15 Şubat 2018 Perşembe

Stalin’in Ölümü - Nilgün Cerrahoğlu

“Stalin öldüğünde 13 yaşındaydım” diyerek anlatıyor “Stalin’in Ölümü” filminin Moskova’da kaçak gösterisine giden Ruslardan biri: 
“Bize vaktiyle Stalin’in tanrı olduğunu söylemişlerdi. Gorbaçov göreve gelince onun bir katil olduğunu ilan ettiler. Şimdi (Putin yıllarında) bize yeniden ne büyük olduğunu anlatıyorlar!” 

Tıpkı bizde olduğu gibi, tarihin asla geçmediği, mütemadiyen araçsallaştırıldığı ve dünün bugünle, bugünün dünle karıştırıldığı ülkelerde; “tarih” kil gibi, kimin eline geçerse ona göre şekillendiriliyor. 

Dünyanın en kanlı diktatörlerinden biri olarak nam salan Stalin örneği, tipik bir misal. 
Yaşadığı dönemde kendisi “tanrı” gibiymiş. Ama daha Gorbaçov’a kadar kalmadan, Stalin’in hemen arkasından gelen Kruşçev döneminde bile Stalin’in “despotlukları”“beyaz sayfa açmak” adına (meşhur 20. Komünist Parti kongresinde!) afişe edilmiş. 
Stalin’in kimliği özetle aslında kendi ülkesinde bir sır değil. Çoktan deşifre olmuş. 
Ama gelin görün ki “diktatör” bugün ülkesinde yeniden kahramanlaştırılıyor. 
2010’lara girerken bunu Moskova’ya son gittiğimde fark etmiştim. 
Ortalık Stalin hayranlığından geçilmiyordu... 
 
Masallaşan tarih 
İşin garibi, Stalin hayranlığı ile Sovyet devriminin yıktığı son Çar II. Nikola hayranlığının atbaşı gitmesiydi. 

Burnunun ucunu, yaklaşan Sovyet devrimini göremeyen, Rasputin’in elinde oyuncak olan son Çar, Çarlık döneminin görkemi ile özdeşleşirken; Stalin de gulaglarıyla değil, II. Dünya Savaşı’nda zafer kazanan ve Sovyetler’i “süper güç” yapan kahraman olarak anılıyordu. 

Dünya siyasetinde tekrar Rusya’yı “süper güç” kılmak isteyen Putin, şimdi bu nedenle Stalin’in anısını temize çekiyor. Okul kitaplarından Stalin’in suçları temizleniyor. O dönemi yaşamamış, hafızası zayıf Ruslar arasında yepyeni bir Stalin popülaritesi pompalanıyor.

Öyle ki yapılan kamuoyu yoklamalarında Stalin, Rusya’yı bırakın, dünya tarihinin gelmiş geçmiş “en müstesna şahsiyeti” olarak işaretleniyor. 

Tarih bu kerte alakart bir seçicilik ve propagandayla tekrar dizayn edildiğinde,  Napolyon’un dediği gibi kolayca “masal” kıvamına getirilebiliyor. 
Tüm bu nedenlerle bu kışın işte en konuşulan filmlerinden olan “Stalin’in Ölümü”, bir-iki kaçak gösterim dışında, Rusya’da vizyona giremedi. 
Putin ve çevresi, Sovyet döneminden sonra ilk kez bir filme yasak koydu. 
Filmin ne denli hassas bir damara girdiğini buradan hesap edin. 


Filmin “tarihi sembolleri ayakaltına aldığını” iddia eden ve işi, yapıtın “Rus karşıtı bir Batı komplosu” olduğunu söylemeye dek vardıran Kremlin’e yakın kültür çevreleri ile Duma’nın temsilcileri; yaşadığımız internet çağında bu acayip “yasak kararını” aldırmayı başardılar. 
 
‘Terörist doktorlar’ ‘gulag’a gidince 
Bunca büyük patırtının ardından filmi görmek farz oldu. İtalya’da vizyona girer girmez önüme çıkan ilk sinemada “Stalin’in Ölümü”nü izledim. 
Rahatça sezonun en iyi filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Mizahı süper. Konunun Rus düşmanlığı ile alakası yok. Yalnız “diktatörlük” hicvedilmiş. Ve sonuna dek “iktidar yalakaları” ti’ye alınmış. 
İlk sahne bir Mozart konseri ile açılıyor. 
Meğer Stalin, Mozart’ı çok severmiş. 
Stalin ani kararla konser salonuna telefon edip bu konserin bir kaydını istiyor. 
Bitmekte olan konserin ise kaydı yok, yapılmamış. Yetkililerin korkudan eli ayağı dolaşıyor. 
Sokaktan rastgele adam toplayıp boşalan salonu tekrar dolduruyorlar. 
Piyaniste yeniden çalması için “rüşvet” veriyorlar. Namlu ucunda yeni bir orkestra şefi bulup getiriyorlar. Kayıt yapılıp Stalin’e ulaştırılıyor. Ama Stalin bunu dinleyemiyor. “Küt”, beyin kanamasından düşüp yere seriliyor. 
Bundan sonrası ayrı pantomim... 
“Doktor çağıralım!” dendiğinde.. çağrılacak doktor bulunamıyor. 
Çünkü -bu sahiden olmuş!- belli başlı doktorların hepsi, “Siyonist terör örgütü üyeliğinden” ya hapse tıkılmış ya gulaglara gönderilmiş. 
Nihayet diktatörün ölümü kesinleştiğinde, bu defa da çekirdek kadroda, kıyasıya iktidar kavgası başlıyor. 
İç kabinede kimse birbirine güvenmiyor, herkes birbirinden nefret ediyor ve herkes ikbal peşinde koştuğundan kimse Stalin’in ölümüne üzülmüyor. 

Korku imparatorluğunu, iktidar yalakalığını ve ikiyüzlülüğünü “mizahla” bundan iyi anlatan bir film olamaz.
 
Mutlaka görün.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Sonuçları önceden belli seçimler... - ERGİN YILDIZOĞLU

Mısır’da 26-28 Mart’ta yapılacak başkanlık seçimlerini kastediyorum. Yakın gelecekte Türkiye içinde söylenebilir ama bu başka bir yazının konusu. 
Mısır’da başkanlık seçimlerine, medya, internet ve genelde muhalefet üzerindeki ağır baskılar altında gidiliyor. Muhalefetin adayları, tutuklanarak ya da çekilmeye zorlanarak tasfiye edildiler. Böylece, halen iktidardaki devlet başkanı Sisi’nin zaferi kesinleşti. Bu durumda, muhalefeti oluşturan çeşitli akımlar, bu koşullarda, serbest ve adil biçimde gerçekleşmeyeceğini ileri sürerek, seçimleri boykot etmekten söz ediyorlar. 
 
Mübarek - Mursi - Sisi 
2011’deki Tahrir Meydanı İsyanı, Mısır’ı 30 yıldır baskıcı bir rejimle, neo-liberal ekonomi politikalarıyla, esas olarak da orduya dayanarak yöneten Hüsnü Mübarek’i istifa etmeye zorladı. 

Mısır toplumunda, ekonomisinde çok özel ayrıcalıklara sahip ordu, kendi iktidarının sallanmasını göze almak yerine Mübarek’i çekilmeye zorladı. Böylece, başlayan “demokratikleşme süreci” içinde, genel seçimler ve başkanlık seçimleri, demokratik muhalefetin yeşermesine, hazırlanmasına olanak tanınmadan aceleyle yapıldı. Bu koşullarda Mısır toplumunda ordudan sonra en örgütlü grup olan Siyasal İslam, Müslüman Kardeşler’in liderliğinde parlamentoda çoğunluğu alırken, Başkanlığı da Müslüman Kardeşler’in adayı Mursi kazandı. 

