16 Şubat 2018 Cuma

Borsalar ve krizler - KORKUT BORATAV / SOL

Şubat’ın ilk on gününde uluslararası borsalarda panikler yaşandı. Şok, Wall Street’te başladı. S&P endeksi, Ocak sonu ile 7 Şubat arasında New York borsasında %10’u aşan bir değer kaybı belirledi ve hisse senedi piyasalarında uzunca süren bir yükselmenin son bulduğu ileri sürüldü.

12 Şubat Pazartesi çalkantı hafifledi. Borsa, önceki zirveye göre %7,5 civarında bir gerileme sonunda yeni bir patikaya yerleşmiş göründü. Endişeli, korkulu birkaç gün yaşandıktan sonra…
Bu çalkantı, dünya ekonomisine ilişkin iyimserlik ortamı yaygınlaşırken patlak verdi. Günümüzün finansal sisteminin bazı özelliklerinin yeniden algılanmasına da vesile oldu.  
Bu doğrultuda birkaç gözlem yapalım.

Şişen servetler, aksayan kazançlar…
Finansallaşmış bir sistemde mülkiyeti temsil eden kâğıttan varlıkların artışı, üretimdeki büyümeyi fazlasıyla aşabilir mi? Örneğin toplam finansal servet ile millî gelir arasındaki bağlantının zayıflamasından söz ediyorum. Stoklar (servet), akımları (gelirleri) aşar; ama, ne kadar?

Kapitalizmin yapısal olgunlaşması bu tür bir dönüşümü de içerir. Tarımda, ticarette, zanaatte şirketleşme geliştikçe “finansal” varlık türleri oluşur; yaygınlaşır.  
Batı kapitalizmi bu aşamayı geride bırakmıştır. Dolayısıyla, finansal servetler ile üretim tabanlı gelir akımları arasında istikrarlı bir bağlantının oluşması beklenir. Ne var ki, son elli yıl boyunca, finansal sistem adeta kendi başına şişmekte; bazen balonlaşmaktadır. Neden? Geleneksel kurumsal bankacılığı tasfiye eden ve tüm alacakları (varlıkları) ve borçları alınıp-satılan metalara dönüştüren ölçüsüz bir finansallaşma yüzünden…
“Her çıkışın bir inişi vardır”; ama aynı noktaya dönülmeden… Balonlar bazen sönmüş, bazen patlamış; ama artış eğilimi egemen olmuştur.

Bu haftaki borsa çalkantısı  da 2008 krizini izleyen finansal şişmenin zirvesinde patlak verdi. Evveliyatı nedir? Doug Henwood,  yararlı bir özet veriyor (LBE News, 8 Şubat).

Bir şirkete ait hisse senedinin “yükseklik” derecesi nasıl ölçülür? Fiyatını (F’yi) sağlayacağı umulan kâr, kira benzeri yıllık kazanca (K’ya) bölünüz. Brüt servet stoku ile gelir akımı karşılaştırılıyor. Elde edilen amortisman oranı (F/K) bir ölçüttür.  

Nobel ödüllü Robert Shiller, F/K oranını 1880 ile günümüz arasında New York borsasında işlem gören tüm hisse senetlerini kapsayan bir endeksle hesaplıyor. Belli bir yıla ait fiyatları, önceki on yılı kapsayan ve enflasyondan arındırılmış kazançların ortalaması ile karşılaştırıyor. 1950 sonrasının ortalama F/K oranı 17 olarak belirleniyor. Ocak 2018’deki oran ise  33,8’dir.

Bu değer, Shiller’in 157 yıllık serisinde sadece bir kez (Aralık 1999’da 44,2 ile) aşılmıştır. 2007’deki tırmanış, bu düzeye ulaşılmadan finansal krizle son bulmuş. Büyük buhranın arifesini  simgeleyen Eylül 1929’da ise F/K 32,6’ya tırmanmış.
“Amortisman süresi” olarak da yorumlanabilecek olan F/K değerlerinin tersi, yıllık getiri oranlarıdır. Buna göre, New York borsasının 1950-2017 ortalaması yıllık %5,9; Ocak 2018 ise %3’lük getirilere tekabül ediyor.

Borsanın “yükselme derecesi”ni, bir başka servet/gelir ölçütü de yansıtabilir: Hisse senetlerinin toplam değerinin milli  gelire oranı… Henwood, 1952-2017 döneminde New York borsası ile ABD milli gelirine bakarak bu oranın seyrini  veriyor. İlk otuz yıl boyunca %50’yi aşmayan bu oran, neoliberalizm sonrasında hızla tırmanmıştır. 2000’de %175 ile zirveye çıkmış; 2008 krizinde yüz puanlık aşınma, 2017’de hızla telafi edilmiş; önceki zirveye yaklaşılmıştır.

Şubat’ta patlak veren borsa şoku, bu oranı birkaç puan (tahminen %160 altına) indirmiştir. Kalıcı olup olmayacağını göreceğiz.

Ya kârların seyri?
F/K oranının paydasında yer alan şirket kazançlarının ana öğesi kârlardır. Kârların seyri, hisse senetlerini çekici kılmış mıdır? Bu alımların finansmanına da katkı yapmış mıdır? Henwood, bu sorulara da ışık tutuyor.  

Krizi izleyen üç yılda (2009-2012’de) vergilerden sonraki şirketlerin kârları yüzde 55 artmış; ücret ödemeleri ise %12’lik artışla sınırlı kalmıştır. Artan şirket kârlılığı, hisse senetlerine talebi de kamçılamıştır. S&P’nin Wall Street  endeks değeri aynı üç yılda yüzde 85 tırmanmıştır.

Kâr artışları 2012 sonrasında önce yavaşlamış; sonra gerilemiş; kâr oranı da 2014 sonrasında düşmüştür. Henwood, finansal olmayan ABD şirketlerinin 2012 sonrasında 8 trilyon dolarlık kâr elde ettiğini ve sadece 2 trilyon dolarlık net yatırım yaptığını belirlemiş. Geri kalan 6 trilyon dolar hissedarlara ya temettü olarak dağıtılmış,  ya da hisse senedi alımlarının ve şirket birleşmelerinin finansmanına tahsis edilmiştir.
Henwood, şirket  kârlarının, burjuvazinin sınıfsal işlevi olan sabit sermaye birikiminin dışına taşmasına dikkat çekiyor: “Mülk sahibi sınıf, gelecekle ilgilenmeye son vermiştir. Bu tür bir kapitalizmin mükemmel temsilcisi Trump’tır.”

Amerika’ya özgü borç tuzağı
Kâr oranlarındaki aşınma borsaya yönelişi frenlememiştir: Son üç yılda da hisse senedi alımları, kârları aşan bir tempoyla yükselmiştir. Borsaya girişler, dış yatırımları, millî geliri, kârları ve diğer gelir akımlarını nasıl aşabilir? Ancak borçlanılarak…
Şirket borçlanmaları, bir başka kâğıttan dünyayı besler. Devlet, şirket ve kişi borçlarından oluşan trilyonlarca dolarlık tahvil, senet ve bono piyasaları… Finansallaşmış bir kapitalizmin kritik özelliği buradadır. Mülk sahiplerinin net serveti, borçları dikkate alınınca aşınır; “eksi” dahi olabilir. Bu aşınma rantiyelerin, alacaklıların varlıklarındaki artışa tekabül eder.

Borç kâğıtlarından oluşan dünya, kendine özgü bir alandır. Borçlanma nedeniyle tahvil arzı arttıkça, mevcut tahvillerin fiyatları da düşer. DAVOS Forumu’nun yayımladığı 2018 Risk Raporu’na göz atalım: “2017’de 9 trilyon (dokuz bin milyar) dolarlık tahvil, piyasalarda negatif getiri ile dolaşımdaydı.” 
Niçin? 
Düşen tahvil fiyatları, faiz eklendiğinde dahi alım bedelini karşılayamayacaktır.

Piyasalarda tahvil fiyatlarının düşmesi, borçlanma faizlerinin yükselmesi anlamına gelir. 10 yıllık ABD tahvil faizleri önemli bir göstergedir ve kritik eşik %3’tür. 2 Şubat tarihli Financial Times’ta John Authers, bu bilgiyi ABD’ye taşıyor: “Faiz getirileri hızla yüzde 3’ü aşarsa, ABD şirketlerinin yüzde 12’si zombileşecektir; yani, kazançları, faiz ve vergi ödemelerini karşılayamayacaktır. Faizlerde hızlı bir artış, onlar  için yıkımdır.”
Niçin? 
Sadece yeni borçlanma maliyeti arttığı için değil. Daha da önemlisi, piyasa tahvil faizlerinin artması, servetleri tahvillerden oluşan çevrelerin portföylerindeki tahvil değerlerini düşürecektir… Ucuzlayan kâğıtlar, tahvil sahiplerinin varlığını aşağı çekecek; “rantiye zombiler için de negatif getiriler” söz konusu oluşacaktır.

Authers’in makalesinin yayımlandığı gün, ABD 10 yıllık tahvil faizleri %2,8’i aştı. Bir yıl önce bu oran %2,4’tü. Bu “küçük” fark, tahvil değerlerinde milyarlarca dolarlık aşınma anlamına gelir. Bu “kötü” habere, ABD ücretlerinde %2,9’luk bir artış bilgisi eklendi. FED’in faiz artışlarını tetikleyecek bir istatistik… Bu iki olumsuz bilgi, 2-12 Şubat’taki borsa çalkantısının tetikleyicisi oldu.

Çalkantının bitiminde (13 Şubat’ta) Financial Times baş yazarı Martin Wolf, “Piyasalarda aşırı iyimserlik keyif vericidir, ama tehlikelidir; abartılı risk almaya, varlık fiyatlarında balonlaşmaya,  finansal krizlere yol açabilir. Geçen haftaki çalkantı gerekliydi; keşke daha önce olsaydı. Biraz korku piyasalar için iyidir.”

Batı dünyasında ve ABD’de şirket borçlarının millî gelire oranındaki artışları, potansiyel finansal krizlerin kaynağı olarak vurguladı. Ona göre borsalardaki Şubat şoku, bu tehlikelere dikkat çektiği için yararlı olmuştur:

Biz de, borç tuzağına teslim olmuş; giderek parazitleşmiş bir kapitalizm için “korkunun ecele faydası yoktur” diyelim.  

Korkut Boratav / SOL

‘Bilimsel bilginin sahibi halktır’ - GÖZDE BEDELOĞLU

Sağlıklı ve dengeli bir çevrede, barış ve huzur içinde yaşamak haktır. İnsan doğaya karşı sorumluluğu olduğunu kabul etmeli, onurlu ve iyi bir hayat sürme hakkına sahip çıkmalıdır.Yaşam alanlarında sürdürülen sağlığa zararlı faaliyetler başta olmak üzere çevreyle ilgili her bilgiye erişebilmeli ve karar alma süreçlerine katılabilmelidir. Türkiye toplumunun bu hakkı kamu otoriteleri tarafından istikrarlı bir şekilde gasp ediliyor. Kendini halk sağlığına adamış, barış savunucusu bir bilim insanı olan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun mücadelesi ve başına gelenler, halkın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının, halk için ve halk adına yönetime gelenler tarafından nasıl bile, isteye engellendiğinin açık ve acı tarihini yansıtıyor.

•••

Barış imzacısı olduğu için Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilmeden önce Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalışmalarını sürdüren Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Türkiye’nin en büyük sanayi bölgesi olan Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde görülen kanser kaynaklı ölümlerin artışıyla ilgili yaptığı araştırmayla şimşekleri üzerine çekmişti. Hamzaoğlu, Dilovası’nda 10 yıl ve daha uzun süre yaşayanlarda kanser nedeniyle ölme riskinin, 10 yıldan az yaşayanlara göre 4.4 kat daha fazla olduğunu tespit etmişti. Ekonomik gelişme adına doğal kaynakları zehirlemekten imtina etmeyen, dolayısıyla halkın, insanın en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden alan bir yönetim anlayışıyla yüz yüze olduğunu göstermişti.


•••

Sonuçlar açıkça ortaya koyuyordu; Dilovası’nda kanserden ölümler Türkiye ve dünya ortalamasının üç kat fazlasıydı. Bölgede sanayi kuruluşlarının kapasite artırmasına ve yeni yatırımların yapılmasına izin vermek; toprağı, suyu, havayı ve halkı zehirlemeye devam etmek demekti. Kapasite artışına da, yeni yatırımlara da izin verildi. Bir halk sağlığı uzmanı olarak Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu araştırmalarını sürdürdü. Dilovası’nda yaşayan annelerin sütünde ve bebeklerin ilk kakasında ağır metaller bulduğunu kamuoyuna açıkladı. Zehirlenme henüz anne karnındayken başlıyordu. Bu korkunç gerçek karşısında dönemin AKP’li belediye başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun ilk tepkisi Hamzaoğlu’na hakaret etmek oldu: ‘Şarlatan’! Mahkeme, Karaosmanoğlu’na hakaretinden dolayı ceza verse de, Hamzaoğlu’nun Dilovası ile ilgili raporu kamuoyuna açıklamasını tahrik olarak değerlendirdi.

•••

Hamzaoğlu, bilimsel çalışmasını geniş kitlelere ulaştırarak halk arasında panik yaratmayı amaçlamakla suçlandı. İşini olması gerektiği gibi, en iyi şekilde yapma gayreti Kocaeli Üniversitesi tarafından disiplin cezalarıyla ‘takdir edildi’. Sanayinin yarattığı tehlikeleri ortaya koyan çalışmaları nedeniyle defalarca üniversiteden uzaklaştırılmakla tehdit edildi. Halk sağlığının korunması için yaptığı araştırmalarla hekimlik görevini yerine getiren Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun elde ettiği sonuçları da muhatabı olan halka paylaşması, bir bilim insanı olarak elbette ki toplumsal sorumluluğunun bir parçasıydı. Sorumluluğun bundan sonraki muhatapları ise, halk sağlığı adına bir an önce çözüme yönelik çalışmaları başlatmakla yükümlü olan hükümet, valilik ve belediyede idi. Ancak işin o ayağı hep eksik kalacak, Hamzaoğlu somut adımlar atmamakta direnen bakanlık ve il yönetimine karşı kanserli hasta ve hayatını kaybetmiş kanser hastası yakınlarına tazminat davası açmaları önerisinde bulunarak mağdur edilen halka hak arayışında da yol göstericilik yapacaktı.

