12 Şubat 2018 Pazartesi

Dip dalgasının enerjisi birikiyor - ÖNDER İŞLEYEN

Bugün toplumdaki dip dalgasının yaratılan OHAL ve savaş ikliminde yaşadığı geri çekilme, bir sönme noktası olarak görülmemeli. Dip dalganın kendini kimi zaman HAYIR’daki gibi kolektif hareketle dışa vurduğu gibi bugünkü ortamda “Geçinemiyorum” diyen işçilerin çığlıklarında ifade bulduğu bir birikim içten içe yanmaya devam ediyor.

Afrin Operasyonu kimse için beklenmedik bir adım değildi. Aksine Afrin, uzun zamandır AKP-MHP ittifakının, milliyetçi reaksiyonu depoladığı kızıl elmaydı. Operasyonla birlikte, önceden hazırlanmış devasa bir propaganda makinasına işlerlik kazandırılarak, biriken reaksiyon milliyetçi bir dalgaya dönüştürüldü. Propaganda makinasının ürettiği görüntüde çatlak yaratabilecek eleştiri ve bilgi dolaşımını engelleyecek bir baskı eş zamanlı olarak devreye sokuldu. Bu şekilde tüm ülke Saray’da toplu izleme seanslarının yapıldığı TRT’nin savaş dizilerindeki bir atmosfere doğru itildi.

Bir askeri hareketle oluşturulacak zafer havası AKP-MHP ittifakının 2019 siyasetinin olmazsa olmaz ihtiyacı. İslamcı-milliyetçi cephe, 2019 Başkanlık seçimi sürecinin taşlarını döşerken beklenen adımlardan birisi de Afrin’e yönelik askeri bir müdahaleydi. 

Bu atmosferin öncelikli sonucunun, toplumsal sorunların üzerinin örtülmesi, siyasetteki farklılıkların ortadan kaldırılması ve muhalefete yönelik yeni bir baskı dalgasının başlatılması olacağını tahmin etmek güç değildi. 

Bugün, ‘gazilik’ unvanı önerilen Erdoğan’ın, ‘kamuflaj giydirilmiş’ fotoğrafları eşliğindeki ‘ilk hedefiniz Afrin’ manşetlerinden 15 Temmuz’dan bu yana üretilmeye çalışılan ‘kurucu liderlik’ ya da yenilmiş yeni-Osmanlıcılığın ihya edilmesi çıkmaz... Ama bu ortam izlenen siyasetlerin oluşturulacağı olumsuzlukları şimdilik gizlenebilmesini sağlayabiliyor.

• • •

İslamcı-milliyetçi cephe, 7 Haziran öncesinden başlayarak oluşturduğu ittifakını 1 Kasım seçim sürecinde sınayarak, 15 Temmuz sonrasında derinleştirdi. Başkanlık sistemine geçişle bir eşik daha atlanmış görünse de bu cephe mevcut krizi aşabilecek bir kuvvete ulaşamadı. Toplumsal-sosyal sorunların yoğunlaşması, toplumun en az yüzde 50’sinin siyasal İslamcı rejim karşısındaki direncinin kırılamaması, bölgesel temeldeki sorunları aşabilme kabiliyetinin azalması gibi nedenlerle AKP-MHP ittifakı giderek dozu arttırılan bir baskı ortamında ülkeyi idare etmeye çalışıyor. 

Bu da iktidarın ayakta durmak için pedalı sürekli çevirmek zorunda olan bir bisiklet sürücüsüne dönüştürüyor. Tarih, her pedal çevirişinde şiddetin dozunu artırarak ilerleyebilen, politikayı artık askeri yöntemlerle sürdürebilen iktidarların sonunda yükselttikleri dalganın altında kaldığını gösteren nice derslerle dolu. AKP, tarihten dersler alabilecek sınırın çoktan geçmiş olabilir ama daha önemlisi muhalefetin çıkaracağı dersler olmalı.

Muhalefet pasifleştiriliyor
AKP-MHP cephesi, ‘milli ve yerli’ vurgusu üzerinden muhalefeti pasif bir destekçisi haline getirmeye ve kriminalize etmeye çalışıyor. CHP, uzunca zamandır bu cephenin hışmından kurtulabilmek adına, kritik eşiklerde iktidar politikalarına eklemlenmeyi tercih ediyor. CHP, ne kadar söylerse daha fazlasının isteneceğinin ve ne yaparsa yapsın iktidarın hışmından kurtulamayacağını görmeden boynunu uzatmaya devam ediyor. Günün sonunda “Atı alan Üsküdar’ı geçince”, “Bunu iç siyasete alet etmeyin” demek siyasetin konusu olmaktan çok mizahın konusu olabiliyor. 

CHP, halen AKP’den bağımsız bir yerlerde kurucusu olduğu kurumsal bir devlet mekanizmasının var olduğuna inanmaya devam ediyor! O hayaletin peşinden gittiğini zannederken AKP’nin peşine takıldığının farkına dahi varamıyor. Böyle bir durumda gerçekleşen Kurultay, -içinde politika tartışmaya çalışanları da gölgeleyerek- isimler üzerinden ilerleyen büyük bir salı grup toplantısının ötesine geçemedi. Siyasal İslamcı rejim karşısında mücadeleye ve geleceğe dair tek bir politikanın dahi ortaya konulmaması muhalefet krizinin boyutlarını ortaya koymaya yetiyor.

OHAL altında her şeyin önceden ayarlandığı bir seçim sürecine doğru sürüklenilmesinin önüne geçecek ortak bir mücadele, topluma güven kazandıracak en önemli noktalardan biri. Siyasal İslamcı rejime karşı halkın direnme potansiyelini yükseltmek ve alternatif oluşturmak bu mücadeleler içinde birleşerek gerçekleşebilir.

AKP, şimdi yerle yeksan edilmiş Suriye’deki dağılmış durumun yarattığı riskleri savuşturacağı iddiasıyla bir operasyon gerçekleştiriyor. Bu politikanın toplumsal meşruiyeti ‘devletin bekası’ tartışması ve anti-Amerikan bir görünümle kazanılmaya çalışılıyor. Erdoğan’ın bir zamanlar eş başkanlığını üstlendiğini övünerek söylediği BOP’un amacı dün Irak’ta şimdi de Suriye’de gerçekleşen dağılma ve parçalanmaydı. 

Orta Doğu’nun etnik ve mezhepsel iç savaşlara sürüklenerek dağıtılması, enerji havzaları ve geçiş alanlarına el konulması ‘demokratikleşme ve sınırların aşılması’ olarak sunularak bölge halkları birbirine kırdırıldı. Bugün de Suriye’de emperyalizmin yarattığı dağılma içinde insanların kendilerini etnik kimliklerine göre böldüğü; Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın, Alevi’nin, Sünni’nin birbirine kırdırıldığı bir 21.yüzyılın içindeki
Ortaçağ karanlığı hüküm sürüyor. 

AKP, ABD’nin bu yıkım politikalarının parçası olarak Suriye iç savaşının en aktif unsurlarından birisi oldu. Suriye’de ülkemizi de içine alarak gelişen etnik-mezhepsel dağılma dalgasını böyle yaratıldı. Bugün, izlenen siyaset de bir ucunda Rusya ile çelişkili bir ilişkiye yaslanan öbür yanında ABD’ye ‘bölge politikamızı seninle yürütmek isteriz’ sözlerinin karşılığını oluşturacak güç ortaya koymaya çalışan bir noktada sürüyor. ABD ile Menbiç tartışması bir yana, Rusya ve rejimin etkinlik alanındaki bu gelişmeleri yeni hamleleri için bir fırsat olarak da değerlendiriliyor. 
Deyrez Zor’daki petrol kontrolü üzerinden ABD’nin rejim güçlerini bombalaması, İsrail’in devreye girmesi, IŞİD’in toparlanmaya başladığı haberlerinin sıklaşması ABD’nin yeni bir hamleye hazırladığının işaretleri. Önümüzdeki günler bu çelişkiler içinde ittifakların yeniden şekillendiği bir duruma açık ilerliyor. 
AKP’nin bu vesileyle içeriye yönelik uyguladığı basınç muhalefet hareketi içinde tutarlı bir politika ortaya konulabildiği oranda bu basıncın kırılabilmesi pekala mümkün. AKP politikasını ABD karşıtlığı olarak göstererek arkasına dizilmek de öbür ucunda ABD’nin bölge politikalarına eklemlenerek Kürt hareketinin izlediği politikaya yaslanarak da doğru bir siyaset geliştirmek mümkün olamaz. 
Ortadoğu’da ABD’nin yarattığı dağılma içinde ABD politikalarına bağlı olarak yürütülecek siyasetleri destekleyerek bölge halkları için daha çok yıkımdan başka bir sonuç üretmez.

