12 Mart 2018 Pazartesi

"Bu ülkede solcular daha ahlaklı ve dürüst. Dinde güncellemenin sebebi, muhafazakâr gençlerin dinden soğuması" - MELTEM YILMAZ / RÖPORTAJ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dinin güncellenmesi gerektiği şeklindeki açıklamasının yankıları devam ediyor. 
Bu haftaki Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu olan ilahiyatçı yazar Cemil Kılıç, İslam’da güncellemenin kaçınılmaz olduğunu ancak söz konusu açıklamanın muhafazakar gençlerin dinden soğuduğu gerçeğinin görülmesi üzerine yapıldığına dikkat çekiyor. Kılıç, Cumhuriyet rejiminin, İslam’ı güncellediğini, Mustafa Kemal Atatürk ve ilk diyanet işleri başkanı Mehmed Rıfat Efendi’nin, İslam’ın son çağdaki en büyük yenileyicileri olduğunu söylüyor.

»Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam’ın güncellenmesi gerektiği yönündeki açıklamasının yankıları sürüyor. Peki, İslam’ın güncellenmesinden kasıt tam olarak nedir? Bu açıklama, her şeyi tek elde toplamış olan Erdoğan’ın şimdi de dini tek elde toplama çabası olarak okunabilir mi?
Bugün elbette Kur’an’da anlatıldığı ileri sürülen cari İslam, büyük ölçüde uygulanamaz hale gelmiş durumda. Bu krizin aşılması için Kur’an’ı ve aklı esas alarak İslam’ın yeniden yorumlanması ve güncellenmesi kaçınılmazdır. Ben şiddetli bir şekilde İslam’ın güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ne ki, güncelleme olsun ya da olmasın, zaten soysal gelişmeler güncellemeyi dayatıyor. Retorik düzeyde karşı çıkanlar dahi kendilerince farkında olarak ya da olmayarak pratikte güncellemeye gidiyorlar. Bu kaçınılmaz.


»Öyleyse neden tepki çekiyor?
İslam’la ilgili konuşurken kullandığınız tabirler Arapça kökenli değilse, İslami kaynaklarda geçmeyen kelimeler ise dinci çevrelerin tepkisini çekiyor. Güncelleme yeni bir terim, reform ise Batılı, dolayısıyla dini literatürde yok. Bunun yerine, dini terminolojide “tecdid” sözcüğünü görüyoruz ki bu da “yenilenme” anlamına geliyor. Bu işi yapana da müceddid deniyor. Eğer Erdoğan, güncelleme tabiri yerine, geleneksel İslami literatürdeki tabirlerle konuşsaydı, dinci çevreler daha sıcak bakarlardı çünkü tecdid, İslami kesimlerce özümsenmiş ve kabul edilmiştir.

»Yani buradaki sorun dil, öyle mi? 
Evet. Zaten her cemaat ve tarikat, kurucu liderini yenileyici, müceddid olarak görür. O lideri İslam’ı özüne döndüren, İslam’ı yenileyen, İslam’daki hurafeleri temizleyen dolayısıyla İslam’ı yeniden gün yüzüne çıkaran olarak görür. Ancak tabii rakip gruplar kendileri gibi olmayanları ve onların liderlerini de İslam’ı tahrip etmekle suçlar.

»Bu konu neden şimdi gündeme geldi?
Bir tıkanmışlığın ifadesi. Gerek dinen gerekse siyaseten. Zira marjinal dini grup ve hocaların yüzyıllar önceki hali yansıtan fetvaları hem genel anlamda İslam’a zarar veriyor hem de bu fetvalar laik kesim ile birlikte yeni, genç nesli dinden soğutuyor. AKP bunun farkında. Muhafazakar ailelerin çocuklarında, giderek tırmanan şekilde, “İslam bu mudur, din bu mudur” algısı oluştu. Muhafazakar ailelerden gelen gençlerin, dinle ilişkisini yeniden sorgulama noktasına gelmesi, siyasi iktidarda yeni kadrolar ve genç seçmenleri açısından kaygı verici bir boyuta ulaştı. Çünkü muhafazakar kesimi partiye bağlayan en önemli bağ din unsuruydu. Eğer din, bu gençler nezdinde sorgulanma noktasında geldiyse, din üzerinde yapılan siyasetin etkili olmayacağı da ortada. Bu sebeple dinde açılım, güncelleme çıkışları geldi.

»Muhafazakâr gençlerdeki sorgulamanın gerisinde tam olarak ne var?
Çevremdeki pek çok tesettürlü genç hanım, artık, tesettüre dinin emri olduğu için mi yoksa mahalle baskısı nedeniyle mi girdiğini sorguluyor. Yani tesettürün, dinin emri olup olmadığını sorguluyor. Son birkaç yılda ardı ardına gelen “fetvalar” gerçek mi diyorlar. Çünkü bizim toplumumuz, Müslüman olmasına rağmen, dini gelenek olarak yaşayan, Kuran okumaya gerek duymayan bir toplum. Müslüman’ım diyoruz ama toplumda Kuran’ı anlamak için okuyanların oranı yüzde 3- 5’i geçmez. Arapça okuyup anlamayanları saymıyorum. Zaten din adamlarının Arapça okunmasını istemesinin sebebi de bu. Kimse anlamasın da kendilerinin tekelinde kalsın istiyorlar. Dahası, gençler, AKP döneminde dinsel inançların dünyevi menfaatler için kullanıldığını açık bir biçimde gördü. Dini inanışları siyasi ve dünyevi menfaatler için çok pervasızca kullananların büyük bir güce ulaşarak, alternatifleri sindirmeleri ve artık rol yapma ihtiyacı da hissetmez hale gelmeleri son derece itici bir tablo olarak karşılarına çıktı. Tüm bu nedenlerle gençler dinden uzaklaştı, hatta bazı kesimlerde deizme yönelik de büyük bir ilgi var. Muhafazakar ailelere sahip gençler bu düşüncelerini kamuya açmıyorlar ama daha özel toplantılarda ve sohbetlerde bu görüşlerini dile getiriyorlar.

»İslam’ın güncellenmesi konuşulurken, özellikle işaret edilen konular nelerdir?
Dinin üç temel alanı vardır, inanç, ibadet ve ahlak. Güncelleme daha çok ahlaki alan, günlük yaşamdaki eylemlerle ilgilenir. Kadınların statüsü ve hakları, bu anlamda en çok tartışılan alanlardan biridir. Kur’an’daki bazı ayetlerden çıkan sonuçlara göre, iki kadının şahitliği bir erkek şahitliğine eşittir. Mirasta, kız çocukların hakkı yarımdır. Erkek aynı anda 4 eşe kadar evlenebilir. Ayrıca tesettürle ilgili tarihsel hükümler var ancak tesettür kavramı Kur’an’da yok. Yani kadın hakları ve kadının statüsü ile harem selamlık anlayışı konusunda güncelleme şart.

»Hukuk devletiyiz, dikkat çektiğiniz konuları tartışmaya gerek bile yok.
Cumhuriyet rejimi, kabul edilsin veya edilmesin, İslam’ı güncellemiştir. Laik, hukuk devleti, dinin güncellenmesidir. Mustafa Kemal Atatürk ve ilk diyanet işleri başkanı Mehmed Rıfat Efendi, İslam’ın son çağdaki en büyük yenileyicileridir. Örneğin dindar hanımlar, geçmişte başörtülerini özgürce takamamaktan şikayetçi olurlardı ama hiçbir zaman, hiçbir Müslüman kadının “Kur’an’a göre bizim miras hakkımızın yarısını almamız lazım, yarısını alalım”, ya da “şahitliğimizin yarım sayılması lazım” dediğini duymadım. Demek istediğim, en dindar kesimler bile bugün laik hukuka uymuşlardır.

»Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin yaklaşık bir yıl boyunca sahada çalışarak hazırladığı “Eğitimde Tarikat ve Medrese Gerçeği” raporuna göre Türkiye’de 2.6 milyon kişinin bir tarikatla organik bağı bulunuyor. Bu rakam size ne ifade ediyor?
2.6 milyon insan çok şaşırtıcı bir rakam. Zira dinin siyaset ve ticarette bu kadar öne çıktığı bir zaman diliminde dahi, halkın 2.6 milyonu tarikat ve cemaatle irtibatlı haldeyse bu, tarikat ve cemaatlerin toplumsal bünyeye ne kadar yabancı olduğunu gösterir. Bakın, Türkiye’de doğrudan doğruya parti kuran tarikatlar oldu. Haydar Baş’ın Türkiye Partisi, ya da tutunamadı ama İskenderpaşa cemaatinin Sağduyu Partisi gibi… Ama bugün AKP aslında Türkiye’deki cemaat ve tarikatların koalisyonu şeklindedir. Zamanında buna eklemlenmiş başka kesimler de oldu, liberaller ve soldan bazı isimler vitrin için kullanılmıştır. Bugün din devlet ilişkisi açısından, artık siyasi iktidar halka, devlete yurttaş olmak yerine dine mümin olmak kavramını ulaştırmaya çalışıyor. Yani yurttaşlık yerine müminlik kavramı öne çıkıyor.

“Türkiye’de iyi ki sol düşünce var”
»Toplumu keskin hatlarla bölen strateji bu…
Evet. Allah’ın dini, devletin dini haline getirildi. Devlet de Allah yerine konuldu. Devlet adamları da Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi algılanmaya başlandı. Şimdi bazı çevrelerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi algılanıyor, sorgulanamaz, eleştirilemez. Eleştiren de cezalandırılmak isteniyor. Zaten bu nedenle Cumhurbaşkanı’na hakaret nedeniyle hakkında cezai işlem başlatılanların sayısı tarihte hiç olmadığı kadar fazla. Cumhurbaşkanı, Allah’ın gölgesidir onu eleştirmek Allah’a yönelik eleştiridir diyorlar. Ben muhafazakar dindar kesimden geliyorum ama bugün ulaştığım noktada, Türkiye’de iyi ki sol ve sosyalist düşünce var diyorum. Dinin temel değerleri açısından baktığımda, kendisini sol olarak niteleyen insanların daha ahlaklı, dürüst ve daha tutarlı olduklarını görüyorum.
***
İslam’ı güncelleyecek olan alimlerdir
»İslam’ı güncelleme meselesi konuşuluyor ama güncelleyecek olan kim, kime işaret ediliyor?

Kuran dinin güncellenmesi gerektiğini de, kimin güncelleyeceğini de söylüyor. Raad suresi 38. Ayet: “her zamanın bir hükmü vardır.” Yunus suresinde bir ayet: “aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar”. Bu ve başka ayetler zaten İslam’ın güncellenmesi gerektiği yorumu ortada. Bunu kim yapacak: Ali İmran suresinde bir ayet: “Kuran’ın yorumunu ancak Allah bilir ve ilimde derinleşmiş olan alimler bilir”. O zaman demek ki güncelleme işini, ilimde derinleşmiş alimler yapacak.

                                                                  ***
Tarikat ve cemaatler için artık ortak düşman yok
»Tarikatlar ve cemaatler arasında çatışmacı söylemler hız kazanıyor. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün cemaat ve tarikatlar, dini manevi bir oluşum olmaktan çok ticari oluşum şeklinde yaşıyor. Büyük holdinglere, şirketlere, televizyon kanallarına sahipler. Bu tarikat ve cemaatlere mensup kitlenin büyük bir çoğunluğu yoksul olsa da önder kadrosu çok zengin bir hayat yaşıyor. Bu da aslında toplumdaki sınıfsal ayrılıklarını derinleştiren ve daha acıklı hale getiren bir görüntü sunuyor. Bugün, Gülen cemaatinin tasfiyesinden sonra açılan büyük alanda yer kapma mücadelesi devam ediyor. Tarikat ve cemaatler yarış içindeler. Birbirleriyle ilişkileri de geçmişe göre daha çatışmalı. Geçmişte birbirlerinden pek hazzetmeseler de açıkça bir çatışma içine girmiyorlardı çünkü karşılarında bir “ortak düşman” vardı: Laik Kemalist sistem. Şimdi bu sistemin yıkıldığını vehmediyorlar. Artık birbirimizle olan ilişkilerde de çatışmalı bir döneme girebiliriz, rakibimizi zayıf noktalarından vurabiliriz gibi bir yaklaşıma yöneldiler ve bunun tezahurunu görüyoruz.

MELTEM YILMAZ / BİRGÜN

Çok yorgunuz, bizi bekletme Kaptan! - TAYFUN ATAY

31 Ekim 2016 Pazartesi sabahı okula, derse, öğrencilere gitmek üzere ailecek telaş içinde hazırlanırken sanırım 7-7.30 arası eşimin telefonu çaldı. Arayan yakın bir arkadaşıydı ve telefonun öbür ucundan gelen sorulara eşimin verdiği heyecanlı karşılıklara kulak misafiri oluyordum. Birden kocaman bir “NEE” ünlemesiyle sarsıldım. Belli ki kötü, belki “ölümlü” bir haberdi! Ardından onun “Ne diyorsun yaa!” diye devam eden tepkisiyle birlikte, bir kulağında telefon bana dönerek “Cumhuriyet’e operasyon yapıyorlarmış” sözüyle dondum kaldım.

Hemen televizyona ve telefonlara daldık. Ekranda gözaltına alınan arkadaşlarımı izliyor, bir yandan da gazeteden birilerine telefonla ulaşmaya çalışıyordum. 
Tabii bunları yaparken kulağımız da endişe içinde kapıdaydı!.. 
Eşim, kızım ve ben, korkunç bir kilitlenme içine girdik o sabah. Ne yapacağımızı düşünemiyor, ne olacağımızı bekliyorduk sadece. 
Bir yandan da ders saati yaklaşıyordu!..

Nihayet gazeteden Bülent’e (Özdoğan) ulaşabildim, o, gazeteye doğru yola çıkmışken... Televizyonda aktarılanlardan hareketle Vakıf Yönetim Kurulu’na yönelik bir operasyon mu gibisinden bir şeyler sordum ona... “Yok Hocam, teröre yardımla suçluyorlar bizi” dedi. 
“Hangi teröre Bülent” dediğimde de “Muhtelif, Hocam” diye cevap aldım.
Evet, “muhtelif”ti: FETÖ, PKK, DHKP-C, hepsini kafamızdan aşağı boca etmişlerdi. Haber, bilgi, analiz; yani dürüst, bağımsız, demokratik gazetecilik adına yaptığımız her şey, “teröre yardım” diye, hukukun yüzünü karartacak bir iddianame içinde önümüze sürülmüştü. 
Arkadaşlarımızı topladılar, götürdüler. 

Biz, ailecek hayatımızın en dehşet dolu anlarını yaşadık. Bekledik, gelen giden olmadı, gittik, dersimize girdik, acıyı, kaygıyı, öfkeyi bastırarak...
Derse ara verdim, odama girdim, haberlere baktım, gün ortasına doğru Kadri’yi de (Gürsel) aldıklarını öğrendim. 
Demek bitmemişti!.. 
Tekrar derse girdim, tekrar çıktım, haberlere baktım, öğleden sonra tekrar derse girdim, çıktım... Ve saat 16.00 civarı derslerimi tamamlayıp gazetenin yolunu tuttum. Öğrencilerden sonra şimdi okura karşı sorumluluğu yerine getirme vaktiydi. Şişli’deki binaya akın edenleri sakinleştirmek ve desteklerine teşekkür için...

Böyle başladı her şey ve özgürlük, aydınlık, demokrasi adına bir “kara delik”ten geçercesine neredeyse bir buçuk yılımız (içerde- dışarda olmak fark etmeksizin) koparılıp alındı bizden... 

Şimdi nereye vardık? 

Suç adına kanıt diye ortaya atılan traji-komik safsatalar; hukuk adına skandal belgeler; utanç verici, mide kaldırmaz tanıklıklar... Ve onların yanında tarihe altın harflerle geçecek muhteşem savunmalarla ayrımsanacak bir mahkeme süreci. 

Ya sonuç? 

Cumhuriyet, bir büyük şairin dizesiyle, “Yüzünde bin analık memelerin akı” ile ve bir diğer büyük şairin dizesiyle de “Yeniden mihenge vurdum inandığım şeyleri; çoğu katıksız çıktı çok şükür” dercesine, uğradığı esareti insanlık onuruna katık etmiş halde, “1 eksik”le başı dimdik karşınızda!.. 

“Kaptan”, hâlâ içerde; “Sizi biraz daha misafir edelim, malûm, gemiyi en son kaptan terk eder” denilerek!.. 

Tabii “teşbih”te ciddi hatalar olsa da “Kaptan” benzetmesini Akın Atalay’a kondurma “feraseti”nden dolayı mahkeme başkanını kutlamak gerek!.. 

“Kaptan Akın Atalay”, Cumhuriyet’e operasyonla gazete çalışanları gözaltına alınıp sonra da tutuklandığında yurtdışındaydı. Onun hakkında da gözaltı kararı vardı ve başına gelecekler belliydi. Kendisi deneyimli, yetkin bir hukukçu olarak ne olacağını gayet iyi biliyordu. Buna rağmen aslanlar gibi döndü geldi! Kendisiyle görüşen herkese de “Ben önce arkadaşlarımı çıkaracağım bu karanlıktan, benim için sonrası Allah kerim” dedi. 

Öyle de oldu! Geçtiğimiz cuma, Murat ve Ahmet’in tahliyesiyle hepimiz buruk, eksik ve “kanayan” bir sevinç yaşarken o, “Beni sakın merak etmeyin” diyerek zindana dönerken hepimizden daha ferah, huzurlu, mutlu idi!.. 

Hâkim Bey, adeta ortada suç-muç kalmadığını “zımnen” ifade edercesine diyor ki: “Sizi biraz daha misafir edelim, malûm, gemiyi en son kaptan terk eder.” 
“Batan gemi” ne peki? Akın’ın gemisi Cumhuriyet ve Akın zaten şu anda o “gemi”de değil... 

Dolayısıyla bir “lapsus” gibi sarf edilmiş bu sözlerde “gemi” olarak ilk akla gelen, bazılarının yazdığı üzere “Silivri”... Ama ben bunu daha geniş ölçekte, kendisiyle birlikte tüm ülkeyi, “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete”dercesine felakete götüren  “iktidar gemisi” olarak telakki etmekten yanayım. 

