7 Mayıs 2018 Pazartesi

Umudun rengi - SEMA KARADAL

Denetimli serbestlik tedbiri ile tahliye edildi Ayşe Öğretmen. Artık dışarda, çocuğuna kavuştu ama hala suçlu. 2016 yılında bir eğlence programına Diyarbakır’dan telefonla bağlanıp “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” demişti. Çatışmaların, sokağa çıkma yasaklarının ortasında kalmış, yaşananlara tanıklık etmiş ve sessiz kalamamıştı. Suçu buydu. Tutuklanma kararı çıktı, bebeği oldu, karar ertelendi derken 20 Nisan’da 6 aylık çocuğuyla birlikte girdi cezaevine. Yedi gün dayanabildi sağlık sorunları da olan Deran bebek cezaevi koşullarına. Yedinci günün sonunda, çocuğunu annesine teslim etmek zorunda kaldı Ayşe Öğretmen. 33 erişkin ve 9 çocuk aynı mekanda gece gündüz. Olmaz, olmamalı. 


Cezaevlerinde yüzlerce 0-6 yaş arası çocuk var, anneleriyle kalmak zorunda olan. Bırakın küçük yaşlardaki çocukları, bir erişkinin bile zorlandığı yaşam koşullarından bahsediyoruz. Kendilerine ait yatakları olmayan çocuklar. Erişkinlerin yiyecekleri ile, erişkinlerin eşyaları arasında, erişkinlerin dünyasına hapsedilen çocuklar onlar. Türlü karmaşanın ortasında, kontrollerden geçe geçe, güneş görmeden, doyasıya koşup oynayamadan, nefes alamadan büyümesi beklenen çocuklar. Cezaevinde kalamıyorsa annesinden ayrı düşen, dışarıda bir yakınına verilen, o da yoksa kuruma yerleştirilen çocuklar… 

Hiç kimse geri veremez çocuklara o yılları. Tekinsizlik içinde, kaygıyla, korkuyla geçen o yıllar büyümekte olan bir çocuğun ruhsal yapısında tamiri zor izler bırakacaktır. Çocukları cezaevlerine tıkan iktidarların ise umurunda değil hiçbiri. Çünkü onlar zaten Ayşe Öğretmen’in ölüyorlar dediği çocukların katilleri. 

Resim öğretmeniymiş... “Yaşadıklarımı resmetmek istesem siyah yağlıboyayı bir tuvale fırlatırdım” diyor cezaevine girmeden önce yapılan bir söyleşisinde. Başka insanların yaşadıklarına duyarsız kalamadığı için yaşamı altüst olan bir kadın Ayşe Öğretmen. Başkalarının çocukları ölmesin istediği için, kendi çocuğundan ayrı düşen bir anne. İnsan Ayşe Öğretmen sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mutlaka beyazlar da kalırdı o tuvalde siyahların arasında. Onlar da umudu simgeler benim için.” Bunca kötülüğün içinde başına gelebileceklerin hesabını yapamayacak kadar iyi ve cesur bir kadın, o tuvali asla siyaha teslim etmezdi zaten…

Çocuğundan ayrı düşürüldüğü günlerde, söylediklerine dair bir “keşke” geçti mi içinden bilinmez. Geçtiyse bile dönüp dolaşıp şu soruyu soruyordur herhalde kendine: “İyi de ne yaptım ki ben! Gözümün önünde yaşanan insanlık dışı manzaraya isyan etmekten başka ne yaptım?” Ne yaptı gerçekten bu kadın? Ali İsmail ne yaptı? Berkin, Abdullah, Mehmet ve diğerleri ne yaptılar? Karın tokluğuna güvencesiz çalışan işçiler ne yaptılar? Neden ölüp duruyor ya da zulüm görüyor gencecik insanlar?

Köşeye sıkıştılar. Ekonomileri de, savaş planları da, büyük hesapları da çöktü. Hep birlikte bir kara mizahın parçası gibiyiz. Sıkıştıkça artırıyorlar baskıyı. Birisi çocuklar ölmesin dediği için ya da sosyal medyada görüşünü paylaştığı için ya da cumhurbaşkanını beğenmediği için hapse girebiliyor bu ülkede. Birbirleriyle tepişmelerini bir kutsal güne dönüştürüp, iman etmemizi bekliyorlar öte yanda. Sokaklara, duvarlara, yollara yazıyorlar kirli adlarını ve tapmamızı istiyorlar. Cumhuriyetin tüm aydınlık değerlerini bir bir çöpe atıyorlar gözlerimizin önünde ve seyirci kalmamızı bekliyorlar. Onlar ceplerini doldururken biz açlık, sefalet içinde yaşayalım, insanlık dışı koşullarda çalışalım ve hiç sesimiz çıkmasın istiyorlar. Onların kurdukları sahte sandıklarda yine onlara oy verelim istiyorlar. Burada saymakla bitmez saçmalıklar silsilesi içinde yok sayıyorlar halkı.
İnsanlık tarihi boyunca zulmeden, baskıcı, gerici iktidarlar  hep vardılar. Ancak onlara boyun eğmeyenler de vardı her zaman. Boşuna ölmedi mücadele eden insanlar. Boşuna cezaevlerinde çürümediler. Boşuna annesiz babasız kalmadı çocuklar. Onlar sayesinde, bugün insanlık adına ne kaldıysa elimizde. 
Ayşe Öğretmen’den, bir eğlence programına bağlanıp, ülkenin gerçeğini yüzlerine tokat gibi vurmasının intikamını almak istediler. Oysa biz biliyoruz, Ayşe öğretmenleri yenemeyecekler! Çünkü tarih bize bunu defalarca gösterdi. Ayşe Öğretmen’in tuvali hiçbir zaman karanlığa teslim olmayacak. Deran için, annesinden babasından ayrı düşmüş tüm çocuklar için, evladını yitirmiş tüm anne babalar için o tuvali yeniden boyayacağız umudun rengine!

Sema Karadal / SOL

Giderlerse ne yapacağız, peki gitmezlerse ne yapacağız? - FATİH YAŞLI

Henüz birkaç hafta önceye kadar “bu sefer beni kimse sandığa götüremez”in baskın olduğu bir “boykot” havasındaydı insanlar. Ancak bu havanın gerisinde, düzenin dışına çıkma, radikalleşme, devrimcileşme eğilimleri yoktu; açıkça yılgınlıktan, umutsuzluktan, bezginlikten beslenen bir ruh halinin yansımasıydı bu. “Seçimle gitmeyecekler” deniliyordu doğru ama “o zaman sokakta göndeririz” de denilmiyordu; “nasıl olsa gitmeyeceklerse ben de sandığa gitmem, evimde otururum” şeklindeydi genel durum.

Peki şu an? 


Şu an bu havanın dağılmaya başladığını, toplumun karamsarlık ve yılgınlık halinden sıyrıldığını, aritmetik hesaplara, Meclis çoğunluğuna, ilk turda oyların dağılımına, ikinci turda ne yapılacağına dair hararetli tartışmalara girildiğini ve “gidecekler, bu sefer olacak” denilmeye başlandığını görebiliyoruz. Ölü toprağının üzerimizden atılması için iyidir, gereklidir, umudu ciddiye almak, umutlu olmayı küçümsememek gerekir.

Geride kalan on beş yılın sonunda, toplumun en az yarısının ruh halini tanımlayacak olan şeyin yorgunluk olduğunu söylersek yanlış olmaz. Birinin çıkıp günde beş kez ekranlardan kendisine bağırıp çağırmasından, “biz biliriz”lerden, “eyy”lerden, her gün yeni bir düşman icat edilmesinden, süreklileşmiş teyakkuz halinden, yalan dolanın saltanatından, lümpenliğin, cehaletin, kabalığın iktidarından, insanlar fena halde yorulmuş, sıkılmış durumda.

İşte tam da bu yüzden, “gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” diyorlar, işte tam da bu yüzden “gitsinler, gerisine ondan sonra bakarız” diyorlar. Bu ruh halini anlamaya, bu ruh haliyle kavga etmemeye özen göstermeliyiz, çünkü ortada son derece insani ve üstelik zaman zaman hepimizi kesen, hepimizin bir parçası olduğu bir ruh hali var.