Bu konuda gündeme gelen iki hattaki savrulma dahi muhalefet hareketinin bu iki odağın dışında bir noktadan kurulması ihtiyacını ortaya koyuyor. Topluma bir çıkış yolu sunmayan siyasetlerin etrafında toplanarak kazanmanın mümkün olmadığını da gören bir birleşik bir muhalefet odağına duyulan ihtiyaç ortada durmaya devam ediyor. Bugün toplumdaki dip dalgasının yaratılan OHAL ve savaş ikliminde yaşadığı geri çekilme, bir sönme noktası olarak görülmemeli. Dip dalganın kendini kimi zaman HAYIR’daki gibi kolektif hareketle dışa vurduğu gibi bugünkü ortamda “Geçinemiyorum” diyen işçilerin çığlıklarında ifade bulduğu bir birikim içten içe yanmaya devam ediyor.

Birlikte başarabiliriz
Bu birikimin açığa çıkması ve siyasal bir güç olarak örgütlenebilmesi muhalefetin izleyeceği mücadelelere bağlıdır. Muhalefetin belirleyeceği doğru strateji, 2019’un taşlarını dizen AKP-MHP cephesinin barikatlarını geriye doğru itecek bir mücadeleyi adım adım geliştirerek bu iklimi dağıtabilir. Daha önce “demokrasi” ve “değişim” propagandasıyla şimdi de “yerli” ve “milli” propagandasıyla iktidarını sürdüren siyasal İslam’ın, ülkeyi nasıl neoliberal dönüşüm içinde emperyalist tekellerin gizli işgaline açtığı tüm sonuçlarıyla gün gibi ortada. ABD’nin askeri üsleriyle sınırlı olmayan bir bağımlılığının... Tarımda uluslararası tekellerin hâkimiyet kurduğu... Ülkenin enerji ve iletişim başta olmak üzere stratejik kurumlarının elden çıkarıldığı... Hastanelerin şirketleştirildiği... Yollarının, tünellerinin şirketlerin zenginlik kaynağına dönüştürüldüğü... Böyle bir bağımlılık zincirini yaratmış iktidarın millilik ve yerlilik üzerinden oluşturduğu hatları kırmak hiç de zor değil. 

Öte yandan 2019’a giderken OHAL altında her şeyin önceden ayarlandığı bir seçim sürecine doğru sürüklenilmesinin önüne geçecek ortak bir mücadele, topluma güven kazandıracak en önemli noktalardan biri. Siyasal İslamcı rejime karşı halkın direnme potansiyelini yükseltmek ve alternatif oluşturmak bu mücadeleler içinde birleşerek gerçekleşebilir. 2019’a giden bu süreç öncesi ve sonrasıyla siyasal İslamcı rejimi halkın birleşik mücadelesi ve öz gücüne dayanarak yenmenin gerçek yollarını da açacaktır.


Umutsuzluk ve çaresizlik içinde saklanan umudu açığa çıkarmak... Başka türlü olabileceğini hayal etmeyi mümkün kılmak... Bir çıkış umudu taşıyamayan mevcut siyaset dengesini bozacak yeni bir siyaset, yeni bir odak oluşturarak bunu birlikte başarabiliriz.

Önder İşleyen / BİRGÜN

Orta’ya karışık Doğu! - Mine G. Kırıkkanat

Önce çıkarlar çatışır, sonra silahlar. Çıkarların ardında da insanlar vardır, silahların tetiğinde de… Çıkarların ardındaki adamların attığı ya da atamadığı imzalar, tetikteki ellere “ateş” ve “dur” emirleridir.
Emperyalizm, küresel egemenlerin ezelden ebede kökü kazınamayan, soyu kurumayan, çünkü her çağda sömürecek bir meta bulan ve doymak bilmeyen hegemonya tutkusudur.
Emperyalistlerin tepişmesi hiç bitmez. Sömürdüğü toprağa, şavulladığı ereğe rüşvet ve imzayla ulaştığı zamanlara barış, silahla eriştiği zamanlara savaş denir.
Barış zamanı, hasbelkader emperyalizmin çıkar alanında yaşamak gadrine uğrayan halkların kanını usul usul emmeye, canını bağışlayarak sömürmeye yarar. Savaşlar ise doğrudan kanını dökmeye, canını almaya.
Çıkarların ardındaki adamlar asla savaşmaz, savaştırırlar. Dolayısıyla hiçbir savaş, ister galip gelsin ister mağlup, hiçbir emperyalistin canına mal olmaz.
Ölenler daima emperyalistlerin tetikçileri ya da emperyalizme karşı dövüşenlerdir.
Ve barışta ya da savaşta, çıkar çatışması biteviye sürer…

***

Ortadoğu’da sömürgenlerin paylaşamadığı meta, geçen yüzyılın başından beri değişmedi: Doğalgaz, petrol…
Çıkar çatışması sadece metanın coğrafi sahipleriyle ona göz diken emperyalistler arasında değil; hepsinin birbiriyle dövüştüğü bir mücadelede, çok parçalı ve cepheli: Aramco’su, Exxon’u, BP’si, Rosneft’i, Total’i, Gazprom’u vb. uzayıp gidiyor rekabet listesi.
Enerji hammaddesi taşıyan tüm topraklarda zulmün altyapısı, bu dev şirketlerin kanlı elleridir.
Emperyalistler aralarında tepişirken dost, düşman birbirine karışır.
Örneğin Suriye’deki Esad rejimine koyu muhalif Türkiye, halen Esad rejimini destekleyen Rusya ile İran’la mutabık ve Esad’ı istemeyen ABD’ye karşı görünürken… Kendi sınırlarını YPG, PKK gibi emperyalist beslemelerden korumak amacıyla Suriye’ye girdi ve eğer askeri ereklerine ulaşırsa, besleme terörden temizlediği toprakları Suriye’deki beğenmediği Esad rejimine geri vereceğini söylüyor.

***

Böyle bir çelişki yetmiyor, Türkiye’nin ABD’nin bölgeyi karıştırıcı politikasına karşı müttefiki sandığı Rusya, “Zeytin Dalı Harekâtı” sırasında Türk savaş uçaklarına hava sahasını kapatabiliyor. Çünkü YPG ve PKK’yi hem ABD kullanıyor, hem Rusya…
En kısa özeti bile kafa karıştırıcı bir durum değil mi sizce de?
Üstelik Suriye’nin başına örülen çorabın yumağı, bu ilmeklerden ibaret değil.
Kimin eli kimin cebinde ve kimin silahını tutmakta, kime karşı kullanıyor, hiç mi hiç belli değil.
Suriye’de taraflar, çatışmacı iki emperyalist güç, ABD ile Rusya’nın arkasında cepheleşmiş görünüyor. Peki, tamam.
Ama ABD ile Rusya’nın çıkarları nerede çatışıyor, nerede birleşiyor kesin olarak belli mi?
Önümüzdeki hafta Ankara’ya üçüncü ziyareti beklenen ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Putin’in yakın arkadaşı olduğunu biliyor musunuz?

***

Exxon Mobil’in eski CEO’su ve halen 150 milyon dolar düzeyinde hissedarı olmayı sürdüren Tillerson ve Putin, 90’lı yıllarda Sakhaline Adası’ndaki görevleri sırasında tanışıyorlar.

