16 Mart 2018 Cuma

İstismarlar ülkesi Türkiye - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

“Dini, din istismarcılarından kurtarmak”, iktidar çevrelerinin nakaratı haline geldi son bir hafta içinde.

Bunun anlamı şu: Din istismar ediliyor; bu, dine zarar veriyor. Bu nedenle, “din, din adamlarına sorulmalı.”

Önce, istismar nedir?
Sonra, dini acaba belli ilahiyatçılar mı istismar ediyor?
Nihayet, eğer istismar varsa, bu din ve inanç alanıyla mı sınırlı?

İstismar nedir?
Sözlük anlamı; işletme, faydalanma/yararlanma, sömürme; birinin iyi niyetini kötüye kullanmak.

Dini kim istismar ediyor?
İlahiyatçı olarak nitelenen bazı kişilerin, cinsellik temelinde açıklamaları, istismar olarak niteleniyor. Bu konuda, göreve çağrılan din adamları, ilahiyatçıların sözlerinin istismar mı olduğu, yoksa dinin gerçeği mi olduğu tartışmasına başladı bile.

Ama şu sorulmuyor: 15 Temmuz’a giden yolda din istismarının payı yok mu? Dinin siyasete alet edilerek Anayasa md.24/sonun ihlali, din istismarı değil mi?

Afrin harekâtının sürekli dinsel söyleme dayandırılması, inanç sömürüsü değil mi?

Yürütme gücünü elinde tutanların kurdukları her cümleyi dinsel sözcüklerle bezemesi, dinsel inancı kötüye kullanmak değil mi?

Bu örnekler çoğaltılabilir; ancak istismarın ülke yönetiminin bütün alanlarına ve özellikle Anayasa’ya yayılmış olması, göz ardı edilemez.

Anayasa istismarı
Bir kez, ülke yönetiminde anayasa yerine cemaat-mezhep ve dini esas almak, anayasa istismarıdır.

Anayasa’ya aykırı ve Anayasa ihlaline varan söylem, işlem ve eylemler, istismardır.

Anayasa değişikliği, istismarcı anayasacılık uygulamasının tipik bir örneği: ortam ve koşullar, usul sorunları ve içerik…

OHAL ortam ve koşullarında devlet güçleri eşliğinde “evet” lehine yürütülen kampanya sonrasında yapılan halkoylaması, kötüye kullanımdır.

‘Anayasa, laik değil dinsel olmalı’ söylemi ise, çifte istismar: ‘anayasa’ ve ‘din’ sömürüsü. Çünkü anayasa, doğası gereği dünyevi metin; ilahi kitap ise, inanç alanı.

Seçim istismarı
“Mühürsüz oyu geçerli” sayan YSK, açık yasal düzenlemeye karşın seçim güvenliğini ihlal etti.

“Mühürsüz zarf ve oy pusulası”, 298 sayılı yasada yapılan değişiklik ile geçerli sayıldı:

-Bu düzenleme ile sandık görevlileri, mühürleme görevini ihmale mi yönlendiriliyor?

-”Hayır, seçmen oyuna saygı öncelikli” diyenlere; seçmenin oyu o denli değerli ise, neden seçim barajı kaldırılmıyor; seçim engeli nedeniyle milyonlarca oy çöpe gittiği halde?

Bu vb. çelişkili düzenleme ve uygulamalar, “serbest, eşit, gizli oy” ilkelerini ihlal ettiğine göre, “seçim ittifakı” da, kötüye kullanım değil mi?

Demokrasi istismarı
Evet-hayır şeklinde tercihin ortaya konacağı oylama için hayırcıları terörize eden resmi kampanya, “hayır cephesi millet düşmanı” sözüne kadar, iktidar çoğunluğuna seçenek arayışını bastırmak, demokrasinin istismarı değil mi?

Çocuk istismarı
Çocukları cinsel istismardan korumak amacıyla bakanlardan oluşan bir komisyon kuruldu. Çocukları cinsel sömürüye karşı önlem almak ve yasal düzenleme hazırlığı için kurulan komisyon üyelerinin kaçı, çocuk istismarcısı değil?
Adları OHAL KHK ek listelerinde yer alan kişilerin yakını çocuklar istismar edilmedi mi? Hiçbir gerekçe gösterilmeden yargısız infaza tabi tuttukları kamu görevlilerinin çocukları, kardeşleri, yeğenleri, yakınları ve onları seven çocuklar, istismar edildi ve edilmeye de devam ediliyor.

Pişkin bir şekilde, “listedeki adlardan basın yoluyla haberdar oluyoruz; listedeki adları MİT görevlileri hazırlıyor” diyen KHK imzacıları, görev ve yetkilerini istismar etmiyor mu?

OHAL istismarı
Bu tür düzenleme ve uygulamalar, OHAL istismarı, OHAL KHK istismarı değil sadece, hukukun kötüye kullanımı. Anayasa’da çerçevesi çizilen ve bir hukuk rejimi olan OHAL, muhalifleri imha aracına dönüştürülmekle, iktidar keyfi bir biçimde kullanılarak istismar edildi.

İstismar çizelgesi uzatılabilir; ama din ile başlayan yazı bilim ile devam ettirilebilir.

Bilim, bilim insanlarına…
“Din, din adamlarına sorulsun; Diyanet İşleri Başkanlığı nerede?” şeklindeki eleştiri ve önerilere karşı; “Bilim de bilim insanlarına sorulsun; üniversiteler nerede?” soruları, daha meşru değil mi?

Hukukla sınırlı kalacak olursak; Anayasa, bilgilenme hakkı temelinde ve bilimsel açıdan konunun uzmanlarının işi. Ne var ki, “Anayasa suçu işleniyor” doğru saptamasından (16.10.16) hareketle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi yanlış nitelemesi yoluyla yapılan oylama (16.04.17) sürecinde, “anayasacılar konuşturulmadı”ğı için, çok katmanlı bilgi kirliliği yaratılarak Türkiye’nin geleceği karartıldı.

Bilim istismarı
“Eğer hukuk toplumsal yapının omurgası ise, anayasa, hukukun omuriliğidir.” Anayasa’ya saygısızlık, hukuku ihlal, bu ise, topluma ihanet ile eşdeğer.

16 Ekim’de, “Anayasa suçu işleniyor, ya Cumhurbaşkanı Anayasal çizgiye çekilsin ya da Anayasa CB’ye uydurulsun” dendi; 16 Nisan’da ise, ikincisi yapıldı. Aynı gün YSK, “mühürsüz zarf ve oy, 298 sayılı Kanuna aykırı, ama geçerli sayıyorum” dedi; 12 Mart gecesi ise AKP-MHP ittifakı, mühürsüz zarf ve oyu yasal hale getirdi.

Özetle; fiili durumu hukuki duruma getirme yerine, hukuki düzenlemeyi fiili duruma uydurma gayreti bakımından anayasa ve yasa arasında paralellik oluşturuldu.

Hukuk güvenliğinin olmadığı bir siyasal ve toplumsal ortamda ne ölçüde özgür bilimsel araştırma ve yayın yapılabilir?

Çifte inanç istismarı
Hukuka inanmayanlar, ilahi inançta içten olabilir mi? “Din, din adamlarına sorulsun” diyenler, inançlarında samimi iseler, öncelikle, “hukuk, hukuk insanlarına ve bilim, bilim insanlarına sorulsun” demeli.

