13 Mart 2018 Salı

Hangi siyaset tarzı? - OĞUZ OYAN

Geçtiğimiz hafta ilginç siyasi gelgitlere sahne oldu. Topluca bakıldığında ilginç sonuçlar çıkarılabilir.

En güncel konu 2019 seçimlerinin siyasi/hukuki güvenliği. AKP bunu tahrip edecek önlemleri almakla meşgul. Siyasi partilerin ittifakına ilişkin yasa düzenlemeleri de aynı kapsamda; AKP'nin bu seçimleri de hanesine yazmanın hesapları üzerine kurgulanmış bir düzenleme.

CHP sekiz partiyle (bir bölümü artık tabela partisi olduğu için, aslında üç partiyle) görüşmeler yaparak bir "Seçim Güvenliği" raporu hazırladı ve bunu 8 Mart Perşembe günü AKP Grup Başkanvekili M. Elitaş'a sundu. (MHP bunun için randevu vermeyerek ayrı bir tartışma yarattı, ama bunu önemsemek gerekmiyor). Böyle bir raporun hazırlanmasının amacı neydi? Muhalefetin Meclis komisyonunda söyleyemediği bir konu, bir itiraz, bir uyarı kalmış mıydı? Komisyonda veya kulislerde iktidar partisi bazı bakımlardan geri adım atma işaretleri mi vermişti? Yoksa bu raporla ülke dışına ayrı bir mesaj mı iletilmek isteniyordu? İleride bir hukuk davasının ek dosyası mı yapılacaktı? Siyasi bir gösteri yapılarak kamuoyunun dikkati bir kez daha mı çekilmek istenmişti? Seçim güvenliği konusundaki çaresizlik, AKP ve MHP'yi "yalnızlaştırarak" bir siyasi baskıya mı dönüştürülmek istenmişti? Yoksa birşeyler yapıyor görünmek ya da yalnızca tarihe not mu düşülmek istenmişti?

Bunun nafile bir çaba olduğunu, raporun AKP grubuna teslim edilişini, mealen, "geldikleri gibi gittiler" şeklinde dalgasını geçerek yorumlayan RTE oldu. Kendi rejimini inşa etme yolunda hiçbir engel tanımayan bir anlayışın, hâlâ olağan bir siyasi rejim içinde yaşanıyormuşçasına, anamuhalefetin kendisine kendisi hakkında şikayetname sunmasını ciddiye alması beklenebilir miydi?

Herhalde raporu sunanlar da bunu beklemiyorlardı. Peki ama bu nafile çaba neden? Anamuhalefet, muhalefet etmesi gereken yerlerde ve zamanlarda görevini yapmamaktan dolayı oluşan siyasi sıkışmayı (Adalet Yürüyüşü örneğinde olduğu gibi) bir tür telafi düzeneğiyle aşmaya mı çalışıyordu? Türkiye'de hukuk güvenliği ve anayasal yargının sıkıştırılması konusunda gereken siyasi ve hukuki hamleler zamanında yapılmayınca, bugün artık "risale" yazmaktan başka çare bulunamamış da olabilir. OHAL koşulları altında 2017 Referandumunu birkaç cılız itiraza rağmen kabullenmek (ki hem başbakan Yıldırım hem de bakan Türkeş, Tayyip ayarı yemeden önce, bunun olamayacağını beyan etmişlerdi) veya tersinden söylenirse böylesine bir siyasi saldırıya karşı bütün siyasi eylem biçimlerini denememek nasıl bir siyaset biçimiydi? Peki KHK'ların anayasal süresi içinde Meclis gündemine getirilmeyişini sorun yapmamak, gerekirse Meclis kürsüsü önünde sabahlayarak bunların Meclis'te görüşülme baskısını kurmamak nasıl bir tarz-ı siyasetti?

***

İktidarın ne tür bir muhalefetten çekindiğinin başka örneklerini de gördük geçen hafta. Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi konusundaki tepkinin parti ayırımı olmaksızın toplumsallaşması karşısında bazı geri adımlar atıldı ve atılmaya devam ediliyor. Gerçi özelleştirmeden vazgeçilmiş değil; AKP'nin bu konudaki sicili, neoliberalizm üzerinden dünya kapitalist sistemine bağlılığı, belki de ayrıca verilmiş bazı sözler buna izin vermez. Vermez ama, büyüyen tepkiler bazı göz boyama hamlelerine mecbur kalmasına da yol açabilir: İktidarın Cargill şirketi ile özel ilişkilerinin olduğu söylentileri öylesine tabana yayıldı ki, "nişasta bazlı şeker kotası yüzde 5'e düşürülebilir" yönündeki açıklamalar AKP genel başkanı ve başbakanından peş peşe geliverdi. Ama Tarım Bakanı Fakıbaba "nişasta bazlı şekerin kotasının arttırılıp artırılmayacağı" sorusuna, “öyle bir durum söz konusu değil” karşılığını vermekle yetinirken, kotanın düşürülmesinden hiç söz etmiyordu.

Ayrıca Tarım Bakanı daha da evlere şenlik bir açıklama yaparak, "bazı şeker fabrikalarına biz de talip olabiliriz" dedi, sonra da bu "biz"in Tarım Kredi Kooperatifleri Birliği eliyle satın almak biçiminde olabileceği şeklinde açıklama getirdi! Soru bir: Tarım Kredilerİ devletle özdeş mi? Soru iki: Öyleyse -ki değil- o halde neden özelleştiriyorsun? Tepkileri sönümlendirmek veya iki aşamada gerçekleştirmek için mi?

Hem Başbakan hem Tarım Bakanı ayrıca satılan fabrikaların kesinlikle kapanmayacağı, işçilerin bütün haklarının baki kalacağı, arazilerinin satılmayacağı güvencelerini vermek için de yarıştılar. Bunların daha önceki özelleştirmelerde örneği çok görülmüş ikiyüzlülüklerden ibaret olduğu biliniyor. Ama olsun, bunları sabah akşam tekrarlamak zorunda kalıyorlarsa demek ki papucu pahalı görmüşler. İşte işe yarayan bir muhalefet türü. Bunda CHP'nin de önemli katkılarının olduğunu biliyoruz. O halde "hangi siyaset tarzı" sorusunun yanıtı açık değil mi?

Tabii burada bir adım ötesine götürmezseniz iş yarım kalır: Özelleştirmeler eğer önlenemezse, bunların geri çevrileceği sözünü topluma verebilmek gerekiyor. Tıpkı diğer özelleştirmelerin pek çoğunda olacağı gibi. Kuşkusuz bunu yapabilmek için anti-liberal bir ekonomik programın topluma sunulması ve benimsetilebilmesi gerekiyor. İyi de buna hazır bir muhalefet partisini Meclis'te görebiliyor musunuz? Olmayınca da AKP iktidarına düzen partilerinden alternatif oluşamıyor.

***

RTE'ye sınırlarını gösteren ve kısmen geri adım attıran bir başka konu da "İslam'da güncelleme" çıkışı oldu. Üçlü seçimler öncesinde AKP'nin toplumun laik kesimleri üzerindeki korkutucu yüzünü yumuşatmak, kendisinin ve güdümündeki Diyanet'in denetimi dışındaki fetvacıların şeriat devleti arzularının, bu süreci toplumun kabul ve sindirme sınırlarını aşacak biçimde hızlandırma çabalarının önüne set çekmek üzere yaptığı uyarıya dönük olarak "haddini bilmeye" davet edilmesinin de gösterdiği gibi, ayarlar çift taraflı olarak verilmiş bulunuyor. (Bütün bu hengame içinde, RTE'ye "ayetler değiştirilemez" üzerinden had bildiren CHP'liyi de radikal bir muhalefet örneği olarak not edelim!). Tarikatların iktidara ekonomik bağımlılığının derecesi ve siyaseten iktidar seçeneği olamayacak konumda oldukları düşünülürse, şimdilik bir kol güreşine taraf olmayacakları ve daha düşük profile geri çekilebilecekleri öngörülebilir. Ama "dünyada Allah'ın gölgesi" sahte imgesinin de yara aldığı söylenebilir.

Bir haftanın kısmi bir bilançosu üzerinden, iktidara muhalefet etmenin hangi siyaset tarzı üzerinden etkili olabileceği sonucu çıkarılabilir mi? Bu soru yanıltıcı olabilir, çünkü ne gözlemlerimiz bir haftayla sınırlı ne de hatta Türkiye ile sınırlı. Son örnek olarak İtalya seçimleri bile, çürümüş bir sistemin değerler sistemi içinde kalınarak alternatif olunamayacağını göstermiyor mu?

