bir gerçek var ki Diyanet’in fetvasını da “solda sıfır” kılacak bir final yapma imkânı veriyor bize. Hertz de yazısını onunla bitirmiştir.

Vücudun “kutsal” addedilen sağ tarafını beynin sol yarım küresi yönetip kontrol ederken, lânetli sayılan “solaklık” beynin sağ yarım küresinin marifeti.

Bakın şimdi şu Allah’ın işine!..

O kadar yüceltilen “sağ”ın arkasında onu idare eden bir “sol” beyin var.

Ve o kadar tu kaka edilen, şeytanla özdeştirilen “sol”un arkasında da onu idare eden bir “sağ” beyin!..
E, ne demişler şeytan ayrıntıda saklıdır ya da eski deyişle ifrit, teferruatta gizlidir.

Meğer bu kadar “ifrit” sayılan sol ne yapıyorsa beynin sağ yarısı aracılığıyla yapıyor, demek ki orada gizleniyormuş!..

Ve sol “ifrit”se sağ da teferruattan ibaretmiş!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Bunlar’ - ERGİN YILDIZOĞLU

Önümüzdeki seçim dönemine OHAL’e, YSK vesayetine ek olarak savaş koşullarında gidiliyor. Erdoğan’ın “Sandıklar öyle bir patlamalı ki bunlar ne olduklarına pişman olmalılar” sözleri de bu seçimlere stratejik bir önem verdiğini, stratejik bir söylemi benimsediğini gösteriyor.Kadir Has Üniversitesi’nde hazırlanan, Sosyal ve Siyasal Eğilimler Araştırması, (TSSEA-2017) bulguları bu söylemin toplumda bir karşılığı olduğunu düşündürüyor. CHP bu stratejik söylem karşısında çok zorlanacaktır. 

Farklı olmanın önemi... 
Bir siyasi aktörün başarısı, rakipleriyle arasındaki farkı belirgin biçimde ortaya koymasına, yapılacak tercihin önemini vurgulayabilmesine bağlıdır. 
Bugüne kadar seçimlerden hep başarıyla çıkan AKP liderliğinin, özellikle Erdoğan’ın bu ilkeye uygun hareket ettiğini, hatta seçmen tabanını koşullandırdığını görüyoruz. Seçimlerden hep yenilgiyle çıkan CHP’nin liderliği ise ısrarla, kendi arzularının AKP tabanındakilerin arzularına yakın, İslamcı kadar Müslüman, milliyetçiden daha milliyetçi olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Böylece muhalefetin tabanı konsolide olmak, genişlemek yerine giderek daha parçalı, kafası karışık bir hal alıyordu. 
AKP liderliği, önce kendi tabanına sonra da toplumdaki kararsızlara konuşurken biz ve onlar/bunlar söylemini kullandı. Bu söylemin “biz” kısmını, dini simgeler, ilkeler, fantastik bir Osmanlı nostaljisi, büyük bir gelecek vaadi ile kurguladı.  

Onların” oyun bozucu, engelleyici olduklarını olumsuz simgelerle vurgularken, bunlar” gibi ifadelerle değersizleştirirken, kavramın içini boş bırakmaya, ama yine içi boş bir “terör” kavramıyla özdeşleştirmeye dikkat etti. O “Biz”in içinde olan herkes, artık her korkusunu, öfkesinin nedenini, arzusunun gerçeklemesine engel olduğunu varsaydığı şeyleri bu boş yere yazabilirdi. AKP, şimdi söylemini, savaş havasıyla, Diyanet’in “dışarda cihat içerde cihat” sloganıyla daha da güçlendirmeye çalışıyor. 
 
TSSEA-2017 
TSSEA-2017 içinde, yukardaki saptamaları destekleyecek ipuçları bulabiliyoruz. Örneğin, siyasi kimliğini muhafazakâr olarak tanımlayanların oranı 2013’ten 2017’ye yüzde 55’ten fazla gerileyerek, yüzde 39’dan yüzde 19.8’e düşerken, siyasi kimliğini dindar olarak tanımlayanların oranı 2015’ten 2017’ye yüzde 99 artarak yüzde 14.7’den yüzde 27.6’ya yükselmiş. 

Diğer siyasi kimliklerin oranlarının “milliyetçilik” dışında az da olsa gerilediği, Milliyetçi kimliği benimseyenlerde yalnızca 1.5 puanlık bir artış olduğu görülüyor. Bunlar siyasal İslamın iktidarında, muhafazakâr kimliğin dini kimliğe dönüşmekte olduğunu düşündürüyor. 

Bu gelişmenin izdüşümlerini diğeralanlarda da görebiliyoruz. Örneğin, ankete katılanların yüzde 49’u ekonomik durumlarının bir yıl öncesine göre  kötüleştiğini  söylerken, yüzde 48’i, AKP’nin ekonomik politikalarının başarılı olduğuna inanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleyenlerin oranının yüzde 48 olması yukardaki iki grubun örtüştüğünü, siyasal İslamcı sadakatin, ekonomik sıkıntıyı  bastırabildiğini  düşündürüyor. 
Aynı dönemde Cumhurbaşkanı’na, polise olan güven artarken orduya olan güvenin gerilemesi, özgürlük konusuna ilgisizlik, ekonomik kaygıların en “önemi sorunlar”  listesinin alt sıralarında olması da... 

