13 Şubat 2018 Salı

Liberalin son yolculuğu - ORHAN GÖKDEMİR

Christopher Caudwell 1907’de doğdu. Eğitim gördüğü Papaz Okulu’nu on altı yaşında terk etti. Bir gazetede üç yıl muhabir olarak çalıştı. Sonra Londra’ya döndü ve bir havacılık yayınları şirketine yazar olarak girdi. Oradaki yazarlığı sırasında devamlı değiştirilebilen bir vites icat etti. Havacılık üzerine ders kitaplarının yanı sıra, polisiye romanlar, şiirler, hikâyeler yayımladı. Daha yirmi beşinde değildi bunları yaparken.
Yirmi yedisinde Marksizm’le tanıştı. Yirmi sekizinde ilk önemli romanı, “This My Hand”i yazdı. İngiliz şiiri üzerine kapsamlı bir inceleme olan “Yanılsama ve Gerçeklik”i yazmaya girişti sonra. O sırada Komünist Partisi’nin Poplar örgütüne girdi. Bir yandan işçi olarak çalışıyor, bir yandan durmaksızın yazıyordu. “Fiziğin Krizi” de o günlerin getirisi oldu.

Yirmi dokuzuna bastığında İspanya İç Savaşı patlamıştı. Partinin Poplar örgütü, kısa sürede bir cankurtaran arabası satın alacak kadar para toplamayı başardı. Satın alınan arabayı İspanya’ya götürüp direniş hareketine teslim etmek üzere genç Caudwell’i görevlendirdiler. Caudwell görevi tamamladıktan sonra gönüllü savaşçılardan oluşan Uluslararası Tugay’a katıldı. Makinalı tüfek eğitmeniydi. Yoldaşlarına geri çekilmek için zaman kazandırmak için makinalının başında tek başına direnişe geçti. Faşistler tarafından öldürüldüğünde 30 yaşındaydı.

Caudwell bir komünist olarak yaşadı ve öldü. Kısacık yaşamına sığdırdığı romanları ve havacılık üzerine yazdığı ders kitapları dışında yazdıklarının tamamı ölümünden sonra yayımlandı. “Yanılsama ve Gerçeklik” ve “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” Türkçede var. “Fiziğin Krizi” ne yazık çevrilmiş değil.

Yaşamı ve eserleri Türkiye’de iki kitaba ilham verdi. Biri benim ilk kitabım “Ölen Bir İdeoloji Üzerine İncelemeler”dir. Adı Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler”ine bir saygı duruşudur.  İkincisi Murat Belge’nin “Marksist Estetik-Christopher Caudwell Üzerine Bir İnceleme”sidir. Doçentlik tezidir ve Caudwell’e bir reddiyedir. Hayat çoğu zaman işte bu kadar nettir!

                                                                 ***

Weberyan bir terimi ödünç alarak söylüyorum; Murat Belge, Türkiye’deki liberal zihniyetin “ideal tip”idir. Laikliğe ve cumhuriyete düşmandır. Devrimlerden ve devrimcilerden nefret eder. İşçi sınıfı onun için bir karikatürden ibarettir. O bir aydın değil, entelektüeldir. Bilgisini bir aydın gibi değil, bir mühendis gibi kullanmaya çabalar. Ama gelin görün ki, kendisi ve dergisi 1970’li yıllardan beri ülkedeki resmi ideolojinin değirmenine su taşımaktadır. Birikim dergisi, devletin sadece solcuları vurmaya ayarlanmış bir gizli silahı gibidir yayınlanmaya başladığı günden bu yana.
Hoşlanmadıkları hemen herkesi jakoben olmakla suçlamalarına karşın gerçek jakobenler onlardır!

Bu dergi 1987’de yayına yeniden başladığında, tuhaf bir şekilde dümeni “Avrupa  solu”ndan “İslamcılığa ve milliyetçiliğe” kırmıştı. “İslamcı aydınlar”ı (Nasıl bir şeyse!) dağarcığımıza sokan onlardır. Yazıp çizdikleri şeyler, 12 Eylül generallerinin topluma yedirmeye çalıştığı “Türk-İslam Sentezi”nin sol için ezilip yutulabilir hale getirilmiş versiyonuydu. Bunların yanı sıra ülke tarihinin çarpıtılmış bir versiyonu üzerine geniş bir azınlık mağduriyeti külliyatı geliştirdiler. Kemalistler darbe yapıp, İslamcı, Kürt, Ermeni kim varsa ezip geçmiş, zulüm yapmıştı. Sosyalizm yıkılıp gitmişti, özgürlüğün ideal hali piyasa mekanizmasıydı ve kaynağı Batıydı. Antiemperyalizm çocukluk hastalığı, Aydınlanmacılık bir ham hayalden ibaretti. Yeni dönemin ruhu “özgürlükçülük”, “İslamcılık” “çok kültürlülük”tü.

Bir umacıya dönüştürdükleri Kemalizm nihayetinde yoksul halka ışık götürme çabası, onunla yakınlaşma hissiyatıydı hâlbuki. Küçümsediler ve karaladılar. Cumhuriyet ve laiklik bu halkın başına gelmiş en büyük şansızlıklardan biriydi, öyle yazdılar.

                                                                   ***
Can Dündar dizaynı Cumhuriyet gazetesi, malum, küçük Murat Belgelerle dolu. Onun gazetenin başına musallat ettiği Nuray Mert’ten uzun uğraşlar sonucu kurtulduk ama başta Aydın Engin ve Ahmet İnsel olmak üzere Cumhuriyet’teki liberal çete hâlâ hükmünü sürdürüyor. Bir ara Murat Belge’ye bile açtılar gazetenin sayfalarını. Yazdı o da hepimizin aklıyla alay eder gibi… 
Türkiye Cumhuriyeti'nin genel olarak gelenekle arası hoş değildi, çünkü çeşitli nedenlerle Osmanlı geçmişinden uzaklaşmanın iyi olacağına inanılmıştı. Bu tavır, İstanbul Ramazan'larını da sekteye uğratmıştı. Hâlbuki Osmanlı'da Ramazanları daha hoşgörülüydü. Bu genel dindarlaşma başka her şey gibi hemen siyasetle buluştuğu için bir süredir “oruç tutmayan filanca dövüldü” türünden haberler okuyor veya dinliyorduk. Ölüm olayı bile görülmüştü ki çok fenaydı bu. Hâlbuki Osmanlıda bambaşka bir özgürlük âlemi hüküm sürmekteydi. Teokratik Osmanlı düzeninde göz önünde oruç yiyeni bekçi alır götürür, falan, olurdu böyle şeyler. İslamcılığı temel siyaset yapmış Abdülhamid zamanıydı netice itibariyle…

Adını Cumhuriyetten alan Cumhuriyet gazetesinde bunları yazma cüreti gösterebilen Belge, yakın zamana kadar AKP'nin önde gelen destekçilerindendi. Cemaatin operasyon gazetesi Taraf yazarı, bugünlere gelmemizin kırılma noktası 12 Eylül referandumunda "evet" kampanyasının şampiyonu, iktidarın "Akil Adam" projesinin aktörü aynı zamanda. Cumhuriyet gazetesini de hedef alan Ergenekon ve Balyoz davalarının şakşakçısı, Cemaatin Abant toplantılarının daimi elemanı. Öldürülen Hopalı öğretmen Metin Lokumcu’ya “Ergenekoncu” demişliği,  Taksim’de 1 Mayıs kutlama girişimini "darbe teşebbüsü" saymışlığı, "yargıyı dedeler yönetiyor" diyerek Alevileri hedef göstermişliği var. İçeriksiz, derinliksiz Cumhuriyet ve Kemalizm nefretiyle yoğurup yazdığı kitap, makale, Birikim-Radikal-Taraf yazıları ile solumuzun önemli bir bölümünü zehirledi, komaya soktu. Müthiş bir başarı hikâyesidir!