Oğuz Oyan / SOL

Milletsiz milliyetçiler - ORHAN GÖKDEMİR

Milliyetçiliğin gemi azıya aldığı o tanıdık dönemlerden birinden geçiyoruz madem, İslamcılığın arkasına ekleyelim, eksik kalmasın. Bakmayın tabu haline getirilmesine, Avrupa uluslarının keşfedilmesinin şunun şurasında iki yüz yıllık bir tarihi var. Bizdeki “Türkçülüğün” ömrü daha kısa, bir yüzyıldan az bir zaman önce keşfedildi o da. Daha önce “Türk” birkaç Osmanlı “tarih”inde hakaret niyetine kullanılan bir kelimeden ibaretti. Bakın Peçevi Tarihi veya Neşri Tarihi’ne; Kürtler ve Çingeneler ile birlikte toplumun en aşağı tabakası olarak zikredilmektedir. Nevzuhur Osmanlıları kızdırmak gibi olmasın ama Osmanlının Türklük gibi bir iddiası hiç olmamıştır.

“Uluslar Miti ve Avrupa Kimliği”, Yazılama Yayınları’nın kitabı. Yazarı P.J. Geary. Çağdaş Sümer’in şahane Türkçesiyle bir solukta okunabilecek bir kitap. Dediği şu: “19. yüzyılda doğan Modern Tarih, Avrupa milliyetçiliğinin bir enstrümanı olarak yaratıldı ve geliştirildi. Milliyetçi ideolojinin bir aracı olarak Avrupa milletlerinin tarihi büyük bir başarıydı; fakat bu tarih geçmişe dönük kavrayışımızı etnik milliyetçilik zehri ile doldurulmuş bir zehirli atık çöplüğüne çevirdi ve bu zehir, popüler bilince sızdı.”

Çok güzel: Demek ki elimizde “milliyetler ve onunla örtüşen siyasi sınırların var olduğuna” değin herhangi bir veri yoktur. Bu iş için kullanabileceğimiz en etkili araç sadece dildir. Fakat dil de ne kültüre tekabül eder, ne de onu belirler.

Peki, ama bugünkü halklara kültürü ve dili miras bırakmış eski “halklar” (Mesela Germenler, Gallo-Romenler, Keltler, Franklar…) ne olacak diye soracaksınız “Uluslar Miti”nden aktarayım. Eski “halklar” ile bugünküler arasında kurulan bağlar da birer 19. yüzyıl mitolojisidir. Avrupa bugün olduğu gibi dün de birer halklar ve diller mozaiğiydi. Misal, 20. yüzyılın başında bile Fransa’da Fransızca konuşanların sayısı nüfusun yüzde 50’sinden fazla değildi. Bugünkü hali oluşturan şey, ne yazık ki bütün Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan I. Dünya Savaşıdır. Yani, etnik kökene dayalı milletler oluşmamış, tersine icat edilmişlerdir.

Bu millet imalatına “antik Yunan” da dâhildir. Martin Bernal’in tezi bu da. Konuyu incelediği “Kara Atena” adlı kitabı “Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? 1785-1985” alt başlığını taşıyor. Çevirmeni sevgili arkadaşım Özcan Buze. Bernal, Kara Atena’da bugün kavradığımız biçimiyle Antik Yunan’ın bütünüyle 19. yüzyılda kurgulandığını ileri sürüyor. Avrupa milliyetçiliğinin mucitlerinin, romantik yerel tarih tezlerine dayanak yapabilecekleri daha büyük ve “beyaz” bir efsaneye ihtiyaçları vardı. Aydınlanmaya ve Fransız Devrimindeki rolleri nedeniyle Masonluğa şaşı bakıyorlardı. Onların referansları eski Mısır’aydı. Milliyetçi bir tarih oluşturmak üzere Mısır’ı sildiler, doğan boşluğu Yunan ile doldurdular. Böylece Aydınlanmacılardan ve Masonlardan da kurtulmuş olmayı umdular. Özeti budur.

***

Hepsinin çıkışında gelişen kapitalizm ve bu canavarı beslemek üzere çıkılan kıtalar arası sömürge seferlerinin payı var. Pazar gelişmişti ve onu korumak üzere “milli sınırlar”a ihtiyaç vardı.18. yüzyılda, bir yandan halkların kökenini öte yandan da  “Batı Uygarlığı”nın temellerini tartışmaya başladılar. Üstünlüğü artık açık olan bu uygarlığın kökenleri Greko-Romen uygarlığa dayanıyordu. Ama onun da kökleri uzakta, Asya’daydı. Mesafenin aşılmasının yolu da “barbar istilalarında” bulundu. Barbar fetihleri ile uygarlık Avrupa’ya doğru taşınmış ve yeni bir senteze ulaşılmıştı. 
Taner Timur, bu tarih anlayışının Fransız Devrimi gibi kritik bir dönemeçte nasıl bir hal aldığını şöyle anlatıyor:
“Avrupa tarihini etnik açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi-Tiers Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Germenler) eski halklar (Gallo-Romenler, Keltler, vs.) arasında bir kavga olduğu kanısına vardılar. Böylece Ortaçağda unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde tartışılmaya başlandı… Tarih araştırmalarına büyük bir hız kazandıran bu tarihçiler, Fransa ihtilalinde ortaya çıkan büyük kapışmayı, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarı olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa ihtilali, eski halkların, yani Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikamıydı.” Şaşırtıcı değil, elde “sınıf” kavramı olmadığında bu büyük kavga böyle de görünebilir. Düğümü Marx ve Engels çözdü: Kavga ne etnik ne de dinseldi, derinlemesine sınıfsaldı.

Batılı, dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi kontrol altına aldıkça “beyaz adamın” üstünlüğüne daha fazla inanılmaya başlanmıştı. Temel hazırlanmıştı. 19. yüzyılda Avrupa’nın her yerinde “kıta ırkçılığı” boy verdi. Fransız düşünür Joseph-Arthur Gobineau, uygarlıkların yazgısını ırksal bileşimlerin belirlediğini işte böyle bir iklimde ileri sürecekti. Şöyle diyordu: “Tarih, yalnızca beyaz ırkların ilişkisinden doğar.”
Gobineau, kültürün, uygarlığın nedenini bilgi, birikim, marifet yerine insanın doğum kâğıdına bağlarken tıpkı ilkel kabilelerde olduğu gibi topluluğu kolektif bir bütün olarak tanımlıyor ve yaratıcılığı da bu bütünün marifeti sayıyordu. Birey ancak bir ırkın parçası olarak var olabilecek bir şeydi.

Nietzsche’den Hitler’e uzanan ve bütün Avrupa uluslarını içine alan bir kıta ırkçılığının ilk ve kaba formülasyonuydu bu. Başlangıçta “ırkın saf halini” temsil edenler Almanlardı, sonra devrimle birlikte Fransızlar öne çıktı. Gözden düşen Almanlar kendi kültürlerinin aşağılanmış olduklarını düşündüler. Irkçılığın en katı biçiminin bu ülkede boy vermesi, en saf olanın aynı zamanda en geride kalmış olmasından kaynaklanıyordu. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği hemen her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.

***

Bu arayışın türevi “Türkçülüğün” de, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında keşfedildiğini görüyoruz. Sancılı ve kuşkulu bir doğumdu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerleyecek, yol açtığı yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir acılı geçecekti.
19. yüzyılın ortalarına kadar “Türkiye” Batılılarca kullanılan bir deyimdi. “Türk olduğumuzu” Fransız Leon Cahun ve Macar Arman Vambery keşfetmişti. Cahun, “Kürt Ziya”ya, Ziya Gökalp’e öğretti ve o da bize öğretmeyi iş edindi. Göçebeydik, mutluyduk ve İslam’la tanışınca yozlaşmıştık; böyle yazıyordu Cahun. Vambery de Türklerin köklerine merak salmış, derviş kılığında Orta Asya’ya gidip gelmiş, orada Türklerin kökenini keşfetmişti. Türkler Rusya’nın arka bahçesinde atıl bir güç olarak öylece duruyordu. Birleşse iyi olur, en azından Rusların ilgisini içeriden dışarıya yönlendirirdi. Onun çalışmaları ile “Turancılık” Macaristan’da bir siyasi akıma dönüştü. Rusya’nın arka bahçesinden kopup gelen “Türk milliyetçileri”ni bir yana bırakıyorum. Gökalp’in esin kaynakları arasında saydığı Mustafa Celaleddin Paşa’nın da Konstantin Borzecki adlı bir “Leh asilzadesi” olduğunu hatırlatıp, o ünlü sözü tekrarlayım: “Türkçüler Türk değildir!

***

Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkili “devleti kurtarma çaresi” arayan aydınlar arasında bir fikir jimnastiği tonundadır. Bu ırki Türkçülüğün kaderini belirleyecek olan şeyin kendi olgunlaşması olmadığı daha o zamandan bellidir. Çünkü İslamcılık ve Osmanlıcılık siyasetlerinin kurtuluş umudunu yeterince desteklemediği noktada Türkçülük bir son çare olarak belirebilmektedir. Arkasında kimse yoktur, bir siyasal hareket değildir. İstanbul’da “Türk milliyeti arzu eden siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahvel” oluşmuştur. Üç-beş kişidir ve Türkçülük akımı yüzyıl önce bu kadardır. “Türkler” henüz “Türk olduklarını” bilmemektedir ve Türkçülük, Türklere Türk olduklarını bildirmek zorundadır. Zordur.

Bir millete mensup olmak, her durumda sonradan öğrenilen bir durumdur. Almanlar Alman olduğunu, Fransızlar Fransız olduğunu sonradan öğrenmişlerdir; biraz geç olmakla birlikte Türkler de Türk olduğunu öğrenmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu büyük bir hızla çöktü ve bu çöküşün içinde gerçekleştiği birinci büyük savaş bize bir siyasi sınır miras bıraktı. Bu sınırlar içinde sadece Türklerin yaşadığını söylemek saçmadır. Ayrıca bugün hala Türk’ten kastettiğimiz şeyin ne olduğuna karar verebilmiş değiliz. İcat etme çalışmalarımız sürüyor.

Ama şunu belirtmeden olmaz. Bu icat çalışmasında milliyetçilerimizin payı hiç yoktur. Bu yöndeki devasa ve en saygıdeğer adımı “Türklerin Tarihi” ile Doğan Avcıoğlu atmıştır. Ondan önce, şimdi küçümsenen Kemalist Tarih Tezi “Türk Tarihinin Ana Hatları” var. Gerisi bunların üzerindedir ve hepsi bu kadardır…

Devlet Bahçeli ve “hareketi” bu tarihin neresinde bilmiyorum ama böylesine zahmetli bir imalat süreci için pek acınası bir halde oldukları görünüyor. İslamcılarla el ele tutuştular ve kendileri ile birlikte ülkeyi derin bir çukura doğru yuvarlamaya çalışıyorlar. Çünkü “millet”i bir ihtiyaç yapan kapitalizm, son aşamada onu aşılması gereken bir sorun olarak görüyor. Haliyle rol verdiği bütün aktörleri hızla bir karikatüre dönüştürüyor.

***

İslamcılarımız dinsiz ve milliyetçilerimiz artık milletsizdir.
Tarih işini görüyor, kirlerden arınıyoruz, temizleniyoruz. Arındıkça sınıfa dayanmaya mecbur olduğumuzu daha net görüyoruz.

Orhan Gökdemir / SOL

Madrabazlık...- ORHAN AYDIN

-Arabesk düttürünün kralı salyalarını saçıyor.
-Her şeyi ile kral olsa ne ki ağabey, güce tapınan bir cahil işte.
-En son “Benim tuzum kuru ama düşkün sanatçılar var onlar için mücadele ediyorum.” demiş.

-Bre gafil sen kimsin ki, sanat ve sanatçı hakları için mücadele ettiğini söylüyorsun. Ülkemde ve dünyada hangi sanatsal durumdan haberdarsın?
-Yasaklanan oyunlar, sansürlenen kitaplar, işleri ellerinden alınıp kapının önüne konan, cezaevlerine atılan gazeteciler var. Opera, bale ve senfoni de ne oluyor, kültürel varlıkların durumu ile ilgili ne biliyorsun, sinema ve tiyatro destek fonu üstündeki pis oyunlardan haberin var mı?
-Olsa ne olmasa ne, bunlar onun sorunu değil, onun sorunu güce tapınmayı güncellemek.
-MESAM açıklaması bir el koyma belgesidir. Ortada süren bir soruşturma yok, şimdiye kadar yapılan soruşturmaların hiç birinde bir “düzenbazlık” bulunamamış, genel kurula sayılı günler kala yönetime aday bile olamayacaklarını anlayınca kayyum talebinde bulunuyorlar. RTE bakana emrediyor o da gereğini yapıyor. Oysa kayyum atanması için yasal hiçbir gerekçe yok. Kuklamız kendi dönemi ile ilgili kayıp paraların yanıtını vermek yerine, operasyon yaptırıp aklanmayı gerçekleştireceğini sanıyor.
-Kayyum atananlardan birinin “MESAM an itibariyle bizim elimize geçti” itirafı yapılmak istenenin dışa vurumudur.
-MESAM düşman işgalindeydi algısı yaratmak değil mi bu. Siz kimsiniz ki binlerce notayı hayata katmış ülkenin aydınlık yüzü müzik yaratıcılarını ve onların telif hakları için verdikleri mücadeleyi karalayıp düşman ilan ediyorsunuz?
-Söz tükeniyor ağabey.
-Aynı şey Devlet Tiyatrolarında farklı biçimde yaşandı. Meslek alanı ile ilgili hiçbir birikimi olmayan bir yetersizi getirip işin başına koydular. Ne oldu sonuç?
-Kurum tarihinin en kötü yıllarını yaşadı, üretimler müsamereden bin beter, sanatçılar ve sanat emekçileri arasındaki huzursuzluk dağ oldu, haklar budandı, üç yılın içine kurum bitirilme aşamasına getirildi.
-Görevi buydu.
-Şimdi o kımıl insan içine çıkmaz duruma geldi, bakanlıkta kızakta.
-MESAM için de aynı şey olacak. Telif haklarının üstüne kondurulan bu darbeci çetenin o kımıldan ne farkı var?
-Bunların önünü şimdiden kesmek gerek. MESAM üyesi müzik yaratıcıları seslerini yükseltmelidirler.
-Konuşanlar var ama yetersiz. Bu darbeye karşı duran kaç kişi varsa ortaya çıkmalıdırlar.
-Susmak erdemdir diye düşünenler ilk kaybedenler olacaktır.

ORHAN AYDIN / SOL

Afrodit’ten Leviathan’a 7 soruda Doğu Akdeniz’deki enerji savaşı - İBRAHİM VARLI

Doğu Akdeniz gazı kimler arasında, nasıl paylaşılacak? Akdeniz’in doğusundaki zengin enerji kaynaklarının yol açtığı paylaşım ve hegemonya kavgası yeni krizlere gebe. Son olarak Amerikan 6. Filosu’nun da devreye girmesiyle paylaşım kavgasında denklem daha da karışmış oldu. Çok aktörlü enerji satrancının bölgesel ve küresel yansımalarını yedi soruda özetleyelim.

1) Gaz savaşı ne zaman başladı?
Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım savaşı iki binli yılların başlarında zengin gaz rezervlerinin keşfiyle başladı. Güney Kıbrıs’ın Afrodit, İsrail’in Leviathan, Tamar ve Dalit olarak adlandırdığı alanlardaki gaz yataklarıyla, Mısır’ın Zohr bölgesindeki rezervler ülkelerin iştahını kabartırken, kıyı devletlerinin bu parsellerde hak iddiaları rekabeti tetikledi. Zengin enerji yatakları nedeniyle Kıbrıs ‘hidrokarbon adası’ olarak adlandırılmaya başlanırken, Avrupa’nın gaz gereksinimlerini karşılayabilecek potansiyelin bu bölgede olduğunun anlaşılması rekabete küresel bir hüviyet kazandırdı.

2) Kim ne istiyor?
Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin tamamı; İsrail, Lübnan, Mısır, Suriye, Güney Kıbrıs, Türkiye hak iddiasında. Buna egemenliğine el konulan Filistin de eklenmeli. Kıyı ülkeleri uluslararası anlaşmalara dayanarak, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) adı verilen, kendi deniz suları açıklarında gaz arama faaliyetinde bulunuyor. Ancak iç içe geçen tartışmalı sınırlar nedeniyle bu durum kriz nedeni. Tartışmalı bölgelerde taraf ülkeler gazın paylaşımında sorun yaşıyor. Ülkelerin kendi aralarında yaptıkları anlaşmalar bir diğerinin tepkisini çekiyor. Türkiye-Güney Kıbrıs, İsrail-Lübnan, Mısır-Türkiye arasında anlaşmazlıklar var. Türkiye, Güney Kıbrıs’ın ada açıklarındaki gaz faaliyetlerine, İsrail de benzer şekilde Lübnan’ın çalışmalarına karşı.

3) Münhasır Ekonomik Bölge nedir?
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) bir devlete kendi karasuları açıklarında 200 deniz miline kadar olan bölgede özel haklar tanıyarak her türlü faaliyette bulunmasına olanak tanıyan deniz bölgesidir. Bu hakkı da veren 1982 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi. Sözleşmeye göre deniz alanlarının devletlerin kendi aralarında yapacakları anlaşma ile belirlenmesi gerekiyor. Ancak Münhasır Ekonomik Alanlar, ülkelerin egemenlik alanı kabul edilmiyor, sadece deniz altındaki doğal kaynaklardan yararlanmalarına olanak veriyor.

4) Türkiye neden MEB’e taraf değil?
Türkiye, Ege ve Kıbrıs sorunlarında elini zayıflatacağı gerekçesiyle BM sözleşmesine imza koymuş değil. Ankara, Ege ve Akdeniz gibi iç denizlerde MEB’in geçerli olamayacağı iddiasında. MEB’e imza atılması halinde uluslararası toplumun Ada’nın tek temsilcisi kabul ettiği Güney Kıbrıs’ın Kıbrıs Cumhuriyeti adına ilan ettiği MEB de kabullenilmiş olacak. Türkiye uluslararası alanda tanınan Güney Kıbrıs’ın adanın tamamını temsilen gaz arama faaliyetinde bulunmasına karşı. Güney Kıbrıs’ın sondaja başlamasına misilleme olarak Kuzey Kıbrıs ile kıta sahanlığı anlaşması imzalandı. Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği 13 parselin yedisi Türkiye’nin parselleriyle çakışıyor.

5) Doğu Akdeniz gazı neden önemli?
Akdeniz’in doğusundan çıkarılacak gazın sadece o ülkelerin değil, Kıta Avrupası’nın da uzun yıllar ihtiyacını karşılayacağı varsayılıyor. Doğalgazda Rusya’ya bağımlılığı azaltmak isteyen Avrupa Birliği bu nedenle Avrupa pazarına ulaşacak ve Rus doğalgazına rakip olacak bu rezervlere büyük önem veriyor. Gaz ihtiyacının büyük kısmını Rusya’dan karşılayan Avrupa için alternatif bir enerji kaynağı ve hattının oluşması, Rusya’ya bağımlılığın azaltılması demek. Güney Kıbrıs’ın üyeliğe alınmasıyla da AB, sınırlarını Doğu Akdeniz’e kadar uzatmış oldu.

6) Küresel aktörler paylaşımın neresinde?
Avrupa Birliği gazın en büyük alıcısı konumunda olduğundan denklemin merkezinde. Bölgede doğalgaz arama çalışmalarını büyük petrol ve doğalgaz tekelleri yaptığı için ABD’den Rusya’ya, İngiltere’den İtalya ve Fransa’ya kadar diğer küresel aktörler de denklemin bileşenleri. İtalyan Eni, Fransız Total, Rus Rosneff ve Novatek, İngiliz BP ve Shell, Amerikan Noble Enegy ile ExxonMobil bölgede faaliyette. Eni-Total ortaklığının İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır ve Lübnan ile ayrı ayrı anlaşmaları var. Benzer şekilde Amerikan Noble Enegy ve ExxonMobil’in de birden çok ülkeyle anlaşması söz konusu.

7) Çıkarılacak gaz Avrupa’ya nasıl ulaştırılacak?
Çıkarılacak gazın uluslararası pazarlara nasıl taşınacağı da bir diğer sorun. Birkaç alternatif üzerinde durulsa da uzlaşmaya varılabilmiş değil. İsrail ve Kıbrıs gazının Avrupa’ya ulaştıracak iki güzergâh gündemde. Birinci seçenek gazın Girit üzerinden Yunanistan’a oradan da Avrupa’ya iletilmesi. İkinci seçenek de Lübnan ve Suriye hattından Türkiye’ye, buradan da Avrupa’ya ulaştırılması. Suriye ve Lübnan krizlerinin siyasi, Girit seçeneğinin de ekonomik nedenleri projelerin önündeki şimdilik en büyük engel. İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs 2013 tarihli ‘Lefkoşa Bildirisi’yle “İsrail ve Güney Kıbrıs’ın hidrokarbon yataklarını birleştirerek Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattı oluşturulması” kararı aldı. Avrupa Birliği de Doğu Akdeniz’den Güney Doğu Avrupa’ya bir enerji koridoru oluşturulmasını destekliyor. Avrupa Komisyonu, Doğu Akdeniz Doğalgaz Hattı’nı ‘Ortak Çıkar Projesi’ kabul ederek mali destek taahhüt etti. Hattın uzunluğu 1300 kilometre.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Cari açık psikolojik sınırın da üstünde - HAYRİ KOZANOĞLU

Ocak 2018 verileri, yıllık cari açığın 51.6 milyar dolara çıkarak psikolojik sınır olarak kabul edilen 50 milyar doları aştığını gösterdi. GSMH’ye de oranlayınca cari açık yüzde 6’yı aştı.

Dün açıklanan cari işlemler açığı beklentilerin de üzerinde 7.1 milyar dolar olarak gerçekleşti. Böylelikle son bir yılın cari açığı 51.6 milyar dolara, psikolojik sınır 50 milyar dolar eşiğinin de üzerine fırladı. GSMH’ye oranlayınca da cari açık yüzde 6’yı aştı. Daha geçen yıl ocak ayındaki 33.6 milyar dolarlık cari açık rakamıyla karşılaştırınca da, bir yılda tam 18 milyar dolarlık bir artış ivmesiyle karşılaşıyoruz.


Dış ticaret açığı yüzde 146 arttı
Carı açığın çok önemli bölümü dış ticaret açığından kaynaklanıyor. Hükümet sözcüleri durmadan ihracat başarılarıyla böbürleniyorlar. Tüm “ticaret savaşları” tartışmasına karşın, gerçekten dünya ticaretinde bir kıpırdanma gözleniyor. Bavul ticareti de katılırsa, Ocak 2018’de ihracatın yüzde 10,5 arttığını gözlemliyoruz. Ne var ki, ithalatın bu oranın çok ötesinde yüzde 38.5 sıçramasıyla birlikte, dış ticaret açığı yüzde 146 zıplayarak 7.6 milyar dolara yükseliyor.

Bunda altın ithalatının 2.3 milyar dolara ulaşmasının da önemli payı var. Altına gösterilen ilginin kaynağını tam olarak açıklayamıyoruz. Ancak Merkez Bankası’nın Kasım 2017 Finansal İstikrar Raporu’nda hanehalkının elinde tuttuğu kıymetli madenlerin, Eylül 2017’de bir önceki yıla göre 2 milyar dolar arttığı bildiriliyor. Bu stokun büyük ölçüde altın olduğunu varsayarsak, artan enflasyonun ve OHAL döneminde iyice yaygınlaşan tedirginliğin yurttaşları altın yatırımına yönelttiğini söyleyebiliriz. Yurt içinde yerleşiklerin döviz mevduatlarının son bir yılda 18 milyar dolar artışla 157.3 milyar dolara yükselişi de, aynı ruh halinin diğer bir yansıması. Gerçek kişilerin döviz mevduatı da, bir yılda 9.5 milyarlık bir ivmeyle 91.5 milyara ulaşmış durumda. Sırf bu gösterge dahi, bütün ekonomi yöneticilerini tedirgin edecek bir saatli bomba niteliğinde.

Hizmetler dengesine baktığımızda ise, bir önceki yıla göre artışın sadece 288 milyon dolar olduğunu, cari açığın kapanmasına fazla katkı sağlayamadığını gözlemliyoruz. Net turizm geliri ise, 695 milyon dolardan 822 milyon dolara çıkarak ancak 127 milyon dolarlık bir artış gösterebilmiş.

cari-acik-psikolojik-sinirin-da-ustunde-438246-1.

Yurtdışı finansman tahvil satışından
Gelelim cari açığın finansmanına; doğrudan sermaye yatırımlarından kaynaklanan net girişlerin bir önceki yıla göre 149 milyon dolar azalarak, 288 milyon dolara gerilediğini görüyoruz. Kısaca, Türkiye uzun vadeli perspektifi bulunan dış sermayeyi cezp etmekte gittikçe başarısız oluyor.

Buna karşılık portföy yatırımlarında önemli bir artış var. Ocak 2018’de bu kalemde 5.3 milyar para girişi olmuş. Özellikle borç senetlerine 5 milyar dolar civarında yatırım yapılmış. Bu dönemde Borsaya 289 milyon dolar, devlet iç borçlanma senetlerine 1195 milyon dolar, toplamda yaklaşık 1.5 milyar dolar “sıcak para” girişi olmuş. Finansmanın büyük kısmı ise, bankaların 1.2, şirketlerin 0.5, Hazine’nin ise 2 milyar dolar tahvil satışından kaynaklanmış. Bunun yılbaşına özgü, bir kez daha tekrarlanması zor bir finans kaynağı olduğunun altını çizelim.

Ödemeler dengesinin finans hesabında en dikkat çeken nokta, bankaların yurtdışı hesaplarını 2.9 milyar dolar, diğer sektörlerin 0.8 milyar dolar azaltmaları. Bu net 3.7 milyar dolar para girişi gibi yapay bir görüntü yaratıyor. Bu refleks, muhtemelen süren yurtdışı soruşturmaların yarattığı tedirginlikten kaynaklanıyor.

2011 Ocak döneminde bankalar 1.3, şirketler 2.6 milyar dolar kredi kullanmış, böylelikle toplam finansman kaynakları 12.7 milyar doları bulmuş. Bu sayede, geçen ayın aksine Merkez Bankası rezervleri 4.4 milyar dolar artmış. Net hata noksan ise, bu kez 1.2 milyar dolar para çıkışına işaret ediyor.

Cari açık 60 milyar dolara gidiyor
Cari açıktaki bu tehlikeli eğilim, 2018’de 60 milyar dolara doğru bir gidişe işaret ediyor. Geçmişte de bu civarda açıkların söz konusu olduğunu biliyoruz. (Örneğin: 2011’de 74 milyar dolar) Gelgelelim, dünyadaki uygun likidite koşullarının değişmesi, bir anda şemsiyenin ters dönmesine neden olabilir. Eğer böyle bir durum ortaya çıkmazsa dahi, cari açık verilmesi, son tahlilde başta dış borçlar olmak üzere yurtdışına yükümlülüklerin artması demektir.
***
Doların tepkisi sert oldu
Cari işlemler açığında yaşanan sert yükseliş doların lira karşısında sert değer kazancı yaşamasına yol açtı. Sabah saatlerinde 3 lira 81 kuruşun hemen altında seyreden dolar, cari açık verisinin ardından yüzde 1’e yakın değer kazanarak 3 lira 84 kuruşu aştı ve son 1 ayın en yüksek seviyesine çıktı. Avro da 4 lira 73 kuruş seviyelerine dayanarak rekor seviyelerine oldukça yaklaştı.

HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

Laiklikten vazgeçmeyegör... - ALİ SİRMEN

Son zamanlarda saçmalamalarıyla kamuoyunun dikkatlerini üstüne çeken Sosyal Doku Vakfı Başkanı “ehli ulema”dan Nurettin Yıldız’ın kadına şiddeti caiz gören fetvasına karşı Tayyip Erdoğan tepkisini dile getirmiş: 
- Bunlar İslamın güncelleşmesini bilmiyorlar. İslamın 14 asır öncesi hükümlerini kalkıp bize uygulayamazsınız. 
Bunları ekrandan dinlerken düşündüm: Acaba aynı şeyleri Kemal Kılıçdaroğlu söylese neler olurdu? Kendisine, AKP cenahından ne suçlamalar yöneltilir, nasıl kıyamet koparılırdı? 
Nitekim bu sözler ağzından çıkar çıkmaz Tayyip Erdoğan da gelecek tepkileri düşünerek hemen eklemiş: 
- Birçok hoca efendi tefe koyup çalacak şimdi beni. 
Tayyip Bey haklıdır. Yobazlığı sınır tanımayanlar, şimdi onu da hedef tahtasına yerleştirebilirler. Bir zamanlar çoğunluğun düşünse hayra yormayacağı bir olay gerçekleşmiş ve AKP’nin lideri de dini siyasete alet eden ve saçma sapan konuşanlardan rahatsız olmuş ve onları alenen halka şikâyet ederken, bu güruha karşı savunmaya geçmek durumunda kalmıştır.

***

İslamın güncelleştirilmesinin gerekliliğinden söz edip “14 asır öncesi hükümlerini kalkıp bize uygulayamazsınız” diyen Tayyip Bey, bu haklı çıkışından sonra açıklama yapmak zorunda kaldı: 
- Dinde reform aramıyoruz. Dinimiz İslam ve kitabımız Kuranıkerim Rabbimizin emri gereği kıyamete kadar caridir. 
Bir zamanlar hayali bile güç olan bu yaşadığımız olaylarda şaşacak bir şey yok. 
Siyasal yaşamı bir kere laiklik çizgisinden çıkarıp dini siyasetin ortasına, siyaseti dinin göbeğine oturttunuz mu, bu tür şeyler kaçınılmazdır. Bir kere, toplumu, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “tarikat- ticaret- siyaset” üçgeninin, baskıcı, kahredici üçgeninin dar alanı içine hapsetmeye başladınız mı, bütün bunlar olur ve birtakım hikmeti kendinden menkul kişiler fetvalar yağdırarak herkesi din adına hizaya sokmaya başlarlar. 
- Bunlara kulak asmayın! Bunlar birtakım cahil cühela. Siz yetkilileri dinleyin! 
Bu tür çıkışların da bir kıymeti harbiyesi yoktur. 
Nitekim son olayların kaynağındaki, 6 yaşında çocukla evlenilebileceği fetvasının, asansörde halvet cinnetinin faili Nurettin Yıldız sıradan bir adam, alelade bir meczup değil, temel din eğitimini İstanbul Gaziosmanpaşa İmam Hatip’te tamamladıktan sonra, Mekke Ümmü’l Qura Üniversitesi Fıkıh Bölümü’nü bitirmiş, büyük muhaddis Abdülfettah Ebu Gude, Hintli âlim Ebu Has’an En Nedvi ve son dönem Osmanlı ulemasından Mehmet Emin Saraç’tan icazet almış ehl-i ulema’dan birçok çevrede makbul bir kişidir. Hatta, Nurettin Yıldız devletin tepesine şöyle seslenmek cüretinde bulunursa da kimse şaşırmasın: 
- Din konusundaki vukufunuz benimle tartışmaya yetecek ölçüde değildir!

***

Evet, bir kere toplumsal ve siyasal yaşamda laiklikten ayrılıp, “tarikat - siyaset - ticaret” sarmalına girmeyegörün, bütün bunlar olur! 
Tarikat egemenliği konusunda İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin raporunda şunlar var: 
- Türkiye’de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu var. 
- Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri, Şırnak, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 800’ü aşkın medrese bulunuyor. 
- Büyük kentlerde kaç apartman medresesi faaliyet gösteriyor bilinmiyor. 
- Tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin. 
- 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 400’ü bir tarikata bağlı. 
- Dört + dört + dört uygulanmasına başlandığı 2012’den bu yana 4 bin 22 okul kapandı, yerlerine tarikat okulları geçti. 

İşte manzara budur. 
Ortalığı din adına safsata uyduranlar sarmıştır. Ve, dinin siyasete alet edilmesinin tekelini ellerinden kaptıranlar da bunlara bir şey yapamamaktadırlar. 

Bir kez laiklikten vazgeçmeyegör, olacağı budur!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bağımsızlık, bağımlılık ve karşılıklı bağlılık - EROL MANİSALI

Türkiye’nin dış politikası tartışılırken bağımsızlık, bağımlılık ve bağlılık kavramları (ve uygulamaları) çok defa karıştırılmaktadır: “kişisel ideolojik yaklaşımlarla gerçek dünyanın koşulları” iç içe geçirilmektedir. 

- Bugün yaşanan dış ekonomik, politik, askeri ve kültürel ilişkilerin dayandığı zemin, “nesnel olarak kendi koşullarını da yaratmıştır.” Aynen, kutuplarda portakal ağacı yetiştirilemeyeceği gibi. Bağımlılık değil, “bağlılık” vardır. 

- İletişim olanaklarının gelişmesi, malların, sermayenin ve teknolojinin olağanüstü akışkanlığı, vazgeçilemez bazı koşulları, “karşılıklı bağlılığı”zorunlu kıldı. 

- ABD ve Çin, AB ve Rusya “iç koşulları ile dış koşulları” birlikte değerlendirerek ulusal çıkarlarını korumaya çalışırlar. Trump bile bu gerçeği değiştiremez. “Önce Amerika”  derken bile, uluslararası koşulların gereklerini tamamen dışlayamaz. Çeliğe yeni vergiler getirdiğinde, AB de karşı önlemlerini alır. Buna karşılık, NAFTA üyeliği dolayısıyla ticari kapılarını Kanada ve Meksika’ya karşı açık tutmak zorundadır. 
Bugün Çin’in “bir kalemde buhar olup uçtuğunu varsayalım”; bundan en büyük zararı AB ve ABD görür. Çünkü aralarında, ortadan kaldıramayacakları “bir bağlılık”  oluşmuştur. İki taraf da karşılıklı çıkarlar doğrultusunda bağlıdırlar. 

Çin, içerdeki özel koşulları sayesinde daha hızlı büyümekte ve güçlenmektedir. Bu sonuç, “uluslararası koşulların yarattığı bir determinizmdir.”

Gelelim Türkiye’ye 
Bizim sorunumuz dış politikada, “karşılıklı çıkarlarımızı koruyacak, dengeli bir bağlılık oluşturamamamızdadır.” Karşılıklı çıkarlar korunamadığı için, “karşılıklı dengeli bağlılıklar yerine, bağımlı bir Türkiye” oluşmuştur. 

Köy Enstitülerinden imam hatip okullarına gelişimizden NATO’daki bağımlılığımıza: AB’de “içeri alınmayacak olan Türkiye’nin gümrük birliği ile karar mekanizmaları dışında bırakılarak” haksız rekabetle arka bahçe durumuna düşmesine: hükümetlerimizin günü kurtarmak için, “Türkiye’nin bütünlüğünün simgesi olan kamu kurumlarını, emperyalist ülkelerin kartellerine terk etmesine”; İncirlik Üssü’nü, Kürdistan kurmak isteyen emperyalist ülkelerin emrine verilmesine kadar süren gelişmeler “karşılıklı çıkar bağlılıkları yerine ülkenin bağımlı hale gelmesine yol açtı.” 

Diğer devletler ile söz düellosu ve kavga etmek yerine hükümetin, “karşılıklı çıkarlara dayalı dengeli bağlılıklara girmesi gerekir.” Bugün somut örneğini Ankara ile Şam arasında yaşıyoruz. Türkiye ve Suriye arasında karşılıklı ortak çıkarlar var. Kürdistan projesine karşı birlikte hareket etmek yerine, “hain Esad sloganları ile en çok FETÖ’nün ve ABD’nin yararına hareket ediyoruz.”

Siyasal İslam, bağlılık ve bağımlılık 
Dış ilişkiler siyasal İslam tercihi doğrultusunda uygulandığında, “dış bağımlılık kaçınılmaz hale gelir”. Örneğin mezhepçilik üzerine oturtulmuş bir dış politika Türkiye’yi demokrasiden ve laiklikten tamamen koparıp, “ulusal iktisadi, siyasi ve askeri bir uygulama yapma olanağı ortadan kalkar.” Çünkü rejim, ülkeyi 57 İslam ülkesinin içinde bulunduğu “havuza” taşır. Çin’in, ABD’nin ya da Rusya’nın arka bahçesi olursunuz. 

Yeşil kuşak Batı emperyalizmi tarafından bu amaçla Türkiye ve diğer Müslüman ülkelere dayatılmıştır. Afganistan’ın, Sudan’ın, Irak’ın ve Suriye’nin geldiği duruma bakın. Müslüman Kardeşler’den IŞİD’e ılımlı ya da ılımsız bataklığın içine gömülürüz. 
Erbakan’ın Milli Görüşü bu tehlikeyi gördüğü için, içerde ulusal sanayiyi geliştirmek istiyordu. Siyasal İslamın zaafını örtmeye çalışıyordu. AbdullatifŞener’in AKP’den kopmasının gerisindeki nedenlerin başında bu geliyordu. 

“Siyasal İslam rejimi” sonuçta, içimizdeki “Batıcıları” ve İslamcıları birleştirerek emperyalizmin emrine sunar: FETÖ olayında bunu fiilen yaşamadık mı? 15 Temmuz’a bu yüzden gelmedik mi? İmamlar ve kimi askerler birlikte, emperyalizmin emrine girmediler mi?

Erol Manisalı / CUMHURİYET

3. havalimanında şirket gelirleri - ÇİĞDEM TOKER

3. havalimanında açılış süresi yaklaştıkça, haber trafiği de hızlandı. Güncel ve kritik mesele taşınma. İnşaat tamamlanıp yeni havalimanının operasyona hazır hale gelmesi için, faal durumdaki Atatürk Havalimanı’nın taşınması ciddi bir operasyon. Bu ölçekteki bir operasyonun dünya havacılık tarihinde benzerinin olmadığı vurgulanıyor. Peki, tamam. Ama gurur vesileleri ve başarı hikâyeleri anlatılırken, toplum çıkarları açısından gerçeklerin üzerinin örtülmemesi gerekiyor. 


Bu girişi niye yaptım? 

İGA Havalimanı İşletmesi İcra Kurulu Başkanı Kadri Samsunlu’nun dün Hürriyet’te Vahap Munyar imzasıyla yayımlanan röportajı nedeniyle.
 
Devlet bir çukurdan 35.2 milyar euro alacak, dünya ‘Vay be’ diyecek” başlıklı söyleşide, şu ifade Samsunlu’ya atfen: 
“Cengiz-MAPA-Limak-Kolin-Kalyon Ortak Girişim Grubu, inşaata 10.2milyar Avro harcayacak. Havalimanını işletme süresince, devlete toplam 25 milyar Avro kira ödeyecek. Yani devlet bir çukurdan 35.2 milyar Avro almış olacak.” 
( Not: İGA A.Ş, yukarıdaki beş şirketin kurduğu ortak şirketin adı) 

Bu yaklaşımda iki ciddi sorun mevcut: 
1. Su havzaları, ormanlar ve kuş göç yolu coğrafyası “bir çukur” diye tarif edilince, doğal alan değersizleştiriliyor. Diğer yandan binlerce ağaç kesilmemiş, doğa yıkımı yapılmamış gibi yapılıyor. 2. İGA A.Ş’nin, 35. 
2 milyar Avro olarak hesaplanan yatırım ve kira bedelini devlet ve millet aşkına karşılıksız verdiği izlenimi yayılıyor. 

Malum, 3. havalimanı yap-işlet-devret modeliyle yaptırılıyor. 
İGA ile Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) arasındaki Uygulama Sözleşmesi’ne göre, işletme süresi 25 yıl. Şirketin devlete ödeyeceği yıllık kira, toplam kira tutarı ve işletme süresine göre hesaplanıyor. Limak internet sayfasında, toplam kira bedeline yüzde 18 KDV eklenmesi gerektiği ve böylece, devlete ödenecek toplam kira bedelinin 26 milyar 139 milyon Avro olduğu yazılı. Bu da basit hesapla İGA’nın DHMİ’ye her yıl 1 milyar 45 milyon Avro kira ödeyeceği anlamına geliyor.

Yolcu garantisi 12 yıl 
Fakat halka açıklanmayan bu sözleşmenin, bir de şirkete tahsis edilen gelirler ve garanti kısmı var. 
Devlet talep garantisi veriyor. Dış hat giden yolcu servis ücreti 20 Avro, dış hattan gelip dış hatta giden için 5 Avro. İç hat giden yolcu için 3 Avro. Garanti süresi 12 yıl. Toplamda da 6.3 milyar Avro. Eğer gelir, belirlenen tutarın altında kalırsa DHMİ şirkete, üstünde çıkarsa da İGA, DHMİ’ye farkı ödeyecek. 
Fakat İGA beşlisi, 3. havalimanında asıl kazancı, gelir kazandıran sahalardan elde edecek. 

Sözleşmeye göre o kalemler de şöyle:
23 gelir kalemi 
Yolcu servis gelirleri, (İç, dış, Dış/ Dış, İç/Dış transfer yolcu), Köprü, 400 Hz, Su, PCA gelirleri, Konma, konaklama gelirleri, Her bir etaba ait kira hasılat payı Hasılat Payı, Arazi Tahsis, Yer Tahsisi, Baz İstasyonu, Airport City, Genel Havacılık Gelirleri Dahil ve Reklam Gelirleri, Aydınlatma Gelirleri, EmniyetTedbirleri Gelirleri, ‘Follow me’ gelirleri, Diğer PAT saha gelirleri, Havalimanında kamu kurum ve kuruluşları dışındaki kişilere tahsis edilen yerler için tahakkuk ettirilen iklimlendirme, havalandırma gelirleri ile buralara sağlanan elektrik, doğalgaz, su ve arıtma tesisi gelirleri, Kontuar Gelirleri, CIP Gelirleri, Otopark Gelirleri, Uçuş Bilgi, Telefon, Teleks, Anons, Diyafon vs. gelirleri, Film Çekme Gelirleri, Emanet Odaları gelirleri, Akaryakıt İkmal İmtiyaz gelirleri, Muayene Tedavi Gelirleri, Konferans ve Toplantı Salonu gelirleri, Otel Gelirleri, Kargo gelirleri, Yer Hizmetleri (Royalty) gelirleri, Havalimanı giriş kartı gelirleri, Araç özel plakası gelirleri. 
Bitirirken: İGA’yı oluşturan Cengiz-MAPA- Limak-Kolin-Kalyon, DHMİ’ye 25 yıl boyunca ödeyeceği 1 milyar Avro kirayı, devlete bağışlıyor değil. 

Şirket bu kirayı fazla fazla çıkaracak. İsterseniz, 3. havalimanının büyüklüğüyle gurur duyarken, yukarıdaki gelir kalemlerine bir daha bakın. 

Ve düşünün.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

12 Mart 2018 Pazartesi

Gençlerimiz bu iktidarın neşeyi yok ettiğini gördü - MELTEM YILMAZ / RÖPORTAJ

Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve akademisyen Prof. Dr. Tayfun Atay: Gençlerimiz bu iktidarın neşeyi yok ettiğini gördü.
AKP iktidarında büyüyen genç nüfustan yüksek oranda Hayır çıktı. Gençler bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, o hayat iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu gördüler.(01/05/2017)

Akademisyen ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Prof. Dr. Tayfun Atay, referandumun sona ermesiyle başlayan sürece ilişkin BirGün’ün sorularını yanıtladı.

Referandumla birlikte Türkiye’de “seküler” ve “İslami” olmak üzere iki ayrı “ulus”un kristalleştiğine dikkat çeken Atay, “Ancak böylesi bir yüzde 50-50 ayrışması, mevcut dinbaz iktidarın otoriter istikrar sağlama hedefinin gerçekleşmesine imkân vermez” ifadelerini kullanıyor.
“Seküler toplumda yılgınlık, çaresizlik, teslimiyet olmadığı gibi, muhafazakâr kesimde de ‘Artık yeter Reis’ deme durumu var gibi” diyen Prof. Dr. Atay, Üsküdar, Fatih, Eyüp gibi ilçelerden çıkan Hayır ağırlıklı oyların, muhafazakâr kesimin, iktidarın farklı yaşam tarzları üstünde kurduğu baskıya karşı da Hayır mesajı verdiğine dikkat çekiyor.

AKP iktidarında büyüyen genç nüfustan çıkan Hayır oylarını ise, “Bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, o hayat iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu da görüyorlar” sözleriyle yorumluyor.

»Türkiye gündemini aylarca meşgul eden Anayasa değişikliği referandumundan, 51.5- 48.5’in ötesinde, yalnızca bugünün değil, geleceğin Türkiyesi’ne de dair ne gibi sonuçlar çıktı?
Şerif Mardin, 1989’da kaleme aldığı bir makalede, 2000’ler Türkiyesi’nde, “seküler” ve “İslami” olmak üzere, kültürel anlamda iki ayrı “ulus” çıkma ve bu iki ulusun şiddet dinamiği üzerinden karşı karşıya gelme olasılığından söz eder. AKP’nin 2011-2013 döneminde Ortadoğu’da kendini kabul ettirme yolunda belirgin bir İslami profil çizme çabasıyla bağlantılı şekilde, Türkiye’de seküler toplum üzerinde kurduğu baskının tepkisel patlamaya dönüştüğü Gezi olayları, bu olasılığın önünü açtı. İşte bu referandumda da, Mardin’in sözünü ettiği o iki ayrı “ulus” oluşumunun artık kristalleştiğini gördük. Öncelikle bu… İkinci sonuç, böylesi bir yüzde 50-50 ayrışmasının, mevcut dinbaz iktidarın otoriter istikrar sağlama hedefinin gerçekleşmesine imkân vermeyeceği. Zira otoriter istikrar, çok daha büyük bir kitle “Evet” deseydi, acımasız bir rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Şimdiki durumda ise imkânsız. Deneyen, denedikçe batar. Üçüncü sonuç da, “Hayır” cephesinin böylesine konsolide olmasının, Cumhuriyet’in başarısına işaret ediyor olması. Yüzde 48.5 ve belki oylar çalınmasaydı yüzde 50’yi geçen oy oranı, seküler Türkiye’nin karşılığı. Kemalist modernleşme sorunsuz değildir tabii ama ne olursa olsun bu siyasal ve bürokratik seküler modernleşme girişiminin bir toplumsal karşılığı var. Bunun netleşmesi, özellikle iktidar cephesinden ha bire aksini iddia edenlere karşı önemli. Diğer yüzde 50 oy ise bir kara deliğe verildi. Zira AKP, bugün tepede bir lider, altta da troller ordusu ile fark edilen bir kara delik. Bu partiyi var eden pek çok insanın nasıl tasfiye edildiği ortada. Onların yerinde Erdoğan’a “inanmışlar”dan müteşekkil, kimsenin “Kral çıplak” diyemediği, diyenlerin linç kampanyasına uğratıldığı bir yapı var.

»Dahası, bugünlerde Kral’ı kim daha çok seviyor kavgası yapılıyor.
Doğru.

»Peki, sizin de vurguladığınız gibi, kurucu kadronun tasfiye edildiği, içinin bu kadar boşaltıldığı bir parti, referandumda böyle bir sonuç almasaydı dahi, yoluna nasıl devam eder ki?
AKP’nin geleceğe dönük bu şekilde gitmesinin imkânsızlığı ortada. Ama sürekli çatışmacı bir siyaseti hayata geçiren, Türkiye içinde ve Türkiye dışındaki gelişmelerden beslenerek hep bir çıkış noktası da bulan, tehlikeli bir önder aklı var.

»O zaman bahsettiğiniz aklın, hele ki referandumdan alınan sonuçtan sonra, varlığını sürdürmek için çatışmayı da sürdürmesi gerekiyor.
Şu anki sonuç hiç de baskıyı artırabilme noktasına gidebileceğini işaret etmiyor. Yine de çıkış bulamadığı noktada baskı ve şiddeti artırırsa yüzde 50’nin ya da daha fazlasının çok daha şiddetli tepkisini karşısında bulacaktır. Bunun karşılığında, o toplumun üstüne güvenlikçi çerçevede daha çok gittiğinde de, aynı şiddette çatışmaların doğmasına neden olur.

»Ama Gezi’de herkes gördü ki, seküler kitle hiç de şiddet yanlısı değil. İktidarın baskı atmosferini sürdürmekte bir sakınca görmemesinde, bu gerçeği biliyor olmasının rahatlığı da yok mu? “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” derken bu rahatlık yok muydu?
Zor tutuyorum dediği yüzde 50’yi Gezi sonrası süreçte bol bol sokağa döktü zaten. Pek çok sokak gösterisinin yanı sıra ve referandum sürecinde “Hayır” için çalışanların maruz kaldıkları sivil şiddet olayları, o yüzde 50’yi nasıl aktive ettiğinin göstergesi. Ama sonuçta eğer çatışmacı bir noktaya gidilirse, bu durum Türkiye’nin yarı yarıya birbirinin boğazına sarılmaya kalkışması anlamına gelir.

»Belki de tam bu yüzden, bir balkon konuşmasına yetişmemekle birlikte, kucaklayıcı söylemler yeniden başladı. Peki, “Hayır” cephesini ikna etmek, bunca deneyimden sonra, mümkün görünüyor mu?
Türkiye’nin seküler toplumu daha önce yaşadıklarından hareketle AKP’yi inandırıcı bulmayacaktır. 7 Haziran’da yüzde 41’e düşmüş ve koalisyon noktasına gelmiş bir siyasi hareketin diyalog ve barıştan söz etmesi gerekirken Kürt coğrafyasında savaş kartını öne çıkaran bir siyasi stratejiye yönelmiş olduğu gerçeğinden sonra, nasıl samimi bulalım? Selahattin Demirtaş’ın durumunda en ufak bir netleşme yokken, bir dolu seçilmiş milletvekili, 150’ye yakın gazeteci içerdeyken, OHAL’ler, KHK’ler devam ederken, akademisyenlere reva görülenler ortadayken nasıl samimi olduklarını düşünelim? Ama referandum tablosundan en azından otoriter bir rejim istikrarı çıkmayacağı, parti içinde anlaşılmış durumda.

»Sözünü ettiğiniz savaş kartı, haksız-hukuksuz tutuklamalar, OHAL ve KHK’ler gibi nedenler, referandumda kentli nüfusun AKP’ye desteğinin azalmasının da en temel gerekçeleri olsa gerek.
Evet. Zaten bu sonuç, toplumu korkutma ve sindirme girişiminin, kutuplaştırmanın, ayrıştırmanın başarısızlığıdır. Bu kutuplaştırma, arzu ettikleri bir Türkiye yaratmadığı gibi, tersine, kendisine bağlı görünen kesimde bile soru işaretleri ve rahatsızlığın dışa vurulmasına neden oluyor artık. Metropolleri yanında bulsaydı totaliter bir rejime gidiş konusunda belki hiç tereddütsüz hareket ederdi ancak olmadı. Demek ki seküler toplumda bir yılgınlık, çaresizlik, teslimiyet olmadığı gibi, ters yönden, muhafazakâr kesimde bir yılgınlık, rahatsızlık ve “Artık yeter Reis” deme durumu var gibi.

»Peki, muhafazakâr kesimde sözünü ettiğiniz yılgınlık hissi neden? 15 yılda AKP ile beraber şekillenen ve yükselen kentli muhafazakarların, yılgınlıktan ziyade, 90 yıllık referanslarla hareket eden seküler kesime kıyasla çok daha enerjik olması beklenmez mi, zira AKP ile birlikte yeni dil, söylem ve yöntemlerle tanıştılar, yeni referanslar edindiler.
Yılgınlık, kutuplaştırmacı siyasetteki ısrara yönelik duyulan bir yılgınlık, ben onu söylemek istedim. Yoksa yükselen kentli muhafazakârlar, ekonomi-politik işleyiş noktasında enerjilerini hâlâ kaybetmiş değiller. Kentsel dönüşüm projelerine, inşaata dayalı büyümenin, kredi sisteminin bu kesim tarafından nasıl benimsenip hayata geçirildiğine bak, bütün buralarda gayet uyumlu ve enerjik hareket ettiklerini görüyoruz. Ama esas kültürde, sanatta, edebiyatta, düşüncede, eleştirel akılda neredeler? İşte oralarda yoklar. Çünkü o alanlar ancak seküler bir iklimde şekillenir.

»AKP ile yetişen genç neslin çoğunluğunun Hayır oyu kullanmasını da bu bağlamda mı değerlendirmek gerekir?
Twitter’ı yasaklayabilecek bir irade öncülüğündeki siyasi harekete gençler yönelebilir mi? Bu gençler AKP iktidarında büyüdüler, daha öncesini görmediler, pek çok nimeti AKP iktidarında gördüler, tamam ama bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu da görüyorlar. Hani dindar nesil yetiştireceğiz denildi ya, dindar nesille kastedilen aslında dinbazlığı, yani din adına insanların her yapıp ettiğine kendi bildiğince karışmayı, gençlere bir şekilde siyasal norm olarak benimsetmekti.

»Yani mahalle baskısında gençleri aktör yapmak, öyle mi?
Evet, böyle de ifade edilebilir. Aslında çok karmaşık, derinlikli ve ayrıntılı içeriği olan sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlara siyaseten toptancı şekilde dinbaz bir mühendislik faaliyeti ile yaklaşımda bulunmak bu. Sosyolojik, sosyal-antropolojik, psiko-kültürel yaklaşımlarda bulunmak gerekirken “Ben yukarıdan bir dindarlık boca ederim, böylece kiri-pası dindarlıkla yıkarım” demek. Bir zorla-kültürleme, daha doğrusu zorla-dindarlaştırma girişimi. Gençler de tabii bunu hissediyor, bu söylemi, onu dillendiren şahsiyeti, onun tavrını, meydanlarda nasıl bağırdığını görüyorlar ve sanırım çok da haz etmiyorlar. Hâlbuki bu kuşak, çok esprili, mizaha açık, radikallikten uzak, yumuşak başlı, uzlaşmacı ve en önemlisi dinle barışık. Ama din adına gelenekçi, cemaatçi ve zamanın ruhuna ters dayatmaları da kaldıracak cinsten bir kuşak değil.

»Kentli seçmen ve genç nüfusun dışında, referandumun en çok dikkat çeken sonuçlarından biri de Üsküdar, Eyüp, Fatih’te çıkan “Hayır” ağırlıklı oylardı. Bu oyları, Saadet’in bu referanduma özgü “Hayır”a çalışmış olmasından çıkan bir sonuç olarak mı okumak lazım ya da siz nasıl yorumluyorsunuz? 
Bu ilçeler muhafazakârlığın Osmanlı’dan bu yana tarihsel olarak kök saldığı ilçeler ama aynı zamanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde modernleşmenin havasını da solumuş ilçeler. Buralar muhafazakârlığın olgun ve “medeni” olduğu ilçeler. Bu referandumda buralarda daha önce kendini AKP’de bulmuş insanlar “Hayır” dediler. “Bu kadar da olmaz” dediler. “Bu toplumda içki içen de var, serbest yaşamak isteyen de var ve bunları yok etme çabası olmamalı” dediler. “Neden bu kadar zorluyoruz, isteyip de gerçekleştiremediğimiz ne var” dediler. Buna karşılık, örneğin Sultanbeyli için benzeri bir değerlendirme yapamayız, çünkü bu bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel-demografik yapılanması, yapılanma süreci çok farklı.

»O zaman bu değerlendirmenizden şu sonucu çıkarabilir miyiz: Söz konusu ilçelerde “Hayır” diyen muhafazakâr kesim, sadece Başkanlık’a değil, aynı zamanda farklı hayat tarzlarının yok edilmeye çalışılmasına da “Hayır” dedi. Muhafazakâr kesimin mesajını böyle okumak mümkünse, bu tablo, iktidarın yarattığı karşıt kutuplar arasında yeni bir dönemin, iktidara rağmen, başlangıcı olarak yorumlanabilir mi?
Bir kesim muhafazakârın mesajı bu. Aslında sözünü ettiğimiz karşıt kutuplar, yani Türkiye’nin seküler ve muhafazakâr yarımları arasında farklı bir ilişki durumu daha önce kendisini göstermişti ve bir ayrışmaya değil sarmaşmaya doğru gidişin işaretleri vardı. Örneğin, 2000’ler sürecinde. İnsanlar, özellikle de gençler, kültürel sağırlık içinde oldukları karşı dünyalara kulak vermeye başlamıştı. Tartışmalar diyaloğa, çekişmeler etkileşime, husumet ve soğukluklar muhabbete doğru bir kültürel evrilme içindeydi. Ekonomide, gündelik yaşamda ve popüler kültür alanında pek çok işareti vardı bunun. Bu, 2011 sonrası süreçte, siyasi olarak tam ters yönde bir aktivasyona uğratıldı. AKP’nin “İnşa dönemi” retoriği eşliğinde... Gezi’de de “Yarım”larımızın şiddetle yarılması yoluna girildi.

»Peki, AKP gibi bir parti için muhafazakâr semtleri kaybetmek, Müslüman burjuvaziyi ya da genç nüfusu kaybetmekten daha mı kritik?
Biraz daha damardan bir etkisi olur tabii. Çünkü siz bu muhafazakâr alanları çantada keklik sayıyorsunuz. Dolayısıyla oradaki sarsıntı büyük olur. AKP bu referandum sonrasında ilk defa sırtını dayadığı bu kaynaktan da o kadar emin olmaması gerektiğini, orada da artık bir sorun olduğunu hissetti.

                                                                   ***
Din, meta olarak döndü
»İslamın sekülerleşmesi konusunda dikkat çekici yaklaşımlarınız var. Bugün bu anlamda nerdeyiz?
İslam’ın sekülerleşmesi dediğimde yanlış anlaşılıyor. AKP’nin siyaseten yapıp ettikleri, dayattıkları doğrultusunda “ne sekülerleşmesi kardeşim” deniliyor. Kültürel ve sosyolojik plânda dindar muhafazakârların kapitalizme ilişik şekilde sekülerleşmeye dönük yüzleri görmezden geliniyor. Bir dolu örnek var ama ilk akla gelenleri sıralayayım. Acun Ilıcalı’nın “O Ses Çocuklar” programında çocuğunu yarıştıran dindar muhafazakâr aileler, tesettür moda dergileri, tesettür defileleri, “Ben Bilmem Eşim Bilir” ve benzeri yarışmalarda kan-ter içinde kalan, kazanınca hepimizin gözü önünde kucaklaşan mütedeyyin çiftler, el ele, sarmaş dolaş flörtleştiklerini gördüğümüz dindar gençler, Başakşehir’in dindar muhafazakâr zenginler için yasak aşkların yaşandığı yer haline gelmiş olması ve daha pek çok örnek, dindarlığın dünyevileşmesi, İslami deyişle “masiva”ya, yalan dünyaya teslim olmasıdır. Bu sadece bize özgü bir durum da değil, bir dünya hali. Postmodern dönem, dini modernitenin kıyıya ittiği noktadan aldı, yeniden hayatın merkezine getirdi ama din, hayatın merkezine modern öncesi dönemlerde olduğu gibi özne olarak dönmedi, meta olarak döndü, sermayeye dönüşerek döndü.


Meltem Yımaz /Röportaj -  BİRGÜN (01/05/2017)