AKP ve CHP’de seçmenin liderlerine desteği artarken, CHP’de yüzde 9’luk bir kesimin Erdoğan’a destek verme eğiliminde, yüzde 9’unun da kararsız olduğu doğruysa, CHP tabanında kafa karışıklığından, bir kırılganlıktan söz edilebilir. 

AKP lideri, TSSEA-2017’de vurgulanan kutuplaşmanın ayırdındadır ve derinleştirmeye kararlıdır. CHP’nin bu kutuplaşmayı engelleyecek olanakları bugün yoktur. 

CHP OHAL’le, YSK vesayetinde, savaş koşullarında gidilecek bir seçimi kazanamaz! Dahası, CHP bu kutuplaşma içinde kendi konumunu yalnızca sözle güçlendirip, karşı tarafın seçmenine kutuplaşmanın toplum ve hatta AKP’yi destekleyenler için ne kadar riskli olduğunu anlatamaz; onların tercihlerini salt sözle dönüştüremez. Sözün arkasına, mutlaka kendi kitlesinin gücünü koyması, bu gücü biteviye  sergilemesi  gerekir. 
Güç dönüştürücüdür!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

4 Şubat 2018 Pazar

CHP ve Türkiye’nin geleceği - HÜSNÜ MAHALLİ

Salonda müthiş bir heyecan var. Türbinler süper, kulis çok hareketli. Delegeler sakin hatta ilgisiz.CHP’li olsun ya da olmasın salonun dışında herkes bu Kurultayı çok önemsiyor. Ben dâhil herkes CHP’yi son ve tek umut görüyor.İşte bu nedenle salondaki heyecan kurultay sonrasında seçilecek yeni kadrolarla tüm ülkeye yayılmalı.


Bunu başarabilecek ve toplumun farklı kesimlerini heyecanlandıracak  bir CHP kolaylıkla iktidar olabilir. Çünkü halkın büyük bölümü var olan durumdan hoşnut değil birçoğu da çok tedirgin.


AKP iç ve dış politikada ülkeyi felakete sürüklüyor. 

Evet felakete.
AKP Cumhuriyetin bütün kazanımlarını ortadan kaldırmak için her şeyi yapıyor. Özellikle eğitimde.
Sapık düşünce ve söylemleriyle medyanın konusu olan sözde din adamları toplumu orta çağ düşünce ve yaşam kalıplarının içine sıkıştırmaya çalışıyor.
Gidişat çok tehlikeli… Demokrasi sözcüğünü kullanmak bile büyük bir cesaret istiyor.
16 yılda AKP kendi ideolojisinin gereği istediği her şeyi yaptı, yapıyor ve yapacak.
Evet, yapacak çünkü devletin bütün kurumları hızla AKP’lileştiriliyor.

Yani AKP devletin partisi olacak.
Tipik bir Ortadoğu modeli… Belki de bu nedenle AKP başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’ya dalmış durumda.


Hem de bu bölgenin karmaşık ilişkilerini bilmeden ve kavramadan. Sonuç ortada. ‘Arap Baharı’nda bu yana AKP dış  ve dolaysıyla iç politikada ne yaptıysa yanlış yaptı. AKP aynı çizgide devam ediyor.


2011 öncesinde IŞİD, Nusra, ÖSO, PYD, YPG ve benzeri  örgütler yoktu. Batılı  ve Körfez ülkelerinin çağ dışı yönetimleriyle birlikte Suriye’ye müdahale eden AKP her yeri perişan etti. Şimdi de çıkmış PYD’den şikâyet ediyor.


Oysa aynı AKP 2012-2015 döneminde Esad’a ayaklansın diye PYD lideri Salih Müslim’i birçok kez Ankara’da misafir etmişti. Aynı AKP Kobani olayları sırasında ‘PKK’nın uzantısı’ dediği YPG’ye dolaylı da olsa yardım etti. Örneğin Amerikan uçaklarının İncirlik’ten kalkarak YPG’ye yardım etmesine izin verdi.Sonrası bildiğimiz hikâye: Amerikalılar Suriye’nin Türkiye ile olan sınırının 600 kilometresine yayıldı.


Şimdi şikâyet etme haklınız yok. 

Küçük bir kasaba olan Afrin için kıyameti koparıyorsunuz ama 600 kilometre boyunca sınır komşumuz olan ABD'nin, YPG’ye sesiniz çıkmıyor.
Bu da normal çünkü o bölgede AKP’nin işbirliği yapabileceği silahlı gruplar yok. Cerablus’tan Afrin’e kadar uzanan 150 kilometrelik sınır boyunda olduğu gibi. ÖSO ve müttefiki 10 kadar grup  TSK’ya yardım ediyor ya da tersi.
Suriye devletine göre bu gruplar terörist. Şam’a göre IŞİD ile savaşmak için 24 Ağustos 2016’da Cerablus, El- Bab ve Azez’e giren TSK çekilecek gibi görünmüyor ve öyle davranmıyor. 
Ankara’dan görevlendirilen ‘kaymakam, emniyet müdürü ve jandarma komutanları buraları yönetiyor’...
Arap medyasında bununla ilgili çok haber ve yorumlar var.