•••

Hayatını bilime, barışa ve öğrencilerine adamış bu değerli hocamız KHK ile çalıştığı okuldan ihraç edildi ama öğrencilerinden kopmadı. Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edilen 19 akademisyenin kurduğu Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde derslerine devam etti. Savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğunu açıklayan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey üyelerinin gözaltına alınmasına, mesleki sorumluluğu gereği karşı çıktı. “Bilimsel bilginin sahibi toplumun kendisidir” diyerek halk sağlığı için yürüttüğü çalışmaların sarsıcı sonuçlarını paylaştı, kamuoyu ve hükümeti uyardı. Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu 9 Şubat’tan beri göz altında. O çıkıp yine dersini verir; toplumsal, mesleki ve vicdani sorumluluğundan bir adım geri atmaz. Biz de ya yaşam hakkımızı savunan hocamıza sahip çıkar, ya da anne karnında kanser olmaya devam ederiz.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

Bir kullanışlı işe yaramazın portresi: Mihail Saakaşvili - TEVFİK TAŞ / SOL

Clinton tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi, savaş provasına kalkışıp kravatını yedi, Gülen'den Türkçe ödülü aldı, Ukrayna'da emperyalizme hizmet için yeni görevlere soyundu... Bir kullanışlı işe yaramazın portresi: Mihail Saakaşvili!


2004'de ABD'den 'yeni kuşak' karşı-devrimci olarak Gürcistan'a ihraç edildi. O bir 'karanfil devrimcisi'ydi.
2005 yılında Hillary Clinton ve John McCain tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmişti.
Post-Sovyet dönemde Gürcistan'ı NATO ve AB'ye üye edecek, Rusya Federasyonu ile olan yeni rekabette vazife üstlenecekti. Güney Osetya'da savaş provası yaptı. Yanıt sert olunca kravatını yeme sahnesi ile dünya medyanın alay konusu oldu.
Savaş provası 2008'de tam bir fiyaskoyla sonuçlanınca, paraşütle indirildiği Gürcü siyasetindeki konumu 2012'de son buldu.
Fethullahçı Cemaat'in 2011'de ''Türkçe Ödülü''nü aldı.
2015'de yeni görevlere yelken açtı.
Gürcistan'dan kaçarak, Ukrayna'ya yerleşti. Ukrayna'nın Sovyet sonrası baş hırsızı Cumhurbaşkanı Poroşenko'nun danışmanı oldu. Poroşenko, Rusya Federasyonu'na karşı ona danışacaktı. Liman kenti Odessa'ya vali atandı. Ukrayna yurttaşlığı verildi el çabukluğuyla.
Uyuşturucu kaçakçılığının merkez limanı olan Odessa, Rus azınlığın denetim altında tutulduğu bir kent olmalıydı. Kendisi gibi kriminal olan İçişleri Bakanı Arsen Averkov ile canlı yayında yüze su atmalı derin tartışmalara girdi. Poroşenko'nun arkasından iş çevirmeye kalktı.
Ve 26 Temmuz 2017'de vatandaşlığı Poroşenko tarafından geri alındı.
Nikaragua devrimini bastırmak için seferber olan CIA'nın öyküsünü anlatan ''Ateş Altında'' filmindeki CIA ajanı rolündeki Ed Harris'in Sandinista devrimcilerinin zaferi üzerine, ''şimdi yeni göreve'' sahnesindeki gibi, Soros sponsorlu Saakaşvili yeni görevi için bir kez daha ''Heimatlos'' oldu.
Saakaşvili, emperyalist tetikçilerin de vatansız kalabileceğinin yeni bir örneğini sundu. Bir sonraki göreve kadar!

Tevfik Taş / SOL

Neoliberal devrimin Meydan katliamı - CEYDA KARAN

Batı’nın neoliberal yayılma maceraları giderek hazin bir görüntü arz ediyor. Ortadoğu’nun hali ortada. Bunun eski Sovyet coğrafyasındaki nadide örneği ise Gürcistan-Ukrayna hattında mevcut. Ve yaşananların perde arkası ortaya serildikçe, 2000’lerde ‘demokrasi devrimi’ diye yutturulanlar daha net anlaşılıyor.

***
Bu açıdan en trajikomik vaka, ABD’nin Kafkasya’daki adamı Gürcistan’ın eski devlet başkanı Mikhail Saakaşvili ve başına gelenler. 

Saakaşvili, 2004-2013 arasında yönettiği Gürcistan’da Bush yönetiminin gazına gelmiş, 2008’de, 1990’lardaki çözülme dalgasının özerk Güney Osetya ve Abhazya cumhuriyetlerine gözünü dikmişti. Karşısında Tiflis’in kapısına dayanan Rusya Federasyonu ordusunu buldu. RF işini bitirip çekildi, mağlup Saakaşvili de tarihe ‘kravatını kemiren lider’ olarak geçti. 

Tabii Saakaşvili’nin Tiflis’te görevinin bitimi tatsız oldu. Yolsuzlukla suçlandı. İmdadına 2014’te Ukrayna’nın ikinci ‘Turuncu Devrim’i yetişti. Ukrayna’ın yeni lideri Petro Poroşenko’nun davetiyle kapağı Kiev’e attı. 2015-2016 yıllarında Odesa valisi bile yapıldı! Fakat Poroşenko oligarşisine rakip çıkınca, ikinci ülkesinden de kovuldu.
 
Hikâyesi bir süredir dünyaya mal olmuştu. Ukrayna’da kurduğu yolsuzluk karşıtı muhalif hareketin PR’ı için canlı yayında ‘intihar şovu’ bile yaptı. Sonunda bu hafta ‘paketlenip’ Polonya’ya ‘postalandı’. Tabii Kiev’de bir restoranda kamuflaj kıyafetli birimler tarafından ele geçirilişini Facebook sayfasından paylaştı.

***
Ama meselemiz bu değil. Saakaşvili’nin niçin şimdi ‘postalandığı’... Çünkü Saakaşvili’nin, Ukrayna’da 2014’te Batı ile Rusya arasında denge gütmeye çalışan Devlet Başkanı Victor Yanukoviç’in devrildiği parlamento darbesinin yolunu açan Meydan katliamı davasında ifade vermesi bekleniyordu. Çünkü Meydan katliamında hem protestoculara hem Berkut adı verilen polise ateş açan keskin nişancıları gayet yakından biliyordu.
***
İşte bu isimler 2017 sonunda bir İtalyan belgeseline konuştular. Gürcü ordusunun eski mensupları olan Alexander RevazişviliKoba Nergadze ve Zalogi Kvaratşelya’nın sorguları da, Meydan katliamına katılıp ortadan yok olan arkadaşlarının akıbetinden korktukları için Ukrayna yasaları uyarınca avukatları tarafından gizlendikleri yerden alındı. 

Ne mi anlatıyorlar? Saakaşvili’nin Gürcistan’daki ekibinden eski yardımcısı Mamuka Mamulaşvili tarafından nasıl devşirildiklerini, Kiev’e nasıl gittiklerini, Meydan katliamının nasıl planlandığını, bugün iktidara ortak neo-nazi hareketinden Rada başkanı olmuş Andrey Parubiy’in rolünü, eski Amerikalı asker Christopher Brian’ın yönetiminde hem protestoculara hem Berkut birliklerine nasıl ateş açtıklarını, kimlerin protestocular arasına karıştığını... 

Batı ana akım medyasında haberi aramayın, bulamazsınız. Çünkü Meydan katliamının suçu ‘Rusya yanlısı’ denilerek Yanukoviç yönetimine atılmıştı. Oysa fail ‘demokrasi devrimini’ yapanlardan başkası değildi!
***
Ukrayna’nın bugünkü hali ortada. 2004’te kendini yiyip bitiren ‘turuncu devrim’ yerine 2014’teki hâlâ sürüyor. Neo-nazi ortaklı bir iktidar, oligarşi, Rusofobi, bölünmüşlük eşliğinde ABD’den bol askeri yardım alınmasını sağlayan Donbas sorunu baki. 

Ukrayna uluslararası medyada liberallerin ‘demokrasi devrimi’ ve ‘özgürlük’ temalarıyla pazarlandı. Küreselleşmenin doğal sonucu Batı yanlısı yönetimlerin tesis edilmesiydi. Edildi işte!
***
Bu vesileyle Ergin Yıldızoğlu Hoca’nın yeni yayımlanan ‘Emperyalizm ve Jeopolitik-Kısa bir Tarihsel Teorik Giriş’ isimli kitabını okumanızı tavsiye edeyim. 

Emperyalizmin, kapitalizmin yapısal krizlerini aşma ve serbest piyasa inşa etme projeleri için eski SSCB mekânlarına ‘küreselleşmenin kaçınılmazlığı’ temasıyla girme ve sol adına ne varsa temizleme hamlelerinin teorik arka planını çok iyi izah ediyor. Rızaya dayalı (yumuşak güç) ile hegemonya tesis edilemezse, direnen güçler ekonomik-finansal yollarla yola getirilemezse, ekonomi dışı zor (askeri müdahaleler, darbeler, suikastlar) aygıtlarının nasıl asla tamamen devreden çıkarılmayacağını anlatıyor. Ukrayna örneğimiz zaten gözümüze giriyor.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Baba tarafından faşist bir Türk; Anne tarafından kalleş bir Kürt... - MİNE SÖĞÜT

Hangi genleri taşıdığınız, evet, önemlidir.
Ama sadece burnunuz, gözünüz, boyunuz posunuz değil...
Huyunuz da soyağacınızdaki insanlardan devşirilir.
Belki baba tarafından romantiksinizdir, anne tarafından mantıklı.
Babanızın babası endişelerden gelir, annenizin babası çalışkanlıklardan.
Anneanneniz komik olabilir, babaanne tarafınız suratsız. 

Muhtemelen hepsi savaşlardan yaralı, göçlerden eksikli, hayat hikâyeleri kayıplarla ve yoksulluklarla bezeli. 
Huylarını bilmediğiniz diğerleri... 
Kim bilir hangi duygularla, hangi topraklarda nasıl hayatlardan derlendi. 
Kayıtlara göre ister Gürcü olun, ister Kürt ya da Çingene veya Musevi...
Önemli olan hangi genetik köklerden geldiğiniz değildir. 
Genlerini taşıdığınız insanların nasıl hayatlar yaşadıkları ve yaşadıklarından nasıl etkilendikleridir. 
Çünkü bugün yaşadığınız hayat onların tercihleriyle şekillenir. 
Binlerce yıldır yaşayan ve ölen sayısız insanın korkuları, umutları, hataları, zaferleri, yenilgileri... 
Bugün içinde bulunduğunuz sistemi hep onlar belirledi. 
Dedenizin Beyoğlu nüfusuna kayıtlı bir Selanik göçmeni olması önemli değildir.
Ama 6-7 Eylül olayları sırasında ne yaptığı önemlidir. 
Rum komşusunun dükkânını yağmalayan bir insanın genlerini mi taşıyorsunuz? 
O dükkânın kapısında durup saldırganları kovalayan bir insanın mı? 
Nineniz? 
Kafkasya’dan yürüyerek Kars’a gelirken... 
O göç yollarında öksüz ve yetim bebekleri kendi bebeği gibi sırtladı mı? 
Yoksa onların rızkına göz dikip, kendi çocuklarını mı kolladı? 
Bir Kürt atanız bir Ermeni kızına tecavüz de etmiş olabilir; 
Bir Ermeni kızını bağrına basmış da... 
Düşmanla işbirliği yapanların soyundan mı geliyorsunuz? 
Savaşı bitirmek için uğraşanların soyundan mı? 
Eğer hikâye kötüyse aile içinde anlatılmaz. 
Bunların kayıtlarını e-devlette de bulamazsınız. 
Resmi kayıtlardan bir dedenizin Ermeni olduğunu belki öğrenebilirsiniz. 
Ya da bir ninenizin Süryani olduğunu... 
Atalarınızın göç yollarını görürsünüz. 
Hangi tarihlerde kimin nerede doğduğunu. 
Ama hiçbir devlet size onların nasıl hayatların içine doğduğunu anlatmaz. 
Hangi duygularla yaşadıklarını... Hangi zaaflara kapıldıklarını... Hangi hataları yaptıklarını... 
Savaşlar sırasında başlarına ne geldiğini... 
Nelerden korktuklarını, nelere sevindiklerini... 
Hangi yenilgilerle ya da zaferlerle biçimlendiklerini... 
Bir Türk’ün ya da Kürt’ün genlerini taşımanızdan çok daha önemli bir şey vardır. 
İyi bir Kürt’ün ya da Türk’ün genlerini taşımak. 
Vicdanlı bir Ermeni’nin ya da Yahudi’nin torunu olmak. 
Sağduyulu bir Gürcü’nün ya da Arap’ın soyundan gelmek. 
Bu hayatta, geçmişinizde nasıl insanlar olduğunu ve onlardan size geçen hangi duyguları kişiliğinizde barındırdığınızı resmen öğrenmeniz mümkün değil. 
Ama kendi kişiliğinize, değerlerinize, korkularınıza, isteklerinize bakarak bu konuda tahminler yapabilirsiniz. 
Bunun sonucunda, geçmişinizi değiştiremezsiniz ama kendinizi değiştirebilirsiniz. 
Diyelim ki... 
Baba tarafından faşist bir Türk; anne tarafından kalleş bir Kürt’sünüz. 
Bari bundan sonra... 
Sizden öncekilerin kim olduğunu unutun. 
Düşmanlıklardan, kinden, nefretten beslenen duygularınızı ayıklayın. 
Şu korkunç dünyada... 
İyi bir Türk, iyi bir Kürt, iyi bir Ermeni, iyi bir Çerkes, iyi bir Yahudi, iyi bir Çingene... olun 
Siz, siz olun. 
Her şeye rağmen... İnadına... Her koşulda... 
Mutlak bir barış için direnen iyi bir insan olun.

Mine Söğüt/CUMHURİYET

‘O’ da mı aldattı? - Meriç Velidedeoğlu

Önceki hafta, Erdoğan’ın isteğiyle sağlanan, Vatikan gezisinde Papa’ya, “Siz Katoliklerin Lideri, ben İslamın Başı...” diyerek başladığı konuşmasını TV ekranlarında izleyip dinledik. (5.2.2018) 

Evet öyle, “Baş”mış... 

Nasıl oluyor bu derseniz, birkaç yıl öncesine şöyle bir bakmamız gerek; yalnız önceden söyleyelim, “Baş” olmak çok hafif kalacak; çünkü, AKP Düzce Milletvekili F. Aslan, “2014” yılında Düzce’de yaptığı bir konuşmada, Erdoğan için, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan bir lider!” demişti... Ve Erdoğan’dan hiçbir ses, seda çıkmamıştı... 
Ve bugün de, AKP’li Belediye Başkanı Dursun Ay’ınErdoğan için, Düzce’nin caddelerindeki billbordlara, “Ümmetin Lideri!” afişleri astığını, CHP Milletvekili Mahmut Tanal açıklamıştı. (Aydınlık, 21.1.2018) 


Ayrıca değerli dostlar, Erdoğan’a ülkesinde verilen bu “dinsel unvanları”, Vatikan ziyareti sırasında, “İtalyan basını” da dikkate almış ki, “Erdoğan, çeşnicibaşısıyla birlikte, ‘150’ kişilik heyetle, Roma’ya bir ‘Sultan’ gibi geldi!” diye bildirmiş... 

Koskoca İtalyan basını, “Sultan”ın, daha doğrusu, “Osmanlı Sultanı”nın, aynı zamanda “Halife” olduğunu da bilir herhalde; kuşkusuz “Papa Franesko”da... 
İtalya’da böyle karşılanan Erdoğan, Türkiye’ye dönüşte iyice coşacak -hep yaptığı gibi- yine bir şiir okuyacaktı; ülkenin şu gündeminde, şiirin içeriği “yiğitlik” olmalıydı, seçtiği ya da seçilip önüne konanı, AKP’nin İstanbul İl Başkanlığı’nda yapılan toplantıda okudu (10.2.2018) ve şiiri, çok ünlü olan şu dörtlüğüyle: 
“Akın var 
güneşe akın! 
Güneşi zaptedeceğiz 
güneşin zaptı yakını!”la noktaladı; ne şiirin, ne de şairinin adını söyledi; yalnızca “o malum şairin!” demekle yetindi; oysa okuduğu şiiri yazan, dünya çapında ünlü şairimiz, “Nâzım Hikmet Ran”dı... 

Ayrıca ortada -hadi “absürd” demiyelim-“garip” bir durum var, Erdoğan’ın seslendirdiği bu şiirde, gerçek bir savaşı belirten mısraların, sözlerin varlığının ülkenin gündemine uygun bulunduğu besbelli. Ne var ki, şairin ortaya koyduğu bu savaş, “emekçiler”in savaşımı, onların mücadelesi için... 

Nâzım Hikmet, “emekçilerin, emeğin savaşını”, “Kapitalizm’e karşı mücadelesini” dile getiriyor, “tüm dünya emekçileri adına!”... 

Kısacası, Erdoğan’ın bu şiiri, işçilerimizin, emekçilerimizin yaptığı toplantılarda okuması gerekir; yoksa “gülünç” bir durum oluşabilir... 

“Hata” bu şiirin içeriğinde değil kuşkusuz; okuyanda; daha doğrusu bu şiiri seçende, seçenlerde(!)... 

“Yazı burada noktalanmalı” diyorsam da, Nâzım Hikmet’in, emekçilere bir iki seslenişini daha anımsayalım; açlıktan, çaresizlikten, işsizlikten ne acıdır ki kendini yakanların çoğaldığı bu günlerde; ama yine de, Nâzım’ın “haklı” olduğu, şu dizelerden başlayarak: 
“Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer” (...) 
“Kabahat senin, 
demeğe de dilim varmıyor ama 
kabahatin çoğu senin canım kardeşim”... 
“Gocuklu çoban kaldırınca sopasını 
Sürüye katılıverirsin hemen” 


Nâzım’dan bu yana, bugün, “gocuklu çoban”ın yapısı, durumu (yeri) çok değişti, “devletin tepesine oturan”dan, emekçinin, emekçilerin içine, arasına çöreklenene! değin... 

Ama yine de, “Biz topraktan, ateşten, sudan doğduk! (...) Neş’emiz sıcak! Kan kadar sıcak,” demeyi de unutmamalı... Kuşkusuz, “yok edin insanın insana kulluğunu” davetini de... 

Ülkemizin, bütün topluluğumuzun, tüm halkımızın, en çok ihtiyacı olan, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür”, “ve bir orman gibi kardeşçesine”, “bu hasret bizim” çağrısını da... 
Bu “hasret”i duymayıp, kenara itenler, Nâzım’ı, anamazlar! 

Anmaya kalkışırlarsa, ortaya “gülünç” bir “durum” çıkar; daha yerinde bir söylemle “dökülür, saçılır!”... 


Bilmem katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

15 Şubat 2018 Perşembe

ABD’ye emperyalist diyorsanız ona göre davranacaksınız - İLKER BELEK

Amerika emperyalist bir devlet. Bunu en iyi biz biliriz ve kendimizi bildik bileli kendisiyle ilişkimiz bu gerçeğe göredir:
6. Filoyu denize dökerken, İncirlik’in kapatılmasını ve NATO’dan çıkılmasını talep ederken, bağımsız bir kalkınma yolunu savunurken, uluslar arası emperyalist mali kuruluşlarla ilişkilerin kesilmesi gerektiğini ileri sürerken, “ABD Ortadoğu’dan defol” derken, her daim böyleydi. 

ABD emperyalist hiyerarşinin tepesine yerleştiği dönemden beri karakterini hiç gizlemiyor. Suç dosyası kabarık. Hiroşima’da, Nagazaki’de, Vietnam’da, Kore’de işlediği insanlık suçları, sosyalizm yıkıldığından beri sergilediği saldırganlık, vb, hepsi ne olduğu hakkında hiç şüpheye yer bırakmayacak derecede açık olan kanıtlar.

Peki hal böyleyken bizim düzen partilerinin konumlanışı nasıl? Ağızlarından şimdiye kadar ABD’yi, batıyı, AB’yi eleştiren ve Türkiye’nin yeni bir iktisadi siyasi doğrultuya yerleşmesi gerektiğini savunan herhangi bir laf çıktı mı?

NATO’yu, IMF’yi, Dünya Bankası’nı, AB’yi, özelleştirmeleri reddeden tek bir kelime ettiler mi şimdiye dek?

Hayır.

Bizde AKP ve CHP de dahil, iktidarından, muhalefetine bütün düzen yapıları batı ve kapitalizm hayranıdır. Muhafazakar partilerin dönem dönem ortaya koydukları batı karşıtlığı yalnızca görünürdedir ve siyasetin dinselleştirilmesi amacını taşır. Sosyal demokratlık yapanlar ise zaten muhalif siyasetlerini gerici iktidarlara karşı batıyı savunmak üzerine kurarlar.