Bunu diyemeyenler, dünyevi iktidarlarını ebedi kılmak için “halk istismarcılığı” yapıyorlar demektir.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

15 Mart 2018 Perşembe

Hoş geldin işkence - L. DOĞAN TILIÇ

“A gider B gelir bizim için fark etmez.” Başbakan Yıldırım, Tillerson’ın ABD Dışişleri Bakanlığından atılıp yerine CIA Başkanı Mike Pompeo’nun atanmasını böyle değerlendirdi.

Gerçekten öyle mi? Trump’ın dış politikasının başındaki adamı koltuğundan kaldırıp yerine bir başkasını oturtması, bırakın yeni gelen kişinin Türkiye hakkında pek hayırlı düşünceleri olmamasını, zaten ateş içindeki bölgemizi ve hatta dünyayı hiç etkilemez mi?


Trump, bir tweetle gönderdiği Tillerson’ın ardından, değişikliğin temel nedenine işaret edercesine, İran konusunda hiç anlaşamadıklarını bir kez daha vurguladı. O İran’la nükleer anlaşmadan hiç memnun değil ve çekilmeyi düşünüyor ve bu konuda da İran’a askeri olarak had bildirmekten yana olan Pompeo ile tamamen anlaşıyorlar.

Suriye’deki çatışmaların bir tür “İran antrenmanı” olduğunu ve ABD’nin bölgedeki asıl hedefinin İran olduğunu düşünüyorsanız, bu değişikliği bölgeye ve İran’a dönük niyetlerin gerçekleştirilmesine en uygun aktörlerin göreve getirilmesi olarak da okuyabilirsiniz.

Başkan’la aralarındaki ortalığa saçılmış farklılıkları göz önüne alırsanız, Tillerson’un görevden uzaklaştırılması sürpriz olmayabilir. Bunun yanına, Trump’ın göreve geldiğinden beri önce atayıp sonra attığı kaç kişi olduğunu ve halen yönetim içinde (yolsuzluk dahil değişik nedenlerle) her an görevden alınacağı konuşulan epey isim olduğunu da koyun… Durum sürpriz olmaktan iyice çıkar.

Düşünün, daha işin başında Tillerson’ın Trump’a “moron” dediği medyaya yansımış, Trump da “Sanırım yalan haber, ama doğruysa IQ testi yaptıralım” demişti. Daha sonra da değişik defalar, Tillerson’ın yaptıklarından memnun olmadığını belirten tweetler attı. Trump’ın M. Gökçek’le yarışan bu Twittercılığı Tillerson’u hedef aldıkça, bazı senatörlerden “Kendi dışişleri bakanını kendi dış politikana zarar vermeden uluorta hadım edemezsin” uyarısı gelmişti.

Tillerson’ın “hadım edildiği” açıktı; o kadar söze hatta bütçesinin önce yüzde 31, sonra yüzde 29 kesilmesine sessiz kalmış, “Bu kesintiler çatışma alanlarında başarılı olup çözüm sağlayacağımız beklentisinin yansıması” diyerek onay bile vermişti. Bu açıklama yüzünden Trump’a yaptığı “moron” yakıştırmasının kendisine dönmüştü: “Bu da moronik değilse, senin moron olduğunu daha ne kanıtlar” dedi bazı gazeteciler.

Bu göreve Exxon Mobil gibi dünyanın en büyük şirketlerinden birinin başından, cebine konulan 180 milyon dolarlık bir “emeklilik paketi” ile gelmişti Tillerson. Belki de o sayede, Trump’a karşı çıkabildiği ve “doğruyu söyleyebildiği” zamanlar da oldu. Şimdi de, o paketle harika bir “sivil hayat” yaşayabilir. Ardından ağlayacak değiliz!

Ama yerine gelen ile yerine gelenin yerine gelen de “bizim için fark etmez” denilebilecek kişiler değil.

CIA’in başından Dışişleri’nin başına gelen Mike Pompeo’nun İran’a askeri olarak had bildirmekten yana bir “şahin” olduğunu not etmiştik. Trump’la sadece İran konusunda değil, Tillerson’ın çekilmeyelim dediği Paris İklim Anlaşması konusunda da aynı düşünüyor. 

Guantanamo’daki işkenceleri savunduğu, CIA’in işkenceli operasyonlarını yürütenler için “onlar işkenceci değil vatansever” dediği, CIA icadı su işkencesini (ağzı, burnu, yüzü bir bezle kapatılan insanın yüzüne su dökerek boğulma hissi yaşatmak) işkenceden saymadığı, istihbarat sırlarını ifşa eden Edward Snowden için idam istediği biliniyor.

Onun yerine CIA’in başına gelen Gina Haspel de “erkek kadın”. O da işkence nedeniyle insan hakları örgütlerinin hedefindeki bir isim. Tayland’da yıllarca gizli bir işkence merkezini yönettiği biliniyor. Onun tezgâhından geçen bir sanığın kendisine “bir ayda tam 83 kez suyla işkence uygulandığı” ifadesi de kayıtlarda.

Başlığa boş verin siz; ha A ha B, bizim için fark etmez, hoş geldin işkence diyecek halimiz yok. Dileyelim de, bu atamalar Trump yönetiminin kaotik beceriksizliğinin sonucu olsun. Liyakate dayalı bir işe göre adam atama ise, başta bölgemiz ve bizim için fark eden şeyler olacaktır!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Pompeo, yazık oldu Tillerson’la geçirilen 3.5 saate - İLKER BELEK

Trump tarihe her şeyden önce en hızlı kadro harcayan başkan olarak geçecek sanırım.
Tillerson’u Afrika gezisi sırasında, adam daha ne olduğunu anlayamadan bir tweetle harcadı. Emperyalizm böyle bir sistem. Kriz dünya sisteminin başına klasik diplomasi kurallarından hiç anlamayanların geçmesine vesile oluyor. Ama zaten dünyayı yönetmek için artık diplomasiye gerek bulunmuyor.

Tillerson’un azledilmesi bir yanıyla da yeni savaşlara gebe bir döneme açılıyor olduğumuz anlamına geliyor.

Tillerson Trump’ın çoğunluk tarafından “dengesizlik” olarak nitelenen bu kriz dönemi başkanlık tarzı için yumuşak ve tedirgin kalıyordu. İran ve Kuzey Kore’ye yönelik “ılımlı” politikalarının Trump ile arasında sorun oluşturduğu da biliniyordu. Belki Menbiç konusunda AKP’nin taleplerine fazla dikkat gösteren tarzı da başına gelende etkili oldu.
Trump teşkilattan gelen, daha “şahin” bir dış işleri bakanında karar kıldı.

Pompeo’nun öz geçmişi çok parlak. 9 Şubat 2017’den beri CIA başkanıydı.
Trump’la aynı ideolojik çizgide. Cumhuriyetçilerin içindeki aşırı sağcı Çay Partisi’nden geliyor. Kürtaj karşıtı görüşleriyle tanınıyor. Aynen Trump gibi.
Eski bir asker. ABD kara kuvvetlerine bağlı harp akademisinden birincilikle mezun olmuş.

İran ile nükleer anlaşmaya karşı. İran’ı “totaliter İslamcı bir rejim” olarak tanımlıyor. Hatırlanacağı üzere aynı cümleyi 15 Temmuz darbesi sonrasında Türkiye için de kullanmış ve “ancak İran yönetimi kadar demokratik” diye de eklemişti.

Obama’nın Guantanamo üssünü kapatma planına karşı çıkmıştı. Su işkencesini hayati bilgilerin elde edilmesi için gerekli gördüğünü söylüyordu.

