17 Mart 2018 Cumartesi

Tükenmeyen bir anlatı: Fener bağçesi ile Galata sarayı efendileri... - İsmail Sarp Aykurt

Sarı-lacivert fanilalılar ile sarı-kırmızı gömleklilerin Meşrutiyet öncesine uzanan tanışıklıklarında bugünkü buluşma Kadıköy’de gerçekleşecek. Papazın Çayırı’nda başlayan öykü, 17 Ocak 1909 tarihinden beri, tam 109 yıldır, Boğaz’ın her iki yakasında "epik bir ritüel" olarak sürdürülüyor.

“Tezgahtâr mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birbirleriyle birleştirdi. Bir saka kuşunun başıyla kanadının yarattığı neşeli pırıltıya benzer bir parlaklık oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı kırmızı alevin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Öyle de oldu…”

Mektebi Sultani’de bir araya gelmiş liseli gençler Şişman Yanko’nun dükkânında, kurdukları isimsiz takımın renklerini tüm benlikleriyle hissediyorlardı. Artık bir kuruluş amacı da eklemeleri gerekiyordu taptaze varlıklarına. Bu amaç, “İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti”. Türk olmayan takımları yenmek, o dönemlerde ezilmiş ve kendi topraklarında yabancı hisseden Türk kökenli vatandaşlar için oldukça önemli bir misyondu. Futbol ise bu misyonun en önemli aracı haline dönüşmek üzereydi. İstibdat döneminin o kasvetli günlerinde, bir korku ikliminde geçen futbol kovalamacası artık kendisine Anadolu’dan ve Avrupa’dan yeni alıcılar eklemişti anlaşılan.

“1 Ekim 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Mehmet Ata Bey’in dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik.” Mektebi Sultani’nin ünlü avlusu Grand Cour’a futbol oynamak için doluşan gençler futbol oynamaya çalışıyorlardı. Tokatlar, uyarılar, yasaklar… Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun jurnalciler ve hafiyelerin sıkı takibinden de kaçmamaktaydı.
"Mekteb-i Sultanî-i Şahane talebesinin kale kurup birbirlerine top endaht ettiklerinin görüldüğü bera-yı sadakat arz olunur."
Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun üzerindeki baskılar Tevfik Fikret’in okula müdür olarak gelmesi ile son bulur. Artık bambaşka bir dönem açılmıştır.
Mektebi Sultani’de kurulan bu lise kulübünün misyonu belli olsa da henüz bir adı yoktur. Şişman Yanko’nun dükkânında karşılaşılan renklerde karar kılınmış gibidir ancak lise dersliklerinin bir tanesinde ilk tohumları atılan bu takımın bir isim ihtiyacı olduğu kesindir. Ansiklopedist Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, o dönemler futbol takımlarına yabancı isimler yakıştırıldığından Gloria (Zafer) ya da Audace (Cüret) isimlerini hatırına getirmiştir. Ancak çevre muhit, bu sorunu bir sorun olmaktan çıkarır. Futbol takımını kuranların kimler olduğunu öğrenen ahali onlara ‘Galata Sarayı Efendileri’ diyerek seslenmektedir. İsim, kuranlar tarafından değil; izleyenler tarafından konulmuştur liselilerin takımına…
Kuruluştaki motto, büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu artık. Takımın ileri gelenlerinin aklındaki tek eksik netleşmiştir. Artık sıra, zaferler kazanmaktır ‘ecnebi’ görülen takımlara karşı.

IŞIKSIZ FENER ÇİÇEKSİZ BAHÇE
1905’te başlayan tarih, 1907’ye uzanır. Galata Sarayı Efendileri artık daha serpilmiş, lisenin duvarlarını biraz olsun aşmıştır. Ancak çok bariz bir eksiklik kendisini iyiden iyiye açığa vurur.
Bu bir "kardeş" eksikliğidir.
1907’nin güzel bir gününde karşı kıyıda bir hareketlilik göze çarpmaktadır. St. Joseph’li gençler Moda Beşbıyık Sokak 3 numaralı evin selamlık katında yaptıkları bir görüşme sonucunda kuracakları takımın ilk tohumunu atmışlardır yemyeşil kıyılara. Gençler için o gün, yurtdışından getirilen, önü ve kolları düğmeli, sarı beyaz yollu bol formaları, lacivert şort pantolonları ve sarı löverli yün çorapları ile artık yepyeni bir takım vardır bu saf Anadolu kıyılarında. 1899’dan beri süregelen bu çaba, en önemli meyvesini vermiştir artık.
Işıksız fener artık ışıksız, çiçeksiz bahçe artık çiçeksiz ya da yalnız değildir…
Pera’daki Galatasaraylılardan Ali Sami, Fenerbahçe’nin kuruluşunu işitmiş, bundan büyük heyecan duymuş ve bunu hiç gizlememiştir. Günümüzdeki anlamsız ve temelden yoksun tartışmaların aksine Fenerbahçe ile Galatasaray arasında hep bir dayanışma, iletişim, yardımlaşma olmuştur. Bu yüzden 1907, hem bir kuruluş hem de bir kardeşliğin doğum yılıdır bu iki güzide kulüp için… Bu durum, iki kulübün tarihlerinin birbirine içkin olduğunu da net bir biçimde göstermektedir. İki kardeş takımın birbirine destek olması da, birbirlerine imrenmesi de dönemsel olarak meşru ve olanaklıdır. Fenerbahçe’nin doğumu herkesi heyecanlandırmış ve memnun etmiştir, buna eşlik etmemek zaten imkânsızdır. Özellikle de Galata Sarayı Efendileri için…
“Fenerbahçe ilk kurulduğunda bizim için yabancı memlekette rastlanılmış bir vatandaş gibiydi. Ona manen ve maddeten ihtiyacımız vardı.”
Fenerbahçe kulübünün ilk amblemi Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz fener, ilk renkleri ise sarı-beyaz olmuştur. İçinde Fenerbahçe yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesi olarak, kırmızı fon ise Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtmek için tasarlanmıştır. Ortadaki sarı renk ise Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk ise asaleti temsil etmektedir. Sarı-laciverte dönüşen renkler ise olsa olsa şunu ifade edebilirdir açıkça: Güç ve kudret!
Galatasaraylılar ile Fenerbahçelilerin birbirlerine ihtiyaçları olduğu kesindir. Dönemin koşullarında ikisinin varlığı hem yabancı takımlara karşı bir birlik hem de aralarında tatlı bir rekabet demektir. Ebedi kardeşlik işte böyle başlamıştır. Ali Sami Bey’in o dönemi yansıtan ifadesinde olduğu gibi; “Bunca ecnebi ve gayrimüslim takımın olduğu yurdumda Fenerbahçe’yi görmek ecnebi memlekette rastlanılan bir dost gibiydi.”
Bu, iki köklü, doğumları Meşrutiyet öncesine dayanan ve baskı ile iç içe büyümüş geleneğin tarihi belki de başka kulüplere nasip olmayacak şekilde birbirine bağımlı ve kardeşçe koşullarda gelişmiştir. Bu iki kulüp, birbirini büyütmüş ve birbirlerini gözlemlemişlerdir Boğaz’ın farklı yakalarından. Ne anlaşılmazlık yaşanan şilt meselesi, ne kazanılan/kaybedilen karşılaşmalar ne de başka bir yapay "çekememezlik" sebebi tarihin bize gösterdiğini unutturmaya yetmeyecektir. Tonlarında farklılık olsa da "sarı"lar aynıdır nasılsa…