Devletin, yürütme, yasama organlarını ele geçiren Müslüman Kardeşler toplumun geri kalanının demokratikleşme beklentilerini, çözülmesini arzuladıkları ekonomik sorunları bir kenara bırakıp devleti, toplumu, kendi özgün çıkarlarına uygun biçimde dönüştürücü dinci yasaları tasarlamaya ve meclisten geçirmeye öncelik vermeye başladı. Tahrir İsyanı’nı gerçekleştiren halk güçleri 2013 yılında yeniden sokaklara döküldüler. Müslüman Kardeşler iktidarının, kendi ayrıcalıklarını da tehdit etmeye başlamasından rahatsız olan ordu, bu ortamda, General Sisi önderliğinde bir darbe gerçekleştirdi. Darbeyi ABD destekledi.
 
Darbe yalnızca Müslüman Kardeşler’e değil, tüm muhalefete yönelik baskıcı bir rejimi derinleştirerek restore etmeye başladı. 26-28 Mayıs 2014’te yapılan başkanlık seçimlerini Sisi ezici çoğunlukla kazandı. Sisi döneminde devlet organlarındaki tasfiyeler, muhalefet üzerindeki baskılar hızlandı. Son verilere göre siyasi tutuklu sayısı 60 bini aştı. 8 bine yakın sivil, askeri mahkemelerde yargılandı, 2 bin 332 kişi ölüm cezasına çarptırıldı. Yüzlerce kişinin seyahat özgürlüğü kısıtlandı. 500’e yakın internet sitesi kapatıldı, 60’a yakın gazeteci yazar tutuklandı, 17 yeni tutukevi inşa edildi. 
Ekonomik neo-liberal uygulamalar, politikalar hızlandı. Bu sırada ordunun ekonomik ayrıcalıkları, mali sektörü, endüstriyi kapsayacak biçimde genişledi. 
 
Boykot  ama nasıl?.. 
Sisi’ye karşı yarışacak, hemen hepsi ordu içinden gelen başkan adayları çeşitli iddialarla ya tutuklandı ya da çekilmeye zorlandı. Adaylık başvurusu için tanınan süre biterken, Sisi’yi destekleyen küçük bir partinin başkanı göstermelik bir aday olarak yarışa sokulunca muhalefet boykottan söz etmeye başladı. 

Rejimin sözcülerinin, rejimin elindeki dini kuruluşların, boykotun şeriata, milli çıkarlara aykırı olduğuna ilişkin açıklamaları, muhalefetin de birlik kurmaktan çok uzak bir yapıda olması, Sisi’nin zaferini garanti ediyor. 

İslamcı akımların oluşturduğu Güçlü Mısır Partisi, Sisi’ye karşı olan herkesle ittifak kurmaya hazır. Ancak seküler demokrat ve sol akımlardan oluşan, Demokratik Hareket, bir kez canı yandığı için İslamcı Partilerden uzak duruyor, Mursi’yi desteklemiş olan, sol liberallere ve Devrimci Sosyalist Örgüt isimli gruba güvenmiyor. Böylece, ortak bir muhalefet cephesi oluşamıyor. Mısır halkı da sonuçları daha şimdiden belli bir başkanlık seçimine doğru zorla sürükleniyor. 

Yaklaşan seçimler söz konusu olduğunda, Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu. Bir farkla ki (biraz iyimserlikten zarar gelmez), muhalefetin kendini toparlayarak AKP-Siyasal İslam iktidarının kurduğu oyunu bozması için henüz vakit çok geç değil.

Ergin Yıldızoğlu/CUMHURİYET

14 Şubat 2018 Çarşamba

Kıbrıs ve Doğu Akdeniz gazı nasıl paylaşılacak? Doğu Akdeniz’de enerji savaşları - İBRAHİM VARLI

Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesi, Kıbrıs açıklarında bulunan gaz rezervleriyle daha da kızıştı. İsrail, Lübnan, Mısır, Türkiye, Kıbrıs ile Yunanistan’ın rekabeti, Doğu Akdeniz’i bölgesel gerilimin yeni merkezine dönüştürdü.

Kıbrıs açıklarındaki doğalgaz arama çalışmalarının neden olduğu gerginlik, Avrupa Birliği’nin Türkiye'ye çağrısı, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın Yunanistan’a çıkışıyla bir kez daha nüksetti. AB, Türkiye'ye, Kıbrıs açıklarında doğalgaz arama çalışmalarını engelleme amacıyla cuma gününden bu yana Türk savaş gemileri tarafından oluşturulan ablukayı sona erdirme çağrısında bulundu. Atina da, Ankara'nın uluslararası hukuku ihlal ettiğini iddia ederek, İtalya ve AB'nin konuyla ilgili bilgilendirildiğini açıkladı.

Türkiye, sondaj çalışmalarının Kıbrıslı Türklerin rızası olmaksızın yapılmasının Kıbrıs Türklerinin haklarının ihlali olduğu iddiasında. Dışişleri Bakanlığı, Güney Kıbrıs'ın "Kıbrıs Adası'nın ortak sahibi olan Kıbrıs Türklerinin doğal kaynaklar üzerindeki asli haklarını hiçe saydığını" belirtti. Erdoğan da Grup Toplantısı'nda Yunanistan'ın Kıbrıs açıklarında petrol arama faaliyeti yapmasına ilişkin olarak "Kıbrıs ve Ege'de haddini aşanları ikaz ediyoruz. Bunların efelikleri bizim uçaklarımızı görene kadardır" dedi.

Savaş, rezervlerin keşfiyle başladı
İsrail, Lübnan, Mısır, Filistin, Yunanistan, Kuzey ve Güney Kıbrıs ile Türkiye’nin dâhil olduğu Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesi yeni değil. İki binli yılların başlarında Kıbrıs açıklarında bulunan gaz rezervleriyle bu "savaş" resmen başladı. 2008’de Kıbrıs’ın etrafı da dâhil olmak üzere Doğu Akdeniz havzasında önemli miktarda petrol ve doğal gaz yatakları keşfedildi. Zengin enerji havzaları nedeniyle Kıbrıs çoktan “hidrokarbon adası” olarak tanımlanmaya başlandı. Ardı ardına bulunan doğalgaz sahaları bölge ülkelerinin iştahını kabartırken, kıyı devletleri bu yataklar üzerinde hak iddia etmeye başladı.

İsrail’in Leviathan’ı Kıbrıs’ın Afrodit’i
İsrail’in 2009’da kuzey sahili açıklarında Dalit ve Tamar olarak adlandırılan alanlarda trilyon metre küplük doğal gaz yatakları keşfedildi. 2010’da ise Leviathan diye adlandırılan alanda yüksek miktarda doğal gaz ve petrol bulundu. Güney Kıbrıs’ın İsrail’in Leviathan parselinin hemen yanında bulunan “Afrodit” sahasında ilk tespitlere göre 200 milyar metreküp doğal gaz olduğu saptandı. Mısır’ın MEB’inde kalan Nil Deltasında da verilere göre 200 milyar m3 gaz 1,8 milyar varil petrol bulunuyor. Bu keşifler, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ın tarihin seyri içinde sahip olduğu jeostratejik ve jeopolitik önemine, jeoenerjik önemi de ekledi.


Avrupa’nın uzun yıllar petrol ve doğal gaz gereksinimlerini karşılayabilecek potansiyelin Doğu Akdeniz havzasında olduğunun anlaşılması iştahları kabartırken, Mısır, Türkiye, Güney ve Kuzey Kıbrıs, Lübnan, Suriye, İsrail ve Gazze Yönetimi bölgedeki petrol ve doğal gazda hak sahibi olduğunu açıkladı. Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesine göre, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) adı verilen deniz alanlarının devletlerin kendi aralarında yapacakları anlaşma ile belirlenmesi gerekiyor. 1982 tarihli sözleşmeye göre bir kıyı devletin, kara sularının kenarından 200 deniz miline kadar münhasır ekonomik bölge ilan etme hakkı bulunuyor.