Akın, aslında bir “felaket gemisi”ni arkadaşlarını “tahliye” ettikten sonra en son terk edeceği kadar, bu memleket için hâlâ bir umut, bir çıkış, bir selamet olan kendi gemisine de en son binecek olan kaptan!.. 

Yine de acelesi yok! Şimdi herkesi dışarı çıkarmış olmanın huzuru içinde, yalnızlığıyla zengin, kafasını dinliyor büyük ihtimal!..

Mahkemelerde hep mahcubiyetle fark ettik; biz dışarıda dimdik ayakta kalmaya devam ederken yine de zaman zaman yorgun hissetsek de o, içeride her daim zinde, dinamik ve güçlüydü. Hâlâ da öyledir kuşkusuz... 

Ama artık yeter! Yine şiire sığınıp Nâzım’ın, “Çok yorgunum, beni beklemekaptan”  dizesini aşkla çarpıtma pahasına seslenelim ona: Çok yorgunuz, bizi bekletme Kaptan!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Selçuk Kardeşler ve Hacı Bektaş-Ayşe Emel Mesci

Türkiye Cumhuriyeti açısından en kritik yıllardan biri, belki de birincisi 1919’dur. Çünkü Milli Mücadele o yılın içinde şekillenmiş, bu mücadelenin yıkılmakta olan bir imparatorluğun ve neredeyse 8 yıldır sürekli savaşmaktan bitap düşmüş bir toplumun bünyesinde hangi güçlere dayanarak ayakta kalabileceği, sonra da muzaffer olabileceği, Mustafa Kemal’in 1919’da izlediği güzergâhta ifadesini bulmuştur. 
Nedense çok fazla dile getirilmez, yeterince bilinmez, ama bu güzergâhın en önemli duraklarından biri Gazi’nin 22 Aralık’ta gerçekleştirdiği Hacı Bektaş ziyaretidir. Bu ziyarette Çelebi Cemalettin Efendi ve Salih Niyazi Baba ile görüşür. Onların o güne kadar “sultan-halife” hükümetinin tüm baskılarına karşın Milli Mücadele’den yana aldıkları tavır, bu ziyaretle en açık ve net ifadesine kavuşur: Alevi-Bektaşi dergâhları artık birer Kuvayı Milliye ocağı haline gelir.

Tarihten bugüne 
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan / Halka müderris olsa hakikatte asidir” (Yunus Emre) diyerek, Anadolu denen coğrafyanın harcına 1200’lerden itibaren nefesini katan Batıni tasavvuf ehli, Cumhuriyetin kuruluşunda da yerini almıştır.
Üstelik Anadolu yolculuğunun başından itibaren, sanatı ibadetle, mizahı ve eleştiriyi inançla birleştirmeyi, bu özellikleriyle sadece Anadolu’da değil, Balkanlar’da da “yetmiş iki millet”in gönlünü fethetmeyi başarmış bir yoldur izledikleri.
2005 yılında İlhan Selçuk ve başka arkadaşlarla birlikte bir yemekte buluşmuştuk. İlhan Selçuk kurucularından olduğu Hacı Bektaş Festivali’nden yeni dönmüştü ve çok sevinçliydi. Kendisi ve ağabeyi Turhan Selçuk için Hacı Bektaş’tan mezar yeri almışlardı, ona seviniyordu. 

İki kardeşi peşpeşe Hacı Bektaş’a uğurlayalı 8 yıl oldu. Turhan Selçuk 11 Mart’ta, İlhan Selçuk 21 Haziran’da aramızdan ayrılıp Hacı Bektaş toprağına karıştılar. “Bilge insan kaç yüzyıl önce dile geldi: ‘Enelhak’ dedi. Söyleyenin derisini yüzdüler, ama bir söz bir kez söylendi mi dünya değişir; artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz” diyen İlhan Selçuk da; unutulmaz karikatürleri ve çizgi roman kahramanlarıyla, mizah ve sanat tarihinde silinmez bir iz bırakan Turhan Selçuk da doğru topraktalar bence...

Osmanlı tokadının gerçek muhatapları 
Mustafa Kemal’in Hacıbektaş’ı ziyaret etmesinden çok kısa bir süre sonra, Kuva-yı Milliye güçlerinin ve Ankara’da kurulan genç hükümetin karşısındaki yakın tehlikenin “Hilafet Ordusu” olduğu ortaya çıkacaktı. Kuva-yı Milliyeciler ancak bu iç düşmanı yendikten sonra, Kurtuluş Savaşı rayına oturabildi. 
Turhan Selçuk mizah ve çizgi dünyamıza “şaheser” bir kahraman bıraktı: Abdülcanbaz... Onun sayesinde İstanbul sokakları müstemlekecilere “hem geniş hem dar” oluyor, onun sayesinde dünyanın, hatta uzayın her noktasındaki zalimler, çektirdikleri zulmün hesabını veriyor, onun meşhur “Osmanlı tokadı”nı yiyip “yer ile yeksan” oluyorlardı. 
Tam 8 yıl önce bugün (11 Mart) yitirdik seni, ama hep bizimlesin Turhan Selçuk, sana selam olsun; Abdülcanbaz’ın “Osmanlı tokadı” da asıl muhataplarının, “Gözlüklü Sami”lerin kulağına küpe olsun... “Milli Mücadele”ler önce “Gözlüklü Sami”leri alt ederek başarıya ulaşır, her zaman, her yerde...


*

Sevgili Ahmet Şık ve Murat Sabuncu sonunda özgürlüklerine kavuştular, daha doğrusu kapalı cezaevinden yarı açık cezaevine nakledildiler, darısı 16 Mart’ta Akın Atalay’ın başına...

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Korkular, yadsımalar - ERGİN YILDIZOĞLU

Seçimlere giden yolda ülkeyi çok ağır sorunlar bekliyor. İktidar da, muhalefet de bu sorunları aşabilmek için büyük riskleri göze almak zorunda kalacaklarının bilincinde; tedirginlik giderek korkuya dönüşüyor.

Rıza alanı daralıyor 
OHAL, YSK vesayeti altında yapılan, mühürsüz oylarla kirlenen anayasa referandumunun sonuçları, AKP liderliğindeki siyasal İslamın, toplumun, rızasını alabildiği kesiminin sınırlarına dayandığını, dahası, bu sınırların gerilemeye başladığını gösterdi. 

AKP seçim kaybederek muhalefete geçtiğinde var olmaya devam edebilecek bir parti değil. Partinin liderliği, seçimler yaklaştıkça kaybetmemek için yapmak zorunda kalacağı (almak zorunda olduğu riskleri) yolsuzlukları düşündükçe tedirgin oluyor. AKP liderliği, bu riskleri azaltmak için “yerli-milli” etiketli bir cephe kurmaya çabalarken, Cumhurbaşkanı da, dinci Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, “ehl-i sünneti bu bid’at asrında müdafaa eden hocalar” olarak tanımladığı kimi tiplerin, “içtihatlarının” yarattığı infiali yatıştırmayı amaçlayan açıklamalar yapıyor. 

Cumhurbaşkanı önce, Kuran’ı, “Tanrı’nın sözü” olduğunu unutup, “15 asır önceki hükümlerle uygulayamazsınız” gerekçesiyle zamana uyarlamaktan söz etti; Prof. Akgündüz’ün, “Haddinizi aşarak şer’î meselelerde fikir beyan etmeyiniz! Zira ne müçtehid ve ne de fıkıhçısınız!” uyarısından sonra “haddimize mi düşmüş” açıklamasıyla bir “U” dönüşü yaptı. Bu “U dönüş”, iktidarı salt Erdoğan’a bağlayanlar açısından, gücün siyasal İslam içinde, dağılımına ve özelliklerine ilişkin önemli bir uyarı oldu. 

Kadınları, çocukları hedef alan taciz, tecavüz ve cinayetlerin AKP döneminde, bu ülkede daha önce görülmemiş düzeylere çıkmasının toplumda yarattığı gerginliği, AKP liderliği, “Bunları yayımlamayın halkı çıldırtacaksınız”, “Bizdekadına el kalkmaz, siz esas Avrupa’ya bakın” gibi panik kokan açıklamalarla yatıştırmaya çalışıyor. Ancak, liderlik, siyasal İslamın ideolojisinin “sert çekirdeğindeki”, kadın, çocuk, cinsellik anlayışlarını yadsımaya (unutturmaya) çalıştıkça, bu anlayışlar kendilerini hareketin iktidar noktalarındadeğer verilen ağızlardan, tekrar tekrar ortaya koyuyor.
Muhalefetin yadsıdığı... 

Ana muhalefet partisi CHP, bu haliyle önümüzdeki seçimleri kazanamayacağını biliyor. Ancak bu durumu değiştirmek için gereken riskleri alamadığından, söylemini bu gerçeği yadsıyarak kurmaya çalışıyor. Geçen hafta bu durum, kendini Saadet Partisi (SP) ile AKP arasındaki çelişkiye umut bağlamak biçiminde gösterdi. 
SP, AKP’nin ittifak önerisini kabul etmeyerek demokrasiden, uzlaşmaktan söz edince, büyük ilgi çekti. Birilerinin aklına da Bernie Sanders geldi, Ekmeleddin taktiği anımsandı, Gül umudu canlandı. Rivayete göre, SP “her iki mahalleye” de konuşabiliyordu; muhalefet siyasal İslamın iç çelişkilerinden yararlanmalıydı, SP’yi de kapsayabilecek geniş bir demokrasi cephesi kurmalıydı

Ancak gerçek şu ki, SP’nin demokrasi aşkı, uzlaşmacı yaklaşımı, onun ne tözüyle ne de özüyle uyumludur. Shadi Hamid’in, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da, siyasal İslam üzerine yaptığı kapsamlı çalışmaların da doğruladığı gibi, bu, muhalefetteyken cepheyi genişletmek, “karşı mahallenin” tepkisini çekmemek için benimsenen (2000’li yıllarda AKP’yi anımsayınız), iktidara yakınlaştıkça terk edilen bir yaklaşımdır. 
Dahası, AKP / siyasal İslamın medya üzerindeki hâkimiyetinden dolayımuhalefetin sesini “karşı mahalleye” salt konuşarak ulaştırma şansı da sıfıra yakındır. Bu engel, ancak, o da belki, sözü, yandaş medyanın görmezden gelemeyeceği çapta ve içerikte etkinliklerle birleştirerek aşılabilir. 

AKP, seçimlerin sonuçlarını belirleyecek yasal, idari, kurumsal, teknolojik önlemleri çoktan almış, seçimleri muhalefet açısından işlevsizleştirmiştir. Bu yüzden ilk elde atılacak adımlar, bu seçimler karşısında alınması gereken tavra ilişkin olmalıdır. Bu olağanüstü durum yok sayılarak yapılan hesapların, AKP ve siyasal İslamın iktidarına destek vermekten başka bir işlevi olmayacaktır.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

11 Mart 2018 Pazar

Gerçek ittifak, doğal müttefik! - Mine G. Kırıkkanat

Ahmet Şık ve Murat Sabuncu’nun bu sabah evlerinde uyandıklarını, sofraya sevdikleriyle oturduklarını düşünmek, çok güzel bir duygu. Adalet yerini bulmadı, ama hiç olmazsa yeniden aramızdalar. 
Bu sabah hava daha hafif, soluk almak daha kolay. 
Hoş geldiniz, geçmiş olsun, bir daha olmasın arkadaşlar!

***

İran’daki din devleti zamanını doldurdu ve molla rejiminin kısa, orta ya da uzun vadede kaçınılmaz sona yaklaştığı, artık belli. 
Mollaların iktidara gelişini, komünistler başta Şah’ı devirmek için kendilerine el veren ve şeriatı kabullenmeyenleri idam, hapis ve işkenceyle yok ettikleri tarihi bizzat yaşadım. 
Sonlarını da görecek kadar yaşamak istiyorum! 
Çünkü İran, şeriatçı devrimini Müslüman ülkelerin hepsine ihraç etmeye kalktı.
Büyük ölçüde başardı da... 
İran’ın Ortadoğu ülkelerinde ve Türkiye’de kurup beslediği Hizbullah örgütleri 1980’lerden 2000’li yıllara kadar gerek bizim yurdumuzda, gerekse dünyanın dört bir yanında “ameliyat” adını verdikleri suikastlarla binlerce kişiyi öldürdüler. Cinayet şebekeleri, yurdumuzda Hizbullahiler ve Kürt Hizbullahiler olarak yapılanmıştı.

***

7 Haziran 1995’te Ankara’da ölümcül bir suikasttan şans eseri kurtulan Yuda Yürüm’ün havaya uçan arabasına yerleştirilen bomba düzeneği; aynı yıl 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun hayatına mal olan suikasttaki düzeneğin eşiydi: C4 patlayıcı, hoparlör mıknatısı, misina, pil, mandal... 
Sivil Örümceğin Ağında” gibi pek çok değerli araştırma ve inceleme kitabının yazarı Mustafa Yıldırım, Hizbullahilerin tüm dünyada işlediği cinayetlerin izini sürdü. Türkiye’deki suikast eylemlerinin tarihçesini çıkardı, Zifiri Karanlıkta* ana başlığı altında iki cilt olarak yayımladı. 
Bu çok önemli bilgi kaynağı kitaptan bazı alıntıları sizinle paylaşmak isterim:

***
İran yönetimi, tıpkı 1996’da RP hükümeti kurulduğunda yaptığı gibi, (AKP’li) İslam inkılapçılarının zaferini coşkuyla, heyecanla karşıladı. Türkiye’de laik rejimin, Türk ulusal devletinin yıkıma sürüklenmesi için silahlı silahsız tüm eylemleriyle Cumhuriyetçi direnişi yıldırmışlardı. Mollalar, İslamcıların ülkemizde bin yıldır ulaşamadıkları erki elde etmeleriyle derin bir soluk aldılar. 
İkili ilişkilerdeki gerginlik hep geçiciydi. İran, AKP hükümetini destekledi. Dayanışmanın en tipik örneği, İran ordusunun desteğiydi. İstanbul Gezi Parkı’nda başlayan eylem hükümete karşı genel halk hareketine dönüşünce,İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Hasan Firuzabadi, diplomatik dili bir yana bırakıp: “Türkiye’nin Müslüman halkı liderlerini desteklemeli ve aynı şekilde Mısır’daki devrimci Müslüman kardeşlerimiz de devrimci liderleri Muhammed Mursi’nin arkasında durmalı demişti.

***

AKP hükümeti birinci yılını dolduruyordu. İslamcı örgütlere karşı sürdürülen operasyonların duracağına dair ilk işaret, Diyarbakır’dan geldi. Kürt Hizbullahileri izleyen, yakalayan örgütün arşivlerini ele geçiren ekip; 24 Ocak 2001’de Gaffar Okan ve arkadaşlarının katlinden sonra sıkı çalışarak art arda baskınlarla örgütü çökertiyordu. 4 Aralık 2003’te Atilla Çınar yönetimindeki ekip Bağlar semtinde bir örgüt evini bastı. Çatışma çıktı. İki kişi öldü. 
Bu baskın, Atilla Çınar ve ekibinin son işi oldu. Dört gün sonra gazetecilerle görüşen Çınar, bir gazetecinin sorusu üzerine sitem dolu bir sesle: “Hizbullah’ın bittiğini söylemek büyük gaflettir!” diyordu 
Gaffar Okan’ın ardından Hizbullahilerin peşine düşen Emniyet Müdürü Atilla Çınar, Diyarbakır’daki görevinden alınarak ‘tenzil-i rütbe’ sayılacak biçimde Tokat’a atandı.

***

Operasyonların sonu gelmişti, sonrasındaki mahkemeler daha da ilginçti. Gaffar Okan’ı öldürenlerin çoğu yakalanmıştı. Ama bir bölümü, Yargıtay’ın ‘ömür boyu olmalı’ itirazına rağmen 10’ar yıl hapis cezasıyla kurtuldular. 
Kürt Hizbullahilerin ana davasında yerel mahkeme, binlerce sayfalık dosyaları süre aşımına 65 gün kala Yargıtay’a gönderdi. Ve Kürt Hizbullahilerin askeri kanat sorumluları, üst düzey yöneticileri, Hüseyin Velioğlu’yla birlikte karargâh evde polisle çatışanlar Ocak 2011’de hapisten çıktılar; coşkulu gösterilerle karşılandılar. Sonuç gösteriyordu ki örgütün İmamı Hüseyin Velioğlu çatışmada ölmeseydi, onlar gibi serbest kalacaktı. Sanıkların bazılarının İran’a kaçtığı söylendi. Bazıları da Avrupa ülkelerine sığındı...* * Mustafa Yıldırım, Zifiri Karanlıkta 2 /Ulus Dağı Yayınları, 2017

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Doğu Akdeniz’de enerji satrancı… - KEMAL ULUSALER

Doğalgaz varlığı tespit edildiğinden bu yana günbegün ısınan Doğu Akdeniz’den yeni çatışma sinyalleri geliyor. 9 Şubat’ta İtalyan ENİ Firması’nın sondaj gemisi Saipem 12000’i bölgeye sokmayan Türk savaş gemileri fiili durum yarattı. TSK, 6 Şubat’ta bölgede bir askeri tatbikat yapacağını ve bunun 22 Şubat’a kadar süreceğini duyurdu. Bu duyuru kapsamında 9 Şubat’taki olay gündeme geldi. Daha sonra tatbikat durumunun 10 Mart’a kadar uzatıldığı beyan edildi. Saipem 12000 bir süre siyasi kanalın açılmasını bekledi, ancak bu bekleyiş günlük 930 bin TL.’ye mal oluyordu ki bu da geri çekilmeyi beraberinde getirdi.


Türkiye ile Kıbrıs arasına yaşanan bu gerilime aynı günlerde İsrail ile Lübnan gerilimi eklendi. Lübnan’ın İsrail ile sorun yaşadığı bölgede arama ruhsatı vermesi üzerine zaten var olan gerilim daha da arttı.

Tepkiler
Türkiye’nin Saipem12000’i durdurmasına anında tepkiler geldi. İlk tepki birer AB ülkesi olarak Kıbrıs ve Yunanistan’dan geldi. AB Komisyon Başkanı Jean Claude Juncker, “Bölgede gerilimi arttıran her hareket ve söylemi tasvip etmiyoruz” açıklamasında bulundu. Yine AB Konsey Başkanı Donald Tusk Ankara’yı ”Kıbrıs’ın toprak egemenliğine saygılı olamaya “ çağırırken Kıbrıs’ın AB hukuku ve uluslararası hukuk çerçevesinde kendi doğal zenginliklerini araştırıp işletme hakkı olduğunu da vurguladı. Diğer yandan Kıbrıs BM Daimi Temsilcisi Kornilios Korniliu’da BM Siyasi Konular Sorumlusu Jeffery Feltman ve Genel Sekreterlik Ofisi Başkanı Maria Luiza Vioti ile görüşerek konuyu BM gündemine taşıdı. 

ABD, Almanya ve Fransa Kıbrıs’a destek mesajları verirken İtalyanlar şimdilik beklemeyi tercih ediyor. Rusya ise sözcü Zaharova ile Ada’da bir an önce çözüme gidilmesi çağrısında bulundu.
Bütün bu tepkilerden de görüleceği üzere Türkiye’ye yine yalnızları oynamakta. Katar bile Exxon Mobil ile ortaklık kurup Kıbrıs’ta yeni lisans anlaşmaları peşinde.

Doğalgaz açısından 3.Bölge çok mu önemli?
Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölge olarak adlandırdığı güney ve doğu kesiminde ayrılmış 13 bölge bulunmakta. Bu bölgelerin kimi İtalyan ENİ ile Fransız TOTAL Firmalarına lisanslanmış durumda ( 3. Bölgede bunlardan biri). Bazıları için de Exxon Mobil ve Qatar Petroleum devrede. Afrodit olarak adlandırılan bölgede doğalgaz varlığı tespit edildi diğerlerinde de aramalar devam ediyor. Arama çalışmaları yapılabilecek 11 bölge dururken neden ihtilaflı olan birkaç bölgeden biri olan 3.Bölge’de arama başlatıldı?

Siyasi arenada rakipleri yalnızlaştırmak, zor duruma sokup sıkıştırmak ve gelecekte masaya eli kuvvetli oturmak üzere pek çok atraksiyon gerçekleştirilir. Dolayısıyla 26 Mart’ta Varna’da yapılacak Türkiye AB görüşmelerinin iptali olmadı Türkiye ile ilişkilerin Kıbrıs konusu nedeniyle dondurulması bu atraksiyonlardan biri gibi görünmekte.

Kıbrıs doğalgaz faaliyetlerini tam gaz sürdürüyor
Eski Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ve eski Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın konuyla ilgili bir anlaşmaya varıldığı söylemi mevcut. Anlaşma, deniz bölgesi, kıta sahanlığı ve MEB ile ilgili kararların federe hükümet sonrası birleşme sonrası ele alınmasını önermişti. Bu, son tur müzakerelerde de doğrulandığı ve Türk tarafı tarafından tartışılmadığı iddiası da var. Bunun üzerine Kıbrıs Hükümeti, hidrokarbon gelirlerini “mevcut ve gelecek nesillerin tüm Kıbrıslıların çıkarlarını güvenceye almak” için Norveç egemen fonu gibi bir fon yaratılmasını öngören bir tasarıyı parlamentoya sundu.


Diğer yandan doğalgaz arama ve çıkartma faaliyetlerini de bütün hızıyla sürdürmekte. İtalyan ENİ ve Fransız TOTAL dışında Exxon Mobil ile yapılan anlaşma gereği 10. parselde doğalgaz sondajı için keşif yapmak üzere Exxon tarafından kiralanan Ocean Investigator ve Med Surveyor adlı iki geminin bölgeye geldiği biliniyor.

Ayrıca çıkacak olan gazın pazarlanması konusunda İsrail ve Mısır ile görüşmeler sürmekte. Mısır ile yapılan anlaşmalar Türk hükümetini bir hayli kızdırdı. Çavuşoğlu, 4 Şubat’ta yayımlanan bir mülakatta Mısır ve Kıbrıs arasında Aralık 2013’te imzalanan ve iki ülkenin doğu Akdeniz’deki münhasıran ekonomik bölgeleri (MEB) arasında kalan hatta hidrokarbon arama çalışmalarının ortaklaşa yürütülmesini öngören anlaşmanın “yok hükmünde” olduğunu söylüyor ve “Anlaşmanın Türkiye’nin kıta sahanlığını ihlal ettiğini açıkça beyan ettik.” diyordu. Buna karşılık Mısır Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ahmed Ebu Zeid ise, 7 Şubat’ta yaptığı açıklamada Mısır’la Kıbrıs arasında deniz sınırını belirleyen anlaşmaya itiraz edilmesine tepki gösterdi. Sözcü, Mısır’ın buradaki egemenlik haklarının ihlaline karşı uyarıda bulundu, bu yöndeki girişimlerin kabul edilmez olduğunu ve bunlara karşı konulacağını vurguladı.

Sıcak çatışma ve barış ihtimali…
Suriye’nin kuzeyinde Türkiye ile ABD arasında bir sıcak çatışma olasılığından söz edilirken benzer bir durum Akdeniz içinde söz konusu olabilir mi? Kıbrıs Postası’nda konuyu gündeme taşıyan Prof. Dr. Ata Atun, Exxon gemilerinin çalışmalarına başlayacağını ve mesainin 6. Filo’nun Doğu Akdeniz’e geldiği tarihle çakıştığını iddia etti. ABD’nin gerçekte vermek istediği mesajın “Rumların tek yanlı MEB ilanını ve bu bölge üzerindeki egemenlik haklarını tanımak” olduğunu savunan yazar, 6. Filo’ya ait gemilerin bölgede bulunma gerekçesinin “Suriye’ye olası müdahale” gibi görünse de gerçekte Exxon’un gemilerine “muhafızlık etmek ve olası bir Türk müdahalesine mani olmakla” görevli olduklarını öne sürdü. Ayrıca Fransız gemilerinin de TOTAL’den dolayı bölgede olduğu biliniyor…


Enerjiden kaynaklanan zenginliğin paylaşımı şu an için anlaşmadan çok çatışmaya götürdüğü açık. Enerjinin yer kürede genellikle çatışmalara neden olduğu gerçeği ortada olmasına rağmen ben Kıbrıs özelinde hala barışı getireceğine inanmaktayım. Nedense Kıbrıslıların sorunlarını kendi iradeleri ile çözeceğine inanmışım bir kere. Zamanına gelince; Ana vatan / yavru vatan söyleminin bittiği gün çözüm günüdür derim.

KEMAL ULUSALER / BİRGÜN

Otobüsün kapılarını kim kilitledi? - UĞUR KUTAY

Adam otobüse biner binmez burnu harekete geçiyor, kendi kokusuyla işaretlediği bölgeye giren yabancının kokusunu tanımlamaya çalışan bir hayvan gibi burun kanatlarını geniş geniş açarak otobüsteki farklı kokunun kaynağını arıyor. Burun gözleri yönlendiriyor, adam en ön koltukta oturan kadının saçlarını ve tepesine tutturulmuş tokayı görüyor.

Türkiye sinemasının en özel yönetmenlerinden Bilge Olgaç’ın 1986 yapımı filmi Üç Halka Yirmibeş’te Hakan Balamir’in canlandırdığı Sakin karakteri bu müthiş açılış sahnesinde yalnız değil; tamamı erkek olan yolcular kendilerini en ilkel dürtülerinin kontrolüne bırakmış, çiftleşme dansına hazırlanan testosteron depoları gibi ön koltuktan gözlerini alamıyor.
Uygarlık tarihi bir yandan da dürtüleri kontrol altına almanın tarihidir. Dürtüleri yok etmeyiz -istesek de edemeyiz zaten, aksi takdirde tür olarak yok olurduk- ancak öznesi olduğumuz toplumsal yaşamı insanın fiziksel ve zihinsel evrimine uygun biçimde geliştirebilmek, toplumu oluşturan tüm bireyler için eşit ve adil yaşam koşulları oluşturabilmek için uğraşırken onları ‘insani’ olana dönüştürür, ehlileştirir, estetize ederiz. Sanatsal yapıtlardan spor etkinliklerine, kulağımıza çalınan güzel melodiden rengarenk bir bahçe düzenlemesine kadar her şey bunun sonucudur. Uygarlaşma sürecinin kesintiye uğradığı anların ürünüyse tacizciler, tecavüzcüler, kadına haddini bildirirken annesinin diz kapağından tahrik olan dinciler, havadaki kadın parfümü kokusunu tıpkı aç kurtlar gibi takip eden Sakin’lerdir.

Filmografisi başta erkeklik algısı olmak üzere Türkiye’nin önemli sorunlarını tartışmak üzerine kurulu yönetmen Bilge Olgaç kadın olduğu için değil, Yeşilçam diye bilinen o puslu erkek coğrafyasının üretim kodlarından sıyrılmış hikayeler anlatmayı başardığı için özeldir. En maço olmaya aday öykü bile Olgaç’ın sinemasında bir maçoluk araştırmasına ve eleştirisine döner. Mesela tamamı bir cezaevindeki erkek mahkumlar arasında geçen 1971 yapımı Linç‘te erkeklik kültürünün kuruluşunu, yıkılışını ve yeniden kuruluşunu izleriz. Koğuş ağası Fethi’nin kafasını kızdıran adama verdiği ceza bıyıklarını -en görünür erkeklik sembolünü- koparmaktır. Bıyıklar üzerinden işleyen sembolik kastrasyon, birbirini besleyip dönüştüren falluslar arasındaki güç savaşının gösterenidir: Bu bıyık ve fallus çukurunda, siyasi mahkumlar hariç -ki onlar da aşırı mülayim davranmaktadır- herkes birbirinin kuyusunu kazmaya hazırdır. Film kahraman bir ‘erkek’ olma yolunda ilerlediğini zanneden Arap Kadir’in koğuş arkadaşları tarafından linç edilmesine doğru giden süreci gösterir; başı ve sonu eril şiddetle belirlenen, ölümle zirve noktasına ulaşan bir tür erginleşme ayini...

Otobüse ve yolcularını taşıdığı kasabaya dönelim: Araçtaki erkeklerin istisnasız hepsi aynı şeyi düşünür: “Bu kız kesinlikle fahişedir, baba dediği yanındaki adam da onun pezevengidir.” İnsanlığın uygarlık birikiminden nasipsizler Gülçiçek adlı bu genç kadını anında fantezi nesnesine dönüştürür. Eşraftan Dursun Ali başta olmak üzere kasabanın genç-yaşlı, evli-bekar tüm erkekleri Gülçiçek’ten başka bir şey düşünemez haldedir. Kasabadaki tek sosyalleşme mekanı olan meyhanenin -tabii burada sadece erkekler sosyalleşmektedir!- duvarına bile Gülçiçek’in fotoğrafını asarlar ama fantezileri bir türlü gerçekleşmez.

Filmin doruk sahnelerinden birinde Gülçiçek meyhaneye girer, Dursun Ali’nin masasına oturur: “Neden şaştınız? Otele üç kez gelip, paralar verip, benimle bir gece yatmak için yalvaran Dursun Ali Beyinizin masasına oturmama çok mu şaştınız?

Kasabaya geldiğim günden beri hepiniz beni konuştu, beni istedi, düşlerinizde benimle seviştiniz, benimle yattınız! Ama sonra çekildiniz geriye, çünkü beni yerse Dursun Ali Beyiniz yer! O da yemek için her şeyi yaptı tabii! Aslında ben hepinizi sevdim, ne kadar iyi insanlarsınız oysa… Ama iyilik yetmiyor tabii… Neden yaşadığınızı bir fark etseniz… Fark etseniz ki, şu Dursun Ali gibi ırzı kırıklar parası bol olduğu için böyle…”

Bilge Olgaç’ın toplumsal cinsiyet kodlarını çözümlediği filmde kasaba kasaba dolaşıp bir panayır çadırında babasıyla birlikte halkacılık yapmaktan başka derdi olmayan Gülçiçek’i kimin oynadığını biliyorsunuzdur belki: Geçen hafta TV’de “Erkek çalışsın. Kadın evde çocuklarını büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın” diyen Hülya Avşar...

Dünyanın en hastalıklı namus anlayışına karşı tek başına mücadele eden Gülçiçek’le onu canlandıran oyuncunun karakter ve duruşları arasında dağlar kadar fark olması, Avşar’ın yıllardır neredeyse her lafıyla Gülçiçek’i ve o erkekleri aynı otobüse mahkum etmesi ne acayip değil mi?..

Uğur Kutay / BİRGÜN

Bir ‘Yıldız’ kaydı, peki neden şimdi? - ERK ACARER

15 Temmuz gecesi başlayan selalarla birlikte, ortaya çıkan ilk resim sarıklı, cübbeli, organize kişilerin tekbirlerle yürüyüşüydü. Darbe sonrası devam eden bir aylık nöbetler boyunca, hem Ankara Beştepe’de hem İstanbul’da demokrasi şölenleri, ‘zikir ayinlerine’ dönüştü. Yine aynı gece ‘Suriye artığı’ bazı cihatçılar, ‘devletin polisine yardım için’, silahlarıyla sokaklara indi. Nureddin Yıldız gibi tarikat şeyhleri ise müritleriyle stratejik noktaları tuttu.

Rabia işareti ve bayrak neredeyse ‘yeni devletin’, ‘yeni sembolleri’ oldu. Müslüman Kardeşler kimliğine giydirilen milliyetçilik entarisi şov için uygun yerler seçti. İstanbul Beşiktaş’ta 36’sı emniyet memuru 8’i sivil toplam 44 kişinin hayatını kaybettiği iki ayrı bombalı saldırının ardından Vodafone Arena Stadı’nda bir organizasyon gerçekleştirildi. 22 Aralık 2016 tarihinde, bağış toplamak amacıyla yapılan özel maç öncesinde Kuran tilaveti yapıldı.

Son yıllarda, devletin resmi kuruluşu tarafından verilen gerici fetvalar gündemden düşmedi. Diyanet işi, ‘babayla kız çocuğunun nikah kıyabileceğine yönelik skandal ensest fetvasına kadar vardırdı.

Fakat bir anda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan çıktı ve Sosyal Doku Vakfı Derneği Başkanı Nureddin Yıldız özelinde, açıklamalarıyla tartışma yaratan ‘hocaları’ hedef aldı: “Kadınla ilgili dinimizde kesinlikle yeri olmayan, kendilerine göre içtihatta bulunan kişiler çıkıyorlar. İslamın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar aciz bunlar…”

Erdoğan’ın sözleri, IŞİD’in 20 Ağustos 2016’da gerçekleştirdiği ve 53 kişinin öldüğü Antep ‘düğün saldırısından’ sonra sarfettiği, “Bugüne kadar sabrettik” ifadeleri kadar tuhaftır. Cumhurbaşkanı geçmişten beri asla önceden kurgusu olmayan bir adım atmadı.
Sabırdan ziyade, bir yol arkadaşlığının neden bugün sorgulandığı ile ilgili birçok soru işareti var. Bu soruların cevapları, Ahmet Hakan gibi bazı ‘saf’ ve ‘temiz’ düşünceli gazetecilerin, “Ve Tayyip Erdoğan, Nurettin Yıldız gibilerin fişini çekiverdi” ifadeleri kadar basit değil. Peki varsayımlar nedir, bakalım.

Deniz bitti
Halis Bayancuk kod adlı Ebu Hanzala’nın ‘Tevhid Grubu’ndan Furkan Vakfına, Nur Cemaati’ne, İnsani Yardım Vakfı temsilcilerine (İHH) kadar bir çok yapı ve kişi feryat figan ediyor. Yıldız’ı savunanların başında ise kısa zaman önce benzer bir muameleyle karşılan Akit gazetesi geliyor. Soruşturma açılan programcısı Ahmet Keser, “Sivil öldürecek olsaydık Cihangir, Nişantaşı, Etiler’den başardık” sözleri nedeniyle 4.5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor. İlginç bir nokta var. Akit’e devlet, kaynaklarını eskisi gibi seferber edemiyor. Reklam gelirleri düşük. Para bitti. Tıpkı Akit gibi pek çok tarikata da bundan böyle devlet sponsor olamayacak. Sistem; kendi kaynaklarını yaratıp devlet içinde çark kuramayan, İsmailağa ve Menzil tarikatları dışındakileri sırtında taşıyamayacak.

Halifeliğin ilanı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2019 Başkanlık seçimlerine hazırlanırken, bir yandan da toplumun farklı kesimlerinde gücünü test ediyor. Siyasi iktidar, merdiven altına kadar inen tarikatların kontrollüden çıkmakta olduğunu görüyor. Uzun vadeli bir plan. Dine referansı olan sistemlerde sadece yargı gibi devlet mekanizmalarını kontrol etmek yetmiyor. Toplumsal yapılar da tek elde toplanmalı. Bu tip çıkışlar artacak. Erdoğan dini de tek elde toparlamak istiyor.

Danışıklı dövüş şüphesi
Nurettin Yıldız gerçekte ‘Başkan’ın adamlarından birisi. Toplumun her kesiminde özellikle kadın ve çocuk istismarı konusunda büyük bir tepki var. Bu tepkileri dinden referans alan düzenlemeler ve sonuçları arttırıyor. Sadece seküler kesimler değil mütedeyyinler de rahatsız. İlahiyatçı İhsan Eliaçık tarafından farklı kaynakların taranması ile yapılan sosyolojik araştırma, Türkiye’de ateist ve dinsiz sayısının arttığını gösteriyor. Türkiye, bu sıralamada Arabistan ve Mısır’ın ardından üçüncü sırada yer alıyor. Saadet Partisi’nin ‘demokrat’ çıkışı tam da bu noktalarda AKP’yi endişelendiriyor. Seçime giderken, ‘güncelleme’ ile “İktidar aslında dinden çıkarıyor” imajı silinmek isteniyor.

Daha derin işler
Erdoğan, satrancı iyi oynuyor. Nurettin Yıldız’ın söyledikleri yeni değil. Üstelik, Kuran’ı referans alıyor. Ankara Esonbağa Havalimanı’ndaki zikir ayininin kim tarafından yapıldığı ve neden karşı çıkılmadığı belli değil. Ne var ki; tepkiler çok net: “İyice azıttılar bunlar.” Peki zikire ilk desteği sosyal medyadaki paylaşımlarıyla kim veriyor biliyor musunuz? Aczimendiler. Cumhurbaşkanı, yeni 28 Şubat etkisinden korkuyor ve bunu stratejik bir birimde bertaraf etmek için uğraşıyor.

Batı öyle istiyor
Avrupa, Türkiye’de dibe vuran demokrasinin yanı sıra seküler sistemden kopuştan da rahatsız. Gazetelerde Erdoğan konulu haberlerin çoğu ya Sultan ya da Halife sıfatıyla yayınlanıyor. Başta Brezilyalı çizer Carlos Latuff olmak üzere pek çok karikatürist, Erdoğan’ı çizerken, IŞİD’i çağrıştırır biçimde sarık ya da ‘kanlı kılıç’ simgelerini kullanıyor. Demokrasiye ilişkin kirli pazarlıklar sadece gazeteci ya da aydınlar üzerinden yapılmıyor. Sistemin cilalanması da konuşuluyor.

İkiyüzlülük
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, aslında dahice ‘güncellemeye’ atıfta bulunurken, esas mesele aynı ölçüde toplumun buna ayak uyduramaması. Gazeteci saflığı ya da iyimserliğine kapılmadan önce bazı sorular üzerinde düşünmek şart:
Nurettin Yıldız denilen kişinin fetvaları neden şimdiye kadar görmezden gelindi?
Diyanet, onun fetvalarından eksik ne yaptı?

Şeriatın kestiği parmak, mesele Afrin’de TSK, cihatçılarla ortak operasyonu sürdürürken acımıyor mu?

Erk Acarer / BİRGÜN

10 Mart 2018 Cumartesi

Nurettin'in suçu ne? - AYDEMİR GÜLER

AKP sözcüsü açık söyledi, “kimse bu mesele üstünden 28 Şubat reklamı yapmasın” diye… Herhalde kast ettiği, dinci gericiliğin uç yorumcularının dinci gericiliğe karşı mücadeleyi meşrulaştırması. Hakikaten sorunları budur. 

Gericiliği değil ona karşı mücadeleyi dert ediyorlar. Ne tuhaf; gericilik mücadeleyi boğmak için icat edilmişti. Ama sandıkta durduğu gibi durmuyor, gericilik mücadeleyi körüklüyor.
Bu nedenle AKP’nin derdine deva yok. Nurettin’in ağzını bantlasan, Kadir pırtlar. Onun fişini çeksen, Hayrettin yetişir. Çünkü AKP gericilerin infilak halinin adıdır.


Bakın işte; asansörcünün Erdoğan tarafından kapıya konduğu anlaşıldığı an, devreye Saadet Partisi girdi, Milli Gazete sapığa sahip çıktı. AKP dinciliğe her ayar vermeye kalktığında olacak olan budur. Erdoğan’ın doldurmadığı, doldurmaktan geri durduğu gericilik boşluklarına hemen ya bir başka parti, ya bir tarikat, ya birkaç meczup; ille birileri akacak.

Konunun 28 Şubat günlerini çağrıştıran tek yanı, o zamanlar, şimdi kimi laiklerin ve anti-emperyalistlerin evliya yerine koymaya meylettikleri Erbakan’ın açtığı kapıdan duyan duymayan bütün gericilerin girmiş olmasıdır. Yoksa 28 Şubat müdahalesinin toplumsal bir enerjinin laiklikle buluşmasını önlemeye yaradığı, Cumhuriyeti biçimsel unsurlara angaje edip gericiliğin özünü serbest bıraktığı sabittir. Bakmayın küfrettiklerine; AKP’liler 28 Şubatçılarla kardeştir. Bu yazı da söz konusu kötücül kardeşlik üzerinedir.

Şimdi Erdoğan’a göre gerçek İslam bu değil! Ama ne peki? Onu öğrenemeyeceğiz!
Kadıköy vapurundan inenleri seyredip kızarken mi gerçek Müslümandır arkadaş? Shakespeare’in Müslüman Şeyh Pir’in takma adı olduğunu söylerken Kadir Mısıroğlu gerçek İslam’a uygun mu konuşmuştur, yoksa doğrusu Shakespeare’in gâvur ve deyyus olduğu mudur? Sahi İslam nasıl güncellenecektir? Erdoğan yüzlerce yıl öncenin aynen tekrarlanamayacağını söylediğinde pek mi aklı selim davranmaktadır? İyi de, sünnet denen şey, yeni bir peygamber bulmadan nasıl güncellenebilir?

Konu kadınlar olsun; hadi güncellediniz diyelim: o zaman kadınların hakkının hukukunun olmaması İslam’dan kaynaklanmıyordu; şimdi artık hak da var hukuk da. O nedenle kadın… İyi de hani cinsiyet eşitliğine inanmıyordunuz! Sokakta gülmesinler, gebe haliyle ortalıkta görünmesinler diyenleri de satabilecek misiniz?

Toplumsal yaşamın referansı haline getirilen, bu anlamda siyasallaştırılan din ayar tutmaz. Çünkü kişilerin inanç dünyasında aranmayan, kimsenin kimseye dayatamayacağı bazı kurallar, örneğin tutarlılık, örneğin rasyonalite, örneğin toplumsal yarar, adalet duygusu, temel özgürlükler vardır ki, toplumsal yaşam bunlarsız olmaz. Bu iş de dinle olmaz.
Ekrandan ölüm tehdidi savuran veya keşke Yunan kazansaydı diyen zevzekler Erdoğan ve arkadaşlarının kardeşidir. Fatih Altaylı, daha ilk gün “asansöri tarikatı” diye Nurettin’le dalgasını geçmişti. Ama Fatih kardeş değilse, en uzağından amcaoğlu olur. 8 Mart sabahına dokunaklı reklam filmleri yetiştiren, holdingin giriş kapısında kadın çalışanlarına çiçek sunan kodamanlar ile aynı gün “dünya erkekliği yok etme günü” manşetiyle gazete hazırlayanlar da aynı ailedendir.

Kimi fertleri deliye, kimileri medeniye benzeyebilir, ama memlekette dört saatte bir, bir kadına tecavüz ediliyorsa veya bir günde öldürülen kadın sayısının ikiye dayanmışsa, artık bu tür verilerin yanına bir başkası daha konmalıdır: Türkiye’de kadınların ortalama ücreti erkeklerinkinin üçte ikisinden azdır. Dünyada ilk yirmiye girmiş bir ekonomide işgücünün yarısının dinci gericilikle kuşatılması, irrasyonel bir meczupluk, bir toplumsal çıldırma hali değil, tersine kapitalizm için son derece işlevsel bir uygulama. Nüfusun yarısını böyle esir ettiğinizde, öteki yarısı da teslim alınmış demektir. Üstelik bu ikinciler kendilerini aynı anda zafer de kazanmış sanırlar! Düzenin öğrettiği gibi her şey tahakküm içinse, kendi ezilmişliğini örtmek için, asansörde miyiz camide miyiz boş verip, çoluk çocuk, kedi köpek demeyip önüne gelene tecavüz etmek caizdir!

Bu manyaklık Nurettin’in mi suçudur? 
Öyle olsaydı kendisi için üzülmezdim doğrusu. Lakin olay kapitalizm bağlamında yaşanmaktadır. Kapitalizm denen canavar daha fazla kâra endeksli bir sistemdir. 

Tecavüzcü denen ve içinde bulunduğumuz AKP döneminde yaptıklarını dinle gerekçelendiren sapıklar, basitçe ve açıkça bu sisteme eklemlenmişlerdir.

Aydemir Güler / SOL

İslam’ın huzurunu kim çaldı? - ORHAN GÖKDEMİR

“Huzur İslam'da sloganı çok değil on yıl evveline kadar çok tutulan bir slogandı. Şimdilerde bu slogana öyle pek rastlayamıyoruz. Bu slogan genelde lüks arabaların arka camlarında, iyi tefriş edilmiş evlerde, halinden memnun ticarethanelerde daha çok arzı endam ediyordu. Herkesi huzursuz etmiş olmalı ki bu kör göze parmak cinsinden slogan bıçakla kesilir gibi kesiliverdi.” Saptama, Milli Gazete yazarı Hüseyin Akın’ın. Akın, 2015’te yazmış İslam’da “huzur”un yitirilişini.


1990’lı yıllarda pek modaydı bu motto. Din anayasaya girmiş, din dersi zorunlu olmuş, güvenlik kuvvetlerinin kapısı tarikatlara sonuna kadar açılmıştı. Hatta Fethullahi olmayanın polis olmasına imkân bırakılmamıştı. Devletin toplumu dinselleştirmesi programı dörtnala gidiyordu. O çıkarmaları arabalarının arka camlarına yapıştıranlar ikbalin dinde olduğunu ilk fark edenlerdi. Ama laikliğin uyanma ihtimali vardı, tereddüt sürüyordu. Valilik bir ara “huzur İslam’da” çıkarmalarına ceza yazılacağını duyurdu. Bütün “Huzur İslam’da”lar birkaç gün içinde silindi.

Milli Gazete yazarının İslam’da huzur yetmezliği baş göstermesinin nedenleri hakkında tezleri var. Bunların ekseriyeti huzuru İslam’da arayanların çoğunun ikbal avcısı olduğu yönünde. Teşhisi net: “Huzur İslam’da sloganının aslında bir parola olduğu, bundan maksadın din sayesinde menfaat ve rant elde etmek olduğu anlaşılmış ve bundan hasıl olacak paya başkalarının da dahil olma endişesi baş göstermiştir.”

İşte böyle. Huzuru İslam’da bulanlar huzur arayanların çoğalıp huzurlarını kaçırmasından endişelenmiştir. Rant sınırlıdır, alt sınıflarla bölüşüp değersizleştirmenin anlamı yoktur. Aynı Allah’a inanmak aynı sınıfa dâhil olmayı gerektirmemektedir nasılsa. Herkes yerini bilmelidir…

1990’dan bu yana geçen 30 yılda yaşanan dönüşümün özetidir söylenenler. İslamcılığın gücü ve getirisi arttı bu 30 yılda. Taraftarları zenginleşti, iktidar sahibi oldu. O arada kalender Müslümanlar beyaz takkelerini atıp gitti. “Millete koyucular” doldurdu yerlerini. Müthiş zenginleştiler. Milyonluk makam araçları ile meşhur din adamları türedi mesela. Bebelere tecavüzü, kadınlara dayağı vazeden ilahiyatçılar ranttan kendi paylarını istedi. Dağı taşı, toprağı suyu yağmalayarak ilerliyorlar. Çıplak bir kâr ve kazanma hırsından ibaret ibadetleri. Sarayları, varaklı koltukları ve klozetleri var. Emrindeki güvenlik güçleri haksızlığa isyan edenlerin kollarını bacaklarını kırıyor. İtaat etmeyen kadınları saçlarından sürüklüyor. Bütün yollar, bütün köprüler onların; Mülk onların, para onların. İstediklerini devlete atıyorlar, istemediklerini devletten atıyorlar. “Benim valim, benim polisim, benim hâkimim, benim devletim” kanıksandı sayelerinde. Geçen hafta “benim valilerime” bıyık bırakma emri geldi mesela. Hepsi badem bıyıklı şimdi. Fakat gelin gürün ki huzuru kaçtı İslam’ın.
Dışarıdaki durumu da parlak değil haliyle. “Huzur inancı”nın coğrafyası kan ve gözyaşıyla sulanıyor. Ölen de öldüren de, kanı akan da kan akıtılan da Müslüman. Küçük Asya’dan başlayıp Afrika’nın ortalarına kadar İslamcının elinin dokunduğu her yerde kanlı karanlık bir boğazlaşma kesintisiz sürüyor. O arada cihat için savaştığını söyleyen İslamcının eline silahı, cebine Petro-Dolarları Batılı güçler tutuşturuyor. Elinde “gâvur” silahıyla dehşet saçan İslamcıların şerrinden kaçan Müslümanlar Batıya sığınabilmek için birbirini eziyor. Artık huzur İslam’dan çok uzaklarda…

Sonuç ortada: Bütün iddiaları çöktü, düzenle ne kadar düz oldukları apaçık ortaya çıktı. İnançları ne çalmaya engel, ne zulmetmelerine. Yoksul daha yoksul oldu iktidarlarında, zengin daha zengin. Yetmedi, OHAL ilan ettiler zengine daha rahat verebilmek için. Gelir dağılımı en bozuk ülkelerden birini yarattılar az zamanda. Dehşetli bir dönüşümdür.

                                                                 ***
Bizdeki İslamcılık tarz-ı siyasetinin özgün yanları var elbette. Bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğunun yüzyıla sığan hızlı çöküşüdür. İkincisi, bu çöküşün daha çok İmparatorluğun Avrupa topraklarında gerçekleşmiş olmasıdır. Kısa zamanda bir Balkan imparatorluğu olmaktan çıkıp Küçük Asya’ya sıkışmış sıradan bir devletçiğe dönüştü Osmanlı. Balkanlarda terk ettiği topraklarda Milliyetçi-Hıristiyan devletçikler kuruldu. Yan yana yaşadıkları Müslümanları engel gördüler o rüzgârda. Yurt tutacak Anadolu’dan başka toprak kalmamıştı Müslümanlar için. Milyonlarca insan yaşadıkları topraklardan sürüldü ve Anadolu içlerine doğru sürüklendi. 1822 ile 1922 arasındaki yüz yılda Anadolu topraklarının beşeri coğrafyası bütünüyle alt üst oldu. Beş milyon Müslüman açlıktan ve savaştan öldü, 7 milyonu Balkanlardan Anadolu içlerine göçtü. Fakat kaçıp sığındıkları topraklarda da Hıristiyanlar vardı. Düşman oldular. Böylece kaçkınlar için ilk defa İslam bir kimlik haline dönüşmeye başladı.

Balkan Savaşları bu kırılmayı pekiştiren en önemli olaydır. İmparatorluk Balkanlardaki bütün varlığını birkaç ay içinde kaybetmişti. Anadolu’ya kaçanlar bu son sığınaklarının da ellerinden kayıp gidebileceğini fark etmişti. Küçülmüş ve sıkışmıştık. Türklük ve Müslümanlıktan başka sığınak kalmamıştı. İkisi de küçülmenin ve sıkışmanın ideolojisidir.
                                                                 ***

İmparatorluk parçalanırken ortaya çıktılar. Bir “Osmanlı milleti” yaratmayı hedefleyen Osmanlıcılığın imkânsız bir yol olduğu yükselen milliyetçi dalgadan belliydi. Öyleyse İslamcılık çare olabilirdi. Fakat çare olması umulan İslamcılık, imparatorluğun parçalanıp küçülmesini göze almayı gerektiriyordu. İslamcılık gayrı Müslimlerden vazgeçmek anlamına geliyordu çünkü. Kaldı ki din birliği, Arapları ve Müslüman Arnavutları devlete bağlamaya yetmemişti.

Türkçülük ise en imkânsızı idi. Savunucuları tarafından da son çare olarak görülüyordu ve gerçekte bu tercih Müslümanların önemli bir kısmını da dışarıda bırakıyordu. Osmanlı yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bile Türkçülük yıkıcı etkisinden arınabilmiş değildi. Kemalistler bu yıkıcı etkiyi “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganıyla aşmaya çalıştı. Türklük esas alınacaktı ama Türklüğün kapısı herkese açık bırakılacaktı. “Türküm” diyenin Türk olmasına imkân veren gevşek bir Türkçülüktü bu.

                                                                  ***

Geldik bugüne. 1990’lı yıllarda “Huzur İslam’da” modayken Anadolu’da bir türlü yakalanamamış birliğin İslam’la sağlanacağına yeniden inanılmaya başlanmıştı. Müslüman Kürtler ancak böyle massedilebilirdi iddialarına göre. Kemalizm’in kırıp döktüğü toplumsal kesimlerle de “şeriat hukuku”nun izinden gidilerek bir barış ortamı yaratılacaktı. Şu “Medine Vesikası” saçmalığının o yıllarda moda olması rastlandı değildir.
Fakat sonuç tam tersi oldu. Kürtlere yönelen şiddet geçmişin ruhuna rahmet okutacak nitelikte. Suriye içlerinde elde silah huzur arıyor İslamcı iktidar. Her gün “etkisiz hale getirilen” Müslüman Kürtlerin sayısı açıklanıyor gururla. Bildik Ortadoğu manzarası yerli yerinde; Herkes Müslüman, herkes düşman, herkes savaş halinde. Devlet çökmüş, cumhuriyet tepelenmiş, ülke kırıldı kırılacak.

Hâlbuki bu zoraki birliğin gerçek bir birliğe dönüşebilmesinin tek imkânıydı laik cumhuriyet. Anadolu topraklarına sıkışmış bir kalabalığın her türlü bağdan kurtulması, tarihte ilk defa gerçek bir halk olması imkânıydı. İslamcılar geldiler, Türkçülerin desteğiyle bitirdiler.

İşte görüyorsunuz, dağ taş din, bütün okullar imam hatip, bütün olanaklar Diyanetin emrinde. Ezana zam yaptılar, hoparlörleri sonuna kadar açtılar. Her tarikatın devlette yeri var. Halkın vergisiyle finanse edilen TRT’de kuran okuma yarışması yapılıyor gün aşırı. Her yer saray, her yer cami, her yer AVM. Acayip uçakları, pahalı arabaları, gemicikleri, yatları, yalıları var. Uzak muz cumhuriyeti adalarından taşan gizli banka hesaplarını sığdıracak yer bulamıyorlar. Ama huzur kaçtı gitti ellerinden.

“Sildiler “Huzur İslam’da”yı. Haklılar. Türkçülüğü de sürükleyerek yıkılıyorlar çünkü. Bu iki imkânsız ve huzursuz ideolojinin temsilcilerinin tek derdi birbirlerine dayanarak iktidara tutunmak. Ne İslam’ın yoksulu kucakladığı var, ne Türkçülüğün ezilene el uzatmışlığı. İslamcılık tükendi, Türkçülük intihar etti. Yitip gitti huzur hayali. Tuhaf, cahil, hadsiz zalimler türedi onun yerine.

                                                                  ***

Çok küçüldük ve çok sıkıştık. Laiklik tepelenince yeni fay hatları baş gösterdi üstelik. Anadolu’ya sıkışmış biçare kalabalık, tıpkı geçen yüzyılın başında olduğu gibi son sığınaklarının da ellerinden kayıp gidebileceğini hissediyor yeniden.
Huzuru soruyorsanız haber vereyim. Bu topraklarda eşitlikçi bir yeni cumhuriyet dışında bütün yollar kapanmış, bütün imkânlar tüketilmiştir. Huzur işte burada!

ORHAN GÖKDEMİR / SOL