Putin, Yeltsin’in yerini aldıktan sonra Tillerson’ın yönettiği Exxon, Rusya’nın Rosneft’inden 11 ihale alıyor.
2011 yılında Putin ve Tillerson, kutup bölgeleri ve Sibirya’da petrol arama çıkarma çalışmaları için ortaklık anlaşması imzalıyorlar.
3.2 milyar dolarlık bu anlaşma, Rusya’ya Ukrayna yaptırımları uygulandığından beri donduruldu.
Ama her an çözülebilir…
***

Putin, 2012’de Tillerson’ın göğsüne kendi eliyle Rus Dostluk Madalyası taktı. Tillerson, 2014’te Rusya’ya konulan cezai yaptırımlara karşı olduğunu açıkladı. Geçen yıl ABD Dışişleri bakanı atandığında; başta kankası, en sıcak, candan, gönülden övgüleri Rus hükümetinden aldı!
Şimdi durup düşünelim: ABD Başkanı Trump, Tillerson’ı niçin Dışişleri bakanı yaptı? Sadece petrolcü olduğu için mi?
Hayır.
Rex Tillerson, Putin’in kankası ve Ortadoğu petrollerinin paylaşılmasından dondurulan Amerikan-Rus işbirliğini canlandırmaya; Rusya’yla anlaşabilecek belki de tek kişi olduğu için Dışişleri bakanı yapıldı.
Elbette verecek makamının hakkını.
Vah benim yapayalnız, zavallı ülkem Türkiye!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kriz içinde krizler... - ERGİN YILDIZOĞLU

Geçen hafta, dünya borsaları sallandı; Ortadoğu’da Küresel jeopolitiğin tektonik plakaları arasındaki çatlak derinleşti. 
 
‘Bir dönemin sonu’ 
Financial Times’ın araştırmasına göre, “piyasalardaki sakin dönemi bitti”. Geçen haftaki sarsıntılar (Vix –dalgalanma indeksi- 50’ye kadar çıkarak tarihsel bir rekor kırdı) bir yana, dünyanın önde gelen borsalarının bir aylık performansına bakınca, indekslerde, ABD’den Asya’ya, yüzde 6.5- 9.6 arasında gerilemeler görüyoruz. 
Borsalardaki sarsıntılar teknik nedenlerden mi, faizlere ilişkin beklentilerden mi, CBBC’de “Mad Money” Cramer’in deyimiyle “bir grup salağın marifeti” mi tartışması yoğun ama, taraflar bir konuda hem fikir: “Ekonomik temel sağlam”

Bu çelişkiyi aşabilmek için “ekonomiyi, ‘büyük durgunluktan’ çıkardığı varsayılan momentumun arkasında ne var” sorusuna cevap vermek gerekiyor. Cevap: Ucuz, kolay kredi (borçlanma). Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) verileri, küresel borçların toplam hasılaya oranının geçen yıl yüzde 40 arttığını gösteriyor. Standard and Poors, dünya ekonomisinde, mali sektör dışındaki şirket borçlarının son 6 yılda yüzde 15 artarak GSMH’nin yüzde 96’sına ulaştığını hesaplıyor. Dünya Bankası verileri, önde gelen ekonomilerde tüketici harcamalarının, 2016 sonu itibarıyla GSMH’ye oranının, 2007 yılına göre arttığını gösteriyor. Kısacası küresel kapitalizm, birikim krizini hâlâ borçlanma ve spekülasyon ile yönetmeye çalışıyor. 2008’de geriye doğru bakıp, “güçlü büyüme serap mıydı” diye soranlar vardı... Kriz devam ediyor; borsalar daha çok sallanır! 
 
Sıcak temas başladı 
IŞİD temizlenince, The Times’ın deyimiyle esas “Büyük Oyun” öne çıktı. ABD ile Rusya’nın, İsrail ile İran’ın birbirlerinin kapasitelerini, kararlılığını test etme çabaları da geçen hafta, sıcak temasa dönüşmeye başladı. 


Çarşamba günü ABD ve Suriye (Rusya) güçleri doğrudan çatıştılar. Böylece vekâlet savaşları yerini doğrudan sıcak temasa bırakmaya başladı. Çatışmanın arkasından Rusya, ABD’yi suçlarken ABD, Suriye’de bir başka ülkenin toprağına, çağrılmadan girdiğini unutup “özsavunmadan”, Washington Post’taki bir yorum da ABD’nin Suriye’deki varlığının tırmanma sürecine girdiğinden söz ediyordu. Rusya da, İdlib üzerinde Sukhoi Su-25 uçağını düşüren MANPAD’ı, Cihatçı Al Nusra’ya ABD’nin verdiğine inanıyor. 

İsrail, İran’ın Suriye’de, sınırları yakınlarında kalıcı üsler edinmeye başlamasını, Lübnan’da Hizbullah’a gelişmiş silahlar transfer etmesini önlemek için, bir süredir, Suriye topraklarında kimi hedeflere yönelik hava saldırıları düzenliyordu. Şimdi İran’ın cevap vermeye başladığı görülüyor. 
Cumartesi sabahı, İsrail, hava sahasına giren bir İran İHA’sını vurdu. Ardından Suriye’deki İran hedeflerine bir hava saldırısı düzenledi. İlk kez bir İsrail F-16 uçağı Suriye’den atılan bir füzeyle düşürüldü. Kimi gözlemciler, örneğin International Crisis Group, İsrail’in Hamas’ın zaaflarından dolayı kendini o cephede güvende hissederek, Hizbullah’a (İran’a) karşı Suriye’de doğrudan savaşa girmeye hazırlandığını düşünüyorlar. 
Haaretz’de Amos Harel, İsrail’in son hava saldırılarıyla ilgili olarak, “Ölenler arasında İranlı ‘danışmanlar’ da varsa, yepyeni bir durum oluşuyor demektir” diyordu. Jarusalem Post’ta yazan Yaakov Katz’a göre, İsrail ile İran arasındaki “gölgeler savaşı şimdi yerini açık savaşa bırakıyor”. 

Ekonomik kriz yeniden depreşirken Suriye’de savaş birçok cephede birden tırmanıyor, ABD-Rusya arasındaki jeo-politik saflaşma, sıcak temas aşamasına geçme eğilimi sergiliyor. 

Bu ortamda, AKP Türkiye’sinin hava sahası Rusya tarafından denetlenen bir alanda, kent savaşına dönüşürse büyük çaplı can kaybı yaratacak bir askeri operasyonu, ABD’yi de karşısına alarak başlatmış olması, cumartesi günü düşürülen helikopter, yaşamını kaybeden 11 asker, bölgedeki “tırmanma eğiliminin” Türkiye’yi de içine çekmekte olduğunu gösteriyor. 
Bunlar da bana, müflis Osmanlı için söylenmiş, “çocuklarımızı kumlarda değil kumarda kaybettik” sözünü anımsatıyor... Tarih ikinci kez de trajedi olarak tekrarlanıyor... 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

10 Şubat 2018 Cumartesi

Ortadoğu’daki hayalet - ORHAN GÖKDEMİR

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti…” Komünist Parti Manifestosu böyle başlıyor. Devamında eski Avrupa’nın bütün güçlerinin, papa ile çarın, Metternich ile Guizot’nun, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanlarının, bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak kurduğu haber veriliyor.

Bu büyük metnin yayınından 150 yıl sonra bu kez Ortadoğu’da yeni bir hayalet dolaşmaya başladı. İslamizm hayaletidir bu. İlkinde olduğu gibi yeni Avrupa’nın bütün güçleri yine kutsal bir ittifak kurmuştu. Ama bu kez ittifakın amacı bu hayaleti defetmek değil, ete kemiğe büründürmek, hatta imkân olursa Müslüman Kardeşler kılığında Ortadoğu’nun emperyalizmin cetveliyle çizilmiş sınırlarında muktedir kılmaktı. Irak işgali ile başladılar, Arap baharı ile sürdürdüler. Türkiye, Mısır ve Suriye bu kutsal ittifakın marifetiyle neredeyse birer tekinsiz toprak parçasına dönüştürüldü. Ortadoğu merkezli bir inancın değil, Arap “kandurası”na bürünmüş emperyalist Batının hayaletiydi bu. Şimdi “gölgesi” büyük ölçüde Türkiye’nin üzerindedir.

20 gün önce bir avuç cihatçı paralı askerle Afrin seferine çıkılmasına bir de böyle bakılmalıdır. 2011 baharında Suriye’de ayaklanma başladığında bu savaşçılar “Esat zulmüne” başkaldırmış özgürlükçü güçler olarak görünüyordu. “Dış güçlerle” hiçbir bağlantıları yoktu. Batı sadece Suriye’ye özgürlük ve demokrasi getirecek bu güçlere insani yardım ulaştırmaktaydı. Yedi yıl sonra hayaletin üzerindeki kandura sıyrılıp düştü ve hayaletin keli göründü. Hayalet falan yok, Suriye’yi işgale yeltenen güçler ve onların paralı askerleri var. Özgürlük için isyan yok, yağma için cihat var.

                                                                ***

Nedir cihadın esası? 
“Kâfirlerle” savaş. 
Kâfirler kim? 
İslam’a inanmayanlar, puta taparlar, Sabiiler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler… Sonra bizim gibi “Münafık”lar. 
Teorisi böyle. 
Hâlbuki Müslümanları tepeleyen Yahudi İsrail devletiyle Müslüman Suudi Arabistan can ciğer kuzu sarması. El Kaide türevi cihatçılar yakın zamana kadar Hıristiyan ABD’nin himayesindeydi. Bir kısmı hâlâ öyle. Puta taparlar vaktinde silinip gitti. Fatura köle pazarında satılığa çıkarılan, tecavüz edilen bir avuç Mecusi-Ezidi ve Sabiiye kaldı. 
Bu karanlık tablonun ardında yaşanan tek şey ise Müslümanın Müslümanı boğazlaması. Kısaca cihat diyoruz. İşte teorinin her zaman pratiğe uymadığının manidar örneklerinden biri daha.


Cihadın pratikle örtüştüğü tek nokta ise ölmek, öldürmek, tutsak almak, boğazlamak, yakmak, yıkmak, yağmalamak, yalan, hile ve tuzak… Bakın Suriye’ye. Çok zor şartlar altında vatanlarını savunanlar bir yanda, girdiği bölgeleri yağmalayan, çalan, tecavüz eden cihatçı paralı çeteler diğer yanda. El Nusra, Şam İslam Devleti, ÖSO gibi tumturaklı laflara takılmayın. Bu grupların çoğunun sicili etnik ve dini katliam, işkence, infaz, adam kaçırma, hırsızlık, yağma, kötü muamele ve istismar suçlarıyla dolu. Hepsinin ortak hasleti Alevi düşmanlığı. Bir süredir Kürtlere de düşman oldular; Tabii ücreti mukabili. Ortadoğu’da dolaşan İslamizm hayaletinin evrak-ı metrukesi böyledir.

                                                                 ***

Söylenen şu: TSK Türkiye sınırlarına yakın bölgelerde kurulan kamplarda bu gruplardan bazılarını eğitti ve donattı. Bu unsurlara birebir muharebe eğitimi verildi; havan, roketatar, orta ve hafif makineli silahların kullanımı öğretildi. Eğitim tamamlanınca 30 örgütün katılımıyla üç kolordu şeklinde “Suriye Milli Ordusu” ilan edildi. Zaten Suriye krizi boyunca Türkiye bu örgütlerin kurulması, eğitilmesi ve donatılmasında rol almıştı. Dün Suriye’de rejimi değiştirme adına desteklenen bu örgütler bugün PYD’ye karşı savaşta öne sürülen kara unsurları olarak meşrulaştırılıyor, hatta halk nezdinde kahramanlaştırılıyor.

ABD de vaktiyle Suriye’de alan düzleyici güçler olarak bu cihatçı çeteleri organize etmiş ve desteklemişti. Bu desteğin tek sonucunun IŞİD’in güçlendirilmesi olduğunu anlayınca vazgeçti. Ortadoğu’da İslamizm hayaletini tahkim etmek için kurulan Avrupa’nın kutsal ittifakı, hayalet kendi sokaklarında dehşet yaymaya başlayınca dağıldı. Katar çekildi, Suudi Arabistan bir süredir kanlı ellerini temizlemekle meşgul.

Hayaletin peşinden giden tek ülke AKP Türkiyesi. İçeriyi İslamize etmekte ısrar ediyor AKP. Dışarıda cihada çıkma hevesinde ama gelin görün ki Ortadoğu’nun kıyısında terk edilmiş kimsesiz bir çocuktur. Elindeki bir avuç cihatçı ile sefere kalkışması gücünden çok çaresizliğinden. Üstelik bu cihatçı çeteyi yan yana pozlar vererek soktu Suriye topraklarına. Ne eğitim düzeyleri, ne savaş kapasiteleri biliniyor. Türkiye’de nerede, ne sıfatla bulunuyorlar soran yok. Bu unsurlara maaş ödeniyor mu, ödeniyorsa kaynağı ne, silah, araç, lojistik vb. askeri malzemeler nereden ve kim tarafından temin ediliyor, kim komuta ediyor, silah veriliyorsa kaydı var mı, suç işledikleri anlaşılırsa nerede ve nasıl yargılanacaklar belli değil.

Seferinin anlamı şu: Suriye iç savaşı ile birlikte Ortadoğu’daki İslamizm hayaleti de Türkiye’nin kucağına bırakıldı usulca. Artık İslamizm bir suç çetesi, cihat ise o şebekenin suç listesidir.
                                                                  ***

Kaldı ki İslamizm bugünün değil dünün hayaletidir. Gücü, gerçek sanılmasında ve şerrinden korkulmasındadır. Hüsnü kuruntudan ibaret olduğunun pek çok örneği var…
1909’da, 31 Mart gerici ayaklanmasından sonra II. Abdülhamit indirildi ve koltuğuna veliaht Mehmet Reşat oturtuldu. İttihat ve Terakki iktidardaydı, yeni sultanın payına “Meşrutiyet padişahlığı” düşmüştü ve bundan pek memnun görünüyordu. Daha taze bir padişahken büyük savaşın fitili ateşlendi. Ancak ülke Balkan Savaşları nedeniyle zaten darmadağın olmuştu. Müslümanları cihada çağırma fikri bu çaresizlikten esinlenmiş olmalı. 1914’ün bir sonbahar gününde cihat çağrısı yapan fetva şaşaalı bir törenle Fatih Camii’ne götürüldü ve cemaate okundu. Padişahın cihat ilan ettiğini öğrenen halk, bayraklar, sancaklar ve dualarla sokaklara fırladı, minarelerden salâ verildi.
Ancak büyük ümitlerle ilan edilen “Cihad-ı Ekber”in hiçbir işe yaramadığı çabuk anlaşıldı. Kimse ciddiye almamıştı fetvayı. Cihat ilan edildiğini öğrenen düşük sultan II. Abdülhamit’in, “Şevketlû biraderim yanlış yaptı; bu büyük bir silah idi, kullanılmadıkça daha da büyük görünürdü. Asla kullanılmamalıydı…” dediği rivayet olunur.

Büsbütün etkisiz sayamayız. İngilizlerin parasıyla beslenen ve onlardan “krallık” sözü alan Mekke Şerifi Hüseyin cihada karşı çıktı ve fırsattan istifade Osmanlıya karşı Arap isyanını başlattı. Halifenin cihat çağrısına kulak asmayan “Dünya Müslümanları” ise İngiliz ordusunun yedeğinde Osmanlı'ya karşı savaşmak için yollardaydı. Gerçeklikle bağı kopmuş inancın yol açtığı büyük hüsrandır.

                                                                   ***

Hüsran yine kapımızda. Ortadoğu’da dolaşan hayaletin Bedevi kandurası giydirilmiş emperyalist bir yalandan ibaret olduğunu bu ülkenin yöneticilerinden başka herkes görüyor. Onlar ise hayaletin başına Osmanlı kavuğu takıp, eline cihat fetvası tutuşturmakla meşgul. Ama işte görüyorsunuz, bir avuç nevzuhur “Azap askeri”ne kaldı işleri.  
Oyun bitti. Artık İslamizm bir suç çetesi, cihat ise o şebekenin suç listesidir.

Orhan Gökdemir/SOL

Avrupa’nın vazgeçemediği Erdoğan…- Nilgün Cerrahoğlu

Bir okurum, “Seneler geçiyor” diye yazmış ve kısaca eklemiş: 
Amerika’sından Almanya’sına, Vatikan’ına kadar kimse Erdoğana karşı duramıyor? Neden? Bu nasıl bir dünya? Sevilmemesine karşın hâlâ nasıl oluyor da bu işleri kotarabiliyor? Bunu dünya liderlerinin çapsızlığına mı, RTE’nin başarı hanesine mi yazmalı?” 