Neden mi? 

Hepsi kapitalist ekonomi tutkunu oldukları, özel mülkiyeti, piyasayı, patron sınıfının çıkarlarını savundukları ve bu sınıfla organik bağlantılar içinde oldukları için.

Piyasa düzenini ABD temsil eder ve düzen partilerinin tamamı piyasa ekonomisi içinde tutunabilmek, piyasalardan para tırtıklayabilmek için ABD başta olmak üzere batının büyük merkezleriyle iyi geçinmek gerektiğini gayet iyi bilirler.

Kapitalizm kumarhaneleştiğinden, yani ülkeler sıcak paraya bağımlı hale geldiklerinden beri bu bilinç hali daha da gelişti.

Emperyalistlerin isteklerini yerine getirmek bakımından Demokrat Parti’nin, ANAP’ın ve AKP’nin eline hiç kimse su dökemez.

Demokrat Parti İngiltere ve Fransa Mısır egemenliğindeki Süveyş kanalını işgal etmeye çalışırken de (1956), Cezayir’in bağımsızlık talebi için (1957) “çekimser” kalırken de emperyalistlerin yanındaydı. ANAP Amerikancı bir darbenin hemen sonrasında iktidara geldi ve “ihracata yönelik kalkınma” diye Türkiye’yi sanayisizleştirdi. AKP döneminde ise her şey çok aleniydi ve O BOP’un eş başkanı olarak atandığını gizlemeye bile gerek duymadı.

Şimdilerde AKP’nin ABD’nin emperyalist karakterinin farkına varmış olduğu söylenebilir mi?

ABD YPG üzerinden Suriye’yi bölüyor. Kuzeyinde bir Kürt devleti kurmayı neredeyse başarmış durumda. Silah, para, asker elinde ne varsa Rojava’ya akıtıyor.
Bütün bunlar AKP’nin ABD’nin emperyalist olduğu gerçeği hakkında aklının başına gelmesine yaramış mıdır?

Görünürde evet. Ama yalnızca görünürde, retorik düzeyde. AKP ABD’nin YPG’ye verdiği desteğe çok söyleniyor. Afrin operasyonunu Kürt devletleşmesini engellemek üzere gerçekleştirdiğini ileri sürüyor. Bu operasyonun Türkiye’nin bölünmesini engellemek açısından tek çare olduğunu savunuyor. (Nereden nereye. Bir dönem YPG başkanı Salih Müslim’in bir ayağı Ankara’daydı.)

Ama bütün bunlar yalnızca laf salatası. 
Neden mi? 
Çok basit. Çünkü aynı AKP, uzun süredir ABD’ye YPG ile değil, kendisiyle işbirliği yapmasını öneriyor. Hatta hükümetin bazı üyeleri YPG’ye sunmakta olduğu destek nedeniyle ABD’ye ağza alınmayacak laflar eder ve suratına okkalı bir Osmanlı tokadı nakşetmekten söz ederken, aynı anda başka üyeleri stratejik müttefikliğin gereği olarak mevkidaşlarıyla samimi telefon görüşmeleri gerçekleştiriyor.

ABD ise işine bakıyor. AKP’nin Afrin’e girmiş olması savaşın Rusya’nın denetimindeki bölgeye taşınmasına yaradı, ABD bu şekilde Suriye’de yeniden inisiyatif kazandı, Afrin operasyonu sayesinde Kürtler ABD’ye daha bir yakınlaştı. AKP ise emperyalizmle savaş diye ancak milliyetçiliği harlıyor. Türk ve Kürt milliyetçilikleri yalnızca ABD’nin böl-parçala-yönet stratejisine destek sunuyor.

Güya hesapları Kürt koridorunu engellemek noktasında ne denli kararlı olduklarını göstermek. Akıl dışı. Bu hesap yalnızca ABD’nin Kürtlerden tamamen vazgeçme ihtimali söz konusu ise gerçeklik payı taşır. Böyle bir ihtimal yok. Yok ve daha da ötesinde AKP’nin aslında ne denli işbirlikçi bir yapı olduğunu ortaya çıkaran bir stratejidir. Diyor ki: “Suriye’yi ikimiz bölelim, Deyrez Zor petrolünü senin adına ben işleteyim, YPG de neymiş”.

ABD Kürtlerden vazgeçmez. ABD’nin Kürtlerle kurmakta olduğu ilişki yapısal nitelikte ve uzun dönemli bir perspektife dayanıyor. Bu perspektifte her somut olayda ortaya çıktığı gibi İsrail de yer alıyor. ABD AKP’ye “sen de gel, ama benim kurallarımla” diyor.
Diyor ama, ABD’nin perspektifi içinde Türkiye’de de aynen Irak ve Suriye’de olduğu gibi bir Kürt devletleşmesi de yer aldığı için, AKP’nin bunca yaşanandan sonra bu teklifi kabul etme zemini neredeyse bulunmuyor.

Emperyalizm açısından bölgeyi istikrarsızlaştırmak en önemli kazanımlardan birisidir. İşte şimdi AKP her yaptığıyla bölgeyi emperyalizme teslim eden, emperyalizmin Türkiye’ye müdahalesini davet eden işler çeviriyor.

Ne yapılmalıydı biliyor musunuz? 

Suriye’de emperyalizmin tetiğini çektiği bu insanlık dışı savaşta hiç çekincesiz Suriye’nin bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkesi savunulmalıydı.
ABD ile mücadeleyse, ABD emperyalistse işte bu yapılmalıydı, O’nun işgali yanında değil karşısında yer alınmalıydı. 

İlker Belek / SOL

Abdülhamid’i anlamak için: Kanun-i Esasi, tarihimizin neresinde? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Ölümünün 100. yılında “Sultan Abdülhamid’i Anlamak” konulu 10 Şubat toplantısında Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan:

Birileri ısrarla bu ülkenin tarihini 1923’ten başlatmaya çalışıyor. Birileri inatla bizi, köklerimizden, kadim değerlerimizden koparmaya gayret ediyor. Bunlara göre Türkiye Cumhuriyeti, köksüz, tarihsiz, nevzuhur bir devlettir. Tarihe seçici bakmak, hele hele belli dönemleri ideolojinin o dar kalıplarına hapsetmek, kişinin kendisine ve milletine yapabileceği en büyük ihanettir. Şüphesiz tüm milletlerin tarihlerinde şanlı zaferler yanında hezimetler, yıkımlar, kan ve gözyaşıyla yoğurulmuş dönemler, hadiseler de vardır. Çünkü bir milleti var kılan, ona hafıza ve karakter kazandıran olayların bütünüdür. Bizler, hiçbir ayrım yapmadan tarihimizle iftihar ediyor, gurur duyuyoruz … Sultan II. Abdülhamid’e ve mirasına tarafsız, önyargısız ve ahlaklı bir şekilde yaklaşabilenler için ortada gerçekten göz kamaştırıcı bir hazine vardır.”