Kısacası bu dönemin ABD dış işleri bakanlığı için her şeyiyle gayet uygun birisi. Ancak yine de Trump’la ne kadar süre çalışır sorusu mantıksız olmaz. Zira kapitalizmin iktisadi krizine emperyalizmin hegemonya krizi eşlik ediyor ve bu ikisi bütün ilişkileri, kurumları, yönetimleri, rejimleri istikrarsızlaştırıyor.

Pompeo’nun en tutkulu cinsinden İsrail destekçisi olduğu da biliniyor. Türkiye’yi cihatçılara destek veriyor diye değerlendiriyor. Dolayısıyla Trump’ın Pompeo tercihi ABD’nin Suriye’de daha kararlı bir politika izleyeceğinin işareti olabilir.

Rojava bölgesinin İran’a karşı olası operasyonel plan ve hazırlıklar için tahkim edilmesi, Suriye’nin bölünmesi planına hız verilmesi, Rusya’nın Astana, Soçi süreçleriyle Suriye’de sağladığı siyasi hakimiyetin askeri saldırganlıkla kırılması, Rusya’ya kaptırılan AKP’yi yeniden düzene çekmek için havuç/sopa diyalektiğinin daha kararlı ve ustalıklı biçimde kullanılması, hem Suriye’de hem de Türkiye içerisinde provokatif operasyonların gündeme sokulması Pompeo’nun tarzına uygun düşecek işler gibi görünüyor.

AKP uzun süredir emperyalist hegemonya krizinin iki önemli blok, Rusya ile ABD arasında yaratmış bulunduğu boşluklardan yararlanarak Suriye’de ilerlemeye çalışıyordu. Artık bu bakımdan hareket alanı daralabilir.

Tillerson’un gidişi AKP’nin ABD ile yürütmekte olduğu Menbiç, Rakka ve genel olarak YPG pazarlıklarının da geçersizleşmesine neden olabilir.

Kısaca zor işler. Güçlünün güçsüzü ezdiği bir dünya emperyalizm dediğimiz şey. İstediğiniz gibi oynamazsınız. AKP bu acı gerçekle pek çok kez yüzleşecek. Suriye’deki olayların yönü yüksek ihtimal Pompeo’dan etkilenecek. Erdoğan’ın bütün diplomatik kurallara aykırı olarak Çavuşoğlu’nun çevirmenliğinde daha birkaç hafta önce Tillerson’la gerçekleştirdiği 3.5 saatlik baş başa görüşme herhalde önemli derecede işlevsiz kalacak.
Bunlar emperyalizme mecburiyetin yarattığı sorunlar, çaresizlikler. Mecbur olmamak için antiemperyalist olacak ve bağımsız bir dış politika izleyeceksiniz. 

Hem ABD ile savaştığını hem de NATO’dan vazgeçemeyeceğini söyleyen AKP ile olacak iş değil.

İlker Belek / SOL

İşi önceden bitirecekler: Yüzde 16 sahte seçmen kaydı - ORHAN BURSALI

Bu işi sandıktan önce bitirecekler, tüm önlemlerini almış görünüyorlar. Önce şu belgeyi bir okuyun: 
BAKIRKÖY İLÇE NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜNE,
15.01.2014 
Yöneticisi bulunduğum Ataköy 5. Kısım 19 Mayıs Cad. 11 A8 blokta Yüksek Seçim Kurulu aracılığı ile elde ettiğimiz seçmen listesinde bulunan aşağıdakiyazılı olan kişiler apartmanımızda oturmamaktadırSeçmen listesinden bu kişilerin çıkarılması için gereğini saygılarımla arz ederim. 
A8 Blok Yöneticisi (....) 
Apartmanda oturmayan seçmenler (26 kişi); 
Fatma Soğukbulak, Ahu Aygün, Serap Ünal, Gülbeyaz Hayır, Okşan Hallaçoğlu, Kral Bürgehan Hallaçoğlu, Adem Tüysüz, Arife Koca, Nilay Gürsoy, Songül Yürümez, Yaşar Yürümez, Soner Özdinç, Fulya Rızvanoğlu, Beser Koç Konak, Zümrüt Güler, M. Cemil Yılmazlı, Yiğit Öztürk, Mehmet Çınar, Emrah Aktaş, Samet Aktaş, Rıdvan Acar, Zekiye Zerrin Tugan, Civan Dayangaç, Ahmet Sezgin, Saadet Türkay, Abdülkadir Dabakoğlu.”


Yüzde 16 sahte seçmen demek 
Zaman, 2014 Mart’ında yapılan yerel seçimlerden iki ay önce. Apartmanlarınızı kontrol edin bilgisi İstanbul’da ve büyük kentlerde dolaşmakta ve CHP özellikle seçmenlerini böyle bir göreve çağırmaktadır. Kendi apartmanında bu sahtekârlığı yakalayınca Bakırköy Nüfus Müdürlüğü’ne gider “sorumlu yurttaş” (adı bende). Aldığı yanıt “biz bu konu ile ilgilenmiyoruz” olunca CHP Bakırköy İlçe Başkanlığı’na listeyi verir, onlar da durumu Yüksek Seçim Kurulu’na bildireceklerini söylerler. 

Sonraki seçimde bu kişiler listede yokmuş, ama son Referandum’da apartmanlarında fazladan 6 seçmen saptamışlar! 

Apartmanda 160 seçmen yaşıyor, düşünün 26 sahte isim, yüzde 16 fazlaseçmen kaydı demek. 

Yukarıdaki isimler gerçek kişiler de, gerçek kişilerin birer kopyaları (avatar’ı) da, veya uydurulmuş isimler de, yaşayan kişilerin isimlerine uydurulmuş da olabilir. Yüzer gezer de olabilirler, bir o sandıkta bir bu sandıkta veya çok sandıkta birden!

‘Sonuçları etkilemez’ sanısı 
Eğer o zamanlar mümkün olduğunca çok sayıda liste kontrol edilseydi ve yaklaşık bir sahtekârlık oranı elde edilebilseydi ve bu yolda bir organizasyon örgütlenebilseydi, sahtekârlığın boyutu aşağı yukarı ortaya çıkardı. Bunu kimse yapmadı, CHP bile buna inanmadı veya ne kadar sahte isim yazabilirler ki, her seçimde böyle küçük sahtekârlıklar olur, bu ise genel oy oranını etkilemez, diye düşünmüş olabilirler... 
Okurum diyor ki “belki de son dört seçimdeki sahtekârlıklar ortaya çıkartılabilirdi. Benim mahallede genellikle aydın insanlar yaşar... Bir de Esenler ya da Bağcılar’ı düşünün. Bu hileyi yıllardır yaptıklarını düşünüyorum. Bu insanların hakkıyla iktidarda bulunmadıklarını bizzat gördüm. Hep beraber bu hileyi ortaya çıkaralım... Acaba bu sahte seçmenler başka yerlerde de oy kullanıyor olabilirler mi? Bir sahte seçmen timi kurmuş görünüyorlar...” 

Şimdi apartmanlardaki sahtekârları ortaya çıkarmak da iyice zorlaştı. Seçim Yasası’ndaki, seçmenleri farklı sandıklara dağıtma kararını tamamen bu amaçla aldılar: Sahtekârlığın izini sürmek zorlaşsın!

