18 Şubat 2018 Pazar

İnşaat sektöründe tehlike çanları - MELİH YEŞİLBAĞ

AKP’li yıllarda inşaat sektörünün konumu çok çeşitli boyutlarıyla tartışma konusu olmaya devam ediyor. Sektörün son 15 yılda geçirdiği dönüşüm, AKP iktidarlarının inşaat sektörünü ihya etmeye yönelik sistematik bir strateji dahilinde hareket ettiğini açıkça gösteriyor. Fakat meseleyi dar anlamıyla bir iktisat politikası tercihinden ibaret olarak görmek eksik bir değerlendirme olur. Zira inşaat stratejisi çeşitli veçheleriyle bir dizi farklı siyasal ve ideolojik alanla ilintili. Söz gelimi, bayındırlık faaliyetlerinin, özel olarak da mega projelerin AKP’nin seçim stratejilerinde önemli bir yere sahip olduğunu, AKP seçmeninin her türlü tuhaflığı sineye çekerken “ama yol yaptılar” gerekçesine yaygın olarak sığındığını biliyoruz.


Haziran Direnişi’ni fitilleyen olayın Gezi Parkı’na AVM projesi, dolayısıyla mekânsal bir mesele olması da tesadüf değil, AKP döneminde açığa çıkan ve dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın istifasıyla sonuçlanan büyük yolsuzluk skandalında imar usulsüzlüklerinin merkezi bir yer kaplaması da. Dahası, devlet ihaleleri ve arazi tahsisi üzerine kurulu bir sektör olarak inşaat,  “yandaş sermaye” yaratmak için son derece uygun imkanlar sağlıyor. Uzun vadeli borçlanma yoluyla ev sahipliğinin emekçilerin düzenden kopmasını zorlaştıran bir disiplin etkisi yarattığı da malum. Örnekler çoğaltılabilir. Özet olarak, AKP döneminde inşaatın kazandığı önem bir sektörel öncelik meselesi olmanın çok ötesinde anlamlara sahip.

Bu alanların her biri ayrı ayrı üzerinde durulmayı hak ediyor. Bugün, son zamanlarda konut satışları ve fiyat endekslerindeki dalgalanmalar üzerinden yeniden gündeme gelen inşaat sektörünün kriz dinamikleri meselesini ele almak istiyorum. 

Temel bir göstergeyle başlayalım. İnşaat sektörünün Türkiye ekonomisinde giderek artan önemini ortaya koyan en net gösterge sektörün katma değer içerisindeki payı. Aşağıda görülebileceği gibi, söz konusu gösterge AKP’li yıllarda belirgin bir yükseliş trendi sergilemiş. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 5,1 olan sektör payı 2008’de yüzde 7,7’e yükselmiş, dünya krizinin etkisiyle kısa süreli bir düşüşün ardından tekrar yükselmeye başlamış ve 2016 yılında yüzde 9,7’ye ulaşmış. Bu trend, sektörün ülke ekonomisi içerisindeki ağırlığının 14 yılda neredeyse iki katına çıktığını gösteriyor. Bu değerlere uluslararası bir karşılaştırma perspektifiyle baktığımızda Türkiye’nin genel eğilimden belirgin bir şekilde ayrıştığını görebiliyoruz. 2016 yılında gerçekleşen yüzde 9,7 oranıyla Türkiye, yüzde 5,3’lük AB ortalamasının epey üstündedir ve OECD ülkeleri arasında açık ara farkla birinci konumdadır. Dahası, bu oran 2008 krizinde inşaat ve gayrimenkul sektörü kaynaklı sorunlar yaşayan İrlanda, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerin kriz öncesi oranlarına oldukça yakındır.

Kaynak: OECD

Sektörün istihdam edilen işgücü içerisindeki payı da benzer bir örüntü sergiliyor. TUİK verilerine göre, İnşaatın istihdamdaki payı 2005 yılında yüzde 5,6 iken 2016’te yüzde 7,3’e yükselmiş. Bu dönemde toplam istihdam edilen kişi sayısı 19,6 milyondan 27,2 milyona çıkarak %39 oranında artarken inşaat sektöründeki istihdam 1,1 milyondan 2 milyona çıkarak yüzde 81 oranında artmış.

Sadece katma değer ve istihdam payı üzerinden baktığımızda dahi ülke ekonomisi içerisinde hatırı sayılır bir yere sahip olduğunu görebiliyoruz. Dahası, inşaat malzemeleri, mobilya vs. gibi ileri ve geri bağlantıları da dikkate aldığımızda aslında sektörün bu paydan daha büyük bir yer kapladığını söylemek mümkün. Sonuç olarak, sektördeki olası bir tıkanıklığın ciddi sonuçları olacağını söyleyebiliyoruz. 
  
İnşaat sektörünün faaliyet hacmini ölçmenin bir yolu TUİK’in yayınladığı yapı izin istatistikleridir. Bu verilere göre, yapı izni alınan toplam daire sayısı 2002 yılında 162 binden, 2006 yılında 600 bine, 2016’da ise 998 bine yükselmiş. 2017 yılı için söz konusu rakam son çeyrek hariç 1,1 milyonun üzerinde. Açık ara bir rekor anlamına gelen 2017 rakamları, bir dizi belirsizlik sinyaline karşın konut üretiminde bir soğuma eğiliminin olmadığını gösteriyor.

AKP’li yıllarda bu kadar hummalı bir konut inşaatı faaliyeti olmasına karşın, ev sahipliği oranı yüzde 61’de sabitlendi. Bu durum, konut sektöründeki faaliyeti güdüleyen talebin barınma ihtiyacından çok yatırım ve spekülasyon amaçlı konut alımı olduğu yönündeki izlenimi güçlendiriyor. Konut fiyat endeksinin 2010’dan 2015 ortalarına kadar enflasyonun hayli üzerinde seyretmesinin arkasında da temel olarak bu dinamik vardı. Ne var ki, İzmir gibi yoğun göç alan istisna şehirleri dışarıda tuttuğumuzda, son aylarda konut fiyatlarındaki artış enflasyonun epey gerisinde seyrediyor. Bu durum, doğal olarak yatırım amaçlı talebi azaltıyor ve konut satışlarını olumsuz etkiliyor. 2017’nin son çeyreğinde satılan yeni konut sayısı, 2016’nın aynı aylarındaki satışlarına göre yüzde 10 gerilemiş durumda. Piyasadaki bu durgunluğa rağmen, üretimde bir soğuma olmaması arz ve talep arasında büyük bir dengesizlik olduğunu gösteriyor.

2008 krizinin tetiklenmesinde ABD’deki ipotekli konut kredisi (mortgage) piyasalarının önemli bir payı vardı. Avrupa’da krizin etkisini en şiddetli hisseden ülkelerden İrlanda ve İspanya’da yaşanan çöküşte de, denetimsiz ve fazlasıyla şişkin mortgage piyasalarının büyük rol oynadığını biliyoruz. Bu nedenle, inşaat ve gayrimenkul kaynaklı kriz dinamikleri deyince doğal olarak akla ilk önce mortgage piyasaları geliyor. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda farklı bir tablo görüyoruz. Konut kredisi hacmi son 10 yılda neredeyse sıfırdan başlayarak kayda değer bir gelişme gösterdi ve 2016 sonu itibariyle 150 milyar TL’yi aştı. Kendi içerisinde son derece önemli bir artış olmakla birlikte, bu hacmin GSYH’ye oranı oldukça güdük kalmaya devam ediyor. Hypostat verilerine göre, 2016 yılı için söz konusu gösterge Türkiye için yüzde 5,4 iken, AB ortalaması yüzde 47,1. Dahası, yasal takibe giren konut kredisi oranı da oldukça düşük seyretmeye devam ediyor. Sonuç olarak, bu haliyle mortgage piyasalarını kriz dinamikleri arasında saymak mümkün görünmüyor.

