AKP’li yıllarda inşaat sektörünün konumu çok çeşitli boyutlarıyla tartışma konusu olmaya devam ediyor. Sektörün son 15 yılda geçirdiği dönüşüm, AKP iktidarlarının inşaat sektörünü ihya etmeye yönelik sistematik bir strateji dahilinde hareket ettiğini açıkça gösteriyor. Fakat meseleyi dar anlamıyla bir iktisat politikası tercihinden ibaret olarak görmek eksik bir değerlendirme olur. Zira inşaat stratejisi çeşitli veçheleriyle bir dizi farklı siyasal ve ideolojik alanla ilintili. Söz gelimi, bayındırlık faaliyetlerinin, özel olarak da mega projelerin AKP’nin seçim stratejilerinde önemli bir yere sahip olduğunu, AKP seçmeninin her türlü tuhaflığı sineye çekerken “ama yol yaptılar” gerekçesine yaygın olarak sığındığını biliyoruz.
Haziran Direnişi’ni fitilleyen olayın Gezi Parkı’na AVM projesi, dolayısıyla mekânsal bir mesele olması da tesadüf değil, AKP döneminde açığa çıkan ve dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın istifasıyla sonuçlanan büyük yolsuzluk skandalında imar usulsüzlüklerinin merkezi bir yer kaplaması da. Dahası, devlet ihaleleri ve arazi tahsisi üzerine kurulu bir sektör olarak inşaat, “yandaş sermaye” yaratmak için son derece uygun imkanlar sağlıyor. Uzun vadeli borçlanma yoluyla ev sahipliğinin emekçilerin düzenden kopmasını zorlaştıran bir disiplin etkisi yarattığı da malum. Örnekler çoğaltılabilir. Özet olarak, AKP döneminde inşaatın kazandığı önem bir sektörel öncelik meselesi olmanın çok ötesinde anlamlara sahip.
Bu alanların her biri ayrı ayrı üzerinde durulmayı hak ediyor. Bugün, son zamanlarda konut satışları ve fiyat endekslerindeki dalgalanmalar üzerinden yeniden gündeme gelen inşaat sektörünün kriz dinamikleri meselesini ele almak istiyorum.
Temel bir göstergeyle başlayalım. İnşaat sektörünün Türkiye ekonomisinde giderek artan önemini ortaya koyan en net gösterge sektörün katma değer içerisindeki payı. Aşağıda görülebileceği gibi, söz konusu gösterge AKP’li yıllarda belirgin bir yükseliş trendi sergilemiş. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 5,1 olan sektör payı 2008’de yüzde 7,7’e yükselmiş, dünya krizinin etkisiyle kısa süreli bir düşüşün ardından tekrar yükselmeye başlamış ve 2016 yılında yüzde 9,7’ye ulaşmış. Bu trend, sektörün ülke ekonomisi içerisindeki ağırlığının 14 yılda neredeyse iki katına çıktığını gösteriyor. Bu değerlere uluslararası bir karşılaştırma perspektifiyle baktığımızda Türkiye’nin genel eğilimden belirgin bir şekilde ayrıştığını görebiliyoruz. 2016 yılında gerçekleşen yüzde 9,7 oranıyla Türkiye, yüzde 5,3’lük AB ortalamasının epey üstündedir ve OECD ülkeleri arasında açık ara farkla birinci konumdadır. Dahası, bu oran 2008 krizinde inşaat ve gayrimenkul sektörü kaynaklı sorunlar yaşayan İrlanda, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerin kriz öncesi oranlarına oldukça yakındır.
Kaynak: OECD
Sektörün istihdam edilen işgücü içerisindeki payı da benzer bir örüntü sergiliyor. TUİK verilerine göre, İnşaatın istihdamdaki payı 2005 yılında yüzde 5,6 iken 2016’te yüzde 7,3’e yükselmiş. Bu dönemde toplam istihdam edilen kişi sayısı 19,6 milyondan 27,2 milyona çıkarak %39 oranında artarken inşaat sektöründeki istihdam 1,1 milyondan 2 milyona çıkarak yüzde 81 oranında artmış.
Sadece katma değer ve istihdam payı üzerinden baktığımızda dahi ülke ekonomisi içerisinde hatırı sayılır bir yere sahip olduğunu görebiliyoruz. Dahası, inşaat malzemeleri, mobilya vs. gibi ileri ve geri bağlantıları da dikkate aldığımızda aslında sektörün bu paydan daha büyük bir yer kapladığını söylemek mümkün. Sonuç olarak, sektördeki olası bir tıkanıklığın ciddi sonuçları olacağını söyleyebiliyoruz.
İnşaat sektörünün faaliyet hacmini ölçmenin bir yolu TUİK’in yayınladığı yapı izin istatistikleridir. Bu verilere göre, yapı izni alınan toplam daire sayısı 2002 yılında 162 binden, 2006 yılında 600 bine, 2016’da ise 998 bine yükselmiş. 2017 yılı için söz konusu rakam son çeyrek hariç 1,1 milyonun üzerinde. Açık ara bir rekor anlamına gelen 2017 rakamları, bir dizi belirsizlik sinyaline karşın konut üretiminde bir soğuma eğiliminin olmadığını gösteriyor.
AKP’li yıllarda bu kadar hummalı bir konut inşaatı faaliyeti olmasına karşın, ev sahipliği oranı yüzde 61’de sabitlendi. Bu durum, konut sektöründeki faaliyeti güdüleyen talebin barınma ihtiyacından çok yatırım ve spekülasyon amaçlı konut alımı olduğu yönündeki izlenimi güçlendiriyor. Konut fiyat endeksinin 2010’dan 2015 ortalarına kadar enflasyonun hayli üzerinde seyretmesinin arkasında da temel olarak bu dinamik vardı. Ne var ki, İzmir gibi yoğun göç alan istisna şehirleri dışarıda tuttuğumuzda, son aylarda konut fiyatlarındaki artış enflasyonun epey gerisinde seyrediyor. Bu durum, doğal olarak yatırım amaçlı talebi azaltıyor ve konut satışlarını olumsuz etkiliyor. 2017’nin son çeyreğinde satılan yeni konut sayısı, 2016’nın aynı aylarındaki satışlarına göre yüzde 10 gerilemiş durumda. Piyasadaki bu durgunluğa rağmen, üretimde bir soğuma olmaması arz ve talep arasında büyük bir dengesizlik olduğunu gösteriyor.
2008 krizinin tetiklenmesinde ABD’deki ipotekli konut kredisi (mortgage) piyasalarının önemli bir payı vardı. Avrupa’da krizin etkisini en şiddetli hisseden ülkelerden İrlanda ve İspanya’da yaşanan çöküşte de, denetimsiz ve fazlasıyla şişkin mortgage piyasalarının büyük rol oynadığını biliyoruz. Bu nedenle, inşaat ve gayrimenkul kaynaklı kriz dinamikleri deyince doğal olarak akla ilk önce mortgage piyasaları geliyor. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda farklı bir tablo görüyoruz. Konut kredisi hacmi son 10 yılda neredeyse sıfırdan başlayarak kayda değer bir gelişme gösterdi ve 2016 sonu itibariyle 150 milyar TL’yi aştı. Kendi içerisinde son derece önemli bir artış olmakla birlikte, bu hacmin GSYH’ye oranı oldukça güdük kalmaya devam ediyor. Hypostat verilerine göre, 2016 yılı için söz konusu gösterge Türkiye için yüzde 5,4 iken, AB ortalaması yüzde 47,1. Dahası, yasal takibe giren konut kredisi oranı da oldukça düşük seyretmeye devam ediyor. Sonuç olarak, bu haliyle mortgage piyasalarını kriz dinamikleri arasında saymak mümkün görünmüyor.
İnşaat firmalarının borç yükü içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu noktada son derece ısrarlı bir yükseliş trendi gözlemliyoruz. Merkez Bankası verilerine göre, özel sektörün toplam borcu içerisinde inşaat sektörünün payı 2005’te yüzde 5,1’ten 2016 yılında yüzde 10,9’a yükseldi. Dahası, bu süre içerisinde sektörün takibe girmiş özel borç içerisindeki payı da yüzde 4,4’ten yüzde 14,9’a çıktı. Son zamanlarda sıkça duymaya başladığımız müteahhit iflasları ve durma aşamasına gelen proje haberleri bu kanıyı güçlendiriyor. OHAL öncesinde inşaat sektörü iflas erteleme başvurularında başı çekiyordu. TOBB’un yayınladığı kurulan ve kapanan şirket istatistikleri benzer bir duruma işaret ediyor. Buna göre, 2016 yılında inşaat sektöründe faaliyet gösteren toplam 1185 şirket kapanırken 2017 yılında bu sayı 2510’a yükselmiş. Sadece 2018 Ocak’ında kapanan inşaat şirketi sayısı ise 427. Satışlardaki yavaşlama, artan inşaat maliyetleri, yükselmekte olan faizlerle birlikte düşündüğümüzde inşaat firmalarını zor günlerin beklediğini söylemek mümkün. Özetle, konut sektöründeki bu durgunluk önemli bir kriz dinamiği olarak görülmek durumunda.
Bitirirken şu hatırlatmayı yapmakta fayda var: Konut, inşaat sektörünün sadece bir kısmını oluşturuyor. Farklı işleyiş yapısına sahip olmakla birlikte, en az konut sektörü kadar riskli eğilimler barındıran altyapı faaliyetleri, hazine garantili mega projeleri vb. başka bir yazıda ele alınmayı hak ediyor.
Gündem elverdiği ölçüde, AKP döneminin ekonomi politik harcında merkezi öneme sahip olan inşaat sektörüyle ilgili değerlendirmelere devam edeceğim.
Melih Yeşilbağ /SOL