Önümüzdeki dönemde Ankara’nın karşı karşıya kalabileceği en büyük risk bu olsa gerek.
Suriye devleti er ya da geç Ankara’ya ‘Çek askerini buralardan’ diyecek. Çekmezse ne olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
Çekerse geride AKP’nin 7 yıldır işbirliği yapıp desteklediği ÖSO ve benzeri silahlı gruplar kalır ve Suriye devleti onlardan kurtulmak isteyecektir.
Böyle bir durumda onların ideolojik yani dinsel müttefiki AKP ne yapar? Ankara ne yaparsa Tahran ve Moskova yapar!


Uzatmanın anlamı yok. AKP’nin yapması  gereken tek bir şey var o da bir an önce 2011 öncesi duruma dönmektir. Yani Esad ile dost olmak ve onunla birlikte Suriye’nin, Türkiye’nin ve bölgenin tüm sorunlarını çözmektir.


Özellikle Amerikalıların Kuzey Suriye’den kovulması.


Sonrası çok kolay.

İşte bu nedenle CHP çok önemli.


CHP başından beri doğru tutum aldı. Başından beri ‘Suriye’ye bulaşmayın’ dedi.
Başından beri ‘Radikal İslamcı terör örgütlerine yardım etmeyin’ dedi. Daha birçok uyarıda bulundu.


AKP dinlemedi  ve sonuç ortada.
Yeni yönetimiyle CHP şimdi çok daha etkin davranmak zorunda.


AKP şimdiki politikasından vazgeçmezse CHP sokaklara çıkıp gerçekleri halka anlatmalıdır. Yani Türkiye’yi kısa ve orta vadede  bekleyen hayal edilemez riskleri.


CHP; Suriye, Irak, İran, Mısır, Lübnan, Rusya, ABD, Fransa be ilgili başka ülkelere açılarak Türk halkının dostluk ve barış içinde birlikte yaşama istek ve kararlığını anlatmalı.


Yılmadan, çekinmeden ve heyecanla…


Kurultaydaki heyecan dışarı da taşmalı. Yoksa kurultayın hiç bir anlamı kalmaz.
Çünkü CHP bu kurultay sonrasında da halkın beklentilerine karşılık veremezse kendisi de biter.


AKP sistemi öyle kurguladı.


Başkanlık sisteminde yalnızca başkanın sözü geçer. Hem de her konuda ve sınırsız yetkilerle.
Bu süreci durdurmak için 2019 seçimleri son şans.
Bu şansı kullanmak için de kurultay son şans.


Yönetime kim gelirse gelsin.


Hüsnü Mahalli / YURT

55 yılın ardından Kavel Kablo direnişi - SERPİL GÜVENÇ

“Sordum çobanlara
Yüksek dağa, kar mıdır?
KAVEL’in kapısında ölenlere
Sual soran var mıdır?”[1]

“Kavel” Türkiye işçi sınıfının ve sosyalistlerin belleklerine kazınmış bir isim. Belki de bu nedenle adı bu önemli işçi direnişine öykünülerek konulmuş olan Kavel Alpaslan’ın yazısını okuyunca içim ısındı ve altmışlı yıllara döndüm[2].

Turgut Reis Caddesi’ndeki o mütevazi evimiz, ufak salonun sol köşesine sıkıştırılmış uzunca masanın çevresindekiler içinde kıvırcık dağınık saçlarıyla kıpır kıpır, çoğunlukla ayakta, elini kolunu sallayarak heyecanla bir şeyler anlatan, gür sesli, güzel ozanımız Hasan Hüseyin Korkmazgil… Sofrada sosyalizm, TİP ve yükselen işçi sınıfı mücadelesi konuşulmakta.  Ne var ki, yazdığı o doyumsuz güzellikte ve mücadeleyle örülü şiirler nedeniyle hakkında işletilen TCK’nın 142. Maddesi Hasan Hüseyin’i mahkemeden mahkemeye sürükler. Ve dost sofrasındaki iki yoldaş, iki TİP’li arasında, ozan ve Halit Çelenk arasında, bu kez savunman ve müvekkil ilişkisi başlar.

Hasan Hüseyin siyasal çalışmalarının yanı sıra Kavel, Temmuz Bildirisi, Kızılırmak gibi olağanüstü yapıtların yazarıdır. Kavel, sosyalist ozanın işçi sınıfının direnişinden duyduğu heyecanı ve umudu, inancı ve sevgiyi şiirinin her dizesine yüklediği yapıtlarından birisidir.

Hasan Hüseyin’in siyasal yaşamını, yargılanma öykülerini ve yoldaş avukatıyla yaşanan o büyük dostluğu bir başka yazıya bırakalım ve Kavel’e dönelim.

Ozanı, ilk çocuğuna Kavel adını vermek isteyecek kadar heyecanlandıran Kavel olayı nedir?
9 Temmuz 1961’de Türkiye’de ilk kez işçilere grev hakkı tanıyan 27 Mayıs Anayasası kabul edilir. Konuya ilişkin Anayasanın 47. Maddesi aynen şöyledir:
“Madde 47: İşçiler, işverenle olan münasebetlerinde, iktisadi ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek amacıyla toplu sözleşme ve grev haklarına sahiptirler. Grev hakkının kullanılması ve istisnaları ve işverenin hakları kanunla düzenlenir.”[3]
Görüldüğü gibi hak tanınmıştır ama kullanımı için yasal düzenlemeler gerekmektedir. Ne var ki, yasalar bir türlü çıkmaz. İşçiler Aralık 1961’de ünlü Saraçhane mitingiyle ve direnişler, yemek boykotları, yürüyüşlerle yasaların çıkması için hükümeti zorlamaya çalışırlar. İşte Hasan Hüseyin’in şiirine konu olan Kavel Direnişi de bu eylemlerden birisidir.

“Kavel çıktı greve
İşçi gitmiyor eve”[4]
E. Aktar, V. Koç ve E. Burla’nın kurduğu Kavel Kablo ve Elektrik Fabrikası’nda çalışan ve Türk İş’e bağlı Maden İş sendikasına üye olan 173 işçi, kıdem esasına göre verilmekte olan yılbaşı ikramiyelerinin işverenin kararıyla eksik ödenmesi, ücretlerde yapılan ayarlamalar, sendikadan çıkılması için yapılan baskılar ve dört sendika temsilcisinin işten atılması üzerine, 28 Ocak 1963 günü, beş gün sürecek bir oturma eylemi başlatırlar. Eylemin ilk gününde fabrikada asayişi bozdukları gerekçesiyle patron on işçinin işine son verir. İşten çıkarılan on işçi, aileleriyle birlikte Kavel’in önünde beklemeye başlarlar.
Kavel Direnişi’nin ne kadar haklı ve işverenin uyguladığı lokavtın ne kadar haksız ve yasa dışı olduğunu Maden İş sendikası başkanı ve TİP kurucusu Kemal Türkler şöyle özetler:
“İşçilerin kazanılmış hakları olan ikramiyeler eksik ödenmiş, böylece iş akdi tek taraflı bozulmuş, 3008 sayılı İş Yasası ihlal edilmiştir. Sendika temsilcileri işten atılmış, 7286 sayılı yasa çiğnenmiştir. İşçiler yasalara aykırı olarak, üye oldukları sendikalardan çekilmeye zorlanmışlardır. İşçi temsilcisi İş Kanunu ve diğer nizamname hükümleri çiğnenerek Hakem Kurulu kararı alınmadan işten çıkarılmıştır.”[5]

İşçiler tarafından fabrikaya sokulmayan idari kadro çalışanları Vali Niyazi Akı’ya şikâyette bulunurlar. Vali işçi ve işveren temsilcileri ile görüşür ve 9 Şubat’ta devreye İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata girer. Bakan yaptığı görüşmeler sonucunda anlaşmaya varıldığını açıklar ama ortada yazılı hiçbir belge yoktur. Bu durumda işçiler bu “sözlü” anlaşmayı kabul etmezler.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra işveren fabrikaya polis çağırır. Gelen çevik kuvvet içindeki komiser Murat Naimoğlu tabancasını çıkarır ve “Komünist bunlar, bunları dağıtın!” diye bağırarak işçilerin üzerine yürür ve yüz polis “Biz komünist değiliz, ekmeğimizi bekliyoruz” diyen işçilere cop ve tabancalarıyla saldırırlar. Biri ağır olmak üzere 9 işçi yaralanır.

Fabrika önünde mal çıkışını engellemek için kocalarıyla birlikte direnen Kavelcilerin eşleri ile polis arasında çıkan arbedede yaralananlar olur. Hamile bir kadın yediği darbelerle çocuğunu düşürür. Nöbet bekleyenler arasında yaşlı bir ana da vardır. Rizeli Semiha ana Kavelcilerin yemeklerini pişirir, onlara sırtında odun taşır. “36 gün nöbet bekledim. Helâl olsun. 360 gün beklerim. 7 oğul yetiştirdim. Bu can fedadır bu yola…” diye konuşan Semiha ananın iki oğlu da Kavelcidir.

İstanbul kışının insanın iliklerine işleyen o nemli havasına ve onca baskıya rağmen Kavel İşçileri fabrikanın önünde gece gündüz demeden “çiğnenen haklarının barikatını kurmuş halde” direnirler[6].

Basında KAVEL
Kavel olayı sağ ve sol eğilimli basın organlarında geniş tartışmalara yol açar. Cumhuriyet Gazetesi, Sosyal Adalet ve Yön dergileri işçileri desteklerler. İlhan Selçuk “Kavel Grevinin Anlamı” başlıklı yazısında;
“Kavel fabrikası dediğiniz 150-200 işçi çalıştıran küçücük bir iş yeri. Bu küçücük işyerinin işçileri… bir büyük dayanışmanın örneğini bütün Türkiye’nin gözleri önüne serdiler… Kavel işçilerinin davranışlarını değerlendirmek için İkinci Cumhuriyetin Anayasasına aykırı cılız bir sürü kanunun maddelerine tutunmak istemiyoruz. Hadise tarih perspektifinden önemlidir. Sosyal hayatımızda emekçi şuurunun bükülmez bir inatla, şimdiye kadar kendisini hiçe saymış olanlara tanıtmasıdır” diye yazar.
Yazıda, Cumhuriyet Gazetesi yazı işleri müdürünün Kavel işçilerine yardım topladığını da anlatır.

20 Şubat 1963 tarihli YÖN Dergisi’nin “Tahammülsüzlük”başlıklı başyazısında, Doğan Avcıoğlu lokavt uygulayan Kavel işverenini şiddetle eleştirir ve şunları söyler;
“…Sanki ne yapmış Kavel işçileri? Kavel işçileri sadece ve sadece Anayasanın tanıdığı bir hakkı kullanmışlardır… sendikacı arkadaşlarının kovulmasını önlemek amacıyla tam bir dayanışma ve olgunluk içinde greve koyulmuşlardır… mecburen ekmeklerinin bekçiliğini yapmışlardır… İşveren, Anayasa tarafından tanınmadığı ve mevcut kanunlar tarafından yasaklandığı halde, grevi bozmak için, işveren konfederasyonunun da desteğiyle, lokavta giderek, fabrikayı kapattı. Kanunsuzluk ortada…”

YÖN’ün bu sayısında, Kavel olayının görüşüldüğü Bakanlar Kurulu toplantısında 17 işçi liderinin grev tahrikçiliği nedeniyle tutuklanmaları için harekete geçilmesi kararı alındığı ve bu işi Çalışma Bakanı Ecevit’in üstlendiği de belirtilir. Kararın dönemin İstanbul Emniyet müdürü Necdet Uğur ve Vali Niyazi Akı’nın itirazları üzerine geri alındığının vurgulandığı yazıda Ecevit de eleştirilir[7].

Kavelcilere bir destek de yabancı bir sendikadan gelir. 7 Mayıs 1963 tarihli Sosyal Adalet dergisindeki “Kavel grevi bütün dünyada yankılandı” başlıklı haberde, Ankara’da bir seminer yapıldığı ve Lewinson adlı Kanadalı ilerici bir sendikacının Maden İş Genel Kuruluna giderek bir konuşma yaptığı anlatılır. Konuşmasında, Kavel’in başarıyla sonuçlanmasını tüm dünyanın hayranlıkla karşıladığını, işçilerin aileleriyle birlikte verdikleri hak mücadelesinin Batı’da IMF’nin (Maden İşçileri Federasyonu) Kavel resimlerini de içeren bir özel yayın yapmasına neden olduğunu söyler Lewinson. “Dünya artık bizim dünyamızdır. Kapitalist sömürücülerin düzeni her gün biraz daha gerilemektedir… IMF’nin maddi ve manevi desteği sizinledir. Sizlerle iftihar ediyoruz” diyerek bitirir konuşmasını.

Sağcı gazete Tercüman “İşçinin hakkını korurken işverenin hakkına taarruz etmek hiçbir zaman haklı ve mubah görülemez” diyerek patron yanlısı tavrını sergiler[8].

Yine bir başka sağ eğilimli gazete Yeni Sabah;
“… Bilindiği gibi yürürlükte olan kanunlara göre yurdumuzda grev kanun dışı bir fiildir. Buna rağmen hükümet, Kavel fabrikasındaki işçilerin işi terk etmelerine ve hatta daha ileri giderek işi bıraktıktan sonra fabrikayı tahliye etmeyerek, işvereni fabrikasını işletemeyecek hale sokmasına… seyirci kalmıştır” diyerek hükümeti suçlar[9].

En tahrik edici yazı ise Dünya Gazetesi yazarı Bedii Faik’ten gelir;
“İstanbul’un göbeğinde bir fabrika. İşçiler çadır kurup kapıyı tutmuş. Grev yapıyorlar. İçeri kimseyi bırakmazlar. Memurlar devlete beyanname verecekler; hayır içeri girmeleri mümkün değil. Patronlar bonolarını ödeyecekler; hayır kendi fabrikalarına girmeleri imkânsız. Polis var, savcı var, kanun var, mahkeme var, vali var… ama hayır. O fabrikanın kapısında sadece işçiler var… Kuşatmayı kimseler yaramaz!” diye haykırır patron gazetesinin yazarı.

Dünya Gazetesi’nin hızını bu yazı da kesmez ve Kavel’i Türkiye’de sosyalizmi kurmak isteyen TİP’in örgütlediğini iddia eder[10].

Sağ basında grevin komünist bloktan bir ülkenin Türkiye iç pazarına egemen olması için çıkarıldığını savlayanlar bile çıkmıştır[11].

CHP’ye yakın KİM dergisine göre Kavel “kanun dışı bir grev”dir. TİP, Türk İş dışında bir başka odak yaratmak için çıkarmıştır Kavel grevini. KİM, Maden İş‘in Kavel’de yetkisiz bir sendika olduğunu iddia edecek kadar ileri gider.

Bu bağlamda TİP’in durumuna bakmakta da yarar olabilir. Kavel’i TİP örgütlememiştir ama Kemal Türkler TİP kurucularındandır ve Kavel’deki bir iki işyeri temsilcisi de TİP’lidir. Ayrıca TİP işçilerin davalarında da onları savunmuş ve desteklemiştir. TİP’in o dönemde TBMM’deki tek temsilcisi olan senatör Niyaz Ağırnaslı da yaptığı konuşmada, Kavel olayında işçilerin “rastgele bir kapris ile” işi terk etmediklerini, olayın yeni atanmış bir işveren temsilcisinin beş yıldır işçiye tanınan hakları vermemesinden doğduğunu vurgulamıştır[12]. 

Özetle, Alp Selek’in belirttiği gibi “Kavel’de işlerin organize edilmesinde TİP’in örgütü doğrudan doğruya yoktur ama işçilerin hareketlerinde TİP’in felsefesi etkili olmuştur.”

İşçiler omuz omuza
Kavel sadece bir “kanunsuz grev” değildir, aynı zamanda büyük bir işçi dayanışmasıdır da.

İlk dayanışma İstinye halkından, komşulardan, esnaftan, bakkaldan, kasaptan, tüm mahalle mensuplarından gelir. İşçilere ekmek, sigara, yemek taşırlar.
Maden İş işçilere para dağıtır, Türk İş çadır ve hasta bakımına yardımcı olur. Gemi İş sendikası kumanya dağıtır. Haller Meyve ve Sebze İşçileri Sendikası işçilere sandık dolusu portakal yollar. Liman-Dok sendikası öğlen yemeğini üstlenir. Grevi filme alan Sine İş sendikası grevcilerin üç günlük iaşelerini karşılar. 400 tersane işçisi grev yerine gelirler ve işçilere hem dayanışma mesajlarını iletir hem de topladıkları parayı verirler. Karayolları sendikası ve daha birçok sendika destek verir ve para yardımı yaparlar. General Elektrik Ampul fabrikası işçileri de aralarında topladıkları parayı teslim ederler Kavelcilere.

En ilginç dayanışma Türk Demir Döküm işçilerinden gelir. İşçi temsilcileri Kavel fabrikasındaki işçilerin greve çıkma nedenlerini ve işverenin yaptığı haksızlığı anlattıktan sonra yayınladıkları bildiriyi şöyle sonlandırırlar;
“… İşte şu bildirimizle sana görevini yazılı olarak bildiriyoruz: Sakalınızı kesmeyeceksiniz. Sakal bırakacaksınız. İşyeriniz sizi sakallı gördükçe, başka fabrikada Kave’lde hakları çiğnenenlere destek olduğunuzu anlayacak… Bu mücadele gününde yalnız değilsin. Bir elin nesi var, iki elin sesi var… Kaç kuruş verirsen ver, maddeten ve manen Kavel’deki kahraman 220 kardeşine yardım et ve destek elini uzat. İşte görevin… Görevini yap ki sen de yarın haksızlığa uğrama.”[13]

Sakal bırakma dayanışmasına Oto Makas yedek parça işçileri de katılırlar.

Sonunda protokol imzalanıyor ama…
Olayın yaygınlaşmaya başlaması hem hükümeti hem de işverenleri korkutur. 3 Mart 1963 günü toplanan Türk İş ve TİSK temsilcileri bir protokol yaparlar. Buna göre işçilerin ikramiyeleri, 1961 öncesinde olduğu gibi işçilerin işbaşı yapmalarını izleyen hafta içinde ödenecek, işten çıkarılan dört işçi temsilcisi işe alınmayacak ama yasal tazminatları ödenecek, diğer işten atılan dokuz işçi ise fabrika çalışmaya başladıktan sonra 20 gün içinde işlerine iade edileceklerdir.

İşçiler 11 Mart günü işbaşı yaparlar ama onları tatsız bir sürpriz beklemektedir. 14 işçi tutuklanır ve 12 Mart’ta mahkemeye çıkarılırlar. 13 Mart’ta beş işçi daha tutuklanır. Sarıyer savcısı protokolün imzalanmasından sadece iki gün sonra 28 işçi hakkında polise mukavemet, mesken masuniyetini ihlâl ve toplantı ve gösteri yürüyüşlerine muhalefetten dava açmış ve üçer buçuk yıl hapis cezası istemiştir. İşe iade edilecek dokuz işçinin beşi bu dava nedeniyle tutuklandıklarından işe başlayamazlar. Yukarıda da belirtildiği gibi TİP’li avukatlar davalara girerler ama Sultanahmet Cezaevi’nde tutulan işçilerin bırakılmaları ancak Nisanın 11’inde gerçekleşir.

İşçilerin işe iade edilmelerinde de sorunlar yaşanır. İşveren temsilcisi protokole rağmen işçileri işe almak istemez. Sonunda fabrikaya geri dönen işçiler becerilerinden çok farklı işlerde istihdam edilirler. Örneğin çok üstün nitelikli bir kablo kaplama ustası olan Ali Sarsar muşamba atölyesine yollanır. Kablo kaplamada makine ustabaşısı olan Hamdi Biçer’e hamallık yaptırılır. Yemekhanede görevli Sefer Mert tel çekme işine verilir.

Boşuna değil çekilen acılar…
Kavelciler cürümlerinden fazla yer yakarlar. Grevin başlamasından kısa bir süre sonra, 18 Şubat 1963’de hükümet 274 sayılı Sendikalar Yasasını ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nı TBMM’ye getirir. Yasa 15 Temmuz’da onanır ve 24 Temmuz’da resmi gazetede yayınlanır[14]. 6 Mart 1963’de ise Anayasa Mahkemesi 1936’da çıkarılan İş Kanununun grevi yasaklayan 72. Maddesini iptal eder.
Kavel, iş yasalarının - tüm yetersizliklerine ve işçi aleyhindeki içeriklerine karşın-  çıkarılması için siyasal iktidarı zorlamış olan bir hak grevidir. İşçilerin birlikte kurtuluşlarının ancak ortaklaşa bir dayanışma ile mümkün olacağını göstermiştir. Kavel’in çoban ateşleri bugün de sermayeye karşı direnen, OHAL’e karşı ekmek mücadelesinden geri durmayan cam işçilerini, metal işçilerini ve tüm işçi sınıfını aydınlatmaktadır. Gerçek kurtuluş ise ancak “tek bir burjuvaya boyun eğdirmek için böylesine dayanabilen insanların”, tek vücut olup kendi örgütlerinde birleştiklerinde, “tüm burjuvazinin gücünü kırabilecekleri” günlerde kazanılacaktır[15].

Biz yazıyı Hasan Hüseyin’in coşkulu sesiyle bitirelim.
“İşime karım dedim
Karıma kavel diyeceğim
ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada
güneşe karışmadıkça etim
kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim
ve izin verilerse İstinyeli emekçi kardeşlerim
izin verirlerse kavel grevcileri
ve ben kendimi tutabilirsem eğer
sesimi tutabilirsem
o çoban ateşlerinin parladığı yerde kavel’de
o erkekçe direnilen yerde kavel’de
karın altında nişanlanıp
dostlarımın arasında öpeceğim
nişanlımı kavel kapısında
ve izin verilerse eğer istinyeli emekçi kardeşlerim
izin verirlerse kavel grevcileri
ilk çocuğumun adını
kavel koyacağım”   

 SERPİL GÜVENÇ / SOL    

[1] Bir Karadeniz türküsünün Kavel işçileri için uyarlanması, YÖN dergisi, 13 Şubat 1963, s. 6
[2] 28.1.2017, Evrensel Pazar eki
[3] Kemal Sülker, Mart 1976, “Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler”, s. 234, Gözlem Yayınları, İstanbul
[4] Bir Kavel işçisinin şiirinden bir parça. Zafer Aydın’ın Kanunsuz Bir Grev adlı kitabından alındı.
[5] Kemal Türkler, “Kavel Olayının İçyüzü”, Sosyal Adalet, 19 Mart 1963, s. 10
[6] YÖN, 13 Şubat 1963, Suha Baykal, “Kavel Önünde bir Gece”
[7] YÖN dergisi, 20 Şubat 1963, s. 4-5, “Kavel Grevi, Hükümet sendika liderlerini tevkif ettirmek istedi” başlıklı haberden
[8] Tercüman gazetesi, 3 Mart 1963, Kanunsuz bir Grev adlı kitaptan alınmıştır.
[9] Yeni Sabah, 14 Şubat 1963,Kanunsuz bir Grev adlı kitaptan alınmıştır.
[10] Dünya gazetesi, 24 Şubat 1963, Kanunsuz bir Grev kitabından, s. 44-45
[11] Son Baskı gazetesinden, aynı kitaptan, s. 102
[12] Kanunsuz bir Grev adlı kitaptan, s. 98
[13] YÖN dergisi, 13 Şubat 1963, s. 5
[14] 274 ve 275 sayılı İş Yasaları konusunda Kemal Sülker’in “Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler” başlıklı kitabında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Anayasa’da olmayan Lokavtın 275 sayılı yasa ile işverene sunulduğunu, yasanın grev hakkını korumak bir yana onu ortadan kaldırıcı bir çok unsurla dolu olduğunu da söyleyelim.  Bu arada TİSGLK’ya eklenen bir geçici madde ile 8 Nisan 1963 öncesi 1947 tarihli sendikalar yasası ile TCK’nun 201, 258,266, 273 maddelerine aykırı fiillerden işlenen suçlar ve bunlara verilen cezalar affedildiğini de belirtelim. Bu bağlamda Kavelcilerin cezaları da affedilmiş olmaktadır.
[15] Kemal Sülker, Mart 1976, “Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler” içinde, F. Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”ndan alıntı, s. 13.

Sevgisiz toplum, yönsüz aydın - GÖZDE KÖK

Solun dünyada önemli bir siyasi gücü temsil edemediği günümüz koşullarında “sıkı” kapitalizm eleştirilerinden de heyecanlanamaz olduk. Rusya’nın son yıllarda yıldızı parlayan ve başarıları yurtdışında aldığı ödüllerle taçlanan genç yönetmeni Andrey Zvyagintsev’in yeni filmi “Sevgisiz” de bunun son örneği oldu.


Boşanmış bir çiftin birbirlerine karşı sevgisizliklerinin ve bunun yarattığı felaketin etrafında dönen film çiftimizi saran toplumsal çevre ile birlikte bir bütün olarak “sevgisiz” bir toplumu resmediyor aslında. Bunun içinde çiftimizin paralel ilişkileri, iş yaşamları ve yönetmenin çeşitli vesilelerle kamerasını çevirdiği kamusal alandan insan manzaraları var.
Öykünün Moskova’da geçtiğini açıkça belirten sahneleri ve Rus kültürüne ait çok tipik bazı ögeleri çıkarsak yönetmenin hangi kapitalist ülkenin yabancılaşmış kentli orta sınıf hayatını resmetmeye çalıştığını ayırt etmekte zorlanırız belki. Ve böyle bir topluma “sevgisiz” sıfatına gelene kadar yakıştırılabilecek onlarca sıfat var. Kapitalizmin insana ait hemen her şeyi çürüttüğü ve yok ettiği bir toplumda sevgi eksikliğine işaret etmek biraz naif gelebilir. Oysa yönetmenin işin burasından tutmuş olması bana filmin en güçlü yanı gibi göründü. Sevgisizliğin altını çizmek adına kişiliklerine dair çok az şey söylenebilecek robotik karakterler yaratılmış olması onları izlerken gerçeklik duygumu kaybetmeme neden olmadı örneğin. Filmi izlerken bu tipleri yadırgamadım. Bu “sevgisiz” karakterler yönetmenin sanatçı kişiliğini de biçimlendiren son 30 yıllık büyük dönüşümün ürünleri ve bu yanıyla filmin herhangi bir yerde değil de Rusya’da geçtiğini bize anlatıyor.

Rusya’da bezvremeniye (zamansız ya da zamandışı) olarak nitelendirilen Sovyet sonrası yıllar toplumun parçalandığı, herkesin kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğu ve toplumsal yaşamın insanların ayakta kalmak için birbirini ezdiği ilişkiler yumağına indirgendiği bir dönemdi. 5 milyon insan birkaç yıl içinde evsiz kalmıştı ve ülkenin bütün zenginliği yine aynı kısa süre içinde bir grup adamın eline geçmişti. En başta güven ve gelecek öngörüsü olmak üzere sahip olduğu her şeyi bir anda yitiren milyonlarca insan ve savrulan yaşamlarla birlikte tahrip olan toplumsal değerlerin yerine herhangi bir şey geçirilememişti. Vahşi bir sınıf atlama ve rahata kavuşma güdüsü çözülüşe gençlik yıllarında yakalanan geniş bir kesimin tek değeri haline gelmişti.

Böyle vahşi bir kapitalizme geçiş süreci hiçbir yerde yaşanmadı. Ve bu süreç elbette kendi insan tipini yarattı. Maddi zenginlik arayışının insan yaşamına içerik kazandıran her şeyin önüne geçtiği, cehaletin ve yüzeyselliğin norm haline geldiği bir dönemin “sevgisiz” insanları...

Zvyagintsev, ideal biçimde resmettiği “sevgisiz” karakterlerinin kişisel ikbal stratejileri dışında onları yaşadıkları çağa ve topluma bağlayan, uğruna mücadele etmek isteyecekleri herhangi bir perspektiften, yön duygusundan yoksun olduklarını ima ediyor. Filmin son sahnesinde televizyonda Donbas savaşının yarattığı insani yıkıma ilişkin haberler akarken ana kadın karakterin üzerinde kocaman Rusya yazan tişörtü ile koşu bandı üstünde kameraya boş bakışları bu yönsüzlüğü anlatıyor.*

Yönetmenimiz gerçekten yetenekli bir adam ve Rus toplumuna bakınca görülebilecek en belirgin fotoğraflardan birini bu kadar incelikli yakalamış olmasında şaşıracak bir şey yok. Bir önceki filmi Leviathan’da da kilise, yargı, yerel yönetim üçgeninde siyasi iktidar katındaki çürümeye bakmış ve oradan bize sunduğu çarpıcı öykü iktidar çevrelerini fena halde rahatsız etmişti.

Yine de yetenekli yönetmenimizin kamerayı her seferinde farklı bir boyutuna odaklayarak cesurca ortaya koyduğu çağdaş Rus toplumunun eleştirisinde eksik kalan ve insanı rahatsız eden bir yan var. Rusya’da benden daha fazla zaman geçirmiş bir arkadaşım filmdeki karakterleri hiç gerçekçi bulmadığını söyleyince aynı film üzerine nasıl bu kadar zıt fikirlere varabildiğimizi biraz düşündüm. Arkadaşım rahatsız olmuştu ve hakkı da vardı. Yönetmen Rus toplumuna dair çarpıcı bir fotoğraf sunsa da Rusya bundan ibaret değil çünkü. Hem tarih bilgimiz, hem siyasi kavrayışımız hem de oradayken karşılaştığımız çok sayıda durum ve insan Rusya’nın yaşadığı vahşi karşı devrime rağmen ne Leviathan’da, ne de Sevgisiz’de anlatıldığı gibi Haneke’nin Kurdun Günü'nde resmettiğine benzer ıssız bir yerden ibaret olmadığını söylüyor.

Filmde koskoca Sovyet mirası sinirleri harap olmuş bir babuşkada** temsil olunca, toplumda hâlâ var olan dayanışma olgusu, türünün son örneği olduğu izlenimini uyandıran bir avuç sivil toplum gönüllüsünün çabalarına indirgenince, karşı devrimin darbe vurduğu ancak çürütemediği, şimdilik sessizliğini büyük ölçüde koruyan milyonlarca Rus emekçisi görünmez olunca, yönetmen gerçekliğin bir boyutunu güçlü biçimde anlatırken daha büyük, karmaşık ve yön duygusunun nereden filizleneceğinin ipuçlarını sunan fotoğrafı görmemizi engelliyor.

Zvyagintsev’in kendi toplumuna dönük sert eleştirisi hem çıkışsızlık hem de ülkesinin potansiyeline dönük bir körlük barındırıyor.

Yetenekleri düşünüldüğünde Zvyagintsev’in “elinin kiri” sayılabilecek, ona kolayca Cannes ödülü kazandıran bu başarılı filmden çıkan asıl ilginç tartışma bugünkü Rus toplumundan ziyade Rus aydınının yönsüzlüğü sorunu oluyor.

Gözde Kök / SOL

* Ölü Canlar romanında Rusya’da feodalizmden kapitalizme geçişin destanını yazmış Nikolay Gogol romanının son sahnesinde ana karakter atlı arabayla memleketini terk ederken “Ah Rusya, nereye” diyor ve sonra sorunun cevabı olmadığını ekliyor. Zvyagintsev’in ana kadın karakteri koşu bandı üzerinde Gogol’e boş bakışları ile göz kırpıyor.
** Büyükanne demek. Ama Rusya’da ileri yaşlardaki kadınlara da böyle deniyor. Bu isimlendirmede yerine göre Sovyet tipi, sert ve huysuz kadın iması var.