Çok haklı bir soru. 
Erdoğan’ın hafta başında ziyaret ettiği İtalya’da da aynı soru başka biçimde soruluyor: “Ona neden tahammül ediyoruz?” 

İtalya’nın deneyimli ve tanınmış Ortadoğu uzmanlarından olan Alberto Negri, gezinin başında tam bu başlık altında bir yazı kaleme aldı. 
 
‘Mülteci bombası’ tehdidi 
RTE’nin elinde mültecilerden oluşan bir insan bombası var” diyen yazı şöyle devam ediyordu: “Bu öyle bir bomba ki Papa’yı bile korkutuyor. Türkiye artık demokrasi görünümü altında olan bir otokrasi. Ama Avrupalılar ya tamamıyla sessiz ya da Erdoğan’ı rahatsız etmeyen tepkiler veriyorlar”.. 
Bu durumun bir açıklaması “mülteci bombası” ise, diğeri birebir okurumuzun değindiği üzere kuşkusuz ki “çapsız” Avrupa liderleri ve siyaseti. 
Avrupa siyaseti tümüyle “popülizm dalgası” tarafından rehin alınmış durumda. 
Vanası Erdoğan’ın elinde bulunan, her an açılabilecek göçmen ve mülteci akımından bu kerte korkulmasının başlıca nedeni de bu… popülizm dalgası. 
Aman göçmenler mevzusu açılır da… bundan popülist partiler ve aşırı sağ yararlanır” diye artık siyasi liderler ve siyasi sınıf ağızlarını açmaya korkuyor. 
Merkezdeki partiler, aşırı sağın rol çalmasından dehşetle çekiniyor. 
Sol”un da verecek hiçbir mesajı yok.
Özetle demokratik değerler ve siyasetin içi hepten boşalmış halde. 
Batı demokrasilerinin böyle içinin boşlamasıyla doğrudan bağlantılı diğer konu “küreselleşme”. 
Türkiye’de köpürtülen heyecanlı “yerli ve milli” söylevlerine karşın; ülke hiçbir zaman AKP yıllarındaki denli “küreselleşme” nin ayrılmaz parçası ve küresel piyasanın aktörü olmadı. 
Yazının başında sözünü ettiğim gazeteci Alberto Negri, Erdoğan’ın gezisini değerlendiren bir diğer yorumunda gene, “Erdoğan Avrupa için büyük bir parti (business)” diyerek bu olaya mim koyuyor ve acı bir kinayeyle “Erdoğan İtalya için müthiş bir alışveriş. Ortamı insan haklarıyla bulandırmaya ne gerek var” diye soruyor. 
 
İştah açan sofra 
Negri bu satırların altına-kısaca- şunları da ilave etmiş: “Erdoğan’ın (Roma’dan ayrılmadan önce Excelsior Oteli’nde) işadamları ve (İtalyan TÜSİAD’ı) Confindustria ile yediği yemek rastlantı değildir. Via Veneto’daki Excelsior, Ankara’nın müttefiği Katar’ın. Katar Yatırım Fonu ise aynı zamanda İtalya’daki en büyük gayrimenkul yatırımcısı. Yemeğe Confindustria Başkanı Vincenzo Boccia ve altyapı, inşaat şirketleri başta olmak üzere tüm büyük şirketler katıldı. Projeler arasında 150 milyon yolcu taşıması ve 2024’te tamamlanması beklenen İstanbul havaalanı var. (Ankara’nın) hedefinde (demiryolları, yollar ve Kanal İstanbul’la) ulaşımı güçlendirmek; sağlık sektörü, Türk otomativini sağlamlaştırmayı amaçlayan otomativ sektörü bulunuyor. Savunma projeleri, füzeler ve Augusta helikopterleri keza gündemdeki konulardan.” 


Eh bu kadar yağlı ballı müşteriyi görünce, ev sahibi de ne yapsın? 
Açmışlar kapıları… 
Şu sırada tam Nick Robins’in “küreselleşme”ye ilişkin büyük yankı getiren “Dünyayı Değiştiren Şirket/The Corporation That Changed the World” isimli kitabını okuyorum. 
Kitap “önce ticaret, sonra da iktidar” isteyen ve bu yolla Hindistan’ı denetim altına alan tarihi “Doğu Hindistan Kumpanyası”nın büyük geçmiş serüvenini anlatıyor. 
Robins, dünyanın tekrar büyük şirketler ve finans pazarlarının borusunun öttüğü bir “Doğu Hindistan Kumpanyası salınımı” içinde olduğunu anlatıyor. Küreselleşmenin, insan hakları kaygılarının üzerine çıktığını hatırlatarak: “Piyasanın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan çalışmaz” diyor. 

Türkçeye H2O kitap tarafından kazandırılan “Dünyayı Değiştiren Şirket” i okumanızı şiddetle öneririm.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Kutuplaştırma’ kimin işine yarıyor? - KEMAL CAN / CUMHURİYET

Afrin meselesi, siyasi gündemi neredeyse tamamen ele geçirmiş durumda. İktidar partilerinin yöneticileri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hemen her fırsatta ve her yerde bu konuda konuşuyor.

Meselenin “iç siyaset malzemesi yapılmaması” isteği, “sadece benim söylediklerim ve uyumlu olanlar dinlensin” şeklinde uygulanıyor. “Afrin turnusolunda” aynı rengi tutturmaya çalışanlar bile suçlamalardan kurtulamıyor.

İki önemli muhalefet partisinin kongre süreci de bu iklimin etkisinde kaldı. CHP kurultayı, öncesi ve sonuçlarıyla iktidar çevrelerince bu gündemle ilişkilendirilerek ele alındı. Şimdi de HDP kurultayı öncesinde, bu parti mensup ve yöneticilerine yönelik gözaltı dalgalarıyla sertleşme (kriminalize etme) devam ettiriliyor. Afrin gündemi, “ayrımların olmadığı bir birlik” halinin değil kutuplaştırmanın yeni bir evresi olarak karşımızda.


“Kutuplaştırmanın” tırmandırılması, her zaman olduğu gibi yakın vadedeki siyasal kazanç beklentisiyle ilgili görünüyor. Geçen günlerde iki önemli araştırma açıklandı. Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi’nin Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler araştırması ile Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Merkezi’nin Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması. İki çalışmada da, siyasal kutuplaşmanın arttığı ve sertleştiğine dair önemli veriler var. Bilgi Üniversitesi’nin araştırmasında kendisine en uzak parti mensuplarıyla komşu olmak istemeyenlerin oranı yüzde 70 civarında. Kadir Has Üniversitesi’nin araştırmasında ise, “farklı siyasi fikirdekilere” tahammül konusunda daha “yumuşak” bir tablo var:

“Ötekilerden” komşu istemeyeceğini söyleyenler yüzde 18 seviyesinde görünüyor. Bu iki araştırma arasındaki fark, kabul edilebilir sapma sınırlarının çok ötesinde. Ama meseleye, iki araştırmanın soru biçimlerindeki fark açısından bakılınca belki daha anlaşılır bir açıklama bulunabilir: Soyut biçimde ifade edilen “farklı fikre tahammül” ile somut bir siyasi partiye alerji konusunda tepkiler değişiyor. Buna, kutuplaşma, kutuplaştırma farkı da diyebiliriz. Boğaziçi Üniversitesi’nde geçen yıl yapılan Siyasal Değerler Araştırması’nın sonuçlarını medyascopetv’de değerlendiren Prof. Hakan Yılmaz, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ya atıfla, “kutuplaşma” yerine “kutuplaştırma” teriminin kullanılması gerektiğini söylüyordu:

“Siyasi alan içerisindeki aktörlerin siyasete ilişkin kurguları ve söylemleri kutuplaştırıcı olabilir. Ama bu, toplumun tam onların istediği ölçüde kutuplaştığı anlamına gelmez”. İnsanların birbirinin boğazına sarılmaması açısından, iyi ki böyle. Ama işin diğer tarafında, “kutuplaştırmanın” siyasilere sağladığı kolaylıklar ve avantajlara bakınca durum parlak görünmüyor. 