METİN’DEN KALAN LEFTER’DEN DEVROLAN
Yılların geçmesi bir şeyler götürmemiştir rekabetten. Tam aksi geçerliydi aslında; büyüyen bir mazi, kaybolan eskiler ancak yepyeni efsaneler vardı yeşil sahalarda artık. Birisi, Galatasaray bir diğeri ise Fenerbahçe sevgisinin hiç duraksamadan büyümesinin en önemli nedeni oldu. Birisi İzmir’in diğeri ise Büyükada’nın yetiştirdiği eşsiz futbol yetenekleri ve emekçi kimlikleri ile parıldayan gözde insanlar olarak öne çıktılar. Lefter, yoksul bir ailenin çocuğu idi aynı Metin Oktay gibi. Onları birleştiren emekleri oldu. Ayrımları ise sarı-lacivert ya da sarı-kırmızı renkler hiç olmadı. Topluma mal olan insanlar olmalarının nedeni, emekçi karakterleri ve amatör bilinçlilikleri oldu. Anlamsız bir fanatizmin ya da saçma bir "renk alerjisinin" kırıntısı dahi yoktur içlerinde…
6-7 Eylül olaylarında çektiği acıyı, utancı hangi futbol maçı ya da renk giderebilirdi ki zaten? Her ne kadar bu utanç kendisine, Lefter’e ait olmasa da…

“15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan emniyet müdürü gelmişti. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allahım” demişti. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”
Diğer tarafta “10 dakikalığına Fenerbahçe forması giyer misin” sorusuna “Şeref duyarım” demekten gocunmayan, ağları delen golünden duyduğu mahcubiyeti gizleyemeyen ve “O gol bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir ” diyebilecek kadar asilce düşünebilen insanlar da vardır, Metin Oktay gibi.
Bir derbi öncesinde Fenerbahçe baş kaptanı Galip Kulaksızzade’nin (Kulaksızoğlu) Galatasaraylılara, “Oberle kardeşler hasta, Hasan da sakatlanmış. Sizi karşımızda eksik kadroyla görmek istemiyoruz. Dilerseniz maçı erteleyelim”diyebilecek olgunluğa ulaşmış bir "rekabetin" ilk nüveleridir bunlar… 20 Ekim 1914 tarihinde böyledir karşı kıyıların insanları.
Küçük bir örnek olsun, baş kaptan Galip Kulaksızzade (Kulaksızoğlu) hakkında bir anı vardır dillendirilen. Galatasaray takımını idman yaparken dışarıdan takip eden ve Ali Sami’nin deyişiyle "terbiyeli ve mahcup" bir genç vardır dikkat çeken. Bir müddet için Ali Sami tarafından takıma davet edilen bu genç sporcu, arkadaşlarının Fenerbahçe isminde bir takım kuracaklarını öğrenince oraya geçmek için izin istemiştir Ali Sami’den… Ali Sami Bey ise bunun "Galatasaray için de iyi olacağını" söyleyerek mahcup ve terbiyeli bu beyefendiyi oraya gidebilmesi için serbest bırakmıştır. Galip Bey’in gittiği yer neresidir ki sanki? Orası Kadıköy’ün güzel gençlerinin bin bir çaba ve emek ile kurduğu "kardeş" kulüp Fenerbahçe’dir. Bu, Galatasaray ve Fenerbahçe için şunu göstermektedir. Tarihlerinde sayısız kez bir araya gelmiş bu iki köklü kulübün birbirleriyle sporcu alışverişinde bulunması, birbirlerine destek olması, birbirlerinden feyz alması kadar doğal bir olay yoktur ve tüm bunlar, her iki kulüpten de karşılıklı olarak mümkün mertebe gerçekleşmiştir. Bu durum, bir diğerini küçültmemiş, aksine büyütmüştür. Derbinin büyük bir derbi ve tarihsel anlatı haline dönüşmesi işte bu saiklerle mümkün hale gelmiştir.

NÂZIM HİKMET'İN ANLATTIĞI... 
Bu saiklerden birini büyük usta, komünist şair Nâzım Hikmet açıklamaktadır. 1936 yılında, kendince üslubu ve tutkusu ile anlatmıştır:
“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘İlle de gidip Fener-Galatasaray maçını seyredelim’ dedi. Bende kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim. Futbol denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana, teker teker saydım, yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı-kırmızı yollu yollu gömlekler; öteki on birinde sarı-lacivert fanilalar…
Ne yalan söyleyeyim, bu hengâmede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam etraftaki binlerce seyircinin coşkunluğu yanında devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine…
Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel, berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada.”

109 YIL SONRA BU AKŞAM... 
İşte bu akşam, 109 yıllık tarihsel derbinin bir uğrağı daha olacak Kadıköy’de Papazın Çayırı’nda. Bu derbiyi tarihsel anlatılarıyla ya da sembol figürleriyle anlatmak ne kadar zor olsa da yaşamanın ayrı bir heyecanı ortaya çıkardığı aşikâr. Ancak açık olan bir şey daha var ki o da, tüm bu yaşanan tarihselliği izlemenin farklı eğilimleri tetikliyor oluşu.
Hani hepimizde vardır ya saklanan, saklandıkça ortaya çıkma hevesi artan ve bize enerji ikmal eden küçük mutluluklar…
Belki de o mutluluk sadece böyle bir maçın, böyle görkemli tarihi olan kulüplerin sadece var olmasıyla, yaşamasıyla ilgilidir. Kazanmayla, böbürlenmeyle, hakaret yarışına girmekle, emekçi karakterdeki geçmişleri "3 puanlık" bir hevese feda etmekle hiçbir tarihsel olay ya da anlatılar büyük olmaz. Olmamıştır da…
Büyüklük, koskoca bir çınar gibi olgunlaşmış bir gelenek ile büyümek, büyürken de onu nesiller boyu takip edenlerin büyütmesiyle, bizlere anlatmasıyla oluyor. İşte, bu maçları o yüzden izlemenin ayrı bir değeri oluşuyor ya da izleyenlerle büyütmek mümkün oluyor sevgimizi.
Aynı, yine Nâzım’ın 1923’teki dizelerinde büyüttüğü gibi:
Futbolda eski kurdum.
Fenerbahçe’nin forvetleri
Mahallede kaydırak oynayan birer piç kurusuyken
Ben
En ağır hafbekleri yere vururdum
Futbolda eski kurdum
Santırdan alınca pası
Çakarım
Hoooooooooooooooooooooooooop!
5 numro top
Açık ağzından girer golkipin karnına.
Bana mahsustur bu vuruş
Futbol potinlerim
Kurşun kalemimden öğrendi bu zanaatı!
O kurşun kalemim ki
9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra
İşkembenizde taş
Şairiz be,
Şairiz dedik ya be arkadaş.

İsmail Sarp Aykurt /  SOL

Kaynakça:
  • Yüce, M. (2014) Osmanlı Melekleri / Futbol Tarihimizin Kadim Devreleri, İstanbul, İletişim Yayınları
  • Erdin, M. (2004) Yer Fener Gök Cimbom, İstanbul, İthaki Yayınları


Putin’in zehri - Nilgün Cerrahoğlu

Putin’i dördüncü kez devlet başkanlığa taşımasına kesin gözüyle bakılan seçimin arifesinde, Moskova ve Batı arasında yeni bir Soğuk Savaş patlak verdi. 
Yeni Soğuk Savaş’ın nedeni, İngiltere’nin sessiz sakin Salisbury kentinde Sergei Skripal adlı bir çifte Rus ajanının, kızı ile birlikte, kimyasal savaş maddesi “sinir gazı” ile zehirlenmiş olması… 
Hastaneye kaldırılan baba-kızın durumu belirsiz kalırken, İngiltere Başbakanı May, Guardian’ın “frantic/çılgın telefon diplomasisi” diye adlandırdığı pür telaş bir diplomasi ile TrumpMacronMerkel’den oluşan bir “büyük devletler cephesi” oluşturmayı başardı. 

Elysee, bizzat Macron’un kendi sözcüsünün ağzıyla “fantasy politics/hayal ürünü olabilecek fantezi siyasetlere kapılmadan önce” Batı’yı temkine davet ettiyse de, May’in ısrarı sonunda Paris’te cepheye katıldı. Ve dört ülke, Moskova’yı güçlü şekilde kınayan, açıklama yapmaya davet eden çok sert bir deklarasyon yaptı.
 
Beyaz Saray’a adaylığından beri “Putin ile paslaştığı” söylenen Trump dahi sonuçta “stratejik ortak” İngiltere’nin “cephe” isteğini geri çevirmedi. 

Trump’ın hamlesinin, Rusya’nın ABD’deki başkanlık seçimlerine müdahalelerini konu alan “Russiagate” ile bağlantılı yaptırımlarla eşzamanlı gelmesi ayrıca ilgi çekti. 
Putin’in en yakınındaki çevresini hedef alan yaptırımlar, gerçi doğrudan 007-Skripal skandalı ile ilgili değil…. 

Ancak Moskova tarafından İngiltere’de yok edilen bir dizi Putin muhalifi ve Rus casuslarının sonuncusu olmaya namzet görülen Skripal olayının tetiklediği tırmanma ve Russiagate yaptırımlarının çakışması bir ortak “ivme” yarattı. 
 
‘1914 Saraybosna’sı gibi 
Sade bu değil… 
Bu çarpıcı zamanlamaya ek olarak, New York Times başta olmak üzere, ABD yayınlarında yer alan yeni “sibernetik savaş” uyarıları da, Rusya-Batı arasındaki gerginliğe eklemlendi. 

ABD yayınlarındaki iddialara göre, Rusya, “bilgisayar korsanları/hacker”ları yoluyla şimdiye dek yaptığı gibi yalnız Batı’nın seçim süreçlerini manipüle etmekle kalmayacak, ayrıca herhangi bir çatışma durumunda Batılı müttefiklerin elektrik/su/nükleer santrallarına, sağlık ağlarına/hastanelerine bundan böyle elektronik yollardan her türlü saldırıyı ve sabotajı düzenleyebilecek. 

Batı’nın enformasyon teknolojisine dayalı bütün altyapısını baştan sona çökertebilecek Rusya, başka deyişle adeta şimdi “açık savaş tehdidi” olarak ilan ediliyor. 

Bu aniden tırmanan ve üst üste gelen gelişmelerin, yukarıda saydığım nedenlerle “Soğuk Savaşın ötesinde” bir tehdit oluşturduğunu tarih ve casus romanları yazarı Robert Harris; “Soğuk Savaşta tarafların uyduğu kurallar vardı” diye açıklıyor: “Bugün ise hiçbir kural yok. Soğuk Savaşta kamplaşma ideolojikti. Bugün cepheleşme parçalı ve kırılgan. Bugün karşılaşılan tehlike bir nükleer füze tehlikesi değil. Tehlike bugün sibernetik savaş. Ölümcül sonuçlar yaratabilecek ürkütücü bir tırmanma ihtimali söz konusu. Bu nedenle mevcut durumu ben, çılgın bir jestin, insanlığı facia ile yüz yüze bıraktığı 1914 Saraybosna’sına benzetiyorum.” 
 
Çar’a ne faydası var? 
Ortadoğu’daki son dönem hamleleriyle Rusya’yı yeniden dünyada söz sahibi kılan Putin böyle şimdi… dünyayı tekrar bir faciaya sürükleyecek “çılgın bir jest” yapar mı? 
Yaparsa niye yapar? 
66 yaşında emekli bir eski ajan için bu gerilimi göze almak kâfi derecede “çılgınca” değil mi? 
Kendisi de eski bir ajan olan Putin tırmanmayı acaba öngördüğü için mi işler bu noktaya bilhassa geldi, yoksa bir şeyler kontrolden mi çıktı? 
Sergei Skripal, Londra’nın iddia ettiği gibi, Moskova tarafından sahiden “sinir gazıyla” zehirlendiyse eğer; bu, Putin’in örneğin bilgisi dahilinde mi yapıldı? Yoksa Çar’a yaranmaya çalışan bazı yardakçılarca mı gerçekleştirildi? 
Dünya, üzeri kalın sis bulutuyla kaplı bu soruları tartışıyor... 

Trump’ın çelik, alüminyum üzerinden yükselttiği son koruma duvarları, NATO’ya katkı payları ve Brexit nedeniyle birbirleriyle kavgalı ve sürtüşmeli olan Batılı devletler şimdi birden Moskova’ya karşı yekvücut halinde birleşti. 

Dağınık Batı’yı hiç umulmadık biçimde bir araya getiren ve ıkına sıkına da olsa birbirine zamklayan bu hamlenin anlı şanlı 4. Kremlin zaferine hazırlanan Putin’e acaba ne faydası olabilir? 

İç içe giren Rus bebekleri gibi sorular böyle uzayıp gidiyor...

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Önce İstiklal Marşı’nı hazmet de - ALİ SİRMEN

Bunca sorun arasında bir bu eksikti. 14 Mart günü Tayyip Bey, “En büyük üzüntüm, bu emsalsiz marşın hakiki manasını yüreklere nakşedecek bir bestenin yapılamamış olmasıdır. Temenni ederiz ki, o da çıkar” diyerek onu da tamamlamış ve İstiklal Marşı çevresinde yeni bir tartışma başlatmıştır. 
Tartışmanın aslında bir kıymet-i harbiyesi yok. Anayasanın 3. maddesi şöyle der: 
Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. 
Dili Türkçedir. 
Bayrağı, şekli kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı albayraktır. 
Milli marşı “İstiklal Marşı’dır. 
Başkenti Ankara’dır.” 
Anayasanın dördüncü maddesi ise “1, 2 ve 3’üncü maddelerdeki hükümlerin değiştirilemez ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemez” olduğunu belirtir. 
Demek ki bir zamanlar çok revaçta olan Erdoğan’ın da üç gün önce tekrar ısıtarak önümüze sürdüğü İstiklal Marşı’nın değiştirilmesi de, değiştirilmesinin teklif dahi edilmesi de mümkün değildir. 


O zaman kıymet-i harbiyesi olmayan böyle bir tartışmaya neden değinildiği sorulabilir. 
Tartışma fiili bir sonucu olmasa bile önemlidir. Çünkü, son dönemde her konuda bölünmüş ve parçalanmış olan toplumun, üzerinde mutabakat halinde olduğu tek konu, tek simge, bayrak ve İstiklal Marşı da, tartışmalarla bölünmektedir.

***
İşin en vahim tarafı da, bu tartışmayı bizzat anayasanın 104’üncü maddesi gereği Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eden makamın başlatmış olmasıdır. 
Türkiye bugün artık İstiklal Marşı’na kadar her konuda bölünmüş haldedir. 
Bu bölünmüşlük ortamında hiçbir başarının kalıcı olması, hiçbir kazanımın zafere dönüşmesi mümkün değildir. 
Ulus devletin kuramcılarından Ernest Renan 11 Mart 1882’de, Sorbonne’da verdiği “Bir ulus nedir?” konferansında, Türkiye (o zaman Türkiye derken Osmanlı’yı kastediyordu) ile İtalya’dan söz eder ve her bozgununun bile İtalya’nın kazancıyla sonuçlanırken, her zaferinin bile Türkiye’yi bozgununa doğru yönelttiğini söyler ve nedenini de şöyle açıklar: “Çünkü İtalya birliğe, ulus bütünlüğüne doğru gidiyor, Türkiye ise Küçük Asya’nın dışında bir ulus değil ve olamıyor.” 
Aradan 137 yıl geçmiş, Osmanlı tarihe karışmış, ulusal Kurtuluş Savaşı verilmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş ama Türkiye 1881’in Osmanlı döneminin bölünmüşlük ve parçalanmışlığına dönmüştür. 
Olaya bu açıdan bakınca, Osmanlı’ya dönmenin gerçekleşmesi imkânsız tutkusuyla yaşayanların, bir açıdan olsun başarı kazandıkları söylenebilir. Tabii eğer buna başarı denebilirse.
***

Ernest Renan 1881’de Türkiye’nin Küçük Asya’nın dışında bölünmüş ve parçalanmış yapısına, bir birlik oluşturamamasına dikkatleri çekmekteydi. Aradan geçen zamanda durum daha da vahim hale geldi, artık Renan’ın Küçük Asya diye andığı Anadolu da parçalanmışlığın bütün tehlikelerini bağrında taşımaktadır. 
Türkiye şu anda sınırları içinde ve de dışında bölücü terör ile mücadele etmekte, bir yandan terör örgütü bir yandan da onun ardında olan ve kendisini parçalamayı amaçlayan ABD’ye karşı varlık ve beka mücadelesi vermekte olduğunu haykırmaktadır hep. 
Ama bu iki tehlikeyi vurgulayanların farkında olmadıkları husus ise, ülkenin kendi içindeki bölünmüşlüğünün, bu ikisinden çok daha büyük bir tehdit oluşturduğudur. 
Bu asıl büyük tehdit bertaraf edilemediği takdirde, Afrin’de ya da Mımbiç, hatta Fırat’ın doğusunu da kapsayan bölgelerde elde edilecek başarıların hiçbir anlamı olmayacaktır. 
Tayyip Bey, Afrin’deki başarılı operasyonlar üzerine bunu simgeleyen bir Afrin Marşı bestelenmesini öneriyor. 
Afrin’deki başarı, ancak İstiklal Marşı’nın simgelediği birlik ve bütünlük ile birleşirse zafer olacaktır. 
O sağlanmadığı takdirde Afrin başarılarının hiçbir kıymeti kalmayacaktır. 

O yüzden “önce İstiklal Marşı’nı içimize sindirelim de, Afrin Marşı’nı sonra düşünelim” diyebiliriz.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İttifak güçlü mü? - ÖZGÜR MUMCU

Siyasi ittifak kurmak kolay iş değil. Hele ittifakın büyük parçası hep tek başına davranmaya alışmışsa. AKP ve MHP genel başkanlarının birbirlerine kavgada edilmeyecek sözlerle saldırmaları da yakın zamanın işi. Bugün kurulan ittifakın 7 Haziran seçiminden sonra neden kurulmadığı da belli. O vakit MHP “Ver Bilal’i al Hilal’i” demekte ve parlamenter sistemin güçlendirilmesini talep etmekteydi. 

Bahçeli’nin Türk siyasi tarihine şimdiden geçmiş olan şiddetli dönüşü dahi ittifakın kolay işleyeceği anlamına gelmiyor. 

Elbette bu, iki partinin ait olduğu siyasi geleneğin ilk işbirliği değil. 1980 öncesi kimsenin hatırlamak istemediği, memleketin fena halde karanlık günlerinin yaşandığı iki Milliyetçi Cephe koalisyonunda birlikteydiler. 1991 genel seçimine de barajı geçmek için Refah Partisi çatısı altında, yanlarına bugünkü BBP misali Aykut Edibali’nin küçük partisini de alarak girmişlerdi. 

Başkanlık rejimi içinse gayri resmi bir ittifak girişiminde bulunup toplam oylarının yüzde 10 altına düşmeyi başardılar. 

Her ne kadar kendi kendilerine tanımladıkları “devletin bekası” ve Kürt meselesinde ortak görüşlere sahip olsalar da AKP ve MHP’yi sorunsuz işleyecek bir blok gibi görmemek gerek.

Neticede, 1991 seçim ittifakında Alparslan Türkeş’in Refah Partisi listesinden aday gösterilmesine karşı çıkanın o dönemin Refah Partisi İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu gizli belgelerden öğrenmedik. İşin ayrıntısından, 7 Haziran seçiminden sonra Tuğrul Türkeş’in AKP’ye geçmesine içerleyen Devlet Bahçeli’nin açıklamasıyla haberdar olduk.

AKP, her ne kadar Kürt meselesinde güvenlikçi politika yolunu tercih etse de, muhafazakâr Kürt seçmenin oyuna muhtaç. Sayın Erdoğan’ın zamanında Türkeş’in aday gösterilmesine karşı çıkmasının gerekçesi de bu. İttifakın, kayyım rejimi ve seçim kanunu değişikliğine rağmen Güneydoğu’da oy kaybedeceğini tahmin etmek zor değil. 
Öte yandan AKP’nin giderek kurumsallaştırdığı tek parti rejiminin hem kamuyu hem de toplumsal hayatı dincileştirdiği de ortada. Bunun da MHP’ye oy veren laik seçmeni rahatsız ettiği söylenebilir. 

AKP’nin yarattığı dinci ortamı yeterli bulmayan hocaların ardı ardına gelen açıklamalarına Devlet Bahçeli çok sert tepki gösterdi. Bahçeli’nin bu tepkisi olmasa, sayın Erdoğan herhalde çok tartışma yaratacak ve kendi tabanının bir kısmını Saadet Partisi’ne kaydırabilecek “İslam’ın güncellenmesi” tartışmasını açmazdı. 

İttifak tıkır tıkır işlese “Ben insanlarla dolaşıyorum, sen bozkurtlarla devam” et diyen Cumhurbaşkanı eliyle bozkurt işareti yapmak ihtiyacı hissetmezdi. 
MHP’yle ittifak AKP’ye muhafazakâr Kürt oylarını kaybettirirken bir de radikal İslamcı oyları kaybettirme riski taşıyor. 

Hele buna bir de yerel seçimlerde iki partinin de gözünü diktiği Manisa, Mersin, Adana gibi şehirlerde çıkacak ve hatta şimdiden baş göstermiş uyuşmazlıkları da eklersek, ittifak zannedildiği kadar güçlü olmayabilir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

16 Mart 2018 Cuma

Serin savaş - ALPER BİRDAL

Soğuk Savaş döneminde Hollywood’da çekilmiş üçüncü sınıf bir casus filmi izliyoruz sanki.

Mart başında İngiltere’nin Salisbury kentindeki bir bankta kızıyla birlikte bilincini kaybetmiş halde bulunan Sergey Skripal adlı çifte ajan üzerinden üretilen argümanlar, Batı medyasında kimilerince “giderek soğumaya başlayan bir serin savaş” diye adlandırılıyor artık.

Her ne oluyorsa, bunun dün itibarıyla belirli bir koordinasyonla gerçekleştiği söylenebilir.
Önce İngiltere Başbakanı Theresa May, Skripal ve kızının Rus yapımı olduğunu söylediği Noviçok (‘nevzuhur’ ya da ‘yeni gelen’ diye Türkçeleştirilebilir) adlı bir kimyasalla saldırıya uğradıklarını söyledi. Ardından İngiliz yönetimi 23 Rus diplomatı sınır dışı etme kararı aldı. NATO, May’in argümanlarına destek veren bir açıklama yaptı. Bunu Trump, Macron, Merkel ve May’in Rusya’yı suçlayan ortak açıklaması izledi. Ve bunu da dün ABD’nin bir dizi Rus kurum ve vatandaşına yönelik yeni yaptırım kararını açıklaması takip etti. Yaptırımlar özellikle Haziran 2017’de gerçekleşen “NotPetya” adlı bir virüsün kullanıldığı siber saldırı iddiasıyla ilişkili.

Rus tarafıysa Skripal iddialarıyla ilgili kanıt sunulmasını istiyor. Ancak İngiliz hükümeti Rus yönetimiyle hiçbir bulguyu paylaşmayacağını söylüyor.
Birkaç günlük gelişmelerin kısa kronolojisi böyle.

Hem İngiltere’nin, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez bir “kimyasal saldırı” düzenlendiği iddiası hem de ABD’nin sivil kurumları hedef aldığı için “oyunun kurallarını değiştirdiğini” söylediği siber saldırı iddiası aynı noktaya işaret ediyor: Rusya, büyük bir uluslararası güvenlik tehdidi oluşturuyor. Öyleyse “Batı ittifakının” bu tehdide karşı yek vücut olması lazım…

Bu senaryonun Putin’in yeni nükleer silahlarıyla sahne aldığı konuşmadan sonra gelmesi daha büyük bir koordinasyonla gündeme gelmesi şaşırtıcı değil. Koordinasyonun sürüp sürmeyeceğiyse ayrı mesele.

Putin Rusya’sının emperyalist hiyerarşideki boşluklara tutunarak yukarı tırmanma arayışlarını göz ardı etmesek de, Soğuk Savaş dönemi propaganda filmlerini hatırlatan bu senaryonun karşı tarafına kısaca göz atalım.

“Kimyasal saldırı” iddiasıyla ilgili kayda değer bir karşı argümanı 2002-2004 arasında İngiltere’nin Özbekistan büyükelçiliğini yapan Craig Murray gündeme getirdi. “Noviçok” iddiasının Bush’un Irak’a saldırmak için uydurduğu kitle imha silahları yalanına benzeten Murray, dikkate değer tezler ortaya atıyor. Birincisi İngiltere’nin kimyasal silahların saptanması üzerine çalışan tek kurumunda tespit laboratuvarı başkanlığı yapan Dr. Robin Black’in 2016’da yayımlanan akademik bir makalesine atıf yapıyor. Murray’nin aktarımına göre Dr. Black makalede şunları söylüyor:
“Son yıllarda Rusya’da 1970’lerden itibaren ‘Foliant’ programı kapsamında, savunmaya yönelik karşı önlemleri bozmak amacıyla ‘Noviçok’lar’ denilen dördüncü jenerasyon sinir ajanları geliştirildiği hakkında pek çok spekülasyon yapıldı. Bu bileşikler hakkında kamuya açık bilgi az; var olan bilgilerin kaynağıysa, büyük ölçüde, muhalif bir Rus askeri kimyager olan Vil Mirzayanov. Söz konusu bileşiklerin yapıları veya özellikleriyse bağımsız olarak doğrulanmış değil.”

Yani Dr. Robin Black 2016’da, Noviçok adı verilen maddenin varlığına ilişkin bir kanıt bulunmadığını söylüyor.

Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün (OPCW) Bilim Danışma Kurulu tarafından 2013’te yayımlanan bir raporda da, “‘Noviçok’ adı, ikili kimyasal silah olarak kullanıma uygun yeni bir sinir ajanları sınıfı üzerine çalışma yaptığını bildiren eski bir Sovyet bilim insanının bir yayınında geçmektedir. Bilim Danışma Kurulu, ‘Noviçok’ların’ varlığı veya özellikleri hakkında yorum yapacak bilgiye sahip olmadığını belirtir.” deniyor. Kurul, ABD’li, Alman, Fransız, Rus ve İngiliz üyelerden oluşuyor.

Murray’nin işaret ettiği bir diğer ayrıntı da şu: Noviçok’ların üretildiği söylenen tesis Özbekistan’ın Nukus kentinde. Murray, tesisin iki binli yılların başlarında kapatıldığını ve tüm stoklarının imha edildiğini, ekipmanların ABD devleti tarafından söküldüğünü ve bu işlemlerin yapılması sırasında kendisinin de büyükelçi sıfatıyla orada bulunduğunu aktarıyor. Dolayısıyla “Noviçok” diye bir madde varsa bile bu Rusya’da üretilmiş değil. Dahası “Noviçok” iddiasının kaynağı olan Mirzayanov, kitabında formüller vererek, söz konusu maddenin gübre ve pestisit üreten herhangi bir kimya laboratuvarında yapılabileceğini söylüyor.

Gelelim Sergey Skripal’le ilgili bir başka iddiaya. İngiliz The Telegraph gazetesi 7 Mart’ta Skripal’in, Donald Trump’ın Rusya bağlantıları hakkında Demokrat Parti’ye rapor hazırlayan eski MI6 ajanı Christopher Steele’ın şirketi Orbis hesabına çalışan bir kişiyle ilişkili olduğunu yazdı. Bu kişinin 1990’larda Rusya’da Skripal’i İngiltere hesabına ajanlık yapmaya ikna eden Pablo Miller olduğu ortaya çıktı. Orbis’in sahibi Steele’in de doksanlarda, yani o dönemde Rus ordusunda albay olan Sergey Skripal’in İngiliz ajanı haline geldiği süreçte Rusya’da MI6 hesabına çalıştığı belirtiliyor.

Orbis, 8 Mart’ta Skripal’in Trump dosyasına katkısının olmadığına ilişkin bir açıklama yayımladı. Ancak açıklamada Skripal’in Orbis hesabına iş yaptığı anlamı da çıkıyor. Dolaysıyla Skripal’in Trump dosyasıyla ilgili önemli bilgi sahibi olması ihtimali var ve söz konusu kişi çifte ajanlık geçmişine sahip.

Bu iddialara komplo teorisi deyip geçmek mümkün. Olabilir. Ancak bu durumda Theresa May’in “Noviçok” iddiası da aynı ölçüde komplo teorisi olarak nitelenmeli. Uluslararası ilişkilerin komplo teorileri üzerinden yürütülmesiyse, soğuk, serin ya da sıcak, savaş halinin genel bir özelliği.

Alper Birdal / SOL

Rusyagate Skripalgate... - CEYDA KARAN

Batılıların ‘şeytani bir zeka’ atfedip durdukları Rusya Federasyonu (RF) Başkanı Vladimir Putin, 18 Mart’taki başkanlık seçimi eli kulağında, ülkesinin evsahipliği yapacağı Dünya Kupası’na ise üç ay kalmışken Batı tarafından ‘uluslararası suçlu’ ilan edilmenin eşiğinde. RF, Britanya’nın orta yerinde MI6’ya çalıştığı için casusluktan ceza alıp 2010’da takas edilmiş Rus çifte ajanı ile kızını varlığı bile meçhul bir zehirli gazla öldürme girişimiyle suçlanıyor. Britanya ortalığı ayağa kaldırıyor!

Britanya Başbakanı Theresa May, Avam Kamarası’nda Moskova’ya ithamları yanıtlaması için bir günlük ültimatom verdi. Sonra 23 Rus diplomatı ‘istenmeyen adam’ ilan etti; üst düzey temasları askıya almak, yaptırım tasarısını güncellemek ve Dünya Kupası’nı boykot olasılığı içeren önlemler açıkladı.
 
RF, Britanya’nın tutumunu ‘hasmane eylem’ diye niteledi, soruşturmaya hazır olduklarını belirtip ‘kanıt’ istedi. Londra kanıt sunmadı. Fakat Batı medyası ithamlardan geçilmiyor.
 
Mevzu, ABD öncülüğünde, Almanya, NATO’nun desteğiyle ortak tavır alındı, Rusya ‘Britanya’nın toprak bütünlüğünü ihlalle’ suçlandı. Transatlantik birliği Moskova’yı BM Güvenlik Konseyi’ne taşınmaya çalışıyor. ‘Soğuk Savaş’ rüzgarları fırtınaya dönüştürmekte. Öyle ki, Rusya’nın Londra elçiliği, buz ortasında termometre fotosu eşliğinde ‘İlişkilerde ısı -23’e düştü. Fakat biz soğuk havalardan korkmayız’ tweet’i attı. Fakat iş ciddi. Nitekim Rusya, ‘Bizimle bu dille konuşamazsınız’ diyerek yanıt verileceğini duyurdu
 
BLAIR’İN ‘MANTAR BULUTLARI’
Zehirlenme vakasıyla ilgiki karşılıklı iddiaları okuyunca ve olgulardan hareketle rasyonel sorular yöneltince akla ister istemez Tony B.lair’in Irak işgaline giden yolda sahte kitle imha silahı yalanların savururken uydurduğu ‘mantar bulutları’ düşüyor.
 
MAY’İN ‘ÇAYLAK’ İTHAMLARI
Hikayenin odağında 1995’te MI6 tarafından devşirilmiş 66 yaşındaki eski askeri istihbarat (GRU) albayı Sergey Skripal var. GRU’da ve sonra Dışişleri’nde görevliyken Britanya’ya devlet sırlarını vermekten 2004’te yakalanmış. Hizmetleri karşılığında 100 bin dolar aldığını itiraf etmiş, 13 yıl hapse mahkum olmuş. 2010’da RF ile ABD arasındaki casus takasıyla affedilip salıverilmiş. O gün bugündür Britanya’da yaşıyor. Onca zaman bir şey olmamışken 4 Mart’ta Salisbury’de kızı Yulia ile bir restoranda zehirlendi. Şimdi yoğun bakımda.
 
May, 14 Mart’ta Avam Kamarası’nda Rusya’nın Skripal’i ‘noviçok’ yahut ‘novice’ (çaylak) diye anılan askeri düzeyde üretilmiş sinir gazları grubunun parçasıyla zehirlediğini iddia etti. Rusya’nın ‘devlet destekli suikastlar sicilini’ andı. Olayın ya Rusya’nın Britanya’ya karşı doğrudan eylemi olduğu, yahut Moskova’nın sinir gazının kötü ellere düşmesinden sorumlu olduğunu savundu.
 
OPCW: RUSYA’NIN KİMYASAL SİLAHLARININ YOK EDİLMESİ KÖŞE TAŞI
İddiaya göre, ‘noviçok’ dünyada nükleer dehşet dengesi içinde bu silahlar modayken, Sovyetler’de 1970-80’lerde geliştirildi. Sorun şu ki RF, Sovyetler’in çöküşüyle 1997’de Kimyasal Silahların Geliştirilmesi, Üretilmesi, Stoklanması ve Kullanılmasını yasaklayan Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ni imzalamıştı. BM’ye bağlı OPCW’nin denetiminde 2005-2015 arasında tesislere kilit vuruldu. Nihai denetim Eylül 2017’de yapıldı ve OPCW Başkanı Ahmet Üzümcü’den “Rus kimyasal silah programının ortadan kaldırıldığının doğrulanmasının Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’nin başarılarının köşe taşı olduğu” övgüsü aldı.
 
ESKİ SOVYET CUMHURİYETİ ÖZBEKİSTAN’I ABD ‘TEMİZLEMİŞ’, KENDİSİ TAM ‘TEMİZLENMEMİŞ’
Yani OPCW’ye göre RF kimyasal silah programını tümüyle yok etmiş durumda. Elbette bu tesisler vaktiyle Sovyetler’in Ukrayna, Gürcistan, Özbekistan gibi bölgelerinde var. Misal ‘noviçok’ türevi maddelerle ilgili denemeler için işaret edilen kilit tesis Özbekistan’daki Nukus’ta bulunan Organik Kimya ve Teknoloji için Sovyet Bilimsel Araştırma Enstütüsü. Ama burayı da 1991’deki bağımsızlıktan sonra New York Times’a göre 6 milyon dolar harcayıp 1999’da söküp kapatan ABD.
Öte yandan OPCW’ye göre ABD sözleşmenin imzacısı olarak bu silahların yüzde 90’ını yok etmiş, kalanı için koyduğu 2012 mühletini yerine getirmeyip 2023 hedefi koymuş durumda.
 
OPCW, NOVİÇOK (NOVİCE) İÇİN TEK KAYNAĞI GEÇERLİ BULMAMIŞ
Asıl sorun ‘noviçok grubunun’ kendisinin bir iddia olması. Tek kaynağı da şimdi ABD’de yaşayan eski Sovyet muhalifi bilim insanı Vil Mirzayanov. Çöküş sonrası 1992’de Sovyet kimyasal silah programına dair makalesi Moskovsky Komsomolets’teki yayınlanmış.
 
Sorun şu ki, bu tür silah düzeyinde üretilmiş zehirli sarin ve VX gibi maddeleri tüm mekanizmaları ve olası antidotları eşliğinde saptayan OPCW, ABD ve Britanyalı uzmanların onayıyla ‘noviçok grubunu’ sarin ve VX gibi yasaklı zehirli gazlar listesine koymamış. Çünkü zahirli gaz olarak varlığını dahi doğrulayamamış. Bunu Irak savaşı yalanlarını deşifre etmek 2003’te gizemli ölümüyle sonuçlanmış Dr. David Kelly’nin meslektaşı ve Britanya’nın 1916’da kurduğu kimyasal silah laboratuarı Porton Down’ın yakın zamana dek uzmanı olan Dr. Robin Black, 2016’daki makalesinde prestijli bir bilimsel yayında izah etmiş. Dr. Black’in duruma izahat getirdiği makalesini Britanya kamuoyuna duyurmaya çabalayan da Britanya’nın eski Özbekistan büyükelçisi Craigh Murray. Yani May, varlığı bile şüpheli bir maddeden söz ediyor.
 
MİRZAYANOV ‘GİZLİ FORMÜLÜNÜN’ AMAZON’DA 30 DOLARA SATILAN KİTABINDA OLDUĞUNU SÖYLÜYOR
May’in ithamlarının sorulduğu Mirzayanov, Rusya’ya öfke kusmanın yanı sıra, gizli formülü için facebook hesabına “Bir tek benim kitabımda var” diye yazmış. Formülü de içeren kitabı Amazon’da 30 dolara satılıyor. Batı medyası ise Mirzayanov’un pek çok açıklamasına yer verirken, bu unsuru anmıyor bile.
 
Bir de Britanya’nın eski kimyasal, biyolojik, radyasyon ve nükleer birliğinin başındaki Hamish de Bretton-Gordon’ın ‘Rusya’da tek üretim yeri’ diye andığı Volga Irmağı’nın kıyısındaki turistik Saratov oblastının kasabası Shikhany var. The Guardian’a konuşmuş, birkaç sene önce OPCW’den incelemesini istediklerini söylemiş. Hatta gazeteye şimdi Salisbury’ye gelip inceleme yapacaklarını müjdelemiş. Haberde gazetenin nedense ‘ağır kanlı’ diye vurgu yapmayı ihmal etmediği OPCW’ye e-posta ile sorunca da ‘şu anda bilgimiz yok’ yanıtını aldıklarını eklemesi manidardı.
 
‘İZİNİ SÜRÜP TESPİT ETMEK MÜMKÜN DEĞİL’
Tabii Britanya’nın ünlü kimyasal araştırma merkezi Porton Down da Skripal’in zehirlenme vakasının olduğu Salisbury’nin 12 km ötesinde olduğundan kaşlar kalkıyor. Uzmanlar ‘noviçok’la anılan maddelerin türevlerinin gübre ve zırai ilaç üreten sivil sanayide kullanıldığını söylüyor. ‘Novçok’ adıyla sinir gazı haline gelebilmesi için başka maddelerle birleşme gerektiğini de... İzini sürüp kaynağını tespit etmenin mümkün olmadığını belirten eksik değil
.
SİYASİ SORULAR, MEŞHUR OLİGARKLAR...
Meselenin siyasi ayağında da sorular çok. En başta Rusya bunca yıldır Britanya’da yaşayan eski ajanı niçin şimdi öldürmek istedi? London Telegraph, zehirlenen Skripal’in, Trump’ı hedef alan ve arkasında ABD’deki müesses nizamın Hillary Clinton destekçisi kanadının 2016 başkanlık seçimine Rusya’nın müdahalesi iddialarını içerse de pek ilerlemez görünen ‘Rusyagate’ dosyasına temel olmuş eski Britanya casusu Christopher Steele’yle bağlantılı olduğunu iddiasına yer verdi. Ne tesadüf birkaç ay önce May de Brexit’te Moskova’nın parmağı olduğunu öne sürmüştü. Kanıtları hiç sormayın.

Arada ‘Rusya’nın devlet destekli suikastlar sicili’ olarak Londra’nın ‘muhalif’ olarak bağrına bastığı, ha bire birbirleriyle kapışıp duran, kimileri gizemli koşullarda ölmüş zengin Rus oligarkları da anılıyor.
Üstüne üstlük Skripal’e, Roman Abromowitz’le mali kapışmalarında Britanya yargısı önünde yenilmiş, 2013’te ‘intihar etmiş’ milyarder oligark Boris Berezovski’nin yine ilticacı yakını olan 69 yaşındaki Nikolay Glushkov’un evinde ölü bulunması da eklendi! Eski Çeçenya savaşı komutanı albay Glushkov da Rusya’da yolsuzluktan beş yıl yatıp çıkınca Londra’ya sığınmış. Polis ölümü için ‘zehirlenme ile alakası yok’ dese de birileri ‘açıklanamayan ölüm’ diye fısıldamakta.
 
Moskova ise Londra’nın Rusya Merkez Bankası’ndan zimmetine para geçirmiş eski yöneticiler ve seri katiller dahil en az 40 zanlıya evsahipliği yaptığını söylüyor.
 
Bu karambolde de Britanya’da ana muhalefetteki İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in eski istihbarat rezaletlerine de atfen, Salisbury vakasından Rusya’nın sorumlu olduğuna dair henüz kanıt bulunduğuna inanmadığını söylemesi, tefe konulmasına yetiyor.
 
MOSKOVA: NOVİÇOK’U DOĞRULAYABİLİYORLARSA O ZAMAN ÜRETİYORLAR
Moskova, Londra’nın ortalığı ayağa kaldırmasının ardından sonunda ‘noviçok’u doğrulayabiliyorlarsa o zaman buna sahiptirler!’ tepkisi koydu. Eski FSB direktörü Sergey Stepaşin “Bana söyleyin Rusya’da hangi aptal böyle bir saldırıyı yapar? Mantık nerede” diye sordu. Dikkatimi bir de bir twitter kullanıcısının tespiti çekti: “Olay yeri yakınında bir şişe votka, havyar ve Moskova’ya bilet bulunabilir.”
 
ŞAKA BİR YANA...
Şakası bir yana şurası kesin. Suriye’de sıkışmış Batı’nın askeri müdahale tehditleri, Korelerin barış görüşmesi umudunun kimi çevrelerde yarattığı hoşnutsuzluk ve Ukrayna kapışması eşliğinde birileri ‘Soğuk Savaş’ı, ‘Sıcak Savaş’a döndürmeye çalışıyor.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Güç ile korkaklık arasındaki bağ - MURAT YAYKIN

Bireyin sorunlarına odaklanmış, toplumsal muhalefetten uzaklaşmış, burjuva estetiğini sahiplenmiş, tüketim toplumunun ihtiyaçları ve isteklerine uygun sanattaki anlam; egemen sınıfların egemen pozisyonlarını devam ettirmelerini sağlayan mistifikasyonun meydana geldiği yerdir. 
Böylelikle güzellik, sanat ve saflık nosyonları devamlılık kazanır, yönetilen kitleler bir yandan reklamcılığın diğer yandan da ‘güzel’, ‘yüceltilmiş’, ‘iyi’, ‘hayranlık uyandıran’ın yaylım ateşine maruz kalarak “çatışmanın olmadığı şiddetsizlik’ durumunda tutulur. Dolayısıyla sistemi gerçek anlamda eleştiren, karşı çıkan, yalnızca ilerici/bütünlüklü bir sanatın değil, aynı biçimde belgeselin ve fotoröportajın da geliştirilmesinin önündeki engel, estetik burjuva estetiği olur.
Bu tarz bir üretimi benimsemiş sanatçı ve görüntü üreticileri, egemenlerin dilini ve tekniğini kullandıkları içindir ki, sanatçıları öznel olarak ilerici gibi görünseler de üretimleri burjuva olmaya, burjuva tüketim toplumunun ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmektedirler. Güç ile korkaklık arasında bir yerlerdedirler. Nerede durdukları, nereye baktıkları belli değildir.

Başka bir açıdan bana; “nereden bakıyoruz,” sorusu, Charlie Chaplin’in göçmen filminden bir sahneyi çağrıştırıyor. Fırtınaya yakalanmış ve şiddetle sallanan bir geminin tüm yolcularının iskele-bordaya yüklenip deniz tuttuğu sahne... Herkes kusarken Chaplin, seyirciye arkası dönük şekilde, bacakları geriye tekmeler savurarak sancak-bordadan sarkmaktadır. İzleyici onu deniz tuttuğunu düşünürken Chaplin birden kendini yukarı çeker ve bastonuyla bir balık yakaladığını görürüz. Yönetmenin ustalığı; çekimin yapıldığı açı ve kamerasını konuşlandırdığı yer tercihidir, ki izleyicinin algısını da yönlendirir. İkinci sahneyi göstermeseydi, izleyici birinci durumdan başka bir şey düşünmeyecekti.

Fotoğrafçılar/fotomuhabirleri ve olaylara tanıklık eden kameramanların, kendi güvenliklerini düşünerek tomaların ardında konuşlanarak görüntü üretmeleri gibi... Bir yerde nereden baktığımız nasıl baktığımızı belirliyor. Nasıl baktığımız da nereden baktığımıza bağlı.

Direnişin içinden iktidar ve güç nasıl görünüyor? Bakmak şart...

Ne yazık ki, neoliberallerin aydınları ve sanatçıları ve tabii ki iktidar medyasının fotomuhabirleri ve habercileri de hiç bu açıdan bakmadılar, bulundukları yerde iyi beslendiler, güvenlilerdi bir de.

.. İktidarlar; kendisi için daha ileri bir demokrasiyi hayata geçirmek, geçmişi anmak/unutturmamak, onların açtığı yoldan yürümek, haklarının mücadelesini vermek, eşit ve adil bir gelecek adına ortak paydada birleşen topluluklardan korkarlar. Karşılığında başvuracağı şiddet ise otoritenin ‘gösterisi’ne dönüşür.

Weil, İlyada’yı çözümlerken: “Şiddet başat olduğunda güçlü tam anlamıyla güçlü olmadığını, güçsüz tam anlamıyla güçsüz olmadığını düşünmez...” der. İktidar; elindeki toması, akrebi, gazı, mermisi, hapishaneleri, yasaları ve yasaklarıyla güçlü olduğunu düşünür, ama aynı zamanda güç için o kadar çok enstrümana sığınmasının, korkaklıkla arasında bir bağ olduğu iktidarın aklından geçmez. 

OHAL yasalarıyla kültür yapılarına kayyum atarken de, ülkeyi aynı zeminde seçime götürürken de, barış isteyeni içeri tıkarken de, savaş çığlıkları atanlarla ittifak kurarken de böyleydi bu. Faşizm gelirken, güç ile korkaklık arasındaki bu bağ şiddeti yükseltir, faşizm elini kolunu sallayarak tırpanıyla kol gezer, ölüm fabrikalarından faşizmin kara dumanı püskürtülür.

Üstelik Nazilerden farklı olarak artık toplama kampları yaşam alanlarımızdır.

Murat Yaykın / BİRGÜN

Uber, değişim ve tehdit - ASLI AYDIN

İstanbullunun Uber’i sevmesinin sonucunda, tehditlerin uçuşması değil bilakis taksilerin bu duyarlılığı görüp kendilerini yenilemeleri, otoritelerin de vatandaşları korumaları beklenir.

Teknoloji tüm dünyada hızla gelişimini sürdürürken, bir yandan eski teknolojileri tarihin derinliklerine gömüyor, diğer yandan da üretici-tüketici herkesi bu değişime ayak uydurmaya zorluyor. Üretici tarafında yeni teknolojiler, sanayide yapay zekâ, nesnelerin interneti vb dijitalleşmeyi öne çıkarırken, aynı dijitalleşme tüketicilerin önüne sanal ortamlarla seriliyor. Bu iyi bir şey mi, kötü mü önceki yazılarda tartışmaya çalıştım, fakat yine şunu tekrarlamakta fayda var, son tahlilde bu değişimden kaçmak mümkün değil. Dolayısıyla hızlı bir dönüşümün içinden geçerken, bunu toplum yararına nasıl kullanmak gerekiyor sorunsalı etrafında bir tartışma yürütmek, herkes için en iyisi gibi duruyor.

Dünyanın içinden geçtiği teknolojik transformasyona Türkiye penceresinden bakılınca işte ortaya sarı taksi-Uber tartışması gibi tehditlerin havada uçuştuğu mafyatik bir resim çıkıyor. Trajikomik bu resim Türkiye’nin mikro ölçekte çekilmiş bir fotoğrafı gibi. Bu durum tabi hemen sosyal medyada da mizahi bir dilde yorumlanıyor. Yeni, genç, kibar, pırıl pırıl bir teknoloji, karşısında ise “senin camlarını kırarım” diyen eskiye ait bir kabalık. Haklı veya haksızdan önce bir rekabetin veya bir tartışmanın düzeyi ve üslubu, toplum olarak düştüğümüz noktayı öncelikle ortaya koyuyor.

Aslında sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde de protesto ediliyor Uber. Kimi ülkelerde taksiciler protesto ediyor, kimi ülkelerde trafik veya çevre kirliliği gerekçesiyle yayalar Uber’den şikâyetçi oluyorlar. İşin ucunda daha gelişkin teknoloji var sonuçta. Adamlar tek araba sahibi bile olmadan bu işten para kazanıyorlar. Üstelik ortada duran pastadan payını da artırmayı başarıyorlar.

İnsanlık adına, toplum yararına iyiyi güzeli sağlamak adına ortaya çıkmıyor elbette Uber. Nihayetinde Google gibi bir teknoloji devi tarafından çıkarılıyor. Toplutaşımanın ve taksi taşımacılığının eksiklerinin ve yanlışlarının yarattığı boşluğu doldurmak üzere piyasaya sürülüyor. Bu boşluk devasa bir kârlılık yaratıyor nitekim.

Esasında dünyanın yeni halinin yeni işlerinden biri Uber. Toplutaşıma yok olurken, her alan dijitalleşirken, özel yolcu taşımacılığının kar ataklarından biri.

‘Atıllıktan’, beslenen yeni trend: Paylaşım ekonomisi
Uber genel olarak bir paylaşım ekonomisi ürünü. Atıl duruma kaydırılmış kaynakların yeniden sistem içine dahil edilmesiyle ortaya çıkıyor. Nüfus artışı, göç ve kemer sıkma derken sistemin çoğalttığı sorunları avantaja çevirerek, enformel ve esnekleşmiş emek gücünden faydalanarak bir platform üzerinden hizmet sağlıyor. Uber, bu paylaşım ekonomisinin ürünlerinden yalnızca biri. Tıpkı insanların kendi evlerini kiralama mantığına dayanan Airbnb gibi Uber de araç sürücülerini bir araya getiriyor. Yani ehliyetiniz varsa bunu derhal paraya çevirme ortamı sunuyor. 21. yüzyıl kapitalizminin ortaya çıkardığı esnekleşmeyle, çalışma saatlerinin dışında kalan dinlenme zamanlarına talip oluyor, işsizlere kısmi süreli iş sunuyor. Ücret ise performansa bağlı tabii, ne kadar emek o kadar köfte prensibiyle çalıştırıyor.

Uber’i ve bağlı bulunduğu ekonomiyi, tanımı gereği birçok açıdan eleştirmek mümkün ve gerekli. Örneğin fabrikadan atılan bir işçinin, tüm haklarının silindiği bir işte çalıştırılmasının yeni ‘trend’ olması tartışılmalı. Veya ‘toplu taşıma olmalı, ulaşım temel hakkımızdır’ temelinde bir tartışma güçlendirilmeli. Fakat ben, bu tartışmaların sonucunda Uber yasaklansın veya bu tür paylaşım platformları kötüdür gibi bir sonuca varmak yerine, bu platformların emeğe ve insana yönelik yararlı bir platform haline getirilmesi gerekliliği sonucuna varıyorum.

Güncel sarı taksi- Uber tartışmasında da yine bu sonuç ortaya çıkıyor. İyi gitmeyen, emekçisinin ve müşterisinin de memnun olmadığı bir hizmete alternatif bir hizmet geliştiriliyorsa, bu rekabet sonucu ikisini de aşan, daha iyi, daha insani ve elbette ki daha ‘parasız’ bir sonuca varmak gerekir diye düşünüyorum. 

İstanbullu Uber’i neden sevdi?
İstanbul Taksiciler Esnaf Odası Başkanı Eyüp Aksu, herkesin tepkisini çeken, hepimizi üslup açısından rahatsız eden konuşmasında İstanbul taksilerini Avrupa’dakilerle karşılaştırdı. Tuhaf. Çünkü İstanbul taksilerinin ne verdiği hizmet, ne de kurumsallığı Avrupa ülkelerindeki taksilerin yakınından bile geçmiyor.

Öncelikle Avrupa’nın herhangi bir yerinde, herhangi bir sokağında ters yönden giden, kırmızı ışıkta geçen, istediği yerde yolcu indiren bir taksi göremezsiniz. Kısa mesafe diye yolcu almamazlık yapamazlar- yaparlarsa cezası var ve cezalar uygulanır. Dolayısıyla hele ki İstanbul taksileri açısından bu karşılaştırmayı yapmak yersiz olacaktır. Hiçbir kurala uyulmaması, yolcuyu elbette daha takip edilebilir bir sistemin parçası olan Uber’e yönlendirecek, kendini burada daha güvenli hissedecektir.

İstanbullunun Uber’i sevmesinin sonucunda, tehditlerin uçuşması değil bilakis taksilerin bu duyarlılığı görüp kendilerini yenilemeleri, sokaklarda kuralları uygulayan otoritelerin de vatandaşları bu yönlerden korumaları beklenir.

Araçsız hava sahaları mümkün mü?
Neden olmasın. Yukarıdaki tartışma daha çok su kaldırır. Sonuçta ortada bir büyütülmüş rant var. Nasıl büyütüldüğünü de toplu taşımanın haline bakarak görmek mümkün.

Bizler bu hengamede tartışaduralım, dünyanın gelişmiş sanayi bölgeleri araçsız hava sahaları kurmak için kolları sıvıyor. Almanya hükümeti, Stuttgart and Düsseldorf gibi büyük kentlerde emisyon standartlarını karşılamayan araçları kent merkezlerine sokmamaya ilişkin yasa çıkarmaya hazırlanırken, Oslo kentinde de 2019 itibariyle araç yasağı geliyor. Bunun yanında Madrid 2020 yılına kadar şehir merkezlerinde 500 dönümlük alanı tamamen araçsızlaştırma hazırlığında ve şehir planlamacıları şehrin en işlek caddelerinden 24 tanesini yürüyüş için yeniden tasarlıyor. Paris ve Londra gibi şehirlerde 2020 yılına kadar dizel araçların yasaklanması beklenirken, hemen hemen her büyük şehirde bisiklet ve yayalara öncelik veren yeni tasarımlar uygulanıyor.

Şimdi böylesi bir uygulamanın tüm bu şehirlerde hayata geçirilebilmesinin elbette bir açıklaması ve nedeni var. O da tüm bu şehirlerde toplu taşımanın nispeten güçlü olması ve şehirlerin yine Türkiye’ye kıyasla insan odaklı planlanması.

Ne var ki, Türkiye’de bugün böylesi bir şehir planlamasının olmaması, bu denli rant, bizlere hemen enseyi kararttırmasın. Düşünün ki son 10 yılda tüm büyükşehirlerin ‘silueti’ nasıl biranda değişti. Demek ki istenildiğinde değişim her zaman, her yerde mümkün oluyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN