8 Mart 2018 Perşembe

Bir ittifak yanaşmasının itirafları - AYŞE YILDIRIM

MHP, “ittifak iki parti arasında olmalı, BBP’nin katılmasını uygun bulmuyoruz”diyor ama onun umurunda bile değil. Partisi varlık göstermese de kendisini ittifakın bir unsuru olarak lanse ediyor. Büyük bir ihtimalle oy pusulasında adı bile olmayacak. AKP’nin kendisine vereceği birkaç isimle yetinecek. Ama bu arada o, ittifakın niyetini itiraf ediyor. 

BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, seçim güvenliği nedeniyle kendisini ziyaret eden CHP heyetinin arkasından konuşuyor önceki gün. 
“Nesine itiraz ediyorsun kardeşim” diyor CHP’ye: 
“Seçim bölgelerinin birleştirilmesine itiraz ediyoruz. Sandık kurulu başkanlarının devlet memuru olmasına itiraz ediyoruz. İttifak yapan partilerin, o ittifak toplamı yüzde 10’u geçince barajdan geçmiş olmasını adil bulmuyoruz, buna itiraz ediyoruz” diyerek itirazlarını sıralıyor. 

Bu itirazların kendilerine göre hiçbirisinin doğru olmadığını söylüyor: 
“Seçim çevreleri neden birleştiriliyor, neden böyle bir şeye ihtiyaç var. Özellikle PKK’nin, terörün etkili olduğu bölgelerde PKK bir köye gidiyor, diyor ki ‘Kaç oy var, 100 oy’. Kendisi alıyor kullanıyor ve ‘İtiraz yok’ diyor. Orada 5 köyü birleştirdiğin zaman PKK’nin şansını ortadan kaldırıyorsunuz. 

CHP bunun neresine itiraz ediyor anlamıyorum. Öbür taraftan sandık kurulu başkanlarının devlet memuru olmalarına itiraz ediyor. HDP’li olacağına, devlet memuru olsun yani. Çünkü kim verecek sandık kurulu başkanlarını, ilk 4 parti. Bunun içinde HDP de var, CHP var, MHP var ve AK Parti var. Bir kere HDP’ye itirazımız, HDP’li olmasına ses çıkarmıyor ama devlet memuru olmasına itirazediyor. Devlet memurları bizim insanımız, bizim vatandaşımız değil mi? Dolayısıyla bu iki unsur, seçim güvenliği bakımından itiraz etmelerinin hepsininaltı boş.” 

Neresinden tutsanız parça parça dökülen bir açıklama. “İtirazımız HDP’ye” sözleri seçimde asıl amaçlarının HDP’yi baraj altında bırakmak olduğunun itirafı mı dersiniz. O sandık kurullarında görev yapacak kişilerin hepsinin ittifaka yani AKP, MHP ya da yanaşma BBP’ye oy verecek isimlerden seçileceğinin itirafı mı dersiniz. 

Peki, “HDP’li olacağına devlet memuru olsun. Devlet memurları bizim insanımız, bizim vatandaşımız değil mi” sorusunun altında yatan ırkçı yaklaşıma ne demeli? 
Seçim güvenliği diye getirmeye çalıştıkları şeyin aslında kendi güvenlikleri olduğunu anlamayan yok. Ama bu milleti o kadar saf sanıyorlar ki… 

Daha önceki seçimlerde şaibe olduğunu söylüyorlar, sanki bu kadar yıldır kendileri iktidarda değilmiş, tüm şaibeler onların iktidarı sırasında yaşanmamış gibi. “Tedbirlerin tamamı, sandık güvenliğini sağlayan, oyun sandıktan girdiği gibi çıkması için alınan düzenlemelerdir” diyorlar. 

Evet, evet. Ama onu gerçekten isteyen biziz, biz. 

Aniden açılan soy sorgulama sistemi gösterdi ki öldü sanılan birçok isim meğer yaşıyormuş. Önceki gün Emre Kongar da anneannesinin annesinin yaşadığını öğrendi! Ve hangi sandıkta oy kullanacağını sordu. Ama yeni düzenlemelerle o yaşayan ölülerin hangi sandıkta oy kullanacağını öğrenemeyeceğiz. 

Sahi e-Devlet’te soy sorgulamayı neden açtılar dersiniz?

Ayşe Yıldırım / CUMHRİYET

‘Ümmet ittifakı’, ‘mutlak hakikat’ arayışı mı? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, 6771 sayılı Kanun ile getirilen Anayasa değişikliği gibi öncekini aratacak düzenlemeler ile bezeli. Geçen haftaki yazımda, seçme ve seçilme hakkının temel ilkelerine, Anayasa’ya ve İnsan Hakları Avrupa Hukuku’na çok yönlü aykırılıklarına, demokrasi açısından sakıncalarına değinmiştim. Kısaca, seçim güvenliği açısından çok ciddi ve telafisi mümkün olmayan riskleri içeren bir düzenleme.

Anayasa Komisyonu hızı ve teklifin en çok itiraz edilen öğelerinde hiçbir değişiklik yapılmaması, görevinden zorla istifa ettirilen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “emir demiri keser” sözleri ile ne açıklanabilir, ne de haklı gösterilebilir. Çünkü bu düzenleme, Türkiye’nin seçim güvenliğini ciddi biçimde tehlikeye attığı için, demokrasi-anayasa diyalektiğini de zorlaştırıyor.

AKP-MHP ekseninde yoğunlaştırılan kin ve nefret söylemi, “ne pahasına olursa olsun iktidarı alacağız” ereğinde odaklandığı bir sırada AK Parti genel başkanı, hedefi farklı bir eksene kaydırdı: “Ümmet ittifakı”.

Amaç farklılaşınca, amaca giden yoldaki araç da haliyle ikinci plana geçti. Gerçekten, 298 sayılı yasa değişikliğinin hukuki altyapısı Anayasa ile hazırlandı. Anayasa değişikliği için ise, “kişisel projem” sözünü hatırlayalım.

Önce, seçim güvenliğine dair bir-iki hatırlatma yapmakta yarar var; sonra, “ümmet birliği” söyleminin anayasal açıdan anlamı; nihayet, “yurttaşlar birliği” için asgari gereklilikleri.

Seçim güvenliği
Hukuk güvenliğinin yokluğu, hayatın her alanında güvenlik sorunu yaratıyor: Kişi güveliği, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik gibi.

Bunlar mı sadece? Seçim güvenliği mesela:
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde birlikte yapılır… Meclis’in seçim kararı alması halinde 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır” (6771 sy. K., Geçici md.21-A).