Bilgi Üniversitesi’nin “Kutuplaşma” araştırmasını yürütenlerden Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, İrfan Aktan’la gazete duvar’daki söyleşisinde; “Giderek farklı gerçeklikler içinde yaşamaya, dahası ‘olgu’ları kaybetmeye başlıyoruz. İzlediğimiz TV kanalına veya takip ettiğimiz gazeteye bağlı olarak apayrı Türkiye’ler görüyoruz” diyor. Dolayısıyla, “durumu korumak” üzerine siyaset yapanlar için kutuplaştırma, “körleştirme” etkisi için hâlâ büyük avantaj. Kutuplaştırma siyasetinin iyice belirginleştiği son yıllardaki ciddi siyasi araştırmaların hepsinde oy verme davranışındaki “katılığın” giderek büyüdüğü ve yerleşikleştiği görülüyor.

AKP’ye kesinlikle oy vermeyeceğini söyleyenler artarak yüzde 25-30, CHP’ye asla oy vermeyeceğini söyleyenler ise yüzde 35-40 seviyesine tırmanmış durumda. Bu oran HDP’de yüzde 60, İYİ Parti’de yüzde 40, MHP’de yüzde 35’ler civarında. 

Seçmenin neredeyse üçte ikisi “asla gitmeyeceği yer” konusunda çok emin. Kutuplaştırma siyaseti ile bu “direnç” seviyeleri korunabildiği sürece mevcut durumda önemli değişiklikler olmuyor. Bildik yollar, alışılmış söylemler, kolay yöntemler hep aynı sonucu veriyor. 

Kimse “siyasete açık duran” üçte birlik seçmen oranını büyütmek için elini taşın altına sokmuyor. “Kendini beğendirmek”, suçlamalardan sakınmak için yapılan söylem ve aktör makyajları da sonuç vermiyor. 

Afrin gündemi de, “kutuplaştırma” siyasetinin yeni bir tuzağı olma yolunda ilerliyor. Bunu değiştirebilecek cesaret, söz ve eylem için ise ciddi bir potansiyel mevcut.

Kemal Can / CUMHURİYET

İnşaat çılgınlığından duygulu robotlara! - TARIK ŞENGÜL

Türkiye’nin uzun vadeli kalkınma stratejisi tartışılırken temel tespitlerden biri kentleşme sanayileşme ilişkisi üzerinedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980’li yılların başına kadar, üretken yatırımlara öncelik verilmiş, kentleşmeye kaynak aktarımı sınırlı kalmıştır. Üretken olan olmayan yatırım ayrımı tartışılabilir, ancak şu bir gerçek ki, sermaye birikiminin sınırlılığı bu uzun dönem boyunca, gerek devlet gerekse de devletin yönlendiriciliğinde özel sektörün sanayi yatırımlarına öncelik vermesine yol açmıştır.

1980 sonrası bu dengenin tepetaklak olduğunu biliyoruz. Bu durumun çarpıcı bir göstergesi kentlerdeki sanayi tesislerinin tasfiye edilip, yerlerine rezidansların yapılmasıdır. Bu durumun bir sonucu olarak GSMH içinde sanayinin 1998’de %23 olan payı, geldiğimiz noktada %16’ya gerilemiş bulunuyor. İnşaat sektörünün ise 2005 yılında 4.4 olan payı, 2016’ya gelindiğinde %8’lere çıkmış bulunuyor. Ancak uzmanlar bu payın diğer sektörlere olan etkisi nedeniyle çok daha yüksek olduğuna da işaret ediyorlar.
İnşaat sektöründeki büyümenin sürdürülebilirliği ve kentlerde yarattığı çıkmazlar konusunda uzun süredir yazıp çiziyoruz. Ancak özellikle konut üretimi ve satışlarındaki artış yakın zamana kadar hız kesmeden sürdü. Son yıllarda konut sektöründe yapılan ortalama satışların 1.2 milyon civarında olduğu görülüyor. Bu küçümsenmeyecek bir büyüklüğe işaret ediyor ve 2017 yılına da rekor büyümeyle girildi.

Lakin 2017’nin son çeyreğinde konut sektöründe %6.5’a varan bir düşüşün yaşandığı anlaşılıyor. Aynı dönemde ipotekli konut satışında da %25’lik bir düşüş var. Artık sektörün savunucu uzmanları da bir çıkmaza gelindiğini kabul etmeye başladılar.

Son günlerde konut sektöründe yaşanan daralma nedeniyle, firmalar arasında inşaat sektöründen imalat sanayine bir kayış olduğu yönünde haberler çıkıyor. Geçen dönemde verilen teşviklerin de etkisiyle, sanayi sektörünün tekrar tırmanışa geçtiği ve 2016 yılında %1,8 olan büyümedeki artışın 2017 yılında %6,3 düzeyine çıktığına işaret ediliyor.


Sanayide sağlanan büyümenin önümüzdeki dönemde sürdürülebilecek olup olmadığına yönelik önemli soru işaretleri var. Sanayinin teknolojik açıdan dışa bağımlı olması ve buna bağlı olarak da yüksek katma değerli ürünler üretememesi en önemli sorun olarak ortaya çıkıyor. Uzmanlar, bu konuda çıkış yapan ülkelerin hemen tamamında devletin öncü rolüne vurgu yapıyorlar.

Tam da bu noktada Türkiye’de devletin ekonomiyi yönlendirme konusundaki öncülük anlayışına dikkat çekmekte yarar var. İnşaat ve özel olarak konut alanında yaşanan bütün olumsuzluklara karşın, devletin kendi tercihleri açısından değişen bir şey yok. Devlet garantili büyük ölçekli projeler tam gaz devam ediyor. Önümüzdeki döneme yönelik olarak verilen garantiler kamu maliyesinin inşaat sektöründeki bir avuç firmaya çalışacağını gösteriyor.

Durum böyle olunca, sanayi sektörüne yönelik olarak devletin radikal bir tavır değişikliğine gitmesini beklemek gerçekçi değil. Bu durumda iş bu sektördeki firmalara düşüyor. Onlar bu çıkışı yapabilir mi sorusuna ise olumlu yanıt vermek mümkün görünmüyor.

Gelinen noktada özel sektör bugüne kadar görülmemiş bir borç batağının içinde. Fikir vermesi açısından firmaların borçlarının 4 trilyon liraya ulaştığını söylemekle yetinelim. 

Kuşkusuz bu firmaların hepsi sanayide değil. Ancak orada da durum parlak değil; Türkiye’deki 500 büyük sanayi kuruluşunun kullandığı toplam kaynaklar içinde öz kaynaklarının payı % 51’den % 38’e düşerken, toplam borçları % 49’dan % 62’ye çıkmış görünüyor. Ortaya çıkan durum kendi başına dramatik ancak daha da dramatik yapan önümüzdeki dönemde faizlerin yükselecek olması. Yani bugüne kadar izlenen borçlanarak büyüme stratejisinin önümüzdeki dönemde sürdürülmesi mümkün değil!

Özetlemek gerekirse; konutun merkezinde yer aldığı inşaat sektörünün durakladığı bir dönemde, sanayi sektörüne yönelmek sanıldığı kadar kolay olmayacak. Devletin aklının ve kaynaklarının büyük projelere adandığı bir durumda, böylesi bir geçiş mümkün değil.
Hiç mi umut yok? 
Açıkçası ben son robot işiyle biraz umutlandım. İleri teknoloji ve yüksek katma değer bu tür alanlarda üretiliyor. Dünyanın dört bir tarafında kaynaklar yapay zekâ merkezli projelere aktarılıyor. Öyle ki, milyarlarca lira robotlara duygu yüklemek için harcanıyor. Sonunda robotu yaptık; üstelik öyle böyle değil, yaptığımız robot önce bakanın sözünü kesiyor, sonra bakıyor olmuyor özür diliyor. 
Bizim böyle projelere ihtiyacımız var. 

Çıkacaksak, bu beton çılgınlığı çağından, duygu yüklü robotlar sayesinde çıkacağız!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Isınma turu… - L. DOĞAN TILIÇ

Muhtarlara seslenirken; “Şu ana kadar yaptıklarımız daha ısınma turları bile sayılmaz. Asıl hamlelerimizi, ataklarımızı önümüzdeki dönemde gerçekleştireceğiz”, dedi   Erdoğan


Isınma turunun başlangıcını Zeytin Dalı olarak alırsak 3 hafta oldu. Fırat Kalkanı’nı da ısınma turu sayarsak, 24 Ağustos 2016, saat 04.00’den beri ısınıyoruz!
Isınma turu gerçek turun kaçta kaçıdır? 
Ne kadar ısınmak normaldir? 
Belli bir dereceden fazla ısınınca yanma olasılığı da var mıdır?

Türkiye kamuoyunun büyük çoğunluğu, televizyon ve gazetelerin ağızbirliği ile aktardığı “operasyonun planlandığı gibi” ve “başarı ile” sürdürüldüğü haberlerinin rehaveti içinde bu türden soruları hiç akla getirmeden izliyor olanları.
O haberlerin rehavetini besleyen “dini” ve “milli” duyguyu da unutmamak gerek. Afrin operasyonunun, her ülkede kendi ordusunun dışarıda bir çatışmaya girmesi durumunda harekete geçen milli/milliyetçi refleksler yanında, isminin de dini refleksleri harekete geçirmeye dönük bir referansı var:
Zeytin Dalı Operasyonu derken; bu, sıradan aklımıza gelip de söylenen bir şey değil. Niye? Unutmayın. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de ‘Zeytine yemin olsun, tine (incir) yemin olsun ki’ buyuruyor.

İktidarın hep tekrarladığı gibi; “Afrin olayını çözecek”, “İdlib’i aynı şekilde çözecek”, “Münbiç’i teröristlerden arındıracak” ve “Irak sınırına kadar terörist bırakmayacak”sak, şu ana kadar yapılanlar gerçekten de “ısınma turu bile sayılmaz.”

Harekâtı “yerli ve milli” medyadan izleyince, sorunun bize pek maliyeti olmadan, uzamadan, tereyağından kıl çeker gibi çözüleceği izlenimi ediniyorsunuz. Gayri-yerli ve gayri-milli medyaya da bakıyorsanız, işin rengi değişiyor.

Mısır’ın şom ağızlı Al Ahram gazetesindeki analizler, “hava desteğine rağmen harekâtın yavaş ve acılı” ilerlediğini, “uzun süreceğini” söylüyor. Şimdi var olan kamuoyu desteğinin, savaşa akıtılan milyonların ekonomide yarattığı sıkıntılar iyice hissedilir olduğunda azalacağını iddia ediyor. TL’nin değerinin düşeceği, döviz rezervlerinin eriyeceği, zaten yüksek olan işsizlik ve enflasyonun daha da yükseleceğini ileri sürüyor.

Neyse ki, “yerli ve milli” analistlerimiz, ekonomiden sorumlu yetkililerimiz yaşadıklarımızın ve yaşanacakların ekonomiye bir etkisi olmayacağını vurgulayarak yüreğimize su serpiyorlar!

Dün Sedat Ergin’in Münbiç üzerinden ABD ile yaşanan gerilimi analiz eden ve “Türkiye ile ABD artık iki hasım ülke” diyen yazısı, Batı medyasında da vurgulanan bir tez. Türkiye’nin gerçekten ABD ile çatışmayı göze alıp almayacağı, gerilimi daha ne kadar tırmandıracağı, Şam’a kadar ilerleyip yeminli düşmanı Esad’la pazarlığa girişmek gibi bir “düşünülemez”i yapıp yapmayacağı gibi sorular soruluyor.

IŞİD’in yenildiği, Suriye içinde bir iki küçük cebe sıkıştığı, kontrol ettiği bölgeleri kaybettiği gerçeğinden ve Suriye savaşının büyük ölçüde IŞİD’e karşı bir savaş olarak tanımlanmasından hareketle 7 yıllık savaşın sonuna gelindiği değerlendirmeleri yapılırken, son günlerde bunun tam tersi saptamalar öne çıkmaya başladı.

Suriye Ordusu’nun İdlib’e yönelik operasyonları ve Guta’nın bu hafta başında bombalanması, Rusya-İran-Türkiye girişimiyle sağlanan ateşkesin çöktüğü, savaşın tam da bitti denilirken yeniden alevlendiği değerlendirmelerine yol açtı.

Alan kontrolünü ve devlet iddiasını kaybeden IŞİD’in çölde saklanıp yeraltına çekildikten sonra başlangıçta yaptığı gibi terör saldırılarına yöneleceği, bunun da ABD’nin bölgede kalma gerekçesini besleyeceği söylenebilir.

Esad’ın muhaliflerle çatışması, muhaliflerin aralarında birlik oluşturamama ve yönetme becerisi gösterememe hali, IŞİD’den alınan bölgelerde PYD/YPG’nin güçlenmesi,   PYD/YPG kontrolünde ama Arap nüfusun çoğunlukta olduğu alanlardaki çatışma potansiyeli, Türkiye’nin de sahada aktif çatışmalara dahil olması Suriye’de savaşın daha yıllarca sürebileceğini düşündürüyor!

Bitiş noktası belli bir koşuda “ısınma turu” iyidir, ancak sonu belirsiz bir maratonda ne kadar süreceği bilinmeyen bir “ısınma” yakıcı da olabilir, yıkıcı da!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Medya Mahallesi savaşta! - AYŞENUR ARSLAN

Defalarca yazdım, yazıldı. Tekrar etmeye gerek yok. Medya, otoriter / faşizan rejimlerin vazgeçilmez aygıtıdır. Hegemonyanın yerleşmesi için en önemli araçtır. Bunun 21. yüzyıldaki en önemli örneği de herhalde Türkiye’dir.

Bu hafta uzun uzadıya tahlile girişmeyeceğim. Son birkaç günden, medya mahallesinde “görebildiğim” kadarıyla notlar aktaracağım. O notlar da Erdoğan iktidarı döneminde hangi noktaya vardığımızı.. Medya mahallesinin kendisini bile nasıl aştığını anlatacak.

» Perşembe günü İstanbul trafiğinde adım adım yol alıyorum. Arabanın radyosunda NTV Radyo açık. 19.00 haberlerini dinliyorum. O gün, Avrupa Parlamentosu Türkiye hakkında bir karar metni oylanmış.. “OHAL’in amacını ve kapsamını aştığı.. İnsan hakları ve basın özgürlüğü konusundaki gelişmelerin kaygı verici olduğu” yolunda tespitlerle Türkiye’yi / iktidarı açık ve sert bir dille kınamış. NTV Radyo da o günün akşamında, Brüksel’e bağlanıyor. Başlık Avrupa Adalet Divanı’nın son kararı. Elbette kulak kabartıyorsunuz. Muhabir anlatmaya başlıyor: “Ünlü ayakkabı firması Louboutin, bir başka firma, kendisinin ünlü kırmızı tabanlarını kullandığı için Adalet Divanı’na başvurmuş. Ancak mahkeme, kırmızı rengin Louboutin’e ait olmadığını, dolayısıyla kırmızı tabanının tescil ettiremeyeceğini belirterek talebi reddetmiş.” 
Avrupa Parlamentosu’nun kararı mı? En azından benim dinlediğim bültende yoktu. Herhalde haber değeri de yoktu!

» Zaten haber dediğiniz nedir ki? İktidarın hoşuna gidecek, dolayısıyla patronunuzu da memnun edecek “propaganda” metinleri / kasetleri.. BirGün, Cumhuriyet, Evrensel gazeteleri ile birkaç küçük “niş” televizyon kanalını çıkartın.. Kalanı Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Birimi gibi! Makul olmaya en yakın bültenler bile o birimin faaliyet raporunu andırıyor. Sunucuları da muhabirleri de EN-GENERAL! Anlatmalara doyamıyorlar: “Filan dağ alındı, zirvesine Türk bayrağı dikildi.. Falan tepe düşürüldü, Türk bayrağı dikildi..” O dağların Suriye topraklarında olduğu -elbette- hiç konuşulmuyor. Rus uçağının (eski Nusra) Heyet-i Tahrir Şam tarafından düşürülmesi üzerine yaşananları.. Rusya’nın (nedense!!) faturayı Türkiye’ye keserek, Suriye’nin kuzeyinde hava sahasını Türk savaş uçaklarına kapattığı da konuşulmuyor.. Bunun ne anlama geldiği merak edilmiyor.