İnşaat firmalarının borç yükü içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu noktada son derece ısrarlı bir yükseliş trendi gözlemliyoruz. Merkez Bankası verilerine göre, özel sektörün toplam borcu içerisinde inşaat sektörünün payı 2005’te yüzde 5,1’ten 2016 yılında yüzde 10,9’a yükseldi. Dahası, bu süre içerisinde sektörün takibe girmiş özel borç içerisindeki payı da yüzde 4,4’ten yüzde 14,9’a çıktı. Son zamanlarda sıkça duymaya başladığımız müteahhit iflasları ve durma aşamasına gelen proje haberleri bu kanıyı güçlendiriyor. OHAL öncesinde inşaat sektörü iflas erteleme başvurularında başı çekiyordu. TOBB’un yayınladığı kurulan ve kapanan şirket istatistikleri benzer bir duruma işaret ediyor. Buna göre, 2016 yılında inşaat sektöründe faaliyet gösteren toplam 1185 şirket kapanırken 2017 yılında bu sayı 2510’a yükselmiş. Sadece 2018 Ocak’ında kapanan inşaat şirketi sayısı ise 427. Satışlardaki yavaşlama, artan inşaat maliyetleri, yükselmekte olan faizlerle birlikte düşündüğümüzde inşaat firmalarını zor günlerin beklediğini söylemek mümkün. Özetle, konut sektöründeki bu durgunluk önemli bir kriz dinamiği olarak görülmek durumunda.

Bitirirken şu hatırlatmayı yapmakta fayda var: Konut, inşaat sektörünün sadece bir kısmını oluşturuyor. Farklı işleyiş yapısına sahip olmakla birlikte, en az konut sektörü kadar riskli eğilimler barındıran altyapı faaliyetleri, hazine garantili mega projeleri vb. başka bir yazıda ele alınmayı hak ediyor. 

Gündem elverdiği ölçüde, AKP döneminin ekonomi politik harcında merkezi öneme sahip olan inşaat sektörüyle ilgili değerlendirmelere devam edeceğim. 

Melih Yeşilbağ /SOL

Amazon'u nasıl bilirsiniz? Ve Günter Wallraff - SERPİL GÜVENÇ

“Emperyalizm, her yere özgürlük değil egemen olma eğilimini taşıyan mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu, siyasal rejim ne olursa olsun, her yerde gericiliğin doğması ve bu alanda var olan çelişkilerin aşırı ölçüde ağırlaşmasıdır”[1]

Amazon çoğumuzun özellikle kitap alışverişlerinde kullandığı kocaman bir çok uluslu tekel. Yirmi yıldan az bir süre içinde, Apple, Google ve Facebook gibi dijital ekonomi alanındaki diğer tekellere karşı verdiği mücadelede kendisini ön saflara taşıdığı ve cirosunu muazzam ölçüde arttırdığı görülüyor. Sadece bulut verisi depolama servisi alanındaki pazar payının yüzde 33’ünü denetlemekte; bu rakam Microsoft, Google ve IBM’nin birlikte oluşturdukları toplam paydan fazla. Yüzün üzerinde ülkeye mal taşıyan insansız hava aracı da dahil olmak üzere dev bir iletişim filosunun sahibi olan Amazon, sadece bir online pazarlama şirketi değil. Onun da ötesinde pazarın altyapısına da ele geçirmekte. Algoritmaları her gün dünya çapında milyarlarca dolar değerinde ürünün akışını gerçekleştiriyor. Online pazarındaki egemenliğini diğer sanayi dallarını da avucunun içine almak için kullanmakta. Böylelikle ufak şirketleri piyasadan silip atmakta ve tekel gücünü gittikçe arttırmakta. 150 milyonu aşkın müşterisi arasında CIA, Amerikan Ulusal Ajansı ve Amerikan Savunma Bakanlığının da bulunduğu tekelin kurucusu ve CEO’su, dünyanın en zengin 19’uncu kişisi olan ve 2012’de sermaye sınıfının ünlü dergilerinden Forbes tarafından yılın adamı seçilen Jeff Bezos. Şirketin 2012 yılındaki cirosu ise 62 milyar dolar. Amazon’un yüzde 62’sinin sahibi ise BlackRock, Vanguard ve State Street isimlerini taşıyan üç finans firması. Bu firmalar yaklaşık olarak Amerika’nın gayrisafi yurt içi hasılasına eşit bir pazar kapitalizasyonuna sahip ve 23 milyon emekçi çalıştırmakta.

Tekeller kahkaha atıyor! Ya işçiler?
Tüm işyerlerinde “Sıkı çalış, neşelen, tarih yaz” sloganıyla çalışanlarına seslenen Jeff Bezos’un büyük servetinin kaynağında büyük bir işçi sömürüsünün yattığını söyleyebiliriz, ama yetmez. Çünkü günümüz kapitalizminin, dünya emekçilerinin tümüne olduğu gibi, Amazon çalışanlarının yaşamlarına getirdiği değişiklikler gerçekten çok ağır ve insanlık dışı.

Şirket, metropoller dahil olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış olan yüzlerce iş yerinde, aralarında tarihçiler, dişçiler, avukatlar ve doktorlar gibi nitelikli elemanların da bulunduğu, kırk dört ülkeden yaklaşık dört yüz bin emekçi çalıştırmakta.  Şimdilik robotlardan ucuz olduğu için kısa süreli kontratlarla kiralanan, güvencesiz, yarını belirsiz bu “uluslararası işgücü” genelde kent dışındaki işyerlerinde istihdam edilmekte.  Amazon emekçileri, Almanya’da kış soğuğunda ısıtması olmayan bungalovlarda, ancak bir çocuğun sığabileceği yataklarda yatırılmakta, ısıtma olmadığından depolarda çalışırken parka, eldiven ve şapka giymek zorunda kalmakta. Yazın pencerenin, ışık girecek bir delik ve havalandırmanın olmadığı, hava sıcaklığının 40 derece santigrada ulaştığı ülkelerdeki işyerlerinde ise bir karnaval elbisesi giymeleri istenmekte, hastalanan işçileri taşımak için sedyenin bile bulunmadığı koşullarda çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar[2].

Depolardaki çalışma düzeni, işçilerden mümkün olan en yüksek verimi almaya yönelik planlanmakta ve bu amaçla en son teknolojik gelişmelerden yararlanılmaktadır. Örneğin malların yerini ancak barkodlu tarayıcıların belirleyebildiği “kaotik depolama” sistemine göre stoklama departmanında çalışan bir işçi, kilometrelerce uzunlukta olan raflar arasında koşturup durmakta ve her vardiyasında yaklaşık 20 kilometreden çok yol yürümek zorunda kalmaktadır. İşçinin malı almasıyla birlikte tarayıcı üzerindeki bir aktivatör çalışmaya başlamakta ve işçi hemen diğer malı bulmak üzere yola çıkmaktadır. İşçinin kullanacağı yol da bilgisayarla saptanmaktadır. Tuvalet kullanımları bile sınırlı olan emekçi çok hızlı olmak zorundadır. Çünkü Bay Bezos, malların artık alıcıya sipariş edilen günde ulaşmasını istemektedir. Dolayısıyla her üç dakikada, bir Amazon kamyonu oldurulmakta ve yola çıkmaktadır. 2012 yılbaşı döneminde Amazon ABD’de her dakikada 300 mal satmıştır. Bu işler için kullanılan dev metal kutular bazen yaklaşık yüz bin metre karelik yani 14 futbol sahasını kaplayan bir alanı kaplamaktadırlar. Çok mal talebi olan sezonlarda koşullar daha da ağırlaşmakta ve geçici işçi sayısı kat kat artmaktadır. Bu dönemlerde işçiler boş hangarlarda ve döşeme üzerinde çalışıp uyumak zorunda bırakılmaktadırlar.