-Tarih belli; ama tarih güvenliği yok: Evet, 3 Kasım 2019; fakat öne de alınabilir. Kim alacak? TBMM şeklen; ama karar tek kişi tarafından verilecek. Ne zaman? Kazanacağına dair ‘sonuç güvenliği’ üzerine kesin bir kanaat sahibi olduğu zaman. Nerede? Bir TV programında, uçakta veya parti toplantısında.

-Bir yıllık süre: “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” (Any., md.67/son). Bu kaldırıldı: “Anayasanın 67’nci maddesinin son fıkrası hükmü, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra birlikte yapılacak ilk milletvekili genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından uygulanmaz

Anayasa ile oynama yetersiz kalmış olmalı ki, 298 sy.lı Kanun’da yapılan değişiklikle, oy hakkına ilişkin temel ilkeler de zedelendi.

Anayasa ve ilahi kitap farkı
AK Parti Genel Başkanı, 5 Mart Salı günü Meclis grubu konuşmasında, amaçlarının ‘ümmetin birliği’ni sağlamak olduğunu söyledi.
Bunun anlamı ne? Şimdilik şu: Seçim ne zaman ve nasıl olursa olsun, din-mezhep-ümmet vurgusu öne çıkacak.
Ana çelişki şu: “Dinin politikaya alet edilmesi”, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne giden yolun ana nedenleri başında gelmekte; dinsel cemaatlerin yönetimi ele geçirmesi, Anayasa md. 24’ün ihlali yoluyla oldu.

15 Temmuz sonrasında gündeme gelen iki kavramdan biri liyakat, diğeri laiklikti; yani, Anayasa ve hukuka saygı.

Ne var ki, partisine dönmesi ve anayasal denge-denetim düzeneklerin ortadan kaldırılması ile Sn. Erdoğan, söylemlerini daha çok dinsel referanslara dayandırmaya başladı.

Oysa, ilahi kitap ile anayasa arasında nitelik farkı var: ‘Mutlak hakikat’, ilahi kitap için eksen kavram. Buna karşılık, dünyevi bir metin olan anayasa, diğer özgürlükler gibi din özgürlüğünü de tanıdığı için, bütün inançların aynı siyasal toplumda birlikteliğini güvence altına alır.

Yurttaşlık/laiklik ve eşitlik
Vicdan, inanç ve din özgürlüğü, Türkiye’de eşit yurttaşlık ve laiklik ekseninde geçerli kılınabilir ancak. Yurttaşlık/laiklik ve eşitlik üçlüsünde katedilecek çok yol olsa da, bunlar yerine, ‘ümmeti’ siyasal ittifakın merkezine yerleştirmek, çok tehlikeli bir hedef.
Bunun anlamı, Tanzimat-Meşrutiyet ve Cumhuriyet çizgisinde edinilen kazanımların kaybedilmesi değil sadece; vicdan, inanç ve din özgürlüğünün de zedelenmesine kapı açmaktır.

Bu söylem karşısında, din özgürlüğünü koruma görevi de, yurttaşlara düşecek… Haliyle, anayasal demokrasiyi savunan siyasal partilerin, ümmet söyleminin tam tersine halk ve yurttaşlık kavramlarını öne çıkarmaları yaşamsaldır.

Bunların öncüsü kadınlar olmalı: 8 Mart günü, buna en elverişli bir tarih. Kutlu olsun!

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Mendil yıka benim için! - L. DOĞAN TILIÇ

Yapma yavruum” derdi babaannem, sesinin olanca yumuşaklığıyla, ne zaman küçük kız kardeşlerime sert davransam. Onlar benden 2-3 yaş küçüktü ama ben de küçüktüm. 10 yaşında en fazla, çünkü 11’imde evden ayrılıp yatılı okula gittim. Sadece erkeklerin yatılı okuduğu bir okula…
Babaannemin “Yapma yavruum”unu; “O senin mendilini yıkayacak abisi” izlerdi. Kız kardeşlerimi; benim mendilimi, çorabımı yıkayacakları için incitmemeliydim. Daha ütülü pantolon giymediğimden, ütüyü saymıyordu babaannem.

Babaannemin de erkek kardeşleri vardı; kim bilir ona neler söylendi büyütülürken.

Böyle büyüdük işte; hayata kız kardeşlerimizin gözünden de bakabilmeyi öğren(e)meden!

Sonra, biraz okuma yazmayı bilenlerimizin yüzüne, Kurtuluş Savaşı Destanı içinden kadınlarımızın hikâyesini çarptı Nazım: “Ve kadınlar / bizim kadınlarımız: / korkunç ve mübarek elleri / ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle / anamız, avradımız, yarimiz / ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri / öküzümüzden sonra gelen …

Dağlara kaçırıp uğruna hapis yattığımızı, kara sabana koştuğumuzu, ağıllarda zil takıp oynattığımızı anlatıyordu da; “Ya benimsin ya kara toprağın” diye çekip vurduğumuzu, kırk yerinden bıçaklayıp doğradığımızı, işkenceyle öldürdüğümüzü söylemeye şiirin dili varmıyordu sanki.

Kurtuluş Savaşı’ndan 99; Cumhuriyet’in kuruluşundan 85Nazım’ın bu destanı yazmaya başlamasından 79, bitirmesinden 77 yıl sonra; bugün yani; modern zamanlarında memleketin, çok modern bir kadın sanatçı, televizyon şovunda, bir erkek sanatçının şaşkın bakışlarına karşı; “Erkek egemenliği güzel bir duygu gibi geliyor bana” diyebiliyor.

Kadının özgür olmasına tabii bir şey demiyor, kadının bir erkeğin kolunun altına girebilmesini kastediyor egemenlik derken. Çalışmaya karşı değil, çalışıyor, kızı da çalışsın istiyor, ama o biraz “şeyci”: “Erkek çalışsın, kadın evde çocuklarını kendi büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın.
Demek ki; bugün hâlâ “Mendil yıka abin için” diye büyütülebiliyor kız çocukları!

Öyle olmasa, daha dün açıklanan bir araştırma sonucunun gösterdiği gibi; bu ülkedeki erkeklerin yüzde 25’i kadınlar evlendikten sonra çalışmamalı der mi? Kadınların yüzde 14’ü de aynı kafada olabilir mi?

Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl tekrarladığı “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı” araştırmasının 2018 sonuçları kadınların bir numaralı sorununun “şiddet” olduğunu ortaya koyuyor. İki numaralı sorun “işsizlik”, üçüncü “eğitimsizlik” ve dört numarada da “sokakta karşılaşılan baskılar ve taciz” var. Hepsi şiddetin bir başka türü aslında!

Nazım’ın şiirinde dile getirmekten bile uzak durduğu cinayetler… Kadın cinayetleri. 2018 Ocak ayında 28 kadın öldürülmüş. En kısa ay Şubat’ta öldürülen kadınların sayısı neredeyse Ocak’ı ikiye katlamış: 48!
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu2017’de öldürülen kadın sayısını 409olarak açıklamıştı. Bu rakamların tümü, sadece bize ulaşanlar. 

Gerçek çok daha acı!

Sorun da derin; babaanneme babaannesinden, bana babaannemden gelen bir boyutu var. Dilimizde dal budak salmış halleri var. Evlendiğimizde “”imiz değil de “karı”mız oluyor ve o “karı”nın öyle ikincil anlamları var ki, burada yazılamaz.

Geçenlerde, Halkevleri Eş Genel Başkanı Dilşat Aktaş’ın tutuklanma haberiyle birlikte Türk Dil Kurumu’na (TDK) açtığı davanın sonucunu da yazmıştı gazeteler. Mahkeme, kadına yönelik ayrımcı, aşağılayıcı sözcüklerin sözlükten çıkarılması talebini kabul etmiş. Karar iki erkek yargıcın onayıyla alınırken, mahkemenin kadın üyesi muhalefet edip karşıoy kullanmış!
Sorun derin olunca, çözümü de zor: Dünyaya başkalarının gözleriyle bakabilmeyi öğrenmemiz, çocuklarımıza bunu öğretmemiz lazım!

Dünya; ona bizden başkalarının; misal bir siyahın, bir Çingenenin, bir ateistin, bir dindarın, bir eşcinselin, bir kadının gözüyle de bakabildiğimizde çok daha hoş görünecek!

Hayat, kız kardeşlerimiz de bize başlıktaki gibi seslenebildiğinde güzel olacak.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Yüksek bir kalem adamı… - REFİK DURBAŞ

Ahmet Haşim, 26 Mart 1928 tarihinden başlayarak “İkdam” gazetesinde “Bize Göre” başlığı altında günlük kısa yazılar yazmaya başlar. (Demek 90 yıl olmuş…)
“İkdam” şairin yazılarını yayımlamayı 3 Mart 1928 tarihli sayısında okurlarına şöyle duyuracaktır:
“İkdam, Ahmet Haşim Bey gibi Türkçeyi en güzel yazan yüksek bir kalem adamının her gün muntazaman fıkralar, makaleler yazmasını temin etmiştir.”
Haşim, “Başlangıç” başlıklı ilk yazısına şöyle başlayacaktır:
“Bir nevi ölümden sonra dirilme sırrına mazhar olan “İkdam”ın sanat ve edebiyat sütunlarına bakmak görevini üzerime almış olmaktan utanıyorum.”

Hemen ardından şu saptamada bulunacaktır:“Gazetecilik, ticaret niteliğini aldıktan sonra, kendisine ‘’müşteri” adı verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek çabasıyla gazeteler, yavaş yavaş sütunlarından “düşünce”nin bütün şekillerini süpürüp attılar. Hareket etmeyen güzel bir bedeni nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de bir yandan yiyecek ve içecek ilanları, öte yandan metni kovan resimlerin istilası altında kaldı.”
90 yıl öncesini değil, günümüzde medyanın durumunu anlatmıyor mu?
“Ulusal basın” olarak nitelenen günlük gazetelerde köşe yazısı yazmak birçok şairin özlemlerinden biridir.

Örneğin Fazıl Hüsnü Dağlarca 50’li yılların sonlarında çok kısa bir süre Vatan gazetesinde şiirsel köşe yazıları yazmıştır. Can Yücel ve Cemal Süreya’nın özellikle Cumhuriyet’te köşe yazısı yazmasını istediklerini yakından biliyorum. Necati Cumalı’nın Milliyet’te futbol maçlarını yazdığını bugün hatırlayan var mıdır?
Dönelim Ahmet Haşim’e…
Haşim’in gazete yazılarında şiirlerinin aksine çok duru, anlaşılır, bugün de okunabilir bir Türkçe kullandığı görülmektedir.
Ve kimi gözlemleri bugün de gerçekliğini korumakta, günümüze ışık tutmaktadır.
18 Haziran 1928 tarihli “Yeni İstanbul” başlıklı makalesinde yazdıkları bugün için de geçerli değil midir?
“Mimari eserler, fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikiyi dinlememek suretiyle ‘bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyabiliriz; fakat fena mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Aciz bir muhayyile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekil halini alınca, bütün bir şehrin manevi sıhhatini, nesillerce, bozmak kudretinde bir tehlike olur. Son senelerin ağlanacak, sahte mimarisi yüzünden değil midir ki, ruhumuzun estetik kabiliyetine delil aramak için geçmiş sanatkârların eserlerine başvurmaktan başka çare bulamıyoruz.”

Haşim, 19 Kasım 1928 tarihli “Müstakbel Mimari” başlıklı yazısında da o sırada bulunduğu Paris’te otomobil sayısının çokluğundan yakınarak şu saptamada bulunmaktadır:
“Otomobili dünya yüzünden kaldırmak da tabii bahis konusu değil. Mecburen iptidai nakil vasıtalarına göre kurulan Ortaçağ şehir çerçeveleri yıkılacak ve şimdi bir nevi deli addedilen Le Courbusier gibi mimarların estetiği dünya üzerinde hakim olacak.

Gelecek otomobil şehrinin zemini çeşitli tabakalardan meydana gelecek, trafik sahasını boşaltmak için evler kalkacak ve bütün bir mahalleyi karnında toparlayan Amerikalılara has kırk elli katlı, bin bir pencereli korkunç ve çıplak küpler yükselecek. Bunu bir hayal sanmamalı. Paris’te şimdiden yeraltında büyük caddelerin açılması ciddiyetle düşünülüyor.”

Fazla söze gerek yok, bir de bugünün İstanbulu’nu düşünün.

Refik Durbaş /BİRGÜN

7 Mart 2018 Çarşamba

Sermayeye göz kırpmak: Milli irade, yatırımların özendirilmesi ve nükleer santraller - KADİR SEV

Meclise 2 Şubat günü verilen torba yasa tasarısı, Plan Bütçe Komisyonunda 22 Şubat günü kabul edildi. Yalnızca 7 oturum sürdü. Dün de (6.3.2018) Genel Kurulda görüşülmeye başlandı.

Torba tasarı 85 madde. Her biri uzmanlık isteyen çok önemli konular düzenleniyor. 42 yasada değişiklik öngörülüyor.

Torba yasaların AKP’ye en önemli yararlarından biri de muhalefet milletvekillerinin yeterince inceleyip, eleştirmek ve görüşlerini tutarlı biçimde savunabilmek olanağını kısıtlaması. Herkes her konuda uzman değil.

Neyse, bu onların sorunu. Aşmayı hiç denemediler.
TBMM’nde, tarım; sağlık; eğitim gibi uzman komisyonlar seçiliyor. Teklif ve tasarıların, konularına göre önce bu komisyonlara gönderilmesi ve gelen raporların değerlendirilmesinden sonra Plan Bütçe Komisyonunda görüşülmesi gerekiyor. Ama bu işten çoktan vazgeçtiler. Gönderilse bile rapor yazan yok.

AKP, bilinçli bir tavırla, tasarıların incelenebilmesi amacıyla İçtüzükte tanınan sürelere çoğu kez uymuyor. Milletvekilleri okumak fırsatı bile bulamadan oturumlara katılmak zorunda kalıyorlar.

AKP’nin bir kurnazlığı daha var: sürpriz biçimde önceden hazırladıkları tuzak önergeler verip; olmadık maddelerin tartışmasız kabul edilmesini sağlıyorlar. Kimse ne olduğunu anlayamıyor.
Aslında böyle davranmasalar da tasarılar geçecek: 40 kişiden oluşan Plan Bütçe Komisyonunun 25’i AKP’li. Onların dedikleri oluyor elbette. Komisyonda CHP 10, HDP 3, MHP 2 iki üye ile temsil ediliyor.

Tasarıyı Genel Kurulda çok bekletmezler. Sıksalar 3 günde bitirirler. Öyle örnekler çok.
Sırada patron dostu bir KDV yasası var. Plan Bütçe Komisyonunda görüşülmeye başlandı.
Patronlar makine, araç, gereç, malzeme alırken ödedikleri KDV’leri bir an önce geri almak istiyorlar. Malları satılmamış, uzun süre ellerinde kalmışsa alıcıya yansıtmaları gecikiyor. Üstelik makine ve teçhizat, satılmak amacıyla alınmadığı için KDV iadesi söz konusu değil. Patronların bu nedenlerden kaynaklanan 170 milyar lira dolayında alacağı birikmiş.

İş adamlarının Devlete faizsiz borç vermesi gibi bir haksızlık yaratıldığı ve önlemek amacıyla bu tasarıyı getirdiklerini söylüyorlar. Hepsini birden ödemeyecekler ama üçer aylık aralıklarla geri verip, birikmesini önleyecekler. Birikimi önlemek için ilk elden 40-50 milyar lirasını ödeyecekleri konuşuluyor.

Küçük bir karşılaştırma yapalım: Genel Kurulda dün görüşülmeye başlanan Tasarıda, başta KDV olmak üzere çeşitli vergilerden vazgeçilmesi öngörülüyor. Patronlara bu Yasayla yalnızca 2018 yılında 152 milyar lira çıkar sağlayacaklar. Bu tutarı, etki analizinin yapılıp yapılmadığı sorusunu yanıtlarken Maliye yetkilisi söyledi.

Milli iradenin durumu böyle!

Böyle olunca da satış kolaylaşıyor: hem içerde hem dışarda.
Başbakan, birkaç gün önce boşuna Devlet ekonomiden bütünüyle çekilecek, demedi. Sermayeye mesaj verdi: bu ülke bütün tekellere, bütün patronlara yetecek büyüklükte; çıkar kanallarının kapanmamasını istiyorsanız iktidarımıza sahip çıkın dedi.
AKP dış politikasını da aynı yöntemle sürdürmeye çalışıyor. Akkuyu ile Sinop nükleer santrallarının yapımını üslenen Rusya ve Japonya’ya hiç de beklemedikleri bir anda, üstelik andlaşma kurallarıyla da çelişen ekstra çıkarlar sunma sözleri verdi.
Plan ve Bütçe Komisyonunda bu garipliğin de etkisiyle olsa gerek, en çok bu madde tartışıldı.

Durum aynen şöyle: Uluslararası tekellerle anlaşmaya varılmış, kurallar belirlenmiş, yasayla onaylanmış, aradan yıllar geçtikten sonra torba yasalardan birine ne anlama geldiği çok da anlaşılmayan, bulanık bir madde eklenerek, karşılıksız çıkar sağlama sözleri veriliyor. Öyle az buz da değil, 3-4 milyar dolar.

Emellerine ulaşabilirler mi? Bilemem. Ama şu kesin: direnmesini bilirsek biz kazanırız.

Kadir Sev / SOL

Naziler, İslamcılar, Atatürk - FATİH YAŞLI

Daha 1919’dan itibaren genelde Alman milliyetçileri, özelde ise Naziler, Mustafa Kemal’e ve Milli Mücadele’ye yoğun bir ilgi göstermişlerdi. Alman milliyetçi medyası Anadolu’daki gelişmeleri yakından takip ediyor ve haberleştiriyordu. 
Örneğin Alman sağının önemli gazetelerinden biri olan Kreuzzeitung’da Milli Mücadele ve Mustafa Kemal’le ilgili olarak 1919’da 194, 1920’de 369, 1921’de 454, 1922’de ise 853 yazı yayımlanmıştı. Nazilerin gazetesi Volkischer Beobachter’de 1922 yılının Eylül ayında yayımlanan bir yazıda ise Mustafa Kemal’in adının herkesin dilinde olduğu söyleniyordu.

Nazi paramiliter gücü SA’nın lideri Ernest Röhm anılarında “1922 yılında dünya siyasetine Kemal Paşa’nın öncülük ettiği Türk bağımsızlık mücadelesinin egemen olduğu” notunu düşüyor, Adolf Hitler ise başarısız darbe girişimi sonrası yargılandığı mahkemede, kendi darbe girişimini Mustafa Kemal’in saltanata başkaldırmasına benzetiyor ve suçsuzluğunu ispatlamak için şunları söylüyordu: “Kemal Paşa’nın yaptığını sonuçta meşrulaştıran neydi? Ulusuna özgürlük kazandırması. Bir hain sayılabilirdi ama değildir; çünkü yaptıklarından, Osmanlı ulusuna hayırlı bir şey, özgürlük çıktı.”

Peki Alman milliyetçilerini ve Nazileri Mustafa Kemal’e ve Milli Mücadele’ye böylesine hayranlık duymaya iten şey neydi? 
Anadolu’ya baktıklarında kendi faşist ideolojilerinin, ırkçılıklarının ve anti semitizmlerinin bir örneğini, bir rol model mi görüyorlardı? 
Hayır, mesele bu değildi; bu hayranlığın kökeninde, Alman devletinin ve ulusunun kendisine 1. Dünya Savaşı sonrası dayatılan Versay Antlaşması’nı sorgusuz sualsiz ve hiçbir direniş olmaksızın kabul etmesi, Türkiye’de ise Versay’ın muadili olan Mondros’u tanımayan bir iradenin, yani Mustafa Kemal ve Ankara hükümetinin ortaya çıkarak bu anlaşmayı geçersiz kılan bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi vardı.

Naziler buraya kadar Mustafa Kemal’i ve Anadolu’daki direnişi doğru anlamışlardı ama buraya kadar; çünkü kendileri iktidara geldikten sonra Versay’ı yırtıp attılar ama yeni kurulan Türkiye’den farklı olarak, yayılmacı ve savaşçı bir politika izlediler. Bu politikanın sonucu ise 2. Dünya Savaşı ve milyonlarca insanın yaşamını yitirmesi oldu. 

Evet, Nazilerin dünyayı bir kan gölüne döndürmelerindeki temel faktörlerden biri, 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına yönelik itirazlarıydı; yeni bir savaşla hem kaybedilen Alman topraklarını yeniden kazanacaklar hem de III. Reich’ı, yani Üçüncü Alman İmparatorluğu’nu kuracaklardı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları da 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına itiraz etmişlerdi, ancak bağımsızlık sonrasında Nazilerden farklı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği toprakları yeniden kazanmayı ya da Osmanlı’yı yeniden diriltmeyi amaçlamadılar. Aksine, Lozan’da rasyonel bir anlaşma imzaladılar. Kemalist dış politika son derece temkinli ve dengeci bir anlayış üzerine kurulmuştu ve zaten Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’ndan uzak tutan da bu oldu.

Tıpkı Naziler gibi, genel olarak Türk sağı ve İslamcılar da 1. Dünya Savaşı’ndan ulusu adına makul bir sonuç çıkartıp bağımsız bir devlet kurmayı başaran Mustafa Kemal’i ve Milli Mücadele’yi anlamadılar. 1. Dünya Savaşı defterinin kapanmadığını, yeni bir hesaplaşmanın söz konusu olacağını iddia ettiler. Lozan’ı beğenmediler, Misak-ı Milli’yi bağlamından koparıp yeniden gündeme getirerek Musul’a, Kerkük’e, Şam’a göz diktiler. Emperyal hayallerle, Osmanlı’yı yeniden kurma ve hilafeti geri getirme fantezileriyle yaşamaya devam ettiler. Fırsat bulduklarında da bu hayalleri hayata geçirmek adına Türkiye’yi çeşitli maceralar içerisine sürüklemekten kaçınmadılar.

Adnan Menderes örneğin 1957’de Suriye’ye saldırmayı, 1958’de ise Musul ve Kerkük’ü almayı plandı ama dünya dengeleri buna izin vermedi, Özal 1. Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç almak” adına Bush’la anlaştı ama askerin karşı tutumu nedeniyle buna cesaret edemedi ve en son mevcut iktidar 2003’te Irak işgaline ortak olmayı denedi ama Meclis’ten yeterli oyu alamadı, bugün ise Suriye’de emperyal hayaller peşinde koşmaya devam ediyor.

Oysa tekrar edelim, Mustafa Kemal Lozan’la ve Cumhuriyet’le 1. Dünya Savaşı defterini Türkiye açısından kapadı, hiçbir zaman maceracı bir siyaset izlemedi, Turancı ya da hilafetçi politikalara hiçbir şekilde yüz vermedi, savaş politikalarını reddetti ve Türkiye’nin muasır medeniyetin saygın bir üyesi olmasını samimi bir şekilde istedi.


Bugün estirilen fetih rüzgârları, Osmanlı güzellemeleri, yükselen mehter sesleri, sınırları genişletme fantezileri, egemen bir devletin bayrağının başıbozuklar tarafından ayaklar altına alınması… Bunların hiçbirinin Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiyle alakası bulunmuyor ve bu dış politika anlayışına karşı en güçlü itirazın, kendisine Atatürkçü diyen kesimlerden dile gelmesi gerekiyor; çünkü aksi, Mustafa Kemal’i de, Cumhuriyet’i de anlamamak demek oluyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Valentina Tereşkova Uzaya giden ilk kadın - MUSTAFA K. ERDEMOL

Uzayda tam 2 gün, 23 saat, 12 dakika kalmıştı. SSCB’nin 16 Haziran 1963’te uzaya yolladığı Vostok 6 uzay aracının tek kozmonotu Valentina Tereşkova’ydı.

Dünya Kadınlar Günü’nde onu hatırlatmanın yerinde olacağını düşündüm. Daha iyi bir seçim olamazdı herhalde. Günümüzde kimi ülkelerde kadınların otomobil sürmelerinin hala yasak olduğunu düşününce onun 55 yıl önce uzaya çıkan ilk kadın olduğunu bilmek heyecanlandırıyor. Uzayda tam 2 gün, 23 saat, 12 dakika kalmıştı.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) 16 Haziran 1963’de uzaya yolladığı Vostok 6 uzay aracının tek kozmonotu oydu. SSCB’de başta Lenin Nişanı olmak üzere ne kadar nişan, madalya varsa hepsini hakkıyla kazanan Valentina Tereşkova, 6 Mart 1937’de dogdu. Yani bugün, 80’ini aşmış bu öncü kadının doğum günü.

Hemen ekleyeyim, uzaya çıkan ilk kadın olmasının yanı sıra ilk sivil de aynı zamanda. Vostok’un pilotluğu için yapılan 400’den fazla başvuru içinde finale kalan 5 kişiden biri olan Tereşkova birinci seçildiğinde bir tekstil fabrikasında montaj işçisiydi. Aranan kıstaslar arasına paraşütçü olmak da vardı. Aslında lastik fabrikasında işçilik yaparken aynı zamanda mühendislik eğitimi de gören Tereşkova hobi olarak paraşütçülükle uğraşıyordu. Bir emekçi olarak Sovyetlerin proleterya kültürü/bilimi anlayışına da uygundu. Bundan ötürü Sovyetler Birliği Komünist Partisi Sekreteri Nikita Kruşçev’in bizzat Tereşkova’yı seçtiğini söylerler. Programa katılan diğer kadın kozmonotlardan Irina Solovyova ile Valentina Ponomareva da Tereşkova’nın yedeği seçilirler.

Bir hatırlatma daha yapalım, Tereşkova tek değil, Sovyet uzay programında kadın kozmonot grubu da bulunuyordu. Bu grup 1969’da dağıldı. Tereşkova bu dağılmanın ardından sıkı bir parti militanı oldu. Sovyetler çöktükten sonra bile komünist ideallerinden vazgeçmedi. Hala ülkesinde bir kahramandır.

Sovyetler’in uzaya çıkan ilk insan Yuri Gagarin’den sonra uzaya ilk kez bir kadın yollaması sosyalizmin kadın erkek eşitliğinde aldığı mesafeyi de gösteriyordu. Tam 50 yıldan fazla bir süre önce hem de. Bir montaj işçisini alıp uzay gemisine koymuş değildi tabii ki Sovyet uzay programcıları. Uzun, yorucu, ağır bir eğitimden geçti Tereşkova. O montaj işçisi genç kıza neler öğretmediler ki, roket kuramını da öğrettiler, uzay mühendisliğini de. O bu eğitimlerin hepsini başarıyla verdi, zorlu sınavlardan başarıyla geçti. O nedenle Sovyetler’in dünyaya armağan ettiği büyük bir uzay kahramanı olabildi.



ABD’lilerden fazla dolaştı
16 Haziran 1963’de Vostok uzay aracılığıyla uzaya çıkan Tereşkova, dünya yörüngesinde 48 tur attı, üç güne yakın da uzayda kaldı. ABD’li astronotların uzayda kalış sürelerinden fazla bir süredir bu. Yalnız tatsız bir iddia vardır, Sovyet uzay programını yönetenler Tereşkova’nın performansından hoşnut kalmamışlardır. Telsiz çağrılarına yanıt vermeyişini krokmujş olmasına bağlayıp, dünyaya dönüşte aracın komutasını ona vermemişlerdir. İddia doğru ya da değil bu Tereşkova’nın yürekli, cesur bir kozmonot olduğu gerçeğini değiştirmez. Sadece Sovyet kadınlarına değil, dünyadaki birçok kadına rol model olduğu gerçeğini de. İddia doğruysa bile bu Sovyet uzay programının yürütücülerinin kadın kozmonotlara bakışını değiştirmemiştir.

Valentina Tereşkova tek solo uzay uçuşu yapan kadın olarak da tanınır. Daha sonra uzaya hiç gitmedi. Ama kendisinden sonra uzaya çıkan ikinci kadın da bir Sovyet kozmonotudur; Svetlana Savitskaya. Savitskaya, Tereşkova’dan yaklaşık 20 yıl sonra,1982 Ağustos’unda uzaya çıktı. Uzaya çıkan üçüncü kadın ise bir ABD’liydi; bir yıl sonra uzaya gitmiş olan Sally Ride. Daha sonra sayısız kadın uzaya gitti tabii. Ama ilki Tereşkova’dır.

Sovyetleri temsil etti
Uzay yolculuğunun ardından Tereşkova da SSCB adına dünyanın çeşitli yerlerini gezerek hem uzay yolculuğuna ilişkin deneyimlerini anlattı, bu alana ilgi duyan kadınmlara cesaret verdi hem de üstlendiği politik görevleri yerine getirdi. Castro’yla, Che’yle tanıştı. Onlara ülkesinin uzay programını anlattı. Bunun dışında Zhukovsky Hava Kuvvetleri Akademisi’nde eğitim gördü, mühendis kozmonot olarak mezun olduktan sonra 1977’de doktorasını da yaptı.

Sovyetler’in dağılmasından sonra bile ideallerinden vaz geçen biri olmadı Tereşkova. Halen Rusya alt meclisi olan Duma’da milletvekili olarak siyasi faaliyetlerini sürdürüyor.

Ama onun için uzay bir tutku. Öylesine bir tutku ki, 80’ini aşmış bu cesur kadın “eğer param olursa ya da fırsat sağlanırsa Mars’a tek yönlü gidiş için gönüllü olurdum” diyor. “Tek yönlü” yani dönmemek üzere. Dünyadan nefret ettiğinden değil. Başka dünyalar keşfetme tutkusundan istiyor bunu.

Gencecik bir Sovyet kozmonotuyken Vostok’tan dünyaya yolladığı mesajı anımsatalım bir kez daha: “Herşeyimi Komünist partimize ve Genç Komünistler Birliği’ne borçluyum.”

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

8 Mart’ta erkek olmak! - TAYFUN ATAY

Yarın, Dünya Kadınlar Günü. Kadınların erkek iktidarı karşısında içinde bulundukları kahredici durum ve koşullara reddiyesini sergileme yolunda en anlamlı ve önemli simgesel fırsat bu. Erkeklerle eşit haklara sahip olamamaya, erkekler karşısında ikinci sınıf konumunda olmaya ve uğranılan her türden yaygın, sistemli, önlenemez erkek şiddetine karşı “Hayır”ı, elbette bağır bağır dillendirme yolunda... 

Ancak günlerdir ülkenin pek çok yerinde özgürlük düşmanı dinbaz iktidarın bildik bahaneler eşliğinde (OHAL, terörist saldırı riski, vs.) kadınlara bu anlamlı günü zehir etme yolunda “erkekçe”, göğsünü kabarta kabarta çabaladığına da tanık oluyoruz. 
Her türlü meşru demokratik hak arayışına olduğu gibi, “Ataerkilliğe hayır” demek üzere meydanlara yönelen kadın hareketlerine, onların organizasyonlarına da aynı hiddet ve şiddetle yaklaşıyor “erkek mi erkek” devletimiz.

***
Buna rağmen korkuya teslim olmaksızın, yılgınlığa düşmeksizin her ne pahasına olursa olsun meydanlarda olacağız. 

Evet, “olacağız”! Erkekler olarak; ataerkilliğin gadrine kadınlar kadar uğrayan, o iktidarın “içeri”den kurbanı erkekler olarak biz de meydanlarda olacağız, olmalıyız!.. 
Erkek olmadan önce insan olmanın bilinciyle, “insanlık”tan eksilerek erkek olmaya reddiye ile “Kız kardeşlerimiz”le birlikte, saflarında bize de yer açmaya olumlu yaklaşmaları doğrultusunda onların yanında meydanlarda bulunacağız.

***
Erkek iktidarı, ataerkillik, ezelden ebede mevcut, değişmez ve “doğal” bir durum değil. Antropolojik olarak da, arkeolojik olarak da biliyoruz ki bu meşum iktidar, insanlık tarihinin belli bir aşamasında (tarımla, özel mülkiyetle, toprak için rekabet ve çatışma, yani “savaş” durumu ile) belirdi. Tarihin akışında belli bir noktada belirdiyse, başka bir noktada da o tarihin çöplüğüne gidebilir, gitmeli!.. 

Erkek iktidarı ebedi olmadığı gibi evrensel de değil. Dünya üzerinde bu iktidarın belirginleşmediği insan toplulukları hep oldu ve hâlâ az da olsa var. 

İstisnalar kaideyi bozmaz dememeli, bu “çarpık kaide”nin bozulabileceğine inanmalı!..

***
En çok da erkekler olarak inanmalı! Çünkü erkek iktidarı, diğer tüm iktidar mekanizmaları gibi, onu sahiplenen, taşıyan, hayata geçireni de ezer. 
Erkek olmak” adına/uğruna, hayat boyu insanî, vicdanî ve ruhî pek çok motivasyonu bastırmak durumunda kalır erkek... 
Yukarıda belirttiğim gibi, insanlığımızdan eksilerek erkek oluruz!..

***
Endüstri Devrimi, kırsal-tarımsal (toprağa dayalı) yaşam biçiminden istim aldığı söylenebilecek ataerkil cinsiyet eşitsizliğini yok edemediyse de hayli törpüledi, sorgulamaya açtı. Her şey bir yana, feminizmi endüstriyel yaşam biçimine borçluyuz. 
Ve bugün kadınlar, özellikle servis endüstrisinin hayata damgasını vurduğu ülkelerde profesyonel meslek sahibi ve yönetici olarak erkeklerle aynı düzlemlerde, hatta onlardan önde bile olabiliyor.
***

Ama “iktidar” tabii ki ortadan kalkmadı. Tersine, mali, idarî ve iradî öncelik sahibi hale gelen kadınların, rekabetçi-kapitalist sistem içerisinde “erilleştikleri” ve “ataerkil kapitalizm”in neferleri haline geldikleri gözlenmekte. 

Yani kadın dili, aklı, ruhu hayata geçirilemeyince kadının iktisadî ve içtimaî özgürleşmesi bir anlam ifade etmiyor. 

Tersine erkek iktidarı bu defa “üniseks” olarak yoluna devam ediyor.

***
8 Mart’ı kadın haklarının “kadınlara özel” mücadelesi olma takıntısından kurtarmak ve kutlamayı “erkeklik”ten mustarip erkekleri de kapsamına alacak şekilde kavramsal, yapısal ve en önemlisi “siyasal” bir değişime uğratmak en çok bu nedenle gerekiyor. 
Ataerkillik üniseks yol alabiliyor madem... 
O halde ataerkilliğe karşı 8 Mart da “üniseks”leşebilmeli!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Amerika’da ticaret savaşı çığlıkları - ERİNÇ YELDAN

Amerika Başkanı Donald Trump uluslararası arenada yepyeni bir gündem oluşturdu: ABD’nin çelik ithalatına yüzde 25; alüminyum ithalatına da yüzde 10 ithalat vergisi koyacağını duyurdu. Trump’ın gerekçeleri “yıllardır sürdürülen haksız ticaret anlaşmaları nedeniyle Amerikan işçilerinin büyük zarara uğradığı ve işsiz kalmakta olduğu” savlarına dayandırılmaktaydı. 

Gerçek şu ki, kapitalizmin bu merkez hegemonik gücünün söz konusu kararının ardında, aslında sistemin tıkanmışlığını ve Amerika’nın gerek teknolojik ilerleme, gerekse sanayi tasarımı yarışında geri kalma endişesini örtbas etme çabaları yatmaktadır. Amerikan üst yönetimince, “etrafı Kızılderililerce sarılmış mağdur kovboy” imajı ardına gizlenmeye çalışılan bu gerçek, siyasi ve iktisadi açıdan yapılacak sağduyulu bir değerlendirme karşısında tüm çıplaklığıyla ortaya dökülüveriyor.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, Amerika’nın başta Çin ve Almanya olmak üzere, küresel mal piyasalarında vermekte olduğu dış ticaret açığı, “ABD aleyhine yapılmış olan haksız ticaret anlaşmalarından”, ya da “ABD düşmanlarının zekice tasarlanmış ticaret hilelerinden” ziyade, Amerika’nın aşırı tüketime dayalı tasarruf - yatırım dengesizliklerinden kaynaklanmaktadır. Neredeyse yüzde sıfıra yaklaşan özel tasarrufları ve devasa bütçe açıkları ile Amerikan ekonomisi, ulusal düzeydeki iç dengesizliklerini uluslararası ticaret dengesizlikleri olarak yaşamakta. 

Dahası, yüzde 4.5 düzeyine inmiş olan işsizlik oranı nedeniyle neredeyse tam istihdam noktasına yaklaşan Amerika işgücü piyasalarında, ithalat korumacılığı altında yeniden istihdam edilebilecek bir yedek işsiz ordusu yeterince büyük değil. Dolayısıyla, ithalat koruması altında istihdam artışlarından ziyade, mevcut istihdam koşullarında ücret maliyetlerinin artması daha gerçekçi bir olasılık olarak gözüküyor. Bunun da ötesinde, artan çelik ve alüminyum fiyatlarının bu ürünleri kullanan üreticiler için daha yüksek maliyetler içerecek olması nedeniyle de, bu adımın nihai olarak üretim maliyetlerini yükseltmesi ve enflasyonu tetiklemesi kaçınılmaz olacaktır. Bütün bunların anlamı ise Federal Reserve’in, hadi “piyasaların” anladığı dilden uyaralım: o çok korkulan “FED faizleri artıracak mı?” endişelerini haklı çıkaracak adımların uygulamaya konulması olacaktır.

Konunun bir de uluslararası siyaset ve güvenlik boyutu var, kuşkusuz. Trump yönetimi söz konusu kararını uluslararası diplomasi merkezlerinde meşru kılabilmek için, WTO’nun serbest ticaret ilkelerinin istisna öğelerine dayandırmaya çalışmakta. Bunlar da, ABD’nin bir “savaş ve güvenlik tehdidi altında olduğu”; “kendi yerli çelik sanayii zayıf olursa yeterince silah ve savaş teçhizatı üretememe riski doğurduğu” gibi retoriksel savlar içermekte. WTO’nun ancak bir savaş hali durumunda uygulamaya konulmasını uygun bulduğu bu istisnai yöntemler, dolaylı olarak ABD’nin küresel düzeyde bir savaş konjonktürü içinde olduğunu belgeliyor. 

Bu gözlemler, bizim daha önceleri bu satırlarda sık sık dile getirdiğimiz “kapitalizm artık dünya ekonomisini savaş konjonktürü olmadan idare edemez durumdadır” savımıza da yepyeni bir örnek oluşturuyor.
***

Yarın 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Tüm kadın emekçilere kutlu olsun.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

İtalyan seçimleri: ‘Çıfıt çarşısı’ - CEYDA KARAN

Avrupa’da neoliberal politikalara eklemlenen merkez solun yıkıldığı son memleket İtalya oldu. Pazar günü Temsilciler Meclisi ile Cumhuriyet Senatosu seçimleri, ideolojilere prim vermez görünen ‘çıfıt çarşısı’ popülist ve radikal sağcıların zaferiyle sonuçlandı. 
2013’ten bu yana ülkeyi yöneten merkez solcu Demokratik Parti çöktü. İtalya’nın ‘en genç başbakanı’ diye pohpohlanmış lideri Matteo Renzi eşliğinde... Fransa’nın Emmanuel Macron’unun öncülü Renzi, şahsi meselesi haline getirdiği 2016 sonundaki anayasa referandumu sonrası başbakanlıktan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu seçimde partisini de sandığa gömüp liderlikten istifa etti.
Pek hazin fakat hiç şaşırtıcı değil.
***
Sandıktan şöyle bir tablo çıktı: 
Seçime ittifaklara dahil olmadan tek başına giren Beş Yıldız Hareketi (M5S) oylarını yüzde 25’ten yüzde 32.6’ya yükseltip birinci oldu.

 Üç partili sağ ittifak yüzde 37 ile ikinci oldu. İttifak içinde İtalyan siyasetinin ‘dinozoru’ ve yolsuzluk zanlısı Silvio Berlusconi’nin Forza İtalyası yüzde 14.0’e talim ederken, ayrılıkçı sağın pragmatik yeni yüzü genç Matteo Salvini   önderliğindeki eski Kuzey Birliği, yeni ismiyle parti Lega (Lig) yüzde 17.4 ile en yüksek oyu yakaladı. Sağ ittifakın üçüncü partisi post-faşist İtalya’nın Kardeşleri yüzde 4.35’i buldu. 
Düzen solunun temsilcisi Demokratik Parti yüzde 30’lardan (AP seçimlerinde yüzde 40’ı aşmıştı) yüzde 18.7’ye indi. İrili ufaklı sol ve liberal gruplara öncülük ettiği Sol İttifak’ın oranı sadece yüzde 22.8. DP’den kopan daha solcu kanatın Eşit ve Özgür koalisyonu yüzde 3.4’te kaldı.
***

Muzaffer 5MS, 2008 mali krizinin kurumsal partilere isyanının tezahürü. Eski komedyen Beppe Grillo’nun kurduğu M5S, başbakan adayı Luigi Di Maio ile Avro’dan hatta AB’den çıkmaktan, göçmenleri sınır dışı etmeye uzanan bir çizgiye sahip. 
27 sene önce kurulup Kuzey İtalya’yı ‘Hırsız Roma’dan geri almak arzuları etrafında şekillenmiş Lig, yakın zamana dek ‘Önce Kuzeyliler’ deyip güneyi bile dışlarken 30’larındaki lideri Matteo Salvini ile yüz değiştirip ‘Önce İtalya’ demeye başladı. Seçimlerde güneyde ikinci sırada çıkıp ‘ulusalcılığa’ evrildi. 
İki hareket de Mussolini döneminin açık faşist sembollerini sahiplenen CasaPound ve Forza Nuova gibi gruplara sempatiyle yaklaşabiliyor. Giderek yükselen nefret ve yabancı düşmanlığıyla flört ediyor. Unutmamalı ki ılımlı sağ görülen Berlusconi bile başbakanken “Mussolini kimseyi öldürmedi”diyebilmişti. 
Koalisyon kurabilecekleri söylenen iki yapının da halka önerileri küçük ve orta işletmeler hayrına düzenlemeler, vergileri azaltmak, emeklilik yaşını düşürmek, devletin çocuk bakımının bedellerini üstlenmesi. Ötesinde bir ufukları yok. AB’den çıkacakları da öyle. Nitekim zafeleri sonası Di Maio Avro referandumunu dışladı; Salvini, yatırımcılara korkmamaları gerektiğini telkin etti.
***

İtalya’da 2008 mali kriziyle gelen yoksulluk, işsizlik, bölgesel eşitizliğe Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan 600 bin sığınmacının eklenmesi popülist ve radikal sağa yaradığı net görülüyor. Peki Avrupa’da Brexit sonrası Fransa ve Hollanda’da popülist partilerin reddedilmesi ile Almanya’da Merkel’in ‘batmamış olması’ neoliberal cepheyi rahatlatmışken İtalya bu eğilime bir darbe mi? Hiç sanmıyorum. Bu neoliberal cephe popülist radikal sağın taleplerini de sahiplenerek yoluna gayet güzel devam ederken, ‘popülizm’ diye bağırıp çağırmak pek manasız kaçıyor.

***
Asıl sorun solun bunca soruna rağmen sendikaları güçlendirmek, ekonomide kamunun payını artırmak, servetin yeniden dağıtımı üzerine program geliştirmek yerine neoliberal düzene eklemlenip hükümsüzleşmesi. İtalya gibi sol geleneklerin güçlü olduğu bir ülkede bile... Ortada hakiki sol olmayınca neoliberal çıfıt çarşısı eşliğinde yeni faşizmin taşları döşenebilir oluyor. 
Peki liberaller ne diyor? ‘Vay alçak Rusya!’ Twitter’da değerli bir yorumcunun ifadesiyle, “Putin iki senedir ABD, Avusturya, Çekya ve şimdi de İtalya seçimlerini kazandı. Brexit’i başardı. Fansa ve Almanya’da iyi performans sergiledi. Batı’da aslında hiç sorun yok. Mesele çok geniş kitlelerin Rusya’yı mutlu etmek için oy kullanmaları.”

Ceyda Karan / CUMHURİYET