10 Mart 2018 Cumartesi

Hocaları Diyanet’e havale etmek - ÖZGÜR MUMCU

Bu aralar din âlimleri altın günlerini yaşıyor. Birinin bıraktığı yerden diğeri devralıyor ve durmaksızın çeşitli meseleler hakkındaki görüşlerini paylaşıyorlar. Genelde cinselliğe ve kadın- erkek ilişkilerine odaklandılar. Tabii, aralarından birinin parlaması beklenirdi ve öyle de oldu. Sosyal Doku Derneği Başkanı, ilahiyatçı Nurettin Yıldız diğerlerini gölgede bıraktı. 

Çocuk yaşta evliliği savunmaktan, kadınların dayak yedikleri için şükretmesi gerektiğine, karşı cinsle asansöre binmenin zararlarından yorganın şeklinin cinsel hisleri tahrik etmesi ihtimaline kadar değinmediği alan yok. 

Yıldız’ın açıklamaları toplumun bir kesiminin tepkisini çekince, seçimden önce geniş bir ittifaka ihtiyaç duyan sayın Erdoğan da devreye girdi. Nasıl girmesin? 
Devlet Bahçeli, Yıldız’ı isim vermeden meczup ve sapık diye nitelendirdi. Sayın Erdoğan’ın Bahçeli’yle işi seçimlerden sonra bitecek. Henüz gerekli biri. 
Ne yaptı sayın Erdoğan? Milliyet’ten Serpil Çevikcan’ın yazısına göre başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ’a talimat vermiş. Bozdağ, sorumlu olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı’na vaziyeti havale edecekmiş. 

Zaten Diyanet İşleri Başkanı da “Sahte bal satanlarla ilgilendiğimiz kadar sahte din tüccarları ile ilgilenmiyoruz” diyerek bir ölçüde rahatsızlığını belirtmişti. 

Farkındaysanız bütün bunlar dinin doğru yorumunun Diyanet İşleri Başkanlığı, sayın Erdoğan ve Bahçeli’nin tekelinde olduğu inancına dayanıyor. Dinin sahtesini gerçeğini ayırt etme yetki ve kabiliyetinin siyaset ve devlet kurumlarına ait olduğu kabul edilmiş. 
Gel gelelim Nurettin Yıldız da hem imam hatip lisesi mezunu hem de gitmiş ta Mekke’de ilahiyat tahsili görmüş. Neye dayanarak, onun dini yorumlayışının yanlış ya da sahte olduğu tespit edilecek? 

Bir dolu mezhep, sayısız tarikat, çeşit çeşit yorum var. Nurettin Yıldız’ın müritleri ona inanmaya devam edecektir. Mesela, sosyal medyada Yıldız’ın sözlerini paylaşan Adalet Bakanlığı müsteşarı Diyanet İşleri’nin çalışması üzerine hocasını terk mi edecektir? Ya da sayın Erdoğan’ın çıkışına rağmen yılmayıp hocasını “şeytanlar kudurdular” diye savunan bir ilçe eğitim müdürü “ha, bizim hocanınki sahte dinmiş hay Allah ya bak anlamamışım” diyerek uğruna insanları şeytan ilan edebilecek kadar tutkuyla bağlı olduğu dini yorumdan mı uzaklaşacaktır? 

Yıldız’ın açıklamalarının İslama uygun olup olmadığı ilahiyatçıların kendi aralarında tartışacakları bir konudur. Bunun hukuk düzenini ilgilendiren bir tarafı yoktur. Haliyle, Yıldız’ın ya da başka bir hocanın söylediklerinin dini değerlendirmesi başka ilahiyatçıların sübjektif değerlendirmelerinden ibarettir. Bir din devletinde yaşamadığımıza göre dinin hangi yorumunun diğerlerinden üstün olacağını objektif bir şekilde belirleyebilecek bir organ bulunmamakta. 

Dünyevileşmenin ve laikliğin iyi tarafı da budur. Sözlerin dine değil, hukuk kurallarına ve dolayısıyla insan haklarına uygunluğuna bakılır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Yıldız’ın kadınların dövülmesine ilişkin sözlerine başlattığı soruşturma bu kapsamdadır. Ancak bunun için de iktidarın talimatı beklenmiştir. Yıldız’ın bu talimata kadar yargı tarafından el üstünde tutulduğu da ortadadır. 

Hoşunuza gitmeyen açıklamalar yapan hocalar Diyanet’e havale edildi diye içiniz rahat etmesin. Bu laikliği güçlendirmez, aksine din devletine giden yolu meşrulaştırır. 
Asıl sorun liyakati değil bir hocaya biat etmeyi atama kriteri yapan hâkim siyasal İslamcı anlayıştır. 

Hoşunuza gitmeyen açıklamalar yapan hocalar Diyanet’e havale edildi diye içiniz rahat etmesin. Bu laikliği güçlendirmez aksine din devletine giden yolu meşrulaştırır. Hele dinin “doğru” yorumunun yürütmenin başının yetki ve görev alanına girdiği kabul edilmeye başlanırsa. 

Asıl sorun liyakati değil bir hocaya biat etmeyi atama kriteri yapan hâkim siyasal İslamcı anlayıştır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Lafa gelince... İşe gelince... - ALİ SİRMEN

Hani “Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü?” diye bir deyiş vardır, CHP’nin son tüzük kurultayı da öyle, neden yapıldığını anlayan varsa beri gelsin! 
Alelacele hazırlanıp, kurultaya sunulduğu izlenimi yaratan önerilerin ne yenilik getirdiğini kimse söyleyemiyor, olsa olsa tek milletvekili çıkarılan yerlerde merkez yoklaması yapılması geliyor akla ki o da üyelerin çoğunluğu tarafından eleştiriliyor. 
48 milletvekilinin imzaladığı sekiz maddelik istemi içeren önerilerin özeti de parti üyelerinin iradelerine saygı ve her kademede hizmete, göreve talip olanların seçimle gelmesi. 

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, milletvekilleri ve parti meclisi üyeleriyle yaptığı toplantıda bütün eleştirilerin dikkate alınacağını, yeni tüzüğün bunların ışığında biçimlendirileceğini söylemiş, ama 3 Mart tarihli Cumhuriyet’te arkadaşımız İklim Öncel’in haberinden anlaşıldığına göre, epeyce de sinirlenmiş. Kemal Bey’in şu sözlerine bakın: 
- Lafa gelince hepiniz konuşuyorsunuz, ama işe gelince aynı tavrı göstermiyorsunuz. Hepinizin karnesi elimde. 
Doğrusu ya Genel Başkan’ın bu sözlerine hazır bulunanlar alınsalar da yeridir. 
Ama kabul etmek gerekir ki Genel Başkan bu sözlerinde o kadar da haksız değildir.

***
Ne ki Kemal Bey’in hakkını teslim etmek sorunu çözmüyor ve şu soru geliyor akla: 
- Madem öyle, tüzüğe bu duruma karşı neden bir hüküm getirmediniz? 
Yıllardır, ısrarla yinelediğimiz husus, CHP’nin halen sahip olduğu örgütlenme modelinin kendisinden beklenen işlevi yerine getirmediğidir. Çeyrek yüzyılı aşkın süredir, partinin elde ettiği sonuçlar ve giderek azalan etkinliğinin de, doğruluğunu kanıtladığı bu görüş, özellikle oyunun kurallarını da çiğneyen yıkıcı görüşün iktidar olarak hak ve demokrasi ihlallerini artırdığı dönemde daha da önem kazanmıştır. 