İtalyan Eni, Fransız Total, Amerikan Noble
İtalyan, Fransız, Rus enerji kartellerinin üstlendiği Doğu Akdeniz gazını çıkarma ihalesi nedeniyle Avrupa Birliği ve Rusya da denklemin bir parçası artık. İtalyan Eni, Fransız Total, Rus Novatek ve Amerikan Noble Energy’nin Kıbrıs, İsrail, Lübnan ve Mısır ile yaptıkları anlaşmalar nedeniyle, dev petrol şirketlerinin de denkleme dâhil olmasıyla paylaşım kavgası uluslararası bir hüviyete kavuştu. AB’nin yanında Kıbrıs Cumhuriyeti’nden “stratejik ortak” olarak söz etmeye başlayan ABD ve Rusya da denklemin bir parçası artık. Gazın nasıl çıkarılacağı ve ihraç edileceğine dair birçok alternatif üzerinde tartışılsa da, taraflar hem siyasi hem de ticari olarak kabul edilebilir bir uzlaşmaya varılabilmiş değiller.

Avrupa Birliği, Doğu Akdeniz’den Güney Doğu Avrupa’ya bir enerji koridoru oluşturmaya ilişkin uzun dönemli stratejik bir projeyi çoktan uygulamaya koydu. Güney Kıbrıs’ın üyeliği ve tüm Kıbrıs adasının bir AB toprağı olarak kabul edilmesiyle, AB, Doğu Akdeniz’de sınırları olan etkin bir aktör artık. Doğalgazda Rusya'ya bağımlılığı azaltmak isteyen Avrupa ülkeleri bu nedenle Kıbrıs ile müzakerelere güçlü destek verdi.

İsrail'e ait Leviathan ve Tamar sahalarıyla, Kıbrıs açıklarındaki Afrodit sahasından çıkarılacak doğalgazı Avrupa'ya ulaştıracak iki güzergâh gündemde. Bunlardan biri, gazı boru hattıyla Kıbrıs’a, oradan da Yunanistan’a taşıyacak hat. Diğeri ise, aynı bölgedeki gazı Türkiye'nin Ceyhan limanına ve oradan Avrupa'ya ulaştıracak hat.

Doğu Akdeniz’de, İsrail açıklarında 2010’da bulunan doğalgazın, yine aynı dönemde Kıbrıs açıklarında bulunan doğalgazla birlikte Avrupa’ya taşınması planları Doğu Akdeniz’deki enerji kavgasına yeni bir boyut kazandırdı. Avrupa pazarına ulaşacak ve Rus doğalgazına rakip olacak yeni bir hattın önünü açması beklenen Kıbrıs müzakereleri AB'nin yanı sıra Moskova, Washington ve Tel Aviv'in de yakın takibinde. Bu, Avrupa'nın gaz ihtiyacı ve enerji güvenliği için önemli.

Doğalgaz ihtiyacının büyük kısmını Rusya’dan karşılayan Avrupa ülkeleri için alternatif bir enerji kaynağı ve hattının oluşması, Avrupa ve dolaylı olarak ABD için enerji güvenliğinin artırılması ve Rusya’ya bağımlılığın azaltılması anlamına geliyor.

Atina, Ankara ve Kıbrıs’ın hak iddiaları
Ada etrafındaki sondaj çalışmalarını hızlandıran Güney Kıbrıs, İsrail parsellerinde de ruhsatlı olan Amerikan Noble Energy şirketine 2011’de kendi Münhasır Ekonomik Bölge sınırları içindeki 12’nci parselde hidrokarbon arama ruhsatı verdi. Uluslararası planda adanın tek tanınan devleti konumunda olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin deniz sınırlarını belirlemek amacıyla Akdeniz’in kıyı devletleriyle anlaşma yapmasına karşı çıkan Ankara, Rumların tüm adayı temsil etmediğini ve sahip çıktıkları bazı bölgelerin Türk kıta sahanlığı ile çakıştığını söylüyor.

İsrail, Mısır ve Lübnan’ın da dâhil olduğu paylaşım kavgasında Güney Kıbrıs, komşu Akdeniz ülkeleriyle işbirliği içerisinde. Güney Kıbrıs, Mısır, Lübnan ve İsrail’le çeşitli tarihlerde yaptığı anlaşmalarla kendisine ait MEB sınırlarını belirleyerek, kendi alanında deneme sondajlarına başladı.

Ankara, 2007 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede petrol ve gaz arama için uluslararası ihale açmasına karşı çıkmıştı. Güney Kıbrıs yönetimi Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki doğalgaz sondaj çalışmalarına müdahale etmesini gerekçe gösterip Kıbrıslı Türklerle sürdürdüğü müzakereleri zaman zaman askıya alıyor.

Sondaj çalışmalarına savaş gemili misilleme
Ankara, Rumların Afrodit parselinde sondaja başlamasının ardından misilleme olarak Kıbrıslı Türkler ile kendilerine ait kıta sahanlığını belirleyen bir anlaşma imzaladı. Türkiye Petrolleri’nin (TPAO) kara ve deniz olmak üzere Kıbrıs’ın belli bölgelerinde petrol ve gaz aramasına onay veren bir karar alındı. Güney Kıbrıs bu karara misilleme olarak adanın güneyindeki diğer parseller için yeni bir ruhsatlandırma başlattı, Şubat 2012’de ikinci ihaleyi ilan etti. Türkiye bu ilana, kendi kıta sahanlığı içinde yer alan parsellerde “yetkisiz petrol ve gaz aramalarına hiçbir şart altında izin vermeyeceğini” belirterek tepki gösterdi. Karşılıklı hamleler Ankara ve Güney Kıbrıs arasında ciddi bir krize yol açtı.

İtalyan ve Fransız şirketlerin sondaj çalışmaları savaş gemilerinin korumasında gerçekleştiriliyor. Türk savaş uçakları tarafından gemilerinin tacizde bulunduğu sıklıkla dillendirildi. Dönemin Yunanistan Savunma Bakanı Panos Kammenos taciz iddialarına sert tepki vererek "Türkler uluslararası toplumla çatışmak istiyorlarsa, bunun sorumluluğunu almaya da hazır olmalı" dedi. Bütün bu sondaj çalışmalarına Ankara da karşılık olarak TCG Gökçeada'yı ada sularına göndermiş, söz konusu rezervlerde Kuzey Kıbrıs'ın da hakkı olduğunu her seferinde vurguladı.

İsrail en büyük payı kapma arayışında
Pastadan en büyük payı kapma yarışındaki İsrail “münhasır ekonomik bölge” anlaşmalarıyla bir adım önde. Benzer şekilde Mısır yönetimi de hak iddia arayışında. Kahire geçen günlerde, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Mısır ve Kıbrıs arasında imzalanan münhasır ekonomik bölgelerin belirlenmesine ilişkin anlaşmanın uluslararası hukuka göre herhangi bir geçerliliğinin bulunmadığı yönündeki açıklamalarına sert yanıt verdi. Mısır Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ahmed Ebu Zeyd, "Söz konusu anlaşmanın geçerliliğini hiç kimse tartışmaya açamaz. Zira anlaşma, uluslararası hukuk normlarına uygun ve BM'ye teslim edildi" dedi.

Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı
İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs, 2013’te vardıkları anlaşmadan da yola çıkarak çıkaracakları doğalgazı önce Girit adasına, oradan da Yunanistan’a taşıyacak bir boru hattı için çalışmalara başladı. Üç ülke arasında imzalanan ‘Lefkoşa Bildirisi’nde “İsrail ve Güney Kıbrıs’ın hidrokarbon yataklarını birleştirerek Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattı oluşturulması” ve “üç ülke arasında elektrik bağlantısı sağlanması” kararı alınması bunun somut göstergesi oldu.

Hattın adı, Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı. Avrupa Komisyonu’nun çalışmasına göre, henüz planlama aşamasında olan Doğu Akdeniz Doğalgaz Hattı’nın yıllık 16 milyar metreküp doğalgazı Avrupa’ya taşıması öngörülüyor. Avrupa Komisyonu ‘Ortak Çıkar Projesi’ kabul ettiği projeye mâli destek taahhüt etti. İsrail Enerji Bakanlığı’na göre hattın uzunluğu 1300 kilometre. Bunun 200 kilometresi Leviathan’dan Güney Kıbrıs’a, 700 kilometresi Kıbrıs’tan Girit’e, 400 kilometresi de Girit’ten Yunanistan’a uzanan bölümde olacak.