Tarih, anayasasız anlaşılabilir mi?
Kökleri, Tanzimat’a veya Sened-i İttifak’a götürülse de, sözcüğün teknik anlamında anayasa tarihimiz, Kanun-i Esasi ile başlar; yani 2. Abdülhamid ile. Doğru, Abdülhamid dönemine yanlı yaklaşılıyor; ama kendilerini, ‘O’nu göklere çıkarma misyoneri’ olarak görenler, ne ölçüde tarafsız bir bakış açısına sahip? Kanun-i Esasi ve Tanzimat döneminde başlayan eğitimde laikleşme ve modernleşme ile ne ölçüde uyumlular? Bu yazıda, ‘anayasal yurttaşlık’ bilgisi ile yetinilecek.

İşte, 3 Kasım 1839’dan 16 Nisan 2017’ye, anayasa tarihimizin seyir defteri:
15 başlıkta yurttaşlık bilgisi
1- Kavanin: Modern anlamda kanun vurgusu, 3.11.1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu ile yapıldı. Tanzimat döneminde kanunların kurullar ve danışma meclisleri yoluyla hazırlanması ilkesi benimsendi.
2- Kanun-i Esasi (KE): 3 Aralık 1876 tarihli KE, 16 kişilik komisyon tarafından yazıldı. İlk Osmanlı parlamentosunu açış konuşmasında Abdülhamid, ‘uygarlıkla demokratik yasama ilkesi’ arasında bağ kurdu: Yasaların herkesin oy ve görüşlerine dayalı olarak çıkarılması, uygar devletlerin ayırt edici özelliğidir (19 Mart 1877). Çift meclisli yapısıyla ilk kez parlamentoyu kuran KE, devlet başkanlığı ve hükümet ayrışması yapıyor; erkler ayrılığı yolunda ilk adımı atıyor. Padişah’ın yetkileri, meclisi tatile gönderme dahil, madde 7’de sayılıyor.
3- 2. Meşrutiyet: 23 Temmuz 1908’de yine Abdülhamid, 2. Meşrutiyet’i ilan ederek KE’yi yeniden yürürlüğe koydu. 8.8.1909’da KE’nin 21 maddesi değiştirildi. 2. Meşrutiyet’in iktidarın düzenlenişi bakımından somut katkısı, erkler ayrılığı ilkesini ve parlamenter rejimi getirmiş olmasıdır.
4- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (TEK): 20 Ocak 1921 tarihli TEK, 23 maddeden oluşuyor ve KE’nin TEK ile çelişmeyen hükümleri yürürlükte sayılıyor. TEK’e göre, “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur.” Bu nedenle öngördüğü yönetim şekli, ‘Meclisi Hükümeti’ olarak adlandırılır.
5- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: 20.04.1924 tarihli TEK’e göre; yasama yetkisi ve yürütme kudreti, BMM’de toplanıyor. Meclis, yasama yetkisini bizzat, yürütme yetkisini ise kendi seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun tayin ettiği icra vekilleri eliyle kullanır. Meclis, hükümeti her an denetleyebilir ve düşürebilir.
6- 1961 Anayasası: 9 Temmuz halkoylaması ile kabul edilen Anayasa, erkler ayrılığını klasik parlamenter rejim ekseninde öngördü; normlar hiyerarşisinin zirvesinde yer alan Anayasa, normatif değer ile teçhiz edildi.
7- 1971 değişikliği: “Anayasa, topluma bol geldi” sloganı ile sıkıyönetim ortamında hak ve özgürlükleri sınırlandırmak ve yürütmeyi güçlendirmek amacıyla değiştirildi.
8- 1982 Anayasası: 7 Kasım halkoylaması ile kabul edilen Anayasa, parlamenter rejimin temel düzeneklerini korumakla birlikte, ‘güçlü yürütme’ ve ‘sınırlı özgürlük’ anlayışını yansıttı.
9- 1987 değişikliği: Siyasal yasakların kaldırılması ve siyasal hakların genişletilmesi yönünde ilk adım oldu.
10- 1995 değişikliği: Toplu özgürlükler alanında kayda değer iyileştirmeler yapıldı; demokratikleşme adımları pekiştirildi.
11- 2001 değişikliği: Hak ve özgürlük güvenceleri pekiştirildi; yönetim mekanizmasında askerlerin yeri sınırlandı.
12- 2004 değişikliği: İnsan hakları uluslararası hukukuna somut açılım sağlandı.
13- 2007 değişikliği: Cumhurbaşkanı’nı seçme yetkisi, TBMM’den alındı; halka verildi.
14- 2010 değişikliği: AYM ve HSYK yeniden yapılandırıldı. (Çok geçmeden AK Parti, yanıltıldığını beyan etti). AYM önünde bireysel başvuru, başlıca katkısı oldu.
15- 2017 değişikliği: Yürütme (doğrudan)-yasama(dolaylı) ve yargı (güdümünde) yetkileri, tek bir kişiye verildi. Beş ayrı kategori kararname yetkisi ile donatılan kişi; Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanı, Devletin Başı, Parti Başkanı ve Başkomutan olmak üzere yine beş unvana sahip kılındı.

Siyasal ve anayasal tarih bütünlüğü
Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet çizgisinde uzun bir evrimin sonucunda şekillenen siyasal ve anayasal tarihimiz, demokratik hukuk devletinin ortak kavramları ile örülü: Erkler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, anayasal denge ve denetim düzenekleri, yöneticilerin hesap verebilirliği (görev+yetki+sorumluluk), devletin insan hakları karşısındaki yükümlülükleri (saygı+koruma+geliştirme) vb.

Bunların bütünü, ‘anayasal kimlik’ olarak ‘ulusal kimlik’ kavramının temel taşları. Temel taşların atılmasında, 3. Selim ve 2. Mahmut kadar, 2. Abdülhamid’in de katkısı var.

Ne var ki, 16 Nisan metni, sadece anayasa tarihimize yabancı değil, anayasanın öncülü olan kanun kavramını bile parçaladı. 

Sonuç olarak, 1876, ‘göz kamaştırıcı’ bir metin olmasa da, 16 Nisan 2017 metni, ilk kazanıma açıkça ‘ihanet metni’. 

Doğru, tarih bütün olarak okunmalı; ancak, siyasal ve anayasal gelişmeler göz ardı edilerek hiç okunmaz. Neyse ki halkımız, tarihe ihanet anlamındaki anayasal işlem ve eylemleri olduğu kadar genel tarih karartmalarını fark edecek birikime sahip…

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Hem “kullanışlı”, hem “oynar başlıklı” yazarlar - BÜLENT MUMAY

Evine ekmek götürmek, çocuğunu okutabilmek için bir dönem orada yazmış çizmiş birkaç ismi tenzih ederek gireyim. 

Ama Türk matbuatında Taraf yazarları yüzsüzlüğü diye bir şey var. Hani Babıâli için “p… tarlası” derlerdi ya meslek büyüklerimiz… Belli ki Taraf’ın bu anlamda toprakları epey “mümbit”miş...

Taraf Gazetesi’nde vakti zamanında kalem oynatmış birilerini, “kullanışlı aptal” diyerek bir kenara koymak epey güç. Saray’daki üniversite arkadaşlarına rağmen kullanılıp kenara atılan Converse’li genç siviller de oldu aralarında... Ama hâlâ kullanışlı olduklarını düşünenler var ki, oynar başlıklı bazı kalemleri tekrar tekrar kullanmaya devam ediyorlar.

Neredeyse kendini tutuklatmış!
Bari eski herzelerini hatırlatacak şeyler yazmasalar. Nasılsa unutulur edasıyla dün ak dediklerine bugün kara demeseler bari... Edebinizle oturun da, kirli sicilinizi kimseler deşip yeniden yüzünüze vurmak zorunda kalmasın...

Cemaat ile iktidarın yolları ayırmasından sonra Taraf’tan Akşam’a ışınlanan Kurtuluş Tayiz, dünkü yazısında İlker Başbuğ’u diline dolamış... Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Afrin siyasete malzeme edilmesin” diyen Başbuğ’u eleştirdi ya... Hemen emir telakki ederek kalemini eline almış, 13 yıl PKK üyeliğinden yatan Tayiz:
“FETÖ’nün Genelkurmay Karargahı’nı ele geçirdiği dönemde İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı’ydı. FETÖ’nün oynadığı oyunlara, çevirdiği dolaplara aklı ermeyince talihsiz bir şekilde gözünü hapishanede açmıştı. Dönemin Başbakanı Erdoğan, FETÖ’yü tarumar etmeseydi hapishane kapıları ona ömür boyu açılmayacaktı...”

“Yüzyılın davaları” 5 yıl sürmedi
Aklı sıra FETÖ’nün güçlenmesinin faturasını Başbuğ’a kesiyor. Hükümetin o dönem “savcılığını” yaptığı, FETÖ’cülerin kumpas davalarından 26 ay hapiste yatan Başbuğ’dan söz ediyor! 
Adama sormazlar mı? 
FETÖ’cüler bu operasyonları yaptığında, yazı işleri müdürlüğü yaptığın Taraf Gazetesi neye hizmet ediyordu? Başbuğ’un tutuklandığı tarihe atıfla “6 Ocak 2012: Saltanatın Kaldırılması” başlığını hangi gazete attı? Kendi köşende, kumpas davası için “tarihin en büyük davası” demedin mi?

Arşivler ortada... Ama unutmuş olabilirsin. İstersen o dönemki yayın koordinatörün, şimdinin AKP Milletvekili Markar Esayan’a sor. Şimdilerde aynı şeyi söylemeyebilir, iyisi mi o dönem Taraf’ta yazdığı köşeye bak:
“Başbuğ’un yargılanıyor olması ile yaşanan şey, üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne önemli bir geçiş denemesidir. (...) Ergenekon, Balyoz, internet andıcı gibi davalar, yüzyılın davalarıdır.”

“Askeri vesayet yıkılıyor” korosu
Taraf’ın “mümbit” topraklarından Sabah’a terfi eden Melih Altınok’a da sorabilirsin Başbuğ’un tutuklanmasını. Bak, hemen ertesinde ne yazmıştı: “Hakkında çok ciddi ithamlar delilleriyle ortaya konan bir generalin hukuka uygun yargılanması rövanş tartışmasını gündeme getirir mi? Ayrıca Başbuğ’un işkencede etlerinin lime lime edilmeyeceğini de biliyoruz, içimiz rahat..”

Başbuğ’a operasyonun Gülenciler tarafından yapıldığını söyleyenlerle de dalga geçiyordunuz. Taraf’tan Saray kontenjanından Türkiye Gazetesi’ne, oradan sürülünce Hoca’nın Karar’ına geçen Yıldıray Oğur, “Her manşetin arkasından cemaat çıkarılıyor” diye cıkcıklanıyordu.

Başbuğ’un tutuklandığı davayı şöyle tanımlıyordu: “Şu ana kadarki en somut delillere dayanan, askeri vesayetin günlük rutinini teşhir etmiş, en ciddi ve en çok itirafın yer aldığı bir soruşturmadan söz ediyoruz.”

Başbuğ’un tutuklanmasına yönelik eleştirileri yapanlarla da dalga geçmeyi de ihmal etmiyordu: “Nedir bu Başbuğ melodramının sebebi? Yoksa paşamıza haksızlık yapıldı da bizim mi haberimiz yok?”

Taraf alabora olunca yandaş basına bir bir iliştirilen yandaşlara tavsiyem... Herkesi kör, âlemi sersem sanmayın... Ya eski günahlarınızı hatırlatacak toplara girmeyin ya da acilen geçmişinizin külliyen silinmesi için BTK’ya başvurun.

                                                                  *****
Aydınlık’ta ilginç sansür
FETÖ’cülerden mağdur olanların bazıları, bunlara izin verenin o dönemki siyasetçiler olduğunu unutuyorlar... Bir tür Stockholm sendromuna tutulmuş haldeler, bugün iktidara yaslanarak –doğal olarak önce FETÖ’yü- ardından da tüm muhalifleri sopalıyorlar.

Kumpas davalarından içeri atılan Doğu Perinçek ve gazetesi Aydınlık’ta da durum farklı değil. 
15 Temmuz’dan sonra izlenen siyaseti Perinçek bizzat “Kemalist devrimin önü açılıyor” diye tanımlıyordu köşesinde. “Son 70 yılın en iyimser dönemi”ni yaşıyorduk, yaşananlar da “Atatürk devrimlerine yönelmenin sancıları”ydı.

Bir sancı olduğu doğru ama Atatürk devrimlerine doğru yönelmeden kaynaklanmadığı aşikar... 
Neyse, biz konumuza dönelim...
28 Şubat dosyasının yeniden ısıtılması ve hükümetin Esad’la temas kapılarını tamamen kapatması gibi meseleler, Aydınlık ile iktidarın arasını açamadı. Rusya ortak paydasından herhalde, iktidar cephesinden CHP’ye saldırmaya devam ediyorlar. Yandaş gazeteler kadar acımasız başlıklarla, iktidarın ekmeğine yağ sürecek köşe yazıları kaleme alıyorlar.

Perinçek, “Afrin’de PKK’ya CHP kalkanı” başlıklı yazısında aynen şunları yazdı: “CHP yönetiminin tavrı çok açık. Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK terör örgütünü temizlerken, CHP her durumda bölücü terörün koruyucusu durumundadır.”

Aynı gün, Aydınlık Gazetesi’nde ne yoktu biliyor musunuz? 


Kılıçdaroğlu’nun meclis grup toplantısı... Hani Cumhuriyet’in dün “Kılıçdaroğlu’nun siyasi tarihinin en sert konuşması” diye tanımladığı açıklamalardan tek satır yoktu. FETÖ’yü de, PYD’yi de, iktidarı da yerden yere vurduğu konuşması...  Erdoğan’ın “Osmanlı tokatlı” grup toplantısı ise politika sayfasının manşetiydi. MHP ve HDP’nin grup toplantıları da vardı. Ama CHP’ye sayfalarında yer yoktu.

Neyse, Kemalist devrim böyle gelecek demek ki. Hayırlısı...

Bülent Mumay / BİRGÜN