                                                                     ***

Yıl 2016. Cumhuriyet gazetesi, "Türkiye nereye koşuyor, çıkış nerede?" başlığı ile bir yazı dizisi başlattı ve mikrofonunu “aydınlara” uzattı. Bu isimlerden biri Murat Belge’nin uzatmalı yoldaşı, Birikim Dergisi kurucularından liberal “yetmez ama evetçi” Ömer Laçiner’di. "Türkiye tam teşekküllü bir diktatörlüğe doğru koşuyordu” dediğine göre. Oysa aynı Laçiner, 2002 yılında AKP'nin iktidara gelişini "Muhafazakâr demokrat İnkılap 1946-1983 ve sonunda 3 Kasım" manşeti ile Birikim Dergisi'nde kapağına taşımıştı. Hem tam teşekküllü diktatörlük olsa ne olmasa ne? 
Biliriz, liberaller birer hacıyatmazdır.
“Hiç mi halkın hayrına işleri yok” diye soracaksınız. Olmaz mı? AKP’nin Mehmet Metiner’ini ve HDP’nin Altan Tan’ını, Yasin Aktay’ını üzerimize salanlar bunlar. Bir söyleşide eskiden sosyalist olduğunu, ancak Ahmet İnsel ve Murat Belge okuduktan sonra AKP'li olduğunu söylemişti; Muhsin Kızılkaya onların eseri. “Başdanışman” Cemil Ertem, “hepdanışman” Hilal Kaplan Birikim’in sayfalarında üretilip üzerimize boca edildi. Saymakla bitmez…

Liberal dediğimize bakmayın, durumu karşılayacak başka bir sözcük icat edemediğimizden ödünç alıp kullandığımız bir kavram bu. “Okuryazar mürtecilerdir” sözünü ettiğimiz. Ülkede düzeni ayakta tutmak için zorunlu olan karşı devrim örgütlenmesinin gönüllü ideologlarıdır. Düzenin solu kirletme, ahlakını ve aklını bozma ajanlarıdır.   

Laikliği elbirliği tepelediler ve cumhuriyetin gerici güruh tarafından yıkılışına destek verdiler. O yıkıntıda din destekli saf bir faşizm yeşeriyor şimdi. Demek ki okumuş mürteciler için sıvışma zamanı. Nitekim Murat Belge’nin de Oxford Üniversitesi'nin “Risk Altındaki Akademisyenler” kadrosuna başvuruda bulunduğunu haber verdiler birkaç gün önce. Okuryazar mürteciinin son yolculuğudur.

                                                                   ***

Bunca kavgadan, bunca zulümden, bunca kayıptan sonra hala böyle yazılar yazmak zorunda kalmak ne acı. Yazıyoruz, çünkü zehirlediler solumuzu. Bunları solcu, şunları muhalif, onları aydın sananlar var aramızda.

Şimdi bir Christopher Caudwell’e bakın gönül gözüyle, bir dönüp ona reddiye yazan Murat Belge’ye…

Bazıları bir komünist gibi yaşar ve ölür, bazıları zoru görünce batan geminin fareleri gibi sıvışır. 

Hayat çoğu zaman bu kadar nettir.

Orhan Gökdemir / SOL

Yine kandırıyorlar- AYDEMİR GÜLER

Erdoğan “Reis - bizi - Afrin’e götür” diye seslenenlere inanmak istiyor.
Götüreceğim, demiş yanıt olarak. Afrin deyince akan sular durur, manasına “Afrin deyince bu millet hazır”mış. Erdoğan inanmak istiyor. Arkasında büyük ve inanmış kalabalıklar olduğuna hangi lider inanmak istemez?
AKP için bu, bir ara kısmen gerçekleşmişti. Ama şehit olmaya hazır olmak biçiminde değil.

“Şimdi bizim sıramız geldi” diye tarif etmek daha doğru olur. Kendilerini Tüsiad takımının yanında hayli ezik hisseden tarikat holdingleri biz de süper lige çıkacağız ve onlar kadar biz de kazanacağız diye heyecanlandılar ve Erdoğan’a para için inandılar.
Tüsiad türü zenginlerde inanç biraz zayıf oluyor. Ama onlar da, cool bir tavırla, “evet demişlerdir, bu İslamcılar milleti zekatla geçinmeye ikna edebilirler ve üstelik devlette yuvalanıp işimizi yavaşlatan birtakım bürokratları da din, iman diye diye süpürebilirler. Kırk yıldır istediğimiz bu değil miydi?” Doğrusu, inanmışlık sayamasak da çok güçlü bir destekti.

Emperyalistlerin de kendisine inandığını, Büyük Ortadoğu’nun ortağı yapıldığını anlattı adamcağız uzun süre. Sonra Medeniyetler İttifakının eş başkanı mı ilan etti kendini, nedir… Ama emperyalistler de inanç hepten yoktur. Biri olmadı mı; sifonu çekerler, olur biter. Sıradaki gelir.

Erdoğan’a inananlar arasında bu sıralar memleketten müsaade isteyen Belge tipi liberaller var mıydı? Bana sorarsanız, bunlar yobazlar kalabalığından demokrasi çıkacağına, tarikatların sivil toplumu oluşturabileceğine falan inanmış olamazlar. Daha kötüsü! Bunlar dünyanın bu zamanında egemenlerin isteklerinin önünde durulmaması gerektiğine, anlattıkları büyük dönüşümden parsa kapmaya çalışmanın daha rasyonel olduğuna kanaat getirmişlerdi. Ulus-devlet demode olmuştu, sosyalizm ölmüştü, sınıf kavramı açıklayıcı değildi, parti olmayan partiler, sendika olmayan sendikalar çağına geçiş için paranın ve dinin ittifakı iyi giderdi. Bu ittifakın ihtiyaç duyduğu ideoloji de Kuran’dan çıkmayacağına göre liberal aydının paraya para demeyeceği fırsatlar zamanının şafağı söküyordu. Belge ve benzerleri taammüden ve hiç inanmadan iş gördüler.
Peki Erdoğan’a geniş halk kitleleri, yığınlar, yani oy veren veya meydanları tıka basa dolduranlar inandı mı hiç?
Bu soruya hayır demek haksızlık olur. Elbette belli ölçülerde inandılar. Ama olayı tersinden abartmanın da manası yok. Bunlara, oy vereceğin parti kazanamayacak, artık bitti dense, anında “ben anlamıştım zaten” derler. Zaten çok ileri gitmişti, bu kadar da olmaz ki diye bütün kahvehanelere, bütün cami avlularına dağılırlar…

Bunların “her daim Reisin yolundayım” diyenleri, ben dersem hakikaten hakaret sayılır, kendi tabirleriyle “g… kılı” sınıfındandır. İtaat ve inanmışlık bekleyen bir lider bundan hoşnutluk duyabilir. Ama her lider bilir ki söz konusu güruh bir kuru kalabalıktır. Kaç milyon olurlarsa olsunlar üflesen dağılırlar. Sayılarından bağımsız olarak siyasi ve toplumsal bir güç oluşturmazlar. Binde, on binde birleri kadar ama ne yaptığını bilen bir güçle karşılaşınca dağılıp giderler. Bunu her lider bilir.

Başka, başka… Düşünüp duruyorum ve Erdoğan’ın da her lider gibi çok arzu edeceği inanmış kalabalıklarla, bunca yıllık siyaset hayatında kaç dakika buluştuğunu tam kestiremiyorum. Parayla satın almak, terbiye etmek, çıkar ortaklığı… bunlar “inanarak bağlanmayı” anlatmıyor.
Hiç yok demiyorum ve kuşkusuz dinselleşmenin bir ölçüde böyle bir bağ yarattığını reddetmiyorum.

Ama onun da nereye kadar süreceği bellidir. Evladının mezarının başında bir sandalyeye çökmüş şehit babası, şehitlik mertebesi için sırıta sırıta sıraya girdiklerini ilan eden devlet erkanının yalanını görmüyor olabilir mi? Afrin deyince herkes hazırmış! Afrin’in sıradan insanların ve onların ülkelerinin çıkarlarıyla uzak yakın bir alakasını kurabilen ve kurduğu ilişkiye inanan bin kişi çıkmaz!

O yüzden Erdoğan Suriyeli paralı askerlerden sonra paralı korucu aşiretlerine yüzünü çevirmektedir. Bir düzenli ordu, isterse Hulusi Akar’ınki olsun, toplumu ikna ihtimali sıfır çeken bir operasyonu yürütemez. AKP’nin, artık parayla savaştırmaktan başka kabiliyeti kalmamış bulunuyor. Parayla bağırttırıyorlar: “Reis – bizi – Afrin’e götür.”

Tayyip Erdoğan, bunlar seni kandırıyor. Seni kandırmaları için bunlara para veriyorsun. Fazla sürebileceğine sen inanıyor musun?

Aydemir Güler / SOL

Latin Amerika solu ve seçimler - HAYRİ KOZANOĞLU

Latin Amerika daima dünya solu için umut ve ilham kaynağı ola geldi. 2000’li yılların başında yükselen“sol dalga” birbiri ardına Güney Amerika ve Orta Amerika ülkelerinde “sol hükümetleri iktidara taşırken” süreç “Latin Amerika’nın İkinci Bağımsızlığı”diye de adlandırıldı. 

Birinci bağımsızlık İspanya’nın boyunduruğundan kurtulmak ise, ikincisi de Amerikan egemenliğine ve Ortodoks neoliberal reçetelere baş kaldırmaktı. Bilindiği gibi Özallı yıllarla birlikte Türkiye’de de ekonominin köşe taşını oluşturan Friedmancı öğretinin, laboratuar ülkesi Chicago Boys marifetiyle Şili’ydi.

Şimdilik Latin Amerika’nın sola yürüyüşü duraklamış görünüyor. Yaşanan süreç, sol söylemlere sahip olmasına, büyük ölçüde emekçi kitlelerin desteğine dayanmasına, yer yer anti-emperyalist çıkışlarına karşın“pembe dalga” diye adlandırıldı. Çünkü, evet bir yandan geniş halk yığınlarının yüzünü güldüren bölüşüm politikaları uygulandı; yoksulları gözeten sosyal programlar hayata geçirildi. Ama öte yandan güç ve mülkiyet ilişkilerini değiştiren, kalıcı toplumsal örgütlenmelerle halk kitlelerini iktidarın gerçek sahibi haline getiren“radikal” hamlelerden kaçınıldı. Uruguaylı siyaset bilimci Eduardo Gudynas bu modele“telafi edici devlet” adını veriyor; kaynak sorununu güçlü emtia fiyatlarıyla çözen ilerici hükümetler, bölüşümü emekçiler lehine düzenlerken, mevcut sınıf yapılarını değiştirmeyi veya karlılık ve mülkiyet rejimlerini karşılarına almayı göze alamıyorlar.
Latin Amerika’nın doğal kaynaklarının bol ve tarım potansiyelinin yüksek oluşu göz önüne alınırsa, yüksek seyreden emtia fiyatları sol yönetimlerin kitle desteğini korumasını sağladı. Ne var ki çoğunlukla“millileştirme” adımları yerine, yabancı sermayeyle iş tutma yolu yeğlendi. Son yıllarda başta petrol, temel mal fiyatlarındaki düşüş de sol yönetimlerin popülaritelerini sarstı ve birbiri ardına seçim başarısızlıkları gözlenmeye başlandı.

Dünya solunun esin kaynağı Latin Amerika
Örgütsel formlarıyla da Latin Amerika’daki direnişler, Gezi Ayaklanması dahil tüm dünyadaki sokak hareketlerine esin kaynağı oldu. Jacobin dergisinde Jeffery R. Webber bu dinamiği şöyle betimliyor:
2000 ve 2005 arasında Latin Amerikalı toplumsal hareketler doğrudan eyleme ağırlık verirken, tabanda katılımcı demokrasiyi ve politikanın profesyonellerin uğraşı olmaktan çıkarılmasını da benimsediler. Meclis formu, müzakereci yöntemlerle karar verme zemini haline geldi. Halk örgütlenmeleri, devletle çatışmak ile öz yönetimin yeni formlarını inşa etme pratiğini birleştirerek neoliberalizm sonrası, bazı örneklerde kapitalizm sonrası, özlemini duydukları toplumların ilk nüvelerini yaratmaya yöneldiler. ( Jeffery R. Webber, Down But Not Out, Jacobinmag, 19.05. 2017 ) .


Sol hükümetlerin iş başına gelmesiyle toplumsal hareketler yönetim aygıtının bir uzantısına dönüşmekle, radikal özlerini korumak arasında bocaladılar; çoğu örnekte etkilerini ve kitleleri mobilize etme kapasitelerini yitirdiler.
Arjantin’de ve Şili’de bizzat zengin iş adamlarının başkan seçilmesi, Brezilya’da Dilma Rouseff’in“darbeyle”azledilmesiyle birlikte, Latin Amerika’nın sağa savruluş süreci ivme kazanmış görünüyor. Bu durumdan uluslararası sermaye çevreleri ve Financial Times, Wall Street Journal benzeri küresel sermayenin yayın organları haz duyuyor. Örneğin, Financial Times geçtiğimiz hafta yayınladığı Latin Amerika dosyasında, “sağ ve sol” popülizme dikkat çeker, yolsuzlukla mücadelenin önemini vurgularken, aslında “neoliberal programları” uygulamaya teşne “merkez sağ” seçeneklere çiçek uzatıyordu. (Financial Times 8 Şubat 2018)

Latin Amerika uzmanı Marksist sosyolog James Petras’ın sistematiğini benimsersek, bölgedeki sağa çark etme dinamiğini üç kategoriye ayırabiliriz: Sağ radikalizmin yükselişi, merkez soldan merkez sağa kayış ve soldan merkeze yöneliş. (James Petras , Official website, Latin America : The Pendulum Swings to the Right, 12.19.2017 ).

Sağ radikalizm
Bu eğilimin Arjantin’de Mauricio Macri’nin seçilmesiyle ivme kazandığı söylenebilir. Macri popülist söylemleriyle sade yurttaşların da bir kısmının desteğini kazanmasına karşın, doğrudan“zengin dostu” neoliberal politikaları benimseyen, emperyalistlerle ekonomik ittifaklar ve askeri stratejiler konusunda yakın işbirliği yapan bir figür. Christina Kirchner dahil muhalefet güçlerine baskı uygulayıp, politik tasfiyelere girişmesiyle de otoriter yüzünü gösterdi. Böyle giderse, geçmişte“barikatlardaki direnişlerle”   ülkede  “devrimci durum” yaratmış emekçi kitleleri öfkelendirerek, yeniden harekete geçmek için tahrik etmesi beklenebilir.

Bölgenin iki büyük ülkesi Brezilya ve Meksika 2018’de seçimlere sahne olacak.
Brezilya’da Başkan Dilma Rouseff sağ bir komplo sonucu azledilerek, yerine çok sayıda mali ve politik yolsuzluğa bulaşmış Michel Temer monte edildi. Ekim 2018 seçimleri için, halk kitleleri nezdinde hala popülaritesini koruyan, kamuoyu yoklamalarında açık ara önde giden Lula da Silva’nın önünü kesmek için her yol mubah kabul ediliyor. Lula’ya yöneltilen yolsuzluk suçlamasının hiçbir maddi temeli ortaya konulamadı. Rüşvet kabilinden kabul ettiği iddia edilen yazlığın mülkiyeti kendine ait olmadığı gibi, aileden hiç kimsenin bu mekana ayak bastığı da kanıtlanamadı.Merkez sağın adayı Doria’nın“düşük vergiler, esnek emek politikaları, radikal özelleştirmeler”  şeklinde“sermaye programı” medya desteğine karşın rüzgar estiremedi. Açıkça askeri yönetim yanlısı, komünizm düşmanı emekli yüzbaşı Bolsonaro ise, aniden popüler bir figür haline de gelse, Lula’ya ciddi bir rakip kabul edilmiyor.