‘Elektronik kelepçe’li emekçiler
İnsan onurunu kıran bir başka uygulama da her çalışanın potansiyel hırsız sayılması ve güvenlikçiler tarafından sürekli olarak aranmasıdır. Uygulamanın onur kırıcı olmasının yanı sıra, çalışma sırasında ara verdiklerinde ve işten çıktıklarında üstleri aranan emekçilerin, mesai ve mesai dışı boş zamanlarına el konulmaktadır. Hakları gasp edildiği için kendilerine ek ödeme yapılması talebiyle mahkemelere başvuran Tennessee, Washington ve Kentucky’li  Amazon işçilerinin davaları reddedilmiştir.  İşçilerin tüm kişisel verileri ve verimlilikleriyle ilgili detaylar, bilgileri dışında kaydedilmekte ve şirketin Seattle’daki bilgi depolama merkezine gönderilmektedir. Dev tekel, bununla da yetinmemekte, patentini aldığı bir “elektronik kelepçe” ile emekçilerin tüm hareketlerini izlemeye hazırlanmaktadır. Bu “robot” işveren polisi, işin yavaşlaması ya da iş dışı bir ihtiyacın görülmesi durumunda işçiyi anında titreşimle uyaracaktır[3]. 

İşçilerin aileleriyle, gazetecilerle, arkadaşlarıyla konuşmaları, kontratlarında yazılı bir maddeye göre yasaklanmıştır.  Amazon işçileri bu yasaklamanın üretim sırlarıyla ilgili olmadığını çünkü bunlara ulaşmalarının zaten olanak dışı olduğunu, amacın insanlık dışı ve ağır çalışma koşullarının kamuoyuna iletilmesinin engellenmesinden kaynaklandığını belirtmektedirler.

Düşme, hastalık, konveyör kayışlarının neden olduğu parmak kırılmaları, aşırı yorgunluk gibi iş kazaları da sıklıkla yaşanmaktadır. Ne var ki bunlar basında yer almamaktadır.

Örgütlenme ve Günter Wallraff[4]
Bir işçinin ifadesiyle “Amerikan rüyasının kabusa dönüştüğünü gören” emekçilerin tüm baskılara karşın çıkış yolunu sendikalarda örgütlenmekte buldukları görülmektedir. Özellikle Avrupa’daki işyerlerindeki işçiler, sendika üyesi olmanın işverene karşı duyulan korkuyu azalttığını ve bir aşağılanma olayı ile karşılaşan işçinin hemen sendikalı olmayı seçtiğini söylemektedirler. Grevlerin de eksik olmadığı Amazon işyerlerinde, işveren sendika temsilcilerine baskı uygulamakta ve sendikalarla pazarlık sonunda ödenmesine karar verilen saat ücretini kesintiye uğratarak ödemektedir.

Amazon’un işçi düşmanı politikalarını protesto eden ve Almanya’daki Ver.di sendikasının yönettiği grevleri destekleyen Alman gazeteci Günter Wallraff’ın başına gelenler trajikomiktir. Amazon’daki çalışma koşullarını öğrenen gazeteci hemen yayıncısını arar ve kitaplarının Amazon sitesinden kaldırılmasını talep eder. Yayıncı önce karşı çıkar ama Wallraff’ın ısrarı karşısında bu boykotu kabul etmek zorunda kalır. Ne var ki Amazon bu kez gazetecinin kitaplarını toptancılardan alarak satmaya başlar ve Wallraff tekeli durdurmayı başaramaz. Dahası, Wallraff’ın çabalarından habersiz olan insanlar gazeteciyi sadece gevezelik etmekle ve bu arada da kitaplarını Amazon üzerinden satmaya devam etmekle suçlarlar! Wallraff yaptığı açıklamada şunları söyler;
“Gerçekte, Amazon ile bireysel olarak mücadele etmek olanaksızdır. O, iyi tanımlanmış bir ideoloji temelinde örgütlenmiş çok uluslu bir tekeldir. Temsil ettiği düzen ise önümüze sadece onun sitesinden alışveriş edip etmemeyi istemek gibi tarafsız bir sorun koymuyor. Bu düzen nasıl bir toplumda yaşamak istediğimize dair siyasal sorunları gündeme taşıyor”[5].

Walraff yerden göğe kadar haklıdır. İnsanlığın sorunu bir çok uluslu şirketin onur kırıcı, lanetli uygulamaları değildir. Sorun siyasaldır ve patron Bezos’un iyiliği ya da kötülüğü de değildir. Sorun, içinde yaşadığımız, “üreyip çoğaldıkça canlı bir canavara dönüşen” sermayenin düzeninden kaynaklanmaktadır. Ne Yapmalı’nın yanıtı ise 150’inci yazılış yılını kutladığımız Marx’ın Kapital’indedir:
“… Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”

Evet, yapılması gereken, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, ekonominin sosyalist dönüşümüdür. Bilimin, teknolojinin sermaye sınıfının değil, emekçi iktidarının hizmetine verilmesidir. Ancak böyle bir düzen kurulduğunda insanı insan kılan değerlerin, barışın hüküm süreceği güzel bir dünyada yaşamak mümkündür.

Bunun da tek yolu, bu düzeni kuracak olan dünya emekçilerinin kendi siyasal örgütlerinde birleşmeleridir.

Yani örgüt, örgüt ve yine örgüt…

Serpil Güvenç / SOL

[1] V.I. Lenin (1969),”Emperyalizm”, s. 150, Sol Yayınları, Ankara
[2] Jean-Baptiste Malet, 31 Ekim 2013, “Amazon-the Future of Retail?”, Le Monde Diplomatique
[3] Jeff Sorel, 13 şubat 2018, “Devastation in Retail Points to Deepening Crisis in Capitalist Economy”, Workers World
[4] Alman gazeteci Günter Wallraff, Yunanistan’a gidip Yunan Cuntasını protesto ettiği için işkence gördü ve bir buçuk yıl hapis yattı. İzlenimlerini “Komşumuz Faşizm” adlı kitabında anlattı. Silah taciri kılığında Portekiz’e gitti ve darbeci general Spinoza’nın planlarını açığa çıkardı. Bir dönem BİLD’de redaktör olarak çalıştı. Tröstler aleyhine yayın yaptığı için gazeteden atıldı. Nikaragua’ya gitti ve Somoza rejiminin devrilmesi sonrası edindiği izlenimleri “Nikaragua’nın içten görünümü”nde topladı. 1974 yılında “yabancı işçiler” projesi adı altında yaptığı çalışma kapsamında bir Türk işçi kılığında Mc Donald, Thyssen gibi firmalarda ve inşaatlarda  çalışarak Türk işçilerin yaşadıklarını “En Alttakiler” adındaki kitabında yazdı. Kitap 1986’da Milliyet Yayınları’nda yayınlandı.
[5] Jean- Baptiste Malet, 31 Ekim 2013, “Amazon-the Future of Retail?”, Le Monde Diplomatique

Fikirtepe, kimin fikri? - TARIK ŞENGÜL

Fikirtepe’ye tam tarih vermek gerekirse ilk kez 12 Ocak 2012’de gittim. 
Mimarlar Odası’nın Küreselleşme Sürecinde Kent ve Mimarlık Sempozyumu yapılıyordu. Konuşmamı yaptıktan sonra, kentsel dönüşümün hedefi haline gelen Fikirtepe’ye gideceğimi söylediğimde, -Rant Makinasını Yenmek Mümkün mü? başlıklı köşe yazımda daha önce aktarmıştım- “Mücella Yapıcı, “Mimarlar Odası’ndan geldiğini söyleme, dayak yersin” demişti, her zamanki muzip haliyle”. Mücella uyarma ihtiyacı duymuştu, çünkü daha önce Mimarlar Odası olarak Fikirtepe’ye gittiklerinde, dönüşümü büyük bir heyecanla bekleyen halktan tepki görmüşlerdi.

TMMOB’ye bağlı meslek odaların yönetici ve üyeleri olarak eleştirel tavrımız nedeniyle uzun süredir bu tür tepkilere maruz kalıyoruz. Hükümet ve iş çevreleri gözündeki yerimiz de, gördüğümüz muamele de ortada! Vazgeçmeyişimiz de!
İnatla gittiğim Fikirtepe’ye korkulan olmadı; yanımızda geniş çevresi olan bir belediye meclis üyesinin olması önemli bir kolaylık sağladı, insanlara ulaşma ve konuşma konusunda sorun yaşamadık.

Yaratacağı rant açısından çekiciliği yüksek, konut kalitesi düşük Fikirtepe’de kentsel dönüşüm heyecanı yaşanıyordu. İşin içine Büyükşehir Belediyesi yanında Şehircilik ve Çevre Bakanlığı da girmiş, Fikirtepe’yi müteahhitler aracılığıyla dönüştürmek için özel bir model geliştirilmişti. Dönüşümün adalar bazında olması öngörülüyor ve bu adalarda yaşayan yüzerce hak sahibine “toplu halde anlaşırsanız, mevcut imar planının dört katı, 2/3’ünüz anlaşırsa, 3 katı imar hakkı verilecek” deniliyordu. Görüşme yapacağımız yere giderken, köşe başlarında iştahı kabarmış inşaat firmalarının tanıtım ofisleri göze çarpıyordu.

Sürecin işleyişini ve Fikirtepe sakinlerinin ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Meclis üyesinin tanıdığı bir evde ve bir binanın giriş katındaki oto tamircisinde odak grup biçimini alan, 5-6 kişilik iki grupla odak grup denilen iki görüşme yaptım.
Yine Rant Makinasını… yazısında alıntıladığım biçimiyle, hak sahiplerinden birinin ettiği, “Hocam şimdi top önümüze düştü, altın vuruşu yapacağız” lafı alanda yaşayan hak sahiplerinin dönüşüm sürecinde bakışını kısa yoldan özetliyordu.

Görüşmelerimizde “Peki anlaşmak istemeyen olursa ne olur?” sorumuza, ada temsilcilerinden biri “Mahalle baskısı olur” yanıtı vermişti. “Peki diyelim ki anlaştınız, müteahhitler sözleşmeye göre binalarınızı yıkacak ve dairelerinizi teslim edene kadar da kiralarınızı ödeyecekler. İşler kötü gider ve diyelim ki batarlarsa, ne olacak” yönünde, uyarı da içeren sorumuz karşısında verilen yanıt, Fikirtepe sakinlerinin kabaran girişimci ruhun bir ifadesiydi; “Hocam biz yaş tahtaya basmayız, çok sayıda müteahhit gelip gidiyor, hepsini dinliyoruz, araştırıyoruz, kimin geçmişi nedir diye, ona göre bir karar vereceğiz.”

O günden bu yana 6 yıl geçti. 2013 yılında Fikirtepe işleri kolaylaştırmak adına, Bakanlar Kurulu tarafından riskli alan ilan edildi. Aynı yıl içinde Bakanlık alana ait planları onaylarken, 2016 yılında Büyükşehir Belediyesi kentsel tasarım projelerini tamamladı.
Son birkaç yıl içinde inşaatlar yükselirken, yer yer sorunlar da kamuoyuna yansımaya başladı. Bazı firmaların iş bıraktığını duymaya başladık. Bunlar olurken, geçen yıl Başbakan yanında Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’yi de alarak Şubat 2017’de Fikirtepe’de, medya da geniş yer bulan bir temel atma töreni düzenledi. Başbakan Yıldırım tören sırasında, Bakanlığın tüm sorunları çözerek, örnek bir kentsel dönüşümün Fikirtepe’de sağlanacağı sözünü verdi.

Aradan tam bir yıl geçtikten sonra işlerin Başbakan’ın umduğu gibi gitmediği anlaşılıyor. Birkaç gün önce medyaya, dönüşüm işine giren inşaat firmalarının en büyüklerinden birinin işleri durduğu haberi yansıdı. Aynı haberde, 6 ada daha benzer sorunların olduğu vurgulanırken, bu adaları da katınca “Fikirtepe’de mağdur kişi sayısı 5 bin kişiyi” buluyor deniliyor.

Habertürk’te ortaya çıkan kriz şöyle özetleniyor;
Son olarak 22 numaralı adada Pana Yapı, Brooklyn Dream projesini bitiremeyeceğini pay sahiplerine iletti. Projedeki hak sahipleri dün toplanarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlüğü’ne giderek dilekçe verdiler. Pay sahiplerinin temsilcilerinden Engin Akgüzel, firmanın kendilerine maddi sıkıntında olduğu ve finansman bulamadığı için projeye devam edemeyeceğini belirttiğini söyledi… Pay sahiplerinin Haziran 2015’te evlerinden çıktıklarını aktaran Akgüzel, “1 yıllık kiramızı peşin ödediler. Ancak, Haziran 2016’dan beri kiralarımız ödenmiyor” dedi.

Altın vuruş yapmayı uman hak sahiplerinin durumunu yine habere bırakalım: “Pay sahiplerinin tazminat ya da kira istemediğini belirten Engin Akgüzel, firmadan sadece pay sahiplerinin üzerine aldıkları tapuları hacizden temizletip geri vermesini istediklerini dile getirdi.”

Çıkan bu haberler üzerine, bir yıl önce halka müjde verip, Başbakan Yıldırım’la birlikte temel atan Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın olaya bu kez yazılı bir açıklamayla “el attığını” Hürriyet Gazetesi’nin şu haberinden öğreniyoruz;
Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm kapsamında bazı projelerde vatandaşların mağdur edildiğine dair çıkan haberler üzerine konuya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı el attı. Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm faaliyetleriyle ilgili vatandaşların yaşadığı mağduriyetlerin hızlı şekilde çözüme kavuşturulması amacıyla irtibat ofisi açılacağı bildirildi.

Denilecek şey var mı, bilmiyorum! En iyisi dönüşümün aktörlerinin durumunu özetleyerek bitirmek:
Fikirtepe Sakinleri: Altın vuruşu yapamadılar; başlarını soktukları iyi kötü evlerden oldular, tapuları üzerindeki hacizleri kaldırmaya çalışıyorlar!

Çevre ve Şehircilik Bakanı: Bir yıl önce temel atarken, şimdilerde yazılı açıklama yapıp, Fikirtepe sakinlerine “irtibatı kesmeyelim” diyor!

Müteahhitler: Haber alınamıyor!

TMMOB Mimarlar Odası: Ağır baskı altında, doğruları söylemeye devam ediyor…

Tarık Şengül / BİRGÜN

Osmanlı tokadı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Öyle önüne gelene indirilen bir tokat değildi Osmanlı Tokadı. Her kendine güvenenin indireceği bir tokat da değildi ama. Ciddi ciddi uzmanlık gerektirdiğini söylerler. Osmanlı ordusunda evlenmemiş, genç gönüllülerden oluşan yaya birlikleri vardı ya, Azap askerleri denirdi hani, savaşlarda öne sürerlerdi bunları, işte Osmanlı Tokadı konusunda uzman olanlar bunlardı, denir. Önce hafif silahlı düşman askerlerinin üzerlerine çullanır, özel bir vuruş tekniği kullanarak ellerini muhatabının yüzüne olanca hızıyla indirirlerdi. Uzun sürmüş bir eğitimden sonra ulaştıkları bir uzmanlıktı bu.


İkili kavgalarda savrulan tokatlara da Osmanlı Tokadı dendiği olur ama şiddeti ne olursa olsun aynı şey değildir o. Konunun uzmanları Osmanlı Tokadı’na savaş sırasında “silahın elden düşmesi durumunda” başvurulduğunu da söylerler. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada ABD’ye yönelik olarak “bunlar Osmanlı Tokadı yememişler” sözleri bu tür cümleleri duyunca kendinden geçenleri yine uçurmuştu ama bu sözler belli ki “silahın elden” düştüğü durumda edilmiş sözlerdi. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye ziyareti sonrası yapılan açıklamalardan çıkardığım sonuç budur benim.

Ne olmuştu? IŞİD’le mücadele koalisyonunun en üst düzey ABD’li komutanı General Paul E. Funk, ABD birliklerinin Menbiç’te kalacağını söylemişti, anımsarsınız. Başka ne demişti Funk? “Menbiç IŞİD’den temizlendi, bunun kalıcı olmasını sağlamak için bölgedeyiz”. Amerikan güçlerinin Kürt müttefiklerini korumak üzere Menbiç’te olduğunu söyleyen Funk, Türkiye’den yapılan açıklamaların kendisini endişelendirip endişelendirmediğine dair soruya ise, “Hayır, benim iş tanımım endişelenmek değil. Benim işim savaşmak” diye yanıt vermişti. Sözleri arasında “bizi vurana sert yanıt veririz” de vardı.

AKP Genel Başkanı’nın grup toplantısında “hele hele bizi vururlarsa sert karşılık veririz diyenlerin ömürlerinde hiç Osmanlı tokadı yememiş oldukları da çok açık” demesinin nedeni işte generalin bu sözleriydi.

ABD’ye kim tokat vurursa vursun sadece mutluluk duyarım. Eğer ABD tokat yerse bu yediği “ilk” tokat da olmayacak tabii. Osmanlı Tokadı yememiş olabilirler ama, Vietnam’da, Nigaragua’da, Venezuela’da, Suriye’de, 68/78 Türkiye’sinde hayli “ilerici/devrimci” tokadı yemişliği vardır ABD’nin. 68/78’de ABD’ye atılan devrimci tokada Recepbeygillerin kalkan olduğunu da anımsatalım bu arada.

Grup toplantısında yapılan toplantı grup toplantısında kaldı sonuçta. Menbiç’ten ABD askerlerinin çekilmesini isteyen AKP Genel Başkanı, “hiç Osmanlı Tokadı yememiş oldukları çok açık” dediği ABD’ye tam tokat atacak sanıyorduk ki meğer Tillerson’a bir “Osmanlı eli uzatıp” Menbiç’te “Türk ve ABD askerlerinin birlikte konuşlanmasını” önermiş. ABD de herhalde tokat yememek için bu öneriyi değerlendiriyor şimdi.

Bu elbette müthiş bir diplomasi. Eğer ABD kabul ederse, ki neden etmesin, Türkiye, AKP Genel Başkanı’nın, grup toplantısında alkıştan yıkılan salonda “Osmanlı Tokadı”yla korkuttuğu ABD ile Menbiç’te birlikte olacak. Tüm dünyaya, “Suriye’deki müttefikimiz PYD / YPG’dir” diye ilan etmiş olan ABD’nin yanı sıra isim değiştirmiş Kürt güçleri ile de elbette. Bence bir sakınca yok, ama bakalım nasıl açıklayacak durumu yandaşlar.

ABD Güvenlik Ajansı Direktörü’nün “Suriye muhalefeti artık Esad’ı yıkamaz” dediği bir ortamda hâlâ “Esed gitmelidir” rüyaları gören AKP Genel Başkanı’nın, birkaç gün içinde Suriye’deki Kürt güçlerinin, Suriye Ordusu ile birlikte (tabii ki Rusya’nın da onayı/yardımı ile) Afrin’e girecek oluşu karşısında, Menbiç’te ABD’ye sarılmaktan başka seçeneği kalmamış olacak. Bu konudaki iddialar her ne kadar YPG tarafından yalanlansa da çok ciddi olarak dile getiriliyor.

Yani Osmanlı Tokadı’nın kime, nereden geleceği belli olmaz. Suriye’den gelirse şaşırmasın kimse. “Suriye bize Osmanlı’dan kaldı” deyip duranlar hiç şaşırmasın.
Madem Suriye Osmanlı toprağı. Osmanlı Tokadı atmak onun da hakkı.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

‘Cihat hutbesi’ tesadüf değil - ERK ACARER

Kısa süre önce kenti bir klişe ile tanımlamak mümkündü: “Medeniyetlerin birleştiği, dinlerin buluştuğu, çan sesi ile ezanın karıştığı yer.” Şimdi ilçelerine roket düşüyor. Hatay’da ‘savaşa hayır’ açıklaması nedeni ile gözaltına alınanların örgüt propogandası yaptıkları gerekçesiyse tutuklanmaları istendi.

17 kişinin içinde, Hatay İnsan Hakları Derneği (İHD) Şube Başkanı 73 yaşındaki Mithat Can da var. Hem 12 Mart hem de 12 Eylül diktasının zulmünü yasayan Can, Hatay Emek ve Demokrasi Güçleri’nin 22 Ocak’taki basın açıklamasını okudu. O bildiride özetle şu ifadeler yer alıyordu: “Türkiye’nin Suriye ve Irak ile ilgili kabul ettiği tezkerelere dayanarak sık sık sınır ötesi hava harekatları düzenlemesi ve özellikle Suriye ile Irak’ta kara gücü bulundurması tehlikeli bir hal aldı. Afrin’e bombardımanla Türkiye ve bölgedeki tüm halklar büyük bir savaş ve yıkım gerçeği ile karşı karşıya…”

Kopyala yapıştır
‘Afrin’ sadece sınır ötesindeki bölgesel bir savaşın tanımı değil. Aynı zamanda Türkiye’yi kutuplaştırma ve taraf olmaya zorlama çabası. Saray rejimi, dışarıdan içeriye yaydığı çatışmanın iktidarı sürdürme açısından işe yarar olduğunu üst üste test etti. Şimdi, 2015 sürecini kopyalayıp 2019’a yapıştırmak istiyor. Çatışma ve savaşı da ‘her türden muhalifin’ temizliği için bir fırsat olarak görüyor. Halifeliğe giden yolun taşları da bu sayede döşeniyor.

Saray’a indirgenmiş ‘devlet’, din soslu bir Suud modeli vaadediyor. Medyadan yargıya, tüm kurumların dizaynı tamamlanırken, bunlar eliyle aynı zamanda toplum da yeniden şekillendiriliyor.

“İnancı, varlığı, vatanı, bekası ve hürriyeti için silahlı mücadeleye girilmesi cihadın en üst seviyesidir…” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göreve getirmesinin ardından camilerde ‘fetih suresi’ okutan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın cihat hutbesi okutturması da tesadüf değil.

Hukuk devleti!
Tıpkı; iktidar karşıtı girişimleri bastıracak sivillere cezasızlık vaat eden 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) yayımlanmasının tesadüf olmadığı gibi. Benzer biçimde artan silahlanma ve bu silahların her seçim öncesi gösterilmesi, ‘hayır diyenlerin karıları kızları helaldir’ açıklaması yapıp ardından ‘meczuba yatan’ iktidar yandaşları gibi. Barış kanı içmeye gönüllü mafya tetikçileri de öyle.

Hukuk ilkeleri kriterindeki devletler, ‘güvenlik’ ile ilgili sorunları çözerken, sadece vatandaşlarını değil tüm insan faktörünü de göz önünde bulundurur. Tersi, art niyettir, tersi başka planların, ‘misal tek adamlığın’ ifşasıdır. Tersi durumda devlet… Ahmet Şık’ın kulakları çınlasın!

Seçim mi cihat mı?
73 yaşındaki ezelden bir insan hakları savunucusunun tutuklanması istendi.
Olay bir zamanlar hoşgörü başkenti sayılan Hatay’da geçiyor. Mithat Can, mide kanseri gibi çok ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşuyor.

Hak savunucuları tutuklanmasalar da 3 gün boyunca gözaltında tutuldular.
Diyanet’in fetvası, bir zincirin halkası.
Türkiye’nin önünde bir seçim değil, dayatma var. Bu açıdan soru açıktır.

Muhalefetin de, yüzde 60’la seçim kazanacağız, hayalperestliğini, öncelikle ‘siz kime karşı cihat edecektiniz, 73 yaşındaki hak  savunucularına ya da halk sağlığını savunan
tabiplere karşı mı?’ sorusuyla doldurması lazım.

Erk Acarer / BİRGÜN

Anna Karenina’dan Ana Britannica’ya… - L. DOĞAN TILIÇ

Öyle zor zamanlardan geçiyoruz ki böyle başlıklara dudak bükebilirsiniz.
Ordunuz Suriye’de bir savaşta, çocuklarınız ölüyor öldürüyor…
Stratejik ortak falan denilen ABD ile ilişkiler malum; 1 helikopterimizin düşürüldüğü 12 askerimizin öldürüldüğü saldırıda YPG’ye “anlık istihbarat” vermiş olabileceği yazılıyor.
Sorunlar yumağına dolanmışız.
Ekonomi?
İktidar olmadan önce Erdoğan’ın pek sevdiği bir çay simit hesabı vardı. kişilik bir ailenin günde 3 öğün çay simit yese asgari ücretten fazla paraya gereksinimi olduğunu vurgulayıp, “Bu zalim yönetim, bu aziz millete bir bardak çayla bir simidi bile layık görmüyor” diye kükrerdi. Geçen gün, Saadet Partisi lideri Karamollaoğlu o hesabın artık yapılamadığını söyledi!
İsterseniz, siz yapın o hesabı. 40 gr’lık simit, yerine göre fiyatlar değişse de, ortalama 1,5 lira. Bir bardak çay da o kadar, haydi 1 lira diyelim. Günde 3 öğün bir kişi 9 lira5 kişilik aile ise 45 lira ödemek zorunda çay ve simide. Ayda 1,350 lira ediyor.
Nereden baksanız içiniz sıkılıyor, bunalıyorsunuz.

Böyle bir zamanda, Ankara’nın İmrahor Mahallesi’nde, Çankaya Belediyesi’nin harabe halindeki bir tuğla fabrikasını restore ederek oluşturduğu çöp toplama şantiyesini ziyaret etmek insana iyi geliyor.

“Şantiye” denilince akla farklı şeyler geliyor ama o tuğla fabrikası şimdilik ağırlıkla temizlik işçilerinin ve ailelerin kullandığı bir “kültür merkezine” dönüşmüş.
O dönüşümün hikâyesi yaklaşık 2 yıl kadar önce, bir temizlik işçisinin çöp kenarına bırakılan kutudaki Ana Britannica ciltlerini alıp getirmesiyle başlıyor. O gün bugün, çöpten toplanan kitaplar ve hikâyeyi duyanların bağışlarıyla 7 binden fazla kitabın düzenlenerek yerleştirildiği bir kütüphane oluşmuş.
Kütüphane ziyaretçilerine her zaman ücretsiz çay kahve ikramı yapılıyor. İşçiler boş zamanlarında, bir kitap mabedinin huzur verici sessizliği içinde okuyarak dinleniyor, çöpten çıkarttıkları bu aydınlanma yuvasından çocuklarını da yararlandırıyorlar.
Yine çöpten çıkan bisiklet parçaları, hurda demirler ve çöp kutularından kurdukları Grup Teneke orkestrası ile yalnızca kendileri müzik yapıp stres atmıyorlar, açılışlara gidip konserler vererek dinleyenlerin de stresini alıyorlar.

O çöp toplama şantiyesinde, çöpten çıkan kütüphanenin önünde, yine çöpten çıkanlarla oluşturulan Grup Teneke’den Çav Bella dinlerken, gözlerinizi kapatıp bölgedeki benzer harabe tuğla fabrikalarının da restore edilerek İmrahor’un bir kültür-sanat vadisine dönüştürüldüğünü hayal ediyorsunuz.

Çöp toplama şantiyesi; kütüphanesi ve orkestrası ile, benzerlerine sahip Avrupakentlerinin bile imrenerek bakacağı bir kültür parkını hayal ettiriyor size. Bunaltıcı ikliminde memleketin, iyi şeyler de olduğunu, olabileceğini hissediyorsunuz.
Çöpten kütüphane büyüyor, kabuğuna sığmıyor ve çöp kamyonundan dönüştürülen bir gezici kütüphane ile yoksul semtlere, okullara, köylere doğru yola çıkmaya hazırlanıyor. Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen, toplanan kitaplarla başka yerlerde de benzer kütüphaneler kurup, çocukları, insanları kitapla buluşturmayı hedeflediklerini söylüyor.
Çankayalı temizlik işçilerinin yaptığı bir ilk değil, belki ikinci örnek dünyada.


Onlardan binlerce kilometre uzakta, Kolombiya’nın başkenti Bogoto’da, çöp kamyonu şoförü Alberto Gutiérrez tam 20 yıl önce çıkmış benzer bir yolculuğa. Zengin mahallelerin çöplüklerinden topladığı kitaplarla evini bir kütüphaneye dönüştürüp, kitapları yoksul mahallerin çocuklarıyla buluşturmuş. 25 bin kitap bulup çıkarmış çöplüklerden; 235 okula ve yoksul mahallesine de kitaplar hediye etmiş. Bağışlanan bir ambulansı gezici kütüphaneye dönüştürmüş. Kütüphanesi “Kelimelerin Gücü”, kendisi de “Kitapların Efendisi” olarak tanınıyor şimdi.
Kitapların Efendisi yolculuğuna bir çöplükte bulduğu Anna Karenina ile başlamış… Bogota’dan Ankara’ya, Anna Karenina’dan Ana Britannica’ya… İnsan, dokunmayı bildiğinde, çöpten de başarı öyküleri çıkarabiliyor!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

17 Şubat 2018 Cumartesi

Esir şehrin Vandalları - ORHAN GÖKDEMİR

Cumhuriyet tarihinin en yüksek bedelli projesiydi, dediklerine göre. Para büyük olunca hukuk da önünde küçülüp, silindi. Üçüncü köprü ile ulaşılan üçüncü havalimanının ihalesini, Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu için gereken 10 günlük yasal askı süresi dolmadan, 3 Mayıs 2013’te gerçekleştirdiler apar topar. İhaleyi 22 milyar 152 milyon Euro‘luk teklif veren Cengiz-Kolin-Limak-Kalyon-Mapa Ortak Girişim Grubu kazandı.

Özetle AKP, AKP’nin özel görevli müteahhitlerine verdi ihaleyi. 25 Aralık yolsuzluk soruşturma dosyasındaki iddialara göre, ihalenin sahipleri Mehmet Cengiz ve Cemal Kalyoncu, daha önce de iktidarın talimatıyla Sabah-atv’nin içinde olduğu medya grubunu satın almıştı. Gereken para Binali Yıldırım’ın koordinatörlüğüyle işadamlarının oluşturduğu bir havuzdan sağlanmıştı. Bu kez bir havuz söz konusu oldu mu bilemiyoruz. Malum o tarihten sonra ortalıkta iddia makamı falan kalmadı. Artık sadece övgü ve koruma makamları var!

***

İstanbul Metropolitan Planlama Merkezi tarafından hazırlanan ve İstanbul’un anayasası olduğu söylenen 2009 tarihli İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda her şey var fakat iki şey yoktu. Olmayan şeylerden biri Boğaz’a üçüncü köprüydü. Planın açıklanacağı gün zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan İstanbul üzerinde helikopterle turlayarak parmağıyla köprünün yapılacağı güzergâhı işaret etti. Böylece İstanbullular şehre planda olmayan bir köprü daha yapılacağını öğrenmiş oldu. Olmayan şeylerden ikincisi ise üçüncü havaalanıydı. Daha doğrusu planda bir üçüncü havaalanı vardı ama yapımı için belirlenen yer Silivri-Gazitepe’ydi. O da Başbakan’ın zorlamalarıyla Kuzey Ormanları sınırları içine alındı. İnşaat Silivri’de değil şehrin son yeşillik alanı Kuzey Ormanları’nın üzerine yapılacaktı.

Başbakan Erdoğan, eleştiriler üzerine havalimanının yapılacağı bölgeyi şöyle tarif etmişti: “Televizyonlarda dinliyorum ‘bu kadar ağaç kesiliyor’ diye. Oraları gezip görse diyecek ki adeta savaştan çıkmış bir coğrafya. Çünkü daha önce oraları taş ocakları, kömür ocakları gibi yerlerdi.” Hâl buyken ÇED raporuna göre alan doğal yapısını geri kazanmıştı. Yani orman olmuştu yeniden. Nitekim projenin yapılacağı alanın yüzde 72’si orman, yüzde 8’i göl, yüzde 6’sı mera, fundalık, tarım arazisi, sadece yüzde 14’ü maden sahası olarak tespit edildi. Ormana bakıp içindeki bu yüzde 14’ü görüyorlardı. Çünkü gözlerini rant karartmıştı; doğayı görmüyor, ormanı bilmiyorlardı.
Sekiz yıl sonra sonuç ortada. Ormanın yerinde büyük bir çöl uzanıyor şimdi. Ne ağaç, ne göl, ne su, ne kuş, ne kurt, ne kıyısına terkedilmiş öksüz köpekler, ne börtü, ne böcek kaldı. Mandalar bile terk edip gitti bölgeyi. İnşaatın bir ucu Terkos gölüne dayandı, bir ucu Karadeniz’in dalgalı kıyılarını yırtıp geçti. Alibey, Pirinçcı barajlarının su toplama havzası tehdit altında. 700 bin ağacı kestiler, iki milyonunu da taşıdılar inanılacak olursa. Nereye, belli değil? Tayakadın girişinde büyük tomruk dağları karşılıyordu yoldan geçenleri yakın zamana kadar. Ayakta kalmış ağaçlar ise inşaatın tozundan dumanından kızıla çalmaya başlamıştı çoktan.

***

Bu arada basit bir “ayrıntı”ya da değinelim. İnşaat boyunca dört yüz işçi öldü iddiası üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bir açıklama yaparak yürekleri soğuttu. Sadece 27 işçi ölmüştü. Lafı bile edilmez! Açıklamanın ardından “birkaç işçi daha” cinayete kurban gitti.
Binlerce işçi, yüzlerce mühendis, bini aşkın Tayyiban kamyonu, iki bine yakın iş makinası dur durak bilmeksizin kesintisiz çalışıyor bölgede. Bu yıkımın bedeli hane başına bin lira. Hepimizden alınan o bin liralar yandaşın cebine akıyor. İhaleler pazarlık usulüyle ve bölünerek veriliyor. Yüksek maliyetli ihaleler tamamlanıyor, düşük alınan ihale için sonradan ikmal ihalesi yapılıyor. Bu sayede 1 liraya yapılacak iş 5 liraya geliyor. Şu kadarını aktarayım: Havalimanının denizden 90 metre yüksekte yapılması gerekiyordu. Bu 5 milyar Avro civarında hafriyat maliyeti demek. İhale yapıldıktan sonra 90 metrelik kot 30 metre düşürüldü. 2,5 milyar Avro anında uçtu gitti.

Sadede gelelim; Havalimanının inşası sona erdiğinde, yıllık 150 milyon yolcu kapasitesine sahip olacak. 7 bin 650 hektarlık devasa bir alanı 350 bin ton demir çelik, 10 bin ton alüminyum, 415 bin metrekare cam ve tonlarca beton ile dolduracaklar. Bunlar, dünyanın en yoğun havalimanından bile beş katı büyüklüğe işaret ediyor. Ne olacak, bütün dünya İstanbul’a mı taşınacak diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır tabii. Bu abartının nedenini projenin mimarlık tasarımını yapan İngiliz şirketinin sözcüsü açıklamıştı zamanında. Projede ağırlık yapının ortasında dükkânlar ve iş merkezi gibi çözümlere verilmişti. Havaalanı dedikleri büyük bir alışveriş merkezinden ibaret anlayacağınız.  

Peki, ismi ne olacak bu içinden uçak kalkan AVM’nin?
Havuz basınına göre İstanbul Grand Airport olacaktı. Sonra Osmanlı döneminin ilk sivil pilotu olan Vecihi Hürkuş’un ve Mevlana’nın adı uçuruldu.
Ne oldu peki? Recep Tayyip Erdoğan!

***

Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nu yazmaya giriştiğinde İngiltere canla başla Dünyanın atölyesi olmaya çalışıyordu. Hiç durmadan üretti, ürettiklerini yeni Dünya’yı yağmalayan İspanya ve Portekiz’e satarak kazandı, gelişti ve ilerledi. Sonunda Dünyanın atölyesi olmaktan Dünyanın efendisi olmaya geçiş yaptı.

ABD için durum tamamen başkaydı. Onun gözü atölye olmakta değil Dünyanın bankası olmaktaydı. Bizimkilerin Kâbe’si-kıblesi orasıdır. Haliyle umutsuzca bir üçüncü dünya bankası olmaya çalışıyorlar. “İstanbul’u finans merkezi” yapacağız teranelerin kaynağı işte bu. Her yere yaptıkları AVM’lerin, köprülerin, tünellerin, gökdelenlerin, havaalanlarının “esbap-ı mucibe”si böyledir.

Çünkü üretmeden olmayacağını bilmezler, öğrenme şansları da yoktur. Tek yol kalıyor geride, yağmalamak. 15 yıldır yaptıkları tek numara İstanbul’un rantını yağmalamaktan ibaret. Bu yağma nedeniyle AKP döneminin İstanbul’u tam bir ucubeye dönüştü. Nüfusu belli değil şehrin, gireni çıkanı belli değil. İstanbullu her sabah savaşa gider gibi çıkıyor evinden, savaşarak dönebiliyor evine. Dünyanın en mutsuz, en bedbaht, en kaotik kentini yarattılar az zamanda.

Şöyle anlatayım yaratılan şeyi. Osman Gazi Köprüsünden Körfez’e nazar atarak geçiyorsun. Biraz ileride karşına “Yavuz Selim Köprüsü” çıkıyor. Trafik varsa kır direksiyonu, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü” çıkar karşına. Olmadı, tut “15 Temmuz Demokrasi Şehitleri Köprüsü” yolunu. Beklersin ama sabırlıysan mutlaka geçersin, korkma. Devam et. Atatürk Havaalanı yakında kapatılıyor canım. Sağa çark edersen Recep Tayyip Erdoğan Havaalanına ulaşacaksın. “Ne yapayım ulaşıp da” deme. Alışveriş yaparsın, dolaşırsın, selfie çekersin, Avrupalıları kıskandırırsın…

İlla uçmak mı istiyorsun. Bilgin olsun, Batı’ya doğru yollar kapandı. Bin uçağa, yallah 

Suudi Arabistan’a!

Orhan Gökdemir / SOL

Mussolini’nin dönüşü - Nilgün Cerrahoğlu

Halet-i ruhiyeyi en iyi art arda vizyona giren filmler anlatıyor… 

Churchill’in dünyaya meydan okuyan “tek adam”lık sınavı ile ülkesini Hitler’e karşı savaşa sokan hamlesini anlatan, “En Karanlık Saat” bunlardan biri örneğin. 
Beri yanda “tek adamlığa” mizahla yaklaşan iki film var: 
Stalin’in Ölümü” ve İtalya’da “Sono Tornato/Döndüm” başlığı ile gösterilen “Mussolini’nin Dönüşü”… 
Birbirinden farklı olan bu filmlerin tümü gerçekte ufukta yeniden beliren “güçlü adam sendromu”nu sorguluyor. 
Karşımızda Stalin’den Mussolini’ye uzanan ve “Demokrasi, diğer rejimler hariç en kötü yönetimdir” sözleriyle bilinen Churchill’den geçen geniş bir yelpaze var. 
Martta Türkiye’de de gösterilecek “Stalin’in Ölümü”nden geçen yazımda bahsetmiştim. Bugün biraz da “Mussolini’nin Dönüşü”ne göz atalım… 
İlginç rastlantı, İtalyan asıllı yönetmen Armando Iannucci’nin imzasını taşıyan “Stalin’in Ölümü”, bir “diktatörün ölümü” ile başlıyordu. 
Luca Miniero’nun “Mussolini’nin Dönüşü” ise kurşuna dizilerek öldürülen ve Milano’nun “Loreta Meydanı”nda ayaklarından tersyüz edilerek asılan “Duçe”nin… “öbür dünyadan dönüşü” ile başlıyor… 
 
Duçe ile selfie keyfi 
Mussolini, günlerden bir gün Roma’nın en yoğun göç alan Esquilino Mahallesi’nde, birden paraşütle inmiş gibi uyanıyor. 
Etrafında top oynayan ve Roma aksanıyla İtalyanca konuşan koyu renk göçmen çocukları görünce affalıyor. 73 yıl arkadan gelmenin kafa karışıklığı ile geride bıraktığı ülkesinin, Afrikalıların işgalinde kaldığını düşünüyor. 
Stalin’in Ölümü” gibi “Mussolini’nin Dönüşü” de baştan sona “kara mizah”… 
Ancak Iannucci “mizah”a sağlam ve güçlü bir diktatörlük eleştirisi adına baş vururken; İtalyan komedilerinin ünlü yönetmeni Miniero, bunu daha çok toplumun “yön kaybı”nı betimlemek için kullanıyor. . 
Mussolini’nin, ülkesinin aldığı yeni şekil karşısında nasıl aklı karışıyorsa, İtalyanların da kafa karışıklığına düştüğü anlatılıyor filmde. 
Duçe”, örneğin açık bir arabayla, ayağında çizmeler ve askeri üniforması ile başkent sokaklarından geçerken, kimi İtalyan “sol yumruklarını” kaldırıyor; kimi de faşist selamı çakıyor. 
Şef”, halka karıştığında, faşizmi tanımamış genç kuşaklar etrafını alıyor ve şuursuzca “diktatörle selfie” çekiyorlar. 
 
‘Liberal dikta’ özlemi 
Filmde Mussolini ile ilk karşılaşanlardan biri olan genç bir belgeselci, Roma sokaklarında şaşkın şaşkın dolaşan “diktatörü”; Çizme’yi birlikte katederek belgesel çekmeye ikna ediyor. 
Yönetmen bununla güttüğü amacın, “İtalya’nın nabzını tutmak” olduğunu belirtiyor. Nitekim çok yerde figüran kullanmak yerine, Mussolini’yi gizli kamerayla filme aldığını ve gerçek halkla konuşturduğunu açıklıyor. 
Duçe”nin, saldım çayıra Mevlam kayıra… halkın arasına girdiği bu “nabız sohbetlerinde”, “tek adam arayışının” Çizme’de artık “tabu” olmaktan çıktığını ve düpedüz hortladığını görüyoruz. 
Bu sohbetlerde mesela Mussolini’nin “Diktatörlük ister misin” sorusunu yönelttiği bir pizacı; cahillerin özgüveni ile: “Tabii ya… Neden olmasın?” yanıtını veriyor: “Ama bu liberal bir diktatörlük olsun. Fazla koyu olmasın. Tek parti, en çok iki parti yeter!” 
Yönetmen Miniero döne döne meramının Mussolini’den çok İtalyanları anlatmak olduğunu vurguluyor. Çok ürkütücü bir saptamayla “Mussolini bugün sahiden dönse” diye devam ediyor: “4 Mart’taki seçimleri kolaylıkla alır!” 
Dün “Repubblica”da yayımlanan kamuoyu yoklamaları Miniero’nun bu saptamalarına hak verir nitelikte. 
Hiçbir partinin “çoğunluğu sağlayamadığı” anketlerde, göçmenlere karşı nereye çeksen oraya giden “muğlak” görüşleriyle bilinen popülist “5 Yıldız Hareketi” -yüzde 28’le- ilk parti konumunda. Oyları düşen -yüzde 22-merkez sol, ikinci sırada. 
Beri tarafta “siyasi ceset” gözüyle bakılan Berlusconi, yüzde 16’lık oy oranıyla siyasi panoramaya 3. parti olarak yeniden paraşütle iniyor. 
Dördüncü sırada da yüzde 13’le “Lega” partisinin ırkçıları var… 
Bu belirsiz tabloda “güçlü adam”a özlem artıyor. 
Repubblica”, İtalyanların yüzde 20’sinin kafadan bugün “Duçe” özlemi içinde olduğunu ifşa ediyor. 
20. yüzyılda İtalya faşizmin ilk labrotuvarı olmuştu. 

Umarız tarih yeniden tekerrür etmez.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Söyleminin esiri olmak - ALİ SİRMEN

Türk - Amerikan gerginliğinin doruk noktasında Washington kastedilerek söylenen, “Bunlar hiç Osmanlı tokadı yememiş” sözü, yandaş medya ile son dönemlerde iktidarın hışmını çekmemek için ne kokar ne bulaşır çizgisini gittikçe daha da belirgin hale sokmaya uğraşan yayın organlarının çok hoşuna gitmiş ve hemen hemen hepsi, bu sözleri manşete çekmiş. Milliyet, Türkiye, Yeni Şafak, Akit, Takvim, Akşam, Star, Habertürk, Sabah, Vatan, Güneş, İstiklal, Milat hep aynı manşeti seçmişler, Karar biraz söylem değişikliğiyle, “Washington’a tokatlı cevap” derken güdümlü filotillanın amiral gemisi Hürriyet, yandaşların en keskinleriyle arasına mesafe koyma âdetini sürdürürek “Bunlar hiç Osmanlı tokadı yememiş” başlığına birinci sayfanın biraz alt bölümlerinde yer vermiş. 

Medya bu tutumuyla, Afrin harekâtı başlarken, Başbakan Yıldırım’ın yayın kuruluşu yöneticilerini toplayarak, kendilerinden beklentilerini sıraladığı konuşmasında verdiği direktife uygun hareket etmiş ve istenen doğrultuda kamuoyu oluşturma, “kodu mu oturtur” iktidarın ABD’ye fırça çeken politikasıyla, kafa tuttuğu algısını oluşturma işlevini yerine getirmiştir. 

Osmanlı tokadı çıkışının Washington’da pek de ciddiye alınmaması ve bu hususun küçümseyici bir eda ile açıklanmasının aslında kıymet-i harbiyesi yoktur.

***
Çünkü, kimilerinin ABD’ye yönelik olduğu yanılgısına düştükleri bu sözler aslında dış hedeflere yönelik değil, ama iç tüketime dönük TC sınırları dışında konvertibilitesi olmayan bir çıkıştır. Kimsenin hakkını yemeyelim, mahalle kahvesi diplomasisi ülkemize bu iktidarın getirdiği bir yenilik olmayıp, Ortadoğu politikasını bir koyup üç alma temeline oturtan Özal’a kadar uzanan, bir yandan ülkemizi komik düşürürken, bir yandan da ulusal çıkarlar açısından tehdit oluşturan bir davranıştır. 

İçerideki kimi safındurların “aşkolsun!” diye övgü nidalarıyla karşıladıkları bu politikanın uluslararası kamuoyu ile siyaset ve diplomasi kulislerinde yarattığı izlenim ise şudur:
Türkler, başlangıçta çok sert çıkışlar yapsalar da aldırmayın! Bağırıp çağırırlar ama sonra bir şey yapmazlar.” 

Bir ülkenin hakkında böylesine bir kanaat oluşması yüzünden, kararlılığı, ciddiyeti konusundaki inandırıcılığını yitirmesi tabii ki onun ulusal çıkarlarıyla bağdaşmaz.
Bu durum, aynı zamanda, her defasında cafcaflı çıkışlarla coşan, dalgalanan iç kamuoyunda da ciddi travmalar yaratır. Filistin’e doğru afili afili yelken açan Mavi Marmara’nın uluslararası sularda uğradığı saldırı sonunda, yurttaşlarımızın korsan İsrail komandoları tarafından öldürülmeleri karşısında elimiz böğrümüzde kalakalmamız veya Ahmet Davutoğlu’nun “biz düşürdük!” diye şişine şişine ilan ettiği Rus uçağı olayının sonrasında, Moskova’nın hışmı karşısında sinişimiz ve özür sözcüğünü telafuz etmeden aslında pek de âlâ o anlama gelen, en yüksek düzeyde üzüntü beyanımızın yarattığı şoku gidermek amacıyla iktidar ile yandaş medya elverişli algıyı yaratmak için az mı uğraşmak zorunda kalmışlardı?
***

Tutarlı dış politikalarda kararlılık, sade vakur mesajlar ve azimli tavırlar ile bağırıp çağırmadan gösterilir. Diplomaside ağzını açıp gözünü yuman sallapati kahve üslubuna yer olmayıp, iki düşünülür bir konuşulur. Çünkü diplomaside her söylenen ülkeyi bağlar.
Şu bilge deyiş çok çarpıcıdır: “İnsan söylemediğinin efendisi, söylediğininesiridir.
Dış politikada söylemine esir düşmemeye özen gösterilir. 

Eğer, bu kurallara uymazsanız, size “gelin el ele verip, PYD ile PKK’yi çatıştıralım” diye alayı çağırıştıracak ölçüde gayri ciddi öneriler yapanlara “Biraz ciddiyet lütfen!” demek hakkını kaybedersiniz, çünkü ciddiyetsizlik yolunu ilk siz açmış bulunmaktasınızdır.
Ama dilerseniz yine de Osmanlı tokadı çıkışının etkisine inanmaya devam edin!

Ali Sirmen / CUMHURİYET