» Ama, Bakan’ın sözlerini kestiği için gündeme paraşütle inen yerli ve milli robotumuzun akıbeti konusunda bir merak bir merak! Formatlandı mı? Artık konuşmayacak mı! Derken.. Bu gözler bunu da gördü!!! Kanal D Ana Haber’de bir “röportaj”. Kanal D muhabiri robotla konuşuyor. Robota “neden öyle yaptığını” soruyor. Robot da hata yaptığını İTİRAF edip ÖZÜR diliyor. Robota mı üzüleyim.. Uzun bir süre emek verdiğim Kanal D Haber’in vara vara vardığı noktaya mı.. Bilemiyorum. Latif Demirci

» Derdi haber olmayan haberciler, elbette umursamadı. Ama, haber “onlar için bile” önemli: Düşünce / ifade özgürlüğü konusundaki kriterleri bir türü yerine getiremeyen / getirmeyen AKP, Avrupa Birliği’ne yeni bir yol haritası sunmuş. “Terörle Mücadele Kanunu’na ‘Habercilik sınırlarını aşmayan ve eleştiri amacıyla dile getirilen düşüncelerin suç oluşturmayacağı’ hükmünü ekleyebiliriz” demiş. AB Komisyonu üyeleri, gözlerine inanamayarak birkaç kez okudu mu yoksa güldü mü, kimbilir. Yıl olmuş 2018. AKP, son birkaç yüzyıldır Avrupa’nın -savaş hallerinde bile- uyguladığı bir kriteri lutfediyor. Medya mahallesi, bu süper / muazzam / dünyayı kıskandıracak adımı görmüyor. Öyle ya, mahallenin gözünü savaş bürümüş. Zannedersiniz, hepsi cephede. Savaşıyor!

» Televizyonlar azman uzmanlardan geçilmiyor. Genelkurmay Karargahı brifing salonundayız. Obüslerin çapını, roketlerin menzilini ezberliyoruz. Gazeteler deseniz.. Hepsinde birinci sayfalar savaşa ayrılmış. Biri “Afrin’e 15 km. kaldı” diyor. Bir başkası, eşi PYD’nin roketiyle hayatını kaybetmiş bir kadının “7 çocuğum var vatana feda olsun” sözlerini manşetten veriyor. En ateşlisi de, Kılıçdaroğlu’nu “Afrin’e girmeyelim” dediği için terörist ilan ediyor. Gerçekler, baskılar, hapisteki gazeteciler, meslek odalarına yönelik vahim hazırlık savaş haberlerinin gölgesinde yok olup gidiyor.

Ayşe Nur Arslan / BİRGÜN

9 Şubat 2018 Cuma

Erdoğan’ın seferi - ALPER BİRDAL

Erdoğan Afrin seferini başlatalı 20 gün oluyor. 20 günde hayatını kaybeden asker sayısı 15. ÖSO adı verilen taşeron kuvvettin kaç ölü verdiği belli değil.

TSK’nın yaptığı açıklamaları okuduğunuzda operasyonun oldukça yavaş seyrettiği sonucuna ulaşıyorsunuz. Afrin’e ne zaman ve nasıl girileceği konusunda herhangi bir açıklama yok.

Ayrıca Türkiye’nin güneyde, operasyon bölgesiyle doğrudan bağlantısı olmayan İdlib kırsalında kayıp verdiği haberleri geliyor. Fua ve Kefraya’yı kuşatma altında tutan Nusracıların Suriye ordusunun ilerlemesiyle Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeye doğru çekildiği söyleniyor.

Ortada şu veya bu nedenle oldukça yavaş ilerleyen, henüz kentsel alana taşınmamış olmasına rağmen her gün azımsanmayacak sayıda kayıp verilen, ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı belirsiz bir askeri operasyon var.


Herhangi bir askeri harekat için böylesi belirsizliklerin olağan olduğu söylenebilir. Ancak buradaki performansın ve belirsizliğin kaynağında operasyonun siyasi hedeflerindeki muğlaklığın bulunduğu gayet açık.

Savaşı siyasi hedeflerinden bağımsız düşünemezsiniz. Siyasi hedefi net olmayan bir savaşın “kazanılması” ise mümkün değildir.

Erdoğan Afrin seferiyle neyi hedefliyor?

Resmi söyleme göre sınır bölgesindeki YPG güçlerini temizlemeyi. Daha operasyon başlamadan, bakmayı bilen herkes, meşruiyetinden bağımsız olarak böyle bir hedefin karşılığının Afrin değil, ABD askerlerinin de konuşlu bulunduğu Fırat’ın doğusu olduğunu söyledi. Ama Afrin’e yönelik harekat başlatıldı. Dahası İdlib kırsalı gibi ilk bakışta ilişkisiz görülen hedeflere doğru yayılmak istendi.
Yine resmi olarak Afrin’den Menbiç’e, yani Fırat’ın doğusuna ilerleneceği söyleniyor. Meselenin odak noktası Menbiç ve ötesiyse Afrin’den başlamayı zorunlu kılanın ne olduğuna ilişkin tek söz edilmiyor.

Afrin’i bu kadar “stratejik” kılan nedir? Belli değil.

Belirsizliğin nedeni operasyonun asıl siyasi hedefiyle resmi söylem arasında çok büyük bir açı bulunması. Afrin, Erdoğan’ın göstermelik savaşıdır. Hedefi iç siyasette yaratacağı avantajları kullanmanın yanı sıra, Suriye sahasındaki işbirliklerinin yeniden tasarlanmasını zorlamaktır.
Afrin, Erdoğan’ın pazarlık masasıdır. Belirsizliklerle yüklü olması, zamana yayılması, siyasi hedeflerindeki bu pazarlık boyutunun doğrudan bir sonucudur.

Peki pazarlık kiminle yapılıyor? ABD’yle.

Erdoğan Afrin seferiyle birkaç kozu birden masaya sürmüş oluyor. Birincisi artık TSK’ya içkin hale getirilen taşeron kuvveti kontrol edebildiğini ve bu kuvvetin kabiliyetlerini göstermeye çalışıyor. İkincisi güneyde, İdlib’de Suriye ordusunun ilerleyişini bloke etmeye çalışarak Suriye’nin kuzeyini denetim altına almaya çalışıyor. Üçüncüsü Rusya’yla yaptığı işbirliğine rağmen, dışişleri bakanı eliyle ABD’ye kuzey Suriye boyunca “güvenli bölge” teklifini iletiyor. Başka bir ifadeyle, Rus masasını dağıtmak da Erdoğan’ın pazarlıktaki kozlarından bir tanesi.

ABD’nin hali hazırda takip ettiği Suriye stratejisi, ülkenin fiilen bölünmesi, kuzeyde bir Kürt protektorası yaratılması ve ülkenin kaynaklarının önemli bir bölümünün bu protektoranın kontrolüne bırakılması.

Erdoğan’ın yürüttüğü pazarlığın bu stratejiyle uyuşmayan boyutları var. Dahası Erdoğan’ın masaya koz olarak getirdiğini düşündüğü unsurların ters tepmesi de gayet mümkün. Örneğin taşeron kuvveti kontrol edebildiği iddiası, İdlib’de açıkça başarısız olması gibi.

Ancak uyumsuzluk Suriye’nin fiilen bölünmesiyle ilgili değil. Erdoğan, Suriye’nin bölünmesine değil, hangi temelde bölüneceğine itiraz ediyor ve ABD’ye alternatif sunuyor. Kuzeyde Türkiye’nin himayesinde, taşeron gücün yerleştiği bir alan yaratmak istiyor. Bu, Davutoğlu’nun adıyla anılan “alternatife” bir hayli benziyor. Erdoğan, yeni koşullarda bir kez daha başa sarmak istiyor.
Bu pazarlığın Erdoğan’ın istediği gibi sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bugünden söylemek imkansız.

Ancak açık olan bir husus var: Erdoğan’ın seferi ABD’yle pazarlık etmeyi amaçlamaktadır ve siyasi hedefleri belirsizdir.

Bu, askeri açıdan Afrin kırsalında bir süre daha top çevirmek anlamına gelir. Bu nedenle bir süre daha “stratejik” tepeler ele geçirilmeye devam eder.

Alper Birdal / SOL