Meksika’da da, Temmuz’da düzenlenecek başkanlık seçimleri için, sol aday, Meksika City eski belediye başkanı Lopez Obrador önde görünüyor. Daha önce seçimlere hile karıştırılmış olduğu, özellikle 1988’de ve 2006’da sol adayla Cardenas ve yine Obrador’un zaferlerinin gasp edildiği biliniyor. Meksika’da Obrador’a destek veren emekçiler, sendikalar bir kez daha narko-devletin devreye girip, seçimi çalmasından endişe duyuyor.

Kısmi farklılıklara karşın, Kolombiya, Peru, Paraguay, Guatemala, Honduras ve Şili’de de, ABD emperyalizminin dümen suyunda sağ iktidarlar bulunuyor.

Merkez soldan sağa kayış
Bu kategoride Ekvator ve Uruguay’ı sayabiliriz. Ekvator, Rafael Correa döneminde, Bolivya ve Venezuela ile birlikte“umut ekseninde” yer alıyordu. Uruguay da, Türkiye ziyaretinden tanıdığımız “yoksul başkan”Jose Mujica yönetiminde, kamu yatırımları ve sosyal reformlar temelli sol politikalara imza atmıştı. Sol cephedeki dağınıklık ve kopuşlar sonrası, Uruguay’da Tabare Vazquez’in “Geniş Cephesi” ile Ekvator’da Lenin Moreno’nun PAİS İttifakı neoliberal ekonomi politikalarına yöneldiler. Her iki ülke de Şili’nin yanında Trans Pasifik Ortaklık anlaşmasına imza attı. Açıkçası düşen metal ve tarım ürünü fiyatları da kamucu programların uygulanmasını zorlaştırdı.

Soldan merkeze yöneliş
Bolivya Evo Morales liderliğinde sağı püskürtme ve sandık başarılarını sürdürme anlamında başarılı oldu. Yalnız zamanla, yabancı sermayeye tavizler vererek ve Latin Amerika’nın sağ rejimleriyle sıcak ticari ilişkiler geliştirerek“karma ekonomiye”yöneldi. Toplumsal hareketleri canlı tutmayı başarması ise, hanesine başarı olarak yazılıyor.
Venezuela’ya gelince, Chaves sonrası Maduro döneminde yolsuzlukların ve beceriksizliklerin yaygınlaştığı bir gerçek. Ülkenin temel zenginlik kaynağı petrol fiyatlarının düşük seyretmesi de yaşam standartlarını geriletti, sosyal programların uygulanmasını zorlaştırdı. Buna karşın, çete saldırıları düzenlemekten geri durmayan, ülkenin zengin oligarşisine dayanan, emperyalizm güdümlü“kirli muhalefete” karşı seçim başarıları sağlandı. Gecekondulardaki yoksul mahallelerin arkasında durduğu Maduro’nun toplumsal desteğinin özellikle eğitimli kesimlerde gerilediği gözleniyor.
Tüm karamsar atmosfere karşın, önce Meksika’dan ardından Brezilya’dan gelecek solun seçim başarısı haberleri bir anda Güney’deki psikolojik ortamı değiştirebilir. Özellikle toplumsal muhalefetin sandıklara sahip çıkma konusunda sergileyeceği direngenlik ve geliştireceği pratikler, Türkiye için de heyecan ve esin kaynağı olabilir…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Suud kralıyla mahalle bakkalı - ALİ MURAT İRAT

Araplar için “Arap olmayan Müslümanlar” hep ötekiydi. Onların adı “mevali”ydi. Bu isim cahiliye döneminde kabileye dışarıdan katılan kişileri belirtmek için kullanılsa da, Emevi hanedanı Arap milliyetçiliğinin dibine vurduğunda, özellikle Farsi ve diğer unsurlar için de bu kelime çokça kullanıldı. “Arap olmayan Müslümanlık” İslam’ın çıkış yeri olan Arap coğrafyası için her dönem bir sorun oldu. Ümmet kavramı milliyetçi aşırılıkları aşmak için bir çabaydı. Müslümanların ırk, din ve dil ayrılıkları önemli değildi. Ancak teoride oldukça barışçıl bir eşitleme aracı olarak duran “ümmet” pratikte pek de tutmadı. Türkiye’de de çoğu İslamcı Kürt grubun, özellikle 1990’ların başında, çıkardıkları yayınlarda ısrarla vurguladıkları şey bu sorundu. Onlara göre, Kürt kimliği, diğer Müslümanlarca (Türklerden bahsediyorlardı) tanınmıyordu ve “Kürtler ümmetin yetim evlatlarıydı”.

Milliyetçi dışlama nedeniyle Arap olmayan Müslümanların önemli bir kısmının 12 İmamcı anlayışın şemsiyesi altına girdiği görüldü. Kuşkusuz başka ve daha derin nedenler vardı ancak etnisite farklılığı Şia’nın yayılması ve güçlenmesinde önemli bir faktördü. İslam’ın yayıldığı her coğrafya, kendi sosyo-kültürel mirasına uygun bir İslami anlayışı yerleştirdi. Kimi yerlerde “pratik” öne çıkarken, kimi yerlerde “fikirler” öne çıktı (İslami ortodoksi ve ortopraksi). Ancak Şia, mevali coğrafyada daha fazla taraftar buldu ve Arap milliyetçiliğinden bir kaçışı sağladı: “Dinleyin nefesim Mevali canlar/ Ali için okuram lanet Yezid’e/ Muhammed Ali’yi sevmedi onlar/ Onun için okuram lanet Yezid’e”…


Şiilikle Sünnilik arasındaki mesafe, bu nedenle, sanıldığı gibi yalnızca itikadi değil. O aynı zamanda sosyal, kültürel ve tarihsel bir uçurumu da işaret etmekte. Hz. Ali’nin halifeliği sorunundan, Kerbela meselesine kadar birçok sorun hala ortadadır. Dinler için bir başka çağ başlamazsa, durumun böyle süreceği de aşikar. Bunun nedeni ise her iki kesmin imanlarını biraz da diğerlerinin haksızlığı üzerinden tazeliyor oluşu (İtikadi tartışmalara girmiyorum bile. Ama kısaca, İhlas suresindeki “Kul hüvallâhü ehad (De ki: O Allah tektir)” ayetindeki ehad/tek kelimesi üzerine yapılan okumalardaki farklılıklar bile İslam’daki monist anlayışlarla dualist anlayışların nasıl derin bir tartışma içerisinde olduğunu gösterir nitelikte).

“Yargılama gününe inanan her Müslümanın” (Teist müslümanlar) kendi yollarının sırat-ı müstakim (her türlü aşırılıktan azade yol) olduğuna ve dahası sahih tek yolun kendi yolları olduğuna iman ettikleri bir vakıa. Peki neden Şiiler ve Sünniler ve hatta diğer İslami tecrübeler arasında bu denli yoğun bir çatışma var. Çünkü sorun basitçe ve yalnızca itikadi değil. Kültürel ve tarihsel farklılıklar, tarihteki kimi felaketlerle sabitlenmekte (Kerbela vb) ve bugünkü uluslararası sistemin yarattığı çatışma ortamı için devletler tarafından meşruiyet yaratılmaktadır.

İslamcıların en büyük yanılgısı taktıkları gözlüklerde. Kapitalizme yabancı olmayan ve hatta onu besleyen yapıları savaşların neden bu denli “canlı” ve İslam coğrafyasında devam ettiğini anlamalarını güçleştiriyor (Ya da bu savaşlar işlerine geliyor). Ortada devlet denilen savaş makinaları ve devletler arası kapitalizm denilen devasa bir sistem var ki onun ekonomi politiği, itikadi alandan, kültürel alana kadar her şeyi belirleyen bir ağırlık merkezi oluşturmuş durumda.