İsrail Lübnan'a, Türkiye Mısır'a karşı
Taraf ülkelerin kendi aralarında yaptıkları ittifaklar, imzaladıkları anlaşmalar bir diğerinin tepkisini çekiyor. Güney Kıbrıs, Ankara’nın tepkisine rağmen Yunanistan ve Mısır ile üçlü enerji zirveleri yapmaya başladı. Güney Kıbrıs ve Yunanistan benzer şekilde İsrail’le de rutin zirveler düzenliyor. Mısır’ın ise Lübnan ile ikili, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın da olduğu üçlü anlaşmalar var. Bu ülkelerin kendi aralarındaki yaptıkları ikili anlaşmalar yeni krizlere yol açıyor. Ankara'nın Kıbrıs'ın içinde yer aldığı, İsrail'in ise Lübnan'ın bulunduğu anlaşmalara itirazları söz konusu.


Lübnan 9 Şubat’ta rezervlere yönelik sondaj için uluslararası enerji şirketleriyle imzaları attı. Beyrut, İsrail’le gerilime yol açan tartışmalı 9. Blok’un da olduğu kaydedilen iki blokta sondaja önelik İtalyan ENI, Fransız Total ve Rus Novatek konsorsiyomu ile sözleşme yaptığını duyurması hak iddiasındaki İsrail‘in tepkisini çekti. İsrail daha önce 9. Blok’un kendisine ait olduğunu iddia ederek, Beyrut tarafından atılacak tek taraflı bir adımı kışkırtma olarak göreceğini açıklamıştı.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Bugünün Murat Belge’leri, günümüzün yetmez ama evetçileri - FATİH YAŞLI

Kendisi, çevresi ve çevresinin çevresi “yeni Türkiye”nin inşası için taş taşıdı, harç kardı, tuğla döşedi. Bunun için Hopa’daki Metin Lokumcu’ya da “Ergenekoncu” dedi, üniversitedeki solcu öğrenciye de; Cemaat’in Abant toplantılarında da boy gösterdi, “yetmez ama evet” kampanyasında da... Vesayete karşı demokrasi, merkeze karşı çevre, elitlere karşı millet… Türk sağının 1950’den beri uydurduğu ne kadar palavra varsa, hepsine soldan, sol adına, solun argümanlarıyla destek verdi; İslamcılığın meşruiyet adına soldan umduğu medeti karşılıksız bırakmadı, görevini layığıyla yerine getirdi.

Evet, Murat Belge’den söz ediyorum. Yaratılmasında pay sahibi olduğu karanlığın kendisini de yutmasından korkmuş olacak ki, İngiltere’deki “Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi”ne başvurmuş, Oxford’da öğretim üyesi olması için destek talebinde bulunmuş, Türkiye’den gitmeye hazırlanıyormuş. Belge nasıl bir risk altındadır, tehdit mi edilmektedir, hakkında açılmış davalar mı vardır, çalıştığı üniversiteden mi uzaklaştırılmıştır, eğer Belge risk altındaysa, KHK ile görevlerinden uzaklaştırılan, mahkemelerde yargılanan, işsiz bırakılan yüzlerce akademisyen için ne denmelidir?


Bunlar hep soru elbette ama asıl soru şu: BirGün’deki bir yazımda “kandırılmadılar, kandırılmayı arzu ettiler” dediğim Belge ve hempaları, nasıl olmaktadır da tek bir özeleştiri dahi vermemekte, yanıldıklarını kabul etmemekte, özür dilememekte, dün “Türkiye demokratikleşiyor” dediklerinde de, bugün “diktatörlük geliyor” deyip ülkeden kaçmaya hazırlandıklarında da haklı olabilmektedirler?

Bu sorular aklımızın bir köşesinde dursun, bugünlere gelmemizde katkısı, payı olan hiç kimse unutulmasın; birkaç gündür Belge’ye yapıldığı gibi, yeri ve zamanı geldiğinde arsızlıkları, utanmazlıkları yüzlerine çarpılsın, güzel. Çünkü hafıza iyidir, unutmamak iyidir, hiçbir şey unutulmasın. 

Evet ama başka bir şey daha unutulmasın, “birinci yetmez ama evet dönemi” çoktan kapanmıştır, liberallerle iktidarın aşkı artık son bulmuştur. Şimdi “ikinci yetmez ama evet dönemi”ndeyiz. Başka aşklar, başka âşıklar, başka ittifaklar var. Bunları görmeliyiz, bunları görmemiz gerekiyor.

Her şeyden önce şunu bilelim: “Yetmez ama evetçilik” basitçe bir sandık tercihi değil, iktidarla kurulan bir ilişki biçiminin adıdır. Sadece 2010 Referandumu’na bakarak anlaşılamaz, bir odağın ya da bir kişinin iktidarla kurduğu ilişki biçimine, onu nasıl tarif ettiğine, ona dair siyasi tutumuna bakarak anlaşılır. İktidarın yapıp ettiklerinin bir bölümünü yetersiz bulmakla birlikte olumlu görmeye, buradan bir siyasi pozisyon geliştirmeye ve ittifak arayışına “yetmez ama evetçilik” diyoruz.

Dolayısıyla “yetmez ama evet”, geçmişte kalmış, olup bitmiş, sırf liberallere özgü bir tutum değil; değişen, gelişen, yeni aktörlerde, yeni tutumlarda, yeni ittifaklarda somutlaşan bir politik hattın adı, liberallerde de, milliyetçilerde de, ulusalcılarda da gözlemlenebiliyor, her dönem kendine yeni aktörler bulabiliyor.

Bunu dün liberaller yapıyordu, bugün kendisine “ulusalcı” ya da “Atatürkçü” diyenlerin bir kısmı yapıyor. Bu, dün “demokratikleşme” adına yapılıyordu, bugün “bağımsızlık, millilik, anti-emperyalizm” adına yapılıyor. Bu, dün iktidara koltuk değnekliği anlamına geliyordu, bugün de iktidara koltuk değnekliği anlamına geliyor.

Dünün yetmez ama evetçiliği Radikal’de, Taraf’ta, Birikim’de, Murat Belge’yle, Hayko Bağdat’la, Ufuk Uras’la, Cengiz Çandar’la, Nilüfer Göle’yle, Oya Baydar’la hayat buluyordu; bugün Sözcü’de, Aydınlık’ta, Halk TV’de, Perinçek’le, Nedim Şener’le, Soner Yalçın’la, Metin Feyzioğlu’yla, Uğur Dündar’la hayat buluyor.

Dünün yetmez ama evetçileri iktidarın Türkiye’yi AB üyesi yapacağı, ülkede evrensel değerleri hâkim kılacağı, statükoyu sona erdireceği, vesayet rejimini bitireceğini iddia ediyor, desteklerini bunun üzerinden sunuyor, bunun üzerinden bir müttefiklik ilişkisi tesis ediyorlardı. Bugünün yetmez ama evetçileri ise desteklerini iktidarın Türkiye’yi bağımsız bir devlet yapacağı, ABD ve Atlantik ekseninden koparacağı, emperyalizmle mücadele ettiği, vatan savaşı yapıldığı, ikinci milli mücadelenin verildiği iddiaları üzerinden sunuyor, bunun üzerinden bir ittifak tesis etmeye çalışıyorlar.

İktidarla kurdukları ilişki, yani “yetmez ama evetçilik” bağlamında, dünün iktidar destekçisi liberalleriyle bugünün iktidar destekçisi ulusalcıları arasında hiçbir fark bulunmuyor; ikisi de farklı saiklerle aynı şeye, iktidarın ömrünü uzatmaya ve meşruiyetini tesis etmeye hizmet ediyor, ikisi de aynı rolü yerine getiriyor. 
Yapılması gereken mi? 
Dünün yetmez ama evetçileri nasıl tarihin çöplüğüne atıldıysa, bugünün yetmez ama evetçilerine de aynısını yapmak gerekiyor. Çok geç olmadan üstelik, hemen şimdi.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Bir ‘hasbahçe’:Survivor - TAYFUN ATAY

Hafta sonu başlayan Survivor 2018’le ilgili altı çizilebilecek bazı hususlar var. Bir kere Survivor artık kendin pişir kendin ye, daha açık deyişle “kendi ünlünü kendin yap”  noktasına gelmiş görünüyor. 

Acun Ilıcalı, 3 yıl önce de yaptığı gibi bir “All Star” kadrosu oluşturmuş Dominik adasında. Kimlerden mi? Önceki yıllarda Survivor bünyesinde yarışmış “ünlüler”  ve “ünlenmiş gönüllüler”den... 

Acun artık piyasadan “ünlü” devşirmeyi bıraktı, kendi ünlüsünü kendi üretiyor. Başta gelen örnek, iki sezon üst üste şampiyon olmuş bir “maşist başyapıt”Turabi... 
Sonra yine Survivor’la ünlenmiş bir başka şampiyon, önceki “All Star”da da yer almış, şimdi üçüncü kez karşımızdaki Hilmi Cem... 
Ayrıca 2016 “Gönüllüler” takımı finalisti Damla... 
Ve yine önceki sezonlarda “Gönüllüler” kategorisinde karşımıza çıkıp artık hasbelkader kendilerine “ünlü” kredisi açılmış Sahra ve Murat... 


“Survivor ünlüleri” bunlardan ibaret değil. Ünlerini Survivor üzerinden “rektifiye”etmişler de var: Geçen sezonun ikincisi, milli boksör Adem
Önceki sezonlarda göz doldurmuş kadın atletler, Sema, Merve, Nagihan... 
Ve ilk (2011) Survivor “Ünlüler Gönüllüler”den, mesleki tanımlamaya oturtulamayacak  “komple” bir isim, Nihat Doğan... 
Ayrıca Galatasaray ve milli takım eski futbolcusu Ümit Karan; o da ikinci kez yarışmada. 

Survivor, artık bir “fabrika”, daha doğrusu başlıbaşına bir “endüstri”. Buna en tipik örnek ise yıllarca yarışmacı olarak tanıdığımız ama şimdi “Survivor endüstrisi”nin sunucu-yorumcu pozisyonunda ayrılmaz parçası Hakan Hatipoğlu
Tam bir “joker” Hakan ve bir “tecrübe abidesi” olarak kendisini önceki yıllarda hallaç pamuğuna çevirmiş maşist Turabi karşısında geniş, gevrek ve gevşek gülümsemelerle tekrar yarışmacı olarak karşımızda o da (kaçıncı kez adada olduğunu sayamıyorum!). 
Yıllar önce Acun’un “Ünlüler” takımına uygun aday bulmakta zorlandığını, daha çok “düşmüş” (unutulmuş) ünlüleri çekebildiğini ya da kamuoyunda herkesin tanımadığı isimleri ünlü kategorisinden önümüze koyduğunu yazmıştım. Önce telefon gelmişti ondan, sonra da mektup; “Biz bellibranşlarda emek verip yükselmiş olanları  kamuoyunda tanınmasalar da ‘Ünlüler’ takımına alarak bu sporlara ilginin önünü açmak istiyoruz” demeye getiren... 
Voleybolcuları, atletleri, jokeyleri kastetmekteydi. 


Şimdi bakıyorum Survivor 2018’in “All Star” dışı “Gönüllüler” takımına, tam da Acun’un bu tarif ettiği türden isimler var orada. Biri, milli atlet Nevin Yanıt: Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda, Akdeniz Oyunları’nda şampiyon, altın madalya sahibi, 100 metre engelli Türkiye rekortmeni... Birkaç yıl önce katılımı söz konusu olsaydı kesin “Ünlüler”  takımında görebilirdik onu. Ama şimdi, “Survivor başarısı” dışında bir hiç olan  “All Stars” kategorisindeki isimler karşısında onu “Gönüllüler”e yerleştirmiş Acun... 
Demek ki mektubunda bir zamanlar “ünlü” kategorisinde lanse etmekten dem vurduğu isimlere bile artık “Gönüllü” kategorisinde ancak yer açabiliyor o. 

O yüzden diyoruz ki Survivor artık kendi işini kendi gören bir “endüstri”; evet “MESH” (medya, eğlence, şov) endüstrisinin parçası değil, başlıbaşına endüstri... 
Ayrıca son birkaç yıldır iyice netleşti ki TV 8 de artık ağırlıklı olarak bir “TV 8urvivor”  durumunda. 
Peki, neden bir “Survivor TV” yapmaz ki Acun?! Yıl boyu böyle bir kanalı besleyecek malzeme rahat çıkar: “Gönüllüler” için ön elemeler; “Ünlüler”in belirlenmesi için kulisler, görüşmeler; önceki sezonlara katılanların hayatlarının nasıl akıp gittiği, vs... 


Son not, Nihat Doğan: 3 yıl önce tacize uğrayıp reddettiğinde katledilmiş   Özgecan Aslan’la  ilgili attığı tweet yüzünden o zamanki “Survivor All Star”   kadrosundan çıkartılmasının sorumlusu saydığı iki gazeteciye açtığı davayı kaybettiği şu günlerde 2018 “All Star”da Nihat!.. 

O, Özgecan’ın katlini giydiği mini eteğe bağlayarak hem akıllara ziyan, hem de dehşet verici şu tweet’i atmıştı: “Mini eteği giyinip, soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı  sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın”. 


Tabii bu tweet’in etkisi “popüler” mecrada da büyük rahatsızlık yarattığı için Acun, işini sağlama bağlayıp Nihat’ı 2015 “All Star” kadrosundan son anda çıkarmıştı. 


Nihat bunun üzerine karşı tweet’leriyle şova gidememesinin sorumlusu saydığı iki kadın gazeteciye (herhalde şampiyon olacağı farzıyla!) “Onların yüzünden 600 bin TL’den mahrum kaldım” diyerek dava açmıştı. Bu dava sonuçlandı şimdi ve Nihat kaybetti. 
Ama mahkemede kaybettiyse şovda kazandı! Acun onu kadroya aldı; bakalım 3 yıl önceki “mahrumiyet”i de (600 bin TL) telafi edebilecek mi?! 


Sağ olsun pragmatizm: An itibarıyla yararlılığı olan her şey, ahlâken istendik-istenmedik hiç fark etmez, doğrudur onda... 

2015’te Nihat’ın Survivor’dan men edilmesi de “ahlâki” (Özgecan’la bağlantılı) değil, pragmatik temelde, kâr-zarar hesabı yapılarak karara bağlanmıştı. Bugün Dominik’e buyur edilmesi de aynı şekilde ahlâki değil pragmatik değerlendirmenin sonucu. 
Pragmatizm, kapitalizmin felsefesi... 

E, elbette Survivor da kapitalizmin hasbahçesi...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

TİP'i kuranlar solcu muydu? - HİKMET ÇİÇEK / ODATV

Bugün Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kuruluşunun 55. Yıldönümü.
“Türkiye İşçi Partisi, 12 sendikacı tarafından kuruldu.”
TİP’in kuruluşuna ilişkin neredeyse bütün yazı ve kitaplarda tekrarlanan bu yanlışı, Yıldırım Koç, "Yanlış-Doğru Cetveli/İşçi Sınıfı Tarihi Yazımında İnatçı Hatalar"  (Epos Yayınları, Ankara 2010) adlı kitabında düzeltiyor, doğrusunu gösteriyor.TİP, 11 sendikacı ve Kemal Türkler’in şoförü Adnan Arkın tarafından, bundan tam 55 yıl önce kuruluyor.
27 Mayıs Anayasası’nın yeni kurulacak partilerin seçimlere katılabilmesi için tanıdığı sürenin son günü 13 Şubat 1961’di. O gün yedi yeni parti kuruluşunu açıkladı. O partiler arasında genel başkanlığını Ragıp Gümüşpala’nın yaptığı Adalet Partisi ve genel başkanlığını Ekrem Alican’ın yaptığı Yeni Türkiye Partisi de bulunuyordu. “Millete Hizmet”, “Düstur”, “Güven” gibi bir süre sonra unutulacak olan tabela partilerinin yanı sıra, adının Türkiye İşçi Partisi (TİP) olan bir partinin de kurulduğu yazılıydı. Vatan ve Öncü gazeteleriTİP’in kuruluşuna daha geniş bir yer ayırmış, kurucuların adlarına ve yaptıkları açıklamaya yer vermişti.
İÇLERİNDEN SADECE 3’Ü SOLCU
TİP’in kuruluş bildirgesinde imzası bulunan Avni Erakalın, Şaban Yıldız, Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, İbrahim Denizcier, Ahmet Muşlu, Rıza Kuas, Hüseyin Uslubaş, Saffet Göksüzoğlu, Salih Özkarabay, Adnan Arkın ve Kemal Nebioğlu Türk-İş’e bağlı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin üyeleriydiler. Kurucular, partinin genel başkanlığına aynı zamanda İstanbul İşçi Sendikaları Birliği Başkanı da olan Avni Erakalın’ı seçtiler.
İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin Genel Sekreteri Şaban Yıldız, TİP’in de Genel Sekreteri oldu. Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler Başkan vekilliğine, Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı Rıza Kuas da Genel Saymanlığa getirildi.
Türkiye İşçi Partisi’nde Diyarbakır Milletvekili olan Tarık Ziya Ekinci, 7 Şubat 2016 günü CNN Türk’te yayınlanan “Sağım Solum Tarih” programında TİP’in kuruluşuna ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.Ekinci’ye göreTİP’i kuran sendikacılar arasında sadece Şaban Yıldız, İbrahim Güzelce ve Salih Özkarabay sola, sosyalizme yakın isimlerdi. Diğer kurucuların solla ilgisi yoktu ve kurdukları partinin gelecekte 15 milletvekili ile Meclis’te temsil edilecek sosyalist bir parti olacağının bilincinde değillerdi.
ÇALIŞANLAR PARTİSİ
1961 Şubat ayı başında Türk-İş Genel Sekreteri Halil Tunç, Türk- İş’in kurulacak partiyle bir bağının olmadığını açıklamış, Türk- İş Genel Başkanı Seyfi Demirsoy da kuruculuk önerisini kabul etmemişti. TİP’e karşı başka bir parti, “Türkiye Çalışanlar Partisi” düşünülüyordu. Bu girişim, başında Doğan Avcıoğlu’nun bulunduğu Yön dergisi çevresi tarafından destekleniyordu. Ancak sonuçsuz kaldı. Mehmet Ali Aybar, “Çalışanlar Partisi” kurma girişimini, Türk-İş’in, CHP’nin ve Yön dergisi çevresinin TİP’e karşı bir “tuzağı” olarak değerlendirmektedir.
TİP’İN BAŞINA AYBAR GELİYOR
TİP, 1961 seçimlerine girememişti. Öyle ki genel başkan Avni Erakalın, YTP listesinden bağımsız olarak aday olmuştu. TİP yönetimindeki sendikacılar bu işi götüremiyordu. Partinin başına getirilecek bir aydın aramaya başladılar. TİP’in genel başkanlığı için düşünülen ve teklif götürülen bazı isimler şunlardı: Cemil Sait Barlas, Prof. Z. F. Fındıkoğlu, Orhan Arsal, Sabahattin Zaim, Sedat Erbil, Yaşar Kemal, Prof. Sabri Esat Siyavuşgil, Esat Tekeli, Nadir Nadi, Esat Çağa. Cahit Talas. Partinin başkanlığı için düşünülen isimler arasında siyasal bir yakınlık olmadığı görülmektedir. Solcu olarak bilinen isimler olduğu gibi, muhafazakar kimlikli kişiler de vardır.
Ekinci’nin anlatımına göre sonunda, Şaban Yıldız ve İbrahim Güzelce’nin önerisiyle Şubat 1962’deo dönemde avukatlık yapan eski Devletler Hukuku Doçenti Mehmet Ali Aybar ‘a teklif götürüldü. Aybar kabul etti ve TİP, 9 Şubat 1962 günü Aybar’a teslim edildi. TİP’in bir sendikacılar partisi olmaktan çıkarak, sosyalist bir partiye dönüşmesi böyle başladı.
TKP ÜYESİYDİ
Mehmet Ali Aybar, çeşitli tevkifatlarda açığa çıkmamış bir TKP üyesiydi. Rasih Nuri İleri, Aybar için ‘Benim hücre sekreterimdi’ der. Nihat Sargın ise TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın kendisinin yerine hazırladığı ismin Mehmet Ali Aybar olduğunu söyler.
Aybar, 1962’den 1969’a kadar TİP’in genel başkanlığı görevini yürüttü. 1965-1973 arasında iki dönem milletvekilliği yaptı. TİP, tüzük ve programından, günlük politikasına kadar Aybar’ın damgasını taşır. TİP’in çark/başaklı, Köylüye toprak/Herkese İş yazan ünlü amblemi de Aybar tarafından hazırlanmıştı. 1969’da bunun yerini, ünlü ressamımız Abidin Dino’nun eseri olan “adam” amblemi alacaktır.
SOSYALİST AYDINLAR TİP’E
Aybar, emekçi önderler ile sosyalist aydınları birleştiren bir çizgi izledi. Aybar’ınTİP’e genel başkan olmasından sonra, aralarında Behice Boran, Nevzat Hatko, Sadun Aren, Demir Özlü, Fethi Naci, Nazife ve Adnan Cemgil, Yaşar Kemal, Kemal Sülker, Cemal Hakkı Selek ve Yunus Koçak gibi isimlerin bulunduğu sosyalist aydınlar partiye katıldılar.
TİP, 1963 yılından başlayarak ülke çapındaki örgütlenmesine hız verdi, kitleselleşti. 1963’te yapılan yerel seçimlere TİP 9 ilde katıldı ve beklentilerin üzerinde bir oy aldı.
TİP ilk kongresini 9-10 Şubat 1964’te İzmir’de topladı. Parti bilim kurulunca hazırlanan ve son biçimi Aybar tarafından verilen program ve tüzük bu kongrede kabul edildi ve 1971 yılında parti kapatılana kadar değişmedi.
15 MİLLETVEKİLİ İLE MECLİS’E
1963, 1965, 1966 ve 1969 seçimlerinde, neredeyse her mahalleden, her köyden TİP’e oy çıktı. 10 Ekim 1965 genel seçimleri TİP için bir dönüm noktası oldu. Bütün oyların yüzde 2,7 sini (276 bin oy) alarak 15 milletvekili çıkardı. TİP milletvekilleri şu isimlerden oluşuyordu: Mehmet Ali Aybar, Rıza Kuas, Muzaffer Karan, Tarık Ziya Ekinci, Sadun Aren, Yahya Kanbolat, Cemal Hakkı Selek, Adil Kurtel, Behice Boran, Yunus Koçak, Şaban Erik, Yusuf Ziya Bahadınlı, Ali Karcı, Kemal Nebioğlu ve aslında TİP listesinden bağımsız milletvekili iken TİP’e katılan Çetin Altan. Senato’da ise partiyi, Millet Partisi’nden TİP’e katılan Niyazi Ağırnaslı temsil ediyordu.1966 yılında Cumhuriyet Senatosunun üçte birinin yenilenmesi seçimlerinde ise Fatma Hikmet İşmen TİP senatörü olarak seçildi.
27 MAYIS ÖNDERLERİNDEN KOMÜNİSTLERE KADAR
27 Mayıs Devrimi’nde Celal Bayar’ın Köşk’ten alınması operasyonuna katılan Tankçı Binbaşı Muzaffer Karan, Milli Birlik Komitesi üyesidir. MBK içindeki ayrışmadan sonra ‘14’lerin tasfiyesi sırasında Oslo’ya “sürgüne” gönderilir. Yurda döndükten sonra 28 Mayıs 1966 günü TİP’e üye olur ve milletvekili seçilir. Karan, 29 Ekim 1966 günü partisinden ayrılacak ve CHP’ye katılacaktır.
Cemal Hakkı Selek ise komünisttir. Şefik Hüsnü çevresindendir. Aybar’ın yakın arkadaşları arasındadır. Selek 1965-1969 yılları arasında TİP’in meclis grup başkanvekilliğini yapacaktır. Çetin Altan’ın TİP’e girişini de Cemal Hakkı Selek sağlayacaktır. “Sosyalizm fakir fukaraya merhamet duyma mesleği değildir çocuklar. Sosyalizm, insanlığın vahşet çağından çıkıp uygarlığa, sahici uygarlığa geçiş aşamasıdır” diyen Selek, Pınar Selek’in dedesidir.
TİP’in Meclis grubu, Türkiye’nin o zamana kadar ve daha sonra da görmediği bir parlamento manzarası ortaya çıkarır. İşçilerin ve emekçilerin hakları kıyasıya savunulur, geleneksel siyaset kalıpları yıkılır. Meclis çatısı altında saldırıya uğrayan da onlar olur. Solun her kesimini kucaklayan TİP, Türkiye sosyalist hareketin gelişmesine önemli katkılarda bulundu. Düzenin dışında seçenek arayan binlerce yurttaş TİP’e üye oldu.
SOSYALİZMİN VAZGEÇİLMEZ UNSURU
21 Ağustos 1968 günü Sovyetler Birliği, Varşova Paktı kuvvetleriyle birlikte Çekoslovakya’yı işgal etti. Sovyet yönetimi, Çekoslovakya’nın kendi egemenlik alanı dışına çıkmasını bu yolla önledi. İşgal, bütün dünyadaki sosyalist ve komünist partiler arasında büyük tartışma yarattı. Sovyet güdümündeki partiler işgale destek verirken, Çin, İtalya, Fransa ve İspanya komünist partileri işgale karşı çıktılar.
Çekoslovakya’nın işgaline Türkiyeli sosyalistlerin değişik kesimleri değişik tavır aldılar. Ancak işgale karşı en açık tutumu alan TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar oldu. Aybar, 23 Ağustos 1968 günü yaptığı açıklamada şöyle der: “Çek faciasının ortaya serdiği bir gerçekte; bağımsızlığın sosyalizmin vazgeçilmez bir unsuru olduğudur. Milletler kendi sosyalizmlerini kendi imkânları ile ve milli bağımsızlıklarına kıskançlıkla sarılarak kuracaklardır.
Ne Amerika, ne Sovyet Rusya, ne de herhangi bir başka devletin dümen suyu. Türkiye için tek çıkar yol kayıtsız şartsız bağımsızlık yoludur. Milli şeref ve haysiyet yoludur.” (TİP Haberleri, 1 Eylül 1968)
“Türkiye’ye özgü Sosyalizm” Aybar’ın üzerinde önemle durduğu bir sorundu. Mehmet Ali Aybar, her fırsatta şu görüşleri savunurdu: “Ulusal bağımsızlık önemlidir, Amerikan emperyalizmi de, Rusya peykliği de kabul edilemez. Sosyalizmin özü özgürlüktür, Sovyet tipi rejimlerde bir süre sonra devlete hâkim olan bürokrasi sosyalizmi bitirir.” Yaşanan gelişmeler Aybar’ı haklı çıkardı. Sovyet yanlıları TİP’ehakim oldu ve Aybar partisinden ayrılmak zorunda kaldı.
Hikmet Çiçek
13/02/2018



TİP’in kuruluş günleri (*) - Erinç Yeldan

Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşundan bu yana elli yedi yıl geçti. TİP’in tarihi, bir anlamda Türkiye işçi sınıfının bir sınıf olarak bilinçlenme tarihini anlatıyor. TİP’in kuruluş günlerine dair bu ilginç tarihçeyi ilk elden, partinin genel yönetim kurulu üyesi ve Kocaeli il başkanı avukat Şinasi Yeldan’dan dinledim. Şinasi Yeldan’ın aktardıklarını aşağıdaki satırlarda sizlerle paylaşıyorum:
***
İkinci Dünya Savaşı sonucu faşizmin yenilgisi ülkemizde yeni demokratik adımların atılmasını zorunlu kılmıştı. Çok partili yaşama geçiş, Cemiyetler Yasası’nın değişimiyle birlikte sendika kurma ve sendikalaşma olanağı doğmuştu. Ancak, sendikalara toplu iş sözleşmesi ve grev yapma hakkı tanınmamıştı. Bunun yanında sendikalar çeşitli baskılar altındaydı. Sendika liderleri ise neredeyse “doğal suçlu” konumundaydı. Tüm olumsuzluklara karşın işçi sınıfı sendikalarda örgütlenmesini sürdürmekteydi. 1952 yılında Türk-İş Konfederasyonu kurulmuştu. Sendikalar siyasetten dışlanmış ancak siyasi partilerce oy kazanımı amacıyla kullanılmaktaydı. O günlerde “silahsız asker” diye tanımlana gelen Türk sendikacılığının bu yapısı 27 Mayıs 1961 tarihli Anayasa’nın yürürlüğe girdiği güne kadar sürdü. Yeni anayasa, grevi “sosyal bir hak” olarak tanıyordu. Bu dönemde sendikalar büyük bir coşku ve birlik içinde meydanlardaydılar. 1961 Aralık ayında İstanbul’da Saraçhane başında on binlerce işçinin katılımıyla oluşan gösteri işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutmakta olup işçi sınıfının grevli, toplu sözleşmeli sendikacılığa yasal olarak da kavuşmasını sağladı. 


İşçiler bu haklarını almakla da yetinmediler. Siyaset alanında da söz ve karar sahibi olmak için 13 Şubat 1961 tarihinde Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. İstanbul Sendikalar Birliği öncülüğünde 11 sendikalı işçinin ve bir şoförün kuruculuğu ile siyasal yaşamda yer alan parti, bütün yurtta yankılandı, ilgi gördü. 1961 seçimleri yaklaşmıştı. Ancak seçim yasasının aradığı “15 ilde,ilçeleriyle birlikte örgütlenmeyi” tamamlayamadığı için partinin seçime katılma olanağı olmadı. Bu arada parti başkanı Avni Erakalın partiden ve üyelikten istifa edip, Yeni Türkiye Partisi’nden bağımsız milletvekili olmak için aday oldu. İstifa bir bakıma koşullu idi. Milletvekili seçilemediğinde partiye geri dönmek istiyordu. Ancak, parti yöneticileri bu koşulu kabul etmediler; istifa kabul edildi. Parti başkansız kaldı. Başkanlık arayışları sürerken beklenmedik bir gelişme daha oldu. Türk-İş Başkanı Seyfi DemirsoyÇalışanlar Partisi isimli bir parti kurmak için faaliyete geçti. Oysa ki TİP kurulurken “kurucu olmam, ama ilk üye ben olurum” demişti. Demirsoy, Çalışanlar Partisi’ni şöyle savunuyordu: “TİP sadece sendikacılar tarafından kurulmuştur. Biz aydınları da aramıza alacağız. Parti 67 ilde örgütlenecek, Atatürk anıtlarına aynı günçelenkler konulacak...” 

Çalışanlar Partisi tüzüğü Sadun Aren ve Türkkaya Ataöv’ün katılımıyla hazırlanmış, basında da yankılanmıştı. Demirsoy ayrıca TİP’ten bir istemde bulunuyordu: TİP henüz genel kurulunu toplamamış olduğundan kurucular partiyi fesh etmekte yetkiliydiler. TİP kurucuları partiyi fesh edip Çalışanlar Partisi’ne katılmalıydılar. Parti kurucuları bölünmüştü: İlgisizler, fesih taraftarları ve fesihe karşı olanlar. Karşı olanlar azınlıktaydı. Tam da bu günlerde, Türk İş’in 22-29 Ocak 1962 tarihleri arasında Ankara’da çalışma meclisi toplantısı yapılacaktı. Toplantıya tüm illerden sendikacılar, bu arada parti temsilcileri de katılacağından partinin fesih veya devamı konusunun bu toplantıda ele alınmasına karar verildi. 

Çalışma meclisi, çalışmaları sırasında gündüz sendikalarla ilgili görüşmeler yapılıyor, akşam Tahir Öztürk’ün (fukara Tahir) İnşaat İşçileri Sendikası çalışma odasında (salon demek daha doğru) toplanılıp partinin kapatılma istemi ve diğer sorunları tartışılıyordu. Sert tartışmalar oluyordu. Kuruculardan sadece Yıldız Özkarabay Çalışanlar Partisi’ne karşı çıkanlar arasındaydı. Karşı duruş daha çok ve etkili biçimde parti tabanından geliyordu. Özellikle, Gaziantep, Adana, Kocaeli, İzmir, İçel ve Ankara illeri başı çekiyordu. Anadolu inançlı ve kararlıydı. Özellikle Gaziantep kuruluşu ile de özeldi. Şöyle '6Bi; Gaziantepliler eski küçük bir yapıyı onarırlar; duvarını, sıvasını, badanasını yaparlar; tabelasını yazıp asarlar. Ancak, ellerinde parti tüzüğü yoktur. Genel merkeze de ulaşamazlar. Yakın il Adana’ya başvururlar. Adanalıların verdikleri yanıt ilginçtir: “Partiyi kuranlar bizim işçi arkadaşlarımızdır. Partiyi kurun”. Zira Adanalıların da ellerinde tüzük yoktur. Ayrıca kuruluşları için genel merkezden de kimse gelmemiştir. Gerçekte çoğu il de böyle kurulmuştur. Tartışmaların en hararetli döneminde Gaziantepli bir partili şöyle der: “Biz ekini ektik, (göğsünü göstererek) bu boya getirdik, davara yedirmeyiz”. 

Kuruculara rağmen partinin tabanı direnir, partinin kapatılması oyununu bozar; varoluşunu sağlar. Türkiye İşçi Partisi 1961’in 13 Şubat’ında doğar. Partinin aşağıdan yukarı doğru kuruluşunun kanıtı da budur.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

*23 Şubat 2011 tarihli Cumhuriyet Ekonomi Politik yazısından alınmıştır.

Suriye’de net resim - Ceyda Karan

Suriye’de yeni seney’le ‘toz-duman’ görüntüsü altında girilse de gayet net seçilebilen iki buçuk cephe var. 
İlki; Rusya, Suriye, İran ile Lübnan Hizbullah’ı. 
İkincisi; ABD, İsrail, geride duran Körfez hattı ile Ürdün. 
Ortada iki hasım güç; Birinci cephede gibi görünürken, ikinci cephe ile anlaşmak arzusundaki Ankara. İkincisi de stratejik tercihini ABD’den yana yaparak ikinci cephede bulunsa da birinci cepheyi kollayan Suriyeli Kürtler-PYD/YPG.

***
Bu cephelerde son günlerde asıllar ve vekiller üzerinden bir dizi provokatif vaka yaşandı. 
İdlib’de 3 Şubat’ta el Kaide unsurları MANPADS’lerle Rusya’nın S-25 uçağını düşürdü. 
Kuzeydoğu hattında Deyr ez Zor’da 7 Şubat’ta Suriye hükümetine bağlı Arap aşiretler ve Rus milisler enerji kaynaklarını SDG’den geri almaya çalışırken ABD’nin ‘meşru müdafaa’ iddialı saldırısına uğradı. 
Afrin’de 10 Şubat’ta Türkiye’nin helikopteri düşürüldü. 
Son olarak İsrail, yine 10 Şubat’ta Golan bölgesinde bir İran İHA’sının sınırı ihlal ettiği iddiasıyla Suriye’yi vurdu. Ama Suriye hava savunması bir F-16’sını düşürdü. 
Sonuncusu İsrail’i de aşıp ikinci cephenin vaziyetinin resmini veriyor.

***
Tarafların pozisyonlarına göre aktarımları farklı olsa da İranlı kaynakların ‘tuzak’ beyanından çıkan resim şu: 
İsrail, ilhak ettiği Golan sınırında -geçen haftaki yazımda aktardığım- kol kanat germiş olduğu cihatçı unsurları gözleme faaliyeti için gönderilen İHA’yı derhal tespit edip vurdu. İsrail uçakları Suriye içlerinde İHA üssü olduğu düşünülen T4 dahil bir dizi yeri vurmaya giriştiğinde tatsız bir sürprizle, Suriye hava savunmasının yoğun ateşiyle karşılaştı. Bir F-16’ları vuruldu. Paraşütle atlayan iki İsrail pilotu yaralandı. Rivayet o ki, ikinci bir jet hasar gördü. 
‘Görünmez’ denilen F-16’yı biraz ‘antika’ kalan S-200’lerin (NATO’daki ismiyle SA-5) vurduğu söyleniyor. Her halükârda bu 1980’lerden beri bir ilk. İsrail krizin başından beri defalarca Suriye hava sahasını ihlal edip tehdit gördüğü hedefleri vuruyordu. Bu kez ‘bedelsiz kalmaz’ yanıtını aldı. Bu İsrail için Ortadoğu semalarında hava üstünlüğünün sonu manasına geliyor.
***
Suriye’nin bu hamleyi Rusya’dan habersiz yapması imkânsız. Zira hava sahasının kontrolü Rusya’da. Ancak kendi güvenlik çıkarları doğrudan söz konusu değilse sakin duran ve askeri gücünü kapsamlı siyasi çözüm için kullanmakta kararlı olan Rusya, güneyde aleni cephe arzulayacak değil. Nitekim krizi durduran Moskova oldu. İsrail Başbakanı Netanyahu, Rusya lideri Putin ile görüştü. Üstelik Rusya açıklamasında ‘taraflar tehlikeli bir kargaşaya sürüklenecek bir adımdan kaçınmaya’  çağrılırken İsrail’in ‘kendini savunma’ söylemi benimsenmedi. 
Netanyahu, Putin ile Soçi Ulusal Diyalog Kongresi sırasında da Moskova’ya gidip görüşmüştü. Uçağını yitirmesi Rusya’yı İran’dan uzaklaştıracak türden bir sonuç alamadığının net göstergesi oldu.
***

İsrail elbette ABD’den her zamanki sözel desteği aldı. Ama ABD’nin şu anda ötesine gücü yetmez. Suriye’nin kuzeydoğusunda ittifak ettiği Kürtler ile NATO’daki müttefiki arasında sıkışmış halde. Kürtlerle ittifakı Ankara’yla bela yaratıyor. İran’ı hedefe koyan stratejisinden hareketle tümüyle Türk hükümetiyle ittifak etse, Ankara’nın sahada denge değiştirici gücü yok. Rus Su-25’inin düşürülmesi sonrası Rusya’nın Türkiye’ye hava sahasını beş gün kapatması ‘sınırı’ göstermişti. 
Ayrıca ABD Batılı düşünce kuruluşlarında ‘Türkiye’yi yitirme’ söylemlerine karşılık, Ankara’nın Rusya safına geçmeyeceği de biliniyor ama neo-Osmanlı gündemini Kürtlerle uyumlulaştırılamıyor.
***
ABD’nin rejim değişikliği hedefi boşa çıktığından beri ‘kaos stratejisiyle’Suriye’ye tutunma, istemediği türden çözüm ve barışa mani olma çabası artık en sıkı müttefiki İsrail’i de tehlikeye sokuyor. İsrail sınırın dibinde bir İran ile Hizbullah’la karşı karşıya, Filistin örgütleri dahil yeminli düşmanları buluşuyor. 

Suriye savaşı tıpkı Türkiye gibi İsrail için de daha büyük belalar yarattı. Türkiye’dekilerin aksine İsraillilerin realist tutumu Netanyahu’ya rağmen baskın gelmezse, durum parlak değil.

Ceyda Karan / CUMHURİYET