Bu ruh halini anlamak, tepeden bakmamak, küçümsememek gerekiyor, ama bu “ne yapalım, durum ortada” deyip bir kenara çekilip seyretmeyi de gerektirmiyor. Buraya müdahale etmek, burayla tam da mevcut halini dönüştürme iddiasıyla iletişim kurmak, toplumu sandıktan sonrasını da düşünmeye ve kendi kaderinin efendisi, sahibi olmaya davet etmek bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

Geriye kalan on beş yılda, solcular, sosyalistler, belki siyaset sahnesinin etkili, güçlü bir aktörü olmayı başaramadılar ama öte yandan akıllarını, zihin açıklıklarını muhafaza etmeyi hep başardılar. Bu iktidardan demokrasi beklenmeyeceğini de, bu iktidarın Kürt sorununu çözemeyeceğini de, hedefin rejim değişikliği olduğunu da, ülke ekonomisinin götürüldüğü yeri de önce Türkiye solu gördü, önce Türkiye sosyalistleri söyledi ve söylediklerinde de yanılmadı.

Bugün ise, ülke yeni bir seçim atmosferine ve politikleşme sürecine girmişken, doğrudan bir parçası olmadığı, olamadığı bu seçimleri, oturup izleyecek değil elbette. Hem yukarıda sözünü ettiğim ruh halini anlayarak, hem de o ruh halini dönüştürme iradesiyle müdahale etmenin yollarını, yöntemlerini, araçlarını bulacağız hep beraber.

Toplumda seçim süreci nedeniyle yeniden yükselen politikleşmeyle birlikte, sokağa çıkabilme, topluma seslenebilme imkânlarını sonuna kadar kullanmalı, “bu sefer gidecekler” inancından geleceğe ve sandık sonrasına dair bir umut devşirmeli, toplumdaki “yapabiliriz” inancını yükseltmeli, “bunu yaptıysak ötesini de yaparız” dedirtmeye çalışmalıyız, önceliğimiz bu.

Bu noktada ise kanımca iki soru önem kazanıyor: 
Birincisi, “giderlerse ne yapacağız” ve ikincisi, “gitmezlerse ne yapacağız” sorusu. “Giderlerse ne yapacağız” derken, “bununla yetinecek miyiz” demek istiyorum. “Gittiler ve artık her şey düzeldi, hadi evlerimize” diyecek bir ülkede yaşamıyoruz ve geride bırakacakları şeyi düzeltmek de öyle kolay olmayacak. Ancak “eskisinden ve onun eskisinden de daha iyisini kuracağız” demek zorundayız. “Bunları gönderdiysek, daha neler yaparız” diyen bir toplumsal özgüven inşası, bunun üzerinde yükselen bir sol dalga, solun etkili, güçlü bir özne olması, söylediğim bu.

Ve ikincisi, eğer gitmezlerse ne yapacağız? Yani seçimi kazandılar ya da iktidarı devretmediler, o zaman ne olacak? O zaman yaşanacak büyük hayal kırıklığını, umutsuzluğu, yılgınlığı, yukarıda sözünü ettiğim ruh haline dönüşü nasıl engelleyeceğiz? Topluma sandığın ötesini, bir gün sonrasını, haklarını savunacağı mekanizmaları işaret etmeden, oraya hazırlanmadan hiçbir şey yapamayız. Sandığı küçümsemeden ama sandıktan çıkacak olumsuz bir sonucun dünyanın sonu olmadığını, başka mücadele biçimlerine hazır olunması gerektiğini anlatmak, bundan asla vazgeçmemek gerekiyor.

Toplumlar hiçbir zaman yola “haydi sosyalizmi getirelim” diye çıkmazlar, toplumun arzularıyla, talepleriyle, hayalleriyle, sosyalistlerin söyledikleri anlık bir zaman diliminde çakışır, bu arzular, talepler, hayaller dönüşür, politikleşir, bu da sosyalizmi bir hakikat haline getirir, toplumla buluşturur. Bize düşen, sözünü ettiğim çakışmanın gerçekleşmesi için çabalamak, kişilerin kendi gündelik hayatlarının hakikatiyle sosyalizmin hakikatinin temasını, bir araya gelmesini, ilişkiye girmesini sağlamaktır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İnce ve bir momentum fırsatı - ERGİN YILDIZOĞLU

CHP bu kez, ortaya, “yapışkan statüko” dışına taşan bir cumhurbaşkanı adayı koydu. Muharrem İnce, öncelikle CHP tabanının Laik Cumhuriyetçi duyarlıklarına hitap ediyor; “hayır” oylarını konsolide etmeyi amaçlayan bir hat izleyecek gibi görünüyor. Ancak, İnce’nin burada durmak istemediği, kapsayıcı olmayı arzuladığı da anlaşılıyor. İnce, kampanya boyunca kendisine yönelecek simgesel şiddete, fazlasıyla cevap vermeye kararlı olduğunu da hemen gösterdi. Bu duruş, güçlü bir iradenin varlığına işaret ediyor.
 
Bunlar, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın liderliği açısından beklenmedik bir durumdur. Gül’ün adaylığını önledikleri için şimdi ne kadar dövünseler azdır. Korku işte böyle vahim hatalar yaptırıyor. İnce’nin, adaylığının, bu korkuyu derinleştirdiğini adeta bir özgüven sorunu yarattığını daha şimdiden görebiliyoruz. 
 
İndirilme korkusu 
Bu korkunun, akılda yarattığı istikrarsızlığı, AKP liderliğinin açıklamalarından, yandaş basının yorumcularından izlemek olanaklı. 16 yılda kurdukları statükoyu zorlayan bir muhalefetle karşılaşmak, AKP liderliğinde, yandaş basında adeta yaşamsal bir risk olarak algılanıyor. İttifak pratiğini önce kendileri başlatanlar, şimdi muhalefet partileri arasındaki sınırlı ittifakı, dış mihrakların “proje ittifakı” olarak niteliyor, daha dün “parantezi kapatmaktan” söz edenler, muhalefeti geriye doğru bakmakla, intikamcılıkla suçluyor. 

Kendileri, daha baştan yola, Türkiye partisi olarak değil, Sünni, erkek ve Türk olmayan herkesi dışlayan, ötekileştiren dar bir “ideoloji partisi” olarak çıkmıştı. Şimdi, en azından din, mezhep ve kadın-erkek ayrımı yapmayan CHP’yi Türkiye partisi olmaktan çıkıp dar bir ideolojinin partisi olmakla suçluyorlar. 

Bu sırada, liderleri, OHAL altında gidilen, mühürsüz oylarla seçim kazanılan, Meclis’i işlevsizleşmiş bir Türkiye’de, bir parlamenter demokrasiymiş gibi yapma çabasını bir kenara bırakarak “indirilmekten” söz ediyor. 

Parlamenter demokrasilerde kimse bir yere çıkmaz, kimse bir yerden indirilmez. Bütün vatandaşlar eşittir varsayımıyla yapılan seçimlerde, kaybedenler görevi, kazananlara devreder, muhalefete geçerler. Ancak kendini, toplumda herkesten yüksek bir yere çıkmış, özel bir konuma sahip, hep konumda kalmayı kutsal hak, adeta Allah’ın lütfettiği bir kimlik (Şef, Reis, Sezar, Tiran vb.) gibi gören birileri ‘indirilmekten’ söz edebilir. Besbelli ki iktidarın söylemi dağılmaya başlamıştır! 
 
Tükenme ve momentum 
İktidarın aklına, demokratik seçimlerde dile getirilen haklara, özgürlüklere, refaha, ekonomik büyümeye, istihdama, sosyal güvenliğe ilişkin vaatlerin yerine, öncelikle “Yavuz Sultan Selim Köprüsü mü, Marmaray mı, Avrasya Tüneli mi, Kanal İstanbul’mu, 3. havalimanı mı?” gibi şeylerin gelmesi, halka ideolojik gevezeliklerden başka vaat edecek bir şeylerin kalmadığının, bir siyasi tükenmenin kanıtıdır.

 Bu tükenmişlik, özgüven sorunu, gerek “dörtlü ittifak”, gerek Demirtaş’ın adaylığı, CHP’nin başkan adayının güçlü çıkışları, siyasal İslamın liderliğinin, kendince kurduğu oyunun bozulmakta olduğunu, bir karşıt momentum yaratma olasılığının, çok uzun bir zamandır ilk kez gündeme geldiğini düşündürüyor. 

Şimdi muhalefetin birinci çabası bu momentumu, özellikle halka açık toplantılarda, sokaklarda, meydanlarda, sosyal medya platformlarında, partililerin ve taraftarların tabandaki çabalarıyla korumak ve güçlendirmek olmalıdır. 

Başarılı olunduğu ölçüde diyalektik bir ilişki şekillenecektir. Söz konusu, momentum güçlendikçe, iktidarın seçimleri kazanmak için yapmaya hazırlandığı hilelerin getireceği riskler de artacaktır. Belki de AKP, kimi riskleri artık alamayacaktır. O zaman bu seçimlerde normalleşmeye bir az olsun yakınlaşma şansı yakalanabilir. O zaman da AKP’de temsil edilen siyasal İslamın iktidarının sonuna giden yolun başlangıç noktasına gelinebilir. İktidarını ilahi iradenin lütfu olarak görmeye alışmış bir aklın, bu durumda, maraza çıkarması yüksek bir olasılıktır. Böyle olasılıklara da şimdiden hazırlanmaya başlamak gerekir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Eşeğe kurban olun! - TAYFUN ATAY

Eşekle ilgili, herkes gibi benim de hafızamda ve dil haznemde insan- merkezci bir kültürel kirlenmenin sonucu olarak yerleşmiş haksız, acımasız ve insan olmaktan hicap duymaya yol açacak mahiyette ahlâksız bir dolu söz de var; sözde atasözü/deyim de var. Bir parçası olduğunuz insan türünün bozulmalarından isteseniz de istemeseniz de nasibinizi alıyorsunuz çünkü... 

Eşek, 5000 yıl öncesinden başlayarak bizim yükümüzü sabırla ve sadakatle çeken bir hayvan. Ama aynı ağırlıkta insan yaşamı içerisinde en çok aşağılanmış da bir hayvan (“cinsel istismar” konusuna, midelerinizi kaldırmamak için hiç girmiyorum!). Ona yaklaşımımız, insanlığımızın yüz karasını, nankörlüğünü işaret eder. Daha üzücü olan, hemen hiçbir kültür, hiçbir uygarlık, hiçbir din, sanat, edebiyat (kısmi istisnalar hariç) bundan azade gibi görünmüyor. 

En avamından en edebisine kadar açılan yelpazede böyle bu... Memleketin şu yaygın, rutin ve sıradan küfrü “Eşşoleşşek” mesela... Aslında bu sözün, muhatabı kılınan “insan”ı değil, böyle bir küfre “malzeme” edilen eşeği hakarete uğrattığını düşünmek gerekir!.. 

Ve işte bizde Ziya Paşa’ya atfen kullanılan “Eşeğe altın semer de vursan eşek yine eşektir” sözü. (“Bizde” diyorum, çünkü aynısı değilse de benzeri, başka kültürlerde de var; işte “Amerikan” sürümü: “A donkey is but a donkey though laden with gold”; yani, altın yüklü de olsa eşek eşektir.) 

Ziya Paşa’nın sözü önceki gün Cumhurbaşkanı’nca muhalif cumhurbaşkanı adayını ima ile telaffuz edildi. 

Dindar bir cumhurbaşkanı ağzından hakaretamiz mahiyette (elbette yine doğrudan insana yönelik, ama eşek alet edilerek) çıkan bu sözün ötesinde, eşeği daha itibarlı, hatta “kutsi” yere oturtan anlatılar (hikâyeler/kıssalar) da hiç yok değil... Bunlardan biri, eşek ile ilgili benim de aşina olduğum o “kirli” söylemi bile yıkamıştır. Doktora araştırmam sırasında tasavvufi bir sohbette dinlediğim, sonrasında başka dinsel geleneklerde de benzer karşılıkları olduğunu fark ettiğim “folklorik” bir dinî-İslami kıssa bu. 
Tabii anti-semitik bir vurgu var içeriğinde, ama onu sorunsallaştırmayı bir başka yazıya bırakarak aktaralım: 
“İsrailoğulları Allah’ı görmek istemiştir ve peygamberleri Musa, Rabbe onların isteğini iletir. Allah geleceğini söyler. Yahudiler, zenginliği, lüksü, ihtişamı öne çıkaran hummalı bir hazırlığa koyulurlar. Buluşma günü gelir ve Musa kapıda hazır bekliyor, bir dolu zengin, itibarlı, yüksek statülü insanı içeri buyur ediyordur. Derken bir eşeğin üzerinde yoksul ve yaşlı bir Yahudi belirir kapıda. Musa onu durdurur ve sorar,  ‘Nereye’ diye... Yaşlı adam, ‘Ya Musa, Allah’ı görmeye geldim, izin ver gireyim’ der. Musa, ‘Olmaz içeride bir dolu zengin ve önemli insan var; senin durumun münasip değil girmeye’ diye karşılık verir.Yaşlı adam ısrar etse de Musa kabul etmez ve adam üzgün şekilde ağlayarak ayrılır. Sonra beklerler ama Allah gelmez ve Musa’ya dönüp hışımla sorarlar,‘Allah’ın nerede kaldı’ diye... Musa tekrar huzura çıkar, Allah’a niye gelmediğini sorar. Allah, ‘Ya Musa, edepten çıkma! Bilmez misin sözümü tutarım. Geldim, fakat sen girmeme izin vermedin’ der. Musa Peygamber, şaşkın, sorar ne zaman ve nasıl geldiğini... Allah, ‘Eşeğin sırtındaki yoksul- yaşlı adamın kalbinde oturuyordum. Onu geri çevirdiğin zaman beni de çevirdin’ der.” 

Kıssanın hissesi çok da biri de eşek ile ilgili olsa gerektir! Evet, bir taraftan “Eşeğe altın semer de vursan eşek eşektir” anlayışı var; hatta daha beteri, “Mekke’ye de gitse eşek eşektir” diyen “dindarlar” var. Ama işte öbür tarafta da eşek, yoksulun, “Bir lokma bir hırka” diyenin, “tevekkeltü ale’llah” çekenin can yoldaşı bir hayvan!.. 

Dinsel söylemin alanından çıkalım: Eşek, eza ile, cefa ile, vefa ile binlerce yıl insanın yükünü omuzlamış, aşını bulmasına yardım etmiş, kahrını çekmiş, dolayısıyla baş tacı edilecek, alnından ve o güzel gözlerinden “tazim” ile (yüceltilerek) öpülecek hayvan. 
Yani altın semer vursanız da vurmasanız da eşek muhteşem, özenilesi, örnek alınası bir hayvan. 

Dolayısıyla saraylarda mum olmaktansa yoksula, fakir fukaraya eşek olmak bize şereftir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

6 Mayıs 2018 Pazar

İktidarın 24 Haziran telaşı... Ya sonrası? - Selin Sayek Böke / BİRGÜN

Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...

Yaşamak değil
Beni bu telaş öldürecek
Özdemir Asaf

Türkiye’nin ilerici güçleri için, Hayır iradesinde buluşmuş olanlar için Türkiye’nin diktatörlükten demokrasiye doğru yön değiştirebilmesi için 24 Haziran sandığı bir fırsat. Oysa iktidar için bir telaş sandığı bu. Telaşları iktidarda kalma, kurdukları tek adam rejimini sürdürme telaşı. Bunun bir telaş olduğunu kendileri attıkları her adımla adeta haykırıyorlar dünyaya.

İttifak yasasında ve seçim takviminde telaş
Telaşı önce ittifak yasasında gördük. Artık kendi yapısal sınırlarına geldiklerinden, iktidara tutunmak için yancılara ihtiyaç duydukları için çıkarttılar yasayı. Demokratik bir sandıktan iktidar olarak çıkabilme ihtimallerinin zayıflığını gördükleri için telaşlılar. O yüzden de seçimin adil ve güvenli olmasının önünde engel oluşturacak her tür adımı yasalaştırmaya çekinmediler. Sandıkları mobil hale getiren, sandık başlarını güvensizleştiren, sandık çevrelerini partizanca atanan kamu görevlilerinin himayesine terk eden, mühürsüz oyları yasallaştıran ittifak yasası işte bu telaşın bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ülkeyi demokratik işleyiş içinde yönetme becerisini tamamen yitiren, kendi yarattığı siyasi - ekonomik kriz nedeniyle de sıkışan bu neo-milliyetçi cephe, Türkiye’yi 24 Haziran’da panik seçime götürme kararı ile de telaşını dışa vurdu. Bir telaş seçimi bu sandık.

OHAL’in kalıcı hale geldiği bir gündemde, ‘’ittifak yasası’’nın gölgesinde baskın bir şekilde dayatılan seçimin asgari demokratik koşulları sağlamadığı aşikar. Bu baskın seçimin salt yasal zemininin değil, ahlaki zemininin de olmadığını gösteren bir başka kuvvetli emare de iktidarın partileri seçime sokmama yönünde attığı adımlar.

Sandık iktidarın telaşıyla adil ve güvenli olmaktan çıkartıldıysa bize düşen demokrasiyi yaşatma iddia ve irademizle adil ve güvenli yapılması için uğraşmaktır. ‘’İttifak yasası’’ adı altında adil ve güvenli seçim koşullarının ortadan kalkmasına karşı muhalefetin geniş katılımı ile örgütlenebilecek bir boykotun tartışılmasının dahi etkin bir demokratik mücadele aracı olacağı açıktı. Bu nedenle de bu düzenlemeler TBMM’den geçer geçmez tüm demokratik güçlerin geniş katılımı ile etkin kılınabilecek aktif boykotu tartışmaya davet eden bir tartışma çağrısı yapılmıştı. Ancak, dayatılan bu baskın seçim takviminde, aktif boykot veya seçim boykotunun kitlesel olarak örgütlenmesinin mümkün olmadığı da artık açık.

O zaman gelinen noktada 24 Haziran sandığını, uzun süredir Saray tarafından yok sayılan ve değeri zayıflatılan TBMM’ne hak ettiği değeri yeniden kazandırmak, parlamentoyu güçlendirmek için önemli bir fırsat ve araç olarak görmek gerekiyor. Demokratik bir Türkiye geleceğinin inşası için demokratik ve güçlü bir parlamentonun oluşması en az Cumhurbaşkanlığı seçimi kadar önemli. Seçim kararı alınmadan önce, parlamentonun Saray’ın dayatmasıyla siyaseti parmak sayısıyla onaylayan bir kuruma indirgendiği ve değişimi sandıktan yapmanın mümkün olmadığı dönemde Meclis’i halkla buluşturacak, Meclis dışı araçları da kullanacak olağanüstü bir siyasetin çağrısı önemliydi. Bugün artık seçim sürecine girilmiş olmasıyla parlamentoya yeniden gücünü kazandırmak ve egemenliği Saray’dan halka vermek için sandık bir fırsata dönüştü. Bugün aktif boykotla değil, sandıkta verilecek demokrasi mücadelesi ile Meclis’in gücünü yeniden halka teslim etmek için mücadele etme zamanı.

Yeter ki; eşitliğin ve demokrasinin ancak birlikte kalıcı kılınabileceğini, Türkiye’nin aydınlık geleceğini var edecek olanın, faşizme taviz vermek, onun pratikleriyle benzeşmek değil, ülkemizin ilerici geleneğine, toplumun bir başka Haziran’da bir kez daha göstermiş olduğu demokratik yaşam iradesine sarılmak olduğunu bilelim. 

Dolayısıyla artık 50 günlük bir baskın seçim takvimi başladı ise, bu hedef doğrultusunda, bu sıkışık takvim de gözetilerek seçimde en geniş katılımın sağlanması gerekiyor. Toplumsal dinamiklerin ortaklaşmasıyla ve katılımcılıkla 24 Haziran’a giderken neo-milliyetçi cephe karşısında var olan bütün imkânlarımızı kullanarak emekten ve demokrasiden yana siyaseti büyütmek gerekiyor. Üstelik salt sandıkta oy vererek değil; katılımcılığın aynı zamanda sandık öncesi adil ve güvenli seçim mücadelesini ortaya koyan sivil toplum kuruluşlarına ve siyasi partilere katılmak; sandık çevresinde aktif görev almak olduğu bilinciyle.

Seçim vaatlerinde telaş…
Son olarak da bu panik ve baskın seçimin Saray vaatleri aynı aymazlığı, aynı telaşı, aynı kısa vadeci yaklaşımı ortaya koydu. Saray rejiminin seçim vaatleri, sandığın ötesinde bir Türkiye düşünmediklerini, tek dertlerinin sandıktan iktidar çıkmak olduğunu bir kez daha gösterdi. Saray rejimi, sandıkları demokrasinin tek gerekliliği olarak görüyor. Ne seçim sürecinin sandık öncesi döneminin demokratik değerlerle yaşatılması gerekliliğine, ne de sandık sonrası iddianın bir Türkiye hayali ve hikâyesi üzerine inşa edilmesi gerektiğine inanıyor.

Oysa seçimler siyasi partilerin ülkenin ihtiyaçlarına dönük alternatif politikalarının tartışıldığı demokratik süreçlerdir. Bu bağlamda, demokrasiyi sandıktan ibaret gören Saray’ın seçim vaatlerinin de bir bütün Türkiye hikâyesinin parçası olmaması kendi siyasi anlayışları ile uyumlu. Son açıklanan ekonomik vaatler, vatandaşın derdine kalıcı çare olma kaygısıyla değil, Saray iktidarı için oy devşirmek kaygısıyla ortaya konulmuş maddelerden ibaret. Kısa vadeci, sürdürülebilir olmayan, bir bütüncül ekonomik anlayışın parçaları değil de dağınık birer yap-boz parçası...

Nitekim bu yüzden de bir bütüncül ekonomi programının parçaları olan CHP’nin 2015 seçimlerinde beyan ettiği ekonomik programın ancak kötü bir kopyası olabiliyor.

O bütünü uygulayabilmek emekten yana bir toplam siyasi anlayışı gerektiriyor. Oysa Saray rejimi emek karşıtı ranttan yana bir sınıfsal tercihin üzerinde yükseliyor.

O bütünü uygulayabilmek üretken güçlerden, kurallara uyan, istihdam yaratan, primini ve vergisini ödeyenlerin gücü üzerine kurulan halkçı ve dürüst bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi vergisini ödeyeni cezalandıran, vergi aflarını rantçı düzenin yandaş şirketlerine hak gören, vergiyi bir siyasi araç olarak kullanan bir anlayışla kendini var ediyor.

O bütünü uygulayabilmek hak temelli bir sosyal devleti kuracak özgürlük, eşitlik, laiklik değerleri üzerinde büyüyen bir siyaseti gerektiriyor. Oysa Saray rejimi toplumu tek tipleştiren siyasal İslam’la neoliberalizmin birlikteliği üzerine kurduğu otoriter devlet kapitalizminde liyakatle değil sadakatle işleyen bir anlayışla kendini var ediyor.

O bütünü uygulayabilmek talep temelli politikaları oluşturabilecek sosyal politikaların ve kamu harcamalarının üretim reformu ile birleştirilmesini, kaynağını yaratan arz temelli politikalarla tamamlayıcı şekilde uygulanmasını gerektiriyor. Oysa Saray rejimi Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu üretimde dönüşümün gerektirdiği reformları yapmaktan yıllardır kendi tercihi ile sakınmış, var olan kurumları satıp, har vurup harman savurarak ülkenin kapasitesini yok eden bir neoliberal anlayışın ta kendisi. Ve biliyoruz ki üretim kapasitesini arttıracak reformlarla tamamlanmadığı takdirde bu tarz harcama temelli seçim vaatleri enflasyona yol açar, artan vergi ve zamlar olarak halkın omzuna seçim sonrası yüklenir.

Yarım yamalak taklit edilmiş olan CHP’nin 2015 ekonomi programı işte bu bütüncül anlayışa sahipti, Türkiye’nin aydınlık yarınları için bugün de aynı bütüncüllüğe ihtiyaç var. Bu bütüncül çerçeve ile sağlanacak dönüşüm kapsamlı bir siyasi çerçevenin ve yeni bir sınıfsal tercihin yanı sıra, bunlar ışığında şekillenecek yeni bir halkçı ekonomi programından oluşacaktır. Bu halkçı ekonomi, eşitliği gözeten emekten yana bir düzeni güvence altına alacak sosyal devletle, borçla değil üretimle zenginleşmeye imkân verecek ve aynı zamanda çağın gerekleriyle uyumlu, ucuz işgücüyle değil nitelikli üretimi ile rekabet eden bir ekonomi çerçevesiyle kurulacak. Bu halkçı ekonomi, verimliliği arttıran bir üretim reformuyla, cumhuriyetin ve demokrasinin temeli olan kurumları yeniden ayağa kaldıran bir anlayışı birleştirerek kurulacak. Bugün için yarınları feda etmeyen, gelecek için, sürdürülebilir kalkınma için çevreyi ve doğayı gözeten kapsayıcı bir kalkınma anlayışı bu halkçı ekonominin vazgeçilmez temeli olacak.

Bu halkçı kalkınma çerçevesini ortaya koyabilmek için, ekonomi ve demokrasi mücadelesi iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur. Demokrasinin sağlıklı işlemesinin öncelikli koşulu hiç kuşkusuz, özgür yurttaşın varlığıdır. Oysa Saray rejiminin borç düzeni ve üretimi hiçe sayan tüketim temelli ekonomisi, “tüketici” kimliğini “yurttaş” kimliğinin önüne taşıyor. Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar altında hayatını sürdürmek zorunda kalan milyonlar, otoriter Saray rejiminin “kırılganlık” tehdidi altında bırakılınca, aktif yurttaş ve buna bağlı olarak demokratik katılımcılık ve hesap verilebilirlik yok oluyor. Bunun da ötesinde, “hak temelli” bir sosyal devletin yokluğunda emekçi sınıflar en temel demokratik yurttaşlık haklarını özgürce kullanmaktan da pratikte alıkonuluyor. O zaman demokrasiyi ve aktif yurttaşlığı var etmenin de anahtarı her şeyden önce borca ve üretmeden tüketime dayalı bu ekonomik düzenin, üreten, üretici güçleri merkezine alan, ürettiğini hakça bölüşen bir düzenle değiştirilmesinde.

Saray’ın attığı her telaşlı adım, aynı zamanda Türkiye’nin kurumsal yapısını, demokrasisini, ekonomisini, toplumsal barışını ve yarınlarını da daha da çok yıkıyor. Bu yıkıma dur demek, telaşlı yıkımdan bir ortak yaşam çıkartmak için yeni bir siyasete, yeni bir kalkınma hamlesine, yeni bir ortak gelecek hayaline ihtiyacımız var.

24 Haziran kuşkusuz, bir son değil. Çünkü her şeyden önce bu panik seçimle dahi rejimin kendi içinde bulunduğu yapısal krizi aşması mümkün değil. 24 Haziran bu umutlu geleceğin başlangıcı olabilir.

Yeter ki; eşitliğin ve demokrasinin ancak birlikte kalıcı kılınabileceğini, Türkiye’nin aydınlık geleceğini var edecek olanın, faşizme taviz vermek, onun pratikleriyle benzeşmek değil, ülkemizin ilerici geleneğine, toplumun bir başka Haziran’da bir kez daha göstermiş olduğu demokratik yaşam iradesine sarılmak olduğunu bilelim.

Ve hep birlikte bu özgür, eşit, demokratik ve barışçıl yarınları bugünden kuralım.

Selin Sayek Böke - Doç. Dr., CHP PM Üyesi ve İzmir Mv.
BİRGÜN PAZAR

Sakallı - TOLGA BİNBAY

Tarihin cilvesi mi desek! Şimdilerde herkes sakallı. Hâlbuki sakal önceden pek öyle moda değildi. Hatta bazı tehlikeler taşıyordu. Ve nadiren kurtarıcı oluyordu.

Bilirsiniz; şehir efsanelerine bile girmiştir. Bazı öğrenci evlerinin duvarlarını süsleyen bir sakallı vardır. Ve bu sakallı, duruma göre o öğrencilerin dedesi olmuştur, mesela. Evdeki memurların “Çok da nur yüzlüymüş” dediği de anlatılır bu efsanelerde.

Sakal bu. Kimi zaman korkutucu, kimi zaman koruyucu.

Şimdilerde pek revaçta sakal. Güç, kudret, erkeklik göstergesi. Muhteşem Yüzyıl’dan beri, herkes sultan olmak istiyor, elinde kılıcı ve de yüzünde sakalıyla. Ve bir sakal uğruna ya rab ne losyonlar tüketiliyor. Gençlik, vücut geliştirme salonları ile unisex bakım salonları arasında gidip geliyor.

Ama bizim sakal, uğruna losyonlar tüketilen o sakal değil. Bizim sakallı da o sakallılardan değil.

Hem zaten kendisi pek sevilmezdi. Bakmayın siz şimdilerde 200. yaş günü için herkesin övgüler düzdüğüne ve gardırobundaki eski eşya kutularının içinden kitaplarını çıkarıp karıştırdığına. Bizim sakallının çoktan unutulmuş olmasını isterlerdi. Hem de çok.
Ama olmadı.

Kim bilir kaç sakallı unutuldu gitti de bizim sakallı bir türlü unutulmadı, kaldı. Neler, neler yaptılar da Karl Marx bitmedi.

Bitmedi ama herkesin de kendine göre bir Marx’ı var.

Kimisi, kültür eleştirmeni olarak seviyor Marx’ı. Ve yaşasaydı eğer, mesela geçtiğimiz on yılları Radikal gazetesinde albüm tanıtımları yaparak geçirmiş olacağını hayal ediyor.
Kimisi iktisatçı olarak seviyor. Ve yaşasaydı bizim sakallı, mesela Dünya Bankası’ndan emekli olduktan sonra yazacağını düşünüyor Das Kapital’i.

Kimisi düşünür olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı bizim sakallı, şu yaklaşan seçimler hakkında ince ince düşündükten sonra elindeki mührü en yakışıklıya basacağını düşünüyor.

Kimisi acıların solcusu olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı bizim sakallı, mesela Yunanistan’da Çipras’ı, İngiltere’de Corbyn’i, Amerika’da Sanders’ı, Rusya’da ise elbette ki Putin’i destekleyeceğini düşünüyor.

Kimisi bir kimlik olarak seviyor. Ve yaşasaydı sakallı, onlarca yıl aynı satırları yeniden ve de yeniden yazdığı cicili bicili bir dergisinin olacağını düşlüyor.

Kimisi falcı olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı bizim sakallı, hangi fallarda yanılmış olacağını merak ediyor.

Kimisi bestseller yazarı olarak seviyor kendisini. Ve yaşasaydı, Komünist Parti Manifestosu yerine mesela “hocam parti devri çoktan geride kaldı; önemli olan toplumun demokratik çerçevede radikal çoğulcu sorgulanmasıdır” diye yazacağını düşünüyor.
Böyle böyle gidiyor işte. Herkes kendisine göre seviyor Marx’ı ve kendisine göre hatırlamayı tercih ediyor. 1844 El Yazmaları’ndan sonrasını boş gören çok. Marx’ın bütün hayatının içinde gömülü olan siyasi coşkuyu, adanmışlığı, arayışı, uzlaşmazlığı ve ısrarı görmek istemeyen çok. Ellerinden gelse bir sivil toplum örgütünün başına geçirecekler ve öylece geçecek günler.

Tabii ki başka türlü sevenleri de var. Onlar da bizim sakallıyı, Yahudi kavminin dünyaya hâkim olmak için yetiştirdiği bir isim olarak görmeyi seviyorlar. Hem zaten kafaları karıştırmak, insanları ayartmak, yoldan çıkarmak, saptırmak ve bozmak için ortaya atılmış iki düşünce akımı yok mu şu koca dünyada! Birisi Marksizm ve öbürü psikanaliz. 

Birisinin kurucusu 5 Mayıs doğumlu, ötekisinin kurucusu ise 6 Mayıs. Duyuyorsunuz değil mi, “Eh yani, bu da mı tesadüf, bu da mı tesadüf! Haydi açıklayın bakalım!” diye inliyor birileri.

Şimdilerde yüzüne bakan pek yok ama Türkiye'de bir kuşak bu tür bilgilerle büyüdü. Anglo-Sakson paralarıyla bastırılan ve kentlerin meydanlarında tırlarla dağıtılan kitaplarda böyle anılıyordu bizim sakallı.

Mason olduğu masalları da anlatılıyordu ki kimileri masallarla seviyor bizim sakallıyı. Zamanında koca koca devlet kurumlarımızın da hiç tereddüt etmeksizin parayı basıp sakallının “işçilerimizi nasıl kandırdığına” dair broşür bastırmışlığı da olduğu düşünülürse Marx konusundaki masalların değeri daha iyi anlaşılabilir.
Tarih böyle ilerliyor işte. Eşitsiz. Kimilerine sakal yolduruyor, kimilerine sakal bıraktırıyor.
Ne diyelim!
200 yıl geçmiş dünyaya gelişinin üstünden, kurtulamamışlar.
Yazık.
Ama isterseniz bir sır verelim. Basit, açık ve net. Marksist bir sır.
Kurtulmak mı istiyorsunuz bizim sakallıdan?
Çekinmeyin, hızlandırın tarihi.

Aklınızdaki zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok, inanın.

Tolga Binbay / SOL

Ortodoks Akşener ve seküler pelte - BARIŞ ZEREN

Devr-i Erdoğan’ın en önemli sonucu bu belki de: Bu ülke ilericisine fikirlerinin ertelenebilir, ideolojilerinin önemsiz olduğunu sopa sopa, seçim seçim öğretti. Türkiye ilericisini, Atsızları İskiliplilere tercih edecek kadar düşürdü. İstibdattan çıkışı, pelteleşmede gören bir ilerici, moda deyimle 'seküler' üretti.

Meral Akşener 3 Mayıs Türkçüler gününü kutlamış. Birden, ittifak mühendislerinin bakkal hesaplarıyla istila ettiği gündemimize hiç yakışmayan bir soru uyandı zihnimde. Fikirler ve tarih bu kadar önemsiz mi? 3 Mayıs’ı kutlamak bu kadar kolay mı? 
 
NEDEN 3 MAYIS?
Önce biraz bellek: Neden 3 Mayıs? 
3 Mayıs 1944, ırkçı olduğunu hiç saklamayan, Nazizmi, faşizmi övünçle savunan Nihal Atsız'ın siyasal manifesto günüdür. Hem de ne manifesto! Atsız, İçişleri Bakanı'na mektuplar yazarak Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav gibi kıymetleri "devlete sızan komünist vatan hainleri" diye ihbar etmiş, dünyanın karanlığa boğulduğu o yıllarda ülkenin en parlak kurumu olan Milli Eğitim Bakanlığı'nı (Hasan Ali Yücel adı yeterlidir sanırım) buna çanak tutmakla suçlamıştı. Sabahattin Ali, Atsız’a dava açtı, Atsız da işte o davanın 3 Mayıs gününü, kendisine bağlı faşist gençlikle "Ankara Nümayişi"ne çevirdi. Atsız’a destek için gelen faşist kalabalık Ankara’da yürüyüşe geçti ve kolluk güçlerinin sert müdahalesiyle dağıtıldı.

Atsız ve Nazi sempatizanlarının müdahale karşısındaki şaşkınlığı, aslında devletin kanatları altında semirme ufkunun aniden kapanmasındandı. Dünya Savaşı sırasında faşist cephe ile müttefik cephe arasında salınarak savaş dışında durmaya çalışan İnönü, tam da Nazi ordusunun beli kırılmışken müttefiklere göz kırpacak hamleler yapmayı uygun görmüş, içimizdeki Nazileri güzelce hırpalamak istemişti. İnönü’nün bu hamlesi ırkçıların “tabutluklarda” tezgahtan geçirilmesine kadar vardı, ama asıl olarak faşist Atsız’ın talepleri yerini buldu. Beş yıla kalmadan Sabahattin Ali devletçe öldürüldü ve Boratav’lar üniversiteden, ülkeden kovuldu. (Halkbilimci Pertev Naili Boratav, Korkut Boratav’ın babasıydı, uzun yıllar Fransa’da yaşamak zorunda kaldı ve yaşamını ülkesinden uzakta yitirdi.) Faşist hareketin pek sevdiği, “Biz içerideyiz, fikirlerimiz iktidarda” serzenişinin ilk versiyonu bu örnektir. (Devlet kanatları altında semirenler, mağduriyet konusunda daha nazik oluyor, artık herkesin malumu.)
Türk milliyetçileri, koca Türk tarihinde "gün" belirlemek için daha büyük bir zafer ya da trajedi bulamadılar ve bir açık faşistin bu ülkenin eli kalem tutan insanlarına saldırı tarihini bayram diye sahiplendiler. İşte Akşener’in kutladığı 3 Mayıs budur ve bu belleği canlandırmaktadır. Başka deyişle, Akşener rüzgarından etkilenip “3 Mayıs'ta n'olmuş?” diye gugıl'layacak her genç, ilk önce Sabahattin Ali, Pertev Naili düşmanlığını öğrenecektir. Sandık mühendisliğiyle fikirlerin ve tarihin rolünü küçümseyebilirsiniz, ama ikisinin de şakası olmadığını acı şekilde öğrenirsiniz.

SAĞ İLERİCİLERE SALDIRI TARİHİNİ ANARKEN İLERİCİLİK ADINA NE YAPILIYOR?
O 3 Mayıs’tan beri elbet derenin altından çok sular aktı. Ama hangi yönde? Atsızcılık, 1970’lerde Türk-İslam Sentezciliğiyle değiştirildi, ama 3 Mayıs terk edilmedi. Çünkü “tabutluk” edebiyatı, İnönü düşmanlığı aracılığıyla cumhuriyet ve aydınlanma düşmanlığına, dolayısıyla İslamcılığa köprü oluşturuyordu. Nitekim, ülkücülük, İslamcılıkla birlikte devlet içinde uyum içinde yükseldi. Akşener’in bakanlık yaptığı 1990’larda bir emniyet ve mafya fikriyatı haline gelmişken AKP iktidarı boyunca yargıya da sızdırıldı. Bu, Fethullahçıların etkin olduğu dönem kadar bugün de geçerlidir. Okuyoruz: Öğrenciliğimizden tanıdığımız, ellerinden Sızıntı dergisi düşürmeyip laik öğretim üyelerini tehdit eden, bu arada her 3 Mayıs’ta okul duvarlarına sola küfürler yazmayı ihmal etmeyen ülkücü gençler, şimdi türlü türlü sabıkalarına rağmen Erdoğan rejiminde hakimliklere atanıyorlar. Başkaları AKP, MHP ve bu arada İYİP koridorlarında geçmiş fikirlerini savunuyorlar. 

Akşener’in 3 Mayıs kutlaması, piyasadaki muhalefetin kimsenin söz etmekten hazzetmediği genel samimiyetsizliğini ortaya koyuyor: 15 yıllık bir iktidara muhalefet yapıyor, ama o iktidarı hazırlayan, destekleyen fikirlerle. İslamcılığı silik bir Türkçülükle hareketin imajını tazeleyebileceğini düşünüyor. Partinin adını koyarken bile bugün özel timlerin takmayı pek sevdiği IYI armasında, 1990’lardaki ülkücülük yerine yeni bir güvenlikçi ideolojisi geçirebileceğini düşündüğü kesin. Oysa işte tam da 3 Mayıs tarihi, bu tür Türkçülüğün altındaki faşizmi, üstelik, cumhuriyet ve aydın düşmanlığıyla İslamcılığa soluk borusu açmaktan başka bir işlevi olmadığını gösteriyor.
3 Mayıs 1944’te “sızması önlenen” sola karşı Sızıntılarla beslenen Türkçülerin ve İslamcılar’ın “sızdıkları” devletin hali 2018 yılı itibarıyla ortada. Akşener, şimdi kendi ideolojisinin cumhuriyeti çökerten sicilini çok da dışavurmadan, ekonomisi, kurumları, hukuku darmadağın bir devleti diktatörün elinden kurtarma vaadiyle solculardan oy bekliyor. 

Akşener’in hesapları bir yana, bizi daha ziyade ilgilendiren nokta da bu: Sağ, Sabahattin Ali’lere saldırı tarihini anarken ilericilerin kendi tarih ve fikirlerini vazgeçilebilir görmelerine güveniyor. Kuşkusuz, Erdoğan karşısında Akşener tezahüratı yapan Kemalist yazar-çizer sayısı bu güveni köpürtüyor. AKP, yükselirken eski Milli Görüş gömleğini çıkardığını ana tema olarak sunmak zorunda kalmıştı. Akşener ise ortodoksisini gizlemiyor, kendi tarih ve fikirlerini muhasebe konusu bile etmeye gerek duymuyor. 
Devr-i Erdoğan’ın en önemli sonucu bu belki de: Bu ülke ilericisine fikirlerinin ertelenebilir, ideolojilerinin önemsiz olduğunu sopa sopa, seçim seçim öğretti. Türkiye ilericisini, Atsızları İskiliplilere tercih edecek kadar düşürdü. İstibdattan çıkışı, pelteleşmede gören bir ilerici, moda deyimle “seküler” üretti. Ama fikirleri soyut, tarihi de geçmiş gitmiş sananlara gene en güzel yanıtı 3 Mayıs’ı anan Akşener verdi. 

Barış Zeren / SOL

Cumhurbaşkanı adayım neler yapmalı? - Işıl Özgentürk

CHP cumhurbaşkanı adayını açıkladı. Ülkenin en güçlü muhalefet partisine ikinci bir Ekmeleddin olayı yaşatacak Abdüllatif Şener’in, şimdiye kadar ne yapmış olduğunu pek bir öğrenemediğim İlhan Kesici’nin ve artık yaşını başını almış  Büyükerşen’in aday olmaması beni sevindirdi. 

Partinin en savaşkan milletvekillerinden biri “varım” diye ortaya çıktı. Ben de bir yurttaş olarak yeni cumhurbaşkanı adayının neler yapmasını istiyorum, bunları tek tek sıralayacağım: 
Aday; mutlaka yanında tek bir koruma olmadan, herhangi bir ildeki bir çocuk tiyatrosunun kapısından girmeli ve dayanamayıp çocukça bir heyecanla oyunun bir bölümünde doğaçlama yapmalı. 

Aday; asla ve asla eşi olmadan hiçbir yere gitmemeli. Eşlerin en az yüzde 5 puan artırdığı bilinmektedir. Bu konuda Tayyip Erdoğan’ı takdir ediyorum. 

Aday; herhangi bir ilde, örneğin Diyarbakır’da önceden planlanmamış bir sokak düğününe gitmeli ve önce halay çekenlere katılmalı, ardından çok iyi bildiği zeybek havasıyla tek başına değil, eşini de kaldırarak zeybek oynamalı. Aday aynı eylemi bir Karadeniz ilinde de yinelemeli ve bölgenin kaybettiği ağaçların, kurumuş derelerin, yok pahasına İtalya fındık devine giden fındıktan ve el konulmaya çalışılan çaydan ve yapılmaya çalışılan Sinop Nükleer Santralı’ndan söz etmeli. Büyük sözlere gerek yok, bir sokak tiyatrosu oyuncuları ona eşlik ederse, Karadenizli usul usul nasıl öldüğünü görür. 

Aday; 76 yaşında, işini isteyen KHK mağdurları için eylem yaparken adeta ölümüne dayak yiyen eski Sayıştay hâkimi Perihan Pulat’ın yanında bir gün Yüksel’de nöbet tutmalı. 

Aday; iktidarın bile baskılara dayanamayıp cezasını iptal ettiği Ayşe Öğretmen ve Deran Bebeği mutlaka ziyaret etmeli. 

Aday; asla ve asla Tayyip Erdoğan’la ağız dalaşına girmemeli, sanki o yokmuş gibi kendi programını sürdürmeli! 

Aday; Tunceli’nde Düzgün Baba türbesini ziyaret ettikten sonra Konya’ya uçup Mevlana’yı ziyaret etmeli, ardından Hacı Bektaş Veli’nin türbesinde saygılarını sunmalı. Oradan Çorum Hattuşa’ya geçip, Atatürk’ün başlattığı ilk milli kazı alanında insanlara, bu topraklarda 42 uygarlığın yaşadığını ve bu uygarlıkların bizim ve dünyanın kültür mirası olduğunu anlatmalı. 

Aday; benim bir rastlantı sonucu İzmir’de Genel-İş Sendikası’nın kapısında gördüğüm, sarıldığım İzmir Belediyesi’nin taşeron işçi politikasına karşı çıktığı için işten atılan ve açlık grevinin 170. gününde bulunan işçi Mahir Kılıç’ı mutlaka ziyaret edip, işe alınmasını sağlamalı. 

Aday; cuma namazını kıldıktan sonra bir cemevinde semah izlemeli. 


Aday; Sivas’ta, Çorum’da, Maraş’ta hunharca öldürülen yurttaşların mezarlarına kırmızı gül bırakmalı, Suruç ve Ankara katliamlarında ölenlerin aileleriyle buluşmalı ve ardından şehit analarının türkülerini dinlemeli. 


Aday; içerde bulunan 70 bin öğrencinin aileleriyle buluşmalı ve ilk işlerinden birinin bu çocukları dışarı çıkartıp, öğrenimlerine devam etmelerini sağlamak olacağına söz vermelidir. 

Aday; cumhurbaşkanı olursa önüne gelecek milletvekili maaş zamlarını anında iade edeceğine söz vermelidir. 


Aday; atanmayı bekleyen öğretmenlerin, doktorların atanma işlemlerini hızlandıracağına dair söz vermelidir, çünkü gencecik insanlar umutsuzluk içinde kendilerini öldürüyorlar. Kimsenin bu genç insanlara bu acı sonu reva görmesi mümkün değildir. 

Aday; GDO’lu ürünlerde zehirlenen yurttaşlarını bir cengâver gibi korumalıdır. Ve herkes öğrenmeli; yıkılan inşaatlardan havaya karışan zehirli gazlar, kontrolsüz gıdalar, sınırlardan içeri giren ve önem alınamayan Suriyeli ve Afgan mültecilerin yaydığı yeni tür hastalıklar en çok da çocukları tehdit etmektedir.Ülkenin her yanını cehenneme çeviren iktidar, artan kanser vakalarının birinci dereceden sorumlusudur ve pek çok ilaç, yükselen dolar nedeniyle eczane raflarında görülmemektedir. 

Adayın yapması gereken o kadar çok iş var ki, hepsini saymaya sayfam yetmez ama en çok kadınlardan ve çocuklardan yana olduğunu söylemelidir. Kadınların birer obje değil, insan olduğunu öyle çok söylemelidir ki, kadınlar 15 yıldır bir ölümcül bir veba gibi üstlerine gelen iktidarın değişmesini istesinler! Kadınlar istedi mi her şey değişir; adayın işi zor ama bir başlasın, arkasından gelenlere o bile şaşıracaktır. 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Yarış başladı... - L. DOĞAN TILIÇ

CHP’nin cumhurbaşkanı adayının kim olduğunu tartışa tartışa, ibrenin günbegün saat be saat bir isimden diğerine dönüşünü izleye izleye geçirdiğimiz günlerden ve “kesin şu” diyen köşecilerin ters köşe olduklarını da gördükten sonra, nihayet dün Muharrem İnce’nin adaylığı ilan edildi. O da, Mustafa Kemal’in izlediği yolu yürüyerek; Hacı Bayram’da Cuma namazı kıldıktan sonra I. Meclis’e giderek kampanyasını fiilen başlattı.

Şimdi yarış başladı!

Gönül isterdi ki, bu yarışta bir sosyalist aday da olsun. Kapitalizmin; insanlığı, dünyayı ve ülkeyi bir uçuruma sürüklediğini gösterip; herkesin işinin ve aşının olduğu, derelerin özgür aktığı bir başka dünyada yurttaşların yaşamalarının mümkün olduğunu anlatabilseydi.
Bunu başaramadık, yazık!

Ancak, ülkenin olağanüstü karanlık bir tek adam rejimine sürüklendiğini gördükten sonra, o gidişe HAYIR demek, o gidişi engellemek de görev.
İnsanların bir işaretle gözaltına alındığı, öğrencilerin bir sözle mahkemelere çıkarılıp tutuklandığı, manşetlerin bir ağıza bakılarak atıldığı, fabrikaların satılıp üniversitelerin bölündüğü, olağanüstü halin olağanlaştırıldığı, insanlarımızın birbirlerini boğazlayacak derecede kutuplaştırıldığı bir ülkeye ve savaşa HAYIR demek birinci görev.

Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri, devrimcileri şimdi başlayan yarışa “bu yarış bizim yarışımız değil”, “biz bu yarışta yokuz” demeden olanca güçleriyle katılacaktır.

Katılmamanın, boş vermenin, boykot etmenin şimdi dayatılan olağanüstü halin olağan ve sürekli hale getirilmesine katkı vermekten başka bir anlama gelmediğini bildikleri için katılacaklar.

Seçim sonuçları ne olursa olsun, bu süreçte olabildiğince geniş kitlelerle buluşmak ve seçim sonrasına daha güçlü girmek için katılacaklar.
Halkın oylarının çalınıp çırpılmasına izin vermemek için katılacaklar.
Aday olanlara seçim sonrası kazanırlarsa ne yapacakları konusunda söz verdirmek, o sözlerin takipçisi olmak için katılacaklar.

Dün İnce’nin adaylığının resmileşmesiyle başlayan yarış, olağanüstü adaletsizlikler ve eşitsizlikler içinde sürdürülecek. Hep tek adamın sesi duyulacak, devletin bütün imkânları o tek adam için seferber edilecek, ekonomi çırpınırken devletin kasaları açılıp içindekiler saçılacak…

Ancak, bunların hiçbirisi tek adamın kazanmasının garantisi değil. Yenilgiye uğratılması gereken ilk şey “nasılsa kazanacaklar” ruh halidir.

Şimdi yine hepimiz Demirtaş’ı tekrar edeceğiz: Seni başkan yaptırmayacağız!
Türkiye’nin sosyo-politik gerçeklileri içinde bu seçimi kazanmak gerçekten ince hesaplar yapmayı, son derece dikkatli adımlar atmayı gerektiriyor.

Biliyorum; CHP içinde “İnce zinhar olmaz” diyenler oldu. İnce’nin parti içi mücadelede belli bir yeri vardı, genel başkanlığı aday olmuş ve o süreçte yanına çekebildiklerinden çoğunu karşısına aldığı için kaybetmişti.

Ancak, aday gösterildikten sonra bunların önemi kalmadı. İnce, parti örgütlerini ateşleyip mobilize edebilecek, CHP oylarını konsolide edebilecek ve yarışı ikinci tura taşıyabilecek bir aday.

Aday olmasında “Ekmeleddin” vakasının da bir payı var! O seçime gösterilen güçlü tepki, bu kez ona benzer bir hamlenin yapılmasını, akıllara gelse ve belki denense bile, olanaksız kıldı.

Bu süreçte, Kılıçdaroğlu’nun hakkını da teslim etmek gerek. Mevcut parti yapıları ve işleyişi içinde, İnce’nin adaylığını rahatlıkla engelleyebilirdi. Ancak yapmadı. İnce’nin de teslim ettiği gibi, iki kez kendisine rakip olan ve en ağır eleştirileri yapan birini aday gösterebildi.

İkinci tura taşınan bir seçimde, İnce’nin dindar, milliyetçi kesimlerden olduğu kadar Kürt seçmenden de oy alabilmesi gerek. Politik bilinci son derece yüksek olan Kürt seçmen için yalnızca dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır demiş olmak ve Ahmet Arif’ten şiirler okumak yetmeyecektir. 
İkinci tura kalmadan o seçmene dönük güçlü mesajlar vermesi gerekecek.

İnce, 24 Haziran’a kadar gidilecek olan kısa yolu ipince bir çizgi üzerinde yürüyecek. Hata yapıp düşmezse, ipi göğüslemesi uzak bir ihtimal değil.

 L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Olmak ya da oyuna dahil olmak - UĞUR KUTAY

Sinema seyircisinin aklını oyunlar üzerinden şekillendirme konusundaki eğilimlerine bakılırsa Hollywood’un hiç de sağlam bir pedagojik formasyonu yok; koca sektör oyunları hep korkutmak için kullanıyor. Daha fenası, bu korkutma eğlence amaçlı değil, ahlakçılık üzerinden işleyen derin bir ideolojisi var.

Kendisi başlı başına bir korkutma etkinliği olan Halloween ya da kamp ateşi etrafında -’medeniyet’ten uzakta- korku hikayeleri anlatmak gibi toplumsal oyunlar ile saklambaç, körebe ve hazine avı gibi karanlık köşeler barındıran çocuk oyunları zaten Hollywood korku sinemasının vazgeçilmez malzemeleridir. 

Ama Hollywood’un korku oyunundaki asıl gücü, oyuncak bebeklerin dehşet nesnesine dönüştüğü -katil bebek Chucky, lanetli bebek Annabelle- ya da korkuyla ilişkisi kurulamayacak en masum çocuk oyununun bile kâbus kılığına büründüğü hikayelerde ortaya çıkar -Elm Sokağı serisinde ağır çekimle ip atlayan kız çocuklarının tekerlemesini hatırlayın: “Bir iki, Freddy geldi / Üç dört, kapını ört / Beş altı, kurtaramaz seni tanrı / Yedi sekiz, uykudan uzak gezeriz / Dokuz on, uyursan bu olur son…” Oyunlar korku filmlerinde otoriteye karşı her türden girişimin cezalandırılması için bir araç olarak kullanılır. Pasif seyirci, özdeşleşme mekanizması sayesinde ister istemez kuralları otorite tarafından belirlenen bu oyunun katılımcısı haline gelir.

Bu hafta, bir korku filminin içerebileceği ideolojik manipülasyonların sınırsızlığını çok net gösteren bir örnek gösterime girdi: Truth or Dare?/Doğruluk mu Cesaret mi? ABD’de ergenlerin ve gençlerin özellikle cinsel yakınlaşma için araç olarak kullandığı bir oyun olan ‘doğruluk mu cesaret mi?’, korku sinemasında genellikle erotik güdülerin otorite tarafından baskılanmasını meşrulaştırmak için kullanılır. Oysa bu filmdeki oyun, Trump politikalarının çok bariz bir savunusuna aracılık ediyor.

Seçim çalışmaları sırasında Trump’ın sıkça değindiği konulardan biri ‘politik doğruculuk’tu. Trump sağ politik söylemlerin artık politik doğruluk kaygısı taşımaması gerektiğini söylüyor, bunu bizzat kendi konuşmalarıyla somutlaştırıyordu. ‘Politik doğruculuk’ bir ‘söylem ideolojisi’ olarak tartışılabilir elbette, ama burada bahsi geçen haliyle, yani Trump’ın nefret ettiği haliyle politik doğruculuğun reddedemeyeceğimiz kadar basit ve insani bir tanımı var: “farklı dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemek amacıyla, özenle kullanılan ifade, düşünce ve uygulamaları tanımlamak amacıyla kullanılan bir terim.” (tr.wikipedia.org)

Kadınlar hakkında, siyahlar hakkında, Meksikalı göçmenler hakkında, engelliler hakkında, kısaca kendisi gibi olmayan herkes hakkında aklına gelen her türden ayrıştırıcı ve aşağılayıcı şeyi söyleyerek oluşturduğu nefret dilini ‘dürüstlük’ olarak pazarlayan bu en kapitalist başkanın -evet, tanım bire bir uyuyor, ama hayır, ‘başgan’dan söz etmiyorum- tavrı filmde aynen ortaya çıkıyor: İnsanları incitme ve ilişkileri bozma korkusuyla söylemediğiniz şeyler var ya, sonucu ne olursa olsun, kim ne kadar incinirse incinsin, kendi varlığınız için bunları açıkça söylemelisiniz, yoksa ölürsünüz!

Politik doğruculuk yaptıkları zaman başlarına gelmedik kalmayan gençlerin oyunu oynamaya başladıkları yerin Meksika olması, ABD-Meksika sınırının bir kez doğrudan, üç kez de büyük tabelalarla özellikle vurgulanması, Meksika’dayken oyunun lanetini filmin esas karakterlerine bulaştıran gencin adının Carter olması -1976’da iki ülkenin ilişkileri limonîyken Meksika’da petrol kaynakları keşfediliyor, birkaç yıl içinde rezervlerin durumu belirginleşiyor ve Şubat 1979’da Başkan Jimmy Carter Meksika’ya resmi bir dostluk ve iş birliği ziyaretinde bulunuyor. Şu cümleler Carter’ın Meksika’da yaptığı konuşmadan: “Meksika’nın gelişme hedefleri doğrultusunda alacağı üretim kararlarına saygı duyuyoruz. Satmak isteyeceğiniz gaz ve petrole karşılık iyi bir müşteri olarak uygun fiyatla hızlı ödemeler yapmaya hazırız. ...Gelecekte ülkelerimiz arasındaki ticaret akışı daha da özgürleşecek, her iki yöne daha çok yasal göçmenlik mümkün olacak, ekonomistlerimiz, planlamacılarımız ve bilim insanlarımız arasında daha çok iş birliği yapılacak. Ve gelecekte, halklarımız hızla iki dili de konuşmaya başlarken her iki ülkenin de kültürünü geliştirecek ve koruyacağız.”- gibi birçok unsur, Trump politikalarının üzerimize düşen gölgesini fazlasıyla hissettiriyor.

Dahası da var; oyunun ilk sorusu şöyle: “Uzaylılar dünyayı işgal etti ve sana bir seçenek sunuyorlar: Ya bu odadaki herkes ölecek ama diğer herkes kurtulacak, ya da Meksika’daki herkes ölecek ama bu odadakiler kurtulacak. Hangisini seçersin?” Filmin baş karakteri Olivia milyonlarca insan yerine odada bulunan yedi kişinin ölmesini tercih edeceğini söyleyince Carter soruyor: “Söylediğin gerçek mi?” Film ilerlerken de tahmin edebileceğiniz gibi bu tür politik doğrucu yaklaşımların sadece felaket getirdiğini görüyoruz.

Tabii bu dürüstlük de değil, cesaret de! Ama Hollywood oyunu böyle kuruyor. 

Bu durumda belki de soruyu değiştirmek lazım: Oyuna dahil miyiz değil miyiz?

Uğur Kutay / BİRGÜN