Biz Suud kralının bizim mahalle muhtarından daha Müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Kimse de bilmiyor ve bilemeyecek. Ancak din/İslam adına karar verip savaş çıkaran, binlerce insanın kanına giren de bizim mahalle bakkalı değil, Suud kralı (Ya da diğerleri). Ve Suud kralının ölümünde hepimizin çok üzüldüğünü anlatmak için milli yas ilan edilecekken, bizim mahalle bakkalı yarın bir savaşta ölürse yakınlarına bağlanacak şehitlik maaşından öte bir miras bırakamayacak.

İşte bu nedenle Ortadoğu’da barış denilen şey bugünden yarına gelmeyecek. Çünkü milliyetçilik ve ulus devletler bölgedeki çatışmaların genel reflekslerini oluşturmaya devam edecek. Ve bütün bunlar uluslararası imparatorluğun genel çıkarları ve iç hesaplaşmaları üzerinden şekillenecek. Şiilerle Sünniler, Amerikalılarla Ruslar, daha on yıllar boyunca dibimizde savaşacak. Arap olmayan Müslümanlık, Şiilik, itikadi farklar, Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer bütün her şey savaşların genel itkisi ve nedenini oluştururken, aynı zamanda meşru zeminini de hazırlayacak. Ve kapitalizmle hesaplaşmaksızın hiçbir barış, hiçbir demokrasi, hiçbir huzur bu mahalleye uğramayacak.

ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

Nabi Şensoy, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli diplomat!.. - FİKRİ SAĞLAR

Geçtiğimiz hafta İzmir’de yeri doldurulamayacak değerli bir insanı yitirdik...
Eşim Serap’la ve onu tanıyan tüm dostlarıyla birlikte; iyi bir eşi, başarılı bir büyükelçiyi; gıptayla bakılan, uluslararası arenada ses olmuş, Türkiye’yi eksizsiz temsil etmiş bir diplomatı kaybettik. Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, aziz arkadaşım Gülgün Şensoy’un çok ama çok sevgili eşi Nabi Şensoy’u cuma günü İzmir’den sonsuz yolculuğuna uğurladık.

                                                                    •••

Okul arkadaşları, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan meslektaşları, birlikte görev yapmış bakanları, siyasiler, onu tanıyan ve seven yurttaşlar, dostları ile ailesi, hüzün içinde camide buluştuk.
Ve…
Yaşamın zor taraflarını ve de en sevdiği konusunu Fenerbahçe’yi her gün büyük bir mutlulukla paylaşan kardeşi Melih Şensoy’la birlikte Nabi Şensoy’u hüzün içinde toprağa verdik… Ülke bir değerli evladını daha kaybetti. Acımız yüreğimizi yakıyor…

                                                                      •••

Nabi Şensoy çok iyi bir insandı. Dost canlısıydı. Ailesine düşkündü.
Görev adamıydı. Yurtseverdi. Yeri geldiğinde sevecen bir halk adamıydı. Sakin, dikkatli, çalışkan, dünyayı takip eden, kıvrak zekâsıyla sorunları önceden sezen, ona göre önlemler alan, samimi ve nezaket kurallarını çok iyi bilen bir diplomattı. İyi bir entelektüel, birikimli bir sanatseverdi.
Sözünü sakınmadan söyler, kırmadan dökmeden karşısındakini ikna ederdi.Doğru bildiği ve haklı olduğu konularda taviz vermezdi...
En zor koşullarda bile verilen görevi yerine getirmek için büyük çaba gösterir, bunu yaparken bile insan ilişkisine saygı gösterirdi. Eşi Gülgün’e olan düşkünlüğü, birlikte yaptıkları hizmetler ABD’de ses getirmişti. Obama Ailesi’nin sevgisini kazanan Gülgün Şensoy arkasında iz bırakan bir sefire olmuş, Türkiye’yi Nabi Şensoy’la birlikte olağanüstü düzeyde temsil eden ender diplomat ailelerinden biri olmuşlardı...

                                                                    •••

Nabi Şensoy, 1980 sonrası ülkemize görkemli hizmetler yapmış bir büyükelçidir!..
Çok başarılı bir kariyeri vardır. Diplomasi tarihimizde ender rastlanan görevler yüklenmiştir. 1970 yılların sonlarına doğru Türkiye’nin Küba Büyükelçiliği’ni Nabi Şensoy kurmuştur. Yeni bir misyon yaratmak, Dışişleri Bakanlığı’nda çok önemsenen, aynı zamanda da çok zor bir görevdir.
                                                                     •••

Şensoy çok az kişiye verilen hizmetler üstlenmiştir. 1990’da İspanya Büyükelçisi olarak atanmıştır. 1995’de Siyaset Planlama Genel Müdürü, 1997’de Müsteşar Yardımcısı olmuştur. 1998’de ilişkilerimizin en fırtınalı döneminde Rusya Federasyonu Büyükelçisi olarak atanmıştır. 2006 Ocak ayında ise ABD Büyükelçisiolarak görevlendirilmiştir.
                                                                       •••

Görüldüğü gibi Şensoy’a; Madrid Büyükelçiliği sonrası dünyada da ender görülen ve de çok az sayıda başarılı Büyükelçiye nasip olan iki farklı kutup da görev yapma fırsatı tanınmıştır... Nabi Şensoy, hem Moskova hem de WashingtonBüyükelçiliği’nde bulunmuş, en kritik dönemde her iki ülkede de başarıyla ülkemizi temsil etmiş, ülkemizin haklarını savunmuş dostluklarımızı gelişmesine katkıda bulunmuştur…

                                                                        •••

Meslek yaşamı boyunca son derece başarılı işler yapan, diplomaside son dönemlerin parlayan yıldızı olan Nabi Şensoy9 Aralık 2009 günü Başbakan Erdoğan’ın Obamaile yaptığı baş başa görüşmeye Davutoğlu’nun alınmaması nedeniyle Dışişleri Bakanı’nın nezaketsiz davranışı sonrası görevinden istifa etmişti.
                                                                         •••

Ani istifanın gerekçesi ölümüne kadar Şensoy tarafından açıklanmamıştı. Sorumlubir diplomat olarak emekliliğinde de sessiz kaldı. Görev etiği gereği yaşananları o gün eşiyle bile paylaşmayan Şensoy’un istifası üzerine yalan yanlış çok şey yazıldı ve söylendi... Hepsi farklı ve yanlı görüşlerdi. İktidar goygoyculuğu arasında şerefli bir büyükelçinin neden böyle bir karar verdiği irdelenmedi bile!..

                                                                          •••

Oysa durum çok açıktı. Şensoy onurlu ve ahlaklı bir kişinin yapması gerekeni yapmıştı!.. Devlet umuru görmüş kişilikli bir davranışta bulunmuştu. O gün iktidarda olan şişmiş egolara haddini bildiren kararlı bir tavır sergilemişti. Sonradan görmelere(!) haddini bildirmişti. Hoş o gün durumu anlamak istemeyenler, bu gün doğruları yalanlamaya kalkacakları da açıktır. Oysa doğrular balçıkla sıvanamıyor!..

                                                                   •••
İşin gerçeği;
Önce şu iyi biline; Davutoğlu Nabi Şensoy’u kıskanmaktadır!. Şensoy, Turgut Özal’ın Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapmış eğitimli ve donanımlı bir diplomattır. Diplomaside en alttan en üst düzeye varan çalışma ortamı sayesinde uygulamadan gelen engin birikimi vardır!.. Davutoğlu, anlaşılmayan teorileri ile Şensoy’un yanında çok eksik kalmaktadır!..
                                                                 •••

Ayrıca bilgisi ve birikimi nedeniyle Şensoy, Abdullah Gül’ün de özel önem atfettiği bir diplomat olmuştur... Bu gerekçelerle Gül; başbakan Erdoğan’ın Faruk Loğoğlu’nun Washington’daki görev süresinin uzatılması talebine karşı çıkmış, Nabi Şensoy’u Washington’a büyükelçi olarak göndermişti…
                                                                  •••

Gelelim ABD’deki Obama/Erdoğan baş başa görüşmesine. ABD’ye gelmeden Başbakan Erdoğan, Obama ile baş başa görüşme talebinde bulunmuştur. Bu talebi duyan Davutoğlu görüşmede yer almayı Büyükelçi Şensoy’a bildirmiştir. Şensoy ABD nezdinde girişimde bulunmuş ancak doğrudan Başbakan Erdoğan tarafından ABD yetkililerine “yalnız görüşmek” isteğinin iletildiği bilgisiyle karşılaşmıştır. Yani Türkiye Başbakanı’nınDışişleri bakanı da dahil olmak üzere görüşmede kimseyi beraberinde istenmediği anlaşılmıştır!.. “Baş Başa Toplantı” başladığında ilk olarak önceden kararlaştırılan talimat gereği ABD Dışişleri Bakanı Clinton salonu terk etmiştir.Karşılıklılık esasına göre Davutoğlu da masadan kalkmak zorunda kalmıştır!..

                                                                  •••

Toplantıya alınmadığı için Davutoğlu’nun nezaket ve ahlak kurallarını aşan sözleri üzerine Şensoy, bizzat Başbakan’dan gelen kesin ve gizli talimat gereği Davutoğlu’na “sizi Başbakan istemedi” dememiş, katılmamasının sorumluluğunu üzerine almıştır!.. Daha sonra, Davutoğlu’nun kıskançlık krizi sonrası ettiği sözleri onuruna yedirmeyen Nabi Şensoy istifa etme büyüklüğünü göstermiştir.

                                                                  •••

Yıllar önce dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Beyaz Saray’da ABD Başkanı Baba Bush ile baş başa bir görüşme yapmıştı. O gün Özal’ın yanında sadece özel Kalemi Nabi Şensoy vardı. Özal’ın o toplantıya girmesini istemediği dönemin Dışişleri Bakanı Ali Bozer bu durum karşısında istifa etmişti... Dönemin Büyükelçisi değil!..

                                                                  •••

Yıllar sonra aynı muameleye muhatap olan Davutoğlu pişkince yerinde oturur, iktidarın nimetleri uğruna hiçbir şey olmamış gibi hareket edince, Özal olayını yaşayan Nabi Şensoysonradan görmelere ders verir gibi devlet adamlığının farkını göstermişti... Davutoğlu değil, kendisi Washington Büyükelçiliği’nden istifa etmişti!.. Ne mutlu ki O’na; dürüst, namuslu ve onurlu insanlar için örnek oldu!..

                                                                    •••

Nabi Şensoy şerefli insanlara çok anlamlı bir vasiyet bıraktı!..
“Dik duramayan, onurunu koruyamayanları bilin ki birileri, işi bitince buruşturup atarlar!..”

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Elektrik dağıtım şirketleri krizde: Toplam borç 45 milyar dolara ulaştı-MUSTAFA MERT BİLDİRCİN

Hükümetin özelleştirdiği elektrik dağıtım işini üstlenen şirketler iflasın eşiğine geldi. Elektrik şirketlerinin toplam borcunun 45 milyar doların üzerine çıktığı öğrenildi.

Türkiye ekonomisinin içinde olduğu darboğazdan etkilenen elektrik dağıtım şirketlerinin borçlarını ödemekte zorlandığı ortaya çıktı. Ülke genelinde yer alan 21 dağıtım bölgesini iki ya da üç şirketli konsorsiyumlar oluşturarak yöneten şirketlerin borçlarının 45 milyar doların üzerine çıktığı öğrenildi. Elektrik dağıtım altyapısının özelleştirilmesiyle elde edilen 13 milyar dolarlık gelire karşın, sektörün yalnızca ihale bedeli kaynaklı borç yükünün 10 milyar dolara ulaştığı kaydedildi. Özelleştirme sürecinde 1.80 TL düzeyinde olan doların bugün 3.81 TL’ye fırlamasından olumsuz etkilenen elektrik dağıtım şirketlerinin yaşadığı mali sorunlar, sektörün finansal sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri yarattı. Elektrik dağıtımını üstlenen aktörler, peşi sıra “halka arz”larını duyurarak, kaynak yaratma telaşına düştü.

Özelleştirme gerekçeleri çöktü
AKP hükümetinin, “Kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek” iddiasıyla özelleştirdiği elektrik dağıtımını üstlenen şirketler iflasın eşiğine geldi. Şirketlere, otomatik fiyatlandırma uygulamasının yanı sıra yurttaşa pahalı elektrik satışı garantisi verilerek yapılan özelleştirmeler, sektörün kendi içinde dahi sorgulanır hale geldi. Özelleştirmelerin yapıldığı günden bugüne aradan geçen yedi yılda kayıp kaçak oranlarında azalma yaşanmazken, elektrik üretim maliyetlerinde de öngörülen düşüş sağlanamadı.

Şirketlere kıyak mı? 
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2016 yılı verilerine göre, sadece Urfa’daki kayıp kaçak elektrik miktarı Atatürk Barajı’nın ürettiği elektrik miktarının üzerine çıktı. Meskenler için yüzde 8,8 oranında zamlanan elektrik ücretleri, ülkedeki yoksulluğun daha da derinleşmesine yol açtı. 2018 yılına yönelik yapılan elektrik zammını 2017 yılı faturalarına yansıtan bazı dağıtım şirketlerinin haksız kazanç elde ettikleri öğrenildi. Vergilerden düşülerek yüzde 34,9’dan yüzde 36,1’e çıkarılan dağıtım bedeli ise, “Batmak üzere olan dağıtım şirketlerine kıyak mı yapılıyor?” sorusunu gündeme getirdi. Tüm bu yaşananlar, ekonomik çıkmaza giren şirketlerin yaşadığı buhranın faturasının yurttaşlara ödettirilmeye çalışıldığı yorumlarına neden oldu.

Borçların altında kaldılar
Özelleştirmelerin bir diğer gerekçesi olan, “Kamu kaynaklarının yetersizliği” ise TEDAŞ’ın devri öncesinde kamu bütçesinden yapılan yatırımlar ile tartışılır hale geldi. Uzmanların hesaplamalarına göre, elektrik dağıtımının özelleştirilmesi sürecinde elektrik kurulu gücü yüzde 67 oranında arttı. Türkiye’deki toplam kurulu güç 70 bin megavatı aşarken, son on yılda elektrik üretimi yatırımları 60 milyar doları buldu. Döviz kurunda yaşanan artış ve bozulan ekonomik göstergeler ise şirketleri iflasın eşiğine taşıdı. Yatırımların gerçekleştiği dönemde elektriğin kilovatsaati 9 dolar düzeyindeyken, 2018 itibarıyla bu sayı 5 dolara geriledi. Yıllık cirosu 15 milyar dolar olan dağıtım şirketleri, 45 milyar doları bulan borçların altında kaldı. Borçlarını 15 yılda ödemeyi planlayan şirketlerin mevcut gelirleriyle bu borçlarını ödemesinin 30 yılı bulabileceği öğrenildi.

Kesinti süreleri uzadı
Elektriğin özelleştirilmesine dair tepkiler üzerine AKP hükümetinden yapılan, “Özelleştirme kalite ve şeffaflık getirecek” açıklaması da karşılık bulmadı. Borç batağındaki şirketlerin yurttaşa sunduğu hizmet sorgulanır duruma geldi. Yapılan yatırım harcamalarının sistemin iyileştirilmesinde herhangi bir yarar sağlamadığı görüşünde birleşen uzmanlar, elektrik kesintisi sürelerinde iyileşme yaşanmadığını kaydetti. Kimi kentlerde 24 saati aşan elektrik kesintileri yaşandı.

                                                                    ***
‘Ellerini vatandaşın cebine soktular’
Hükümetin enerji politikalarının baştan aşağı yanlış olduğunu söyleyen CHP Kocaeli Milletvekili ve TBMM Enerji Komisyonu Üyesi Tahsin Tarhan, “Yanlış yönetim anlayışının ve özelleştirme adı altında yandaş şirketlere peşkeşin bedelini yurttaş ödeyecek” diye konuştu. Borç batağındaki dağıtım şirketlerinin, “kayıp kaçak bedeli” adı altında elektrik faturalarına büyük bedeller yansıttığına dikkati çeken Tarhan, “Şirketler elini vatandaşın cebine sokmuş durumda” ifadelerini kullandı. Türkiye’deki enerjinin yaklaşık yüzde 70’inin dışa bağımlı olduğunu vurgulayan Tarhan, “Enerjide teknolojinin gerisinde kaldık. Yenilenebilir enerjiye yatırım yapılması gerekirken, her alanda olduğu gibi enerjide de ranta dayalı yatırım yapılıyor” dedi. Yakın zamanda bu şirketlerin iflasına tanıklık edileceğini savunan Tarhan, “Şu anda hükümet bankalar aracılığıyla şirketleri ayakta tutmaya çalışıyor, ama bu yeterli olmayacak” görüşünü paylaştı.

                                                                   ***
Hangi şirketin ne kadar borcu var?
» İstanbul Avrupa Yakası’nda hizmet veren ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen Cengiz Holding’in yanı sıra Limak Holding ve Kolin İnşaat ortaklığıyla işletilen Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş.’nin (BEDAŞ) borcunun 1 milyar doların üzerine çıktığı iddia edildi. 

» Özelleştirme kapsamında 21’e ayrılan bölgelerin birincisinde faaliyet gösteren ve altı milyona yakın yurttaşa elektrik hizmeti veren Gediz Elektrik Dağıtım şirketinin borcunun 650 milyon lirayı bulduğu ileri sürüldü. Bereket Enerji bünyesinde bulunan şirketin, borçlarını yapılandırmak için bankalarla görüştüğü kamuoyuna yansıdı.

» Cengiz Holding, Kolin İnşaat ve Limak Holding tarafından işletilen bir diğer kuruluş olan Akdeniz Elektrik Dağıtım Şirketi’nin kredi borcunun 500 milyon liranın üzerine çıktığı öne sürüldü. Antalya’nın yerel gazetelerine yansıyan haberlerde, şirketin bankaya olan borçlarını ödeyemediği ifade edildi. 

» TEDAŞ’ın 12 No’lu dağıtım bölgesinde hizmet veren Uludağ Elektrik Dağıtım şirketinin 2016 yılı sonu itibarıyla bankalara olan borçlarının 691,1 milyon liraya ulaştığı kaydedildi. Şirketin ticari borçlarının ise 346,5 milyon liraya ulaştığı ifade edildi.

» Osmangazi Elektrik Dağıtım, devletten aldığı elektriğin borçlarını ödeyemediği için Zorlu Holding’e satıldı. Eskişehir, Afyon, Kütahya, Uşak ve Bilecik bölgelerinde elektrik dağıtım hizmeti veren Osmangazi Elektrik Dağıtım’ın kamuya olan 120 milyon liralık borcunu ödeyerek devralan Zorlu’nun, yeni yatırımlar için bankalardan aldığı kredi borcunu ödemekte güçlük çektiği ileri sürüldü.


MUSTAFA MERT BİLDİRCİN / BİRGÜN

Devletin parası özel bankaya yatarsa - ÇİĞDEM TOKER

TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda bir torba tasarı var.
Adı: “Vergi Kanunları ile Bazı 
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı”  Tasarı, pek çok yasayla birlikte “Kamu Finansmanı Borç Yönetimi Kanunu”nu da değiştiriyor. Daha doğrusu önce bir madde ekliyor, sonra bir başka maddeyi değiştiriyor. 
-Eklenen madde “tek Hazine kurumlar hesabı”. Amaç ise mevcut tek hesap kapsamını genişletmek. 
(Hani -yaşı yetenlerce-Erbakan’ın başbakanlığı döneminden hatırlanacak bir havuz hesabı vardı. Devletin bütünü hesapları “havuz hesap” denilen bir ortak hesapta toplanacaktı. Biraz onu hatırlatıyor.) 
-Değiştirilen madde çok önemli. Kurum paralarının, sadece Merkez Bankası değil “Türkiye’de yerleşik bankalarda da” nemalanacağı hükmü konuluyor. Buna birazdan geleceğim.
***

“Tek Hazine kurumlar hesabı: Kamu idarelerinin mali kaynaklarının bütçenin gelir ve gider hesapları ile ilişkilendirilmeksizin, karşılığı Hazine’den alacak kaydedilmek üzere toplandığı ve Müsteşarlık tarafından yönetilen hesabı.” 
Belli ki amaç, borçlanma maliyetini düşürmek. Nakitte de etkinlik sağlamak. 
Hazine’nin bağlı olduğu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, konuyu AA’ya böyle değerlendiriyor. Ve vurguluyor ki: Fransa, İngiltere, Rusya, Avustralya gibi birçok ülkede Tek Hazine Hesabı sistemleri, merkezi/ genel yönetim sektörünün tamamını kapsarken, Türkiye’de sadece genel bütçeli idarelerin ödeme ve tahsilat hesaplarıyla sınırlı. 
Bu madde yasalaşınca, kurumların mali kaynaklarının hak sahipliği değil, yalnızca yönetiminin Hazine’ye geçeceğini söylüyor ve çok da önemli bir bilgi veriyor: İlk aşamada özel bütçeli kuruluşlar, düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar, SGK ve İŞKUR ile özelleştirme, tanıtma fonu gibi bütçe dışı fonlar kademeli olarak kapsama alınacak. 
Sistem şöyle çalışacak: Kurumların günlük nakit ihtiyaçları, yeni bilgi-işlem altyapısı aracılığıyla her gün Hazine’de toplanacak. Hazine, kurumların nakit taleplerini günlük karşılayacak. Gün sonunda kalan bakiye Tek Hazine Kurumlar Hesabı’na aktarılacak.


Peki, faiz baskısı? 
Buraya kadar itiraz edilecek bir nokta yok. Fakat Başbakan Yardımcısı Şimşek’in açıklamasında, aynı değişikliğe bağlı olarak yapılacak “Türkiye’de yerleşik banka” eklemesine dair bir ifade olmadığını gördük. Oysa yazının girişinde belirttiğim gibi bu değişiklik epeyce önemli. Zira, yasa çıktığında SGK’nin parası Merkez Bankası veya onun muhabir bankası Ziraat Bankası’nda değil de, tanınmış bir holding patronunun özel sermayeli bankasında da nemalanabilecek. EPDK, BBDK veya BOTAŞ’ın gelirleri öyle. 

İşte izaha muhtaç kısım bu. 

Kamu kaynaklarının özel bankalarda nemalanması fikri, şeffaf olmayan pazarlıklara yol açabileceği gibi, nemalandırmayı özel bankada yapma inisiyatifi açısından AKP iktidarından bankacılık sektörüne doğru bir faiz baskısına da yol açma riskini taşıyor.Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sık sık ve yüksek sesle faizlerin indirilmesini istediğini hatırlarsak, bu yeni düzenlemenin farklı dinamikleri gündeme getireceği öngörülebilir. 

Eğer böyle bir risk yoksa, bunun açıklanması lazım. 

Bir de tabii, borçlanma maliyetini düşürmek, nakit rezervinde etkinlik gibi ihtiyaçlarla yeni torba kanunlar geldiğini gördükçe insan sormadan edemiyor. 
Türkiye Varlık Fonu niye kurulmuştu sahi? 
Aradan bir buçuk yıl geçti de.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

12 Şubat 2018 Pazartesi

Demokrat sanatçının uşaklığı üzerine 'derkenar' - OSMAN ÇUTSAY

Açık yürekli olalım. Siyaset, bütün toplumsal alanların anası konumundadır. En azından bizim için. Malum; biz hep siyasetin “kim için” olduğunu sorarak başlarız işe. Emekçiler ve aydınlanma içerikli siyaseti hep de en üste yerleştiririz.
İyi.
Ama bunu sadece biz mi böyle yapıyoruz? 
Tam tersini iddia ederek, siyasetin belirleyici gücünü inkâra yeltenenler de benzer şeyleri yapmıyor mu?
En azından Avrupa denilen mezbahanın lüks yemek odasında de siyasetin önemi ve sanatın ona bağımlı gücü kabul görmüşe benziyor.
Nasıl mı?
Berlin’de geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk ayına kadar sarkıp, 8 Ocak’ta sona eren ilginç bir sergi yaşandı. “Parapolitik” başlıklı sergide, belki de egemen sınıflar aradan yarım asır geçtiği için ve komünizmin emperyalist metropollerde “an itibariyle” bir tehdit oluşturmadığına, özellikle zengin mutfağında pek bir şansı bulunmadığına inandıklarından olmalı, her şeyi itiraf ettiler. Hikâye kısa ve öz: Soğuk Savaş’ta komünizme karşı sanatta açılan bir cephe örgütünün, “Congress for Cultural Freedom” (CFF), doğrudan CIA finansmanıyla hizmet verdiği, dünya kamuoyunu, daha doğrusu aydın adaylarını doğrudan etkileyebilecek birçok büyük sanatsal etkinliğin (sergilerin, konserlerin, dergilerin, “sanatçıların” vs.) arkasında bir istihbarat örgütünün yattığı 1967’de ortaya çıkmıştı. Berlin’deki sergi, ciddiye alınabiler bir eleştiri içermeden bu fasılları ortaya koydu. (Sergiyle ilgili bir haber Avrupa Kültür’de okunabilir: http://17.avrupa-kultur.eu) Özet olsun: Sanat pratikleri, sınıf mücadelesinin, daha açığı, doğrudan siyasi mücadelenin bir unsuruydu. O sergiye bir göz atmak bile bu saptamanın doğruluğunu teyit için yeterli.
Neyse...
Gelmek istediğimiz yer biraz ileride.

Oraya gelmeden şunu söyleyelim: Bu sitede Taylan Kara, yeni bir bitiş çizgisi çekti geçen günkü yazısıyla: “Birikim Dergisi ve 'liberal sol' düşüncenin bu topluma verdiği en büyük zarar nedir?”. Haklıdır: Bir liberal sol yağmacılar ordusu, yani cumhuriyete ve ilerici tarihimize düşman “demokrat sürü” bir etkisizleşme moduna girdi gerçekten. Bu “anomalist güruhun” en cahil başı Belge’nin bile huzuru yurtdışında aramaya başlaması, biraz da bu bozgunun tezahürü kabul edilmeli. Ama bunlar her yerde.

Sanat ve edebiyata geleceğiz. Son dönemde pek bir pohpohlanan yazıcılardan Burhan Sönmez, Türkiye’den haberdar olduğunu sanan bir cahil Alman gazeteciye -hadi daha fazlasını söylemeyelim- istediği yanıtları verdi. Onlar Süddeutsche Zeitung’da konuştular, birbirlerini yemlediler, biraz tarih bilinci ve ahlaka sahip insanlarımız ise herhalde yerin dibine geçtiler. “Demokratlar” elbette gönenmiş olabilir; hiç şaşırmayız, yakışır. “Büyük romancı ve pek bir solcu” Burhan Sönmez, Alman medyasına yana yakıla Türkiye’nin önünde çok karanlık bir dönem bulunduğunu “herhangi bir ışık göremiyorum” diye anlatıyor. Nedenini de ekliyor: “Güç sahipleri Türkiye’de liberal değerlere ve demokrasiye inanmıyor. Güce inanıyorlar ve bu gücü elde tutmak için her aracı kullanıyorlar. Yalanı, yolsuzluğu ve ölümü de...” Buradaki güç, iktidar olarak da anlaşılmalı. Hazret Türkçe neler söyledi, Almancaya nasıl girdi, bunu tartışmanın yeri burası değil.
Başka bir yerdeyiz.


Bu İslamcı Türkiye’nin bundan daha değerli bir yazara, sanatçıya vs. ihtiyaç duymadığı kesin. Demokrat sürü, İslamcı Ankara’nın tetikçisiydi; hâlâ da öyle. Dolayısıyla, burada da Sönmez ve kendisine sorular yönelten AB demokrasisini birlikte düşünerek, yani sadece İslamcı Ankara ve Burhan Sönmezgilleri değil, tüm bir küresel sistemin aktörlerini içerecek biçimde değerlendirerek baktığımızda, “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” ifadesinden başka bir şey eklemek gerekmiyor. Murat Belge hiç kıskanmasın, önemli döneklerimizden babasını yine hayırla yad etsin: Burhan Sönmez, biraz daha cahil bir Burhan Belge’dir en fazlası...

Bunlar böyle.
Gelmek istediğimiz yer ise şu: Bu satırların yazarının “sanat politolojisi” kavramıyla düşünmeye çalıştığı alanlar, tüm sanat pratikleri, siyasetin bir parçasıdır ve liberal sol denilen kiralık katiller ordusunun karşısında, 1989 öncesindeki sosyalist cumhuriyetlerin büyük birikimini de arkamıza alarak, yenilerde büyük bir devrimin içine doğru yöneldiğimizi görüyoruz.

Bir devrimci siyaset adamımızın saptamasını sadece bir sözcüğü değiştirerek alıp, meseleyi tartışmaya açabiliriz: “Sanat parayla yapılıyor ve sanat para için yapılıyor. (...) Paranın saltanatını sona erdirmek, sömürü düzenini ortadan kaldırmak için yapılan sanatı çıkarın, sanatta ahlak yoktur.”

İlgilisi hemen anlamıştır: Kemal Okuyan yoldaşımız son Boyun Eğme’de (9 Şubat 2018) “Ahlaksız Siyaset”i yazdı. Çok güzel yazdı. Orada siyaset üzerine yaptığı bazı saptamalar, bizce, aynen egemen sanat pratiklerine taşınabilir. İddiamız şudur: Türkiye ve dünyadaki tüm sanat pratikleri, çürümüşlük ve kapitalist sömürüye uygun “insan yaratma” anlamında bir nükleer çürütme santralı olarak, ahlaksızlık (“insan insanın kurdudur”) üretiyor. Sadece sömürü düzenine ve paranın saltanatına karşı açıkça bu alanda direnenler, bu saptamanın dışında kabul edilebilir. Ama onlar da jeolojik oluşumları, toprağı ve ürünleri nitel bir biçimde değiştiremiyorlar. Siyasal şiddete ihtiyaçları var. Yukarıda sözünü ettiğimiz “Parapolitik” sergisi bunun itirafıydı.

Mesele, bu büyük bataklığın, bu artıdeğer sömürüsünün imha edilmesidir.
Demek ki, şu liberal ve her biri diğerinden daha demokrat sürüyle vakit geçirme hakkımız bulunmuyor. Ama kendimizi de saklamayalım. Bunların tek ahlakı para ve sömürüdür, dedik. Bunu sola bulayarak yapmak zorundalar; ancak öyle yutturabiliyorlar çünkü. Bizim için trajik olan mesele, çok uzun olmayan bir süre önce pek pahalıya ödediğimiz (“1989”) olayların ve aktörlerin solun içine hâlâ sızmayı sürdürebilmesidir. 

Bunları affedemeyiz, solun içinde hiç göremeyiz, aramızda kesinlikle tutamayız. Kapitalizmin yağma ordusunda sorumlu yerlerdeler. Yalçın Küçük Hocamızın ve Orhan Gökdemir’in kulakları çınlasın: Bunların her biri bir başka azgınlıkta “azap”... Ama çöküş dönemine de girdiler. Entelektüel şiddetimiz bunları fena vurdu, vurmayı da sürdürüyor.
Meseleye döneceğiz. Kemal Okuyan’dan el alarak yineleyelim ve öyle bitirelim: Bu edebiyat ve sanat içinde, kapitalist sömürüye açıkça cephe alanlar ve üretimleri dışında, kimse insani bir ahlak, bir tutarlılık, bir zenginlik aramasın. Kendimizi aldatmaya bir son verelim. 
Azınlığız.
Bu, iyidir. Hem de çok iyidir.  

Osman Çutsay / SOL