‘Öyle yüksek oy alacağız ki...’ 
CHP’deki anlayış “öyle yüksek oy alacağız ki, sahtekârlıkları boşa gidecek”. Yok öyle bir şey. Gerçekleri bırakıp hayal peşinde koşmaktır bu, sandıklardan önce “Atı alıp Üsküdar’ı geçecekler”. Tüm planları seçimleri önceden kazanmış olmak üzerine kurdular. Adamlar seçim sonuçlarını, sandıktan önceki operasyonlarıyla sağlama alıyorlar.
 
Bu büyük oyunu şimdiden bozacak büyük bir karşı kampanya örgütleyebiliyor musunuz? Dünyaya duyurabiliyor musunuz? Neler yapılabiliri tüm uzmanlara tartıştırabiliyor musunuz, istatistikçileri, matematikçileri, nüfus bilimcileri ve ne var ne yok bu işten anlayanları toplayıp büyük bir toplantı düzenleyebiliyor musunuz...

İşi önceden bitirecekler 
Sandıklar açılmadan işi bitirecekler. Zaten sandıklar üzerinde baskılar da ekstra getiri olacak iktidar için. 

Yüksek Seçim Kurulu topu tamamen üzerinden attı. Görevini yaptı, damgasız oy pusulalarını meşrulaştırdı, önümüzdeki seçimlerde kendisine iletilecek olan, tüm sahtekârlıkları içeren listeleri, seçmen kütüğü diye ilan edecektir... 
Defteri şimdiden dürülmüş olan muhalefet, seçimlere kadar ciddi bir şey yaptı yaptı, yoksa iktidarın “seçim sonucu iktidar oldu” görüntüsünü meşrulaştıracaktır.
Demokratik haklara şimdiden sahip çıkmanın gereği ve zorluğu ortada.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Kendini soyutlamak - ÖZGÜR MUMCU

ABD’li Erik Hagerman, emekli bir şirket yöneticisi. Ohio’da bir çiftlikte yaşıyor. Donald Trump’ın başkan seçilmesinden bu yana ülkesinde ya da dünyada olup bitenlerden haberi yok. O günden beri komada olduğu için değil. Hagerman’ınki bilinçli bir seçim. 
Televizyonda sadece hava durumunu ve taraftarı olduğu Cleveland Cavaliers’nin maçlarını izliyor. Bunu da ne olur ne olmaz, birisi gündemden bahseder diye televizyonun sesini kapatarak yapıyor. Ara sıra yakınlardaki ufak bir kasabaya gittiğinde kulaklıklarını hiç çıkartmıyor ki sağda solda konuşulanları duymasın. Sosyal medyadan tamamen çıkmış, gazete okumuyor. 

Sadece bir gün kazara bir gazetenin ilk sayfasında Kuzey Kore liderini görmüş. Kuzey Kore’yle ilgili bir durum olduğunu biliyor, hepsi bu. Ailesi ve arkadaşları kararına saygı duyuyor. Konuştuklarında siyasetten ve gündemden hiç bahsetmiyorlar. 
The New York Times, Hagerman hakkında bir haber yayımladıktan sonra 8 Kasım 2016’da dünyayla bağlantısını koparan adam bir tartışma yaratmış. 

Kimileri Hagerman’ın vatandaşlık görevini yerine getirmemekle suçluyor. Mashable. com sitesine göreyse o ABD’nin en bencil insanı. Sitedeki bir yorum “Şayet herkes onun gibi davransaydı, ABD’den ya da demokrasidenbahsedemezdik” şeklinde.
Hali vakti yerinde, kendisini toplumdan soyutlayabilecek imkânlara sahip birinin bu davranışını çocukça bulan; Trump idaresinin hayatlarını zorlaştırdığı diğer insanların bu imkâna sahip olmadığının altını çizenler de çok. 
Doğal olarak Hagerman’a gıpta edenler, onun gibi davranabilmeyi isteyenler de yok değil. 

Memleketimizde de iktidardan yana olmayanlarda yaygın bir bıkkınlık gözlemlemek mümkün. Son senelerde üst üste o kadar çok toplumsal travma yaratan olayla karşılaşıldı ki bu bıkkınlığı anlamamak güç. Birçok kişinin gündemi takip etmeyi bıraktığını ya da azalttığını da söyleyebiliriz.
 
Erik Hagerman, halinden memnun olduğunu söylüyor. Gündeme maruz kalmayı bırakanların da en azından belli bir rahatlama hissettiklerini tahmin edebiliriz. 
Peki bu tercih, vatandaşlık bilinciyle ne kadar bağdaşır? Toplumsal meselelerle ilgilenmeyi kesmek, o meselelerin hayatımızı yaşayışımıza etki etmesini engeller mi? Haksız yere işinden olanlar, baskı görenler, hapse atılanlar varken bütün bu olanlarla ilgilenmemek, akıl sağlığını korumak için kendini soyutlamak hakikaten bencilce midir yoksa bir hak mıdır? 

İktidar kendine destek olmayanları milletin bir parçası olarak görmeyerek, genel bıkkınlığı besliyor. Muhalefet iktidar blokunun seçim kaybetmesini imkânsız hale getiren bir seçim kanununa karşı bile direnemeyerek bu bıkkınlığa katkıda bulunuyor. İtiraf edelim, yapabilsek çoğumuz gündemi hiç takip etmemeyi yeğleriz. 

Gelgelelim, vatandaşlığın gereği gelecek kuşakların dahi hayatını belirleyecek böylesine önemli bir rejim değişikliği arifesinde kendini toplumdan soyutlamak değil, toplumun erişemediği kesimlerine durumu anlatmaya çalışmaktan geçiyor. 

Elbette zor ancak bu dönemde elden geleni yapmamak kadar zor değil.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Bunlardan bize zarar gelmez!’ - ALİ SİRMEN

Son günlerde ulema takımı arasında yer tutmuşlardan sadır olan saçmaların toplumsal etkileri iktidarın zirvesini sonunda kendisine de yönelmesi kaçınılmaz olan tehdit konusunda uyarmış görünüyor. 

Geçen gün Saray’da düzenlenen Diyanet Vakfı İyilik Ödülleri töreninde müftülere yönelik olarak yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan, “Onları modern Hasan Sabbah’ların sapık ve sapkın din anlayışlarıyla evlatlarımızıefsunlamasına ve neo Haşhaşilere çevirmesine izin vermemeliyiz” demiştir.
 
Sayın Erdoğan’ın, konuşmasında sözünü ettiği tehdit konusundaki uyarısının isabetli olduğunu belirtirken gerek kendisinin gerekse partisinin, geçmişte sıkça dile getirdiğimiz tehdit konusundaki uyarıları o zamanlar hiç de ciddiye almadıklarını söyleyebiliriz. 
Salı günü bu köşede çıkan “Laiklikten vazgeçmeyegör” başlıklı yazıda, dini siyasetin ortasına, siyaseti dinin göbeğine yerleştirip yaşamı tarikat- ticaret- siyaset üçgenin baskıcı alanına sıkıştırınca tarikatların büyük bir tehdit olarak ortaya çıktıklarını, Prof. Dr. Esergül Balcı’nın raporundan rakamlarla vurgulamıştık.

***

Türkiye’de 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu olduğunun belirtildiği söz konusu araştırmada, özellikle Güneydoğu bölgesinde yoğunlaşmış 800’ü aşkın tarikat okulu - medrese bulunduğu, büyük şehirlerdeki tarikat okullarının sayısının ise bilinmediği ama 210 bin öğrencinin tarikat okullarına gittiğinin tahmin edildiği bildirilmekte, 2012 yılından bu yana devletin eğitimden çekilerek alanı tarikat okullarına bırakma eğilimi çerçevesinde 4 bin 22 ilkokulu kapattığı açıklanmaktaydı. 

Özel yurtların durumu daha da ilginçtir. Sayıları 4 bini bulan bu kuruluşların 2 bin 400’ü yalnızca tek bir tarikatın elindedir.Tarikat yurtlarındaki öğrenci sayısı 210 bindir. 
Türkiye’de bir yandan AKP iktidara geldiğinde 60 bin olan imam hatip öğrencisi sayısı 1.5 milyona tırmanırken bir yandan da yüz binlerce öğrenci, tarikat okullarının ve yurtlarının denetimindedir. 

Bu iktidarın her türlü denetimden azade tarikat yurtları ve okulları konusundaki uyarılara hiç kulak asmaması sivil toplum kuruluşları olarak gördüğü bu örgütlerden kendisine zarar gelmeyeceği, bunların kendisine karşı tehdit oluşturmayacağı yanılgısından kaynaklanmaktaydı. 

Oysa dinci iktidara giden yolun gençlik ordusunu oluşturmanın aktarma kayışı konumunda olan biat temeline dayalı tarikatlar, iktidarın payandası olmayı değil, sahibi olmayı hedefleyen, biat temeline dayalı sivil toplum ile ilişkisi olmayan kuruluşlardır. 
Bu olgu Fethullah Gülen olayında bütün açıklığıyla ortaya çıkmış bulunmaktadır.

***

Ama sürekli soldan gelecek bir tehdit kâbusuyla yaşayan ve o yüzden yurttaşının yaşamını da kâbusa çeviren, öğretmenin, doktorun atamasını bile yapmaktan korkan iktidar, tarikatlar söz konusu olduğunda, “bunlar dini bütün kişilerdir, bize bir şey yapmazlar, bunlardan tehlike gelmez” zihniyetiyle hareket etmiştir bugüne kadar. 
Yaşananlar yanıldıklarını gösteriyor. 

Devletin zirvesinden gelen mesajlar da iktidarın da bu konuda, artık uyanmaya başladığının işaretleridir. 

Ne var ki siyasal iktidar ile bu tarikat kuruluşlarının aralarındaki geçirgenlik, bu mücadelenin polisiye önlemler ve yargı alanlarında da yetersiz kaldığını, bundan sonra da kalacağını göstermektedir. 

Siyasi iktidarın, radikal İslamın oluşmasında büyük bir etken olan tarikatların oluşturduğu tehditle mücadeleye ciddi olarak niyetlenmesi halinde “bindiğiniz dalı kesiyorsunuz, bizimle uğraşacağınız yerde, zındıklarla mücadeleetsenize!” (burada kastedilen laik demokratlardır) propagandasının başlayacağı ve iktidarın tabanında da geniş yankı bulacağı kuşkusuzdur. 

Bu durumda algılamaya başladığı tehdit ile mücadele edebilecek yapıda olmayan siyasi iktidar, solundan gelmesini beklediği darbeyi sağından yiyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

14 Mart 2018 Çarşamba

Cumhur = AKP+MHP seçmeni - ÇİĞDEM TOKER

Mühürsüz oy pusulasını legal çerçeveye oturtan (böylece şaibeli 16 Nisan referandumundaki şaibeyi zımnen teyit eden), aynı apartman sakinlerini farklı sandıklara dağıtma yetkisi veren, seçim çevresi kavramını sandığın konulduğu odaya dek daraltan, sandık kurullarında siyasi parti temsilcisini kaldırıp tamamını atanmış memurlardan oluşturan, yalnızca sandık kurulu yetkilisine değil vatandaşa da ihbar yoluyla polis çağırma hakkı veren “Cumhur İttifakı” TBMM Genel Kurulu’nda yasalaştı.


***

Haklı çıkmanın insanın keyfini ziyadesiyle kaçırdığı durumlar vardır. 
İki hafta önce, teklif Komisyon’a geldiğinde, bu köşedeki yazıda şöyle bir paragraf yer aldı: 
“Olağanüstü bir durum yaşanmazsa, bugün görüşülmeye başlanacak kanunteklifi, CHP ile HDP temsilcileri ne kadar itiraz ederlerse etsinler, ne kadar aleyhte konuşurlarsa konuşsunlar, ne kadar süreci uzatmaya çalışırlarsa çalışsınlar ve bunların neticesinde ne kadar gerilimli ortamlar yaşanırsa yaşansın, aritmetik üstünlükle Meclis’te yasalaşacak. (...) Meclis çatısı altında ne kadar büyük kavgalar, tartışmalar, laf atmalar, bu laf atmalardan kaynaklı molalar, ara vermeler, ertelemeler yaşanırsa yaşansın, en nihayetinde bumetin iktidar partisinin aritmetik üstünlüğü ve hiyerarşik yapısıyla yasalaşacak.Oyları ‘hayır’ bile olsa, ana muhalefet partisinin Meclis’teki varlığı, gelinen noktada anayasaya aykırı bu kanun teklifinin yasalaşmasında araçsal bir işlevi kendiliğinden üstlenmiş olacak.”
***

Tam olarak böyle oldu. Cumhur’u “eşittir AKP+MHP seçmeni” olarak tarif etmiş olan bu teklif, takvim/saat taktiği gözetilerek cumhurdan kaçırıldı. Aksine karar alınmadıkça pazartesi günleri çalışmayan, (Meclis TV’nin de yayın yapmadığı gün) TBMM Genel Kurulu emrivakiyle çalıştırıldı. Milletvekilleri doğru düzgün bilgilendirilmeden, aralıksız 20 saat çalışmaya zorlandı. İtirazlar işe yaramadı. 
Salı günü görüşülse, Meclis TV’den Türkiye’nin her yerindeki vatandaşların, gerekirse internetten de izleyebileceği bu oturumu, canlı olarak izleme imkânı ortadan kaldırıldı. 
İzmir Milletvekili Musa Çam’ın, “Cumhur ittifakını” eleştirirken Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın vaktiyle MHP Genel Başkanı Bahçeli hakkında telaffuz etmiş olduğu ağır ve nezaket dışı ifadeleri -Bahçeli’ye “bizim hiçbir zaman saygıda kusur etmediğimiz” ifadesini kullanmasına rağmen- hatırlatması, fiziksel şiddete ramak kalan olaylara yol açtı. Herkesin hatırlayacağı kadar kısa bir zaman önce, birbirleri hakkında demediklerini bırakmayan yeni ortakların, bu sözlerden birinin kürsüden hatırlatılması karşısında, itiş kakışlara varan tahammülsüzlüğü, ittifakın nasıl bir zeminde durduğu konusunda çok şey anlatıyor.

***

12 Eylül darbe rejiminin getirdiği yüzde 10 barajına dokunulmaması, “Cumhurittifakı” formülünde geometrik çarpan etkisi yapıyor. 
Malum yasa, seçimlere ittifak ederek giren bir partinin, o seçimde aldığı oy oranına bakılmadan, diğer partinin barajı geçmesi halinde onun da baraj üstü sayılmasını sağlıyor. Böylece yüzde 6 oy oranıyla barajı aşamayacak bir parti, ittifak yoluyla temsil hakkı kazanabilecek. Buna karşılık yüzde 9.9 alan bir parti, eğer ittifak yapmaz ise Parlamento dışında kalacak. 
AKP’ye ve onun temsil ettiği her şeye, sonsuz saltanat bahşetmek üzere planlanmış bu kanun, milyonlarca seçmenin iradesini ayaklar altına alıp çiğneyecek, kaldırıp çöpe atacak hükümlerle doludur. Hazin olansa, bu yasanın, bir yıl sonra erişilmek istenen sonuçla tamamen devre dışı bırakılacak TBMM aracılığıyla çıkmış olmasıdır.

Çiğdem Toker /  CUMHURİYET

Hakiki katılımcı demokrasi: Küba - CEYDA KARAN

Ülkenin yönetimine dair kararların ilelebet ‘yüce bir iradeye’ teslim edilmesini izleyip, üzerine soğuk su içmekte olduğumuz şu hazin günlerde, Küba’ya imrenerek bakıyoruz. Okul çocuklarının gözetmenlik yaptığı sandıklar eşliğinde demokrasi şenliği yapan Küba, haliyle insanın umutlarını tazeliyor, içini açıyor.

***
Fidel Castro liderliğindeki 1959 devrimiyle oluşan sistemi ‘diktatörlük’ diye pazarlayan ‘medeni dünyaya’ bakmayın siz. Liberal demokrasinin geleneksel şablonuyla bile, isteseler görüntü olarak İsviçre’nin ‘doğrudan demokrasisi’ ile paralellik kurabilirler. İstemezler. O yüzden seçim sistemine dair bilgi kırıntısı bile görmedikleri haberleri işe yaramaz. 
Bu kez de Küba’daki seçimleri, devrimin liderlerinden 87 yaşındaki RaulCastro’nun aday olmayacağından hareketle, ‘Castro’ soyadının ‘silinmesi’ üzerine kuruluyor. Nafile bir çaba! Bu esnada Kübalılar geçen sonbaharda başlayan seçimleriyle nanik yapıyor.

***
11 milyon nüfuslu Küba’da, 26 Kasım’da 168 yerel meclisin üyeleri belirlendi. Adayların yüzde 50’yi aşamadığı yerlerde aralıkta ikinci tur vardı. Bu seçim 2.5 yılda bir yapılıyor. Bu kez üyelerin yüzde 65’i daha önce görev almamış isimler, yüzde 35’i kadınlardan oluşurken, katılım yüzde 78’i buldu.

11 Mart’ta sıra beş yılda bir düzenlenen 1265 üyenin belirlendiği bölgesel ve 605 üyenin belirlendiği Ulusal Parlamento seçimlerine geldi. Adaylar belirlendi. Bu kez resmi verilere göre yaş ortalaması 49, yüzde 86’sı üniversite mezunu, yüzde 53’ü kadın. Oy vermek gönüllüyken katılım yüzde 80’lerde. Bu da 8 milyon yurttaşın oy vermesi demek.

***
Küba ‘katılımcı demokrasi’ ile yönetiliyor. Halkın İktidarı (Poder Popular) yerel meclis, bölgesel konsey ve Ulusal Parlamento üzerinde yükseliyor. 16 yaşında herkes yerel ve bölgesel meclisler için oy kullanabilir ve aday olabilir. Ulusal parlamento için 18 yaş sınırı var. 
Yerel meclis adayları yeteneklerine göre, komşuları ve çevreleri tarafından açık, şeffaf süreçte seçilir. Seçim gizli oyla olur. Biraz tuhaf ama sandık başlarında okul çocukları durur. Küba Komünist Partisi (PCC) aday öneremez, destekleyemez. Aslında seçimlere katılmaz. Son ulusal meclisin üyelerinin 45’i PCC üyesi değildi. 
PCC İspanyol sömürgeciliğine karşı ulusal kahraman Jose Marti’nin kurduğu devrimci gelenek üzerinde yükselir. 1965’te tüm partileri aynı çatıda buluşturmuş PCC ‘ideolojik önderliktir’. Üyelik, aday gösterilmek ve bir yıllık deneme sonrası olur, onur addedilir.

***
Küba’da adım adım ilerlersiniz. Her an geri çağrılabilirsiniz. Seçilmek yetmez, hesap vermek gerekir. Siyasette paranın hükmü geçmez. Siyaset meslek değil, yarı zamanlı kamu hizmetidir. Tam zamanlı görev alanlar, ayrıldıkları işten ne alıyorlarsa o ücreti alırlar. 
Yerel ve ulusal meclislerde kararlar milyonlarca insanın on binlerce tartışma toplantısı eşliğinde alınır. Kamu sağlığından çöplerin toplanmasına, bütçeye her şey tartışılır, öneriler alınır, yasalar değiştirilir. Ulusal parlamentoda sendikalar, kadın, öğrenci ve küçük çiftçi birlikleri temsil edilir. Kadınların son ulusal parlamentodaki oranı yüzde 48.9 idi. ABD’de oran yüzde 19.4’tür.
***
Ulusal meclis, Devlet Konseyi’nin bir başkan, altı yardımcı ve bir sekreter dahil 31 üyesini belirler. Yani başbakan ve kabinesini. Dış politika, ekonomik ve sosyal planlama, bütçeyi hazırlamak ve parlamento onayına sunmakla mükelleftirler. 
Şimdi parlamento nisanda yeni başkanı seçecek. Küba aslında yarı başkanlıktır. Başkanların bakan, büyükelçi atama yetkileri yoktur. Bu kararları seçilmiş temsilciler verir. Başkan aynı anda Devlet Konseyi’nin başı da olabilir. Ama o zaman ayrı ayrı seçilmesi gerekir.
***
Onca ambargoya ve sabotaja rağmen ayakta kalan Küba sosyalizmi, mükemmel değildir. Ama okuma yazmanın yüzde 99.8 olduğu, tıbbın en ileri ülkesi, UNICEF’in çocuk hakları şampiyonu olan bu ülkenin ‘özgürlük yoksunu distopya’ diye sunumu ibretliktir. Hele de kendi sosyo ekonomik modelleriyle ‘temsili demokrasiyi’ işletemeyenler açısından. Sandık demokrasisi görünümlüleri hiç saymıyoruz. Aklımız o ‘yüce iradelerin’ yönetimine nasıl ersin!

Ceyda Karan / CUMHURİYET

“Cumhur İttifakı” için İslam’ı güncellemek - TURAN ESER

AKP iktidarı güç kaybediyor. Bunun nedenler çok: Toplumsal huzursuzluk, şiddet ortamı, endişeli hayatlar, artan ekonomik kriz, yoksulluk, eğitim ve sağlık sisteminde yaşanan tahribatlar ve dinselleştirme, adaletsizlik, hukuk dışılık, devletin, cemaatlerin ve fetvacıların özel hayata müdahalesi, mezhepçilik ve tek adam rejiminde duyulan endişeler diye sıralayabiliriz.

AKP’de önemli kopuşlar da yaşanıyor. AKP/Saray bunun etkilerini kırmak için başlıca altı tedbir almış. 2019’a kadar buralarda da bir “güncelleme” ve artma olabilir.

Birincisi, algı mühendisliği. Yandaş araştırma şirketleri, AKP-Saray üzerinden yorumculuğu meslek edinmişlerle medya üzerinde, “Erdoğan 2019 rahat kazanıyor. Hem de yüzde 60 -65 desteği var” yalanıyla, toplumsal algıyı “gücün yanında yer al” türünden yönlendirici manipülasyonlar. Oysa AKP’ye ittifak, eksen ve retorik değişikliğine zorlayan gerçek araştırmaları sonuçlarıdır.

İkincisi, korkuların ittifakını sağlamak. AKP’nin yüzde 50+1 oy alamama korkusu ile MHP’nin yüzde 10 barajının aşamamasıyla oluşan iki korkunun ittifakıdır.

Üçüncüsü, bugüne kadar oy kullanımında yaşanan şaibeleri meşrulaştıran ve sandığa her türlü müdahaleye zemin ve fırsat sunan “İttifak Yasası” ile iktidarı güvenceye almak.

Dördüncüsü, siyasal retoriğin “milli ve yerli” olan Sünni-Türk makbul vatandaş kalıpları içine sıkıştırmak. Alevileri, Kürtleri ve tüm azınlıkları “milli ve yerli” kavramının dışında tanımlayarak, Kızıl Elmacı ve Türk-İslam sentezci siyasal retoriği benimsemek.

Beşincisi olarak da, “ileri demokrasi, AB’ye gireceğiz” retoriğini, Ortadoğu’ya “huzur getireceğiz” retoriğine çevirmek. Öte yandan ise “OHAL ve KHK”, “Güvenlikçi” ve “şiddet dilli” ile memleketin huzurunu kaçıran korkuyu örgütlemek.

Altıncısı ve en güncel olanı ise, din istismarı siyaset ile mezhepçiliği kamu kurumlarında, kamu hizmetlerinde yaygınlaştırarak, kamusal alanda dinciliğe sınırsız örgütlenme hakkı sağlanmıştı. FETÖ bile bu iktidar eliyle devletin en kilit noktalarına taşınmıştı. Buna ek olarak, gerek devlet fetvalarının, gerekse İslamcı cemaat şeyhlerinin ya da ilahiyatçıların toplumsal huzuru bozan, özel hayata müdahale eden uçkur derinliğindeki fetvaları, birçok dindarı, laik kesimleri, kadınları ve özellikle gençleri rahatsız ediyordu. Resmi ve sivil ulemanın yarattığı “Siyasal İslamcılık” algısının, genç, kadın ve bazı dindar seçmenleri AKP’den uzaklaştırmıştı.

Bunun farkında olan AKP, “İslam güncellenmeli” retoriğine sığınmak ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu retoriğe katılmasını sağlandı. Bu “İslam güncellenmeli” retoriğinin aynı zamanda MHP seçmenini ve olası İYİ Parti’ye gitmesi muhtemel laik yaşam hassasiyeti yüksek olan dindar kesimleri tutmak için dönemsel bir söylem olduğunu belirtmekte fayda var. 

Siyaseti hizmet, huzur, adalet, eşitlik ve toplumsa barışı sağlamak, demokrasiyi, özgürlükleri, emeğin hakkını ve temel insan haklarını korumak için değil de, “iktidarı korumak” ve “sonuç alma sanatı” olarak görenler için, her yol mubahtır.

AKP de tam da bu nedenle siyasal kampanyasını öncelikle Erdoğan’ın iktidarını korumak ve sonuç almak üzerine kuruyor. Bu yüzden, oy toplama stratejisini “milli, yerli ve dini değerler” retoriği üzerine kuruyor. Kendisine yakışanı yapıp, evrensel “değerler” önermiyor. İktidarda kalma uğruna sığındığı tek değeri var; pragmatizmdir. Zamana, ihtiyaca, konjonktüre göre, iktidarını korumak ve varlığını sürdürmekle sınırlı. 

Dolaysıyla değerlerin evrensel bir özü yoktur, melezlik vardır. Dün sığındığı “ileri demokrasi” retoriğini, “OHAL ve KHK” ile halkı korkutma retoriğine çevirdi. “Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” retoriğini ise, “Milli ittifak” ile etnik ve din milliyetçisi mezhepçi bir Kızıl Elma cephesi kurmaya çevirdi. 

Bu melezlik AKP’nin tüm siyasal retoriğinde yer almıştır. “Teknolojiyi Batı’dan alacağız ama değerlerimizi koruyacağız” diyen bu melezlik, “okullarda çocuklara tablet vereceğiz ama dindar ve kindar nesil yetiştireceğiz” diyen melezliğe kadar dönüşür. Okulla bilişim odası ya da kütüphane yerine mescit açarlar. Çocuklarını, “Hristiyan Klübü” dedikleri Batılı ülkelerin okullarındaki “değerlerle” yetiştirenler, yoksul halkın çocuklarına İmam hatiplerde “milli ve dini değerler” öneren melezlikle sürer gider.

Halkın çocuklarına şehitliği, kendi çocuklarına bedelli askerliği ya da raporlu olmayı sağlarlar. İktidar hırsı başkadır. Siyaset kültürünü ve etiğini yozlaştırır. Toplumsal olanı şahsileştirir. Dün söylenenleri yalanlar. Her yalana bir kılıf ve argüman bulunur. Söz konusu iktidarı olunca, her tür ilkesizlik ve ahlaksızlık siyasette mübah sayılır. Dün yapılan küfürler, bugün iltifata dönüşür. İktidar müptelalığı kendi içinde kör bir hırsı barındırır. O hırs iktidarı elinde bulunduranlara, her yolun kendileri için mubah olduğu hissini verir.

AKP ve MHP’nin “İttifak Teklifi” yasa taslağı da, demokrasinin değil, 12 Eylül zihniyetini sürdürürken, güce tabi olan baraj altı partilere baraj aşmanın bir başka yolunu açıyor. Bize düşen görev ise, yalan, şahsileştirilmiş devletin ve iktidarın korumasından başka hiç bir amaç taşımayan, bu “Cumhur ittifakı” hakkında en geniş kesimleri bilgilendirmek. Kapı kapı dolaşıp herkese dokunacak ve söyleyecek yeni ilişkiler ağı kurulmalıdır.

Turan Eser / BİRGÜN

Şimdi birileri “bize Calvin lazım” der mi?: İbni Haldun, İbni Rüşd fena olmaz, bir deneyin - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ama yok ille bir yabancı din reformcusu istiyoruz denecekse Calvin yerine ondan daha muazzam bir insan olan Castellio’yu öneririm.


Gece gündüz cinsellikle yatıp kalkan Nureddin Yıldız adlı zat ile benzerlerinin şirazesinden çıkan sözleri nedeniyle AKP Genel Başkanının duruma müdahil olması gündemimize yeni bir konu kazandırdı: İslam’ın güncelleştirilmesi.

Konu bir hayli sorunlu. Lafının üstüne laf söylenemeyen genel başkanın” bu zatlar yüzünden İslam yanlış anlaşılıyor.

İslam’ın güncellenebileceğinden bile habersizler” sözlerine kendi cenahından itirazlar yükseldi bile. Genel başkana “haddini aşma” diyenler de çıktı. Konu bu nedenle bir hayli sorunlu. Kaşının üstünde gözün var denmez genel başkan bile “yenileme, güncelleme” lafları etti mi karşısında bir dolu fengaver buluyor.

İslam dininin kurallarını pratikte nasıl uygulayacaklarını bildiğini iddia edenler ile nasıl olması gerektiğini söyleyenler arasında uzun yıllardır süren bir soğuk savaş var malum. Bu savaşta en çok “asıl İslam bu değil”i duyuyoruz. İslam dininin pratikteki uygulamalarını, varoluş amacına uygun bulmayanların “mevcut İslamı” kontrol altına alamadığı ama, bu nedenle hiç değilse yönlendirmek istediğini biliyoruz. “Gerçek İslam bu değil”cilerin elini güçlendiren bir çıkış oldu genel başkanın sözleri. Ben hemen buun ardından birilerinin hemen ortaya atılıp “bize bir Calvin lazım” demesini bekledim ama şu ana kadar söyleyen çıkmadı. Birkaç yıl önce Ertuğrul Özkök, bunu yazmıştı oysa, İslam dünyasına bir Calvin lazım” diye.