Bu durumda CHP’nin tüm örgütü, tüm üyeleri siyaset oluşturulmasına daha aktif katkıda bulunacak, sorunları yerinde tabandan tartışacak ve özgün çözümler önerecek politikaları yaşama geçirmekte daha yaratıcı bir örgütlenme modelinin önünü açacak düzenlemeler yapılmalıydı. 
Şimdiye dek itibar edilmeyen bu girişim yolunda adım atılmasına vesile olur diye tüzük kurultayı fikri ortaya çıktığında ümitlenmiştik. 
Yanılmışız! 
O konu yalnız yöneticiler değil, iradesine saygı çağrısında bulunan taban da dahil kimse tarafından dile getirilmedi. 
Bu durum, yönetimiyle tabanıyla CHP’nin, tek tek üyeler olarak da, toplamda parti olarak da kendi muhalefet performansından da hoşnut olduğunu gösteriyor. 
Bence en üzücü, en ümit kırıcı olan da bu kendini yeterli görme durumudur.

***
CHP örgütlenme modeliyle, bütün üyelerinin tabandan katılımıyla politika üretme yaratıcılığını göstermekten uzaktır. 

Lafta kalan parti içi eğitim yetersizdir. Örgütlerin sorunları irdeler ve çözüm üretirken öğrendiği ve yaratıcı nitelik kazandığı eğitim söz konusu değildir. 
Parti, Genel Başkan’ın deyimiyle iş lafa gelince ortaya atılanlara karşı, iş üretmeye aday olan üyeleri yüreklendirecek öne çıkaracak, yükseltecek bir üye performans değerlendirme ölçütüne sahip değildir, böyle bir husus ne zamandır tartışma konusu bile olmamaktadır. 

Aktif üye, destekçi üye yapılanması ilk bakışta bu gereksinimi yanıtlamaya yönelik gibi görünüyorsa da, aslında yeterli değildir. 
Oysa, bu yaratıcılık yarışması ve devrimci dayanışması sol partilerin onsuz olmazıdırlar, örgütleri halkla, üreticilerle, emekçilerle bütünleştirecek olan da budur. 
Bu husus ıskalandığında, önemini yadsımadığımız ama artık günümüz koşullarında aşılmış olması gereken mahalle kahvesi politikasının ötesine geçmek mümkün olamayacaktır.

CHP bütün bunları konuşmayacak idiyse, tüzük kurultayını neden topladı ki anlayabilmiş değilim.

Ali Sirmen /CUMHURİYET

PTT'nin misyonu - REMZİ ÖZDEMİR

Bazı kurumlar vardır bunlar kamu hizmeti yapar.
Bunlardan öyle büyük kâr filan bekleyemezsin.
Amaç vatandaşa hizmettir. Tıpkı bir dönem kurulan YSE gibi. Yani Yol Su Elektrik. Bu kurum tüm ülkenin ilçelerine ve köylerine hizmet götürmek için kurulmuştur.
Bugün Türkiye'nin birçok köyünde elektrik, yol ve su varsa bu kurumun sayesindedir.
Siz bu kurumdan kâr etmesini bekleyemezsiniz.
Tıpkı TRT gibi.
Devleti temsil eder. Devletin görüşünü. Halkın eğitimini ve sağlıklı haber alma hakkına kavuşması için faaliyet gösterir. Gerçi TRT her dönem hükümetler tarafından kullanılmışsa da son 10 yıl öncesine kadar kısmen de olsa bu görevini yerine getiriyordu.
Kamu hizmeti vermesi gereken kurumlardan biri de PTT'dir.

PTT'nin T'si yani telefonu satıldı.
Şu anda sadece PT'si var ama biz halen PTT diyoruz.
İşte bu kurum maalesef AKP tarafından allak bullak edilmiştir.
Bir dönem TRT Genel Müdürlüğü de yapan dönemin PTT Genel Müdürü İbrahim Şahin, bu kurumu "adam edeceğim" diyerek kökünden dinamitlemiştir.
Türkiye'nin her köşesinde örgütlenmiş olan bu güzide kurum maalesef özel kargolara kurban verilmiştir.
Türkiye'de sayıları her geçen gün artan kargo şirketleri varsa, PTT'nin o dönemdeki yönetimin yanlış politikalarındandır.

Bu nasıl rekabet
PTT her şeye rağmen Türk halkı tarafından hep sevildi. Belirli bir kesim var ki, en ufak paketini evinin yanı başındaki kargo şirketine değil de devletin posta hizmetini veren PTT'ye götürdü.
PTT fiyat olarak da ekonomikti.
Mesela özel kargo şirketinin 10 liraya götürdüğü paketi PTT Kargo, 4 liraya bilemedin 6 liraya götürüyordu. Bir iki gün geç de olsa PTT'yi tercih edenlerin sayısı her geçen gün artmıştı. Özellikle e-ticaretin yaygınlaşması PTT Kargo'nun daha da popüler olmasına neden oldu.
PTT Kargo'ya olan talep ciddi anlamda özel kargo şirketlerini rahatsız etmeye başladı. Türkiye'nin her köşesine paketi güvenli bir şekilde götüren PTT karşısında rekabet edemez hale geldiler.
İşte bir gecede ne olduysa özel kargo şirketlerinin rahatsızlığı giderildi.
Yani bir gecede akıl almaz bir zam ile PTT Kargo müşterileri, özel kargo şirketlerinin önüne atıldı.
Küçücük bir paket özel kargo şirketinde 10 liraya giderken PTT Kargo 13 liraya taşımaya başladı. Yüzde 100'ün üzerindeki bu fiyat artışı resmen özel kargo şirketlerini ihya etti.

Misyonu ne olacak?
PTT bu ülkede yıllarca kitap ve gazeteleri Türkiye'nin her köşesine taşıdı.
PTT'nin kitap ve basılı evrak politikası ülkemizin kültür düzeyinin artmasında büyük katkı sağlamıştı. Şimdi ise adeta baltalar gibi.
Gazeteci Kadife Şahin, kendi şiir kitabından yaklaşık 3 bin tanesini yayınevinden anlaşmalı olarak alıp, Türkiye'nin tüm köşesindeki il halk kütüphanelerine göndermek istedi. Kitapları parça parça zarflayıp tek tek üstüne adresleri yazdı. Yaklaşık 200 tanesini gönderdi. Kitap gönderim ücreti olarak 1 lira 50 kuruş civarında bir ücret ödedi.
Kitabın kalan bölümlerini göndermek için PTT'ye giden Kadife Şahin'e gişe memuru akıl almaz bir fiyat çıkardı. Kitap başına 6 lira gibi bir fiyat talep etti. Kısa sürede bu kadar zamma anlam veremeyen Şahin gittiği her PTT'den aynı yanıtı alınca vazgeçti.
Böylece PTT, Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sürdürdüğü bir misyonu daha terk etmiş oluyor.
Kargo için çeşitli bahaneler öne sürülebilir. Maliyet ve benzeri iddialar. Ancak, kitap ve bu tür yayınlar için hiçbir bahane süremez. PTT Genel Müdürlüğü bu konuda geri adım atmak zorunda. En azından okullara ve kütüphanelere gidecek olan kitaplar için mutlaka cüzi bir fiyat politikası uygulamalı. Bu aynı zamanda ülkemizin en ücra illerimizdeki kütüphanelerin zenginleşmesine neden olacaktır.

Bu konuda PTT'den samimi bir girişim bekliyoruz. PTT elbette zarar eden bir KİT olmamalı ama misyonunu da unutmamalı.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

AKP'deki düşüş durdurulamıyor! - ARSLAN BULUT

Ulusal Kanal'daki programa yetişmeye çalışıyordum. Tünel'den Odakule'ye kadar yürümem gerekiyordu. Karşı yönden, bir insan seli geliyordu. Önce orta yaşlı kadınlar, sonra genç kadınlar ve nihayet genç kızlar, düdük veya ıslık çalarak, slogan atarak yürüyordu. Pankartlar arasında müstehcen olanlar da vardı. Aynı saatte dünya çapında benzer yürüyüşler yapılıyordu.

Yürüyüşü, hiçbir televizyon kanalı canlı olarak vermedi! Haberlerde de rastlamadım. Sadece BBC'nin yayın yaptığını sonradan öğrendim! Ciddi ve büyük bir organizasyondu, polis her sokak başını tutmuştu ama eyleme en küçük bir müdahalede bulunmadı.

Ne kadar örgütlü bir hareket olursa olsun, toplumsal bir ihtiyaçtan kaynaklanmasa, hiçbir güç, kadınları böyle yürütemez.
                                                                          ***

Tayyip Erdoğan ise o yürüyen kadınların da tepki gösterdiği akıl dışı fetvalarla ilgili konuşurken "İslâm güncellenmelidir" demişti.  O sözüyle ne demek istediğini açıklamak zorunda kaldı ve "Allah'ın yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de açıkça ifade ettiği hükümler asla değişmemiştir, değişmeyecektir. Bunların uygulamadaki karşılıkları elbette zamana, şartlara göre değişecektir." dedi.

Erdoğan, "Biz dinde reform aramıyoruz. Haddimize mi? Ama çıkıp da kadınlarla ilgili, yaşlılarla ilgili konuşmaların İslâm'a getirdiği lekeyi görmezden gelemeyiz. Bizim ilahiyatçılarımız, Diyanet İşleri Başkanlığımız, bunlar meydanı FETÖ gibi alçaklara bıraktılar, toplum bu hale geldi." diye konuştu.

Oysa şu saçma fetvaları verenlerin tamamı AKP destekçisidir! Hiçbiri FETÖ'yle anılmamıştır!

                                                                             ***
Medyada Allah adına veya İslâm adına konuştuğunu söyleyen düzenbazlar, kendiliğinden ortaya çıkmadı. Hepsi AKP ile aynı siyasi ve kültürel iklimin çocuğudur.

Gerek kadın cinayetleri gerekse tarikat yurtlarında veya okullarda çocuklara yönelik cinsel istismar olayları halkı korkutuyor. Üstelik, bu iklim, AKP iktidarının bir kadın bakanı tarafından "bir kereden bir şey olmaz" denilerek neredeyse meşrulaştırılmak istenmiştir. Dolayısıyla her geçen gün, vicdani fatura AKP'ye kesilmektedir.


Her ne kadar "anketleri üç ay durdurdum" dese de bu konudaki araştırma verilerinin Tayyip Erdoğan'a iletildiği anlaşılıyor.

AKP iktidarına kendi seçmeninden yönelen en büyük eleştiri, Suriyeli göçmenler meselesiydi. AKP'ye oy veren birçok vatandaş, sırf bu politika yüzünden desteğini çekeceğini söylerken, durum Tayyip Erdoğan'a iletildi. O da Suriyelilerin kendi ülkelerine döneceklerini söylemeye başladı. Oysa ölçümler kendisine ulaşmadan hemen önce, aynı konuyu dile getiren Kemal Kılıçdaroğlu'na "Sen ensar nedir bilmezsin." diyordu.

Hicret sırasındaki ensar ve muhacir ilişkisi Alevilikte musahiblik kurumuna dönüşmüştür. Kardeş aile seçmek ve ömür boyu birbirine destek olmak esasına dayanan bu kurum, Aleviler arasında hâlâ yaşamaktadır. Bugün ise Ensar Vakfı denilince aklınıza ne geliyor?

                                                                          ***

Erdoğan, çözüm sürecinden de 7 Haziran seçim sonuçlarını gördükten sonra vazgeçmiş ve beş ay sonra yapılacak 1 Kasım seçimlerine terörle mücadele başlatarak girmişti. Böyle olunca, şehirlerin etrafına hendek kazılmasına içine de yığınak yapılmasına nasıl izin verildiği, askerin, polisin elinin kolunun neden bağlandığı gibi sorular unutuldu! 15 Temmuz vakası, El Bab ve Afrin Harekâtı ile birlikte bu konularda soru sormak bile vatana ihanet gibi gösterildi. Buna rağmen, gerçekler ortaya çıkmaya başladı.

AKP'deki düşüşü, MHP de durduramadı. Zira MHP de düşüşteydi. Üstelik, kadınlara yönelik cinayetler ve çocuklara tecavüzlerden, artık iktidardan beslenen o iklim, sorumlu tutuluyordu.
İşin doğrusu, bu iklimi İslâm değil, İslâmı geçim ve seçim kapısı yapanlar oluşturdu!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

9 Mart 2018 Cuma

Semadan adalet düşse... - GÖZDE BEDELOĞLU

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ravza Kavakçı Kan, Almanya merkezli yayın kuruluşu Deutsche Welle’de yayınlanan Conflict Zone programında Michel Friedman’ın sorularını yanıtlarken bir hayli zorlanmıştı. 

Şubat ayında gerçekleşen röportajda Friedman, Die Welt’in Türkiye muhabiri olan Deniz Yücel’in nasıl oluyor da bir yıldır, suçlama yapılmadan, iddianame olmadan, mahkemeye çıkarılmadan hapiste tutulduğunu anlamaya, öğrenmeye çalışıyordu. Bu açık bir insan hakları ihlaliydi ve gazetecinin karşısında tam da konunun muhatabı bir hükümet yetkilisi oturuyordu. Kan’ın ise bu soruya cevabı, “Türkiye bir hukuk devletidir” demekten öteye geç(e)medi. “Kimse bir suçlama olmadan cezaevinde tutulamaz” diye eklese de, gazetecinin ısrarlı sorusu karşısında konuyu “elimde davanın detayları yok” diyerek kapatmaya çalıştı. Gergindi, çünkü bir gazetecinin karşısında, bir insan hakları savunucusu titriyle otururken konuyla ilgili verebileceği ikna edici bir cevabı yoktu. 

Başbakan Binali Yıldırım, yine şubat ayında gerçekleştirdiği Almanya ziyareti öncesi, “Ümit ederim kısa sürede serbest kalmış olur, bu konu da artık Türkiye Almanya arasında ilişkilerimizi bloke eden bir husus olmaktan çıkar” diye bahsettiği Deniz Yücel davasının bir yıldır yazılamayan iddianamesi bir günde yazıldı ve mahkeme Yücel’in tahliyesine karar verdi. Türkiye nasıl bir hukuk devletiymiş, yargı bağımsızlığı ne boyuttaymış bir kez daha hep birlikte idrak ettik.

•••

Dava tek başına; Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in ‘yargının bağımsız olmadığına dair eleştirilerin ispatlanması gerektiğine’ dair yaptığı açıklamaya güçlü bir cevap niteliğinde. Ancak yeterli bulmayanlara maalesef elimizde bunun gibi daha pek çok örnek de mevcut. Misal, bugün altıncı duruşması yapılacak olan Cumhuriyet gazetesi davası gibi... Ahmet Şık, Murat Sabuncu ve Akın Atalay yaklaşık 500 gündür tutuklu.

‘FETÖ/PYD ve PKK/KCK örgütlerine üye olmamakla birlikte, örgüt adına suç işlemek’ ile yargılanan gazetecilerin haklarında yazılan iddianame yaptıkları haber ve yazılardan oluşuyor. Ne karartacakları bir delil var ortada, ne de kaçma şüphesi söz konusu. 

Kaldı ki, hakkında yakalama kararı çıkarıldığında yurtdışında olan Akın Atalay, gözaltına alınacağını bilerek Türkiye’ye dönmüştü. Bütün bunlara rağmen delil karartma ve kaçma şüphesi gerekçesiyle bir buçuk yıldır hapiste tutuluyorlar. Gözaltı kararı veren savcı Murat İnam’ın aynı zamanda FETÖ üyeliği suçlamasıyla yargılanıyor oluşu da davanın ciddiyetten yoksun pek çok noktasından biri.

•••

Tıpkı Deniz Yücel davasında olduğu gibi gazetecilerin neden tutuklu yargılandıklarına dair verilecek “ama Türkiye bir hukuk devleti”, “kimse suçlanmadan hapse atılmaz”, “ama haklarında yazılmış dosyalar var” tekerlemeleri gibi verilecek bolca mantıksız cevap var, ama mantıklı tek bir neden yok. Cumhuriyet çalışanlarının tutuklulukları belki Almanya ile ilişkileri sabote etmiyor ama Türkiye’nin bizzat kendi saygınlığı ve güvenilirliğini dinamitliyor. Akıl dışı suçlamalar toplumsal öfkeyi büyütürken, ‘bunalan halk ellerini semaya açarak adalet çığlığı atar hale gelmiş.’ Yargı sisteminde sorun olduğunu söylemenin bile hafif kaldığı, artık yargının başlı başına sorunun kaynağına dönüştüğü zamanları yaşıyoruz. Yaptıkları haberler yüzünden yargılanan gazetecilerin davaları; sadece Ahmet’in, Murat’ın, Akın’ın davaları olarak ele alınamaz. 

Bu, görevi halka gerçeği sunmak olan gazetecilik mesleğine karşı yapılan bir tehdit ve toplumun haber alma hakkının engellenmesine yönelik açık bir saldırı.

•••

Bugün Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının gözaltına alındıktan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra, (Temmuz 2017) başlayan Cumhuriyet davasının altıncı duruşması görülecek. Yaklaşık 500 gündür tutsaklar; ve onlar gibi 122 gazeteci ve medya çalışanı daha... Her duruşma çalınmış özgürlüklerin iadesi için bir fırsat. 

Bugün Silivri’den çıkacak tahliye kararı -ki haklarında istenen cezayı yatmış bulunuyorlar- umarım ki bu haksız, hukuksuz, insanı ellerini semaya açtırıp adalet diye yakaracak hale getiren bu karanlığa bir mum yakılmasına vesile olur. Gazeteciliğin yargılandığı coğrafyalarda o karanlık en başta, kendini gerçeğin karşısında güçlü sayanı sarar.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

‘Medrese ve Hilafet’i diriltmek! - Meriç Velidedeoğlu

Başlığı oluşturan konular, “3 Mart” günü ülke çapında ele alınmasına karşın yine değinilmesinin nedeni, ülkemizin gündeminden hiç düşmeyen “yaşamsal olaylar”ın temelinde, şöyle veya böyle, yer almalarıdır. 

Bilmem ki anımsar mıyız, “2009” yılında, İstanbul Söğütlüçeşme Metrosu’nun açılış töreninde yer alan, “Son Osmanlı Padişahı Birinci Tayyip Erdoğan!” yazılı dev afişi? 
Oysa, Erdoğan’ın hedefinin, yalnızca “Padişah” olmakla sınırlı kalmadığı bilinir; dolaysiyle şöyle biraz gerilere uzanalım. 

Yedi yüzyıllık Osmanlı Devleti’nin ilk iki yüzyılında, yönetimin başında olandan  “Padişah” ya da “Sultan” diyerek; “Yavuz Sultan Selim”in Mısır Seferin’den (1517) sonra da “Halife Sultan”, daha sonra da yalnızca “Halife” olarak söz edilir. 
Demek ilk öne “Padişah”, ardından “Halife” olmak durumu var tarihsel sürece göre, metronun açılışında “Padişah” olunca, sıra “Halife(!)” olmasına gelmişti; bunu da “Papa”yı ziyaretinde -bir bakıma- denedi, “Müslümanların Başı” olduğu söylemiyle. 
Böylece, “Halifelik Kurumu”nda yer alan- Halife olmazdan önce gelen “Emir-ül-Müminin Rütbesini” de, Türkçe olarak ortaya koyuverdi... 

Ve değerli dostlar, kutlanan “3 Mart”, tam olarak “3 Mart 1924”, bundan dört ay önce ilan edilmiş “Cumhuriyet”in yapısını, nitemini belirleyecek “Sekiz Devrim Yasası”nın ilkinin ilan edildiği gündü.

Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) adını alan bu ilk yasa da, kendi içinde “üç yasa”dan oluşur; birincisi, “Şeriyye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılmasına Dair Kanun”dur ki, anlamı, dolaysiyle düzenlediği alan, “... halkın dünyaya ait işlerinin görülüp çözüme bağlanması- Meclis’in koyacağı- yasalarla olur; yüce İslam dininin inanca ve ibadete ilişkin kurallarının ve işlerinin yürütülmesi, dinsel kurumların yönetimi ise yeni kurulacak ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir” diye belirtilir. 

Böylece bu yasa maddesiyle “Cumhuriyet” yönetiminin “laik yapısı”, “laik nitemi” ortaya konuyordu. 
Peki, günümüzün “Diyanet”i, bu görev belirlemesine uyuyor mu? Bu soruya olumlu bir yanıt verilebilir mi? Yalnızca “Nikâh” konusu yeter, “Diyanet”in ne denli görev dışına çıkarıldığı... 

Oysa “94” yıl önce, “Şeriyye ve Evkaf Vekâleti”nin kaldırılmasını Meclis’e öneren Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi halkını temsil ettiği “Siirt ilinin Müftüsü”ydü, yani bir din adamıydı... 

Atatürk’ün, iki gün önce, TBMM’yi açış konuşmasında vurguladığı: “Müslümanlığı, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere, bir siyasa aracı olarak kullanılmaktan kurtarmanın ve yüceltmenin çok gerekli olduğu gerçeğini saptamış bulunuyoruz” içerikli uyarısının anlamını, dönemin birçok aydınından ve politikacısından daha iyi kavramış ve İslam dinini de koruyacak bu yasayı Meclis’e önermişti. 

Bu aydın din adamının, art arda gelecek öteki “Devrim Yasaları”nın “Meclis”e önerilmesinde de imzası vardır; altı dönem milletvekilliği yapan Halil Hulki Efendi, “Soyadı Yasası” ile kendine yaraşan bir soyadı alır, “Halil Hulki Aydın” olur. 
“3 Mart 1924” günü Meclis’te konuşulması beklenen 3. yasa önergesinde yer alan, “Hilafet’in İlgası (Kaldırılması)”na gelince, bu yasa tasarısı üzerine konuşanlar arasında İzmir Milletvekili olan Adalet Bakanı Seyit Bey de vardır; kendisi dönemin İslam dünyasında tanınan, sayılan “Din ve Şeriat Hukuku” bilginlerindendir. 

Seyit Bey, konuşmasının bir yerinde: Şeriat’a göre ‘hilafet’ten maksad   hükümettir,  adalete dayanan bir hükümet kurmaktır; hükmetmenin yöntemi de ‘meşveret’tir. Biz de burada hükümetimizi ‘meşveret’ esası üzerine tesis ettik, toplanıp konuşup müzakere ediyoruz; öyleyse daha ne istiyoruz? Başımızda heyülâ gibi bir ‘Halife’ bulundurmanın ne anlamı vardır?” diyerek, “Hilafet”in ne demek olduğunu açık seçik ortaya koyar. Uzun uzun tartışılırsa da, yapılan oylama sonunda, Hilafet’in kaldırılması kabul edilir. 
Ve ancak bu ilk “Devrim Yasası”nın kabulü ile oluşturulan temel üzerinde, birer birer yükselecekti öteki yedi yasa. Böyle de oldu.
 
Bugünse, “laik, demokratik hukuk devleti”ni adım adım oluşturan bu dönem, Emine Erdoğan tarafından “Enkaz” olarak; bu dönemin önderleri Atatürk ve İnönü de, TC Devleti’nin tepesindeki R.T. Erdoğan’ca, “iki ayyaş” olarak adlandırılıyor... 


Son kararı “Tarih” verecektir; hem de pek yakında sanırım... 
Bugün Silivri’deyiz, Cumhuriyet davasında...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İtalya'dan siyasetçi manzaraları - KORKUT BORATAV

İtalya’da 5 Mart 2018 seçimlerinin sonuçları belli oldu. İki büyük düzen partisi, Demokrat Parti ve Forza Italia büyük kayıplara uğradı. Büyük burjuvazilerin, AB liderlerinin beklentileri çöktü.

İtalya, bize de benzeyen Akdeniz’li bir ülkedir; siyasetçilerin özellikleri büyük önem taşır. Bu nedenle İtalya’nın siyasî gündemini 2018 ilkbaharına taşımış olan yakın geçmişten ve bugünkü siyasetçilere göz atmak istedim. Ayrıntılı sosyo-ekonomik incelemelere belki ışık tutabilir.  

Mario Monti
2011-2013’te başbakanlık yapan Mario Monti’ye “siyasetçi” demek yanıltıcıdır. Avrupa Birliği’nin  üst düzey ekonomik bürokrasisinde çalışmış bir akademisyendir. Cumhurbaşkanı Napolitano tarafından Başbakanlığa teknokrat kimliği nedeniyle tayin edilmişti.

İtalya’nın borç krizine karşı AB’in hazırladığı ağır kemer sıkma paketinin uygulanması için siyaset-dışı bir teknokrat uygun görülmüştü. “Tayin” işlemi, Başbakan Berlusconi’nin Kasım 2011’de istifaya zorlanması ile mümkün oldu. Monti kendisi gibi teknokratlardan oluşan bir kabine oluşturdu; güven oyu aldı; 2013 seçimlerine kadar  görevde kaldı.
Ekim 2011’de benzer bir “atama”nın Yunanistan’da da gerçekleştirildiğini hatırlatayım: Avro Grubu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından hazırlanan kemer sıkma reçetesine karşı ayak sürüyen Başbakan Papandreu “azledilecek”; yerine Yunanistan Merkez Bankası’nın  eski bir başkanı (Lucas Papademos) “tayin edilecektir”.
Temsilî demokrasiyi “katleden” bu operasyonlar, Avro Bölgesi bunalımını Almanya’nın ve finans kapitalin talepleri doğrultusunda yönetmeyi hedefliyordu. Mario Monti, kemer-sıkma ve reform reçetelerini iki yıl boyunca eksiksiz uyguladı. Sonuç, İtalyan ekonomisinin depresyonda kalmasıdır. 2017 millî geliri (sabit fiyatlarla) on yıl öncesinin %5,6 gerisindedir. (Yunanistan ekonomisinin küçülme oranı çok daha dramatiktir: %25,1).
Monti’nin başbakanlığı Şubat 2013 seçimlerine kadar sürdü. Sermaye çevreleri, başbakanı aktif siyasete yönlendirdi. “Ya tutarsa” beklentisi ile Monti, “Sivil Toplum” adında yeni bir parti kurdu; seçime katıldı. Beklenti tutmadı; partisi sadece yüzde 8 oy topladı; hızla dağılmaya başladı.
Ekim 2013’te parti başkanlığından istifa eden Monti’nin siyasî hayatı da iki yıl içinde son bulmuş oldu.
Avro Bölgesi’nin güç odakları araştırmaya başladı: “Temsilî demokrasinin içinden yeni bir Monti yaratılabilir mi?”
Hızla bir aday ortaya çıktı. Demokrat Parti’den “taze” bir siyasetçi: Matteo Renzi…

Matteo Renzi
Şubat 2013 genel seçimi sırasında Matteo Renzi Floransa Belediye Başkanı’ydı. İki “merkez” partisinde dolaştıktan sonra; Demokrat Parti’ye (DP’ye) dört yıl önce üye olmuştu.
Seçim arifesinde İtalyan siyasetinde bir “kuşak ve zihniyet değişimi” çağrısı yaparak dikkat çekti. DP içindeki kıdemsiz konumuna rağmen 2013 seçimlerine katılacak olan Merkez / Sol ittifakın liderliğine aday oldu; kaybetti.
2013 seçimleri sonrasında oluşan siyasî tabloda Monti’nin yarattığı boşluğun âcilen doldurulma gereği tekrar ortaya çıktı: Merkez / Sol ittifak, hükümet kurabilmiştir; DP’den Letta başbakandır; ama, İtalyan Komünist Partisi’nin türevi olan bu partide “sol” damar zaman zaman hâlâ  atmaktadır. DP’nin bu tortudan arındırılması, İtalya’yı Avrupacı neoliberal güzergâha yerleştirme misyonunu üstlenmesi gerekiyordu.
Genç, ihtirası sınırsız Renzi, DP liderliğine ve Başbakanlığa bu niyetle soyunur. Parti içinde liderlik krizinin patlak vermesine katkı yapar. “Radikal-reformcu” söylemle liderliğe aday olur. %68 oyla Genel Sekreterliği kazanır. Başbakan Letta’yı istifaya zorlar; parlamentoya girmeden İtalya tarihinin en genç (39 yaşında) başbakanı olur.
Reform programını anayasa değişikliği ile güvenceye almak ister. 1948 Anayasası, savaş sonundaki anti-faşist uzlaşının ürünüydü. İtalyan halkının demokratik refleksleri, %67’lik bir katılım ve %60’lık “Hayır” oyu ile sonuçlanır. Renzi, başbakanlıktan istifa edecek; parti liderliğini bırakmayacaktır.  
DP’nin sol kanadı kopmaya başlamıştır. 5 Mart seçimlerinde İtalya’da Avrupacı çizgiyi ödünsüz savunan tek parti, Renzi’nin liderliğindeki DP’dir.
Bu noktada,  İtalyan Komünist Partisi’ni DP’ye dönüştüren 1990’lı yıllara gidelim ve bu “yavrulamanın” önde gelen sorumlusunu tanıtalım: Achille Occhetto…

Achille Occhetto
Occhetto, komünist partisini fesheden Genel Sekreter’dir. Batı dünyasının en büyük komünist partisinden, Gramsci’nin, Togliatti’nin şanlı İtalyan Komünist Partisi’nden (İKP’den) söz ediyorum.

 Komünist gençlik örgütlerinde siyasete atılan Achille Occhetto, 1988’de İKP Genel Sekreteri oldu. O tarihte İKP, “Avrupa komünizmi” akımının öncülüğünü üstlenmişti. Doğu Avrupa ve SSCB çöküntülerinden sonra, “komünizm  defteri kapanmıştır” teşhisine savrulanların başını Genel Sekreter çekti.
1991’de de İKP’yi feshetme önerisini Parti’nin 20nci Kongresi’ne taşıdı. Delegelerin oy çokluğu ile Parti feshedildi ve Demokratik Sol Parti’ye (DSP’ye) dönüşmesi kararlaştırıldı. Yeni parti, bir sosyal demokrat programla ve iddialı olarak 1994 seçimlerine girdi.
Yeni kurulmuş sağcı bir parti (Forza Italia), anti-komünist bir platformla saldırdığı DSP’yi  yenilgiye uğrattı. Occhetto da Parti liderliğinden istifa etti. Bir siyasetçi olarak (Mario Monti gibi) tarihe karıştı.
DSP’nin sonraki gelişimi, adım adım sağ doğrultuda oldu. Solcu Hristiyan Demokratlarla birlikte oluşturulan Zeytin Ağacı  Koalisyonu zamanla DP’ye dönüştü.
Occhetto’nun siyasetçiliğine 1994’te  son veren yeni-yetme siyasetçi ise, sonraki 24 yıl boyunca İtalya siyasetine damgasını vuracaktır: Silvio Berlusconi…

Silvio Berlusconi
Silvio Berlusconi’yi, adeta “bugünkü Türkiye’den biri” gibi tanırız.
Bir banka memurunun oğlu olan Berlusconi, Milano Belediyesi ihalelerini kovalayan sıradan bir müteahhit olarak iş hayatına atılır; 1973’te küçük bir TV kanalı alarak medyaya girer. Sonraki yıllarda iktidar çevreleri ile yakın, karışık ilişkiler kurarak devlet televizyonunun hâkimiyetini kırar; İtalya’nın özel TV sektörüne hâkim olur.

1994’te kurduğu Forza Italia ile (Perry Anderson’un terimiyle “bir gece hırsızı” gibi) siyasete girmiş; üç ay sonra Occhetto’nun DSP’sini yenilgiye uğratarak başbakan olmuş; bugüne kadar iktidarda, muhalefette İtalya siyasetine damgasını vurmuştur.
Ne var ki bugünlerde siyasetten yasaklı bir hükümlüdür. Forza Italia’yı kurduğunda, siyaseti yolsuzluklardan arındırmayı hedefleyen “temiz eller” kampanyası ivme kazanmıştı. Berlusconi de kısa zamanda Milano savcılarını kuşkulandırdı. Karmaşık bir holdingleşme yapısı, kuşkulu finansman yöntemleri, servetinin kaynağına ilişkin belirsizlikler, yolsuzluktan hüküm yiyen eski başbakan Craxi ile yakın ilişkileri dikkat çekti.
Dava dosyaları hızla çoğaldı. Mafya bağlantıları, nüfuz ticareti, rüşvet, vergi kaçakçılığı, seks skandalları içeren zincirleme suçlamalara muhatap oldu.
2013’te kesinleşen dört yıllık hapis cezası, yaşlılık nedeniyle “sosyal hizmet yükümlülüğü”ne dönüştürüldü; ama, altı yıllık siyaset yasağı kesinleşti.
Berlusconi, bu koşullar altında Forza Italia lideri olarak Mart 2018 seçimlerine girdi.
İtalya’daki çürüme ve yolsuzluk ile mücadeleyi, Berlusconi’yi de hedef alarak gündemine alan bir siyasetçi ise aynı seçimlerin galibi olacaktır: Beppe Grillo...

Beppe Grillo
Beppe Grillo 69 yaşındadır. Aslen muhasebecidir. Tesadüfen keşfedilmiş bir “komedyen” olarak TV’de, reklam filmlerinde parlamıştır. Giderek politik eleştiri türlerine geçmiş; 1987’de Başbakan (ve Berlusconi’nin yakın işbirlikçisi) Bettino Craxi’ye dönük sert bir yolsuzluk eleştirisiyle dikkati çekmiştir. Zamanla eleştiri dozu, izleyicileri artmıştır.
Berlusconi önde gelen hedeflerinden biri olduktan sonra Grillo, TV kanallarından dışlandı. Uslu durmadı; tiyatro gösterileri ve blog’u aracılığıyla siyasi eleştirilerini sürdürdü, çeşitlendirdi. Siyasetteki çürümeye karşı kampanyalar başlattı; protestolar örgütledi.
2010’da Beş Yıldız Hareketi’ni (5YH’yi) kurarak açık siyasete atıldı. Parti, sosyal medyada, blog’unda milyonlara ulaşan Grillo takipçisinin katkılarıyla gelişti. 5YH’nin “internet demokrasisi” içinde örgütlenmesine çalışılıyor.
Bir trafik mahkumiyeti nedeniyle Grillo milletvekili seçilememektedir. 2013 seçimlerinde 5YH %25,5 oranında oyla ilk sıraya çıktı; hükümeti kurma görevi verilmedi; koalisyonlara katılmadı.

Grillo, 5YH’de sağ/sol ayrımı yapmamakta ısrarcıdır. Seçmenlerinin içinde sol ve sağ eğilimliler dengeli dağılmıştır. Batı ve Türkiye medyası tarafından “sağ popülizm” yakıştırması haksızdır. Hem anti-kapitalist, hem de ırkçı-faşizan söylemlerden uzak duran bir halk muhalefeti sürdürmektedir.

Göçmenlere karşı ırkçı, faşizan tepkilerden çok, Orta Doğu’yu savaşa sürükleyen saldırgan politikalar eleştirilmektedir. NATO ve AB de eleştirilerden payını almaktadır. Geleneksel refah devletinin şişirdiği kinleştirdiği bürokrasi de keza…
Grillo 2018 başında 5YH liderliğinden ayrılmış; yerini Napoli milletvekili, 31 yaşındaki Luigi di Maio’ya bırakmıştır. Parti’nin Başbakan adayı olan bu siyasetçinin ilan ettiği “5YH’nin gölge kabinesi” akademisyenlerden oluşmaktadır.

Sermaye istiyor; halk reddediyor
Büyük Avrupa ve İtalyan sermayesi ile AB’nin güç odaklarının beklentisi, 2013’teki büyük koalisyonun, yani Demokrat Parti + Forza Italia hükümetinin yeniden oluşmasıydı.

Aykırı sol kanadından arınmış olan Renzi’nin DP’si, bu koalisyonu beş yıl öncesine göre daha da istikrarlı kılacaktır. Bir yıl içinde siyasî yasakları son bulacak olan kıdemli burjuva siyasetçisi Berlusconi’nin de AB eleştirilerinde ölçülü kalacağı; göçmen karşıtlığının ise Batı kapitalizmi açısından tehlike taşımadığı düşünülmekteydi.
Ne var ki, sermayenin programını İtalyan halkı  bir kez daha reddetti. İki düzen partisi tam yenilgiye uğradı. Önceki seçimlere göre DP %6,6, Forza Italia %7,7  oy kaybetti.

Halk muhalefeti  Kuzey’de neo-faşistlere, yoksul Orta-Güney İtalya’da (oylarını yüzde 6,6 oranında artıran) 5YH’ye yöneldi. Bugün bu parti, Renzi’nin DP’sinin solunda yer  almaktadır.

Halk sınıflarının beklentilerini karşılayamayan kapitalizm, bu beklentileri yansıtan seçimlerden tedirgindir. Bu tedirginliği ısrarlı “popülizm lanetlemeleri” ile ifade ediyor.
5 Mart seçimleri, kapitalizmin çözümsüz bir meşruiyet krizi içinde olduğunu, İtalya örneğinde de göstermiştir.

Korkut Boratav / SOL

Farklı tarihler, farklı kayıtlar - MESUT ODMAN

Ali Rıza Aydın “Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hakkında yazacaktım.” diye başlamış dünkü yazısına. Ama ülkemizin emekçi kadınlarının söylediklerine göndermede bulunmakla yetinerek bundan vazgeçmiş ve, onun yerine, ülkemiz hukuk düzeninin emekçi düşmanı niteliğine ilişkin yeni bir belgeden haberdar etmiş bizi.

Ali Rıza kardeşim kusuruma bakmasın, belki biraz da ondan cesaret alıp, onun konusu kadar olmasa bile, az çok önemli ve güncel bir konu bularak 8 Mart’tan kaytardım; ama gerekçem farklıydı: Dün sabah yazılı olsun olmasın türlü medya organlarındaki kutlama haberlerini görünce, iki çift laf ederek vazgeçmenin iyi olacağına karar verdim. 

Gördüğüm ve algıladığım manzara şuydu: Patron babaları ile onların yol göstermesi, belki zorlaması, ama kuşkusuz eylemli desteği ile buldukları patron kocalarını arkalarına almış, çoğu patron sınıfına  mensubiyetlerini kendi becerileriyle kanıtlamış, herhalde pek sevecekleri deyişle “mesleki formasyonlarının” etkisini de inkâr etmediğimiz, süslü püslü gösterişli hanımların boy boy fotoğrafları ve birkaç satırlık muhteşem mesajları... Bunlarla karşılaşınca vazgeçtim. Basbayağı “tiksinti” sözcüğüyle anlatılabilecek bir engel çıktı karşıma. Dünyanın her yanındakiler gibi benim ülkemin emekçi kadınları, elbette onların aklı başında olanları, gerekeni söylüyor ve yapıyorlar nasılsa, da demedim değil. Önüne geçemediğim bu kaytarmamın gerekçesi olarak böyle bir avunma da bulabildim, demek istiyorum.

Benim konum, önem bakımından değilse de, güncellik bakımından aşağı kalmaz, hatta öte bile geçer. Öyle ya, kendilerinin Akademi dedikleri, bizde “Oskar” olarak bilinen ödüller daha yeni dağıtıldı; binlerce kilometre ötede bizim halkımızın da meraklıları canlı olarak izlediler, pek de meraklı olmayanları ise ardından gelen günlerde demokrasinin simgesi ve taşıyıcısı medya sayesinde en küçük ayrıntısına kadar haberdar oldular, bundan sonra olacakları da cabası…

O ayrıntılar arasında, her yıl olduğu gibi, törene katılan hanımefendi sanatçıların giydikleri mi, yoksa daha doğrusu üstlerinde taşıyarak potansiyel alıcılara satın almaları için gösterdikleri mi demeli, birtakım tuhaf giysiler de vardı. İnsan, bizim gibi sıradan insan diyorum, bunlara nasıl bir anlam verebilir? Bunları nasıl giyebilir, giyip de insan içine çıkabilir?

Neyse, daha fazla dağıtmayalım, benim sözü getireceğim yer, bir türlü anlam veremediğim deyişle “ana akım medya”nın amiral gemisinin pek öne çıkardığı “en iyi erkek oyuncu” ödülünü kazanan ile ilgili. Bu öne çıkarmanın bu kadarla ve oyuncunun kendisiyle sınırlı kalmayacağını, film ülkemizde gösterime girdikten sonra daha da çoğalarak dallanıp budaklanacağını sanıyorum.

“En Karanlık Saat” filminin baş oyuncusu ile ta Amerika’nın oralarda “sıcağı sıcağına” yapılmış bir röportaj vardı. Gary Oldman adındaki bu oyuncunun söylediklerinden manşete çıkarılansa şuydu: “Atatürk Sayesinde Modern Türkiye’yi Kurdunuz.”
E, iyi, toplumsal başarıları tek bir kişiye bağlaması, ayrıca “modern Türkiye”den nasıl bir şey anlaşıldığı dışında, çok fazla itirazımız olmaz. İyi de, bayram değil seyran değil, bunlar da bizim eniştemiz değil, ama niye bizi öpüyorlar? 

Böyle bir soru akla gelmez mi? Gelir elbet.

Aslında onlar öpmüyorlar da, bizim içimizdeki uyanıklar tarafından öptürülmek isteniyoruz. Bu Winston Churcill adındaki büyük şahsiyet, bize çok hayran, hatta onun anası danası, aynı röportaja iliştirilmiş torunu dahil bütün sülalesi, soyu sopu memleketi bizi çok sever, hep iyiliğimizi ister, ezelden beri istemiştir. Bu mu anlatılmak isteniyor? Herhalde. Aşağı yukarı buna benzer bir meramlarının olduğu söylenebilir.


Oysa, bu zat, bizim her yıl git gide farklılaşıp gülünçleşen amaç ve inanışlarla kutladığımız 1915 Çanakkale Zaferi sırasında, majestelerinin hükümetinde donanma bakanı, resmi adıyla Deniz Kuvvetleri Bakanı olan ve donanmalarından önemli bir parçayla Çanakkale Boğazı’na saldırılmasını hararetle savunup gerçekleştirmiş, sonunda orada aldığı yenilginin de etkisiyle koltuğundan olmuş bir politikacıdır. Bizim halkımızı doğrudan ilgilendiren ilk özelliği budur. Çok uzun sürüp dalgalanmalar göstermiş politik ve biyolojik hayatı boyunca hiç değişmemiş yanı, şaşmaz bir sosyalizm ve emekçi düşmanı oluşudur.

Bir iki olguyu da belirterek devam edelim.

İkinci dünya savaşı bütün gaddarlığı ile devam ederken ve daha 1942 yılında nazi ordularına karşı batıda ikinci bir cephe açılma şansı ya da imkânı doğmuşken bunu engelleyen, başka ve sayısal bir anlatımla, milyonlarca insanın daha ölmesine yol açan bir kurt politikacıdan söz ediyoruz. Evet, kurt olmasına kurttur; emekçi insanlığın ve onların sosyalizm davasının amansız düşmanı bir kurt…


O kurtluğuyla, kendi ülkesinde hükümetten düştükten sonra da hizmetlerini sürdürmüştür. İlk bakışta önemsiz görünse bile, değeri yadsınamayacak önemli bir katkısını ise anne memleketi ABD’de ve 1946 yılında yapmıştır. Majestelerinin Sir unvanıyla taçlandırdığı bu politikacının o yılın Mart ayının beşinci gününde Missouri Eyaleti’nin Fulton adındaki küçük bir kentinde bulunan Westminster Koleji’ndeki konuşmasının bizi ilgilendiren cümlesini aktarmakla yetinebiliriz:
“Baltık’ta Stettin’den Adriyatik’te Trieste’ye kadar Avrupa’nın ortasında bir demir perde çekilmiş durumda.”

Buradaki “demir perde” deyişi ilk kez kullanılmaktadır ve daha sonraki on yıllar boyunca ben diyeyim yüzbinlerce, siz deyin milyonlarca kez tekrarlanmıştır. Aradan hiç de uzun bir süre geçmeden, özellikle “demir perde memleketleri” biçimindeki kullanımıyla, bizim ülkemize de gelmiştir. Kendimden biliyorum, ellili yılların sonlarına doğru, bu sözü o kadar çok işitir olmuştum ki, coğrafyaya meraklı bir çocuk olarak babama “Ne demek, Avrupa’nın ortasına demirden bir perde mi yapmışlar?” diye sorduğumda, onun “Yok, oğlum, bu dedikleri muhayyel bir perde.” yanıtıyla hem muhayyel sözcüğünün anlamını hem de perdenin ne menem bir şey olduğunu öğrenmiştim.

Benim şansımı bir kenara bırakırsak, Sir Churcill’in bu buluşuyla yalnız emperyalist propagandaya imkânlı bir yol açmakla kalmadığı, aynı zamanda, izleyen yıllarda başlayıp git gide alevlenen “soğuk savaş”ın da işaret fişeklerinden birini attığını, hatta onun simgesel anlamda başlatıcısı olduğunu ileri sürmekte herhangi bir yanlışlık yoktur.

Peki, aynı kişinin 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldüğünü de belirtirsek, ek bir açıklık sağlamış olur muyuz acaba?

Sözün kısası, bir İngiliz Lordu ile Amerikalı bir bankerin kızının evliliğinden doğmuş bu politikacı, sosyalizmin yirminci yüzyıldaki en amansız düşmanlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın, hangi filmi yaparsa yapsın, bizim tarihimizdeki kayıt da budur işte.

Mesut Odman / SOL

8 Mart 2018 Perşembe

Bilimle dedikodunun farkı: Tekellere karşı olacağım derken bilim karşıtlığına düşmemek için kılavuz - İLKER BELEK

Haklı olarak herkes tedirgin. Tekellerin tarımı ele geçirmiş, yerli tohumu yok etmiş olmaları. GDO’lu ürünlerin, nişasta bazlı şekerin piyasayı sarmış bulunması. Çevre kirliliği. Nükleer felaket riski. İlaç şirketlerinin tıp ortamına yön verebilen gücü…
Liste uzar.

Tekeller dünyamızı kirletiyor, sağlımızı yok ediyor, sağlık sektörü ticarethaneye, hastaneler şirkete dönüştürülmüş durumda. Bu yapının halk sağlığını koruyup geliştirmesi, topluma ve hastalara güven vermesi olanaksız.

Ama… Bu güvensizlik genel olarak bilimin, özel olarak da tıbbın kazanımlarına karşı da gelişiyor, birileri tekellere karşı olacağım derken bilim karşıtı bir çizgiye düşüyor: İlaç yerine doğal ürünlerle mi beslensek, tansiyon için her gün iki çeşit ilaç yerine sarımsak mı yesek, gripten korunmak için nane limon mu kaynatsak, …?

Sonra bu iş giderek bir çılgınlığa dönüşüyor: Sağlıklı kalmak için her gün atılan adımı saymaya başlamak, ısırgan otunun, ıspanağın, portakalın, zerdaçalın kaç tutamının, ne kadar suda, kaç dakika kaynatılarak, hangi miktarda karıştırıldıktan sonra, günde bardak tüketileceği konusu yaşamları ele geçiriyor.

“Sağlıklı yaşam” ideolojisi böyle gelişiyor. İnsanlar sağlığı bozan kapitalizmle mücadele edeceklerine, sağlık diye içlerine kapanıyorlar.

Enteresan bir şekilde bilim karşıtı gericilerin bilime yönelik siyasal saldırısıyla, doğalın tekeller tarafından kirletildiğini, yok edildiğini düşünen güya halk sağlığından yana çevreler hemhal oluveriyorlar. Postmodern haller olarak değerlendirilmeyi hak eden bir durum.

Aşıların otizme yol açtığı iddiası giderek aşı karşıtlığının en önemli kozu haline geliyor. Robert De Niro’nun oğlu tiomersollü (civa) kızamık aşısı nedeniyle otizm olmuşmuş ve bu gerçeği haberleştirme cesareti gösterecek gazeteciye 100 bin Dolar ödül verecekmiş. Nereye meyledeceği, kimlerin, ne için kullanacağı çok açık bu mesajı tam 1.5 milyon takipçili Soner Yalçın twitter hesabından paylaşıyor.

Kızamık-kızamıkçık-kabakulak (KKK) aşısının otizme yol açtığını bulgulayan makalenin yazarı araştırmasının yöntemsel hatası olduğunu kabul ederek yayınını geri çekmiş olsa da bu dedikodu hala devam ediyor. Bir delinin kuyuya attığı taşı çıkarmak için uğraşıyoruz yıllardır.

Bu devirde halkın sağlığına ve bizim bu işe ayırmak zorunda kaldığımız zamana yazık oluyor.

Bilim gözlemle başlar. Sıradan gözlemler, anketler, derinlemesine görüşmeler, katılımcı gözlemler, odak grup görüşmeleri veri toplamaya yarar. Halkın deneyimleri, hastaların kullandıkları ilaçların yan etkileri konusundaki bildirimleri, bunlar da veri toplama dünyasının araçları arasına dahil edilebilir.

Ancak tam burada iki önemli noktanın altını çizmeliyiz: 
1- Veri toplama sistematik biçimde yapılmalıdır, 
2- Toplanan verilerle oluşturulan hipotezler deneye tabi tutulmalı ve o noktaya kadar hiç kimse daha fazlası için ağzını açmamalıdır. Hipotezin sahibi hipotezini kanıtlamakla mükelleftir.

Doğal beslenme denilen alemin ve bununla bağlantılı tıp sorgusunun ve giderek düşmanlığının sorunu tam burada.
Sarımsak hipertansiyona iyi gelir, kırmızı üzümün içindeki resveratrol hem beyin fonksiyonlarının bozulmasını önler hem de kalp damar sistemi üzerinde olumlu etki gösterir. Bu hipotezler bu halleriyle hiçbir şey ifade etmezler.

Sarımsağın, kırmızı üzümün, kırmızı şarabın, zencefilin, hangi işlemlerden geçirilerek elde edilmiş özütünün ne kadarının işe yaradığı konusunun kontrollü araştırmalarla kanıtlanması ve biyokimyasal mekanizmalarının aydınlatılması gerekir. Yetmez, aynı sonucun farklı araştırmalarla da teyit edilmesi ve bu da yetmez bu sonuçları yanlışlayacak başka herhangi bir sonucun da saptanmamış olması zorunluluğu vardır.

Robert de Niro’nun oğlunun kızamık aşısındaki civaya bağlı olarak otizm olduğu iddiası Robert de Niro’nun kendisine ait olup bu haliyle dedikodudan hiçbir farkı yoktur.
Dün de yazdım: Bu tür gözlemleri, iddiaları uluslar arası kuruluşlar zaten toparlıyor. Yani Robert De Niro’nun iddiası en iyi ihtimalle tekil bir duruma dair bir gözlemken (en iyi ihtimalle, zira canı yanmış bir babaya ait olduğu için subjektif olma ihtimali gayet yüksektir), örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün toparladığı veriler şüphesiz çok daha tarafsız bir karakter taşıyor ve üstelik benzer pek çok iddiayı içerdiği için de analiz edilebilir bir gözlem havuzu oluşturuyor.

Sonuç: Aşılardaki civa dozu herhangi bir sağlık sorununa, otizme yol açmaz. Üstelik artık aşıların hemen hiç birisinde civa yok. İçinde civa olan (örneğin karma aşı) aşılardaki civanın da sağlığa zararı yok. Bunlar bilimsel araştırmalarla saptanmış gerçekler. Ama tabi ki yine de aşıların yan etkileriyle ilgili gözlemlerimizi, veri toplamayı sürdüreceğiz.
Bu kadar. 
Sene olmuş 2018. Baktım: De Niro’nun oğluyla ilgili haber 2016’da basına düşmüş. Hatta bu konuda Vaxxed isimli bir film de çekilmiş ve De Niro bu filme destek de vermiş. O zaman oğlu 18 yaşındaymış. Anlaşılan oğlu 1980’lerin sonunda aşılanmış. İddiası Soner Yalçın’ın dediği gibi kızamık aşısının değil, kızamık-kızamıkçık-kabakulak aşısının oğlunda otizme yol açtığı yönünde. Üstelik De Niro olayı kendisi hatırlamıyor, karısının anlatısı üzerinden aktarıyor: Oğlu aşı olduğu günün gecesinde aniden değişmiş: Ama, en başından itibaren bu aşı (1980’lerin sonunda yaygın olarak kullanıma girdi) civa içermiyordu.

Bilgi gerçekliğe dair bilimsel bir sonuçtur. Gözlemden başlayan bir araştırma süreciyle elde edilir. Eğilip, bükülemez, her niyete yenemez. Şüphesiz milyonlarca insanın, milyonlarca yıldır deneme yanılmaya dayalı olarak ürettiği bilgiler de vardır. Ancak ne olursa olsun bilgi üretimi sistematik araştırma gerektirir. Bilimde, bilgi üretiminde, gerçekliği kavramada “bana göre”, “benim açımdan”, “ben böyle düşünüyorum” gibi cümlelerin hiçbir anlamı yoktur. Tekil gözlemlerin, tam olarak doğru olsalar bile, tamamen rastlantısal olarak ortaya çıkmış olma, yani hiçbir şey ifade etmeme ihtimalleri yüksektir. Bilgiye giden süreçte aynı şeyi ifade eden farklı gözlemlerin yapılmış olması asgari koşuldur.

Bilim tekellerin egemenliğindeyse yapacağımız şey tekellere karşı çıkmak, bilime değil. Bilimi tekellerin egemenliğinden kurtarmak, bunun yolu da açık: Kapitalizmin yerine sosyalizmi kuracağız, bilimi halk için, halkla birlikte gerçekleştireceğiz.

“Ulusalcı sol”da giderek antitekel tutumla bilim karşıtı tutum iç içe geçmeye başladı.
Bilimin yöntemi diyalektik materyalizmdir. Tekel denilen yapı kapitalizmin ürünüdür.

İlker Belek / SOL