9 Şubat 2018 Cuma

Çölün ortasında bir vaha: Ovacık - GÖZDE BEDELOĞLU

Dersim’in Ovacık İlçesi’ni dört yıldır bir komünist yönetiyor. Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ile Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) yaptığı ittifakla 30 Mart 2014’de gerçekleştirilen yerel seçimi kazanan Fatih Mehmet Maçoğlu amacının, insanların, hayvanların ve bitkilerin birlikte, uyum içinde yaşayabileceği bir hayat, bir düzen kurmak olduğunu söylediğinde Ovacık Türkiye’nin gündemine çoktan oturmuştu. Baskı ve yolsuzlukla kavrulan 80 milyonluk koca bir ülkenin 3 bin nüfusluk küçük bir ilçesinden kulağımıza çalınan bu sözler; kamu yararının ne demek olduğunu unutmuş insanlar için çölde vaha gibi bir etki yarattı. Munzur Dağı’nı ortadan ikiye yarıp arasından gemi geçirmek gibi çılgın projeleri yoktuysa da, bundan daha çılgın bir şeyin peşine düşecekti. Şeffaf olmak!


                    • • •

Komünist Başkan her yıl yaptığı gibi bu yıl da, belediyenin gelir-gider ve borç tablosunu 7 metre uzunluğunda 3 metre genişliğinde afişe bastırıp belediye binasının girişine astı. Harcanan her kuruşun hesabını halka vermek şeffaf belediyeciliğin bir gereğiydi; çünkü halka hizmet için var olan bir kurumun haktan saklayacağı bir şey yoktu, olamazdı da... Maçoğlu, başkan seçildiğinde belediyenin 1.2 milyon lira borcu, 600 bin lira da alacağı vardı. Son tabloya göre belediyenin 2017 yılına ait geliri 3 milyon 452 bin 707 lira, giderleri ise 3 milyon 182 bin 482 lira. Kurum kasasında da 901 bin 982 lira olduğu açıklandı. Özetle karşımızda kâra geçen bir belediye var. Peki bu nasıl oldu?

                                                                     • • •

İlçenin tek geliri İller Bankası’ndan gelen aylık 70 bin liradan ibaretti. Hem geliri artıracak, hem de halka katkı sağlayacak projelere ihtiyaç vardı ve komünist başkana göre bu ancak dayanışma göstererek başarılabilirdi. Ranta dayalı belediyeciliğe alıştırılan Türkiye’de Maçoğlu, belediye kaynaklarını halka açmaktan bahsediyordu. Öğrencilere burs vermek, ulaşımı, suyu ücretsiz ya da sembolik bir ücret karşılığında Ovacık halkına sunmak istiyordu. Bu daha önce Dikili’de denenmiş ve cezasız bırakılmamıştı. Siyasi hayatına 80 sonrası başlayan ve uzun yıllar Dikili Belediye Başkanlığı görevini sürdüren Osman Özgüven, “bir ihtiyaçtan öte haktır”, diyerek 10 tona kadar kullanılan suyu ücretsiz yaptı. Aynı şekilde ulaşım hizmetini bedelsiz sundu ve belediyeye ait sağlık merkezinde insanların 1 lira gibi sembolik bir para karşılığında muayene olmasını sağladı. Halka ücretsiz su verdiği için Sayıştay denetçisi Özgüven hakkında ‘görevi kötüye kullanmak’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Belediyelerin ticaret için değil, hizmet için var olduğunu savunmayı sürdürdüğü için de baskıların önü ardı kesilmedi.

                                                                 • • •

Maçoğlu da Özgüven gibi başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan ve bunun için çalışan bir başkan. Söylediği gibi yaşıyor, halk için çalışıyor. Makam aracı kullanmıyor. Yürüyor ya da ihtiyaç olduğunda kendi özel aracını kullanmayı tercih ediyor. Maaşının bir kısmını öğrencilere burs olarak veriyor. Belediye binası içinde 10 bin kitaplık kütüphane açtı. Bir saat kitap okuyan çocuklara bir saat bisiklet turu hediye ediyor. Ziraat Mühendisleri Odası’nın verdiği bilgilere göre son 15 yılda Belçika yüz ölçümü kadar tarım arazini ekmekten vazgeçen, nohutu Kanada’dan, mercimeği Arjantin’den alan Türkiye’de o, hazineye ait 650 dönümlük araziyi tarıma açtı. Ekilen baklagilleri hem yoksullara dağıttı hem de ülkenin dört bir yanına satarak öğrenciler için burs sağladı. Toplu taşımayı ücretsiz yaptı. Yasalar izin vermediği için bedava yapamadığı suyun metreküpünü elli kuruşa düşürdü. Geçen yıl anlaştığı elliye yakın arıcı ile bal satışına başladı. Hedefinde süt ve süt ürünleri üretimi var. Halka halkın parasıyla, halk için ve halkla beraber hizmet verirken belediyeyi de kâra geçirdi. Ovacık’ı kalkındırdı, insanlığın en büyük utancı olan yoksulluğa karşı dayanışmayı örgütledi. Ve tabi ki İsviçre’de gizli hesabı yok.

GÖZDE BEDELOĞLU  / BİRGÜN

Not: Ürünlere www.ovacikdogal.com web adresinden ulaşabilirsiniz.

Makedon meselesi - CEYDA KARAN

Balkanlar’da binlerce yıllık tarih, kültür ve medeniyet mirasına dair kapışma yine milliyetçi ruhu şahlandırıyor. Yunanistan ile Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya (FYROM) arasındaki 25 senelik isim anlaşmazlığından söz ediyorum. Son kriz Syriza-ANEL hükümetinin Üsküp ile gizli pazarlıkla ‘Makedonya Cumhuriyeti’ ismini kabul edip karşılığında AB ve NATO üyeliklerine vetoyu çektiği iddiasıyla patladı. 
Atina’da; diaspora ve kültür grupları, kilise temsilcileri ve küresel pan-Makedonya derneklerinin düzenlediği, Syriza hariç tüm partilerin katıldığı miting çok tartışıldı. Destekçilerine göre 1 milyondan fazla Yunan sokağa döküldü. En büyük tepkiyi ünlü besteci Theodorakis’in cımbızlanarak aktarılan miting konuşması çekti.

***

Balkanlar, neoliberal ayarın ulus devletleri enkaza çevirdiği diyar. FYROM, eski Yugoslavya etnik ve mezhep temelli bölünüp parçalanırken, yaratılan garnizon devlet bakiyelerinden. Ama ‘tarihin Gayya Kuyusu’ desek yeri.


***

FYROM, 1991’de bağımsızlık ilan ettiğinden beri ‘Makedonya Cumhuriyeti’ diye anılmak istiyor. Kendilerini ‘Büyük İskender’in asıl mirasçısı sayıp, ‘Birleşmiş Makedonya’ konseptini eksik etmediler.Üsküp; bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan ve Makedon İmparatorluğu’nun antik başkenti Vergina şehrinde iktidara geçmiş Büyük İskender ve babası II. Philip ile annesi Olympias’ın heykellerini dikip, isimlerini havaalanı ve otoyollara verdi. 1995’te imparatorluğun sembolü ‘Vergina Güneşi’ olan ilk bayrağını değiştirmek zorunda kaldı. 
Çünkü Makedonya’yı binlerce yıllık mirası gören Yunanlar isim, tarih ve kültürel sembollerin kullanılmasını kabul etmiyor. Onlara göre bugünkü FYROM ahalisi 6-7’inci yüzyıllarda gelen Slavlar. 
Bugünkü Yunanların Helenlerden geldiğini sorgulayan çalışmalar da, kendi göçleri de fark etmiyor. Atina’nın önemli bir kaygısı kuzey bölgelerine ‘etnikçiliğin’ sirayet etmesi.

***

Tabii Makedonya tarih boyunca sınırları değişen, Bizans, Bulgar ve Sırp imparatorlukları ile Osmanlı sultanlığının parçası olmuş; 1912-1913 Balkan savaşlarıyla bölünmüş, göçler yaşamış bir coğrafi bölge. FYROM, İkinci Dünya Savaşı sonrası Makedon milli kimliğini tanımış Tito Yugoslavyası’nın altı cumhuriyetinden biriydi. Ama bugünkü FYMC antik Makedonya’nın sadece bir parçası. Aslında Osmanlı Vardar Makedonyası’na denk düşüyor. Yeni devleti ilk tanıyan Bulgarlardı, onlar da ayrı Makedon ulusal kimliğini kabul etmiyor.
***

Yunanlar ‘Makedonya’ isminin kullanımı Selanik’i de içeren ‘Ege Makedonyası’ diye anılan ‘Kuzey Yunanistan’ üzerinde irredantist emellerin tezahürü görülüyor.2 milyonluk Üsküp’ün tehdit teşkil etmesi komik olsa da Balkanlar’daki parçalanmayı yakından yaşadılar. İrredantizm iddiasının temeli yok değil. FYMC anayasasının 49’uncu maddesinde, “Makedonya Cumhuriyeti, komşu ülkelerde yaşayan Makedon milletine mensup kişilerin ve sürgünlerin statü ve haklarını korur, kültürel gelişimlerini destekler, onlarla ilişkileri teşvik eder” deniliyor. Müzakerelerle madde değiştirilmedi. Vurgular baki kaldı ve 1995’te tek cümle ile ‘kaygılar nedeniyle bağımsız devletlerin içişlerine karışılmayacağı’ eklendi.
***

Üsküp’ü BM dahil 195 ülkeden 140’ı tanıdı ama çoğu geçici isim FYROMile. Atina, Üsküp’e, ‘Paeonia’dan (Antik Makedonya’nın kuzeyi) Makedonya Slav Cumhuriyeti yahut Vardar Cumhuriyeti ile ‘Yukarı’ gibi öneklere bir dizi öneri yaptı.Üsküp salt Atina ile ilişkilerde farklı isim kullanmayı; BM temsilcisi Matthew Nimetz Slavca ‘Makedonija’yı önerdi. FYROM’nın yeni ılımlı lideri Zoran Zaev önekli kullanıma razı, sembollerden vazgeçmeye hazır.

***

AB bu süreçte kıs kıs gülerek Atina’yı destekledi. Geçmişte karşılığında Maastricht Anlaşması ile Türkiye ile Gümrük Birliği’ne imzalarını almış, Atina’yı Sırbistan’a yaptırımlara müdahil etmişlerdi. Bugün de dertleri Rusya’ya karşıÜsküp’ü AB/NATO şemsiyesine almak. İronik olarak bayraktarları NATO’yu ülkesinde istemeyen Syriza. 
En komiği; Balkanlar’ın haritasını etnik kundakçılıkla yeniden çizmiş olan, kültürel kimlikleri mütemadiyen siyasileştirerek istikrar bekleyenlerin milliyetçilikten yakınmaları.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Pera Müzesi... Kriz dönemlerinde ‘Sanat’ - ÖZLEM YÜZAK

Zorlu dönemlerde zihin ve ruh sağlığımızı diri tutmanın, kaosun içinde bir küçük soluk alabilmenin yoludur kültür, sanat. Öte yandan, en tıkanmışlığın, çaresizliğin, “ben daha ne yapabilirim?” noktasına gelmişliğin içinde; kimi zaman bir müzedeki sergide bir tablonun önünde tarihsel bir izdüşüm, evrensel bir karşılaşma ile bulabilirsiniz kendinizi. 

Peki, aynı zor dönemlerden, siyasi polemiklerden, patlayan bombalardan, ekonomik krizlerden kültür ve sanatın etkilenmemesi mümkün mü? Ne yazık ki değil? 2016 yılı örneğin. İstanbul Beyoğlu’nda 13 yıldır soluksuz yerli ve yabancı yüzlerce sergiye ve etkinliğe ev sahipliği yapan Pera Müzesi Genel Müdürü Özalp Birol’un aktardığına göre, o yıl İstanbul’daki terör saldırıları yüzünden daha önce günde ortalama 400-500 olan ziyaretçi sayısı 30’lara kadar düşmüş. Bu kadarla da kalmamış. Guggenheim Müzesi, The Royal Academy of Arts gibi dünyanın önde gelen kurumlarıyla işbirlikleri de iptal edilmiş. Hiçbiri gelmemiş Türkiye’ye..
 
Birol ile hem bir yıl sonu değerlendirmesi yapmak hem de 2018 yılındaki etkinliklerini konuşmak için buluştuğumuzda yarıyıl tatilinin son günleriydi ve çocuklar neşe içinde müzenin kendileri için düzenlediği atölyelere katılıyorlardı. Birol, “Zor dönemdi. Kültür ve sanatta diplomatik köprüler biranda oluşturulamıyor. Üstelik ön yargıları kırmak hiç kolay değil. Küratörler ve kurumlar gelmekten kaçındılar. Bunda gerekçe olarak terör kadar ülkedekihukuk ve insan hakları durumunu protesto etmeleri de vardı” diyor. İptal edilenler arasında sanırım Birol’u en çok üzen Guggenheim ile 1.5 yıldır üzerinde çalıştıkları Ortadoğulu sanatçıların çalışmalarını bir araya getiren ‘Map’ sergisi olmuş. 2017 yılı ilişki tamiri ile geçmiş ve İKSV ile işbirliği yaparak İstanbul Bienali’ne kapıları açması ile 2016 yılında 90 bin olan ziyaretçi sayısını 140 bine çıkarmayı başarmış. 
Pera Müzesi 2018 yılına iki uluslararası çapta sergiyle girmiş. 

İlki biri İspanya’nın önde gelen sanat kurumu La Caixa’nın çağdaş sanat koleksiyonuna ait resim, fotoğraf, heykel ve videolardan oluşan “Bana Bak” sergisi. Diğeri ise 20. yüzyıl mimarlığının önemli isimlerinden olan mimar, düşünür ve sanatçı Louis Kahn eserlerinin Cemal Emdem’in fotoğraf ve çizimleri ile yer aldığı “Louis Kahn’a Yeni/Den bakış”. 

Hemen yan binada İstanbul Araştırmalar Merkezi ile birlikte Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bünyesinde faaliyet gösteren Pera Müzesi işitme engellilere, Alzheimer hastalarına özel turlar, çocuklara özel seslendirmeli rehberler ile hizmet veriyor. Genç sanatçıları desteklemek için üniversitelerle işbirlikleri yapıyor. 

Kültür ve sanatın toplumun her katmanına yayılması barışa, ötekileştirilmenin olmadığı bir dünyaya açılan kapı aynı zamanda...

Özlem Yüzak /CUMHURİYET

Hastane kapatma milliliği - ÇİĞDEM TOKER


Ankara’da, devasa büyüklükte iki şehir hastanesinin inşaatı sürüyor. Bilkent Şehir Hastanesi ve Etlik Şehir Hastanesi’nin toplam yatak kapasitesi yaklaşık 7 bin. İlk önce nisanda Bilkent Şehir Hastanesi’nin açılması düşünülüyor. 

Müstafi Başkan Melih Gökçek öncülüğünde, içindeki canlılarla beraber katledilen ODTÜ ormanının yola dönüştürüldüğü Bilkent Şehir Hastanesi. 
Hastanenin adındaki “şehir” kelimesi yanıltmamalı. Bilkent Şehir Hastanesi açıldığında, gerçekten Ankara’nın merkezinde bulunan ve şehre on yıllardır hizmet veren şu köklü hastaneler kapatılacak: Numune Hastanesi, Yüksek İhtisas Hastanesi, Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi. 

Bu hastaneler, Sağlık Bakanlığı Dia Holding’e kira ve diğer gelir getiren fatura bedellerini ödeyebilsin diye kapatılıyor. Bakanlığın kendi rakamlarına göre, ödemeler 2019 yılından itibaren 419.2 milyon TL ile başlıyor. 2020 yılında 448.5 milyon TL’ye çıkıyor.
 
25 yıl bittiğinde yani 2043’e gelindiğinde Sağlık Bakanlığı’nın MİLLİ BÜTÇEDEN şirkete aktaracağı kaynak 23.4 milyar TL’ye ulaşacak. 
 
Dövizli sözleşme çok milli 
Bilkent Şehir Hastanesi, açılan ve açılacak toplamda 30’un üzerindeki şehir hastanelerinden biri. Hepsinin ortak özelliği, sözleşmelerin dolar ve Avro ile yapılması. 25 yıllık olması. 

Fark edeceğiniz gibi dar gelirli milyonların güçlükle kazandığı paralardan alınan vergilerin 25 yıl boyunca “seçilmiş” bir avuç holdinge, döviz kuru üzerinden aktarılmasında millilik açısından hiçbir sorun bulunmayacak. Ama bu sistemin kamu yararına aykırı yanlarına başından bu yana itiraz eden TTB, “kepazelikle”, “satılmışlıkla”, “Türk düşmanlığı” ile itham edilecek. Birlik, başındaki “Türk” kelimesini kullanmayacak. 

Malum, TTB ile Türkiye Barolar Birliği (TBB) adındaki Türk ve Türkiye kelimeleri düşürülmek isteniyor. Sadece bu iki birlik de değil. İktidara biat etmeyen kim varsa, hangi meslek kuruluşu AKP politikalarına itiraz ediyorsa, o Türk kelimesini kullanmayı hak etmiyor. 

Tabii ki birlik var, “birlik” var. Her vesileyle iktidara bağlılıklarını bildiren iş dünyası örgütleri (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu, Türk Müteahhitler Birliği) için ufukta böyle bir tehlike söz konusu değil. Tekrar pahasına altını çizelim: TBB ile TTB anayasanın 135. maddesine göre yasayla kurulmuş kamu kurumu niteliğindeki üst meslek kuruluşları. Her iki kurumun da adlarında yer alan Türk/Türkiye sözcükleri Bakanlar Kurulu kararıyla değil, ancak yasayla kaldırılabilir. Konu, bu yönde bir yasal düzenlemenin gelip gelmeyeceği sorusunda düğümlenmekte. Dönelim Ankara hastanelerine. Etlik’te inşaatı süren ve Türkerler-Astaldi’nin yaptığı -ikinci- Etlik şehir hastanesi (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Roma’da bir araya geldiği İtalyan patronlar arasında Astaldi de vardı) açıldığında da bu kez Ankara’da kalan ve şehre on yıllardır hizmet veren diğer eski hastaneler kapatılacak. 

Nedeni yine aynı. Sağlık Bakanlığı, bu şirketlere de 25 yıl kira ve diğer gelir getiren fatura bedellerini ödeyebilsin diye. 

İki şehir hastanesi devreye girdiğinde kapatılacak olan hastane sayısı şimdilik 12. 
Gelin görün ki Ankara’da şehrin farklı noktalarına dağılmış durumdaki bu hastanelere rahat ulaşabilen halkın, iki şehir hastanesine büyük yığılmalar ve şehri hasta edecek trafik yaratmadan nasıl ulaşacağı konusu bir muamma. 

Üç şirket grubunun, milyarlarca liralık bütçe kaynağını transfer etmek adına, başkent merkezinin hastanesiz kalmasının kısa ve orta vadede ne kadar karmaşık sorunlara yol açtığına hep birlikte tanıklık edeceğiz. AKP, TTB’den Türk kelimesini silmek için kanun bile çıkarsa, şehir hastanelerinin bütçede, ekonomide ve toplumsal hayatta yol açacağı büyük maliyetlerin önüne çıkmasından kurtulamayacak.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Papa'dan arabuluculuk istendi mi? + Barzani'nin lobi şirketi Erdoğan için çalışmış! - AHMET TAKAN

Papa'dan arabuluculuk istendi mi? (I)

Eminim!.. Çok merak ediyorsunuz... R. Erdoğan, Vatikan ziyaretinde Papa Françesko'yla özel odanın içerisinde 1 saat ne görüştü diye. Yoğun çaba gösterdim, hem ziyaret öncesi uğraşlardan hem de içeride çok az kişinin gerçek içeriğini bildiği görüşme hakkında biraz bilgiye ulaştım. Ha!.. En baştan söyleyeyim, benden tutanak mahiyetinde haber beklemeyin. Sandığınız kadar kolay olmuyor o işler!..
Erdoğan'ın Vatikan dönüşü, uçakta, kabin ekibine verdiği demeç aslında Papa  ile neler görüşüldüğü hakkında bizlere ipuçları veriyor. Saraya göbekten bağlı medya organlarına yansıyan haberlerde, "ABD'ye yalan sitemi", "Trump, Obama'yla aynı istikamette", "Obama bize yalan söyledi. Şu an Trump yönetimi de, maalesef, görünüşe göre aynı istikamette ilerliyor" başlıkları ön plana çıktı. Kudüs, Menbiç, YPG meseleleri de altına sıralanmış. Papa'ya yapılan ABD serzenişlerine bakarsak, kapalı görüşmenin biraz ağlak havada geçtiği hissediliyor. Saray kaynaklarımdan alabildiğim kısa değerlendirmelere dayanarak şu soruları yöneltmekte fayda var:
* Erdoğan, ABD ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için Papa Françesco'dan etkinliğini kullanmasını, arabulucu olmasını istedi mi?..
* Erdoğan, Papa'dan ricacı olduysa, ABD yönetimi ve Trump'un etrafında olan   bazı Katolik yöneticilere işaret etti mi?.. İyi bir Katolik olduğu bilinen first lady Melania Trump için ayrıca dikkat çekti mi?..
* "Zarrab"dan "Atilla"ya dönüşen davanın karar arifesinde bu görüşme sadece bir tesadüf mü?.. Tesadüf değilse "çok manidar" denemez mi?..
* Erdoğan, Vatikan'dan döndüğü günün ertesi, ABD'nin çok etkili 2 ismi; Trump'un Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster ve ABD Dışişleri Bakanı  Rex Tillerson'un Türkiye'ye geleceğinin eş zamanlı açıklanması da sadece ve sadece tesadüften ibaret mi?..

                                                                             ***

Geçelim, Vatikan ziyareti öncesine... R. Erdoğan, Papa Françesco görüşmesinin gerçekleşmesi için saraydan basın danışmanı Lütfullah Göktaş ve sözcü İbrahim Kalın epey ter döktü. Göktaş'a özel bir parantez açmak istiyorum;
Bu muhteremi, Ankara'da NTV haber kanalında yöneticilik yaptığım günlerden bilirim. Bebek katili Öcalan'ın İtalya'ya kaçtığı günlerde gönderdiğimiz haber ekibine gönüllü olarak tercümanlık yapıp yardım etmişti. Gazetecilik mesleği ile ilk olarak kapatılan Zaman gazetesinde tanışmıştı Göktaş. Hafızam beni yanıltmıyorsa, NTV'ye yardımcı olduğu günlerde Roma'da öğrenciydi. Vatikan'a bağlı yüksek öğretim kurumlarından biri olan Papalık Gregorius Üniversitesi'nde dinler tarihi alanında master yaptı. Göktaş, birden bire(!) hızla sıçrayış yaparak 2011 yılında Erdoğan'ın başbakanlık basın danışmanı, daha  sonra da cumhurbaşkanı basın danışmanı oldu.
Erdoğan'ın Vatikan ziyareti esnasında görüntü ve fotoğraflar çok dikkatimi çekmişti. Erdoğan, kalabalık bir heyetle Vatikan'a gitti.

                                                                             ***


Barzani'nin lobi şirketi Erdoğan için çalışmış! (II)

R. Erdoğan'ın kalabalık bir heyetle gittiği Vatikan'da özel odada sadece basın danışmanı Lütfullah Göktaş'la beraber Papa Françesko ile yaptığı 1 saatlik görüşmenin soruları bitecek gibi değil!.. Devlet diplomasisi, gelenekleri ve kuralları anayasamız gibi yıllardır rafa kaldırılmış durumda. Aynı saray anayasası gibi saray diplomasisi yürürlükte... Başlıkları çoğaltabiliriz ama sırası  ve yeri gelince!..
Erdoğan'ın, Papa Françesko ile gerçekleştirdiği görüşme hakkında pek çok soruyu dünkü yazımızda gündeme taşımıştık. Cevapları gelmedi. Zaten beklemiyorduk!.. Sükut ikrardan gelir... Sorulara, ilginç bir ayrıntının da altını çizerek devam edelim;
R. Erdoğan, çapulcu başı Mesud Barzani'nin yeğeni IKYB Başbakanı Neçirvan Barzani'nin Papa ziyaretinin üstünden 1 ay geçmeden Vatikan'a gitti. Neçirvan Barzani, Papa ziyaretini, "Erbil ve Bağdat arasındaki sorunların çözülmesi için yardım istedim" diye ifade etmişti. Barzani, Papa'dan arabuluculuk istediğini açık açık ilan etmişti. Kâhine sordum (!), "Neçirvan Barzani Papa'dan arabulucu olmasını isterken, sorunların çözümü için nereyi adres göstermiştir" diye, biraz göbeği çatladı ama "Amerika" dedi!..
Sağlam kaynaklardan kulağıma gelen yeni ilginç bilgi ise, sarayın Papa'dan randevu koparma sürecinde araya sokulan bir lobi şirketi ile ilgili. ABD'de faaliyet gösteren bir şirket devreye sokulmuş. Meğerse, bu şirket Neçirvan Barzani'ye Papa Françesko ile randevu alıp ziyareti organize eden aynı şirketmiş!.. Gel de şimdi şu soruları sorma; "Peki, bu şirkete ne kadar para ödediniz?"... "Toplamda 1 saatlik Papa görüşmesi Türkiye Cumhuriyeti Devletine kaça mal oldu?"...
                                                                           ***
R. Erdoğan'ın Papa Françesko ziyareti muhalefetin de gündeminden düşmüyor. CHP Trabzon milletvekili Haluk Pekşen de dün bir açıklama yaptı. AKP iktidarıyla birlikte Türk dış politikasının doğudan batıya her alanda büyük bir yıkım içinde olduğunu ve artık birçok ülke ile diplomatik ilişkilerde büyük sorunlar yaşandığını söyleyen Pekşen, "dünyada birkaç tane Afrika ülkesi dışında ne batımızda ne de doğumuzda hiçbir ülke bizimle yan yana gelmek istiyor. Yıllara dayanan ve ülkemize saygınlık kazandıran dış politikamız AKP eliyle çökertildi. Diplomatlarımız 'monşer' denilerek dışlandılar, görevlerinden el çektirildi. Avrupa ülkeleriyle ilişkilerimiz neredeyse bitme noktasına geldi. Mezhepçiliğe dayanan, hayalperest dış politika anlayışı sonucunda komşularımızla da büyük sorunlar yaşamaktayız" dedi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yıllardır dayandığı 'yurtta sulh, cihanda sulh' politikasını bir kenara bırakan AKP iktidarının dış politikada yeni bir anlayış getirdiğini ifade eden Pekşen, şöyle konuştu:
"AKP iktidarının beceriksiz yandaşlara emanet ettiği dış politikayla birlikte rüşvet ve bağışa dayalı yeni bir dış politika anlayışı ortaya çıktı. Artık herhangi bir ülke liderinden randevu almak için ya rüşvet olarak o ülkeden uçak, veya et almak gerekiyor ya da o ülkeye bağış yapmak gerekiyor. Son olarak Vatikan'a Papa'yı ziyarete giden Erdoğan bu ülkeye yüklü miktarda bağış yapmış ve bu sayede Papa ile görüşebilmiştir. Buradan 80 milyon adına soruyorum Papa ile görüşmek için bu ülkenin gariban halkının parasını 'Haçlı ittifakının merkezi' dediği Vatikan'a nasıl vermiştir?"
Erdoğan'ın Vatikan ziyareti ile ilgili olarak TBMM'ye bir soruluk önerge veren Pekşen, bu ziyaret için Vatikan'a ne kadar bağış yapıldığını sordu.
                                                                           ***
Erdoğan, konuşmalarında, Suriyeli mülteciler için 30 milyar dolar harcandığını söylemeye devam ediyor. Bu paraların nerelere harcandığı meçhul. Soru önergeleri cevapsız!.. Yakında 30 milyar dolar katlanarak ifade edilmeye başlanırsa hiç şaşırmayacağım!.. Ha!.. İleride şaşırmayacağım bir hususu daha bugünden ilan edeyim;
"Papa Françesko bizi aldatmış..."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

8 Şubat 2018 Perşembe

Bu düzende kurtuluş yok, bu düzenden kurtulmak gerek- İLKER BELEK

Neden çoğunluğa hayal gibi görünen bir iddianın peşinden gidiyoruz, neden “akıntıya karşı” kürek çekiyoruz, neden sürekli sosyalizmi işaret ediyor ve neden yine çoğunluğun “nerede?” diye alaya aldığı işçi sınıfını örgütlemeye, ayağa kaldırmaya çalışıyoruz?
Bütün bu itirazların belli ölçüde haklılık payı olsa da, aslında çok basit bir şey yapıyoruz: Yalnızca gerçekleri dile getiriyor ve yalnızca hayata bilimi uyguluyoruz.

İşimiz çok sıradan ve fakat aynı zamanda çok zor. Zorluğu bugünün karamsarlığından kaynaklanıyor ve biz bir görev olarak bu karamsarlığı dağıtmayı da sırtlanıyoruz.
Kapitalizm hiçbir sorunu çözemez. Çünkü bütün sorunları kendisi yarattı. Sorunları çözebilmek için kapitalizmi yıkmak, sosyalist bir düzen kurmak gerekir.

Bu kadar da değil:  Kapitalizm koşullarında sorunlar bugün durdukları gibi de durmazlar, daha vahşi, daha insanlık dışı bir hal alırlar. Öyle de oluyor zaten. Nedeni kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik, sosyal ve siyasal olarak krizde olması.

Kriz çok yönlü, düzeni kilitliyor, kilitlenmiş düzende patronlar sömürüyü sürdürebilmek için emek üzerindeki çıplak, Marks’ın deyişiyle mutlak, sömürüyü derinleştirmek zorunda kalıyorlar.

Sömürü patronların kötü niyetiyle alakalı değil. Sistem sömürüye dayanıyor. Sistem, içindeki her aktöre, kuruma, sınıfa nesnel bir pozisyon yüklüyor. Sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi kapitalizmin krizli ortamında emek üzerine yüklenmek zorunda kalıyor.
Neden söylüyorum bütün bunları: Sömürü ve onunla bağlantılı sorunlar, birilerinin sandığı gibi, patronlar iyi niyetli olsa da çözülmez, sorunları patronların iyi niyeti çözemez, çünkü patronda iyi niyet diye bir şey yoktur, patron sınıfını niyetle tartıya vuramayız.
Sorunların nedeni sömürüdür ve sömürüsüz bir kapitalizm yoktur.


Sonuç şu: Bu düzen illaki değişecek. Eğer eşitlik, adalet, kalkınma ve bilimin, aklın egemen olmasını istiyorsak.
Bunu bilim söylüyor. 
Bu gerçekten kaçış yok.
Bu söylediklerimiz, bu düzende çoğunluğa zor görünüyor, ama gerçek tam tersi. 
Zor olan, zor ne kelime imkansız olan, kapitalist düzenden ve kapitalist düzenin siyasal aktörlerinden beklenti içinde olmak.

Sonuçsuz.
Kanıt; düzenle hesaplaşmaktan bütün kaçışlara, bütün düzen içi konumlanışlara, krizdeki derinleşmenin eşlik etmesi, sömürüyle ilişkili sorunların daha da belirgin hale gelmesidir. İşsizliğe bakın, eşitsizliklere, yoksulluklara, savaşların gidişatına bakın, gördükleriniz, bilimin “bu düzen sorunları çözemez” sonucunu dayandırdığı somut olgulardır yalnızca.
Hayatın kendisi başka bir hayata ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
Bunu kabullenmemek yalnızca insanlığın yaşadığı sorunları katmerleştiriyor ve kabullenmeyenleri çözümsüzlüğün bir parçası haline getiriyor.
Bu gerçekliği kabul etmeyebilirsiniz. Ama bu neye benzer biliyor musunuz? Asgari ücret alan bir işçinin bir patron gibi yaşamak arzusuna.
Sorunlarımızla, gerçeklerle yüzleşeceğiz ve bu düzenin her şeyiyle, ideolojisiyle, zor aygıtlarıyla kapışmayı, hep birlikte, tüm sömürülenler-emekçiler olarak göze alacağız. Ya da…

Zaten istemesek de o noktaya doğru süratle ilerliyoruz. AKP Türkiye’yi sıcak bir savaşın içine çekmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. 
Kaçabilir miyiz?
Kaçan bıraktıklarını nasıl unutur? 
Kaçmak insanın kendinden kaçması anlamına gelmez mi?  
İnsan kendisini terk edebilir mi? 
Terk etmenin yaratacağı sıkıntı bir ömür boyu nasıl taşınır?

İlker Belek / SOL

Excelsior’daki ‘çılgın projeler’ masası - Nilgün Cerrahoğlu

ROMA - Gazetecilerin asla yanaşamadığı sımsıkı kapalı kapılar, kuş uçurtmayan bir güvenlik; trafikten arındırılmış boş yollardan ve ıssız meydanlardan geçen resmi araba konvoyları... 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İtalya seyahatinden geriye kalan manzara bu. 
Erdoğan’ın İtalya gezisini bir film karesi gibi tanımlayan bu görünüm gerçekte yaşadığımız sistem ve düzenin de fotoğrafı oluyor. 


Ziyaretin sona ermek üzere olduğu saatlerde, bir zamanlar Roma’da “Tatlı Hayat”ın merkezi olan “Via Veneto”da, Erdoğan’ın kaldığı “Excelsior” otelinin önünden geçtim. 
Caddeye açılan tüm yan yollar, özel harekât timleri tarafından tutulmuştu. 
Erdoğan’ın kankası “Katarlılar” tarafından satın alınan büyük 5 yıldızlı otelde Reis, İtalyan sanayisinin zirvesi ile akşam yemeği yemekteydi. 

Çizmede “mevkidaş” Mattarella ile Başbakan Gentiloni buluşmasından esasen çok daha fazla ciddiye alınan yemeğe Türkiye’de iş yapan ve iş yapmak isteyen kim varsa katılmıştı. 

3. Köprü, İstanbul-İzmir Otoyolu ile Ankara Etlik Hastanesi’ni yapan Astaldi İnşaat, hızlı tren pazarlayan Italferr; güvenlik ve savunma sanayii Leonardo-Finmeccanica patronları cümleten içerde “Reis” ile birlikteydiler. 
 
‘Vision 23’ hedefte 
Dünyanın en iddialı projelerinden biri olan “Panama Kanalı”nın genişletilmesini üstlenen “Salini” bile Excelsior yemeğine gelmişti. 

İddiaya göre “Salini”, Cumhuriyetin 100. yılı vesilesiyle gündeme gelen “çılgın proje Kanal İstanbul”u kapmak peşindeydi. “Excelsior masası”nda toplananlar sıradan markalar değil, özetle çok büyük, dev projeleri kovalayan gruplardı. 
Sırf “Salini” değil, iş dünyası mensuplarının çoğu Via Veneto’daki toplantıya, “Vision 2023”te bir pay kapmak düşüyle koşmuştu. 

“Vision 2023” bağlamındaki özelleştirmeler, en büyük beklenti yaratan konulardandı. 
Enerji, ulaşım, silah sanayii ve biyotıp alanlarının yanında, bankacılık, sigorta şirketleri temsilcileri, İtalyan TÜSİAD’ı başkanı Vincenzo Boccia“made in Italy” namına kim varsa.. “Reis”le buluşmaya gelmişti. 
Tam “yerin kulağı olsa” denecek bir durum. 
Ama Erdoğan’ın Roma gezisinin tüm aşamaları gibi, Excelsior’dan da dışarı sınırlı bilgi sızdı. 
Yemeğe bir ültimatom verir gibi “Sultan”ın şu sözlerle başlaması en ilgi çeken konulardan biriydi: 
“54 yıldır AB kapısında beklemekten sıkıldık. Artık bir karar vermeniz gerek. Bizi istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” 
 
Tehdit AB’yi açar mı? 
Bu sözleri “ne kadar ekmek (AB!) o kadar köfte (yatırım!)” şeklinde algılayan sanayicilere önce “kal gelmiş”, ortam gerilmiş, buz keser gibi olmuş; sonra ısınmış. 
RTE yemek sonunda, erkeklere “kravat”, kadınlara “fular” hediye etmiş... 
Göz önündeki OHAL Türkiye’si şartlarına rağmen Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Roma seferinde “AB üyeliği” mevzusunu, gayet doğal, ortada değişen bir şey yokmuş gibi yeniden piyasaya sürmesi herkeste gerçekte dumur yarattı. 

Bir ay önceki Paris gezisinde üstelik Macron’un basının önünde Erdoğan’ın yüzüne; “İkiyüzlülüğü bırakalım. Bir hukuk devleti olmayan Türkiye AB üyesi olamaz!” diye kestirip atmasının ardından hele konunun İtalya’da nasıl gündeme taşındığına herkes şaşıyor. 

Hollanda büyükelçisinin geri çekildiği, İsveç Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye gelmekten imtina ettiği bir ortamda “AB geyiği nasıl başa sarılıyor” sorusu yaygın biçimde soruluyor. 

Hukukun üstünlüğü sıralamasında en son 113 ülke arasında 101. sıraya düşen Türkiye nasıl oluyor da “AB kriterlerini” yok sayarak, üyelikten söz etmeye devam ediyor? 
Gözlemciler bu soruya; Erdoğan’ın “güç” ve “tehdit politikaları” kapsamında yanıt arıyor. 

80 milyonluk “Türkiye pazarı havucu” bir yandan; “kaçak göçmenleri üzerinize salarım ha” “sopası/tehdidi” beri yandan; Erdoğan’ın AB başkentlerini “tehditle” hizaya getirmeyi amaçladığı iddia ediliyor. 

28 ülkeli birliğe “tehdit politikası” ile üye olma şansının ise “sıfır” olduğu, uzmanların paylaştığı genel kanı.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Bak şu robotun yaptığına - L. DOĞAN TILIÇ

Robotlar üzerine ciddi ciddi düşünmeye başlamam 7-8, belki de 10 yıl kadar öneydi. Tam tarihi anımsamıyorum, ama konuyu unutmam mümkün değil.

İtalyanların La Stampa gazetesinde yayınlanan bir haberle olan o tanışma epey endişe vericiydi. Gazete, ABD’de yapay zeka üzerine çalışan bilim insanlarının bir “gazeteci robot” geliştirdiklerini bildiriyordu. Bu “gazeteci robot” ya da “robot gazeteci” hiç imla hatası yapmadan haber yazabiliyormuş. Gerçi, “şimdilik” (deniyordu o zaman haberde) yalnızca beyzbol haberleri yazabiliyormuş ama kısa süre sonra, futbol, basketbol, hatta borsa haberlerini de aynı hatasızlıkla hazırlayabilecekmiş.
Aradan geçen yıllar içerisinde o robotun akıbeti ne oldu, hala haber yazıyor mu, borsa haberlerine geçebildi mi, bilmiyorum.
O haberin yayımlandığı dönemde gazeteciler arasında yol açtığı endişenin gerçekleştiğine, gazeteciliğin gazeteciler olmadan yapılabilen bir iş olduğuna dair henüz somut veriler yok.

Oysa, robotun dünya gazetecileri arasında yol açtığı endişenin nedeni tam da buydu: İşimizi robotlar yapacak ve biz de işsiz mi kalacağız?
İşleri makinelere, robotlara yaptırmak, böylece de fazla mesai, maaş zammı, daha fazla tatil, sendika falan talep etmeyen “işçiler”e sahip olmak patronların hayali olsa gerek.
Aslında, bu işçilerin de hayalidir! Tabii, bir temel farkla: Makinalar, robotlar işi yapsın, insan ancak zorunlu olduğu kadar çalışsın, ihtiyaç kadar üretilsin, üretim eşit bir şekilde paylaşılsın.
Yani, işi robotlara yaptırıp serveti patronlara aktarmıyor, insanları işsizliğe ve sefalete mahkum etmiyorsak buyursun gelsin robotlar!

Neyse, bu eski ekonomi-politik tartışmayı açıp sürdürmek değil derdim. Memleketin, işi bu olan gazeteciler için bile konuşmayı ve sormayı neredeyse imkansız hale getiren siyasi ikliminde, boyuna posuna bakmadan bir bakana laf eden robota dikkat çekmek istedim.
Mutlaka izlemiş, duymuşsunuzdur. İzlerken dudağınızın kenarına bir tebessüm de iliştirmişsinizdir!

Ankara’da yapılan Güvenli İnternet Günü programında sunuculuğu tutup bir robota verdiler. Robot, önce söz alan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Ömer Fethi Sayan’ın konuşması sırasında efendiliğini hiç bozmadı. Ancak, kürsüye Ulaştırma, Denizcilik Ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan çıkıp da konuşmaya başlayınca bir şeyler oldu robota.
Önce, “Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” dedi robot Sanbot. Herhalde içinden bir ya sabır çekmiştir Bakan. Sanbot sık sık sözünü kesince sinirlendi doğal olarak, sabrı bıraktı; “Robotu kim kontrol ediyorsa onun gereğini yapın lütfen” dedi, konuşmasına devam etti.
Robot işte, mesajı alamadı ve bu kez “Neden bahsediyorsun?” deyiverdi bakana.
Sonrası malum; erken öten horoza yapılanı yaptılar, robotun fişini çekip ona yeni format attılar.

Sanbot şanslı aslında; Bakan, “Lütfen” falan dedi, gereğinin yapılmasını isterken. Bir başka devlet büyüğüne o hadsizliği yapsaydı başına neler gelirdi düşünmek bile istemiyorum.

Robot işte; memleketin nereden nereye geldiğini nereden bilsin. Devlet büyüklerinin mitinglerde talepte bulunan vatandaşı susturduğunu, yanına gelip itiraz edenleri “ananı al git” diye kovaladığını, zamanla işi soru sormak olan gazetecilerin bile soru soramaz olduğunu nereden bilsin?

Seçim kazanan başbakanların bile git denilince susup gittiğini, seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınmalarına itiraz etmediğini nereden bilsin?

Robot Sanbot Çin malıymış galiba. Bir tekerlememiz vardı, çocukluğumda teknoloji karşısında hayranlığımızı ifade etmek için kullandığımız: “Çin işi, Japon işi; bunu yapan iki kişi.” Hangi iki kişi ise Çin işi Sanbot’u yapan, memleketin siyasi iklimine dair hiçbir şey fısıldamamışlar kulağına.

Sen tut, bir devlet büyüğü konuşurken; “Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” de. Orada durma; “Neden bahsediyorsun?” diye de üstele!

Şu iki cümlecik o kadar çok gazetecinin dilimin ucuna geliyor ki büyük nutukları dinlerken, robot olmadıklarından belki, robot gibi fişleri çekilir korkusuyla, susuyorlar!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Bana gerçekleri anlatma - NAZIM ALPMAN

Bir toplumun gerçeklerle olan yakınlığı ya da uzaklığı, o toplumun gelişmişlik düzeyi bakımından fikir verebilir. Özellikle acı gerçekler söz konusu olduğunda, gerçeklerle yüzleşmenin ağır sonuçları yaşanabilir.

Bu durumu en çok hastanelerde görebiliyoruz.
Ağır hastanın kaybedileceğini öğrenen yakını, tepkisini öncelikle doktorlara yöneltebilir. Ki bu türden pek çok olay yaşanıyor. Büyük hastanelerde doktorlara saldıranlar, kesici aletlerle hücum edenler, hatta ateşli silah kullananlar bile olabilmektedir.
Ne pahasına olursa olsun doktor hastayı yaşatmalıdır. Oysa doktor da böyle düşünmektedir. Zaten ettiği Hipokrat yemini bunu gerektirmektedir. Ama hasta yakını eğer toplumsal gelişmişlik bakımından negatif bir çizgide bulunuyorsa, doktoru asla anlayamaz.
Toplumsal gelişmişlik eğrisi alt sınırlarda seyrederse böylesi olayların esas müsebbiplerinin kim olduğu asla görülemez.
Hastanelerde son yıllarda doktorlar, hemşireler, elemanları pek çok defa hasta yakınlarının saldırılarına maruz kaldılar.
Hastaların ve yakınlarının doktorlara saldırılarıyla toplamsal gelişmemişlik arasında doğru orantı vardır. Hatta ağır vakalarda, ağır cehaletten söz edilebilir.
Onlara huzur veren ilacın sırrı bilgisiz toplumun reçetesidir:
“ Bana gerçekleri anlatma!

Ege’nin uranyumu
Ege Bölgesi’nin meşhur olmuş pek çok ürünü vardır. Başta zeytin, zeytinyağı olmak üzere üzümleri, şarapları, incirleri, bademleri, şeftalileri, elmaları armutları gibi say sayabildiğin kadar…
Bir de hepsinin üstünden atlayıp, onları çöp haline getirebilecek kadar güçlü –ama meşhur olmamış- değeri var: Uranyum!..
Bu güçlü ürün nükleer yakıtın hammaddesini oluşturuyor.
Ancak bunu kimseler bilmiyor. Hatta üzerinde yaşayanlar bile…
Çevre gazeteciliği denildiğinde akla ilk gelen isim olan Evrensel gazetesinin İzmir Muhabiri Özer Akdemir’in son kitabı “Uranyum Uğruna” adlı çalışması ülkemiz içinde sessizce patlatılmış “Mini-Çernobil santralleri” olduğunu ortaya koyuyor.

1970 ile 1980 yılları arasında Maden Tetkik Arama kurumu (MTA) Manisa’nın Köprübaşı ilçesinde bağlı Kasar köyünde uranyum madeni işletilmiş. Hatta yarı mamul madde olan Yellow Cake (Sarı Pasta) bile üretilmiş.
Amerikalılarla ortak işletilen bu madenler, 1980’de terk edilmiş. Öylece olduğu gibi bırakılıp gidilmiş.

Sonra?
Sonrasını kimse sormasın diye konu bile edilmemiş. Maden bölgesinin üzerinde yaşayan insanlar, otlayan hayvanlar, onların sütlerini içen insanlar, derelerinde yüzen balıklar, hepsi hep birlikte radyasyona maruz kalarak hayatlarına devam etmişler. Hâlâ da ediyorlar.

Özer, kendisine bu bilgileri veren Doç. Dr. Enver Küçükgül ve Jeofizik Yüksek Mühendisi Erhan İçöz ile birlikte uranyum madenlerinin bulunduğu köye gidiyor. Onlara da madenlerde çalışmış bir köylü rehberlik ediyor. Ellerinde radyasyon ölçen bir alet ile her yerde ölçüm yapıyorlar.
Sonuç mu?
Kabul edilebilir radyasyon limitlerinin tam 140 kat fazlası olduğunu tespit ediyorlar!..

Bu ürpertici sonuçları alınca Köprübaşı Belediye Başkanı Zafer Mergen’e gidip durumu anlatıyorlar. Genç başkan ilgi ve kaygı ile onları dinliyor. Sonra fikrini söylüyor:
“ İlçemizin böylesi radyasyon sorunu ile anılması ilçeye zarar verir. Bizim buranın tek geçim kapısı çilek üretimidir. Lütfen bu şeyleri söylemeyeyim. Zaten bizi kimse uyarmadı! Yakında da seçimler var. Ben de köylüyüm, bize bir şey olmadı şimdiye kadar...!

Bir başka mini Çernobil ise Aydın’ın Söke ilçesine bağlı Kisir Köyünde yaşanmış. 12 Yaşında çocuklarda kanser tespit edilmiş. Sekiz aylık hamile kadının karnında bebeği ölmüş. “Eceliyle” ölüp gidenlerin kaçı uranyuma bağlı kanserden hayata veda ettiği ise bilinmiyor. Çünkü araştırma yapılmamış.
Özer’in kitabı tam bir korku filmi senaryosu gibi… Ama ne yazık ki, film senaryosu değil, çıplak elle tutulan bir gerçek.


Nazım Alpman / BİRGÜN

7 Şubat 2018 Çarşamba

Dış işleri - ORHAN GÖKDEMİR

2017 Mart'ında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın “cebren ve hile ile” Türk Konsolosluğuna girip “evet” propagandası yapmasına izin vermemesiyle başlayan kriz bir yıl sonra geri dönülmez bir noktaya ulaştı. Hollanda Dışişleri Bakanlığı, iki ülke arasındaki normalleşme girişimlerinin sonuçsuz kaldığını ifade ederek Türkiye'deki büyükelçisini resmi olarak çektiğini duyurdu. Türkiye'nin Hollanda'ya yeni büyükelçi ataması da kabul edilmeyecekti haliyle. Açıklamadan anlaşılıyor ki bir yılı aşkın bir süredir iki ülke arasındaki sorun çözülmek bir yana kronikleşmiş.
Türkiye’de bir süredir “diplomasi” diye bir usul, “diplomat” diye bir meslek kaldı mı bilmiyorum. “Monşer” diye söve söve bitirdiler mesleği. AKP’lilerin yakınlarını atadılar monşerlerden boşalan makamlara. Dış ilişkilerde kriz çıkınca sokaktan verilen mesajlarla yürütülüyor diplomasi. Bir avuç tuhaf adam portakal bıçaklayarak vermişti Hollandalılara gereken cevabı. Sonuçta Hollanda gibi bir ülke ile ülkemiz arasında büyükelçilik düzeyinde bir temsil ilişkisi kalmadı.
                                                                  ***

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in sözcüsü Dimitri Peskov, Cumartesi günü Suriye'nin İdlib bölgesinde düşürülen Rus savaş uçağı ile ilgili bir açıklama yaptı. Peskov, Suriyeli muhaliflerin omuzdan atılan füzeleri kullanmasının tüm devletler için büyük bir tehlike olduğunu söyledi. Yani herkes uçağı kimin vurduğunu biliyor. Tek soru uçağı vuran silahı “Suriyeli muhaliflere” kimin verdiği noktasında.

Fakat şu var ki Türkiye “Suriyeli muhalifler”in kendilerine “ÖSO” adını uygun görenlerini modern silahlarla donatıp Suriye topraklarına soktu iki hafta önce. 15 gün geçti üzerinden. Suriye’ye girip girmedikleri, nerede ne yaptıkları belli değil. Nitekim Rus basını uçağı düşürenin ÖSO’nun bir parçası olan “Ceyş el Nasır” adlı cihatçı çete olduğunu iddia ediyor. Mesela askeri uzman Vladimir Popov "Türkiye yanlısı militanların Rus uçağını vurduğu gayet açık" diyor. Haklı mı haksız mı, bunları söyleyecek kanıtları var mı yok mu başka bir konu. Olayın kahramanları Suriye’nin meşru, yasal hükümetini devirmek için Türkiye’nin askeri gücü arkalarında, törenle Suriye’ye girdiler. Konumuz bu.

Türkiye’de bir süredir “askerlik” diye bir meslek, “harekâtı sevk ve idare” diye bir usul kaldı mı bilinmez. Bilinmiyor çünkü bugünlerde olup biteni konuşmak, eleştirmek kendini içeride bulmayı göze almakla mümkün. O sırada fırsattan istifade “Kuvayı Milliye” bile ilan ettiler çeteyi. Mevzu nasıl dönüp dolaşıp oraya geldi muamma. Bildiğimiz kadarıyla Kuvayı Milliye işgal edilmiş vatanını savunan bir güçtü. Bunlar Suriye’yi fethe çıktılar…
Ayrıca bizim iktidar çevreleri dışında herkesin ödü patlıyor bu “kahraman”ları görünce. Suriye'nin İdlib kentinde bu çetenin düşürdüğü Rus uçağının pilotu canlı ele geçirilmemek için yanında bulunan el bombasını patlattı mesela. Kendini havaya uçurdu. Çünkü Türkiye tarafından vurulan önceki Rus uçağının pilotunun başına gelenleri biliyordu.

Suriye’nin her yanında emperyalist ordularca imal edilip ülkenin üzerine salınmış “yürüyen ölüler” dolaşıyor uzun zamandır. İslamcı veya cihatçı diyorlar kendilerine. İnsan eti yiyerek besleniyorlar. İnsanlık tarihinin görüp görebileceği en vahşi çeteden söz ediyoruz. Kafa keseni var, ciğer söküp yiyeni var, canlı canlı esir yakanı var, tecavüzcüsü var, esir ticareti yapanı var. Onlara yakalanmaktansa kendini havaya uçurmak evla haliyle. Öyle yaptı Rus pilot da.

Bu sahnenin üzerine geldi son gelişme. Vatikan'da bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Papa Francis, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi ile ortak mücadeleye değinerek, dinleri terörle ilintilendirmenin yanlış olduğunu vurguladı. Yanlıştır evet. Fakat Ortadoğu’da dönen dolaplar tam tersini söylüyor.

                                                                   ***

İslamofobi ile mücadele için Vatikan seferine çıkan Erdoğan, ziyareti öncesinde İtalyan La Stampa gazetesine bir de mülakat verdi. La Stampa yayın yönetmeni Molinari, Erdoğan'a "Bir inanç insanı olan Papa ile buluşacaksınız. Siz de inançlı birisiniz. Bu sizin kişiliğinizde ne kadar etkili?" diye sordu. Yanıtı şöyle oldu: "Benim için dindarlık her şeydir, ondan taviz vermem. Dinimin bana emrettiği her şey benim için bir ilktir.” Molinari'nin, İtalya’da Erdoğan'ı protesto gösterilerinin düzenleneceğini hatırlatarak "Bu göstericilere nasıl seslenmek istersiniz?" diye sorması üzerine de şunları söyledi: "Ben teröristlere değil teröristlerin karşısında olanlara hitap ediyorum. Teröristlere ise Afrin'de hitap ettiğim gibi hitap ediyorum, çünkü onların anladığı dil, o dildir. Bundan sonra da yine aynı dille hitap edeceğim." Yanlış anladım mı diye baktım. Hayır, bir yanlış anlama yok. Roma’daki göstericilere “Afrin’deki gibi” hitap edeceğini söyleyen bir cumhurbaşkanı var…

Dedim ya artık ülkede “diplomasi” diye bir usul yok. Olsaydı “diplomatik kriz” çıkması işten değildi. Çıkmadı. Olmayınca olmuyor demek ki!

                                                                  ***

Dış politika iç politikanın bir yansımasıdır. Dışarıda neyse içeride de durumumuz o. Hak hukuk dümdüz edildiğinden her şey yolunda gidiyor içeride de. Bir işçi daha yakmaya kalktı kendini, yine haber olmadı. Bir AKP’li belediye başkanı haber vermişti kendini yakan emekçilere devletin şefkatli yaklaşımını. Birinin kendini yaktığı doğruydu ama olay kurgu mu değil mi araştırıyorlardı.
                                                                  ***

İçeride dışarıda ülke tuhaf gelişmelerle karşı karşıya görüldüğü gibi. Bir açıdan bakınca yaprak kımıldamayacak gibi. Diğer açıdan her türlü gelişmeye, her türlü patlamaya gebe bir siyasal iklim bu. Bakın mesela, II. Abdülhamid'in dördüncü kuşak torunu Orhan Osmanoğlu, dedesini kastederek, “31 Mart vakasında ve tahttan indirildiği zaman bugünkü zamana benziyor. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın başına gelenlere benziyor. Çok dikkat etmemiz lazım” dedi. Şöyle bitiyor konuşması: “Onu damadı, yanındaki paşaları anlayamadı. Tek başına olan bir insandı. Çok düşmanı vardı. Şairlerimiz, din adamlarımız anlamadı. Yalnız adamdı. Garibanın sultanıydı. Sahip çıkılmadı." Dedesi ile laik bir cumhuriyetin cumhurbaşkanı arasında neden böyle bir karşılaştırma yapıyor anlayamadım gerçi ama olsun! Uyarısı dikkate şayan…

Torun sultanın “31 Mart” dediği tarihimizdeki en büyük gerici ayaklanma. Bir kısım alaylı askerin “mektepli subaylar çok eğitim yaptırıyor, Cuma’ya gidemiyoruz” bahanesiyle isyan etmesiyle başlamıştı ayaklanma. Ama zıvanadan çıktı olaylar bir süre sonra. Yüzlerce asker ve sivilin ölümü pahasına bastırıldı. Sonunda devirdiler Orhan Osmanoğlu’nun “yalnız ve despot” dedesini. Ta 1876’da meşruti bir rejim vaadiyle gelmiş, gelir gelmez Osmanlı-Rus harbini bahane ederek anayasayı rafa kaldırmış ve 33 yıl boyunca orada kalmasını sağlamıştı. Sonra gelip alaşağı ettiler ve anayasayı raftan indirip yürürlüğe koydular. İyi bir şeydir yani dedesinin alaşağı edilmesi.

                                                                  ***

İçeride dışarıda başarıdan başarıya koşuyor AKP’nin tek parti iktidarı. Tek sorun böyle şom ağızlıların baş göstermesi. Bunun akrabası olan işportacı Nilhan da böyle tuhaf şeyler söylüyor ara sıra. Subliminal mesaj veriyorlar sanırım. Devlet iradesinin bunu görmezden gelme aymazlığına düşeceğini ise hiç sanmıyorum. En azından Cem Küçük büyük resmi görüp büyük oyunu hemen fark edecektir.

Birkaç günlük olayları arka arka sıraladım. Oluşan resmi siz de görmüşsünüzdür. Herkes sultanı devirmek istiyor gibi sanki. Su uyur düşman uyumaz. Çok dikkat etmemiz lazım, çok! 

Orhan Gökdemir / SOL