O dönem atmosfer daha farklıydı demek ki. İslamcı iktidar bu kadar güç kazanmamıştı. İktidarına güvenip sokaklarda kendinden emin tehditkar havalarda dolaşan “cihangir, etiler sakinlerini hedef aldığını söyleyenler yoktu. O nedenle “bize de bir Calvin lazım” denebilmişti.

Calvin tartışmasının yapılmasına yol açan bir iki gelişme vardı anımsatayım. Kendisini, üstelik Atatürkçü olarak tanımlayan kerameti kendinden menkul bir şeyhin (!) Cuma namazını, başörtüsü de takmayan kadınlarla birlikte kılması yukarıda sözünü ettiğim “soğuk savaşın” her iki cephesini birbirine düşürmüştü. Şeyh efendinin eylemi ilk bakışta, kadınlara İslam’da erkeklerle birlikte yer açmak olarak anlaşıldığı için pek bir “ilerici” kabul edilmişti.

Kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kılmalarının doğru olmadığını söyleyenler de vardı taii her zaman oduğu gibi. Kişisel olarak, İslam’ın bir erkek dini olduğuna inanmış, dolayısıyla kadınlar lehine yapılacak her değişikliğe onay vermiş birisi olmama karşın, kadın erkek birlikte namaz girişiminde kadınları erkeklerle eşit kılma çabası falan görmemiştim ben, doğrusuu isterseniz. O yapılan, tüm hayatımıza yapıştırılmak istenen Amerikanlaşma’nın dindeki versiyonuydu. Kadınlar lehineymiş gibi sunulan, ama kadının İslam’daki gerçek yerini sorgulamaya kadar asla gitmeyen bir gösteriydi açıkçası. Caminin içinde başını açmak ya da erkeklerle birlikte saf tutmak, dışarıdaki yaşama ne kadar yansır? Bu, “gerçek İslam bu değilciler”ce asla konuşulmuujş da değildir.

Laikliği de İslam’ı da “yumuşatma” çabasıydı bunlar. Her iki yaşam biçimini, birbirlerini kabul etmeye zorlayan Amerikan politikası. Cuma namazında başı açık, erkeklerle birlikte saf tutmak, Türkiye basınında kimi yazarların çok yerinde benzetmesiyle söylersek, Hıristiyan ritüelleriyle bir İslam oluşturmaya çalışmak demekti. Bu “manevra”ya balıklama dalanların ne kadar gülünç olduğu da ortadaydı Pek bir sevinmişlerdi.

Kapitalizmin ahlaki ilkelerinin Hıristiyanlıktan apartma olduğunu bilen kimi aklı evveler de İslam’ın kapitalizmle uyuşup uyuşmayacağını konferanslar düzenleyip tartıkştılar. Dobra dobra söylemek zorundayım. Dertleri İslam’ın kapitalizmle uyuşup uyuşmadığını anlamaksa, içleri rahat olsun, uyuşur. İslam dahil tüm kitaplı dinler, kapitalizme “cevaz” veren dinlerdir.

İslamcı arkadaşlar kızmasınlar ama bu nedenle İslam’ın, tüm iddiasına karşın, kapitalizmin sorunlarını çözeceğine de inanmam. Artı değer sömürüsüne “zekat” uygulaması iyi niyetli ama gerçekçi olmayan bir çabadır. Bunu geçiyorum. Bir ara da “laiki dindarı Cuma’da buluşsun” giriimleri olmuştu. “Hıristiyanların Pazar ibadetleri varsa Müslümanlar’ın da Cuma ibadeti var” şeklinde, “birbiriyle benzeşme” durumu oluşturma gayretlerine de tanık olmuştuk yani memlekette. Yutan yutsun.

İslam’da günceleme yanlısı olanlar İslam’ın Calvini’ni aramaya işte o zaman başladılar. Henüz dediğim gibi şu sıra yeniden söz eden yok ama şu tartışma biraz daha dallanıp budaklansın, “bizim dinimiz böyle değilciler”den tatmin olmayan “endişeli modernler” yeniden Calvin önermeye başlarlar. Umarım o zaman İslam’da bir Calvin ararken, aradıkları bu Calvin’in ne tür bir ademoğlu olduğunu biliyorlardır.

Çünkü bu Calvin dedikleri pek de öyle örnek alınacak bir zat değildi. Doğrudur, güçlendiği ilk on yıl içinde Calvin, Katolik kilisesinin 600 yılda gerçekleştiremediğini gerçekleştirmiş bir reformcuydu. Insitutio Religions Christianae (Hıristiyanlık’ın Kutsal İlkeleri) adlı kitabında Katolik bağnazlığa başkaldıran Protestanlık’ın ilkelerini anlatır. Zaman geçtikçe Katolikler’den daha bağnaz olduğu da bir gerçektir ama.

Çağında, tiyatro, her türlü eğlence, hatta buz pateni bile der kimileri, yasaktır günah olduğu gerekçesiyle. 15 yaşından küçük kızların ipek, büyüklerin ise kadife elbise giymeleri gerek gibi tuhaf kurallar da dayatmıştır Protestanlar’a. Fransız romancı Balzac’ın Calvin değerlendirmesi, bu adamın yarattığı terörün Fransız Devrimi’nin tüm kanlı teröründen daha tüyler ürpertici olduğu yönündedir. (Balzac’ın Fransız İhtilali terör yarattı tespitine de katılıyor değilim bu arada).

Dinde reform çabası içinde olan büyük din reformcusu Servet’i ateşte yaktıran da Calvin’dir. O çağın gereğidir denilmesin, bu tür cezalandırmayı insanlık dışı bulan çok sayıda din adamı vardı. Bu uygulama Calvin’in kişisel diktatörlüğüydü sadece. Stefan Zweig, Calvin düşüncesi Avrupa’ya egemen olsaydı, “Avrupa nasıl karanlık, nasıl renksiz olurdu,” der.

İslam dünyasında bir Calvin aranacağına, aklın, gerçekliğin İslam dünyasındaki temsilcileri olan İbni Haldun, İbni Rüşd ne güne duruyorlar. Onlar Batı’dan değil diye beğenmiyorsanız, ben de Batı’dan bir örnek vereyim. Calvin’in diktatörlüğüne karşı duran, aklıyla, insan sevgisiyle, başka din mensuplarına hoşgörülü yaklaşımıyla büyük bir din reformcusu olan Sebastian Castellio’ya ne buyrulur?

Castellio bugün yaşasaydı, başka din mensuplarına zulüm yapıyor, başka ülkeleri işgal ediyor diye Amerika’ya muhalefet ederdi. Bizim Amerikan İslamı peşindeki aklı evveller, zamanının Bush’u ya da Trump’u Calvin’i sevmekte, onu İslam’da da bulunması gereken bir reformcu görmekte haklılar. Amerikancı aklı evvel, İslam’da kadının erkekle eşitliğinden çok, Hıristiyanlıkla, İslam’ın birbirine uyumundan yanadır. Arada kadınıyla erkeğiyle, iman etmiş olanlarla emekçiler kaynayıp gitsin, kimin umurunda.

Güncelleme denince aklıma geldi birden.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN